TRAKYA ÜNİVERSİTESİ BALKAN ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Akademik Dergi Cilt:1, Sayı:1, Aralık 2012 TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF BALKAN RESEARCH INSTITUTE Academic Journal Volume 1, Number 1, December 2012 Dergi Sahibi Prof. Dr. Yener YÖRÜK Trakya Üniversitesi Rektörü Editör Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN Editör Yardımcısı Doç. Dr. Fahri TÜRK Yayın Kurulu Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN Prof. Dr. Sibel TURAN Prof. Süleyman Sırrı GÜNER Doç. Dr. Fahri TÜRK Doç. Dr. Ömer Soner HUNKAN Doç. Dr. İlhan TOKSÖZ Yazı İşleri Sorumlusu Arş. Gör. Kader ÖZLEM Kapak Tasarım Niğmet GÜLER Yazışma Adresi T.Ü. Balkan Yerleşkesi Enstitüler Binası Balkan Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü 22030 Edirne, Türkiye Telefon: 0 284 - 235 34 58 Belgegeçer: 0 284 - 236 31 79 E-posta: [email protected] Baskı Trakya Üniversitesi Matbaası Edirne Teknik Bilimler MYO - Sarayiçi Yerleşkesi / EDİRNE Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi), Balkanlar üzerine sosyal bilimler alanında özgün çalışmalara yer veren uluslararası hakemli bir dergidir. Türkçe ve İngilizce makalelere yer veren BAE-Dergisi, Aralık ve Temmuz aylarında olmak üzere yılda iki kez yayımlanır. BAE-Dergisi’ne gönderilen yazılar, yayımlanmadan önce yayın kurulunca dergi yazım ilkelerine uygunluk açısından incelenir. Yayımlanması uygun bulunan makaleler adları gizli tutulan iki ayrı hakeme gönderilir. Dergide yayımlanan makalelerde savunulan görüşler BAE-Dergisini hiçbir surette bağlamaz. Yayımlanan makale ve yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Uluslararası Bilim Danışma Kurulu / International Scientific Committee Prof. Dr. İlker ALP, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Ali İhsan ÖBEK, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Recep DUYMAZ, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Sibel TURAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Zegir KADRIA, See University, Kalkandelen/Makedonya Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye Prof. Dr. Nimetullah HAFIZ, University of Pristina, Piriştina/Kosova Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon/Türkiye Prof. Dr. Hamit XHAFERİ, See University, Kalkandelen/Makedonya Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Lyubomir MIKOV, Bulgaristan Bilimler Akademisi, Sofya/Bulgaristan Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye Prof. Dr. Nikolay İvanoviç YEGOROV, Devlet Sosyal Bilimler Enstitüsü Çeboksarı/Rusya Prof. Dr. Şerif Ali BOZKAPAN, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Bernt BRENDEMOEN, University of Oslo, Oslo/Norveç Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN, Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye Prof. Dr. Swietlana M. CZERWONNAJA, Nicolaus Copernicus University, Torun/Polonya Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Mirjana TEODOSIJEVIC, University of Belgrad, Belgrad/Sırbistan Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. İrfan MORİNA, University of Pristina, Priştine/ Kosova Prof. Dr. M. Öcal OĞUZ, Gazi Üniversitesi, Ankara/Türkiye Prof. Dr. Yücel ACER, Onsekiz Mart Üniversitesi, Çanakkale/Türkiye Prof. Dr. Hasret ÇOMAK, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli/Türkiye Doç. Dr. Fahri TÜRK, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Nuray BOZBORA, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye Doç. Dr. Ömer Soner HUNKAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Birgül DEMİRTAŞ, TOBB Üniversitesi, Ankara/ Türkiye Doç. Dr. Fadil HOCA, Ss. Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya Doç. Dr. Osman KARATAY, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye Doç. Dr. Emel G. OKTAY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Doç. Dr. Mehmet HACISALİHOĞLU, Yıldız Teknik Üniversitesi , İstanbul/Türkiye Doç. Dr. Fırat PURTAŞ, TÜRKSOY Genel Sekreter Yrd., Ankara/Türkiye Doç. Dr. Kemalettin KUZUCU, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Nazim İBRAHİM, Ss. Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya Doç. Dr. Rıdvan CANIM, Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye Doç. Dr. Ayşe KAYAPINAR, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Selim ASLANTAŞ, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Arıkan ACAR, Yaşar Üniversitesi, İzmir/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Aşkın KOYUNCU, Onsekiz Mart Üniversitesi, Çanakkale/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Veysi AKIN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Dr. Bartosz BOJARCZYK, University of Maria Curie-Sklodowska, Lublin/Polonya Dr. Lelija SOCANAC, University of Zagreb, Zagreb/Hırvatistan Dr. Murat ÖNSOY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Dr. Zoltan VERES, Colege of Dunaujvaros, Dunaujvaros, Budapeşte/Macaristan Dr. Goran BANDOV, University College of International Relations and Diplomacy Zagreb/Hırvatistan Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi’nin birinci sayısının çıkmasını maddi olarak destekleyen “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığına” şükranlarımızı sunarız. TRAKYA ÜNİVERSİTESİ BALKAN ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Cilt 1, Sayı 1, Aralık 2012 İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN Failures and Achievements of Albanian Nationalism in the Era of Nationalism Nuray BOZBORA_______________________________________________________________ 3 Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan Politikalarının Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya Krizleri Örneğinde İncelenmesi Kader ÖZLEM_________________________________________________________________ 23 Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Arasında Siyasi İlişkilerin Kurulmasında 1925 Dostluk Antlaşması’nın Yeri ve Önemi Veysi AKIN____________________________________________________________________ 41 The Salonica Issue and the Balkan Wars Dimitris MICHALOPOULOS_____________________________________________________ 57 Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ayırılış Sürecinde Bulgar Ayaklanmaları Mustafa BURMA ________________________________________________________________ 67 1912-1913 Balkan Savaşları’nın Edebiyata Yansıması Hayriye SÜLEYMANOĞLU YENİSOY ____________________________________________ 91 Balkanlar’da Sembolik Mücadele Alanı Olarak Kutsal Mekânlar – Bulgaristan Örneği Nergis İMAMOĞLU_____________________________________________________________ 113 Değerli Okurlar; Trakya Üniversitesi Balkan Araştırma Enstitüsünün süreli yayın organı olarak hizmet verecek olan BAE Dergisi birinci sayısıyla akademik yayın hayatına başlamış bulunuyor. Balkan Savaşları’nın yüzüncü yıldönümü münasebetiyle “Özel Sayı” olarak hazırladığımız ilk sayımızda uluslararası ilişkiler, tarih, sosyoloji ve edebiyat konuları ağırlıklı olarak yer aldı. Birinci sayımızın içeriğine genel olarak baktığımızda; Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy “Balkan Savaşları’nın Edebiyata Yansıması” başlıklı makalesinde yüz yıl önce yaşanan Balkan Savaşları’nın edebiyatın çeşitli türlerinde nasıl yer bulduğuna Türkçe eserlerden örnekler vererek vurgu yapmaktadır. Mustafa Burma’nın “Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan Ayrılış Sürecinde Bulgar Ayaklanmaları” isimli çalışmasında 1876 yılında başlayan sürecin nihai bağımsızlıkla sonuçlandığı tarihsel bir perspektiften örnek olaylarla aktarılmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan politikalarını bölgede yaşanan krizler çerçevesinde karşılaştırmalı olarak ele alan Kader Özlem ise makalesinde, güncel olarak iki ülkenin Balkan politikasında hangi hususların ön planda olduğu ve aralarındaki farklılıklara değinmektedir. Birinci sayımıza Yunanistan’dan katkıda bulunan Dimitris Michalopolous’un “The Salonica Issue and The Balkan Wars” isimli yazısında, Selanik’in Balkan Savaşları esnasında ve sonrasındaki süreçte içinde bulunduğu durum ve kentteki Yahudilerin maruz kaldığı politikalar Yunanlı bir akademisyen tarafından objektif olarak yansıtılmıştır. Veysi Akın ise dergimize yazmış olduğu makalesinde, halihazırda geçerliliğini koruyan 1925 yılında imzalanan Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması’nın iki ülke arasındaki ilişkilerde sahip olduğu önemi, tarihsel bir perspektiften belgelerle ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, “Balkanlar’da Sembolik Mücadele Alanı Olarak Kutsal Mekânlar – Bulgaristan Örneği” isimli çalışmasıyla bu sayımıza katkıda bulunan Nergis İmamoğlu, Balkanlar’daki kutsal mekânlar konusunu Bulgaristan örneği üzerinden ele alarak, bölgedeki farklı etnik grupların ortak kültürel mirası olan değerleri, günümüz iktidar ilişkileri bakımından yeniden ele almaktadır. Nuray Bozbora ise, “Failures and Achievements of Albanian Nationalism In The Era of Nationalism” başlıklı çalışmasında kitlesel Arnavut ayaklanmalarının çıktığı 1910 ve 1911 yıllarındaki isyan hareketlerinde ortak bir amaç etrafında Arnavutların birleşmelerini kolaylaştıran ve zorlaştıran temel faktörlerin neler olduğunu irdelemektir. Balkan Araştırma Enstitüsü olarak, 2012 yılı boyunca Balkan Savaşları’nın yüzüncü yılı münasebetiyle yapmış olduğumuz etkinlikler ile dergimizin basılmasında maddi desteklerini esirgemeyen “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığına” kurum olarak teşekkürü bir borç biliriz. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi’nin bilim dünyasına hayırlı olmasını temenni eder; ikinci sayımızda buluşmak ümidiyle iyi okumalar dileriz. Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN BAE Dergisi Editörü 1 2 FAILURES AND ACHIEVEMENTS OF ALBANIAN NATIONALISM IN THE ERA OF NATIONALISM Nuray BOZBORA ABSTRACT The development of Albanian nationalism was not uniform from the beginning and it followed distinct patterns. First there were local protest movements, some were culturally based while others were created by the local elite to protest against local and specific problems. Later these different patterns in Albanian nationalism turned into mass uprising during the 1910 and 1911s. The aim of this paper is to understand the crucial period of mass uprising of Albanians and to analyse how these different patterns in the movement had participated and expressed themselves, what the basic motivation of uniting around a common purpose was, and ease and difficulties in this regard. Keywords: Nationalism, Nation, National Identity, Albanian Nationalism, Balkan Nationalism MİLLİYETÇİLİK DÖNEMİNDE ARNAVUT MİLLİYETÇİLİĞİNİN YETERSİZLİĞİ VE BAŞARILARI ÖZET Arnavut milliyetçiliği başlangıcından itibaren tek tip bir hareket olarak gelişmemiş kendi içinde farklılıklar göstermiştir. Hareket içindeki bu farklı gelişme biçimleri önce yerel protestolar, kültürel temelli hareketler ve belirli sorunlara karşı yerel seçkinlerin protesto harekeleri olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonra Arnavut milliyetçiliği içindeki bu farklı gelişme biçimleri, 1910 ve 1911 yıllarında kitlesel bir ayaklanmaya dönüşmüştür. Çalışmanın amacı, kitlesel Arnavut ayaklanmasının ortaya çıktığı bu önemli dönemi, hareket içindeki farklılıkların kendilerini nasıl konumlandırdığı, nasıl ifade ettiği ve bunların ortak bir amaç etrafında birleşmelerini kolaylaştıran ve zorlaştıran temel motivasyonun neler olduğu bağlamında anlamaya çalışmaktır. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Millet, Milli Kimlik, Arnavut Milliyetçiliği, Balkan Milliyetçiliği INTRODUCTION “How can one measure the limits of success or failure of a nationalist movement?” We need to point out three aspects. The first is the conditions under which the movement emerged, the second is the nature and development of the movement, and finally the goal and actions of the movement. Conditions under which the nationalist movement emerged include those which lead a society to generating a world-view to identify itself with, gather around, and reclaim their own collective life. Actual opposition to and struggle against these conditions comes up as the most apparent phenomena. For instance, interventions to material and spiritual spheres of the collective Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü E-posta: [email protected] 3 life may provoke such struggles. In this context, legitimacy of actual opposition and struggle is an important factor for success of the movement. Nature and development of the movement refers to the character of a “nation” definition required by a nationalist movement. In this respect, it shows up as basic identifiers of the nation definition of a nationalist movement. In other words, it is the most distinctive characteristic on which the nation description is built, such as a common language, shared history or religion. At this point, success of the movement is largely determined by resistance or resistlessness of sub-national collective identities or loyalties against a broader national identity. Goal and actions of the movement refers to the embodiment of the nation definition as a project with actual opposition and struggle. Spatial or territorial thinking that dominates here. According to this logic, the nations must have a well-defined countries and territories.1 In this context, a legalization quest is apparent with claims of legitimation and political recognition, incorporating in the project the broadest population possible. At this point, whether nationalist leaders have a clear vision and if there are related political formulations as well as how the state, in which the movement emerged, reacts to such political project plays a decisive role for the success of movement. Based on the above issues, intention of this article is to make an evaluation for the birth and development of Albanian nationalism. 1. RISE OF ALBANIAN NATIONALISM IN THE ERA OF BALKAN NATIONALISM Albanian nationalism emerged in the second half of the 19th century. Nationalism of that era was a political doctrine pursuing the goal of establishing "nation-based" modern states or survival of an existing modern state. This doctrine was based on the idea that correct form of political organization corresponded to the boundaries of national society. In other words, the doctrine advocated that each nation should establish a separate state.2 As a matter of fact, the Balkan nationalism in the 19th century developed under the influence of the same ideas. The Ottoman Christian subjects in the Balkans including Greeks, Bulgarians, Serbs and Romanians set out to separatist nationalist activities with the purpose of establishing their own nation-states. These activities resulted in the formation of new nation-states, with the help of Western powers that imposed a patronage system over the mentioned Ottoman Christian subjects. With the intention of precluding Russia’s Pan-Orthodox and Pan-Slavist policies of expansionism, the Western powers initially advocated for the integrity of Ottoman Empire, and supported the reformation of imperial administration. However, they left this policy after the 1877-78 Ottoman-Russian war, and switched their support to the formation of new nation-states in the Balkans against Russian expansionism. In this respect, the Treaty of San Stefano that put an end to the 1877-78 OttomanRussian war confronted Albanians for the first time with a challenge of survival. The Treaty of San Stefano designed new political boundaries in the Balkans so that Russia would dominate the region. Under this treaty, majority of the territories where Albanian population lived were included in new nation-states. Macedonia was incorporated into the territories of a great Bulgarian state. Northern parts of Kosovo (Mitrovica and Vushtrri) were ceded to Serbia.3 However, Western 1 Smith, Anthony, D. , Milli Kimlik, İletişim Yyn. İstanbul, 1999, p.25. Özkırımlı, Umut, Milliyetçilik Kuramları, Eleştirel Bir Bakış, Doğu Batı Yyn. Ankara, 2008 p.35; Smith, ibid., p.125. 3 Jelavic, Balkan Tarihi, c. 1, Küre yyn., İstanbul, 2006, p.388-389. 2 4 states, which did not want Russia to gain that much power in the Balkans, gathered Berlin Congress in 1878 and arranged the new political boundaries for the Balkan countries in a way that would not threat the balance of power between them. With the Berlin Agreement, Macedonia were given back to the Ottomans, but some territories in North Kosovo, which were inhabited by Albanians (Gusinje), were left to Serbia.4 From this aspect, 1878 Ayastefanos Agreement and the process of 1878 Berlin Congress, which was revising this, became important turning points for the beginning of Albanian nationalism. The reflections of the negative affects of this agreement on Albanians in the forthcoming years were mentioned in British diplomatic correspondences often.5 There are three distinctive features in this process: 1. One of them is that Western states gave up the policy of protecting Ottoman territorial unity and the process of dismemberment of the Ottoman Empire began 6 2. The issue of how the dismemberment would be was determined by the protection of the balance of power between the big states. It became clear that Albanians were not included to the project of building new nation-states in the process of dismemberment of the Ottoman Empire.7 3. These developments made Albanians to face serious foreign threats about their living space. The result of this was a beginning of a struggle among Albanians, which mainly aimed every kind of resistance against the foreign annexation of Albanian lands. 1878 The League of Prizren became the first organized expression of this struggle. This struggle had continued for the next 34 years as long as this threat existed. At this point, especially the problem of Macedonia was the greatest threat against the living space of the Albanians. As evidenced by the Treaty of San Stefano and the Congress of Berlin, Albanians were forced to act to save themselves from their neighbors not from the Ottoman government. Albanians were the only group in the Empire that reacted to the Treaty of San Stefano with more fear than the other Ottomans themselves. Their first attempts against the Treaty of San Stefano was the foundation of the Committee for the Defense of Albanian Rights based in Istanbul. The leading members of the committee were the Albanian intellectuals prominent in the Ottoman center. It was the first group of Albanians that was organized to ensure the territorial integrity of Albanian lands. 8 Meanwhile, in Albania, groups of Albanians, whose lands were brutally undermined in the Treaty of San Stefano had begun to organize militant bands to defend themselves from encroachment. 1878 League of Prizren has been the first. organized expression of that struggle This struggle continued for approximately 34 years. At this point, for the Albanians Macedonia issue would continue to be the biggest threat. The most dramatic development faced by Albanians and the Ottoman Empire was Bulgaria's full independence immediately after the proclamation of the Young Turks Revolution of 1908. This development made the Macedonian question more dangerous not only for the Ottoman state itself but for the Albanians. Within a period with increased activities of the irredentist 4 Jelavic, ibid., p.390-391. PRO FO 195 /2297, Mr. Harry Lamp’s Selanik Report dated April 30, 1908. 6 Sander, Oral, Siyasi Tarih, İlk Çağlardan 1918’e, İmge yyn. Ankara, 2003 p.34-35; Jelavic, ibid, p. 211-216. 7 Castellan, George, Balkanların Tarihi, Milliyet Yyn. , İst., 1993, p.376. 8 Bozbora, Nuray, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk ve Arnavut Ulusçuluğunun Doğuşu, Boyut Yyn. İst., 1997, p.190. 5 5 policies of the neighboring countries of Macedonia, the repressive policies of the Committe of Union and Progress towards the Albanians in Kosovo would lead to outbreak of a revolt in 1910. This was followed by another one in 1911, which was as a result of the violent policies that should be pursued under Ottoman goverment which clubs and newspapers were closed and forceful disarmament of the people effected. 9 In short, the beginning of the Albanian nationalism, like the beginning of so many nationalist movements, was caused by the conditions of a foreign attack or invasion against their own living space. The first reaction of the Albanians against these attacks was manifested as the local armed resistance. However, in order to acquire a nationalist characteristic, a new synthesis and a new ideology had to be created for uniting this struggle over a common goal, explaining and justifying this, showing a new way to them, and presenting a new center for their own identity. At this point, a new factor was emerged like in most of the nationalist movements. This was the role of the intellectuals. In fact, Albanian intellectuals made important contributions to create Albanian consciousness for showing the justness of the Albanian struggle and to constitute a nation image for Albanians. 2. DEFINITION OF ALBANIAN NATIONAL IDENTITY As indicated above, Albanian nationalism was developed in a nationalism era that the view of “every sovereign state has to have a single nation” was dominant. However, there are so many difficulties to determine the factors that constitute a nation. In the definition of nation, certain cultural characteristics as history, traditions, language, religion and ethnicity are usually considered as the signs of being a nation; however, there are no objective criteria to identify where and when a nation is existed. 10 Thus, every nationalism movement had to make its own definition of nation according to the historical conditions within which it was developed. Different nation definitions are reduced to two general categories in the nationalism literature and conceptualized as “cultural nation” (ethnic nation) and “political nation” (civic nation). “Cultural nations” are exclusive since they consider themselves as a homogenous body coming from a common descent and they reject pluralism. “Political nation” sees the nation as a political society. According to this approach, regardless of the cultural, ethnic or other identities they have, a nation is a community of people that the individuals are united through the citizenship. According to this approach, nation is pluralistic and assimilative. Under these general categories, the image of a nation is usually based upon a national consciousness that was built on one of these approaches. The architects of these are the nationalist. 11 In this context, Balkan nationalisms are considered under the category of ethnic or cultural nationalism. 12 Because the motive of building the future based on the past is clear in the national identity construction of Balkan nationalisms. To put it another way, the basic reference sources of Balkan nationalist intellectual-leaders for their efforts of transforming cultural-ethnic identity to a 9 Sönmez, İşlet, Banu, II.Meşrutiyet’te Arnavut Muhalefeti, YKB Yyn., İstanbul, 2007, p.147-172; Çelik, Bilgin, İttihatçılar ve Arnavutlar, Büke Yyn., İstanbul, 2004, p.371-384. 10 Smith, ibid., p.75. 11 Smith, ibid, p. 24-29. 12 Smith, ibid, p.134. 6 national one (creating a national society from an ethnic-cultural society) were the cultural factors such as history, language, religion, or common descent. However, “being different from others” and “authenticity” claims of ethnic nationalism 13 caused one of the cultural factors that emphasize this most to be placed more in the foreground. As a matter of fact, language played an important role in the Albanian national identity building as being the major emphasis of collective identity and authenticity for the Albanians who are divided religiously, as contrary to other Balkan nations 14 It was impossible for ethnic identities to find a legitimate place for themselves in the Ottoman millet system, which was only recognizing the religious identities as legitimate or official. Non-Muslim Ottoman subjects had chances to pass from an identity based on religious homogeneity to an identity based on ethnic homogeneity in the relatively autonomous administrative and cultural spaces that were brought by the millet system. The patronage policies of Western states, started in the 18th century, played an important role in this. In the Tanzimat period, ethnic identities found spaces to express themselves by the secularization started in the administration of Non-Muslim communities. Its first expression was to gain independence from the highest religious authority by establishing their national churches. The first phase of transition from the religious identity to the national identity was followed by separatist nationalist movements, which were the liberation struggle from the political dominance of Ottoman Empire. Hence, the phase of nationalization of Balkan communities was completed when they acquired the lands where they would live as sovereigns. However, irredentist aims, that are specific to ethnic nationalisms continued to be a high insecurity factor and threat conception between these nation-states. So, the greatest obstacle for Albanian intellectuals was to find a common ground that would emphasize their difference and authenticity. The real source of these obstacles was the Millet System, which was compatible with the ideological and political content of the Empire. Namely: 1. The religious divisions among Albanians put them under the regulations and power of three different religious authorities. This brought dependency to three different religious centers. Because, the only legitimate authority in the Ottoman Empire was the religious authority. Within this structure, there was not any legitimate political response to the ethnic identities. The modernization process started with Tanzimat did not bring any changes to this approach. Secularization in the realms of education and jurisdiction was only for providing Muslim, NonMuslim equality Ottomanism approach brought by Tanzimat modernization on the basis of equal citizenship, was imposing the acceptance of a supra-identity over national-ethnic identities. Because of this reason, religious identity continued to be a divisive force for Albanians rather than a uniting one. 2. There was also a serious cultural division among Albanians. This was especially common among the Northern tribes, that the sub-national identities had been protected very strictly. Ottoman millet system provided relatively autonomous spaces for preserving different traditional structures. These relatively autonomous spaces gained clarity in the privileges and exemptions provided for certain cultural communities by the state. This resulted in the preservation of the tribe identities based on blood ties for centuries. As long as the Millet system had continued, 13 Smith, ibid, p. 201. Draper, Stark, “The Conceptualization of an Albanian Nation”, Ethnic and Racial Studies, Volume 20, No.1, january 1997, p.2. 14 7 there were no conflicts between these sub-national identities and the Ottoman identity of the state, which recognizes these identities. Until the centralist implications of Tanzimat reforms violated these traditional autonomous spaces. These implications started the first serious conflict between central Ottoman administration and Albanian tribes. In this conflict that went beyond the Tanzimat period, Albanian tribes had struggled for regaining their old privileges and exemptions, which were providing them to preserve their own sub-national identities15 Thus, especially the strict structure of sub-national identities in North Albanian tribes would be the reason of major conflict between national interests and tribal interests in the era of nationalism. The Ottoman identity which has not been corresponding to any form of national identity, was the primary obstacle to Albanians for being part of the nation-state building process in an era of nationalism. . Basic challenge in this issue was where Albanians would stand under the ideology of Ottomanism covering all Ottoman subjects as a whole. This was the point of focus in political and cultural programs of Albanian intellectuals. Ottomanism was a political-cultural scenario which was expected to ensure a kind of Ottoman fraternity16 which originated as a reponse to foreign enrochments and separatist movements and has been used by political elites to achieve consensus among different ethnic and religious communities to encourage political and social unanimity of loyalty to the Sultan. While Ottomanism was sufficiently vague and malleable concept to serve different political platform for the territorial integrity of Ottoman domains was its constant concern. Ottomanism was also compatible with the tradition of imperial. The main components the tradition of the imperial has been the the sanctity of state and reign and preservation of differences and diversity. Therefore, due to its roots in the tradition of imperial, authoritarian or liberal Ottomanism was easily able to obtain the form. This concept has been also used as a tool to address sometimes to be conducive to the whole Ottoman elements, sometimes the Muslim and the Turkish elements increasingly of whom were the Ottoman elites mainly representative, in accordance with the time and the changing conditions. This explains why the Ottoman Elites have not abandoned Ottomanism as long as the presence of the Empire was in question. Although it is authoritarian and centralized in nature Tanzimat Ottomanism had germinated the notion of citizenship. New rights given to the Ottoman subjets have been declared as a grace from the Sultan with absolute power. On the other hand the reforms were announced as a state decision to modernize the society and asked all the people to obey this decision. The main objective of the state was presented as progress and salvation. At this point Ottomanism reveal an interesting mixture of enlightened synthesis of progressivism and enlightened despotism. 17 The equal rights of non-Muslims before the law which was put implementation in 1856 were under international mortgage. This situation has created the effect of psychological trauma for the Muslims and created a division in the Muslim bureaucrats. New Ottomans movement was born in this division. New Ottomans brought a new approach to the idea of Ottomanism. This was the constitutionalist Ottomanism. First they criticised the authoritarian implementation of the reforms. 15 Bozbora, Nuray, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk ve Arnavut Ulusçuluğu, Boyut Yyn., İstanbul, 1997, p.150-151. Öğün, Süleyman Seyfi, Mukayeseli Sosyal teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik, Alfa yyn. İst., 2000, p.96. 17 Somel, Sina Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, vol. 1, iletişim yyn. İstanbul, 2001, p.96. 16 8 Secondly, they argued that they were the Tanzimat reforms western imitation. And finally, they criticised the Edict of 1856 with the argument that it led to foreign intervention to increase. According to them, for the salvation of the state constitution, parliament was necessary. 18 They suggested that the new regime's ideology of Ottomanism to be used as leverage. They argued that the constitution would also ensure the implementation of the reforms; the parliament would allow the political representation of all Ottoman subjects while the Ottomanism would be a unifying identity to develop loyalty to the state. Young Ottomans thought that could stop the external interventions under the pretext of protecting the rights of the non-Muslims. The Young Ottomans represent an attempt to reconcile the new institutions with the Ottoman and Islamic political tradition. They wanted the reforms to be built on the Islamic traditions with the argument that there are forms of democratic governance in Islam. Namık Kemal was a leading representative of this idea. His initial idea of Ottomanism gradually shifted to a line Islamist due the growing panSlavism and separatist movements. By the 1870s Namık Kemal defended the brotherhood of Islam, rather than Ottomanism. In the contrary, Fazıl Pasha who was another leading figure of Young Ottomans did not give much importance to the role of religion and tradition in a constitutional regime. Ali Suavi who is known as an ardent Turkish nationalist represented an attempt to merge Turkism, Islamism and Westernization in a melting pot. The idea of the establishment of a federal structure of the Ottoman Empire was proposed by Mithat Pasha and Sherif Halil Pasha in 1872. Their main objective was to keep the Ottoman lands in the Balkans within the Ottoman Empire just as it same for the other new Ottomans. But Russia, Serbia and Romania strongly opposed to this idea. The dangerous developments in the Balkans have accelareted the efforts to transition Constitutionalist regime. 19 The first official definition of Ottomanism came into being in 1876 Constitution.20 According to the Constitution of 1876 Ottomanism was not understood as religious communities but population as a whole. At this point, very close to the ideal of Ottomanism. However the first parliamentary deputies were elected on the basis of the religious community through the old regulation. More important, different imaginations for the implementation of the Ottomanism became apparent in the debates on Provincial Law and Electoral Law during the parliament sessions. 21 This gives some clue about how much the Muslims get used to the idea of the equality. The first constitutional period is also important to understand the expectations of the Albanian intellectuals. Şemsettin Sami an Ottoman intellectuals of Albanian origin, defended the Ottomanism in the framework of the Constitution of 1876 during the first constitutional period. At the same time he was defender of the cultural rights of the Albanians against the danger of Slavic and Greek. More important he pointed out the importance of the Islamic bonds that unites the different ethnic groups for the Ottoman unity. His ideas are very important to understand how he acquires the meaning of Ottomanism in three different identies. There is no doubt that the Ottomanism which acquires the meaning of the three separate identities in a harmony would be the most ideal one. In this context the relationship between the Albanians and the Ottomans is a key 18 Koçak, Cemil, “Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, by Tanıl Bora, Murat Gültekingil, editors, İletişim Yyn., İstanbul, C.1, 2001 , pp. 72-82,p.80. 19 Mardin, Şerif, “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, by Tanıl Bora, Murat Gültekingil, editors, İletişim Yyn., İstanbul, C.1, 2001, pp.,42-53 ; Somel, İbid., p.105. 20 Somel, İbid., p.105. 21 Meclis-i Mebusan 1877 Zabıt Ceridesi, Onikinci inci inikad, 26 Mart 1877, Vilayat Kanunu görüşmeleri, p.82-87; Otuzaltıncı İnikad, 24 Mayıs 1877, intihab-i me’busan kanunu görüşmeleri, p. s.286 1877) by Hakkı Tarık Us, Gazete Matbaa Kütüphane, Istanbul, 1939. 9 phenomen for measuring the level of the liberal face of political modernization of the Ottoman state. Not caused a significant problem for the Albanians initially the Ottoman identity as long as this represents the structure of the imperial and the Islam has been an important part of it.22 For this reason during the process of modernization, the Albanian opposition against the centralized bureaucratic practices emerged as the traditional repsonses. Although it was ethnic nationalism in itself as much as other Balkan nationalist examples, this movement differed from others in that it mainly focused on an issue of survival from extinction to existence. This was a guiding force for the Albanian national movement on territorial integrity, sometimes with armed resistance which represented bitter face of Albanian nationalism. On the other hand, the enlightening literary and intellectual movement as the basis of Albanian cultural awakening led by Albanian intellectuals represented a moderate aspect of Albanian nationalism. These two aspects of the Albanian national movement came to light under 1878 League of Prizren, which gathered Albanians around a common objective. In this respect, claims such as territorial integrity and modernization of Albanian society in every sense were advocated on the basis of regional autonomy granted by Ottoman rulers. According to them, the only way for the salvation of the Albanians was the liberalization of the ideology of Ottomanism. However, each time the Albanian intellectuals faced with the cold side of the ideology of Ottomanism. Once the Ottomanism with its reference to the Islam, not allow the recognition of the legitimacy of ethnic identity. Second, with its reference to the sanctity of the state and its governors, it does not allow the recognition of the legitimacy of the another political formation out of the central government. Finally, with its reference to sanctity of the territory of the empire it does not allow fragmentation of this land. However, due to the religious division among the Albanians, they need a non-religious identity. Secondly, the Albanian speaking lands had to be recognized as a separate political entity. These issues from the agenda of the Albanian nationalist intellectuals after 1878, would lead to anti-foreign, anti-clerigal and etno-linguistic discourse Vaso Pashko who was a Roman catholic and held various administrative positions in the Ottoman empire, which has been the most radical advocate of anti-religion among the albanian nationalist discourse. 23His statement as "the faith of the Albanians is in Albanianism" is the best expresion of his ideas in the question. Faik Konitza was the advocate of the cultural movement with the idea that this was necessary for the nationalist movement to gain political legitimacy. For this reason he emphasized the importance of the ethno-linguistic national identity. 24Sami Frasheri has developed a theoretical background for Konitza's ideas. Sami's ethnic language studies, not only the Albanian nationalist ideology, but also the Turkish nationalist ideology has contributed to. Sami argued the coexistence of two motherlands within the empire. Ottoman Empire was the “general home land”. Besides this there were “special home lands” possessed by the former. “Special home land” was the expression of the individiual territories of religious and ethnic origin, in his formulation. This means that under the 22 Draper, ibid. , p.2. Licursi Emiddio Pietro,, Empire of Nations: The Consolidation of Albanian and Turkish National Identities in the Late Ottoman Empire, 1878-1913, p.55-69, Senioor Thesis, Deptartmen of History Columbia University, Spring 1911, http://academiccommons.columbia.edu/dowload/fedora content / download / ac:131865 /CONTENT /Licurci Senior Thesis, p.58-60 24 Licursi, İbid. , p.61 23 10 auspices of Ottomanism, non-religious idendities would be granted a space for their development. Thus, Albanians would continue their commitment to the Sultan as well as their cultural developments would have an adequate tolerance. Thus Sami has a different definition of Ottomanism. While describing the Albanian and Turkish togetherness as a sort of long-lasting companionship, in the face of the inevitable fragmentation of the empire he argued that this association might come to end for pragmatic reasons. His pragmatic approach has brought such a radical discourse relating the Albanian and Turkish co-existence. According to him, for the salvation of the two peoples was the Albanian-Turkish coexistence must be ended. 25 However, under the current international conditions, end of co-existence would be realized through the political struggle rather than the armed one. However Abdulhamit II's Ottomanism locked to unity of Islam was far from satisfying the demands of the Albanians. That is why some Albanian intellectuals such as İsmail Kemal and İbrahim Temo joined Young Turks, which aimed at a more liberal order. In this movement, the Prince Sabahattin's liberal ideas were compliant with Albanian purposes. This way of thinking that puts individual above citizen and even nation and supports individual entrepreneurship and decentralization stood for liberal Ottomanist line. 26 In this respect, Albanian intellectuals supported this political wing wholeheartedly. On the other hand, represented by Ahmet Rıza centralist ideas contained in the Party of Union and Progress in itself authoritarian and Turkist. Both focused on the Ottoman liberation. However, Turkist wing in the Union responded better to the requirements of an era when the nation-building was uncontrollably rising. On the other hand, since the founding dynasty was Turkish, it was easily joined with Ottomanism, which was based on existence of the Ottoman Empire. Basic challenge in this issue was how Albanians would cope with this Turkist line if the Union was able to establish its political domination. On the other hand, due to negative developments after the revolution of 1908, such as the independence of Bulgaria, Turkism, gained weight within the Unionist Ottomanism. Albanians had to wait no longer to see it. The Young Turks agreed on secular and constitutionalist Ottomanism but were divided about the nature of the underlying administrative framework. Power struggle among these two political wings, liberal Ottomanism and Turkist Ottomanism of the Unionist which acted in cooperation for the revolution of 1908, resulted in the political domination of the Unionist thinking. This was also the end of liberal environment brought by the proclamation of Constitutional Monarchy. Ottoman- Albanian relations during the Constitutional Monarchy should be reviewed as an issue of survival on both parts. Administration of the Union and Progress Party was committed to solving the issue of Ottoman survival by reordering the society according to positivist principles. Realization of this modernization project, based on order and progress, was accompanied by positivist secularism, increasing dominance of Turkism against Ottomanism, and creating dutiful individual citizens. Compared to this modernization project presented as a requirement for modernity, progress, and being a nation, liberal Ottomanists was criticized for being too backward line. In fact, liberal Ottomanism provided a political framework to create conditions required for the survival of Albanians. Decentralist, individualist and diversity-oriented liberal characteristics of this political line would ensure Albanians to attain cultural freedom and reach their political maturity within autonomous structures. In other words, liberal Ottomanism 25 26 Licursi, İbid, p.69-70, Ramsour, E.E., Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Sander Yyn., Türk Tarih Dizisi:4, p.102 11 appeared to be the liberation formula for Albanians compared to Turkist and authoritarian Ottomanism of government of the Party of Union and Progress. Interestingly, arrangements made by the Party of Union and Progress on disarmament, taxation, land law and military, as in any other modern state, encountered with the bitter face of Albanian opposition, sometimes with armed resistance. Nonetheless, Albanians' right to take part in literary and intellectual activities for cultural development as in any other modern state was hampered by the Turkist vein as the most severe aspect of Unionist Ottomanism. Basic challenge in this issue is that Ottomanism was an open-ended concept. Albanians accepted the revolution of 1908 as the return of flexibility embodied in the concept of Ottomanism. Therefore, their expectation from the revolution of 1908 was the recognition of traditional cultural and political rights. When we look at the Turkist ideas of Yusuf Akçura that inspired the Unionists, it can be seen the secular and anti-ottomanist motifs as it can be in the ideas of Albanian nationalists. Yusuf Akcura like the Albanians has a multiple identity. He is a Muslim, Ottoman and Turkish, respectively. However, while he was rejecting the Islamism and Ottomanism as the failed policies for the unity of the empire, He argued that the Islam was a unifying force for the Turks, with the pragmatic reasons.27 Again, he pointed to the continuity of a link between the Turks and the Ottoman dynasty from ancient times. 28 However for the Albanians the religion was not a unifying force due to the religious division among them. On the contrary, religion had a function of the divider in terms of the Albanians. For this reason Albanian nationalism required the rejection of religious identities, respectivly. On the other hand there was not a perpetual link between the Albanians and the Ottoman founder of the dynasty since the ancient time as it was for the Turks. In an age of empires shattered by nationalist movements, in both the Albanians and the Turks were looking for a pragmatic way of salvation out of their multiple Identities. In this respect, the Albanian nationalism and the predominant direction of Turkic Unionist Ottomanism were mutually exclusive concepts. This paved the way for rupture of relations between Albanians and Ottomans. So, having emerged as an important part of defensive Ottoman modernization, Ottomanism became the most prominent target of its own components. Under the influence of these factors, the language had become an important reference point for Albanian nationalist intellectuals for creating national consciousness and identity. This cultural element was seen as a glue both for emphasizing the differences from other Balkan nations and overcoming the different religious and regional-cultural sub-identities among Albanians. The fact is that, Albanian nationalist intellectuals such as Naum Vekilharci, Jeronimi de Rada, Vaso Pasha, Abdül Frasheri, Sami Frasheri, Naim Frasheri who gave several products on Albanian language, literature and folklore, were coming from different religions and sects and were influenced from each others’ products constituted a very important point in the development of Albanian national identity on a secular basis. The actions of Albanians on national language had acquired clarity about two issues. Using Albanian in education and writing of a common alphabet. Since the basis of education was religious and sectarian in the Ottoman Empire, the language of education was also differentiated. Albanians were reading sacred texts in Arabian, Greek, Bulgarian or Serbian, depending on their religious beliefs. This was exposing them to different cultural influences. The most effective way of blocking these influence channels was using the Albanian language in 27 28 Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yurt yyn. No.13, Ankara, 1986, p.42-43. Georgeon, İbid., P.68-71. 12 education. In fact, we can say that after the declaration of II. Meşrutiyet in 1908, the acceptance of Albanian education demands were easily embraced among the Albanians. However, the issue of deciding the alphabet, which would be used for writing Albanian, created serious discussions and divisions not only among the Albanian intellectuals but also among the Albanian public. Istanbul Alphabet which were written by the initiative of Sami Frasheri in 1879 and consisted of Greek and Latin letters, was only accepted by Muslim Albanians in Central and South Albania, while the other alphabets continued to be used in other regions. The discussions about the common alphabet in Monastir Congress of 1908 were resulted in the usage of two different alphabets; Istanbul Alphabet and Latin Alphabet. While the Istanbul Alphabet was accepted for general usage, it was accepted to make some amendments for Scutari dialect.29 However, this could not bring a minimal consensus among Albanians, as contrary flamed the discussions about the alphabet. Because the conservative Muslim Albanians created a serious opposition for using the Latin Alphabet. The reflection of this division about alphabet to the regional level can be broadly expressed as the division between Northern Muslim Gegas, and Southern Muslims and Non-Muslim Toskas which did not cause any problems about education in national language, namely Albanian. Gegas were supporting Arab Alphabet30 while Toskas were supporting Istanbul Alphabet 31 There were national as well as religious contradictory responses at the root of the strong opposition of this group to Latin Alphabet. Conservative Muslim Albanians insisted on the usage of Arab Alphabet. Because they claimed that while Arab Alphabet was sacred for Muslims, Latin Alphabet was both religious and national alphabet of the Christian Western world. According to them, using the Latin Alphabet could cause harmful cultural influences on Albanians. Teaching the Albanian with Arab letters would both prevent foreign cultural influences among Albanians 32 and provide Muslim Albanians the advantage of reading their own sacred texts easily. 33 In fact, writing Turkish, the official language of Ottoman Empire, with Arab Alphabet was giving this advantage to Turks. The most important reason of the acceptance of the Latin Alphabet by the Central and Southern Albanian Muslims, despite of this reaction of conservative Muslims, was the belief of Bektashizm which is a more flexible branch of Islam 34 This made it easy for the Bektashi35 Albanians to adapt the idea of national indepence. This division about the alphabet became an issue that reflects the religious and regional-cultural differentiation among the Albanians. The best example of this is the fact that Albanian education started in different regions with different alphabets. The official declaration of Committee of Union and Progress in 1910, which was stating that in order to overcome these complications Albanian language would be thought by Arab Alphabet, flamed the discussions among Albanians. As a reaction to this official decision Tosk Albanians stopped 29 PRO FO 195/2298/no.65 ,W.S. Edmonds’ Monastır Report to Sir Gerard Lowther Ambassador in Istanbul, dated November 24, 1908. 30 PRO FO 195/ 2330 /no.46, Satow’s Uskup Report to Harry Lamb, dated December 1909 , Mr. Satow points out that “… The adoption of the Frashery alphabet is likely to meet with some resistance in backward places like Yakova and Ipek where clerical influence is strong”. 31 PRO FO 195/2357/no.11, Arthur Geary’s Monastır Report to Mr. Sir Gerard Lowther, Ambassador in Istanbul, dated February 18, 1910 ; Skendi, Stawro, The Albanian National awakening 1878-1920, Princeton, New Jersey, 1967, P.143; Clayer, Nathalie, “Bektaşilik ve Arnavut Ulusçuluğu”, Toplumsal Tarih, sayı:2, Şubat 1994, p.59. 32 Çelik, Bilgin, İttihatçılar ve Arnavutlar, Büke Yyn. İSt., 2004, s.286. 33 Çelik, ibid., 280-281. 34 Ger Duijzings, “Religion and Politics of Albanianism, Naim Frasheri’s Bektashis writings” , Albanian Identities: Myth and Politics, by Stephanie Schwandner-Sievers and Bernd j. Fischer ,editors, Indiana University Press, 2002, p.6364. 35 Doja, Albert, “The Politics of Religion in the Reconstruction of Identities, the Albanian Situation”, Critique of Anthropology, vol.20(4), 2000, pp.421-438, p.432. 13 sending their children to the schools.36 The fact that the conflicts about the alphabet had continued until 1912 through meetings, fractioning and propaganda, gives important information about the deepness of this division. 3. THE POLITICAL PROJECT OF ALBANIAN NATIONALIST LEADERS REGARDING THE ESTABLISHMENT OF ALBANIAN NATION-STATE Since the Albanian nationalist intellectuals were aware of the dangers of these deep divisions, they tried to keep their political aims and actions for establishing a nation-state within certain limits. Thus, their main aim was not the separation from the Ottoman Empire, but to obtain an autonomous status within the territories of the Ottoman Empire. Actually, the ideal position was to establish an independent nation-state in the nationalist atmosphere of the era. Hence, this ideal was resulted in the establishment of nation-states in Balkans one after another. However, the existent conditions were not letting Albanians to turn this ideal to reality yet. In fact, the attitudes of Westerns states in the Berlin Congress of 1878, the reform conditionality put forward for Macedonia, the irredentist tendencies of new nation- states in Balkans, were all proving that dismemberment would continue. It became apparent in the Berlin Congress of 1878 that Ottoman Empire could not resist this dismemberment by itself. Hence, Albanian nationalist intellectuals noticed that the armed struggle against the annexation of their territories was not sufficient and it was a necessity to determine a vision for the future of Albanians. Their political formulation for this vision was to create an autonomous province within the territories of the Ottoman Empire. The aim of this political project, which was introduced by Abdül Frasheri, was primarily to obtain recognition for the lands that Albanians were living.37 Because, the transition from cultural-ethnic communities to a national society necessitated the existence of a particular land in the era of the establishment of modern nation states. Only through this way, a national identity, which overcomes the regional, communal, tribal, etc. identities could be created and Albanians could be united over a single national cause. From this aspect, the safest way was to stay as a part of the Ottoman Empire and struggle for their own independence within this political structure. Demanding independence could cause the risk of foreign domination over Albanian lands and the most accurate way to realize this aim within an autonomous Albania.38 This project was actually compatible with the aims of the local Albanian leaders who were acting with different motivations due to the religious and cultural divisions among Albanians. An autonomous Albania, first of all, would lay a legitimate ground for the struggle against the foreign domination of Albanian lands and this was desired by all Albanians. Other than this, an autonomous Albania meant maintaining the commitment for Caliph Sultan to conservative Muslim Albanians, when it meant preserving the traditional privileges especially to North Albanian tribes. So, it is debatable to what extent the common support given by all Albanian leaders in the Debre Meeting of 1880 was compatible with the vision that was determined by the Albanian nationalist intellectuals. As a matter of fact, the divisions that would come onto surface about alphabet in 1908, and the divided image of Albanian rebellions that were serving to different 36 PRO FO 195/2357/no.11, Arthur Geary’s Monastır Report to Mr. Sir Gerard Lowther, Ambassador in Istanbul, dated February 18, 1910. 37 Frasheri, Kristo, The Histoy of Albania, Tirana, 1964, p.130-131; Puto, Arben and Pollo, Stefanaq, The History of Albania, From its Origins to Present Day, London, 1981, p.119. 38 See for the British opinon on the subject PRO FO 195, Arthur B.Geary’s Monastır Report to C.M.Marling, dated July 8, 1911. 14 causes in 1910, were giving clues about this. Above, we discussed the divisions about alphabet. An another example for it was the Malissori uprising of 1911. The Malissori uprising of 1911 was limited to a certain region in North of Albania.39 On the other hand, this fragmantation was not only of tribal and regional level there was also differences between the Albanian leaders in terms of their political aims in certain places of Albanian lands.40 By 1912, lack of an unified movement with a single-center has been the biggest obstacle to Albanian nationalist intellectuals. Indeed, on the eve of the Balkan Wars and after, there was a lot of attempts by the Albanian leaders to get a support from the outside in order to ensure the autonomy of Albania - for support Austria-Hungary was resorted to41 This showed fragmantation in the Albanian nationalist movement. 42 Foreign support for the Albanians were calling to was Austria-Hungary. Because She always argued the territorial integrity of the Albanian lands against the Slavic expansionism. Although the Albanian leaders of different political projects applied to Austria-Hungary, their basic demands was Austria’s support for the autonomy of the Albanian territory. So at the beginning of the Balkan Wars, independence of Albania had not as yet on the 39 PRO FO 195, Arthur B.Geary’s Monastır Report to C.M.Marling, dated July 8, 1911 In this report, Greary stated that Albanian Committee had been preparing for a common rebellion however, the independent Malisor rebellion had ruined this plan. Mr. Geary continues his report as such “… the Albanian committe has only been seriously working for few short months and their organization was far from complete when the rebellion of the Malissores took them by surprise. They themselves would have favoured the postponement of the rising for at east another year, at the end of which period they would have hoped to unite the whole of Albania in a national rising with far greater of success than are likely to be realised by the intermittent efforts of isolated insurgents. Those Beys, with whom I came incontact, regretfully acknowledged the difficulty of combination in a countr, where each Bey clings tenaciously to his own depencendence and can only be induced with the greatest reluctance to submit to the leadership of one themselves. They would welcome with relief the arrival of a foreign leader, whose leadership they could accept without loss of dignity…” 40 PRO FO 195/2407 no.3959/no.705 from British Foreign Office to Therapia, dated August 21, 1912 which was informing about the British Vice Consul’s report at Uskup on the subject. British Vice Consul at Uskup informs that at Prishtina it become evident that there were considereable differences of opinion among the chiefs. …”There are three main policies; 1.The Entestist Group under: Hassan Bey, whose chief grievance was against the C.U.P. who having succeeeded in dealing a blow at the Committee, now only ask for guarantees that Albania shall not be treated in the future as she has been in the past 2.The Autonomist Group: which centres round Rıza Bey aims at ultimate if not immediate autonomy 3. The Reactiorany Group: under Issa Bolletin, which only ask fort he restoration of the good old times before the constitutional regime, when every Albanian was free to conduct his own blood feuds to kil lor to be killed in accordance with the traditions of the vendetta. 41 This was known by British Government that it was inevitable. PRO FO 195 / 2382 /no.42 Mr. Geary’s Monastır Report to Sir Gerard A.Lowther, dated August 19, 1911 42 In 1911 Don Ndre Mjeda ve Don Luigj Bumçi the leading edge of Catholic clergy wanted Austrias’s intervention complaining that Ottoman goverment has broken the agreement between the tribes and the goverment and violated the Kultusprotektorat; in January 1912, Hasan Prishtina asked for Austria’s support for autonomous Albania; In January 1912, Fehim Zavalani ex-president of Albanian Club of Monastır asked Austrian Chief Consul to Salonica for Austria’s diplomatic support. Zavalani made his conversation with the Chief Consul on behalf of himself and also nationalist Bektashi Şeyhs, Baba Abidin from Frasheri Tekke, Baba Hüseyin from Görice Melcan Tekke and Baba Ibrahim from Kolonya Kesarak; in March 1912 Pasquale Krasnici Catholic reverend asked Austria’s support for autonomous Albania; in March 1912 Pasquale Krasnici Catholic reverend of the Firzovik Community asked Austiran-Hungarian Ambassador to Belgrade for Austria’s support for the administrative autonomy for the Catholic Albanians under the control of a big power ; in summer 1912 Zef Seregji Archbishop of Shkoder applied to Austria-Hungary Chief Consul to Shkoder and wanted Austria to invade Albania or at least the regions of the Catholics on the Albanian lands.; in October 1912 Ekrem Vlora was sent to Vienna by the notables from Southern and Central Albania, to ask Austria’s support for the unity of Albanian lands ; in November 1912, Musa Hamit Bey and Fehim Zavalani made an conversation with the Austria-Hungary ambassador to Yanya and asked Austria’s support for the Albanians stating that they were trying to make a coordination between the Southern and Northern part of the Albania and that Tosks were planning to ask for protection of the Monarchy in the event of seperation of Roumelian territory from the Ottoman Empire. ; in November 1912 Albanian delegates in Draç applied Austria to ask assurance for Albanian’s overall autonomy within the Ottoman state and also they asked for recognition of Albanian indepence if it becomes impossible to manage the Albanian territories of the Ottoman Empire, Sönmez İşlet, İbid, 211-213. 15 agenda of the Albanian leaders. The developments during the Balkan wars, however will put the issue on the agenda of the Albanians. When Ismail Kemal who was one of the Albanian leaders asked for Austria’s support, declared Albanian independence in the town of Vlora on 28 November 1912, many of the Albanians probably did not even know about it. This initiative was in fact not compatible with the political projects of the Albanian nationalist leaders for the development of the national struggle in a autonomous Albania in the form of a more secure longterm. But this project never been able to bring all Albanians together around a joint leadership. When the Albanians faced the problem of survivevibility with the outbreak of Balkan Wars İsmail Kemal has taken the initiative to declare the independence. But even this did not eliminate the differences of opinion among the Albanians. In fact, after the proclamation of indepence, the goverment formed by Ismail Kemal, faced opposition from sections of various Albanians soon. The opponents of the new regime such as Essad Pasha Toptani and the pro-Ottomans resisted İsmail Kemal. 43 On the other hand, the response of Ottoman elites to this political project of Albanian nationalist intellectuals was actually negative. Because from the most reformists to the most liberal ones, the main aim of Ottoman elites was to prevent the dismemberment of the Ottoman Empire. This protective approach, which is taking the Ottoman Empire as a reference point, was also marked the modernization/westernization attempts of the Ottoman elites. While the Ottoman reformists were making reforms based on the West, the most important problem they faced was the conception of nation in the West. Because of this reason, Ottoman reformism started with Tanzimat, was realized by the Ottomanizm ideology, which was also coined in that period, for serving the protection of the territorial unity of the Ottoman Empire. Thus, the Ottoman reformism had a character of aiming the salvation of the state without responding the national demands. However, it could not prevent the dismemberment of the empire. The rising autonomy demands among Albanians after the Berlin Agreement of 1878 could not find a positive response under the autocratic and Pan-islamist policies of II. Abdülhamid. Hence, the Albanian nationalist intellectuals gave great support to Young Turk movement, which was developed against the regime of II. Abdülhamid. On the other hand Abdülhamid II supported the League of Prizren as long as it was in line with the Ottoman State’s domestic and foreign policies. That meant since the lands that Albanians struggled for were a part of the Ottoman Empire, the Albanian resistance was legitimate as far as Abdulhamid II was concerned. 44 The success of this resistance in preventing the loss of the lands in question was in concordance with the interests of the Ottoman State and such a success could relieve the Ottoman State from possible liabilities against signatory countries. Furthermore, the fact that a great majority of the Albanians were Muslim created suitable grounds for Abdülhamid II for controlling this resistance movement. In the isolated state, Islam had become the strongest weapon for Abdülhamid II in both domestic and foreign politics. From this point of view, the mainly Muslim Albanians were the stronghold of Ottoman presence in Roumelia lands. 45 Abdülhamid II realized that the transformation of the Prizren League into a national movement would dangerously lead to the turning of Albanian attention to the domestic rule of their country. To prevent this from happening, he opted to give a religious form to this League through the efforts of Muslim Albanian clergymen in the region. The efforts of Abdülhamid II were largely successful 43 Jelavic, İbid. c.2, p.108. Bozbora, Nuray, ‘The Policy of Abdulhamid II Regarding the Prizren League’, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2006, no. 11, İstanbul, p. 46. 45 Bozbora, Nuray, ‘The Policy of Abdulhamid II Regarding……’ , p. 46. 44 16 and this caused a division within the League. Taking advantage of this division within the League Abdülhamid II, suppressed the nationalist activities and established a central authority in the region. Despite the various political discrepancies it contained, the League of Prizren holds an important place in Albanian history as a movement that gathered and organized the Albanians under a single cause. Although this movement strong in terms of being a resistance force for the defense of the Albanian lands against invading countries, it was unable to become a politically strong and stable movement that could establish its own political future.46 Albanians hoped to gain the political rights they desired under the constitutional monarchy rule. However, this time they had to face the centralist policies of the Committee of Union and Progress, which was emphasizing the Turkism. The autonomy demands of Albanians did not find any positive response under the centralist policies of the Committee of Union and Progress rule, which were aiming the salvation of the Ottoman Empire. The Young Turk Revolution of 1908 in almost all respects failed to fulfill what it promised. The promised democracy and decentralization and also racial-harmony and equality and participation in the state by all ethnic groups were abandoned when Young Turk leaders realized that this compromised security. The authoritarian and centralized nature of the government and its attempt to impose a single identity on everyone from short after the promulgation of the Contitution47 to the end 48 led to liberal oppositon of many diverse groups among which the Albanians saw their future as closely linked with a strengthened, more modern Empire. At the begining of the Second Constitutional Period, it seems that there was a collaboration between the Committe of Union and Progress (C.U.P.) and the Albanians. In fact, both sides did not trust each other. C.U.P. gave his efforts to control the Albanian clubs which were opened in İstanbul and Albanian cities as well under the liberal arrangements of the 1908 Constitution. For this aim C.U.P. established Ottoman Union Committees in Albanian cities and a Mixed Commission for Kosova to ensure Albanians’ commitments to the C.U.P. and the Constitution. The members of these establishments were consisting of Albanians and the members of C.U.P. The Albanian intellectuals set up secrect committees to get rid of control of the C.U.P. Another indicator of this distrust became evident during the general elections of 1908. In their polling district, Albanians did not support the C.U.P.’s candidates and sent their candidates to the Parliament. The decentralisation trends among the Albanian deputies in the parliament become evident soon when they were members of the newly established liberal parties. This has increased distrust of the C.U.P. to the Albanians. After the suppression of the counter- revolutionary movement against the C.U.P. government on March 31, 1909, the C.U.P. goverment made legal arrangements to restrict all constitutional freedoms. All the Albanian associations and clubs were closed by Law on 46 Bozbora, ‘The Policy of Abdulhamid….. , p.66. see for the British opion on the subject, PRO FO 195/ 2330 / no.135 / Mr. Harry Lambs’ Selanik Report to Gerard Lowther, dated October 25, 1909. 48 PRO FO 195 / 2358 / no.38, Confidential, Arthur B Geary’s Report to Sir Gerard A.Lowther dated August 28, 1910, This report informing about a speech made at Salnocia by Talat Bey to the members of the local C.U.P assembled in secret meeting. He says “…..Ghaiaurs (non-muslims) themselves, who stubbornly resist every attempt to ottomanize them, present an impenetrable barrier to the establihment of real equality. We have made unsuccessful attempts to convert the Ghiaur into a loyal Osmanli and all such efforts must inevitably fail, as long as the small independent states in the Balkan Peninsula remain in a position to propagate ideas of speratism among the inhabitants of Macedonia. There can therefore be no question of equality, until we have succeeded in our tas of Ottomanizing the Empire- a long and laborious task, in which I venture to predict that we shall at length succeed after we have at last put an end to the agitation an propaganda of the Balkan States’. 47 17 Associations. Disarmament of the Albanians by the Law on the Bands, and very heavy penalties against those who rejected was another legal arrangement. Again, all Albanian newspapers closed down by the Law of Press. . The main objective of the C.U.P. in making these regulations was simply to get the entire power into their hands in order to act with severity against the different nations, especially Albanians. On the other hand, besides these legal arrangements the requirements of the centralized policy, regular census, taxation and recruitment has been the main reason for the Albanian rebellion in the following years.49 Committee of Union and Progress, sometimes resort to violence in order to eliminate this opposition50 and sometimes has chosen to increase the conflict between Albanians by using the religious, regional and tribal division among them for her own benefit. First example of this has been in the alphabet issue. The divisions that emerged among Albanians in Albanian alphabet in Manastır Congress of 1908 has given opportunity necessary for the Union and Progres Party. First, C.U.P. surreptitiously supported the pro-Albanian Arab alphabet, then in 1910 has given order for the use of the Arab alphabet. Despite all the demands of the pro-Albanian Latin alphabet, C.U.P. exhibiting an uncompromising attitude in this respect deepened the divide between Albanians. On the other hand, which caused widespread uprising among Albanians, disarmament, regular taxation, compulsory military applications, etc. taking military measures against the Albanian revolts, C.U.P. followed a policy of uncompromising on this issue for a long time. When C.U.P. was forced to make concessions, it made sure to prevent the unification Albanians. C.U.P. took the advantage of fragmented structure of the Albanian revolt devoid of a single leadership. In 1911, after the Malissor uprising, they were given wide priviliges but their demands autonomy for Albanian territory has been rejected by C.U.P. On the other hand, giving a more limited privileges for the Southern Albanians who want the same privileges, C.U.P. has chosen to deepen the divide between Albanians. However, these concessions were not met for both. This has led to the aggravation of rebellions in 1912. However, the Committee of Union and Progress, making use of division among Albanians, continued to resort to workarounds like to reconciliate with them and give them certain concessions limited to the insurgent groups. When the Albanian rebellion broke out in Kosova during the 1912 general elections, C.U.P. has chosen the way to insurgency by military means.51 The underlying cause of inconsistent policies of C.U.P. was to ensure the divide between Albanians and has been a political insistence on not to compromise. In fact, when the outbreak of the Balkan Wars in 1912, the Union and Progress had no clear policy on the Albanian issue. This has been a good indicator of C.U.P.’s uncompromising stance. CONCLUSION As a result, in the emergence and development of Albanian nationalism and the establishment of an independent Albanian state, the problem of survivability has emerged as an 49 Malcolm, Noel, Kosova, Sabah Yyn. , İstanbul, 1998. PRO FO 195/2329/no.43 Mr.H.E. Satow’s Uskub Report to H.Lamb Britsh Consul General to Salonica, dated July 16, 1909. Mr. Satow express his opion on the subject as “…The civilized isolated military expeditions will only serve to exasperate the Albanians against the new regime and may lead the growth of a serious national movement which is owing to tribal jealousies at present absent.” 51 Malcolm, ibid. , p. 303-305. 50 18 important determinant of the problem. The main reason for this was the agressive characteristic of etnich nationalism developed in the Balkans on the irrational basis. This situation has highlighted the struggle of regional based against the foreign invasion. Regional or tribal ties were predominantlly decisive in this struggle. Albanian nationalist leaders as the most concious cadres of the movement have spent their efforts to create a national councious from these regional or tribal ones. As can be seen in every nationalist movement, this was a necessary step for the transition of regional or tribal identity, the national identity. On the other hand, the cultural and ethnic nature of the Balkan nationalism has revealed the necessity for clarification of the Albanians’ authenticity. This was necessary to realize two objectives; to transcend the tribal, regional and religious divisions among the Albanians and gather them around a common identity and also to demonstrate the diversity of other Balkan nations from Albanians. Thus, Albanian language has been an important cultural element that serve both goals in the construction of national identity. This national identity could find its concrete expression in a territory with defined boundaries. The Albanian nationalist leaders claimed an autonomous status for the Albanian territory as a first step in their political projects of nation-state building. Albanian leaders of different religious, tribal and regional identities, albeit for different purposes specified extended their support to this project. However, both the conflicting interests of the great powers and uncompromising attitude of the Ottoman government would not allow the realization of this project. Under the conditions brought by the Balkan war of 1912, independence for the Albanians has become the only option. The traumatic effect created by Albanian land fragmentation and sharing of among the different nation states would lead to development of the Albanian national identity along with a serious survival problems, both in independent Albanian nation-state and among the Albanians within the different boundaries of the nation –states up to the present. 19 BIBLOGRAPHY Beydilli, Kemal, “II. Abdülhamid Devrinde Makedonya Meselesine Dair” ,Osmanlı Araştirmaları Dergisi, IX, pp.77-99. Bozbora, Nuray, Osmanlı Yönetiminde Arnavutluk ve Arnavut Ulusçuluğunun Doğuşu, Boyut Yyn. İstanbul, 1997. Bozbora, Nuray, ‘The Policy of Abdulhamid II Regarding the Prizren League’, Turkish Review of Balkan Studies, Annual 2006, no. 11, İstanbul. Castellan, George, Balkanların Tarihi, Milliyet Yyn. , İstanbul, 1993. Clayer, Nathalie, “Bektaşilik ve Arnavut Ulusçuluğu”, Toplumsal Tarih, sayı:2, Şubat 1994 Çelik, Bilgin, İttihatçılar ve Arnavutlar, Büke Yyn., İstanbul, 2004. Doja, Albert, “The Politics of Religion in the Reconstruction of Identities, the Albanian Situation”, Critique of Anthropology, vol.20(4), 2000, pp.421-438. Draper, Stark, “The Conceptualization of an Albanian Nation”, Ethnic and Racial Studies, Volume 20, No.1, january 1997. Duijzings, Ger, “Religion and Politics of Albanianism, Naim Frasheri’s Bektashis writings”, Albanian Identities: Myth and Politics, by Stephanie Schwandner-Sievers and Bernd j. Fischer (editors), Indiana University Press, 2002. Frasheri, Kristo, The Histoy of Albania, Tirana, 1964. Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, , Yurt yyn. No.13, Ankara, 1986 Jelavic, Barbara, Balkan Tarihi, C. I-II , Küre yyn., İstanbul, 2006. Koçak, Cemil, “ Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, by Tanıl Bora, Murat Gültekingil, editors, İletişim Yyn., İstanbul, C.1, 2001 , pp. 72-82. Licursi Emiddio Pietro,, Empire of Nations: The Consolidation of Albanian and Turkish National Identities in the Late Ottoman Empire, 1878-1913, Senioor Thesis, Deptartmen of History Columbia University, Spring 1911, nhttp://academiccommons.columbia.edu/dowload/fedora content / download / ac:131865 /CONTENT /Licurci Senior Thesis, (15.08.2012). Malcolm, Noel, Kosova, Sabah Yyn., İstanbul, 1998. Mardin , Şerif, “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, by Tanıl Bora, Murat Gültekingil, editors, İletişim Yyn., İstanbul, C.1, 2001, pp.,42-53. 20 Öğün, Süleyman Seyfi, Mukayeseli Sosyal teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik, Alfa yyn. İstanbul, 2000. Özkırımlı, Umut, Milliyetçilik Kuramları, Eleştirel Bir Bakış, Doğu Batı Yyn. Ankara, 2008. Puto, Arben and Pollo, Stefanaq, The History of Albania, From its Origins to Present Day, London, 1981. Ramsour, E.E., Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Sander Yyn., İstanbul, Türk Tarih Dizisi: 4. Sander, Oral, Siyasi Tarih, İlk Çağlardan 1918’e, İmge yyn. Ankara, 2003. Skendi, Stawro, The Albanian National awakening 1878-1920, Princeton, New Jersey, 1967. Clayer, Nathalie, “Bektaşilik ve Arnavut Ulusçuluğu”, Toplumsal Tarih, sayı:2, Şubat 1994. Smith, Anthony, D. , Milli Kimlik, İletişim Yyn. İstanbul, 1999. Somel, Sina Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, vol. 1, iletişim yyn. İstanbul, 2001. Sönmez, Banu İşlet, II. Meşrutiyet’te Arnavut Muhalefeti, YKB Yyn., İstanbul, 2007. Meclis-i Mebusan 1877 Zabıt Ceridesi PRO FO 195 /2297, Mr. Harry Lamp’s Selanik Report dated April 30, 1908. PRO FO 195/2298/no.65 ,W.S. Edmonds’ Monastır Ambassador in Istanbul, dated November 24, 1908. Report to Sir Gerard A. Lowther PRO FO 195/2329/no.43 Mr. Satow’s Uskub Report to H.Lamb Britsh Consul General to Salonica, dated July 16, 1909. PRO FO 195/ 2330 / no.135 dated October 25, 1909. / Mr. Harry Lambs’ Selanik Report to Sir Gerard A.Lowther, PRO FO 195/ 2330 /no.46, Satow’s Uskup Report to Harry Lamb, dated December 1909. PRO FO 195/2357/no.11, Arthur Geary’s Monastır Report to Mr. Sir Gerard A. Lowther, Ambassador in Istanbul, dated February 18, 1910. PRO FO 195 / 2358 / no.38, Confidential, Arthur B Geary’s Report to Sir Gerard A.Lowther, dated August 28, 1910. PRO FO 195, Arthur B.Geary’s Monastır Report to C.M.Marling, dated July 8, 1911. 21 PRO FO 195 / 2382 /no.42 Mr. Geary’s Monastır Report to Sir Gerard A.Lowther, dated August 19, 1911. PRO FO 195/2407 no.3959/no.705 from British Foreign Office to Therapia dated August 21, 1912. 22 SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE ABD’NİN VE TÜRKİYE’NİN BALKANLAR POLİTİKALARININ BOSNA HERSEK, KOSOVA VE MAKEDONYA KRİZLERİ ÖRNEĞİNDE İNCELENMESİ Kader ÖZLEM ÖZET İki kutuplu dönemin sona ermesinin ardından önem kazanan Balkanlar gibi bölgesel alanlar, yeni dönemde krizlerle dolu bir sürecin içine girerken; diğer taraftan küresel aktörlerin de dikkatleri bu bölgelere yoğunlaşmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) için Balkanlar, Soğuk Savaş sonrası dönemde öncelikli çıkar alanı kapsamında değerlendirilmese de; Avrupalı devletlerin Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yaşanan krizlere müdahalede gecikmeleri, ABD’nin NATO kapsamındaki askeri müdahalelerine yol açmıştır. Türkiye’nin perspektifinden ise, Balkanlar siyasi, etnik, coğrafi, tarihsel, dinsel vb. faktörlerin etkisiyle diğer aktörlere göre her zaman farklı bir anlam ifade etmiştir. Çalışmanın amacı, Soğuk Savaş sonrası dönemde Washington ve Ankara’nın bölgesel krizlerdeki politikalarını karşılaştırmalı olarak incelemektir. Anahtar Kelimeler: ABD, Türkiye, Balkanlar, Dış Politika, Bölgesel Krizler. THE EXAMINATION OF THE US AND TURKEY’S BALKANS POLICIES IN THE POST COLD WAR PERIOD ON THE EXAMPLES OF BOSNIA HERZEGOVINA, KOSOVO AND MACEDONIA CRISIS ABSTRACT While the regions, which are increased in importance after collapsing of bipolar system like Balkans, have entered into crisis process in new period; on the other hand, global actors have been more interested in these areas. Balkans for the US, even if has not been evaluated as a preferential benefit area in post-Cold War; being late of European states for intermeddling to the crisis, which were occurred in collapsing process of Yugoslavia, caused military interferences of the US by using NATO. Balkans has always a different meaning for Turkey by the effects of political, ethnics, geographical, historical, religion factors etc… The purpose of this study is to examine the policies in regional crisis’ of the US and Turkey from a comparative perspective. Keywords: The US, Turkey, Balkans, Foreign Policy, Regional Crisis. GİRİŞ Soğuk Savaş döneminin bitimiyle birlikte uluslararası sistemde meydana gelen yapısal değişiklikler, devletlerin dış politikalarını gözden geçirmelerine neden olmuştur. Bu durum, ulusal çıkar ve güvenlik tanımlamalarının yeniden yapılmasına yol açarken; yeni dönem ABD gibi küresel, Türkiye gibi bölgesel aktörler açısından yeni fırsat ve riskleri de beraberinde getirmiştir. İki kutuplu dünya düzeninde ABD ve Türkiye gibi Batı bloğunda yer alan ülkelerin ortak kaygıları komünizm ve Sovyet yayılmacılığı gibi kavramlar üzerine yoğunlaşmış; mevcut ve somut bir Trakya Üniversitesi, Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi. E-posta: [email protected] 23 tehdide karşı genel olarak ortak bir mücadele metodu benimsenmişti. Ancak, yeni dönem Batı bloğunda da kısmî sorgulamalara neden olmuştur. Özellikle, 1990’lı yıllarda gerek Balkanlar’da yaşanan gelişmeler, gerekse NATO’nun yeni dönemdeki misyonuna ilişkin tartışmalar ve Avrupa’nın güvenliği konuları buna örnek olarak gösterilebilir. Soğuk Savaş döneminde Batı bloğunun başat aktörü olan ABD, yeni dönemde tek kutuplu bir dünya düzeni iddiasında olurken; gelişen süreçte ve özellikle 2000’li yıllarda daha somut olarak görüleceği üzere, makro politika ve stratejilerini tek kutuplu olma iddiasının yansıması olarak üstünlük anlayışına göre belirlemiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde görev yapan ABD Başkanlarının açıklamalarına bakıldığında; George Herbert Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” ön plana çıkarken; Clinton’da “genişleme ve angajman” politikasının esas olduğu görülmektedir. 2000’li yıllarda George Walker Bush’un yönetiminde ise, “önleyici savaş ve ilk vuruş” anlayışı egemendi. 1 Diğer bir deyişle, bu yaklaşımlar yeni dönemde ABD’nin küresel düzeyde tek egemen olduğuna ve bunu sorgulayacak hiçbir gücün bulunmadığı prensibine dayanmaktaydı. Bulunduğu coğrafyada yeni dönemin başında siyasi, askeri ve ekonomik açıdan bölgesel bir güç olma iddiasında bulunan Türkiye açısından ise, durum daha farklıydı. Soğuk Savaş’ın geniş kapsamlı bir bölgede haritayı dondurması ve küçük ölçekli krizleri önlemesi Türkiye’nin çevresinde bir istikrar ortamı yaratmıştı. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve uluslararası sistemde meydana gelen köklü değişim, Türkiye’nin komşu olduğu coğrafyaları adeta kaynayan bir kazana çevirmiştir. SSCB’nin dağılması, Türk dış politikasında 1923’ten beri karşılaşılan en önemli değişim periyodunu ortaya çıkarırken; bu noktada birbirine bağlı iki ana hususla karşı karşıya kalınmıştır: Birincisi, Batı için Soğuk Savaş’taki “ileri karakol” Türkiye’nin öneminin azaldığı yargısı; ikincisi, Türkiye’nin yakın çevresinde ortaya çıkan krizlerin yarattığı tehditler/fırsatlar. Türkiye gibi orta ölçekli ve statükocu devletlerin bölgesel ve küresel değişimleri hoş karşılamaları genellikle güç bir ihtimaldir. Bu devletlerin yeni gelişmelere yönelik adaptasyon süreçleri epey zaman alsa da, Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da yaşanan krizler Türkiye için aktif politikalar izlemeyi kaçınılmaz kılmıştır. Batı’da Türkiye’nin öneminin azaldığı imajı, yeni dönemde ortaya çıkan krizlerde coğrafya faktörünün de etkin bir şekilde kullanımıyla önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. 1. TÜRKİYE’NİN VE ABD’NİN BALKANLAR POLİTİKASINI BELİRLEYEN DİNAMİKLER Soğuk Savaş döneminde blok mantığı her iki devletin de Balkanlar politikalarının belirlenmesinde egemen olurken; dönemin bölgedeki en merkezî devleti Yugoslavya ile ilişkiler ön planda olmuş ve böylece iki kutuplu uluslararası sisteme bir nevi tepki olarak ortaya çıkan Bağlantısızlar Hareketi de bölge politikalarına eklenmişti. Soğuk Savaş dönemi içinde Balkanlar’da sadece Türkiye ile Yunanistan’ın Batı bloğu içinde yer aldığı ve Yugoslavya dışındaki devletlerin doğrudan SSCB yörüngesinde olduğu göz önünde bulundurulursa, bu dönem zarfında Belgrad’ın merkezi önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Yugoslavya’nın Buna karşın, blok mantığı çerçevesinde krizlerden olabildiğince kaçınmak esas olmuşsa da; Ankara-Sofya hattında Bulgaristan’daki Türk azınlığı nedeniyle yaşanan sorunlar ABD’nin ve Türkiye’nin ortak tutum almasını beraberinde 1 Arı, Tayyar ve Pirinççi, Ferhat, “Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası”, Alternatif Politika, Cilt.3, Sayı.1, Mayıs 2011, s.2. 24 getirmişti. Soğuk Savaş döneminde genel anlamda Türkiye’nin ve ABD’nin Balkanlar politikasının birbirine paralel bir görüntü çizdiği söylenebilir. Öte yandan, iki kutuplu sistemden farklı olarak, ABD’nin ve Türkiye’nin Sovyet sonrası dönemde Balkanlar’a yönelik politikalar belirlemesinde değişik dinamikler etkili olmuştur. Türkiye’nin yeni dönemde Balkanlar politikasını etkileyen bir dizi faktör bulunmaktadır. Birincisi, Türkiye siyasi, kültürel ve coğrafi açıdan bir Balkan ülkesi olmakla birlikte, Türkiye’nin Trakya bölgesi (Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’ni kapsayan Doğu Trakya olarak da adlandırılan alan) Balkan coğrafyası sınırları içinde bulunmaktadır. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin halef olarak Türkiye’nin 400 yılı aşkın bir sürede fiilen bölgede yönetimi elinde bulundurmanın verdiği tecrübe ve ortaya çıkan tarihsel zorunluluk, Ankara’yı bölgeye yönelik bir husustur. Öte yandan, bölgede Türkiye ile doğrudan bağı bulunan soydaş ve akraba topluluklar bulunmaktadır. Günümüz Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı Balkan kökenlidir ki, bunun ülke nüfusunun beşte birine tekabül ettiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.2 Diğer bir deyişle, hem bölgeden Türkiye’ye yönelik göçler, hem de fiilen Balkan coğrafyasında bulunan soydaşlar Türkiye’nin Balkanlar’la olan demografik bağını açıklamaktadır. Bunun yanında, bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. Genellikle yaşanan krizlerin faturası Türk-Müslüman topluluklara çıkmakta ve Türkiye’ye doğru yaşanan göçlere neden olmaktadır. Belirtilen hususlara ilave olarak, Balkanlar Türkiye’nin coğrafya olarak Batı dünyasına açılan stratejik bir geçiş koridorunu teşkil ederken; Balkanlar’ın uluslararası sistemde ifade ettiği önem ve stratejik dengeler Türkiye’nin Balkanlar politikasında etkili olmaktadır. Özetle Balkanlar, Türkiye için yaşamsal bir stratejik çıkar alanını ifade etmektedir. Washington yönetimi açısından Soğuk Savaş sonrası dönem Balkanlar politikasının belirlenmesinde daha reel ve net bir çizgi hâkimdir. Bu noktada, pragmatist bir yaklaşımla çıkar paydasının merkezi bir önem taşıdığı görülmektedir. Aslında yeni dönem ABD dış politikasında Balkanlar bölgesi öncelikli bir alan ihtiva etmemekteydi. ABD bu alanı AB’nin sorumluluk sahası olarak görmüş; bunun yerine Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dikkatini Orta Asya’ya ve özellikle Orta Doğu’ya yönlendirmişti. Körfez krizi ve Irak’a müdahale konusuyla meşgul olan ABD, Balkanlar’daki gelişmeleri yakından takip etse de; müdahil olmaktan kaçınmıştır. ABD’nin Balkanlar konusunda isteksiz davranmasının temel nedenlerinden biri de bölgenin ekonomik açıdan ABD’ye çok fazla katma değer kazandırmamasıdır. Ne var ki, Yugoslavya’nın dağılması ve bölgede yaşanan gelişmeler Washington yönetiminin “küresel jandarma” olma iddiasına paralel olarak müdahalede bulunmasını kaçınılmaz kılmıştır. Yeni dönemde Batı Bloğu içerisinde NATO’nun yeri ve meşruiyetiyle ilgili tartışmaların gündeme gelmesi de ABD’nin NATO’yu Balkanlar’daki krizlerde fonksiyonel hale getirmesini ve meşruiyet tartışmalarını sonlandırmasını sağlayacaktı. NATO perspektifinde istediği kazanımları elde eden ABD için Balkanlar bir ölçüde siyasi, ancak öncelikli olarak askeri açıdan önemli olmuştur. 2. YUGOSLAVYA’NIN DAĞILMASI VE ORTAYA ÇERÇEVESİNDE ANKARA-WASHİNGTON HATTI ÇIKAN KRİZLER Balkanlar’da Soğuk Savaş sonrası dönemde en önemli gelişme şüphesiz Yugoslavya’nın kanlı bir biçimde dağılması olmuştur. Öyle ki, bu dağılma bölgedeki mevcut siyasi durumun 2 Demirtaş, Birgül, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, s.48. 25 oluşmasını tetikleyen ve bölge ülkelerinin Avro-Atlantik kurumlara üyelik süreçlerini hızlandıran ana faktörlerden biridir. Yugoslavya’nın 1992’de dağılma sürecine girmesi, bölgesel tansiyonu artırmış ve küresel çapta hareketliliğe neden olmuştu. Soğuk Savaş dönemi Balkanlar’da göreli bir istikrar sağlamışsa da bu noktada 1990’lı yıllar bölge için yeniden eskiye dönüşün yaşanması şeklinde olmuştur. Uluslararası ilişkiler literatüründe yer alan “balkanlaşma”3 kavramı bu dönemde de parçalanma, bölünme ve ayrışmayı simgeleyen anlamıyla yeniden ünlenmiştir. 2.1. Bosna Hersek Krizi Dağılma sürecine genel olarak bakıldığında, ana faktörün Sırbistan olduğu görülmektedir. 1989’da Slobodan Miloseviç’in Sırbistan Cumhurbaşkanlığına gelmesiyle, Belgrad’ın Yugoslavya üzerindeki ağırlığı artmış ve Sırp milliyetçiliği yükselişe geçmiştir. Uluslararası alanda yaşanan sistemsel değişim ile Yugoslavya’nın kendi içsel dinamikleri, dağılma sürecini hızlandıran gelişmeler olmuştur. İlk olarak Slovenya bağımsızlığını ilan ederek, Yugoslavya’dan ayrılırken; bunu tanımayan Yugoslav Federal ordusu ile Slovenya arasında çatışmalar yaşanmıştır.4 Slovenya ordusunun iyi durumda bulunmasının da etkisiyle geri adım atmak zorunda kalan Yugoslavya, peş peşe gerçekleşen bağımsızlık ilanlarıyla (Hırvatistan, Bosna Hersek ve Makedonya) dikkatlerini diğer ülkelere kaydırmıştır. Hırvatistan’ın bağımsızlık ilanıyla ülkedeki Hırvatlar ve Sırplar birbirine girerek iç savaş başlamış ve Miloseviç etnik Sırpları desteklemiştir. Keza, Bosna Hersek’te de aynı durum görülmüş; ülkedeki Sırplar isyan ederek Bosna Hersek’te de iç savaş yaşanmıştır. Miloseviç’in birlikleri doğrudan etnik Sırpların lehine müdahale etmiştir. Bosna Hersek referandumun ardından bağımsızlık ilanıyla 1992’de Birleşmiş Milletler Örgütüne (BMÖ) üye olmuştur. Ülkede aynı yıl sadece Müslüman Boşnaklarla etnik Sırplar çatışmamış; aynı 3 Söz konusu kavram, dönem itibariyle sadece siyasi parçalanmışlık için kullanılmamış, aynı zamanda kabileciliği, ilkelliği ve barbarlığı tanımlamıştır. Maria Todorova’nın ifadesiyle, söz konusu kavram Amerikan akademisinde kavram bağlamında tamamen çıkartılmıştır ve paradigma olarak farklı sorunlarla bağlantılandırılmıştır. Balkanlar bölgesinin Avrupa’nın “ötekisi” olduğu sıkça dile getirilirken, bölgeyle ilgili olarak vurgulanan asıl nokta, Balkanlıların uygar dünya tarafından ve onun için tasarlanan davranış kalıplarına uyma eğilimi göstermediği olmuştur. (Todorova, Maria, Balkanlar’ı Tahayyül Etmek, (çev.) Dilek Şendil, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.17). Uluslararası ilişkiler disiplini açısından kavramın genişleme eğiliminde olduğu görülmektedir. Salt Balkanlar bölgesine ait bir tanımlama olmaktan çıkan kavram, diğer bölgesel sistemlerde yaşanan gelişmelerin tanımlanmasında da ilham kaynağı olmuştur. Örneğin, Amerikalı ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası isimli eserinde, Avrupa’da etnik sorunları ve büyük bölgesel rekabetleri ifade etmek için anlamlandırılan “Balkanlar” kelimesinin yaygın bir anlam kazandığını göstererek, Avrasya’nın da Balkanlar’ı bulunduğuna işaret etmekte ve Avrasya Balkanlar’ının daha geniş bir alanı ifade ettiğini vurgulamaktadır. (Bkz. Brzezinski, Zbigniew, The Grand Chess Board, American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, Basic Books, New York, 1997, ss.123-124). Öte yandan, “Balkan” kelimesinin olumsuzluğu çağrıştıran anlamının yanı sıra, Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’daki bütünleşme sürecinin kıtasal bir boyut kazanmasının da etkisiyle, AB yetkilileri Birlik çatısı altında bölgeyi tanımlamaya yönelik Türkçe kökenli olan “Balkan” kelimesinin yerine “Güneydoğu Avrupa” kavramını kullanma eğilimindedirler. Diğer bir deyişle, AB’nin karar verici mekanizmaları “Güneydoğu Avrupa” ifadesiyle kıtasal bütünleşmeyi içselleştirme eğilimindeyse de; bölgenin kötü imajını gidererek Balkanlar’a Avrupalı bir çehre kazandırmak uğraşında olmuştur. Bu durum, aynı zamanda Balkanlar’ın içinde ötekileştirilen unsurların Türkler ve Müslümanlar olduğunun kanıtı şeklindedir. Güneydoğu Avrupa’nın sınırları Balkanlar’dan daha geniş bir coğrafyayı kapsayacak şekilde yansıtılmak istenirken; Avrupalılar Balkanlar’ı içselleştirme ve kendilerine ait kültürü tesis etmek için eski egemen kültürün izlerini şeklen silme uğraşındadır. Dolayısıyla, Batı’daki güvenlik çıkarlarını Saraybosna’dan itibaren başlatmak isteyen Türkiye ile sınırları Edirne’ye kadar dayanan AB arasında bölgeye yönelik kültür ve nüfuz mücadelesinin yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. 4 Slovenya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Avrupa Topluluğu (AT) barış için devreye girse de, bu konuda başarılı olamamıştır. Hatta bu dönemde AT kendi içinde bölünmüş bir görüntü çizmiştir. Almanya, içinde bulunduğu kolektif girişimleri bir tarafa bırakarak Slovenya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olmuştur. Bkz. Selver, Mustafa, Balkanlara Stratejik Yaklaşım ve Bosna, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 96. 26 zamanda Hırvatlarla Boşnaklar ve Hırvatlarla Sırplar da savaşmıştır.5 Bölge gittikçe karışık bir görüntü alırken; savaşın bölgeselleşerek yeni kriz alanlarının ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldi. Dolayısıyla uluslararası kamuoyu dikkatlerini Bosna Hersek’e yoğunlaştırmış; ancak karar alma mekanizmaları etkin bir biçimde çalışmamış ve kriz gittikçe derinleşmiştir. ABD krize başlangıçta doğrudan müdahil olmaktan kaçınırken; BM çatısı altındaki önlemleri desteklemiş ve buna öncülük etmiştir. Şubat 1992’de bölgeye BM Barış Gücü (UN Protection Force-UNPROFOR) gönderilmiş; tüm taraflara silah ambargosu uygulanmıştır.6 Ne var ki, Yugoslav Federal ordusu elindeki silahları etnik Sırplara teslim etmiş; buna karşın Müslümanlar ve Hırvatlar kendilerini savunacakları silahlardan mahrum bırakılmıştır. Bu durum Sırp katliamlarının daha da artmasına neden olacaktı. 1993’te BM tarafından Bosna Hersek’te 6 yerleşim yeri güvenli bölge edilse de; özellikle BM koruması altındaki Srebrenitsa’da en az 8.000 Boşnak’ın Sırplar tarafından öldürülmesi, ABD’yi aktif müdahale yönünde zorlamıştır. AB’nin krizi çözmeye yönelik öncülük ettiği Lizbon ve Londra Konferansları ile Vance-Owen Planı, Owen-Stoltenberg Planı7 gibi girişimlerin teker teker başarısızlığa uğraması da Washington’un Bosna krizinde aktif müdahalesine neden olmuştur. Ayrıca krizin başlangıcındaki ABD’nin pasif tutumunda etkili olan Başkanlık seçimleri de geride kalmış ve zamanla krize daha iyi uyum sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme gelen Sırp hedeflerine yönelik hava harekâtına ilişkin Rusya ve Çin vetosu, askeri anlamda önlemleri geciktirirken; ABD’nin Güvenlik Konseyi’nin 836 sayılı kararına8 dayanarak Şubat 1994’te NATO güçleri Sırplara yönelik düşük yoğunluklu hava harekâtı düzenlemeye başlamıştır. Ağustos 1995’te yapılan askeri operasyonla NATO güçleri Sırpları geri püskürtmüş; Kasım 1995’te ise Washington yönetiminin etkin diplomatik girişimleriyle taraflar arasında Ohio’daki Dayton üssünde barış anlaşması imzalanmıştır. Böylece, Bosna Hersek’in güncel yapısının oluşmasında etkili olan Dayton Barış Antlaşması, ABD’nin eşgüdümünde gerçekleşiyordu. Diğer bir deyişle, Dayton her şeyiyle bir Amerikan mimarisidir.9 ABD, NATO şemsiyesi altında Bosna’ya askeri müdahalede bulunup, barış antlaşmasını imza ettirdikten sonra güvenliğin sağlanması için NATO’ya bağlı 60.000 askerden oluşan IFOR’u bölgede bırakmıştır. Zamanla bünyesindeki asker sayısı azalan IFOR, daha sonra SFOR adını alırken; 2004 yılıyla birlikte EUFOR şekline dönüşmüş ve asker sayısı da güncel olarak 1.600 seviyesine çekilmiştir.10 Bu bağlamda, ABD’nin Bosna’yı AB’ye bıraktığı görülmektedir. Zira ABD için askeri açıdan asıl ilgi merkezi Kosova olmuştur. Yeni dönemin hemen başında cereyan eden Bosna krizi, Soğuk Savaş döneminde sınırlı ölçekte kalan Türkiye’nin Balkanlar politikasında belirsizliklerin giderilmesini de sağlamıştır. Bu dönemde, Ankara’da “Türkiye’nin güvenlik çıkarları Bosna’da başlar” söylemi esas olarak kabul edilirken; daha sonraki dönemlerde de aynı söylem benimsenmiştir. Ancak gelişen süre zarfında ‘söylem’ ve ‘eylem’ arasında ortaya çıkan boşluk, kamuoyunda hayal kırıklıkları yaratmakla 5 Bosna’da yaşanan söz konusu bağımsızlık süreciyle ilgili olarak bkz. Selver, a.g.e., ss.98-104. BM Güvenlik Konseyi tarafından tesis edilen ilgili karar için bkz. S/RES/743 (1992), 21 February 1992. 7 İlgili girişimlere ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Kenar, Nesrin, “Bosna-Hersek Savaşı”, Karatay, Osman; Gökdağ, Bilgehan (der.) Balkanlar El Kitabı, Cilt:2, Çağdaş Balkanlar, KARAM & Vadi Yayınları, Ankara, 2007, ss.175-187. 8 S/RES/836 (1993), 4 June 1993. 9 Karatay, Osman, Bosna Hersek Barış Süreci, KARAM Yayınları, Ankara, 2002, s. 13. 10 http://www.euforbih.org/index.php?option=com_content&view=article&id=13&Itemid=133 (5.8.2012) 6 27 kalmamış; Türkiye’nin bölgesel denklemde aktör düzeyinde arka planda kalmasına da neden olmuştur. Ankara cephesinden Bosna krizine bakıldığında, krizin başlangıcında hayli aktif bir tutum izlendiği görülmektedir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte, Türk kamuoyunda “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” söylemi kendisine sıkça yer bulurken; bu dönemde Türkçü, Osmanlıcı ve İslamcı görüşlerin/söylemlerin ünü hayli artmıştı. Yugoslavya’nın dağılmasının hemen ardından Bosna’da yaşanan gelişmeler Türk halkı nezdinde infial uyandırmış, ülkede özellikle dinî hassasiyeti yüksek olan sağ kesim konuyu sahiplenmiştir. Dönem itibariyle Bosna kriziyle ilgili Türkiye’nin tek taraflı da olsa müdahalesini savunan görüşler medyada ve bazı partilerin söylemlerinde de görüleceği üzere11, kendisine yer bulmuşsa da, acil uluslararası askeri müdahale konusunda her kesim görüş birliğine varmıştı. Ankara yönetimi ise, konuyu duygusallıktan ve ideolojik olmaktan uzak bir yaklaşımla ele almıştır. Türkiye krizin en başından itibaren Bosna’da yaşanan gelişmelere uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmek için çaba göstermiş ve çok uluslu bir askeri gücün sınırlı hava harekâtıyla müdahalede bulunmasını ısrarla istemiştir.12 Hatta Ankara Bosna’da savaşın başladığı dönemde İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) ve Avrupa Konseyi’nde dönem başkanı olması dolayısıyla konunun uluslararası forumlarda tartışılması için ayrı bir çaba göstermiştir. Bunun yanında, Türkiye AGİK zirvesi ile BM bünyesinde de acil çözüm çağrılarında bulunmuş ve Bosna Hersek için istikrarlı bir maraton sürdürme eğiliminde olmuştur.13 Bosna krizinde Türk diplomasisi bunların üzerine yoğunlaşırken; tek taraflı müdahaleyi ise uygun görmemiştir. Bu bağlamda realist bir politika izlediği görülen Ankara yönetiminin, Bosna için yaptığı diplomasinin etkili olduğunu söylemek güçtür. Zira krizin süresi uzaması, Türkiye’nin komşu diğer coğrafyalarda uğraştığı sorunlar ve PKK terörü gibi iç problemleri başlangıçtaki tempoyu sürdürmesini engellemiştir. Güvenlik Konseyi çatısı altında gerçekleşecek müdahaleyi Rusya ve Çin’in veto etmesi, buna karşın BM’nin güvenli bölgelerinde yaşanan katliamlar Türkiye’yi ABD öncülüğündeki NATO müdahalesine yeşil ışık yakmaya itmiştir. Ne var ki, Ankara’nın krizin en başında öngördüğü çok uluslu askeri müdahale seçeneği, ancak 2 yıl sonra kabul görmüştü. Geçen bu süre zarfında hayatını kaybeden insan sayısının 200.000 civarında olduğu göz önünde bulundurulursa, Türkiye’nin krizin en başında sağlıklı bir öneride bulunduğu anlaşılmaktadır. Askeri anlamda operasyonlarda fiilen yer alan Türkiye’nin, hâlihazırda Bosna’da Kasım 2012’de görev süresi dolacak olan EUFOR bünyesinde de askeri personeli bulunmaktadır. Toparlamak gerekirse, NATO’nun Bosna müdahalesine ve bölgenin Batı tarafından güvenlikleştirme işlemine Türkiye de katkıda bulunurken; bu bağlamda Ankara’nın çok uluslu bir müdahaleyi benimsediği gözlemlenmektedir. ABD ise, krizin başlangıcında bölgeyi AB’ye bırakma, Başkanlık seçimleri, ekonomik çıkarının olmaması, Ortadoğu’da uğraştığı makro ölçekli 11 Dönem itibariyle Refah Partisi ve MÇP/MHP’nin bu konuda hayli girişken oldukları görülmüştür. Milliyetçimuhafazakâr kanaat önderlerinin bu dönemde açıkça dile getirdiği ve Refah Partisi ile MÇP/MHP’nin ise yarı-resmi olarak ileri sürdükleri görüş, Bosna’ya gönüllü mücahitler göndermek olmuştur. Hatta bu siyasi partilerin içindeki uç kesimler Türkiye’nin doğrudan tek taraflı bir askeri müdahalesini bile savunmuşlardır. Dönemin Koalisyon hükümetini oluşturan DYP ve SHP ise, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nı (AGİT) yeni dönemin meşruiyet kaynağı olarak gördüklerini öne çıkararak AGİT ilkelerine yaslanmışlardır. (Bora, Tanıl, Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, 2. Baskı, Birikim Yayınları, İstanbul, 1999, ss. 302-303). CHP ise, Bosna Hersek konusunda politik-ideolojik anlamda hükümetten farklı bir tezi savunmasa da, SHP’ye muhalefet etme kaygısıyla hareket edip resmi dış politikayı eleştirmiştir. Bora, a.g.e.,s.318. 12 Öymen, Onur, Silahsız Savaş, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002, s.162. 13 Kut, Şule, Balkanlar’da Kimlik ve Egemenlik, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005, s.57. 28 sorunlar gibi gerekçelerle meseleye pasif kalmayı tercih etse de; 1994 yılı itibariyle konuya tamamen angaje olmuş ve NATO müdahalesinin başını çekmiştir. 2.2. Kosova Krizi 1990’lı yıllarda Balkanlar’da bölgesel denklem kriz merkezli şekillenirken; Kosova konusu da ayrı bir istikrarsızlık unsuru olmuştur. Kosova konusu, Yugoslavya’nın parçalanması öncesinde 1989’da Miloseviç’in iktidara gelmesi ve Sırp milliyetçiliğini politikasının ana merkezi haline getirmesiyle gündeme gelmiştir. Miloseviç, Tito Yugoslavya’sında otonom bir statüye sahip olan Kosova’nın özerkliğini ortadan kaldırmış ve Kosova’daki nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Arnavutları tahrik etmiştir. Bu durum Kosovalı Arnavutlarca protesto edilirken; halk sivil itaatsizlik eylemine yönelmiş ve pasif direniş göstermiştir. 1990 ve 1992 yıllarında iki kez referanduma giden Kosovalı Arnavutların bağımsızlık yönünde tecelli eden iradesi, gerek Belgrad gerek uluslararası toplum tarafından kabul görmemişti. En iyi ihtimalle bağımsızlık, minimum düzeyde ise eski özerk pozisyonlarını kazanmaya çalışan Kosovalılar çatışmaya vardırmaksızın pasif direnişlerini 1990’lı yıllar zarfında sürdürmüşlerdir.14 Bosna’da yaşanan çatışmalar dikkatleri bu bölge üzerine çevirmiş; zamanla Kosova konusu gündemde alt sıralara gerilemişti. Bu sırada, Miloseviç yönetiminin Kosova’daki etnik dengeleri Sırpların lehine çevirme gayreti ve nüfus hareketliliği krizi daha da derinleştirmiştir.15 Dayton Antlaşması’yla Bosna Hersek’teki durum nihai bir sonuca bağlanmaya çalışılırken; antlaşma kapsamında, Miloseviç’in katı duruşu ve Kosova’nın müzakere konusu olmamasına yönelik ön şartı nedeniyle, Kosova meselesine hiç değinilmemişti.16 Aslında, Kosovalılar Bosna meselesiyle beraber Dayton’da kendi durumlarının da karara bağlanacağını düşünerek, 1996 yılının başlarına kadar pasif direniş göstermişlerdi. Bu tutum Batı Dünyası nezdinde sempati toplayacak, Bosna’daki olaylar nedeniyle sabıkalı konumda olan Sırplara karşı avantajlı konuma getirecekti. 17 Ne var ki Dayton Antlaşması’nda Kosova meselesinin arka plana itilmesi Arnavutların pasif direnişlerini terk etmelerine neden olmuştur. Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) etrafında toplanan Arnavutlarla, Sırplar arasında çatışmalar tırmanışa geçmiş; Balkanlar yeni bir istikrarsızlığın içine düşmüştür. 1998 yılıyla beraber iki taraf arasında çatışmaların artarak sürmesi, uluslararası arenada dikkatleri bir kez daha bölge üzerine çevirmiştir. Uluslararası toplum ve özellikle ABD, Bosna’da yaşananlardan ders alarak konuya daha hızlı adapte olmuş ve çözüm arayışı içerisine girmiştir. Bu bağlamda, Kosova’ya NATO müdahalesi gerçekleşmiş ve 2008 yılına kadar devam edecek olan farklı bir süreç başlamıştır. Washington yönetimi, Bosna krizinden daha hızlı adapte olduğu Kosova konusunda çok uluslu bir müdahalenin gerektiğini savunmuş ve BM çatısı altında çözüm aramıştır. Bu kapsamda, 14 Arı ve Pirinççi, a.g.e., s. 9. Kosova’da yaşanan savaş öncesi ve esnasında Sırpların hayli aktif bir tutum içinde olduğu görülmüştü. Miloseviç yönetimi tarafından yaklaşık 900 bin Kosovalı Arnavut Arnavutluk, Karadağ ve Makedonya’ya göçe zorlanırken; uluslararası müdahaleyle birlikte dengeler tersine dönmüş, bu kez Arnavutların intikamından kaçan Sırplar Kosova’yı terk etmek zorunda kalmıştır. Dönem itibariyle UNMIK verilerine göre, Kosova’yı terk eden Sırpların sayısı 180 bin civarındadır. (Bkz. Türbedar, Erhan Türbedar, “Yeni Dönemde Kosova ve Geleceği”, Karatay, Osman; Gökdağ, Bilgehan (der.), Balkanlar El Kitabı, Cilt:2, Çağdaş Balkanlar, KARAM & Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s.94.) 16 Yılmaz, Murat, Kosova Bağımsızlık Yolunda, İlke Yayıncılık, İstanbul, 2005, s.48. 17 Arı ve Pirinççi, a.g.e., s. 10. 15 29 Bosna krizi esnasında kurulan Temas Grubu (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya) yeniden işlevsel hale getirilmiştir. Konu, BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine de getirilse de; daimi üyelerden Rusya ve Çin’in ABD öncülüğündeki askeri müdahaleye şiddetle karşı çıkmaları, ABD’yi NATO kartını yeniden kullanmaya itmiştir. Ayrıca Temas Grubu içerisinde de çok seslilik hâkimdi. ABD ve İngiltere acil bir müdahaleyi savunurlarken; Rusya buna karşı çıkmış, İtalya, Almanya ve Fransa daha yumuşak politikaların izlenmesi taraftarı olmuştur. Çatışmalar devam ederken; Miloseviç’le krizin sona erdirilmesi konusunda anlaşmaya varılmışsa da, Belgrad yönetiminin saldırgan tutumunu devam ettirmesi askeri müdahaleyi kaçınılmaz kılmıştır. NATO müdahalesiyle Kosova’da istikrar sağlanmış, Miloseviç geri adım atmak zorunda kalmıştı. NATO’nun Kosova müdahalesi, BM tarafından herhangi bir yetkilendirme olmaksızın gerçekleşirken; Washington yönetimi BM Güvenlik Konseyi’nde olası bir Rus ve Çin vetosunu önceden engellemişti. Hâlbuki Bosna’daki krizde BM’nin görevlendirmesi durumu vardı. Böylece, ABD uluslararası hukukun dışına çıkarak farklı bir yol benimsemiş ve NATO’yu “küresel jandarma” iddiasının ana kalkanı haline getirmiştir. Aslında, Kosova pek çok aktör için farklı anlamlar taşımaktaydı. Sırplar için tarihsel bir yurt olarak ifade edilen Kosova, Arnavutlar için de tarihsel bir anlam taşımaktaydı. 18 Ayrıca, Kosovalı Arnavutlarca demografik dengelerdeki ezici üstünlüğü Kosova’yı yeni dönemde yeniden Sırp egemenliğine bırakmamaları için yeterli bir nedendi. Rusya konuya ilişkin Slav-Ortodoks eksenin ve bilhassa Belgrad yönetiminin geleneksel tezini destekleyip, Kosova’nın Çeçenistan sorununa örnek teşkil etmemesi için gayret gösterirken; Türkiye de tarihsel, etno-demografik, stratejik ve insani gerekçelerle konuya ilgili göstermişti. Batı dünyasının Avrupa ayağında Balkanlar’daki krizlere duyulan genel pasiflik yeniden kendisini göstermiş; buna karşın İngiltere, ABD ile ortak hareket ederek acil müdahaleyi savunmuştu. ABD ekseninde konuyu açmak gerekirse; Washington yönetimi açısından Kosova Bosna’dan daha stratejik bir bölgeyi ifade etmekteydi. Öncelikle, Balkanlar’daki Arnavut sorunu bu kapsamda önemlidir. Bölgede 6 ülkeye dağılan Arnavutların 2 milyona yakın bir nüfusu Kosova’da bulunmaktaydı. Krizin derinleşmesi ve Arnavut nüfusun yaşadığı Makedonya ve Yunanistan gibi diğer ülkelere de sıçrayarak bölgenin topyekûn istikrarsızlaşma tehdidi, ABD’nin hızlı müdahalesini tetiklemiştir. Ayrıca, ABD Arnavutların lehine müdahil olarak hem 2000’li yıllardaki dış politikasında sıkça başvurduğu “insani müdahale”19 kavramının altyapısını 18 Bkz. Türkoğlu, Emir, “Kosova Arnavutlarının Milliyetçiliği”, Lütem, Ömer; Demirtaş, Birgül (der.) Balkan Diplomasisi, Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, ss.104-105. 19 Soğuk Savaş sonrası dönemin popüler bir kavramı olarak ön plana çıkan “insani müdahale” deyimini tanımlama konusunda görüş ayrılıkları bulunsa da, genel olarak insan haklarının yaşandığı durumlarda hedef ülke vatandaşlarının korunması amacıyla bir devlet, devletler grubu veya uluslararası bir örgüt aracılığıyla kuvvet kullanılmasını açıklamakta olduğu ifade edilebilir. Günümüzde savaşların maliyetinin katlanılamaz hale gelmesi, savaşların şekil açısından farklılaşmasına neden olurken; özellikle insani müdahale kavramına istinaden yapılan askeri teşebbüsler “operasyon” veya “harekât” kelimeleriyle anlatılmaktadır. Bu noktada sınırlı bir sürenin varlığı ön plana çıksa da, aslında yapılan savaşa meşruiyet kazandırma uğraşı olarak da görülmektedir. Bir devlete yönelik savaş ilan edilebilmesi için haklı ve meşru gerekçelerin olması gerekliliğinden hareketle, insan hakları ihlallerinin bu bağlamda medya organlarında biraz da abartılarak yayınlanması suretiyle uluslararası kamuoyunda ilgili devlete müdahale istencini artıran bir kanaatin oluşması önemli bir noktadır. Reel politik bu anlamda kendi doktrinini oluştururken; insani müdahaleyi savunan kesimin temel tezi, insan haklarını devlet egemenliğinin önceliğine dayandırmak şeklindedir. Bkz. Yaşın, Gözde Kılıç, “Araçsallaştırılan İnsani Müdahale ve Siyasallaşan Hukuk”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 1 Mart 2012, http://www.21yyte.org/tr/yazi6513-Aracsallastirilan_Insani_Mudahale_ve_Siyasallasan_Hukuk.html,(5.8.2012). 2011 yılında Libya’ya yönelik yapılan NATO müdahalesi bu kapsamda örnek olarak gösterilebilir. 30 hazırlamış20 hem de Sırpları geri püskürterek yeni dönemde küresel düzeydeki güçlü rakibi olan SSCB’nin halefi Rusya’nın bölgesel denklemde kozunu kırmıştır. Öte yandan, Kosova örneği ABD’nin Avrupalı müttefiklerine güvenlik kalkanının kısa-orta vadede NATO olduğunu ve bu konuda AB’nin henüz ortak dış politika ve güvenlik konularında yeterli yol alamadığını gösterdiği bir müdahale olurken; Avrupa ile ABD arasındaki sürekli artan askeri-teknolojik mesafeyi de ortaya koymuştur.21 Kosova müdahalesiyle beraber Washington yönetimi Balkan denkleminde Arnavutları stratejik bir müttefik olarak görmüş ve ileriki dönemlerde sıkça krizlere yol açma potansiyeli taşıyan bölgesel etnik dengelerde koz olarak kullanmak istemiştir. Türkiye açısından durum daha farklı bir boyutta şekillenmiştir. Türkiye de Bosna’da olduğu gibi, krizin en başından itibaren acil uluslararası müdahaleyi savunmuştur. Bosna’dan ders çıkaran uluslararası toplum ABD öncülüğünde NATO şemsiye altında müdahaleye olumsuz tutum sergilemezken; Ankara yönetimi de NATO’nun önemli bir aktörü olarak aktif bir görev üstlenmiştir. Aslında Türkiye, krizi en başından itibaren yakından takip etmiş ve Kosova’daki Arnavutların yanında yer almıştır. Öyle ki, Türk Özel Kuvvetleri’nin kriz esnasında ülkedeki UÇK militanlarını eğittiği, hatta maddi olarak Kosova’ya destek sağladığı22, özetle fiilen bölgede olduğu ortaya çıkacaktı. Ankara yönetimi tarihsel gerekçelerle konuya yakın ilgi gösterirken; 2 milyonluk Kosova’da 20.000 dolayında Türk’ün varlığı ile kardeş-akraba topluluk olarak gördüğü Arnavutların geleceği konusu bu ilgiyi artıran gerekçeler olmuştur. Türkiye, bir yandan Müslüman Arnavutları, dinsel anlamda Arap Vahabilerle İran Şiilerinin dini propagandalarına maruz bırakmak istemezken; diğer taraftan Katolik dünyanın misyoner çalışmalarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. İlerleyen yıllarda bu durum daha somut bir biçimde kendisini göstermiş; Türkiye Balkanlar’da İslam’ın belirtilen tehditlere karşı çok taraflı savunuculuğu yapmak zorunda kalmıştır. Ankara yönetimi, Katolikleştirilme tehdidi altındaki Kosova’nın ve diğer bölgelerin Müslüman kalabilmesini sağlamak için ‘dindaş’ olarak adlandırdığı Arnavutları ve diğer grupları Ankara’nın yörüngesinden uzaklaştırmamaya dikkat etmiştir.23 Ayrıca, Türkiye’ye çeşitli dönemlerde göç etmiş ve sayıları azımsanmayacak düzeyde olan Arnavutlar da Ankara için ayrı bir baskı mekanizması oluşturmuştur. Bütün bu etkenlerin ışığında, 1999 yılında NATO müdahalesi altında Kosova’ya giden Türk askeri, binlerce Kosovalı Türk tarafından bayraklarla karşılanmış ve bu karşılama adeta gövde gösterisine dönüşmüştür.24 Türk askerinin Kosova’ya gelişinden Arnavutlar da memnun olurken; NATO Barış Gücü KFOR’un ana lokomotiflerinden biri olma görevini üstlenmiştir. Kosova’da 1999 ve sonrasında yaşanan gelişmelere bakıldığında, adım adım bağımsızlık sürecine gidildiği ve nihayetinde bu amaca varıldığı görülmektedir. Müdahale için onay alınmayan Güvenlik Konseyi’nde Haziran 1999’de alınan 1244 sayılı kararla25 BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) oluşturulmuş ve ülkeye ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. UNMIK, sivil yönetiminden BM’nin, kurumsal inşasından AGİT’in, mültecilerin geri dönüşünden BM Mülteciler 20 Arı ve Pirinççi, a.g.e., s. 11. Meiers, Franz-Josef, “Avrupa’nın Güvenlik ve Savunma Politikasında Karşılaşılan Zorluklar”, Avrasya Dosyası, AB Özel, Cilt:5, Sayı:4, s. 239. 22 O dönem Türkiye’deki camilerde Kosova adına yardım kampanyaları düzenlenmiş ve 40 milyon dolara yakın bir meblağ Kosova’daki direnişe aktarılmıştır. Bkz. Aydıntaşbaş, Aslı, “UÇK, Türkiye’ye Minnettar”, Radikal Gazetesi, 27 Mart 1999. 23 Özlem, Kader, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html (7.8.2012) 24 “Hasrete Son”, Milliyet, 5 Temmuz 1999. 25 S/RES/1244 (1999), 10 June 1999. 21 31 Yüksek Komiserliği’nin ve yeniden yapılandırılma faaliyetlerinden AB’nin öncelikli olarak ilgileneceği dört ana organdan oluşmaktaydı. NATO Barış Gücü KFOR da Kosova’ya yerleşirken; NATO müdahalesinden yaklaşık 1 saat önce şaşırtıcı bir biçimde Kosova’ya inen Rus birlikleri de KFOR’a dâhil edilmişlerdir. ABD askeri anlamda yurtdışındaki en büyük üssünü Kosova’da oluştururken; UNMIK kapsamında diğer sorumlulukları AB’ye devretmiştir. Bu noktada ABD’nin Balkanlar politikalarına ilişkin 1990’lı yıllarda krizleri askeri metotlarla çözme anlamında “hard power”, AB’nin ise, uzun vadeli geçiş dönemiyle “yumuşak güç” işlevinde oldukları görülmektedir. Türkiye’nin Balkanlar’daki krizlerde ise dış politikası, kriz çözmek için askeri müdahale yanlısı olmak şeklindeyken; eylem kapasitesi yönünden yeterli olmadığı, bununla bağlantılı olarak ABD’ye paralel bir politika izlediği yönünde olmuştur. 1999 Kosova gelişmelerinin sonuçları kapsamında bir değerlendirme yapıldığında, ABD’nin ve Türkiye’nin kazanan iki aktör olarak ön plana çıktığı görülebilir. 2000’li yılların hemen başında Kosova’nın geleceğine ilişkin çeşitli planlar (örneğin UNMIK’in Standartlar Planı gibi) ileri sürülmüşse de; Kosova’da Sırplarla Arnavutların yeniden çatışmaya başlaması süreci aksatmıştır. 2000’li yılları bağımsız bir devlete özgü kurumlarını oluşturmaya ve yapılandırmaya ayıran Kosova, bu noktada ABD başta olmak üzere, Türkiye’den ve Batı dünyasından önemli ölçüde faydalanmıştır. Mart 2007’de BM Özel temsilcisi Marti Ahtisaari’nin hazırladığı ve BM Genel Sekreteri aracılığıyla Güvenlik Konseyi’ne sunulan Ahtisaari Planı’na göre, Kosova’ya uluslararası gözetim altında bağımsızlığın verilmesi ve Kosova’daki azınlıkların haklarının garanti altına alınması istenmekteydi. Bu durum Sırpların tepkisine neden olurken; Güvenlik Konseyi’nde Rusya tarafından veto edilmiştir. Rusya Sırbistan’la olan yakın bağlarından dolayı Belgrad’ın kabul etmeyeceği bir tasarıya karşı çıktığını belirtmişse de; asıl endişesi Kosova sorununun kendi iç sorunu olan Çeçenistan’a emsal teşkil etme potansiyeli olmuştur.26 Bu noktada ABD, Rusya’yı ikna etmek için AB’nin de desteğini alarak farklı planlar üzerinde çalışmış; konuyu Güvenlik Konseyi’nin güdümünden alarak yeniden Temas Grubu’na havale etmiştir. Ne var ki, burada Kosova’nın nihai statüsüyle ilgili bir uzlaşma bulunamamış ve 17 Şubat 2008’de Kosova tam bağımsızlığını ilan etmiştir. ABD, Kosta Rika’nın ardından Kosova’yı tanıyan ikinci devlet olurken; Türkiye ise, üçüncü sırada yer almıştır. Kosova’nın bağımsızlığa giden süreçte Türkiye’nin aktif rolü, bağımsızlık sonrasında da kendisini göstermiş ve yeni devleti siyasi, askeri ve ekonomik yönden desteklemiştir. ABD askeri anlamda Kosova’daki varlığını sürdürürken; siyaseten durumu AB’ye bırakmış, ancak yeni devletin uluslararası alanda tanınması için yardımcı olmuştur. ABD’nin Kosova’yı tanımasıyla, tek taraflı bağımsızlık ilanını kabul eden ülke sayısı hızla artmış ve bu durum diğer ülkeler üzerinde de psikolojik yönden etkili olmuştur. Ne var ki, Kosova’nın bağımsızlığının ardından geçen dört yıllık süre zarfında ABD, Kosova’yı uluslararası alanda desteklerken; doğrudan Kosova’nın tanınması meselesini dış politikasının gündem maddelerinden biri haline getirmemiştir. Bu bağlamda, Washington’un Kosova’nın tanınma meselesi zamana yayan bir politika izlediği söylenebilir. 26 Schaeffer, Sebastian, “The Kosovo Precedent – Directly Applicable to Abkhazia and South Oszetia”, Caucasian Review of International Affairs, Vol. 3 (1), Winter 2009, s.110. 32 Kosova’nın bağımsızlığı Ağustos 2012 itibariyle 92 ülke tarafından tanınırken; uzmanlar bunun 2012 yılı sonuna kadar 100’ü bulacağını ve halen IMF ve Dünya Bankası üyesi olan Kosova’nın BM’ye de üye olabileceğini öngörmektedirler. 10 Eylül 2012 tarihinde ise, Kosova’daki Uluslararası Yönetim Grubu ülke üzerindeki gözetim durumuna son verdiğini açıklayarak, Kosova’nın artık “tam bağımsız” olduğu ilan etti.27 Ancak AB üyesi olan İspanya Bask bölgesi, Slovakya ve Romanya bünyelerindeki Macar azınlıklar, Yunanistan Batı Trakya meselesi, Güney Kıbrıs ise kuzeydeki Türk cumhuriyeti Kosova’yı tanımamaktadırlar. Buna paralel olarak, Rusya ve Çin başta olmak üzere BDT üyesi ülkeler Kosova’yı tanımazken; Kosova’nın bağımsızlığına İslam Dünyası’ndan da çok fazla destek gelmemiştir. KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIĞINI TANIYAN DEVLETLER (Ağustos 2012 İtibariyle) BALKAN DEVLETLERİ Türkiye Bulgaristan Hırvatistan Arnavutluk Makedonya Karadağ Slovenya ORTA DOĞU DEVLETLERİ Suudi Arabistan, Arap Emirlikleri, Ürdün, Bahreyn, Umman, Kuveyt, Katar AVRUPALI DEVLETLER (AB ÜYESİ VE DİĞERLERİ) Fransa, İtalya, Almanya, Birleşik Krallık, Danimarka, Lüksemburg, Belçika, Polonya, Avusturya, İrlanda, Hollanda, Lihtenştayn, İsveç, Litvanya, Macaristan, İsviçre, Finlandiya, İzlanda, Estonya, Norveç, Çek Cumhuriyeti, Monako, San Marino, Letonya, Andora, Malta, Portekiz AFRİKA Moritanya, Nijerya, Senegal, Gana, Orta Afrika Cum. Çad, Mali, Nijer, Malavi, Gambiya, Haiti, Gine, Fildişi Sahili, Cibuti, Uganda, Benin, Gabon, Gine Bissau, Komorlar, Burkina Faso, Svaziland, Sierra Leone, Sao Tome ve Principe, Liberya, Somali KUZEY AMERİKA ABD, Kanada ORTA VE LATİN AMERİKA Kolombiya, Peru, Honduras, Panama Dominik Cum., Belize, Saint Lucia AVUSTRALYA VE YAKIN ÇEVRESİ Avustralya, Yeni Zelanda, Marşal Adaları, Palau, Tuvalu, Maldivler, Nauru, Vanuatu, Kiribati, Samoa, Mikronezya, Tayvan, ASYA Japonya, Güney Kore, Afganistan, Malezya, Brunei, Tablo 1 – Kosova’yı Tanıyan Devletlerin Bölgesel Dağılımı (http://tr.wikipedia.org/wiki/Kosova'n%C4%B1n_ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B1k_ bildirisine_uluslararas%C4%B1_tepkiler , 13.11.2012) Tablo 1’den de anlaşılacağı üzere, dünya Kosova’nın bağımsızlığını tanıyıp tanımama konusunda ikiye bölünmüştür. Ortadoğu devletlerinden özellikle Arap Yarımadası’nda bulunanlar, Kosova’nın bağımsızlığını tanıma eğiliminde olurken; Kuzey Afrika ve diğer Ortadoğu devletleri buna soğuk bakmışlardır. İsrail boyutunda ise, Tel Aviv Yönetimi 2011’de tanıma sinyallerini vermiş olsa da, Filistin meselesi nedeniyle buna yanaşmak istemeyeceği anlaşılmaktadır. Kosova’yı tanıyan devletlerin Afrika’da daha ziyade Batı Afrika şeridinde yoğunlaştığı görülmektedir. Orta Afrika’nın Batı kıyıları, Kosova’yı tanımışlardır. Amerika kıtasında ise, Kuzey ve Orta Amerika’da genel eğilim, Kosova’nın bağımsızlığı yönünde olsa da; Latin Amerika’da Peru ve Kolombiya dışında destek gelmemiştir. Asya’da ise, Rusya ve Çin’in etkisiyle Kosova’nın aleyhine bir durum 27 “Kosovo Declared Fully Dependent”, BBC, 10 September 2012. 33 söz konusudur. Buna karşın, Okyanusya’da Kosova’nın bağımsızlık kararı taban bulmuştur (bkz. Tablo 1). Bölgesel denkleme bakıldığında Balkanlar’da da konuya dair ikiye bölünmüş bir görüntü söz konusudur: Sırbistan’ın yanı sıra, Yunanistan, Romanya ve Bosna Hersek Kosova’yı tanımazken; Türkiye, Bulgaristan, Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan, Slovenya ve hatta Sırbistan’dan ayrılan Karadağ bile Kosova’yı tanımıştır. Bosna Hersek’in kendine özgü güncel durumu bir tarafa bırakılıp denklem dışında tutulduğunda, Yugoslavya’dan ayrılan bütün devletlerin Kosova’yı tanıdığı görülmektedir. Özetle, Kosova’nın bağımsızlık süreci esnasında yaşanan görüş ayrılıkları, bağımsızlık kararının ardından yeni devletin tanınmasına da yansımıştır. AB üyesi devletlerden bir bölümünün kendine özgü durumlarından dolayı Kosova’yı tanımamaları bir tarafa bırakılırsa, Batı dünyası ile ittifak halinde bulunan devletlerde genel olarak Kosova lehine bir durum oluşmuştur. Buna karşın, Çin’in ve özellikle Rusya’nın etkisini doğrudan hisseden diğer devletlerde (BDT üyeleri gibi) Piriştine’nin tanınmaması konusunda anlaşmış gibi gözükmektedir. 2.3. Makedonya Krizi Makedonya krizinde bu ülkenin içsel dinamiklerinin etkili olduğu görülmektedir. Yugoslavya’dan ayrılan diğer cumhuriyetlerden farklı olarak herhangi bir savaş yaşamadan bağımsızlığını ilan eden Makedonya, çok geçmeden iç ve dış politikada bir dizi sorunla boğuşmak zorunda kalmıştı. Makedonya’nın köklü bir devlet geleneği olmamasının yanı sıra mozaiği andıran etnik-demografik yapısı içsel anlamda istikrarsızlığa yol açarken; ülkenin bağımsızlık ilanından sonra Yunanistan ile isim krizi nedeniyle ve Bulgaristan’la da Makedon dili ve kimliği bağlamında yaşadığı sorunlar ayrı bir sıkıntı kaynağı olmuştur.28 Makedonya’nın 2 milyonluk nüfusunun % 64’ü Makedonlardan oluşsa da; Kosova ve Arnavutluk sınırlarına yakın yerlerde yaşayan Arnavutlar % 25’lik bir oranla ülkenin kilit grubu durumundadır. Bunun yanı sıra, 80.000 kadar Türk nüfus da Makedonya’da yaşamaktaydı. Balkanlar’daki Arnavut sorununa istinaden Makedonya’daki Arnavutlarda da kıpırdanmalar başlamış ve ülke içi dengeleri etkilemeye başlamıştı. Yunanistan’ın ekonomik tecridine maruz kalan Üsküp yönetimi, Sırbistan ile sınır anlaşması imzalamamış, Bulgaristan ile de kültürel öğelerden dolayı uzun vadeli olabilecek nitelikte problemlerle uğraşmak zorunda kalmıştı. 29 Ekonomik anlamda sıkıntı yaşayan ülke, kısa süre içerisinde bölgesel istikrarsızlığın da etkisiyle kendi sorunlarıyla yoğun bir biçimde uğraşır duruma düşmüştü. 28 Arı ve Pirinççi, a.g.e., s.16. 1990-1997 yılları arasında Bulgaristan’ın Cumhurbaşkanlığını yapan Jelu Jelev anılarını ve yeni Bulgaristan’ın dış politik vizyonunu kaleme aldığı “In at the Deep End” isimli kitabında Makedonya’yla ilgili meselelere ve söz konusu ülkenin tanınmasına ilişkin süreci anlatırken (ss.147-181), önemli bir tespitte bulunmaktadır. Makedonya’daki gençlerin kendilerini Makedon olarak tanımladığını söyleyen Jelev, yaşı kesimin ise tereddüt etmeden “Bulgar’ız” dedikleri aktarmaktadır. Zhelev, Zhelyu, In at the Deep End, Trud Publishing House, Sofia, 2008, s. 177. Makedonya’da tarafımızca yapılan ziyarette, Makedonların Bulgarca’nın farklı bir aksanıyla konuştuklarını somut bir şekilde gözlemlemekle birlikte; belli bir dönem Makedonca isimli bir dilin varlığını tanımayan Sofya yönetiminin daha net bir şekilde anlaşılmaktadır. Dil konusunun yanı sıra diğer kültürel meseleler Bulgaristan’ın ayrı bir Makedon kültürünün varlığını tanıma konusunda ikileme düşürmüştür. 29 34 Üsküp yönetimi bahsedilen sorunlardan, bölgesel anlamda Türkiye, küresel ölçekte ise ABD’nin yardımlarıyla kurtulmaya çalışmıştır. Ancak Yunan lobisi nedeniyle rahat hareket edemeyen Washington Yönetimi, 1994’te Makedonya’yı FYROM adıyla tanıyabilmiştir. Makedonya’daki hassas duruma istinaden Güvenlik Konseyi’nde alınan 795 sayılı karar ile ülke topraklarında konuşlanmak üzere UNPROFOR (BM Koruma Gücü) görevlendirilmişti. Aslında UNPROFOR, BM tarihinde bir ilki teşkil edecek ve savaş olmaksızın önleyici amaçlarla önceden gönderilen bir kuvvet olacaktı. Birliğin, Makedonya’nın Sırbistan-Karadağ ve Arnavutluk sınırlarına konuşlanarak ülke güvenlik ve istikrarına zarar verecek gelişmeleri rapor etmesi öngörülmüştü.30 Güvenlik Konseyi’nin Mart 1995’te aldığı 983 sayılı karar31 ile UNPROFOR yerini önleyici niteliği daha ön planda olan UNPREDEP’e (BM Önleyici Barış Gücü) bırakırken; Şubat 1999’da görev süresi Çin tarafından veto edilinceye kadar ülke güvenlik ve istikrarında kilit görevler üstlenmiştir. 2000’li yıllara girilirken, Makedonya konusunun Kosova’daki sıcak gelişmelerin gölgesinde kaldığı görülmektedir. 2001 yılı başlarında Makedonyalı Arnavut militanlar ile Makedon güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalar, bölgesel güvenlik ve istikrarı tehdit eder bir hal almıştı. Bosna ve Kosova krizlerinden ders almış olan uluslararası toplum, Makedonya’daki duruma müdahale etmekte tereddüt yaşamamıştır. Bu sebeple, ABD ve AB özel temsilcilerinin Haziran 2001’deki girişimleriyle taraflara baskıda bulunulmuş ve kısa sürede sonuca gidilerek, 13 Ağustos 2001 tarihinde Makedonya Parlamentosu’nda temsil edilen dört en büyük parti liderleri arasında Ohri Çerçeve Antlaşması imzalanmıştır.32 Bu antlaşmaya genel bir perspektiften bakıldığında, Batılı devletlerin dayatmalarıyla ortaya çıktığı imajının hâkim olduğu görülmektedir. Antlaşma içerik bakımından, Arnavut azınlığın anayasal haklarının artırılması, anadillerini okullarda ve parlamentoda kullanabilmeleri öngörmekle birlikte, daha sonraları yerel yönetimlerin güçlendirilmesi vasıtasıyla bazı bölgelerde eğitim, sağlık ve finansal planlamaların Arnavut kontrolüne geçmesini; hatta buralarda Arnavutçanın ikinci resmi dil ilan edilmesini, nihayetinde de bayrak ve etnik simgelerin kullanabilmelerini sağlamıştır. Arnavutların elde ettiği bu haklar Makedon halkta tepki toplamışsa da; ülkede yayılabilecek terör dalgası Makedonları kısmen de olsa yatıştırmıştır. Bunlara karşılık, antlaşmanın her iki tarafı da tatmin etmediği kısa vadede ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Ohri Çerçeve Antlaşması’nda ülkede Arnavutlardan sonra gelen grup olan Türklerin görüş ve hassasiyetleri dikkate alınmamıştır.33 Bu bağlamda ülkedeki Türk azınlığın antlaşmanın çatışmaları dindirmesi anlamında memnun olduğu; ancak kendi hassasiyetleri göz ardı edildiği için hoşnut olmadığı söylenebilir. Aslında antlaşmanın tek kazananı ABD olmuştur. Zira bu kez istenilen sonuç hem kısa sürede gelmiş, hem de ABD bölgedeki prestijini artırarak krizden çıkmayı bilmişti. Ayrıca, Balkanlar’daki Arnavut sorununun kronikleşmesinden endişe duyan ABD, bu riski ortadan kaldırdığı gibi; Makedonya’yla sorunlarını 1990’lı yıllarda çözen Bulgaristan ile Makedonya Arnavutlarını destekleyen Arnavutluk arasında da olası bir savaş riskini bertaraf ediyordu. Böylece Amerikan ve İngiliz petrol şirketleri tarafından desteklenen Burgaz-Makedonya-Vlore (AMBO) petrol boru hattı projesi de hayat sahası bulabilecekti. 34 30 Arı ve Pirinççi, a.g.e., s.17. S/RES/983 (1995), 31 March 1995. 32 Ohri Çerçeve Anlaşması için bkz. http://faq.macedonia.org/politics/framework_agreement.pdf (15.08.2012) 33 İbrahim, Enes, “Ohri Çerçeve Anlaşması’nın Türklere Getirdikleri”, Ufuk Dergisi, Sayı:15, ss.2-3. 34 Arı ve Pirinççi, a.g.e., ss.19-20. 31 35 11 Eylül 2001 sonrasında ABD dış politikasında radikal değişiklikler yaşanırken; Washington yönetimi açısından dış politik vizyon Afganistan ve Irak konularında yoğunlaşmış ve Balkanlar konusu yeniden ikinci plana düşmüştü. Aslına bakılırsa, ABD için Balkanlar, Soğuk Savaş sonrası dönemde öncelikli bir alan olmamış; zamanla oluşan bazı stratejik çıkarları gereği (örneğin NATO ve bölgedeki Arnavutlar gibi) bölgeyi bir sıçrama tahtası olarak kullanmıştı. Dolayısıyla, Makedonya krizi sonrası Washington yönetimin ülke üzerinde çok fazla etkili olmadığı görülse de; gerek ülkedeki Arnavutların silahsızlandırılması gerek Üsküp’ün gerekli reformları yapması bağlamında yardımcı bir görev üstlenmiştir. Bu kapsamda NATO tarafından 26 Ağustos 2001’de başlatılan Zorunlu Hasat Operasyonu, çeşitli adlar altında Mart 2003’e kadar sürüp, Arnavut militanların elindeki silahlar toplanırken; ABD bu operasyonlara asker göndermemiş; Türkiye ise, mikro ölçekte katılım göstermiştir. Öte yandan ABD, Makedonya’nın Yunanistan’la isim sorunun çözülmesi anlamında da taraflara sıkça çağrıda bulunmuştur. Bağımsızlığın ilanından beri Makedonya’ya uluslararası alanda siyasi, ekonomik ve askeri açıdan destek olan Türkiye, bu ülkeyi Yugoslavya’dan ayrılan diğer ülkelerle eş zamanlı olarak anayasal ismiyle tanımış ve her alanda ilişkilerini geliştirmiştir. Öyle ki, Üsküp-Ankara eksenindeki olumlu ilişkiler, zaman zaman ülkedeki Türkleri ve Arnavutları şaşırtmıştır. Zira Türkiye Makedonya’nın toprak bütünlüğünü savunurken; geleneksel olarak izlediği Balkanlar’daki Türk ve/veya Müslüman azınlıkları bulunulan ülkenin içişlerine karışma aracı olarak kullanmama politikasını sürdürmüştür. Bu noktada, Türkiye’nin Makedonya’ya yönelik politikasının etnik veya dinsel temelde değil; Makedonya’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü ekseninde yoğunlaştığı görülmektedir. Ekim 1997’de Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Üsküp ziyaretinde ifade ettiği üzere, Ankara yönetimi “Makedonya’nın istikrarını Balkanlar’da barışın ön koşulu olarak” görmekteydi.35 Bu çerçevede, Ankara 2001 yılındaki Makedon-Arnavut krizinde Üsküp ile olan diplomatik ilişkilerinin bozulmaması için titiz bir politika izlemiştir. Türkiye Makedonya’daki etnik çatışmalardan menfaat bekleyen dış aktörlerden biri olmazken; krizi Üsküp yönetimin içişlerine müdahale aracı olarak kullanmamıştır. Bu durum, Makedon Cumhurbaşkanı Traykovski tarafından şükranla karşılanmış ve Ankara’nın tutumu takdir edilmiştir.36 Her ne kadar Türkiye, Makedonya krizinde barışçıl, tutarlı ve uzlaştırıcı bir politika takip etmişse de; ülke içerisinde yaşanılan ağır ekonomik kriz Ankara yönetiminin Makedonya’daki gelişmelere angaje olmasını engelleyen önemli bir faktör olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türkiye’yi iç politika meseleleriyle daha fazla uğraştırmış ve iktidardaki koalisyon hükümeti iyice zayıflamıştı. Türkiye’nin bölgesel güvenlik ve istikrarı sağladığı için Ohri Çerçeve Antlaşması’ndan memnun olduğu gözlenirken; Türk azınlığın hakları konusunda çok fazla talepkar olmamıştır. Hatta Ankara’nın bu tutumu, Makedonyalı Türklerde hayal kırıklığına neden olmuş, hatta bazı Türk azınlık mensupları tarafından Ankara Yönetimi Makedon yanlısı olmakla suçlanmıştır.37 35 Kut, a.g.e., s.212. “Sezer Makedonya Cumhurbaşkanı ile Görüştü”, Hürriyet, 21 Mart 2001. 37 Şabani, Güner, 2001 Makedonya Etnik Çatışması ve Çözümü: Çerçeve Anlaşmasına Giden Süreç, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2007, s.89. 36 36 SONUÇ Türkiye’nin ve ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkan politikalarını belirleyen dinamikler farklı olmakla birlikte; bu dinamikler Balkanlar’da yaşanan krizlerde iki aktörün ortak bir hareket noktasında buluşmasını beraberinde getirmiştir. Bölgesel krizlerde ve çözümünde uyum içinde politikalar izleyen Ankara ve Washington, kriz sonrası süreçte de Kosova’nın bağımsızlık ilanında görüldüğü gibi bu uyumu devam ettirmiştir. Öte yandan, ABD açısından küresel bir aktör olarak Balkanlar öncelikli bir bölgesel sistemi ifade etmezken; NATO genişlemesi, askeri üsler gibi güvenlik alanlarını ilgilendiren kazanımlardan sonra bölgeyi AB’nin sorumluluk alanına bırakmıştır. Buna tezat olarak bir bölge ülkesi olarak Türkiye için Balkanlar tarihsel, etnik, dini, stratejik açıdan çok fazla şey ifade etmektedir. Özetle Balkanlar Türkiye’nin yaşamsal çıkar alanıdır. 37 KAYNAKÇA Arı, Tayyar ve Pirinççi, Ferhat, “Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası”, Alternatif Politika, Cilt.3, Sayı.1, Mayıs 2011. Aydıntaşbaş, Aslı, “UÇK, Türkiye’ye Minnettar”, Radikal Gazetesi, 27 Mart 1999. BORA, Tanıl, Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, 2. Baskı, Birikim Yayınları, İstanbul, 1999. Brzezinski, Zbigniew, The Grand Chess Board, American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, Basic Books, New York, 1997. Demirtaş, Birgül, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 2001. Hasrete Son, Milliyet, 5 Temmuz 1999. http://faq.macedonia.org/politics/framework_agreement.pdf, (15.08.2012) http://www.euforbih.org/index.php?option=com_content&view=article&id=13&Itemid=133 (5.8.2012). http://tr.wikipedia.org/wiki/Kosova'n%C4%B1n_ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B 1k_bildirisine_uluslararas%C4%B1_tepkiler , (13.11.2012). İbrahim, Enes, “Ohri Çerçeve Anlaşması’nın Türklere Getirdikleri”, Ufuk Dergisi, Sayı:15. Karatay, Osman, Bosna Hersek Barış Süreci, KARAM Yayınları, Ankara, 2002. Kenar, Nesrin, “Bosna-Hersek Savaşı”, Karatay, Osman; Gökdağ, Bilgehan (der.) Balkanlar El Kitabı, Cilt:2, Çağdaş Balkanlar, KARAM & Vadi Yayınları, Ankara, 2007. Kosovo Declared Fully Dependent, BBC, 10 September 2012. Kut, Şule, Balkanlar’da Kimlik ve Egemenlik, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005. Meiers, Franz-Josef, “Avrupa’nın Güvenlik ve Savunma Politikasında Karşılaşılan Zorluklar”, Avrasya Dosyası, AB Özel, Cilt:5, Sayı:4. Öymen, Onur, Silahsız Savaş, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002. Özlem, Kader, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html (7.8.2012) S/RES/1244 (1999), 10 June 1999. S/RES/743 (1992), 21 February 1992. S/RES/836 (1993), 4 June 1993. S/RES/983 (1995), 31 March 1995. 38 Schaeffer, Sebastian, “The Kosovo Precedent – Directly Applicable to Abkhazia and South Oszetia”, Caucasian Review of International Affairs, Vol. 3 (1), Winter 2009. Selver, Mustafa, Balkanlara Stratejik Yaklaşım ve Bosna, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003. Sezer Makedonya Cumhurbaşkanı ile Görüştü, Hürriyet, 21 Mart 2001. Şabani, Güner, 2001 Makedonya Etnik Çatışması ve Çözümü: Çerçeve Anlaşmasına Giden Süreç, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2007. Todorova, Maria, Balkanlar’ı Tahayyül Etmek, (çev.) Dilek Şendil, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010. Türbedar, Erhan, “Yeni Dönemde Kosova ve Geleceği”, Karatay, Osman; Gökdağ, Bilgehan (der.), Balkanlar El Kitabı, Cilt:2, Çağdaş Balkanlar, KARAM & Vadi Yayınları, Ankara, 2007. Türkoğlu, Emir, “Kosova Arnavutlarının Milliyetçiliği”, Lütem, Ömer; Demirtaş, Birgül (der.) Balkan Diplomasisi, Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001. Yılmaz, Murat, Kosova Bağımsızlık Yolunda, İlke Yayıncılık, İstanbul, 2005. Zhelev, Zhelyu, In at the Deep End, Trud Publishing House, Sofia, 2008. 39 40 TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLE BULGARİSTAN ARASINDA SİYASİ İLİŞKİLERİN KURULMASINDA 1925 DOSTLUK ANTLAŞMASI’NIN YERİ VE ÖNEMİ Veysi AKIN* ÖZET Türkiye ve Bulgaristan komşu iki devlettir. Bu iki devlet tarihteki kısa süreler hariç tutulursa günümüze kadar komşuluğun icabı olan ticari, kültürel ve siyasi ilişkileri gerektiği gibi yerine getirememişlerdir. Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanması sonrası Türk-Bulgar ilişkileri genelde olumsuz bir çizgide ilerlemiştir. Ancak bazen dost ve müttefik olabilmişlerdir. Balkan ve I. Dünya savaşları bu hususa açık bir örnek teşkil ederler. İki devlet, I. Dünya Savaşına müttefik olarak katılmış olmakla beraber, İtilaf devletlerinin galibiyeti üzerine Türkiye-Bulgaristan ilişkileri galip devletlerini isteği ile kesilmiştir. İkili ilişkiler Mustafa Kemal Paşa’nın çabaları ile Ankara Hükümeti döneminde yeniden kurulmak istenmişse de Bulgaristan’ın çekimser tavrı nedeniyle kurulamamıştır. İki devlet arasındaki iyi komşu ilişkileri ancak Lozan Antlaşması sonrasında ve 1925 yılında imzalanan Dostluk Anlaşması ile kurulabilecek ve bu çerçevede devletler karşılıklı olarak siyasi ve ticari ilişkilerini geliştirebileceklerdir. Bu çalışmada iki devlet arasındaki ilişkilerin kurulmasında “Dostluk Antlaşması”nın önemine vurgu yapılmış ve bunun günümüze de ışık tutması amaçlanmıştır. Geçmişte nasıl ki iki devlet arasındaki mevcut sorunlar dostluk temelinde çözüme kavuşturulabilmiş ise günümüzde de karşılıklı müzakereler yolu ile halledilebilir. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Bulgaristan, Siyasi İlişkiler, Antlaşma THE PLACE AND IMPORTANCE OF FRIENDSHIP TREATY IN 1925 IN ESTABLISHING OF POLITICAL RELATIONS BETWEEN REPUBLIC OF TURKEY & BULGARIA ABSTRACT Turkey and Bulgaria are two neighboring states. However, these two states, except for short periods in history for the sake of good relations could not develop to the present relationship of the border. After winning the independence of Bulgaria, the Turkish-Bulgarian relations, ethnic, cultural and political factors has been negative, depending on the general. However, sometimes friends and allies have been able to. Two examples of the clearest in terms of enmity and friendship, the policies of Balkan and First World Wars. Two states, Turkey and Bulgaria participated in the First World War as an ally. However, the war ended with victory of the Entente Powers and after the First World War the relations between Turkey and Bulgaria were cut at the request of the Entente Powers. The time of the Ankara government, Mustafa Kemal Pasha has traditionally worked to re-establish of bilateral relations. However, during this period due to the attitude of abstention in Bulgaria, bilateral relations have been established. However, good neighborly relations between the two states, started again after the Treaty of Lausanne, with the Treaty of Friendship in 1925 signed. With this treaty, political and commercial relations between the two states started and developed. In this study, the establishment of relations between the two states "Friendship Treaty" has been emphasizing the importance of, and it is intended to shed light on the present as well. In the past, on the basis of how the friendship between the two states unsolved problems existing in the today can be solved through bilateral negotiations. Keywords: Turkey, Bulgaria, Relationships, Treaty 41 1. GİRİŞ: OSMANLI (TÜRK) – BULGARİSTAN SİYASİ İLİŞKİLERİNİN KESİLMESİ Türkler ve Bulgarlar, ortak bir kökten gelmekle beraber Bulgarların Slavlaşmaları sonrasında iki ayrı millet olarak Osmanlıların Balkan yarımadasını fethi ile yeniden tanıştılar ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazandığı döneme kadar aynı ülkenin halkları olarak birlikte yaşadılar1. İki kavmin bu birlikteliği ulusalcılık cereyanının ortaya çıkması ve Rusların Pan-Slavizm politikalarının etkisiyle bozulmaya yüz tuttu ve önce Bulgaristan Prensliği’nin kurulması ve daha sonra da müstakil bir devlet haline gelmesiyle son buldu (1909)2. Bulgaristan Prensliği’nin kurulmasını takiben başlayan Türk-Bulgar ilişkilerinin I. Dünya savaşı evveline kadar dostane bir eksene oturtulduğu söylenemez. Bu ilişkilerin olumsuzluğunda Balkan Savaşı’nın getirdiği acılar ve Bulgaristan’dan gerçekleşen Türk göçlerinin yeri büyüktür3. Bununla beraber I. Dünya Savaşı evvelinde ortaya çıkan yeni şartlar iki devleti birbirine yakınlaştırmış ve Almanya’nın yanında savaşa katılmalarına sebep olmuştur. Balkan Savaşı’nın paylaşımı dolayısıyla büyük savaş evvelinde Balkan ülkeleri iki kampa bölünmüşlerdi. Yunanistan, Sırbistan ve Romanya Rusya’nın da desteğini alarak Avusturya’nın Balkanlardaki baskısını azaltmak maksadıyla birleşmişler, buna karşılık Balkanlarda genişlemek arzusunu güden Bulgaristan da Avusturya yanlısı bir politika güderek, bu devletle anlaşma yoluna gitmiştir. Almanya’nın da desteklediği bu yakınlaşma bir borç anlaşmasıyla neticelenmiş ve ileride Bulgaristan’ın İttifak Bloğunda yer almasına giden olayların önünü açmıştır4. Aynı dönemde Osmanlı Hükümeti de Almanlarla temas halindeydi ve bir ittifak arayışı içindeydi. Nitekim bu temas 2 Ağustos 1914’te bir İttifak Anlaşması ile neticelenmiş ve Türklerin 29 Ekim 1914’te savaşa girmesine yol açmıştır5. Bu süreçte İttihat ve Terakki Hükümeti, her ne pahasına olursa olsun Bulgaristan’ın müttefiklerin safında yer alması ve savaşa girmesi gerektiğine inanıyordu. Bu amaçla Türk-Bulgar temsilciler arasında görüşmeler ve yazışmalar yapılmıştı. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin Sofya Büyükelçisi Ali Fethi (Okyar) idi ve Askeri Ataşe olarak da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) görev yapıyordu. Görüşmeler Mustafa Kemal ve Ali Fethi Beyler aracılığı ile sürdürülmekteydi. Bulgarlar, Türklerle aynı safta savaşa girmek için Bulgar sınırının (*) Trakya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Öğretim Üyesi, Yardımcı Doçent Doktor, E-posta: [email protected] 1 Bulgarların kökeni hakkında bkz. Kurat, Akdes Nimet, “Bulgaristan”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., Eskişehir, 1997, s. 796; Rasony, Laszlo, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, s. 89. Balkanlı, Ali Kemal, Şarki Rumeli ve Buradaki Türkler, Elhan Kitabevi Yay., Ankara, 1986, s.293-295. Ayrıca bkz. “Bulgaristan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yay., İstanbul, 1985, s. 452. 2 Bulgaristan’ın bağımsızlığını kazanması hakkında bkz. Ünal, Hasan, “Balkan Diplomasisinden Bir Kesit: Bulgaristan`ın Bağımsızlık İlanı ve Osmanlı Dış Politikası, 1908-1909”, Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar, Saybaşlı, Kemali-Özcan, Gencer (der.), İstanbul 1997, s. 53-70. Koyuncu, Aşkın, “The Ottoman Reaction to the Bulgarian Independence Declaration (1908–1909)", Turkish-Bulgarian Relations: Past and Present, Türkeş, Mustafa, Tasa Publication, İstanbul, 2010. Bulgaristan’ın Osmanlı için bir sorun haline gelmesi ve bu konudaki geniş araştırmalar için bkz. Şentürk, Hüdai, Osmanlı Devleti’nde Bulgar Meselesi (1850-1875), Türk Tarih Kurumu, 1992. Aydın, Mahir, Şarki Rumeli Vilayeti, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1992. Balkanlı, Ali Kemal, Şarki Rumeli ve Buradaki Türkler, Elhan Kitabevi Yay., Ankara, 1986. 3 Bulgarların Türklere uyguladığı vahşetler ve Bulgaristan’dan Türk göçleri hakkında geniş bilgi için bkz. İpek, Nedim, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1994; Halaçoğlu, Ahmet, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1995; Şimşir, Bilal N., Rumeli’den Türk Göçleri, I-III, Türk Tarih Kurumu Yay, Ankara 1970. Alp, İlker, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Ankara, 1990; Halaçoğlu, Ahmet, “Bulgar Mezalimi”, Türkler, C. 13, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s. 308-314. Ayrıca bkz. Toğrol, Beğlan, 112 Yıllık Göç (1878-1989), Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul, 1989. Şimşir, Bilal N., Bulgaristan Türkleri, Bilgi Yay., Ankara 1986. 4 Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004, s. 86. 5 Aybars, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ege Üniversitesi Yay., İzmir 1984, s. 78. 42 Cisrimustafapaşa’ya kadar uzatılmasını ve Edirne’deki Karaağaç istasyonun kendilerine verilmesini istiyorlardı. Türk tarafı bu şartları çok ağır bulmuştu 6. Neticede beklenen olmuş savaşın başında tarafsız kalan Bulgaristan, Almanya, AvusturyaMacaristan ile yaptığı müzakereler sonrasında Makedonya, Dobruca ve Meriç koridoru konusundaki isteklerinin karşılanması karşılığında İttifak Devletleri ile 6 Eylül 1915’te anlaşma imzalayarak, Almanların Rusya karşısında ve Osmanlının Çanakkale’de kazandığı başarıları da dikkate alarak 12 Ekim 1915’te Sırbistan’a savaş ilan etti7. Böylece Bulgaristan da Osmanlı Devleti’nden sonra İttifak devletleri bloğuna katılmış oldu. Ancak bu ittifak ilişkisi her iki devlete de yarar getirmemiş ve savaştan mağlup olarak ayrılan Osmanlı Devleti ile Bulgaristan gayet ağır şartlarla mütareke imzalamak zorunda kalmışlardı. Türkler, toprak kayıplarının yanı sıra siyasi varlığının yitirilmesine yol açan olaylara muhatap olmuş, Bulgarlar ise Balkan Savaşı’nda elde ettiği topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmişlerdi. Ayrıca Bulgaristan 29 Eylül 1918 tarihli Selanik, Türkiye de 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşmaları hükümleri gereği birbirleriyle ilişkilerini de kesmek zorunda kalmışlardı. Anlaşmaların yürürlüğe girmesini müteakip Osmanlı Devleti Hariciye Nazırı Mehmet Reşit Paşa, 28 Kasım 1918’de Bulgaristan’ın İstanbul’daki elçisi Koliçev’e bir muhtıra vererek kendisinin ve İzmir, Edirne dâhil olmak üzere Türkiye’de bulunan tüm Bulgar diplomatlarının Türk sınırlarını terk etmelerini istemiş, buna mukabil Bulgaristan da 17 Aralık 1918’de Osmanlı Devleti’ne bir muhtıra vererek Sofya elçiliği ile Varna, Burgaz ve Rusçuk konsolosluklarının kapatılarak ilgili görevlilerin en kısa sürede Bulgaristan’ı terk etmelerini talep etmiştir8. Böylece iki devlet arasında sürdürülen siyasi ilişkiler İtilaf devletlerinin isteği üzerine kesilmiş oldu. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Bulgaristan üzerindeki hakları Sofya’daki İspanya elçiliği, Bulgaristan’ın Türkiye’deki hakları da İstanbul’daki İsveç elçiliği vasıtasıyla gözetilecekti9. 2. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ ANKARA HÜKÜMETİ İLE BULGARİSTAN ARASINDAKİ SİYASİ İLİŞKİLER Osmanlı Devleti ve Bulgaristan, Balkan Savaşı sonrasında özellikle Batı Trakya’daki gelişmelere bağlı olarak Almanya’nın galip gelmesi ihtimali üzerinden ittifak ilişkisi kurmuşlardı. Ancak savaş sonrası bu ihtimal gerçekleşememiş, aksine İtilaf Devletleri galip gelmişti. Bununla beraber Bulgarlar ve Türkleri bir araya getiren sebepler ortadan kalkmış değildi. Hatta savaş öncesine göre daha da kuvvetlenmişti. Çünkü İngiltere ve müttefikleri Neuilly Anlaşmasıyla Bulgarları Batı Trakya’daki kazanımlarından ve Ege Denizine mahreç hayallerinden uzaklaştırıyor, Paris Barış Konferansı süreciyle de Türkleri bütün Doğu ve Batı Trakya’dan çıkarmayı planlıyorlardı10. Bu durum Türk ve Bulgar halkları üzerinde son derece derin bir memnuniyetsizlik yarattığı gibi bundan sonraki aşamada iki tarafı birbirine yaklaştıracak bir rol oynamasına da yol açtı. Bu sebeple Bulgaristan idaresi İngilizlerin bütün baskılarına rağmen Milli Mücadele hareketini yakından takip etmiş ve Batı Trakya’daki çıkarlarını Türklerin galibiyetine bağlamıştı. Yani Sevr Anlaşması şartlarının değişmesinden kendileri için de medet ummuşlardı11. Bulgaristan bu süreçte özellikle Batı Trakya’nın statüsünün yeniden değişmesi ve hiç olmazsa kendilerine Ege denizine bir mahreç bırakılmasını arzuluyordu. Nitekim Bulgaristan, Türk İstiklal Harbi sonrası toplanan Lozan Barış Konferansı müzakereleri sırasında bu hususu ısrarla savunacaktır. 6 Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri, s. 89. Aybars, a.g.e., s. 78. 8 Sarıkoyuncu, Ali, “Milli Mücadele’de Türk Bulgar İlişkileri”, Türkler, C. 16, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 2002, s. 279280. 9 Hakov, Cengiz, “Atatürk ve Bulgaristan İle Türkiye Arasında Yeni Siyasal-Diplomatik Münasebetler”, Uluslararası II. Atatürk Sempozyumu 9-11 Eylül 1991, C.II, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1996, s. 1271. 10 Bkz. Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, C. I, İş Bankası Yay., İstanbul 1983, s. 148. 11 Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 280. 7 43 Buna karşılık Türkler de hiç olmazsa Doğu Trakya’nın kendi sınırları içerisinde kalmasını sağlamak amacıyla Bulgaristan’ın stratejik desteğine ihtiyacı vardı. Bu sebeple başta Milli Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Trakya’daki Milli Mücadele hareketinin başında bulunan Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa ve Trakya-Paşaeli Müdafa’a-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti yöneticileri Bulgaristan’daki gelişmeleri yakından takip ederek gizlice ilişki kurma yolları aramışlardı. Milli Mücadele’nin başlangıç döneminde bu konuda çok somut bir adım atılamamış olsa da ilk aşamada Türk ve Bulgar çeteleri arasında Batı Trakya’daki Yunanistan’ın varlığına karşı gerçekleşen işbirliği daha sonradan atılacak adımlara yol aralamış bulunmaktadır 12. Bunun neticesi olarak Haziran-Temmuz 1920’de Doğu Trakya’nın işgali sırasında Yunan kuvvetleri karşısında yenilen Cafer Tayyar Paşa’nın birlikleri 385 subay, 3.239 asker ve 22.600 sivilden müteşekkil olarak Bulgaristan’a sığınmışlardır. Bu dönemde Bulgaristan Hükümeti, Türk asker ve göçmenlere 2.000.000 levalık yardım yapmıştır13. Cafer Tayyar Paşa da Bulgaristan’a kaçmak isterken köylüler tarafından yakalanarak Yunanlılara teslim edilmiştir 14. Her iki devletin galiplerle imzaladıkları Mütareke hükümlerine göre Türkiye ve Bulgaristan’ın birbirleriyle ilişki kurmaları yasaklanmıştı. Ancak Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Ankara Hükümeti, kendisini bu yükümlülüklere bağlamaksızın yukarıda izahına çalıştığımız saikler dolayısıyla Bulgaristan ile doğrudan resmi ilişkiler kurmaktan yana bir politika sergiledi. Bu amaçla TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa 30 Nisan 1920’de Bulgaristan Başbakanı Aleksandır Stambolisky’e bir mektup gönderdi. Mustafa Kemal Paşa bu mektupta Türk halkının Milli Mücadeleden maksadını, yeni meclisin açılış gayesini ve ülkede bulunan Hıristiyan unsurların Türk milletinin himayesinde olduklarını ve kendilerine hiçbir zarar gelmeyeceğini anlatarak, halkın Bulgaristan’dan isteklerini sıralıyordu15. Atatürk’ün bu mektubu iki Hükümet arasında diplomatik ilişkilerin kurulması konusunda bir deneme niteliği taşıyordu 16. Bu ilk deneme Stambolisky üzerinde pek etkili olamadı. Bulgaristan Hükümeti, İngiltere ve müttefiklerinden gelecek tepkilerden çekiniyordu. Bu bakımdan Ankara Hükümeti ile bu aşamada temasa geçmeyi pek doğru bulmadı17. Mustafa Kemal Paşa, Başbakan Stambolisky’den ilişkilerin başlaması konusunda açık bir karşılık alamayınca politika değiştirerek muhalefet partileri ileri gelenleri ve Parlamento (Sobranje)’nun Müslüman üyeleri ve Trakya ihtilal Komiteleri liderleri ile temasa geçmeyi denedi. Böylece bir taraftan Ankara ile Sofya arasında doğrudan görüşmeleri başlatmak amacına matuf olarak kamuoyu oluşturulacak diğer taraftan da Bulgaristan’daki Trakya ihtilal komiteleri Batı Trakya ve Makedonya’da Yunanistan’a karşı harekete geçirilecekti. Mustafa Kemal Paşa bu amaçla Bolu Milletvekili Cevat Abbas (Gürer) Bey’i Bulgaristan Hükümeti Nezdinde TBMM Hükümeti’nin Memuru Mahsusu18 sıfatıyla Sofya’ya gönderdi (Şubat-Temmuz 1921). Ancak Bulgar Hükümeti’nin Cevat Abbas Bey’in bu unvanını tanıyıp tanımadığı şüphelidir. Bu konuda elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır. Çünkü Cevat Abbas Bey’in Bulgaristan’daki görüşmeleri 12 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bıyıklıoğlu, Tevfik, Trakya’da Milli Mücadele, C. I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1987, s. 374-384. 13 Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 281. Geniş bilgi için bkz.: Türkiye-Bulgaristan İlişkileri, s. 99-106. Bu göçmen ve askerler Milli Mücadele sonrasında yeniden memleketlerine dönmüşlerdir. Ben kendim de Trakya’nın Yunanlılar tarafından işgali sırasında Bulgaristan’a iltihak eden ve savaş sonrasında yeniden ülkesine dönen göçmen ailelerden birinin evladıyım. Rahmetli dedemden bu konuda pek çok hikâye dinlemiştim (V.A.) 14 Bu konuda bkz. Akın, Veysi, “Cafer Tayyar Paşa’nın Esir Alınışı ve Esaret Hayatı”, İlmi Araştırmalar Dergisi, İlim Yayma Cemiyeti Yay, İstanbul, 1995, s. 31-38. 15 Mektup Fransızca olarak yazılmıştı. Mektubun içeriği hakkında geniş bilgi için bkz. Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 281. 16 Velikov, Stefan, “Kemal Atatürk ve Bulgar-Türk İlişkileri”, IX. Türk Tarihi Kongresi Bildirileri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1989, s. 1959; Hakov, a.g.e., s. 1273. 17 Ancak Mustafa Kemal Paşa aynı dönemde Sovyet yönetimi ile de temasa geçmiş ve olumlu neticeler almıştı. Sovyet yönetimi ile kurulan ilk ilişkiler hakkında geniş bilgi için bkz. Sonyel, Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986, s. 5-22. 18 Bu unvan Cevat Abbas Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı bir mektupta geçmektedir. Bkz. Şimşir, Bilal N., Atatürk İle Yazışmalar (1920-1923), C.I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981, s. 432. 44 ve faaliyetleri başta Yunanistan ve İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri temsilcilerinin dikkatlerini çekmiş ve ülke dışına çıkarılması hususunda Bulgar makamlarının uyarılmasına sebep olmuştur. Başlangıçta Cevat Abbas Bey’e göz yuman Stambolisky Hükümeti daha sonradan gelen baskılar karşısında Cevat Abbas Bey’den Bulgaristan’ı terk etmesini istemiştir19 Cevat Abbas Bey, Sofya’da kaldığı süre içerisinde bütün olumsuzluklara rağmen görevini başarı ile sürdürmüş ve Türkiye’ye gönderdiği raporlarda özellikle çeteler konusunda olumlu adımlar atılabileceği işaretini vermiştir. Onun bu işareti üzerine Türk Genelkurmayı Batı Trakya konusunda bir strateji belirleyerek, deneyimli bir çeteci olan Fuat (Balkan) Bey’i Bulgaristan ve Batı Trakya’da faaliyetlerde bulunmak üzere görevlendirdi20. Fuat Bey, çetecilerden ve Bulgaristan’daki muhalif liderlerden yardım almakla beraber, İngiltere’nin baskısı altında bulunan Bulgar Hükümeti’nden bu konuda yeterince destek göremedi 21. Bulgaristan Hükümeti, her ne kadar Fuat Bey ve arkadaşlarına doğrudan destek vermiyorsa da Bulgar halkının menfaatleri gözetilerek faaliyetlerine göz yumuyordu22. Bulgaristan böyle davranarak hem Türkleri küstürmek istemiyor hem de Neuilly Antlaşması hükümlerini harfiyen yerine getiriyor görünerek galip devletler katında anlaşma hükümlerini hafifletmek ve İtilaf devletleri denetiminde bulunan Batı Trakya’dan Ege Denizine çıkış ihtimalini riske atmak istemiyordu23. Bulgaristan’ın bu politikası Milli Mücadele sonlarına kadar devam edecektir. Cevat Abbas Bey’in Parlamenterler ve bazı askeri yetkililer ile görüşmesinin ilk semeresi kısa bir süre sonra alındı. Bulgaristan Parlamentosu üyeleri Angel Grozkov ve Selim Ağa ile Yüzbaşı Pissarof’tan oluşan bir heyet görüşmelerde bulunmak üzere Ankara’ya geldi (Mayıs 1921). Heyet Ankara’da saygı ile karşılanmış ve Eskişehir- Kütahya harp mıntıkalarına götürülerek gezdirilmiştir24. Bu seyahatin resmi olup olmadığı tartışılmaktadır. Bazı araştırmacılar seyahatin Başbakan Stambolisky’nin bilgisi dâhilinde olduğunu ifade ederler 25. Bu konudaki İngiliz belgeleri ise farklı bir düşünce ortaya koymaktadır. İngiliz belgelerine göre Hükümet bu seyahatten sorumlu tutulmamaktadır26. Öyle anlaşılıyor ki, Bulgar Hükümeti bu seyahatten haberdar olmakla beraber Cevat Abbas ve Fuat Bey meselesinde olduğu gibi, sorumluluk yüklenmek istememektedir. Bu sebeple Hükümet, basına açıklama yaparak Bulgar yönetiminin Türk milliyetçileri ile herhangi bir 19 Cevat Abbas Bey’in Sofya’daki faaliyetleri hakkında geniş bilgi için bkz. Bıyıklıoğlu, a.g.e., C. I, , s.387-390. Bu süre zarfında Cevat Abbas Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya icraatını anlatan bir raporu için bkz. Şimşir, Bilal N., Atatürk İle Yazışmalar I (1920-1923), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1981, s. 429-436. Cevat Abbas Bey’in bu şekilde Bulgaristan’da bulunması bazı araştırmacılar tarafından Ankara’nın Sofya nezdindeki resmi temsilcisi olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Bkz. Velikov, a.g.e., s. 1956-56, Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 282 ve Ortaylı, İlber, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Bulgaristan’daki Yılları”, IX. Türk Tarih Kongresi Kongreye Sunulan Bildiriler, C. III, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1989, s. 2401-2046. 20 Bıyıklıoğlu, a.g.e., C. I, s. 397. 21 TBMM, Bulgaristan’daki çete faaliyetlerinden bir hayli umutluydu. Bu maksatla Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Bulgaristan çeteleri ile işbirliği konusunda bir de yönerge hazırlanmıştı. Yönergeye göre bu çeteler Yunan kuvvetlerini mümkün olduğu kadar Anadolu dışında tutmak ve meşgul etmek için Batı Trakya’da Yunanlıların işgali altında bulunan yerlerde tahrikat ve teşvikatda bulunacaklardı. Bkz. Bıyıklıoğlu, a.g.e., C.I, 397-400, ayrıca konu ile ilgili belgeler için bkz. A.g.e., C.II, s. 98-101, bkz. Vesika No: 97b-1. 22 Nitekim Bulgaristan’ın içinde bulunduğu bu sıkıntılı durum Bulgar ve Türk yetkililerin yaptıkları açıklamalara da yansımış bulunmaktadır. Bulgaristan Başbakanı Stambolisky 7 Nisan 1921’de Parlamentoda yaptığı konuşmada Ankara ile ilişkiler konusunda içinde bulunduğu sıkıntıyı şöyle izah etmektedir. “Kemal Paşa’nın Bulgaristan’da bazı temsilcileri vardır. Bu durum büyük sorunlar yaratmıştır. Müttefiklerin büyük kuvvetlerinin bulunduğu İstanbul’dan buraya Kemalist temsilciler gelmiştir. Bu şahıslara izin verilmiştir. Bunların neden geldikleri soruluyor. Size soruyorum, hangi uluslararası anlaşma bizi onları kovmaya mecbur edebilir? Onlar Yunanistan ile savaştalar. Bulgaristan’da az mı Rum var? Biz esir bir ülke mi, yoksa bağımsız bir ülke miyiz?Biz buraya gelmiş ve hiçbir kötülük yapmayan insanları kovabilir miyiz?” Bu konuşma için bkz. Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 282. 23 Hakov, a.g.e., s. 1271–1272. 24 Velikov, a.g.e., s. 1956. Mustafa Kemal Paşa, Sofya Ataşemiliterliği döneminden Bulgarların yapısını iyi biliyordu. Bu bakımdan güttüğü ince siyasetin meyvelerini Milli Mücadele yıllarında Bulgarları yanına çekerek alabilmiştir. Bkz. Ortaylı, a.g.e., s. 2401-2046. 25 Bkz. Velikof, a.g.e., s. 1956, aynı kişiden alıntı yaparak Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 282 26 Sonyel, a.g.e., s. 235. 45 teması olmadığını ve Türk-Yunan çatışmasında tarafsızlığını koruduğunu bildirme gereği duymuştur. Ayrıca Başbakan Stambolisky Parlamento’da yaptığı konuşmada milletvekillerinin kendi özel işleri için Ankara’ya gittiklerini Bulgaristan’ın Türkiye ile hiçbir bağlantısının olmadığını açıklamıştır27. Stambolisky Hükümeti’nin bu ikilemine karşın Ankara doğrudan ilişkiler konusunda daha kararlı görünüyordu. Ankara için bunun iki önemi vardı. Batı Trakya’da elde edilecek neticenin Türk-Yunan savaşına olan askeri katkıları ve diplomatik tanınma. Bu amaçla Mart 1922’de Avrupa başkentlerine gerçekleştirdiği diplomatik seyahatten dönen Türk Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey görüşmelerde bulunmak üzere Sofya’ya uğradı. Görüşme talebinde bulunduğu Başbakan’ın tavrında büyük bir değişme yoktu. Yusuf Kemal Bey, ısrarlara rağmen Stambolisky’den randevu alamadı. Parlamento Başkanı ve Maliye Bakanı ile görüşebildi28. Ancak bu durum dahi Bulgaristan’ın TBMM Hükümeti ile ilişkilere eskisinden daha ılımlı baktığı anlamını taşıyordu. Demek ki Türk ordularının Sakarya’da kazandığı zafer, dünyanın birçok ülkesini etkilediği gibi Bulgar yönetiminin de Ankara’ya bakışını bir nebze olsun değiştirmişti29. Bununla beraber Bulgaristan’ın Türkiye ile resmi temas kurma konusunda bir müddet daha ihtiyatlı davranarak İstiklal Harbi’nin bitmesi ve Barış Konferansı müzakerelerinin başlamasını beklemesi gerekmiştir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa 1 Mart 1922’de TBMM’nin üçüncü yasama yılı açış konuşmasında “Efendiler! Millî davamızla ilgili olması nedeniyle bugünkü durumumuzla ilgili bulunan Balkan hükümetlerinden de biraz söz etmek istiyorum. Bugünkü dünyanın genel siyasî durumunun etkisi altında, Bulgaristan hükümetinin suskun ve hareketsiz kaldığı görülüyor. Fakat Bulgar halkının hayatî çıkarlarının Türkiye ile ortak olduğunun bilincinde bulunduğuna eminim. Bulgaristan’ın şimdi veya sonra bu yakınlığının gereğini yapacağına da inanıyorum. Türkiye dostluğunun kendilerine sağlayacağı büyük yararlardan Bulgaristan’ın uzak kalacakları beklenemez” diyerek Bulgaristan’ın içinde bulunduğu ikilemi ortaya koymuş ve yakın gelecekte bu politikadan kurtulacağını da söylemiştir30. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın ileri görüşlülüğü bir kez daha ortaya çıkmış, 26 Ekim 1922’de Parlamento konuşmasında Stambolisky, Mustafa Kemal ve Milli Mücadeleyi destekleyen açıklamalar yapmıştır. Türkiye’nin cephede ve cephe gerisindeki diplomatik zaferlerinden etkilenen Sofya Hükümeti, artık Ankara ile iyi komşuluk ilişkilerinin kurulması zamanın geldiğini düşünerek önce Dimitri Açkov başkanlığındaki bir heyeti görüşmelerde bulunmak üzere Ankara’ya gönderdi (Aralık 1922). Bunu 21-31 Ocak 1923 tarihleri arasında Türkiye’ye gelen Bulgaristan eski Edirne Başkonsolosu Todor Markov’un ziyareti izledi. Markov İzmir’de Mustafa Kemal Paşa ile gayet dostane geçen bir görüşme yapmış ve bu görüşmeden her iki taraf da memnun kalmıştı31. Bu görüşmeler sırasında Markov, Mustafa Kemal Paşa’dan Bulgaristan’ın batı Trakya’dan Ege Denizi’ne çıkışı için diplomatik destek istemiş ve o da kendisine iki ülke arasında dostluk ilişkilerinin kurulmasının önünde hiçbir engel olmadığını vurgulayarak şöyle demiştir32: “Bize Balkanlarda bir dost halk gerekir. Bulgar halkı ise bizim ihtiyaçlarımıza coğrafi, politik ve ekonomik açıdan en iyi cevap vermektedir. İki halk arasındaki dostluk, sizi de bizi de daha güçlü, 27 Sonyel, a.g.e., s. 234-235. Bulgaristan belgelerine göre bu delegeler Başbakanın bilgisi dahilinde Ankara Hükümeti ile irtibat kurmak maksadıyla gizli olarak gönderilmiştir. Bkz.: Hakov, Cengiz, “İki Dünya Savaşı Arası Dönemde Bulgaristan-Türkiye Siyasi-Diplomatik İlişkileri (1919-1938)”, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Türk-Bulgar İlişkileri Bildiriler, Osmangazi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2005, s.154. 28 Tengirşenk, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967, s. 274. 29 Sakarya Savaşı’nın Türkler tarafından kazanılması başta Türk-Sovyet ilişkileri olmak üzere, Türk-Fransız ve TürkABD ilişkilerini olumlu yönde etkilemişti. Bunun neticesi olarak Sovyetler ile Moskova Anlaşması, Fransızlar ile Ankara Anlaşması imzalanmış ve ABD de TBMM Hükümeti ile temasa geçmek üzere Ankara’ya temsilciler göndermişti. Bütün bu gelişmeler göz önünde bulundurulacak olursa Bulgaristan Yönetiminin Sakarya Savaşının getirdiği olumlu havadan etkilenmemiş olması düşünülemez. 30 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, C.I, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989, s. 253. 31 Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 282. 32 Hakov, “Bulgaristan-Türkiye Siyasi-Diplomatik İlişkileri (1919-1938)”, s.154. 46 daha bağımsız yapacaktır. Bulgaristan’ın Ege Denizi’ne çıkış konusuna gelince bunu destekleyeceğiz, çünkü bu Bulgaristan için hayati önem taşıyan bir meseledir”. Öyle anlaşılıyor ki, Markov-Mustafa Kemal Paşa görüşmesi Türkiye-Bulgaristan komşuluk ve dostluk ilişkilerinin kurulmasının önünü açan ilk resmi temastır. Bu görüşmelerin özellikle Lozan Konferansı dönemine denk gelmesi tesadüfî bir hadise değildir. Öncelikle yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Türkiye’nin kazandığı askeri ve diplomatik zaferler ilişki kurma konusunda Bulgaristan üzerindeki İngiliz baskılarının kalkmasına ve Sofya Hükümeti’nin daha rahat hareket etmesine yol açmıştır. Ayrıca komşu iki devlet olan Bulgaristan ve Türkiye arasında Konferans esnasında herhangi bir sınır sorunu bulunmayışı da bunda bir etken olarak görülebilir. Çünkü bu iki ülke sınır sorunlarını daha önceden halletmişlerdi. Bu dönemde Bulgaristan için en önemli sorun Batı Trakya ve buradan Ege denizine çıkış ile Karadeniz’e sınırı bulunması dolayısıyla da Boğazlar konusuydu. Bu hususlarda her iki devletin görüşleri arasında temel bir uyuşmazlık bulunmuyordu. Her iki ülke için ortak hedef Yunanistan’dı. Bu ortak hedef Türkiye ve Bulgaristan’ı Lozan Konferansı müzakereleri esnasında birleştirebilirdi. Bulgaristan Lozan Konferansı esnasında Batı Trakya tezini, Batı Trakya’nın Yunanlılardan alınarak Neuilly Antlaşması döneminde olduğu gibi Müttefikler arası özerk bir yönetime bırakılması ve kendileri için Ege denizine bir mahreç sağlanması üzerine oturtmuş bulunuyordu 33. Türk tarafı da Batı Trakya tezini Misak-ı Milli metnine göre belirlemişti. Buna göre Batı Trakya halkı plebisit yaparak kendi kaderini belirlemeliydi34. Bu noktada Türkiye de özerk bir Batı Trakya yönetimini destekleyebilirdi. Ayrıca Türkiye Bulgaristan’ın Ege denizinde bir mahreç verilmesi tezini de destekliyordu35. Bu bakımdan İsmet Paşa, Konferans öncesinde ve devamında Bulgar Heyet Başkanı Stambolisky ile bazı hususi görüşmelerde de bulunmuştu 36. Türk Hükümeti, daha Lozan Konferansı’nın ilk günlerinde Bulgaristan ile siyasi temas kurmak istiyordu. Nitekim Heyet-i vekile Reisi H. Rauf Bey 28 Kasım 1922’de Lozan’da bulunan Baş Murahhas İsmet Paşa’ya bir telgraf çekerek “Bulgaristan’a bir mümessil-i siyasi göndermekliğimiz için teşebbüsatta bulunmasını” istemişti37. İsmet Paşa ile Hükümet arasında gerçekleştirilen yazışmalarda, bu konuda kimlerle görüştüğü ve ne gibi bir netice aldığına dair herhangi bir bilgi bulunmamakla beraber Aralık 1922’de Açkov heyetinin ve hemen ardından da Markov’un Türkiye’ye gelmeleri ve Türkiye ile doğrudan temasa geçmek istemeleri İsmet Paşa’nın bu konuda bazı teşebbüslerde bulunduğuna işaret etmektedir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa Markov ile görüşmesi sırasında da iki ülke arasında normal diplomatik ilişkilerin başlamasının yararlarından bahsetmiş bulunmaktaydı38. Bu görüşme ve teşebbüsler olumlu netice vermiş olmalıdır ki, Türkiye mütareke yıllarında Bulgaristan nezdinde haklarını koruyan İspanya Büyükelçiliği refakatinde Başkonsolos sıfatıyla görev yapmak üzere Enver Bey adında bir hariciyeciyi Sofya’ya gönderdi (Mayıs 1923)39. Buna karşılık Bulgaristan da İsveç Elçiliğine bağlı bulunmak kaydıyla Markov’u İstanbul’a yolladı. Ancak kendisine şu talimatı vermeyi de ihmal etmedi. “Bulgaristan ile Ankara arasında münasebetler, dış siyasi sebepler yüzünden şimdilik 33 Bulgaristan Başdelegesi Stambolisky’nin 22 Kasım 1922 günkü Konferans oturumunda yapmış olduğu uzun konuşmada “Demek istiyorum ki, müttefik Büyük devletlerin emrinde kalmasını ve bu devletlerin burada demiryollarımızın geçeceği ve kıyılarında limanlarımızı yapacağımız, gerçekten tarafsızlandırılmış bir bölge haline getirecek bir rejim kurmalarını istiyoruz” diyerek bu hususa işaret etmiştir. Bkz. Lozan Barış Konferansı, C. 1, tutanaklar-belgeler, (çev. Seha L. Meray), Yapı Kredi Yay., İstanbul 1993, s.29-31. 34 Atatürk’ün Milli Dış Politikası 1919-1923, C.I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992, s. 497, bkz. Belge No: 90. 35 İsmet (İnönü) Paşa’nın müzakereler esnasında savunduğu Türk tezi ve Bulgaristan’ı desteklemesi konusunda bkz. Lozan Barış Konferansı, C. 1, s. 45-46 ‘İsmet Paşa’nın konuşmaları). Ayrıca bkz. Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları I (1922-1923), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1990, s.120-121 Belge No: 19 (İsmet Paşa’dan Heyet-i Vekile Riyaseti’ne Telgraf). 36 Şimşir, Lozan Telgrafları, C. I, s. 102. 37 Şimşir, Lozan Telgrafları I, s. 140. 38 Sarıkoyuncu, a.g.e., s. 282-283. 39 Şimşir, Lozan Telgrafları, C. I, s. 140, bkz. Dipnot. 47 resmi değil, nim-resmi olabilir. Resmen Bulgar menfaatlerinin korunması hala, sizin de şahsen görev aldığınız İsveç Elçiliği’ne mevdu bulunmaktadır”40. Anlaşılacağı üzere bu süreç de iki ülke arasında doğrudan siyasi ilişkilerin başlamasına yeterli olmadı. Bir taraftan Lozan Konferansının henüz neticelenmemiş olması ve İngiltere’nin Bulgaristan üzerindeki baskıları diğer taraftan da konferansın devam ettiği bir dönemde Stambolisky Hükümeti’nin devrilmesi ve Türkiye’nin yeni hükümeti İngiliz yanlısı olarak görmesi siyasi ilişkilerin kurulmasını geciktirdi. Ancak çok geçmeden Aleksandır Tsankov Hükümeti’nin Batı Avrupa devletlerince tanınması ve Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması, Türk-Bulgar siyasi ilişkilerinin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırdı41. 3. TÜRKİYE-BULGARİSTAN DOSTLUK ANTLAŞMASI Siyasi ilişkilerin önündeki engellerin kalkması üzerine Türkiye, siyasi ilişkilerinin yeniden kurulması ve aynı zamanda Bulgaristan’da yaşayan Türklerin haklarının garanti altına alınması amacıyla diğer devletlerle olduğu gibi Bulgaristan ile de bir dostluk anlaşması imzalamak istiyordu. Bulgaristan’ın da aynı arzuda olduğu biliniyordu. 1923 Kasım ayında tecrübeli diplomat Simeon Radeff’in İstanbul Bulgar maslahatgüzarı olarak Türkiye’ye gelmesi iki ülke arasındaki görüşmeleri yeniden başlattı. İkili temaslar ve yazışmalar sonrasında Türkiye ve Bulgaristan heyetleri Haziran 1924’te Ankara’da müzakerelere başladılar. Görüşmelerde Bulgaristan’ı Ortaelçi S. Radeff, Türkiye’yi de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tevfik Kamil Beyler temsil ediyorlardı. Görüşmelere başlar başlamaz Türk tarafı önce iki ülke arasında askıda kalmış sorunları masaya yatırdı. Bu konuların başında göçmenler, Bulgaristan ve Türkiye’deki azınlık hakları geliyordu. Bulgar heyeti bu konuların dostluk anlaşması sonrasına bırakılmasını istediyse de Türklerin ısrarı üzerine Türk tezini kabul etmek zorunda kaldı. Bu sebeple Ankara’da gerçekleşen Türk-Bulgar müzakerelerinin merkezine iki ülke arasındaki göçmenler sorunu ve azınlıkların durumları ile ilgili konular oturmuş oldu. Ancak bu sorunlar kolay çözülebilecek gibi görünmüyordu. Her iki taraf da tartışmalı hususlarda karşı tarafın daha fazla taviz vermesini beklediği için müzakereler uzayıp gidiyor, bazen de kesiliyordu. Kesilen görüşmeler yeniden başlıyor ve aynı sıkıntılar tekrar yaşanıyordu. Bu durum müzakerelerin bir yıldan fazla uzamasına sebep oldu. Her iki taraf da müzakerelerin bu şekilde uzamasından memnun kalmamakla beraber meseleyi kendi lehlerine çözmek istiyorlardı. Nihayet iki yıla yakın süren görüşmeler neticesinde bir uzlaşma sağlanarak 18 Ekim 1925’te bir Dostluk Antlaşması ve ona ek olarak bir protokol imzalandı42. Türkiye Cumhuriyet ile Bulgaristan Krallığı arasında imzalanan bu antlaşmaya göre43: 1- Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgar Krallığı arasında bozulmaz bir barış ve içten ve sonsuz bir dostluk kurulacaktı. 2- Bağıtlı yüksek taraflar, iki devlet arasındaki diplomasi ilişkilerini devletler hukuku kurallarına uygun biçimde kurmak konusunda anlaşmışlardı. Taraflar, her birinin diplomatik temsilcilerinin öteki taraf ülkesinde karşılıklı olma koşulu ile devletler genel hukuku kurallarına dayanan bir işlem görmesini kararlaştırmışlardır. 40 Hakov, “Atatürk ve Bulgaristan İle Türkiye Arasında Yeni Siyasal-Diplomatik Münasebetler”, s. 1276. Lozan Antlaşması’nın imzası sonrasında Markov, Bulgar Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı bir yazıda “Lozan’da imzalanmış barış antlaşması Türkler için büyük bir politik zaferdir. Savaş sonrası ilişkilerdi, diğer komşularımızın oluşturduğu düşmanca çember içinde nefes alabileceğimiz Doğu’da tek bir açık kapı kalıyor- o da şimdiye kadar bize karşı iyi niyetliliğini defalarca kanıtladığı Türkiye kapısıdır” diyerek bu hususa işaret etmektedir. Hakov, “Atatürk ve Bulgaristan İle Türkiye Arasında Yeni Siyasal-Diplomatik Münasebetler”, s. 1277. 42 Müzakereler hakkında daha geniş bilgi için bkz. Hakov, “Atatürk ve Bulgaristan İle Türkiye Arasında Yeni SiyasalDiplomatik Münasebetler”, s. 1277-1280. 43 Andlaşmanın metni için bkz. Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı Arasında Mün’akid Muhadenet Muahede ve İkamet Mukavelenamesi, Türkiye Cumhuriyeti Hariciye Vekaleti Yay., Ebu Ziya Matbaası 1926, s. 1-8, ayrıca bkz. Soysal, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), C. I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1983, s. 255-259. Andlaşma metni Eklerde sunulmuştur. Bkz. Ek-No: 1. 41 48 3- Bağıtlı yüksek taraflar, bir ticaret sözleşmesi, bir oturma sözleşmesi ve bir hakem antlaşması yapma konusunda anlaşmışlardır. 4- Bu antlaşmaya bağlı olarak kabul edilen protokol, onun bütünleyici bir parçasını oluşturacaktı. Görüldüğü üzere andlaşma metni çok yalın ve kısa tutulmuştu. Andlaşma esas itibarıyla Türkiye ile Bulgaristan arasında bozulmaz bir barış ve sonsuz bir dostluk kurulduğunu ve devletler hukuku ilkelerine uygun bir biçimde iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin başlamasını öngörüyordu. Ayrıca ileride Ticaret, Oturma ve Hakemlik konularında da birer mukavele yapılmasını garanti altına alıyordu. Andlaşmanın bir de ek protokolü mevcuttu ki, taraflar arasındaki sorunlar burada ele alınarak çözüme kavuşturulmaktaydı. Ek protokolde de özellikle göçmenler sorunu ve azınlık hakları karşılıklı olarak düzenleniyordu. Ek protokol A,B,C,D,E,F,G,H bentlerinden oluşuyordu. Ek protokole göre44; 1- Türk Hükümeti Lozan Andlaşması’nın azınlıklara dair hükümlerinden Türkiye’deki Bulgar azınlığı ve Bulgaristan da buna mukabil Neuilly Barış Andlaşması ile Bulgaristan’daki azınlıklar için kabul ettiği hükümlerden Müslümanları yararlandırmayı taahhüt etmiş bulunuyorlardı. 2- Türkiye ve Bulgaristan karşılıklı olarak daha önceden göç edenlerin uyrukluk ve taşınmaz mallarına dair hususları yeniden düzenlemişlerdir. 3- Türkiye ve Bulgaristan karşılıklı olarak, 1913 Türk-Bulgar Antlaşması’nın iki devlet arasında sınırları belirleyen hükümleri dışında diğer bütün maddelerini yürürlükten kaldırmışlardır. Türkiye adına Bakanlık Müsteşarı Tevfik Kamil Bey’in Bulgaristan adına da Simeon Radeff’in Ankara’da imzaladıkları 18 Ekim 1925 tarihli Dostluk Andlaşması 30 Mayıs 1926’da TBMM’de onaylandı ve 17 Ağustos 1926’da karşılıklı olarak yürürlüğe girdi. Andlaşmanın imzasının ardından Türk Hükümeti önce Ali (Türkgeldi) Bey’i Sofya Mümessili olarak Bulgaristan’a gönderdi ardından da Ekim 1926’da da Hüsrev (Gerede) Bey’i Sofya Büyükelçiliği görevine atadı. Böylece Türkiye ve Bulgaristan I. Dünya Savaşı sonrasında her iki ülkenin İtilaf Devletleri ile imzaladıkları mütareke sözleşmeleri gereği kendi inisiyatifleri dışında koparmış oldukları siyasi ilişkileri yeniden başlatmış oldular. Türk-Bulgar yakınlaşmasının ve diplomatik ilişkilerinin yeniden kurulmasında o devirde iki ülkenin başında bulunan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve Çar III. Boris (1918-1943)’in katkıları büyüktür. Nitekim Bulgar Çarı Boris, Büyükelçi Hüsrev Gerede’nin kabulünde kendisine hediye edilen Mustafa Kemal Paşa tarafından kaleme alınan (Almanca) Nutuk’u kabul ederken Türkiye Cumhurbaşkanı’na duyduğu muhabbeti şöyle ifade etmiştir: “Büyük değerli hediyeden dolayı ulu Gazi’ye benim en samimi teşekkürlerimi iletiniz. Benim şevketli Cumhurbaşkanına olan sevgi ve samimiyetim nezaketin sınırlarını aşmaktadır. Batının sanat ve kültürünü Doğunun hayatına aktararak yeni kültürlü ve güçlü bir devlet yaratan ulu dâhinin önünde baş eğiyorum”45. Bu anlaşmanın ardında iki ülke arasında dostluk ve ilişkileri kuvvetlendirecek tarafsızlık, uzlaşma, adli, meselelerle ilgili yeni sözleşmeler yapıldı46. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler dost ülkeler arasındaki arzulanan seviyelere getirildi. İsmet Paşa 1929 yılında yaptığı bir konuşmada “Bulgaristan ile münasebatımız iyi hissiyat ile meşbudur. Komşu memleketin inkişaf ve saadeti bizim samimi dileğimizdir“ diyerek ikili ilişkilerin seviyesinden duyduğu memnuniyeti belirtmiştir 47. Bunun göstergesi olarak iki ülke arasında karşılıklı ziyaretler başlamış ve ilk ziyareti Bulgaristan gerçekleştirmiştir. Bulgaristan Başbakanı Nikola Muşanov 1931 yılında Türkiye’yi 44 Protokol metni için bkz. Ekler: Ek-No: 1. Hakov, “Bulgaristan-Türkiye Siyasi-Diplomatik İlişkileri (1919-1938)”, s.154. 46 Soysal, a.g.e., s. 375-378. 47 Öztürk, Kazım, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ve Programları, Ak Yay., İstanbul 1968, s.118. 45 49 ziyaret etmiş ve bu esnada Başbakan İsmet (İnönü), Meclis Başkanı Kazım Karabekir ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Beylerle resmi temaslarda bulunmuş ve Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından kabul edilmiştir48. Bundan iki yıl sonra da (1933) Türkiye Başbakanı İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras Bulgaristan’ giderek resmi temaslarda bulunmuş ve ikili ilişkilerin kuvvetlenmesine aracı olmuşlardır 49. Ancak bundan sonra da iki devlet arasındaki ilişkiler Bulgaristan’ın burada yaşayan Türk varlığına tavrı ve ideolojik yaklaşımlar sebebiyle yine inişli çıkışlı bir seyir izlemeye devam etti. Önce Diktatörlük dönemi (1934–1946), daha sonra da Komünist dönem (1946–1990) iktidarlarının ülkelerinde yaşayan Türklere ve Türkiye’ye bakışları dolayısıyla dost ve komşuluk anlayışının dışındaki bir mecraya doğru sürüklenmiştir. Buna soğuk savaş yıllarının getirdiği iki kutuplu dünya çekişmeleri de eklenince Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler istenildiği düzeyde yürütülememiştir. Nitekim bu süreçte 1950, 1970 ve 1985’li yıllarda Bulgaristan’ın on binlerce Türkü göçe zorladığı ve bu göçler sırasında yaşananlar hala hafızalarda canlı olarak durmaktadır50. Ancak şimdi bu yıllar geride kalmış, Bulgaristan’daki yeni rejim, Türk azınlığa yönelik baskıcı politikaları ortadan kaldırmış ve iki ülke arasındaki sorunların çözümüne yönelik zemin hazırlanmıştır. Bunun neticesi olarak da ticari ve ekonomik ilişkilerin daha da ileriye götürülmesi için gerekli hukuki çerçeve tamamlanarak bu alanlarda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. İki ülke arasındaki ticaret ve yatırım hacmi günden güne artmaktadır. SONUÇ Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasındaki en önemli amacı Lozan Antlaşması ile ortaya çıkan mevcut durumunu dünyaya tanıtmak ve tüm komşularıyla barışçı ilişkiler kurmaktı. Ankara Hükümeti, kuruluşundan itibaren bunun mücadelesini vermiş ve özellikle Balkanlardaki gelişmeleri ve Bulgaristan’daki Türk varlığını dikkate alarak bu ülke ile koparılan siyasi ilişkilerin kurulmasını önemsemiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu maksatla Sofya Askeri ataşeliği dönemindeki tecrübelerinin de yardımı ile her iki ülke arasındaki ilişkilerin kurulması için büyük çaba sarf etmiş ve sonunda I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin baskılarını aşarak amacına ulaşmıştır. Bu amaca ulaşılmasında Bulgaristan devlet adamlarının istek ve çabaları da şüphesiz yadsınamaz. İşte bu çabalar sonucunda Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması ortaya çıkmış ve iki ülke arasındaki siyasi ilişkilerin başlatılmasının yanı sıra göçmenlerin ve azınlıkların haklarına dair temel sorunlar da çözülmüştür. Bu sayede Bulgaristan’daki Türkler uzun süre rahat yaşayabilmişlerdir. O dönemde sarf edilen bu çabalar günümüz ilişkileri bakımından da büyük önem arz etmektedir. 48 Esmer, Ahmet Şükrü, Siyasi Tarih 1919-1939, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara, 1953, s. 212. Soysal, a.g.e., s. 374. 50 Bu dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler açısından bkz. Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri, Genelkurmay Yay., Ankara 1976, s. 93-114, Öksüz, Hikmet, “Atatürk Döneminde Balkan Politikası”, Türkler, C. 16, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 627-628, Börklü, Meşkure Yılmaz, “Tarihsel Seyri İçinde Bulgaristan Türklerinin Durumu ve Türkiye’nin Bölge Türklerine Yönelik Politikaları”, www.turan.tc/kalem/bilimsel/bul-mak.htm-101k. 1923-1939 yılları arasında 198.688 Türk, 1940-1949 yılları arasında 21.353 Türk, 1950-51 yıllarında 154.393 Türk, 1960’lı yıllarda da 130.000 Türk ve daha sonraki dönemlerde de takriben 313.000 civarında Türk Bulgaristan’ın göç ettirme politikası sebebiyle 500 yıllık tarihi yurtlarını bırakarak kendilerine kapılarını açan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Bu konuda geniş bilgi ve göç istatistikleri hakkında bkz. Şimşir, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı Bildiriler Kitabı, 7 Haziran 1985, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1987, s. 211,212, s. 218, s.227 ve 338, Ayrıca en son göç dalgası için bkz. Toğrol, a.g.e., s. 1-2. Bütün bu göçlere rağmen bu gün Bulgaristan’da yaklaşık olarak 1.000.000 civarında Türk yaşadığı bilinmektedir. Türkler, 1990 sonrasındaki gelişmelere bağlı olarak ülkelerinde daha rahat yaşamaktadırlar. Parlamentoda temsil edilmekte ve kültürel haklarını kullanabilmektedirler. 49 50 KAYNAKÇA Akın, Veysi, “Cafer Tayyar Paşa’nın Esir Alınışı ve Esaret Hayatı”, İlmi Araştırmalar Dergisi, İlim Yayma Cemiyeti Yay, İstanbul, 1995. Alp, İlker, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Ankara 1990. Atatürk’ün Milli Dış Politikası, 1919-1923, C.I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989. Aybars, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ege Üniversitesi Yay., İzmir 1984. Aydın, Mahir, Şarki Rumeli Vilayeti, Türk Tarih Kurumu Ankara 1992. Balkanlı, Ali Kemal, Şarki Rumeli ve Buradaki Türkler, Elhan Kitabevi Yay., Ankara 1986. Bıyıklıoğlu, Tevfik, Trakya’da Milli Mücadele, C. I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1987. Börklü, Meşkure Yılmaz, “Tarihsel Seyri İçinde Bulgaristan Türklerinin Durumu ve Türkiye’nin Bölge Türklerine Yönelik Politikaları”, www.turan.tc/kalem/bilimsel/bul-mak.htm-101k. (15.08.2012). “Bulgaristan”, Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yay., İstanbul 1985. Esmer, Ahmet Şükrü, Siyasi Tarih 1919-1939, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara 1953. Hakov, Cengiz, “Atatürk ve Bulgaristan İle Türkiye Arasında Yeni Siyasal-Diplomatik Münasebetler”, Uluslararası II. Atatürk Sempozyumu 9-11 Eylül 1991, C.II, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1996, s. 1271-1278. Hakov, Cengiz, “İki Dünya Savaşı Arası Dönemde Bulgaristan-Türkiye Siyasi-Diplomatik İlişkileri (1919-1938)”, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Türk-Bulgar İlişkileri Bildiriler, Osmangazi Üniversitesi Yay., İstanbul 2005. Halaçoğlu, Ahmet, Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1995. Halaçoğlu, Ahmet; “Bulgar Mezalimi”, Türkler, C. 13, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 308-314. İpek, Nedim, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1994. Kurat, Akdes Nimet, “Bulgaristan”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., Eskisehir 1997. Lozan Barış Konferansı, C. 1, tutanaklar-belgeler, (çev.) Seha L. Meray, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1993. Ortaylı, İlber, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Bulgaristan’daki Yılları”, IX. Türk Tarih Kongresi Kongreye Sunulan Bildiriler, C. III, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara1989. Öksüz, Hikmet, “Atatürk Döneminde Balkan Politikası”, Türkler, C. 16, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002,s. 627-628. 51 Rasony, Laszlo, Tarihte Türklük, Ankara 1971. Sarıkoyuncu, Ali, “Milli Mücadele’de Türk Bulgar İlişkileri”, Türkler, C. 16, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002. Sonyel, Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986. Soysal, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), C. I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1983. Şentürk, Hüdai, Osmanlı Devleti’nde Bulgar Meselesi (1850-1875), Türk Tarih Kurumu Yay., 1992. Şimşir, Bilal N. , Bulgaristan Türkleri, Bilgi Yay., Ankara, 1986. Şimşir, Bilal N., Rumeli’den Türk Göçleri, I-III, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1970. Şimşir, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk varlığı Bildiriler Kitabı, 7 Haziran 1985, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1987. Şimşir, Bilal N., Atatürk İle Yazışmalar (1920-1923), C.I, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1981. Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları I (1922-1923), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1990. Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri, Genelkurmay Yay., Ankara, 1976. Tengirşenk, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967. Toğrol, Beğlan, 112 Yıllık Göç (1878-1989 Boğaziçi Üniversitesi Yay., İstanbul 1989. Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı Arasında Mün’akid Muhadenet Muahede ve İkamet Mukavelenamesi, Türkiye Cumhuriyeti Hariciye Vekaleti Yay., Ebu Ziya Matbaası 1926. Velikov, Stefan, “Kemal Atatürk ve Bulgar-Türk İlişkileri”, IX. Türk Tarihi Kongresi Bildirileri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1989. Yücel, Yaşar, “Balkanlarda Türk Yerleşmesi ve Sonuçları”, Bulgaristan’da Türk Varlığı (Bildiriler), Ankara, 1985. 52 EKLER Ek-1: Türkiye İle Bulgaristan Arasında Mün’akid Muhadenet Muahedenamesi Bir taraftan Türkiye, Diğer taraftan Bulgaristan, Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı arasındaki samimi muhadenet rabıtalarını tesis ve takviye etmek hususunda aynı derecede samimi arzu perverde ettikleri o iki devlet beyninde münasebat tesis olunca işbu münasebetin kendi milletlerinin refah ve saadetine hadim olacağı kanaatiyle mütehassıs bulundukları cihetle bir muhadenet muahadesi akdine karar vermişler ve bu hususta murahhasları olmak üzere: Türkiye Reis-i Cumhuriyeti: Hariciye Vekâleti Müsteşarı Tevfik Kamil Bey’i Ve Haşmetlü Bulgar Kralı: Bulgaristan Vaşington Fevkalade Murahhas ve Ortaelçisi Mösyö (Simeon Radeff)i tayin eylemişlerdir. Müşarün-ileyhüma usulüne muvafık görülen salahiyetnameleri ba’del-tebliğ ahkâm-ı atiyyeyi kararlaştırmışlardır. Madde 1: Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan Krallığı arasında gayr-ı kabil-i ihlal sulh ve samimi ve daimi muhadenet cari olacaktır. Madde 2: Tarafeyn-i aliyeyn-i akdeyn iki devlet arasındaki siyasi münasebatı hukuk-ı düvel esaslarına tevfikan tesis hususunda ittifak etmişlerdir. Tarafeyn-i her birinin siyasi mümessillerinin mütekabiliyet şartıyla diğerinin arazisinde hukuk-ı umumiye-i düvel esasına müstenid muameleye mazhar olmalarını kabul etmişlerdir. Madde 3: Tarafeyn-i aliyeyn-i akideyn, bir ticaret mukavelenamesi ve bir ikamet mukavelenamesi ve bir hükm muahedesi akd etmek hususunda mutabık kalmışlardır. Madde 4: İşbu muahedename tasdik olunacak ve tasdiknameler Ankara’da sürat-i mümkine ile teati edilecektir. İşbu muahedename tasdiknamelerinin teatisinden itibaren on beş gün sonra iktisab-ı mer’iyyet edecektir. Madde 5: İşbu muahedenameye merbut protokol anın mütemmem bir cüzini teşkil eder. Tasdikan-lü’lmakal tarafeyn murahhasları işbu muahedenameyi imza ve mühürleriyle tanzim eylemişlerdir. 1925 senesi 18 Teşrinievvel’inde iki nüsha olarak Ankara’da tanzim olunmuştur. Tevfik Kamil- S. Radeff Türkiye ile Bulgaristan Arasında Mün’akid Muhadenet Muahedenamesine Merbut Protokol. A Ekalliyetlerin himayesine dair (Neuilly) Muahedenamesinde münderic bulunan ahkâmın kâffesinden Bulgaristan’da mütemekkin Müslüman ekalliyetlerini ve (Lozan) muahedenamesinde münderic bulunan ahkâmın kafesinden de Türkiye’de mütemekkin Bulgar ekalliyetlerini istifade ettirmeği iki hükümet birbirine karşı taahhüd eder. 53 (Neuilly) ve Lozan) muahedenamelerinden her birine vaz’ül-imza devletlerin ekalliyetlere müteallik olarak haiz oldukları bilcümle hukuku mütekabilen Bulgaristan Türkiye’ye ve Türkiye de Bulgaristan’a karşı tanır. Haşiye: Lisan-ı maderzadı Bulgarca olan gayr-ı Müslim Türk teb’ası Bulgar ekalliyetine mensub addolunacaktır. B 1913 Türkiye’si arazisinde tevellüd edüb de işbu protokolün tarih-i imzasına kadar Bulgaristan’a hicret ile Kraliyette mer’i kavanin-i dahiliyye mucibince Bulgar tabiiyeti iktisab etmiş bulunan bilcümle Bulgarları, Türk Hükümeti Bulgar teb’ası olarak tanır. Bulgaristan’ın 1913’teki hududu dâhilinde tevellüd edüb de işbu protokolün tarih-i imzasına kadar Türkiye’ye hicret ile Cumhuriyette mer’i kavanin-i dâhiliye mucibince Türk tabiiyeti iktisab eylemiş bulunan bilcümle Müslümanları, Bulgar Hükümeti Türk teb’ası olarak tanır. Zatülzevc kadınlar zevclerinin ve on sekiz yaşından dun olan çocuklar ebeveynlerinin şeraitine tabi olacaklardır. Şurası mukarrerdir ki yukarıda mevzu-ı bahs olan Türk Bulgar teb’ası (C) maddesinde mezkûr aksam müstesna olmak üzere, Bulgaristan ve Türkiye arazilerinde mütekabilen malik oldukları emval üzerindeki hakk-ı mülkiyetlerini muhafaza eder. İstanbul şehri müstesna olmak üzere Türkiye’nin Avrupa kıtasında kâin arazisinde tevellüd edüb de Bulgaristan’a hicret etmiş olan Bulgarlar, mezkûr arazide yeniden temekkün etmek isterler ise Türkiye Hükümeti her hususu madde hakkında muvafakat edib etmemek hususunda serbesti-i temini muhafaza ider. 1913 senesinde Bulgaristan’a ilhak olunan kazalarda tevellüd edüb de Türkiye’ye hicret etmiş olan Müslümanlar mezkûr arazide yeniden temekkün etmek istedikleri takdirde Bulgar hükümeti aynı hakkı muhafaza eder. Haşiye: İşbu protokol ahkâmı mucibince İstanbul, bu namda olan şehir emanetinin 1913 kanuniyle tahdid olunan menatıkından ibarettir. C İstanbul şehri müstesna olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa kıtasındaki arazisi ahali-i asliyesinden olup da 5-18 Teşrinievvel 1913 tarihinden sonra işbu protokolün imzası tarihine kadar Bulgaristan’a hicret etmiş olan Bulgarlara ve Balkan Harbi’ni müteakib Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan arazi ahali-i asliyesinden olub da 5-18 Teşrinievvel 1913 tarihinden işbu protokolün imzası tarihine kadar Türkiye’ye hicret etmiş olan Müslümanlara ait her nevi emval-i gayr-ı menkule, arazisinde bulundukları devletler tarafından mütekabilen iktisab edilmiş olacaktır. D Bulgaristan’da kâin ve Türkiye teb’asına ait olup da madde-i sabıkanın saha-i tatbiki haricinde kalan her nevi emval-i gayr-ı menkule, halen meşru sahiplerinin taht-ı tasarruflarında değilse bunlara hukuken makamlarına kaim olanlara yahud vekillerine iade edebilecektir. İşbu emval hakkında her ne sebeple olursa olsun tatbik olunan istisnai tedabir ve ahkâmın kâffesi işbu protokol mevki-i mer’iyyete vazolunur olunmaz ref olunacaktır. Muhacir veya yerliler tarafından işgal olunan emval için, alakadar sahiplerine adilane bir bedel icar-ı takdir ve ita olunacaktır. Alakadaran 5-18 Teşrinievvel 1913’den evvel memleket-i asliyelerini terk eylediklerini mütekabilen her iki memleket muhakemesi huzurunda kanuni esbab-ı subutiye ile isbat etmeye mecburdurlar. Şurası mukarrerdir ki yukarıda zikrolunan bilumum ahkâm her biri taalluk ettiği hale tatbik olunmak üzere B bendinin iki birinci fıkralarında istihdaf olunan eşhasın emvali hakkında da tatbik edilir. E Yeni Bulgar arazisinin ilhakından evvel iktisab olunan hukuk ve Osmanlı İmparatorluğu’nun selahiyatdar devairlerinden sadır olan evrak-ı adliye ve senedat-ı resmiye aks-i halin kanunen sübutuna değin, muteber ve gayr-ı kabil-i ihlaldir. 54 F Tarafeyn-i akideyn, İstanbul Muahedesi ile lahikalarının ahkâmını iki devlet arasında hududu tespit tayin eden kısmı müstesna olmak üzere, mevcudiyeti hitama ermiş ve hükmü kalmamış addetmekte müttefiktirler. G Mesai-i hukuk-ı tasarrufiyesine müteallik kanunun Bulgaristan’da bulunan Türk teb’asına tarz-ı tatbiki hakkında Bulgar murahhası tarafından Türk murahhasına tevdi olunan mektup işbu protokolün mütemmim bir cüzini teşkil edecek ve anınla birlikte mevki-i mer’iyye vazolunacaktır. H İşbu protokolün tatbiki hususunda zuhur edebilecek olan müşkilat hükümeteyn beyninde siyasi müzakerata mevzu teşkil edecektir. 18 Teşrinievvel 1925’de Ankara’da iki nüsha olarak tanzim kılındı. Tevfik Kamil- S. Radef Zabıtname Zirde vaz’ül-imza Türk ve Bulgar murahhasları, iki hükümet beyninde müzakere olunan ukudu, yani bir muhadenet muahedesi ve anın mütemmim cüzini teşkil eden merbuti protokolü ve bir ikamet mukavelenamesi imza etmek üzere Ankara’da Hariciye Vekâleti’nde 18 Teşrinievvel 1925 tarihine müsadif günde ictima etmişlerdir. Müşarünileyhüma merbut protokolün “D” maddesinin mealini daha iyi tayin etmek ve hükümetlerinin mütekabil hüsn-i niyetleri hususunda hiç şüpheye mahal bırakmamaktaki kaideyi takdir ile bu fıkra ahkâmının istihdaf ettiği emvalin iadesi, ne bir taraftan ne diğer taraftan hiçbir itiraz serdedilmeksizin icra olunacağını, hükümetleri namına beyan eylerler. İşbu zabıtname iki nüsha olarak tanzim olunmuştur. Tevfik Kamil-S. Radef Ankara 18 Teşrinievvel 1925 Ankara’da Hariciye Vekâleti Müsteşarı Tevfik Kamil Bey’e Murahhas Efendi, Müzakeratımız esnasında izhar buyurduğunuz arzuya tabiyen hükümet-i metbu’amın Bulgaristan’da bulunan Türk teb’asının mesai-i hukuk-ı tasarrufiye kanunu mucibince istimlâk edilen emvali hakkında bu kanunun tatbikine müteallik olarak Sırb, Hırvat ve Slavon Krallığı ile akdettiği itilafı tamamıyla tatbik etmeyi taahhüt eylediğini zat-ı âlilerine te’yid eylemekle müftehirim. İhtiramat-ı faikemin lütfen kabul buyurulmasını rica eylerim murahhas efendi. İmza S. Radeff 55 56 THE SALONICA ISSUE AND THE BALKAN WARS Dimitris MICHALOPOULOS ABSTRACT Salonica was a Jewish and not a Greek city early in the twentieth century. At the outbreak of the First Balkan War, therefore, the Greek Army was to advance northward, namely to Bitola (Monastir). Still, the Greeks captured Salonica and not Bitola. In fact, the Ottomans made easy the Greeks’ advance by retreating without fighting; for the Ottoman Commander-in-Chief wanted to prevent Salonica from being seized by the Bulgarians. As a result, the city was surrendered to the Greeks on October 27, 1912, albeit the Bulgarian Army’s Macedonian irregulars had entered Salonica earlier. After Salonica was annexed into Greece (thanks to the 1913 Bucharest Treaty), several steps were taken in order to persuade Salonica Jewry to abandon the city. Since, nonetheless, that the Jews were not eager to emigrate, a conflagration destroyed the very centre of Salonica, i.e. the part of the city where Jews had their homes and businesses, on August 5, 1917. It was arson; and the indirect responsibility of the Greek authorities is established long ago. SELANİK SORUNU VE BALKAN SAVAŞLARI ÖZET Selanik 20. yüzyılın başlarında bir Yunan şehri değil, Yahudi yerleşim yeriydi. Birinci Balkan Savaşı patlak verdiğinde, Yunan ordusu kuzeye, yani Manastır’a (Bitola) doğru ilerlemekteydi. Ne var ki, Yunanlılar Manastır’ı değil, Selanik’i ele geçirmişlerdir. Aslında, Osmanlı başkomutanının Selanik’in Bulgarlar tarafından işgalini önlemek istemesinden dolayı şehirden savaşmadan geri çekilmesi Yunan ilerleyişini kolaylaştırdı. Sonuç olarak, Bulgarların düzensiz Makedon birlikleri Selanik’e daha önce girdiyse de; sonuçta şehir 27 Ekim 1912’de Yunanlılara terk edildi. Selanik Yunanistan’a katıldıktan sonra (1913 Bükreş Antlaşması sayesinde), Selanik’teki Yahudi cemaatin şehri terk etmelerine ikna etmek için pek çok adım atıldı. Yahudiler her şeye rağmen göç etmeye niyetli olmadığından, 5 Ağustos 1917’de Yahudi ev ve işyerlerinin olduğu şehrin merkezinde bir yangın çıkarıldı. Bu, Yunanlı yetkililerin dolaylı sorumluluğunda uzun zaman önce yapılan bir kundaklama eylemiydi. INTRODUCTION Early in 1912, the conclusion of an alliance of the Christian Kingdoms of the Balkans against the Porte was all but a Pulcinella secret. 1The weight of organizing the war was initially carried by Bulgaria, pivot of the alliance against the Porte.2 Autochthonous Macedonians were considered to be Bulgarians by that time and, if truth be told, most of them actually had a Bulgarian Board of Directors, Historical Institute for Studies on Eleutherios Venizelos and his Era, Athens, Greece. E-Mail: [email protected] 1 Sinan Kuneralp and Gül Tokay (ed.), Ottoman Diplomatic Documents on the Origins of World War One. The Balkan Wars. First Part (Istanbul: The Isis Press, 2012 [hereafter: Balkan Wars, 1]), p. 33, doc. 9: Mavroyeni Bey, Ottoman Ambassador in Vienna, to Assim Bey, Foreign Minister of the Sublime Porte. 2 Édouard Driault and Michel Lhéritier, Histoire diplomatique de la Grèce de 1821 à nos jours, vol. V (Paris : PUF, 1926), p. 71. 57 national conscience. 3 The Bulgarian political leadership, therefore, thought themselves called by duty to remove the remnants of Ottoman rule in Europe. 1. THE WARS The Bulgarian Army was outstandingly strong in mid-1912. It numbered 300,000 men with 800 guns, whilst the Serbian one had only 220,000 with 500 guns (and a Cavalry 3,000 strong). 4 As far as the Greek Army was concerned, it was nearly 90,000 strong men in Thessaly,5 but swelled to 100,000 at the very eve of the war6 and doubled in number after the hostilities began, because of Greek-Americans rushing as volunteers.7 There were also units of 10,500 troops in Epirus.8 The prestige, nevertheless, of the Greek Army was low after the defeat it had suffered in 1897; beside that, the rank and file was undisciplined 9 and its Logistics left much to be desired.10 On the other hand, 300,000 Ottomans were expected to serve under the colours in the case of war in the Balkans;11 nearly 25,000 of them were to fight against the Greek Thessaly Army; 12 but at the outbreak of the war merely 15,000 troops were ranged alongside the Greek-Turkish frontier there (with very few guns). 13 Further, the Greek Army had organized a well-working espionage network in Macedonia 14 and most of the Christian privates of the Ottoman Army were expected to desert after war was declared.15 The point, however, is that as early as mid-May, 1912, a Bulgarian-Greek Treaty of Defensive Alliance was signed in Sofia.16 The Treaty was completed by a Military Convention signed in the Bulgarian capital as well, on September 22 of that same year.17 The Bulgarian-Serbian Alliance Treaty and Military Convention were signed a couple of months earlier.18 No alliance between Serbia and Greece was conducted;19 for the Bulgarians were the irrefutable protagonists of the Balkan League’s genesis and crystallization. The Bulgarian military leadership, moreover, 3 Albert Londres, Les comitadjis ou le terrorisme dans les Balkans. Translated into Greek by Dēmētrēs Michalopoulos (Athens : Petsivas, 2008), p. 21ff. 4 Geniko Epiteleio Stratou. Dieuthynsē Historias Stratou (= [Greek] General Staff. Department of Military History), Ho Hellēnikos Stratos kata tous Valkanikous polemous tou 1912-1913 (= The Greek Army in the Balkan Wars, 1912-1913), vol. 1 (hereafter: Ho Hellēnikos Stratos, 1), Athens: Dieuthynsē Historias Stratou, 1988, p. 25. 5 Hypourgeion Stratiōtikōn. Genikon Epiteleion Stratou (= [Greek] Ministry of War]. [= Greek] General Staff)-Polemiki Ekthesis (= Report on the War), Ho Hellinikos Stratos kata tous Valkanikous Polemous tou 1912-1913 (= The Greek Army in the Balkan Wars, 1912-1913), vol. 1. Parartēma (=Annex [hereafter: Parartēma]), Athens: Ethniko Typographeion, 1932, doc. 211a: Colonel Napoleon Sōtilēs to the Ministry of War, Larissa, October 6, 1912, p. 98. 6 Ho Hellēnikos Stratos, 1, p. 25. 7 X. Stratēgos, Ho hellēnotourkikos polemos tou 1912 (= The 1912 Greek-Turkish War), Athens: “Hellēnikē”, 1932, pp. 45, 48. 8 Ho Hellēnikos Stratos, 1, p. 25. 9 Parartēma, doc. 1413: Lampros Koromēlas, Foreign Minister of Greece, to Crown Prince Constantine, Athens, December 2, 1912, pp. 478-479; doc. 1431: Constantine to Koromēlas, Salonica, December 12, 1912, pp. 487-488. 10 Ibid., doc. 120: The Crown Prince Constantine, Commander-in-Chief of the Thessaly Army, to the Ministry of War, Larissa, September 30, 1912, p. 55. 11 Parartēma, doc. 5: Dēmētrios Panas, Greek minister at Sofia, to the Foreign Ministry of Greece, Sofia, August 14, 1912, p. 5. 12 Ibid., doc. 203: Information Bulletin signed by Captain Athanasios Hexadaktylos, p. 92. 13 Stylianos Gonatas, Apomnēmoneumata, 1897-1957 (=Memoirs, 1897-1957), Athens, 1958, p. 39. 14 Already in 1910, thanks to Greek consuls in the border provinces of the Ottoman Empire. (Historiko kai Diplōmatiko Archeio tou Hypourgeiou Exōterikōn [Archives of the Foreign Ministry of Greece; hereafter: AYE], 1911, 49, Eleutherios Venizelos (in his capacity as Minister of War) to the Foreign Ministry of Greece, No. 22626. B/48, Athens, December 4, 1910. 15 Parartēma, doc. 195a: General Order (signed by the Crown Prince Constantine), pp. 88-89. 16 Ibid., doc. 2, pp. 3-4. 17 Ibid., doc. 16, pp. 11-12. 18 É. Driault and M. Lhéritier, Histoire diplomatique, V, pp. 69-70. 19 Ibid., p. 71. 58 expected the war to be victorious20 albeit a long one. 21 Still, the key person proved to be an Ottoman general, namely Hasan Tahsin Paşa. He was of Albanian stock22 and fluent in Greek (and married with a Greek lady). His professional rise was unexpected. For at the beginning of his career, he was merely a rural guard; afterwards he became a non-commissioned officer in the Ottoman Army and, finally, obtained a commission. 23 His promotion to the rank of General was due to his many acquaintances,24 though he proved at last to be a good officer.25 The crux point is that, when hostilities began, Ali Riza Paşa (and not Hasan Tahsin Paşa) was the Commander-in-Chief of the Ottoman troops in Macedonia;26 Ali Riza Paşa was renowned for bellicosity and ability in warfare.27 The question was, therefore, how Hasan Tahsin was substituted for Ali Riza. The whole story is like a conjuring trick. As a matter of fact, Hasan Tahsin Paşa was the Commander of the VIII Army Corps, with headquarters in Damascus, Syria.28 But this very Army Corps came under the authority of Salonica (a heavily fortified city by then);29 and so Hasan Tahsin Paşa was appointed Commander-in-Chief of the Ottoman troops at the Bistriça (Haliacmon) river.30 At the end, an “extraordinary” VIII Army Corps was created, with headquarters in Kozanē, south-western Macedonia; and Hasan Tahsin Paşa gained the command. 31 This was the way that he replaced Ali Riza Paşa as Commander-in-Chief of the Ottoman troops against the Greek ones. As aforementioned, he was an experienced Army officer. Yet after the first engagements with the Greek troops, he seemed to have lost every hope of gaining the war and made haste to retreat to Salonica.32 In fact, the Ottoman troops abandoned their positions in Sarantaporon during the first hours of the 10th of October, 1912;33 left intact a bridge over the Bistriça river;34 did not defend Kozanē albeit well fortified; 35 did not fight on the Vardar river.36 In other words, after the battles at Sarantaporon and Yenice-i Vardar, Hasan Tahsin Paşa did not want to resist any more37. Further, on the 22nd of October, the field officers deserted the Ottoman troops covering Salonica. 38 A couple of days further, i.e. on October 24, Lampros Koromēlas, Foreign Minister of Greece, sent off the following cable to Constantine, Crown Prince and Commander-in-Chief of the Greek troops operating in Macedonia: “According to information from Berlin… the Ambassador [of a Great Power]… implores you [i.e. Constantine] to enter Salonica the sooner the better; if so, it is most 20 Parartēma, doc. 5: D. Panas to the Foreign Ministry of Greece, Sofia, August 14, 1912, p. 5. Ibid., doc. 3: D. Panas to the Foreign Ministry of Greece, Sofia, August 14, 1912, p. 4. 22 Ibid., doc. 1932: telephonic discussion of Major Skoufos with Kōnstantinos Nider, Chief of Personnel of the Greek Ministry of War, p. 467. 23 Vasileios Nikoltsios and Vasilēs K. Gounarēs, Apo to Sarantaporo stē Thessalonikē. Hē hellēnotourkikē anametrēsē tou 1912 mesa apo tis anamnēseis tou stratēgou Hasan Tahsin Pasa (= From Sarantaporon to Salonica. The 1912 GreekTurkish conflict through the memoirs of Hasa Tahsin Paşa), Salonica, 2002, p. 10. 24 Ibid. 25 X. Stratēgos, Ho hellēnotourkikos polemos tou 1912 , p. 13. 26 Parartēma, doc. 210, p. 97. 27 Ibid., doc. 209: Information Bulletin, October 4, 1912, p. 95. 28 N. Th. Kladas, “Prōtos Valkanikos Polemos” (=The First Balkan War), Megalē Hellēnikē Enkyklopaideia (= The Great Greek Encyclopaedia), vol. VI (Athens: Pyrsos, 1928), p. 549. 29 Ibid. 30 Parartēma, doc. 197: Nikolaos Mauroudēs, Greek consul at Bitola, to the Foreign Ministry of Greece, p. 89; doc. 210: Information bulletin issued by A. Hexadaktylos on October 4, 1912, p. 97. 31 Ho Hellēnikos Stratos, 1, p. 28. 32 X. Stratēgos, Ho hellēnotourkikos polemos tou 1912, p. 13. 33 Ho Hellēnikos Stratos, 1, pp. 56-57. 34 Ibid., p. 59. 35 Ibid., p. 62. 36 Parartēma, doc. 681a: General Moschopoulos to the General Staff of the Army, October 23, 1912, p. 245; S. Gonatas, Apomnēmoneumata,p.41; X. Stratēgos, Ho hellēnotourkikos polemos tou 1912, p. 60. 37 Parartēma, doc. 681: Hasan Tahsin Paşa’s cable captured by the Greeks, October 21, 1912, p. 244. 38 Ibid., doc. 702: L. Koromēlas to Crown Prince Constantine, Athens, October 23, 1912, p. 250. 21 59 likely that the Great Powers will agree to Salonica being annexed into Greece”. 39 The Ambassador in Berlin who was so keyed up over Salonica was the French one, namely Jules Cambon. 40 In other words, the city was ready to be taken by the Greek Army. In reality, Hasan Tahsin Paşa was a landowner in the area around Salonica.41 He dreaded, therefore, that Salonica might be captured by the Bulgarians.42 For Macedonians, under Jane Sandansky’s leadership, were fighting the Ottomans as irregulars of the Bulgarian Army; 43 and Hasan Tahsin Paşa was terrified by the anti-plutocratic slogans put forward by the Internal Macedonian Revolutionary Organization (IMRO). As a matter of fact, bomb attacks, carried out by the “Boatmen”, an anarchist IMRO group, took place in Salonica as early as 1903.44 These attacks were intended to provoke the intervention of the Great Powers in Macedonia in favour of the autochthonous Slavic populations; this aim was achieved thanks to the Mürzsteg agreement, concluded in that very year, 1903, between Franz Joseph, Emperor of Austria and Apostolic King of Hungary, and Nicholas II, Emperor of all the Russians. Yet the “Boatmen” were considered to be Bulgarians and their attacks panicked Salonica Jewry. That is why in 1912 the Jews of Salonica wished their city to be captured by the Greeks and not the Bulgarians. As aforementioned, J.Sandansky was leader of the Macedonians fighting against the Ottoman troops as irregulars of the Bulgarian Army.45 His komitadjis were the first to enter Salonica – before the Greeks and Bulgarians did. 46 Hasan Tahsin Paşa managed to have the city surrendered to the Greeks, who, unlike the Bulgarians and their irregulars,47 had a great reputation for being lenient by then towards Moslems and Jews.48 Salonica was actually surrendered to the Greeks on the 27th of October, 1912.49 Yet the surrender protocol was dated October 26,50 in order to exclude Bulgarian/Macedonian claims to be lodged against Salonica’s occupation by the Greeks. It is in this very “fact” that the main cause of the Second Balkan War is to be found. For Sandansky’s Macedonians tried to legalize their capture of Salonica by placing the Bulgarian flag atop the minaret of Saint-Sophia mosque and intending to sing a Te Deum therein on November 1st. Saint-Sophia was an important Byzantine church,51 the cathedral of the city from the 8th century on, that became a mosque in the 16th century. Its very name exerted spiritual magnetism on the Christian Orthodox populations of the Balkans (thanks, of course, to its automatic association with the Istanbul Ayasofia). The Greek military authorities, 39 Parartēma, doc. 728, p. 257. Pericles A. Argyropoulos, Apomnēmoneumata (= Memoirs), Athens, 1970, pp. 101. 41 V. Nikoltsios and V. Gounarēs, Apo to Sarantaporo stē Thessalonikē…, p. 10. 42 Ibid., p. 68. 43 Hermenegild Wagner, With the victorious Bulgarians (London: Constable and Co., 1913), pp. 251, 254-255. 44 See mainly Giannēs Megas, Hoi “Varkarēdes” tēs Thessalonikēs. Hē anarchikē voulgarikē homada kai hoi vomvistikes energies tou 1903 (= The Salonica ‘Boatmen’. The anarchist Bulgarian group and the 1903 bomb attacks), Athens: Trochalia, 1994. 45 H. Wagner, With the victorious Bulgarians, p. 250. 46 P. A. Argyropoulos, Apomnēmoneumata, pp. 103-104. P. A. Argyropoulos was the first Governor General (Prefect) of Salonica, after the Greeks captured the city. 47 AYE, 1912, 2. 1, Nikolaos Gkikas, Greek vice consul at Kavalla, to the Foreign Ministry of Greece, dispatch No. 6, Kavalla, November 22, 1912; The Foreign Ministry’s Press Office at Salonica to the Foreign Ministry headquarters at Athens, dispatch No. 76, Salonica, November 27, 1912. 48 Pierre Loti, Turquie agonisante (Paris: Calmann-Lévy, 1913), p. 70. 49 Victor Dousmanēs, Apomnēmoneumata (= Memoirs), Athens: P. Dēmētrakos, n. d., p. 57; Sinan Kuneralp and Gül Tokay (ed.), Ottoman Diplomatic Documents on the Origins of World War One. The Balkan Wars. Second Part (Istanbul: The Isis Press, 2012), p. 165, doc. 1272: Said Halim Paşa, Grand Vizier and Foreign Minister, to Osman Nizami Paşa, Ambassador in Berlin and member of the delegation at the London Peace Conference, Constantinople, June 3, 1913. 50 AYE, 1912, 2. 1, the Major General Panagiōtēs Danklēs, Chief of the General Staff of the Greek Army, to the Minister of War (n.d.) 51 Herbert Adam Gibbons, Venizelos (Boston and New York: newton Mifflin, 1920), p. 125. 40 60 nonetheless, banned the komitadjis’ Te Deum to be sung;52 and the Bulgarian military leadership raised no objection. For it had already recognized the capture of Salonica by the Greek Army.53 The hypothesis that Hasan Tahsin Paşa was bribed by the Greeks is not to be excluded. 54 The Serbs, after they realized, during the spring of 1913, that the “sovereign and hereditary Albanian principality” to-be-created55 would deprive them of an outlet to the sea, began disputing with the Bulgarians the most important part of Macedonian territory. And the Bulgarians, after being exasperated by the loss of the major part of Macedonia, began to quarrel with the Greeks about what was to be done with Salonica. In short, the Second Balkan war was unavoidable; for the Bulgarians believed that in the Salonica affair they would be backed by the Russians.56 In fact, the war broke out in June, 1913; yet the Bulgarians, decimated by cholera57 and abandoned by the Russians, were defeated. 2. THE AFTERMATH Whatever the facts of the matter, Salonica was a Jewish city in early 20th century. 58 In 1912, prior to its capture by the Greeks, its population numbered 160,000 out of whom 90,000 were Jews. 59 The others were Turks (ca. 44,000) and Greeks (19,000). There were also Bulgarians, Armenians and “Franks/Levantines” (7,000 souls on the whole).60 It is unnecessary to say that the Salonica Jews were Sephardim, i.e. people or descendants of people who lived prior to their settlement in the Balkans in the Iberian Peninsula.61 They came to Salonica following their 1492 expulsion from Spain, and set up in Macedonia thanks mainly to Moses Kapsalis, chief rabbi (hahambaşı) of the Ottoman Empire.62 It was Kapsalis, in fact, who persuaded the Padişah Bayezid II to open the Empire to Jews fleeing Spain.63 The newcomers spoke dzudezmo (not to be confounded with Ladino 64), i.e. Castilian Spanish adapted to Jews’ every day life in an Ottoman megalopolis;65 and speedily evolved into a major economic and financial factor in the Balkans. 66 For shortly after Jews from Spain poured into Salonica, new waves of immigrants, their coreligionists, followed them from Portugal.67 Needless to say that, under the sovereignty of the Sublime Porte, the Sephardim enjoyed a privileged situation.68 That is why Salonica was regarded as the virtual “Mother of Israel”.69 52 General P. G. Danklēs, Anamnēseis – Engrapha – Allēlographia. To archeion tou (= Memoirs – Documents – Correspondence. His Archives). Edited by X. Leukoparidēs , vol. II, (Athens: Vagionakēs, 1965), p. 16. 53 P. A. Argyropoulos, Apomnēmoneumata, p. 104. 54 Herbert Adam Gibbons, Venizelos (Boston and New York: Houghton Mifflin, 1920), p. 124; V. Nikoltsios and V. Gounarēs, Apo to Sarantaporo stē Thessalonikē…, p. 10. 55 Georges Castellan, L’Albanie (Paris: PUF, 1980), pp. 21, 23. 56 AYE, 1912, 2. 5, Geōrgios Streit, Greek minister at Vienna, to the Foreign Ministry of Greece, coded message No. 34439, Vienna, November 10, 1912. 57 Their Army was short of a well organized sanitary service. (Balkan Wars, 1, p. 282, doc. 507: Rifaat Paşa, Ottoman Ambassador in Paris, to Gabriel Effendi, Foreign Minister of the Sublime Porte, Paris, December 2, 1912.) 58 AYE, 1912, 2. 2, Iōannēs Alexandropoulos, Greek minister at Belgrade, to the Foreign Ministry of Greece, coded message No. 36977, Belgrade, December 15/28, 1912. 59 P. A. Argyropoulos, Apomnēmoneumata, p. 107. 60 Ibid. Franks (Levantines)= people of Western European descent, ‘acclimatized’ in the Near East. 61 Sepharad= Spain (in Hebrew). 62 The office of hahambaşı was abolished in 1517. (Nicholas P. Stavroulakis and Timothy J. DeVinney, Jewish Sites and Synagogues of Greece [Athens: Talos Press, 1992], p. 9.) 63 Ibid., pp. 8, 163. 64 The somewhat “sacred language” of the Spanish Jewries. (Martine Berthelot, Cien años de presencia judía en la España contemporánea [Barcelona: KFM, n.d.], p. 31.) 65 Ibid. (Dzudezmo<judaeismus (Latin): a hypothetical etymology.) 66 Cf. N. P. Stavroulakis and T. J. DeVinney, Jewish Sites and Synagogues of Greece, pp. 8-9. 67 Nicholas Stavroulakis, Jewish Costumes of Greece and the Ottoman Empire (Athens: Association of the Friends of the Jewish Museum of Greece, 1986), Introductory Note. 68 N. P. Stavroulakis and T. J. DeVinney, Jewish Sites and Synagogues of Greece, p. 8. 69 Ibid., p. 166. 61 This situation was changing dramatically during the First World War, i.e. after Salonica was annexed into Greece. In March 1917, following the 1916 Greek military coup which divided Greece into two parts, one (with Salonica as capital) in favour of the Entente Cordiale and another neutralist/pro-German (the so-called “Athens” or “Old” Greece), Salonica Jewry recorded already a 10,000 loss of people. 70 The Sephardim Jews, nevertheless, still were strong enough to strive towards Salonica’s internationalization. 71 But it was then that a terrible blow struck them. On August 5, 1917 (Old Style) a fire broke out that burnt Salonica’s very economical and commercial centre. Up to now, explanation about the conflagration was never furnished. The Salonica Jews, nonetheless, accused the Greek government of setting the fire in order to destroy their wealth; to have dismissed for ever any prospect of the Macedonian megalopolis’ internationalization; and further annihilate the activity of Salonica’s port (up to then the most important in the Aegean Sea 72) in favour of Piraeus.73 Salonica Jewry, in fact, was the main victim of the 1917 blaze;74 for Jews were 80% of the fire-stricken people. 75 Venizelos, Prime Minister of Greece (unified again in spring 1917), declared urbi et orbi that a fair solution would be given to the problems with which the Jews had to cope because of the “great catastrophe”.76 He declared, nonetheless, that Salonica had to be totally “reconstructed”`; it was “hitherto” a “Turkish city” that lacked many of the attractions and conveniences which a modern city ought to possess”.77 This argument cannot be considered as true; for during the last decades of Ottoman rule, Salonica was provided with almost everything that a “modern metropolis” required.78 Still, Venizelos dropped a hint, during the meeting he had in London, several months after the conflagration, with a deputation of the Anglo-Jewish Association, that there was actually a “deep laid plant for the elimination of the Jews from Salonica”. As a matter of fact, the Greeks wanted to “supplant” them. 79 And with surprising cynicism declared the following: “Unfortunately, in commercial transactions, this instinct of supplanting other people often manifested itself, and he [Venizelos] had heard that there were even poor Jews who desired to supplant their richer brethren…”. Yet the Greek Government itself had no such intention, Venizelos stated.80 The formal assurance of Venizelos notwithstanding, the situation of Salonica Jewry was deteriorated at the end of the Great War.81 As a result, the Joint Foreign Committee of the Jewish Board of Deputies and the Anglo-Jewish Association concluded that Venizelos’ “good intentions” 70 “L’internalizzazione di Salonicco”, newspaper Israel (Rome), March 17, 1917. Ibid. 72 Ibid. 73 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn (= History of the Greek Jews), 1919, 1. 9. 2, I. N. Mallah, member of the Greek Parliament, to the newspaper Israel (Rome), Saint Moritz, Switzerland, March 16, 1919. 74 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, P. A. Argyropoulos, Governor General of Salonica, to the Foreign Ministry of Greece, coded message No. 129, Salonica, June 1, 1918. 75 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, Record of the meeting of Kl. Hadjilazaros, chairman of the Salonica Chamber of Commerce, with D. Lubin, U.S. representative to the Rome Agricultural Congress. (Included in the dispatch of September 14/27, 1918, of Ch. Simopoulos, Greek minister at Rome, to the Foreign Ministry of Greece.) 76 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, Minutes of the meeting of El. Venizelos with a deputation from the Foreign Affairs Committee of the Anglo-Jewish Association (London [no date given, but surely in 1918]). 77 Ibid. 78 Dēmētrēs Michalopoulos, “Thessalonikē. Tourkokratia kai Neōterē Periodos” (= Ottoman Rule and Modern Times”, Encyclopaedia Papyros-Larousse-Britannica, vol. 28th (Athens: Papyros, 1984), p. 119. 79 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, Minutes of the meeting of El. Venizelos with a deputation from the Foreign Affairs Committee of the Anglo-Jewish Association (London, 1918). 80 Ibid. 81 Newspaper Dacia (Bucharest), November 14th, 1919. 71 62 were either “defected” or “misunderstood”. 82 Such ‘suspicions’ proved to be right; for as early as 1918, the idea of emigrating to Palestine was forwarded semi-officially by Greek leaders as the “ideal solution” of Salonica Jewry’s problem. 83 It is unnecessary to give here a detailed account of what followed. The emigration of Salonica’s Sepharadim to Palestine and even Spain late in the 1920s proved to be anemic. 84 Salonica Jewry was not disposed to abandon the “Mother of Israel”. That is why, during the last term of Venizelos’ premiership, a blaze destroyed anew, in June, 1931, the Jewish area of Salonica; namely the Campbell shanty town built in order to shelter the victims of the 1917 catastrophe. Doubtless was now the involvement of Venizelist factors, and likely that of the Greek authorities. 85 Yet the fresh catastrophe did not persuade the Sephardim Jews to abandon Salonica. That is why they were ‘consumed’ during the peripeteia of the Second World War. CONCLUSION The string of coincidences thanks to which Hasan Tahsin Paşa was found from Damascus in Salonica was by no means a fortuitous one. In other words, he was the right person at the right moment, and in the right place to do what his protectors expected to be done. His well-known sympathy with the Greeks made things decisively easier for the Greek Army in south-western Macedonia; whilst his antipathy for the Bulgarians gave Salonica to the Greeks. Were not Hasan Tahsin Paşa moved from Syria to Macedonia, the outcome of the hostilities between the Greek Army and the Ottoman troops in the European portion of the Ottoman Empire would be doubtful. For the prestige of the Ottoman Army was (with just reason) still high at the outbreak of the First Balkan War.86 Still, the Salonica Jews were ill-fated. In the long run the Greek Government proved to be desirous of getting rid of them. That is why Salonica’s center was set on fire in August, 1917… …And why Salonica Jewry was abandoned to their fate during the Second World War. 82 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, Letter of Lucien Wolf to Joannes Gennadius, Greek minister at London, London, April 19, 1918. 83 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1918, 1. 8, Minutes of the meeting of Kl. Hadjilazaros with D. Lubin; Nikolaos Politēs, Foreign Minister of Greece, to the Greek Diplomatic Agency in Alexandria, Egypt, coded message No. 7259, Athens, August 16, 1918. 84 AYE, Historia Hellēnōn Hevraiōn, 1933, 3. 3. 2, The Greek Consul General at Barcelona to the Greek minister at Paris, dispatch No. 50, Barcelona, March 7, 1930; newspaper Action (Salonica), January 5, 1931. 85 http://www.istorikathemata.com/2010/10/29-1931.html. (Retrieved on July 29, 2012.) 86 Herbert Adam Gibbons, Venizelos, p. 118. 63 SOURCES AND BIBLIOGRAPHY A. Unpublished Sources Archives of the Foreign Ministry of Greece (AYE), 1911, 49; 1912, 2. 1;1912, 2.2; 1912, 2.5. Historia Hellēnōn Hevraiōn (= History of the Greek Jews), 1918, 1. 8; 1919, 1. 9. 2; 1933, 3.3.2. B. Published Sources Danklēs, General P. G., Anamnēseis – Engrapha – Allēlographia. To archeion tou (= Memoirs – Documents – Correspondence. His Archives). Edited by X. Leukoparidēs, vol. II, Athens: Vagionakēs, 1965. Hypourgeion Stratiōtikōn. Genikon Epiteleion Stratou (= [Greek] Ministry of War]. [= Greek] General Staff)-Polemiki Ekthesis (=Report on the War), Ho Hellinikos Stratos kata tous Valkanikous Polemous tou 1912-1913 (= The Greek Army in the Balkan Wars, 1912-1913), vol. 1. Parartēma (=Annex ), Athens: Ethnikon Typographeion, 1932. Kuneralp, Sinan and Tokay, Gül (eds.), Ottoman Diplomatic, Documents on the Origins of World War One. The Balkan Wars. Parts 1-2, Istanbul: The Isis Press, 2012. C. Bibliography Argyropoulos, Pericles A. ,Apomnēmoneumata (= Memoirs), Athens, 1970. Berthelot, Martine, Cien años de presencia judía en la España contemporánea, Barcelona: KFM, n.d. Driault, Édouard and Lhéritier, Michel, Histoire diplomatique de la Grèce de 1821 à nos jours, vol. V, Paris : PUF, 1926. Geniko Epiteleio Stratou. Dieuthynsē Historias Stratou (= [Greek] General Staff. Department of Military History), Ho Hellēnikos Stratos kata tous Valkanikous polemous tou 1912-1913 (= The Greek Army in the Balkan Wars, 1912-1913), vol. 1, Athens: Dieuthynsē Historias Stratou, 1988. Gonatas, Stylianos, Apomnēmoneumata, 1897-1957 (=Memoirs, 1897-1957), Athens, 1958. Kladas, N. Th., “Prōtos Valkanikos Polemos” (=The First Balkan War), Megalē Hellēnikē Enkyklopaideia (= The Great Greek Encyclopaedia), vol. VI (Athens: Pyrsos, 1928), pp. 548-570. “L’internalizzazione di Salonicco”, newspaper Israel (Rome), March 17, 1917. Londres, Albert, Les comitadjis ou le terrorisme dans les Balkans.Translated into Greek by Dēmētrēs Michalopoulos (Athens: Petsivas, 2008 Megas, Giannēs, Hoi “Varkarēdes” tēs Thessalonikēs. Hē anarchikē voulgarikē homada kai hoi vomvistikes energeies tou 1903 (= The Salonica ‘Boatmen’. The anarchist Bulgarian group and the 1903 bomb attacks), Athens: Trochalia, 1994. Michalopoulos, Dēmētrēs “Thessalonikē. Tourkokratia kai Neōterē Periodos” (= Ottoman Rule and Modern Times”, Encyclopaedia Papyros-Larousse-Britannica, vol. 28th (Athens: Papyros, 1984), pp. 115-121. 64 Nikoltsios, Vasileios and. Gounarēs, Vasilēs K., Apo to Sarantaporo stē Thessalonikē. Hē hellēnotourkikē anametrēsē tou 1912 mesa apo tis anamnēseis tou stratēgou Hasan Tahsin Pasa (= From Sarantaporon to Salonica. The 1912 Greek-Turkish conflict through the memoirs of Hasan Tahsin Paşa), Salonica, 2002. Stavroulakis, Nicholas, Jewish Costumes of Greece and the Ottoman Empire, Athens: Association of the Friends of the Jewish Museum of Greece, 1986. Stavroulakis, Nicholas P. and DeVinney, Timothy J., Jewish Sites and Synagogues of Greece, Athens: Talos Press, 1992. Stratēgos, X., Ho hellēnotourkikos polemos tou 1912 (= The 1912 Greek-Turkish War), Athens: “Hellēnikē”, 1932. 65 66 BULGARİSTAN’IN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN AYRILIŞ SÜRECİNDE BULGAR AYAKLANMALARI Mustafa BURMA ÖZET Osmanlı’nın Ortaçağ ve Yakınçağda tek tanrılı üç dine hoşgörü gösteren bir devlet politikasına sahip olması, Batı’da etnik ve dini azınlıklara karşı gösterdiği hoşgörü, batıya doğru yayılmada imparatorluğun karşısına çıkan engelleri en aza indiriyordu.1 Sultan, toprakları üzerinde yaşayan farklı etnik yapıları, bir tehlike unsuru haline getirmeden bir arada tutmayı çok iyi başarıyordu. Dinî ve sosyal tolerans, imparatorluğun bütünlüğünü koruyan en temel unsurdu. 2 Ancak, yakınçağ tarihi içinde, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde gelişen birbiriyle bağlantılı ve görünüşte engellenmesi zor olan süreç içinde, iki olay döneme damgasını vurmuştur. Bunlar, Rus imparatorluğunun sürekli yayılması ve Osmanlı imparatorluğunun kalıcı gözüken geri çekilmesidir.3 Rus İmparatorluğu bu yayılmayı gerçekleştirirken Bulgarlara büyük destek verdi. Bulgarları destekleyerek amacına ulaşmaya çalıştı. Bu süreçte Yunan ayaklanması modeli Bulgarlar tarafından da kullanılmış ve adeta onlara kılavuzluk etmiştir. Bu doğrultuda gerçekleşen isyanları Osmanlı ordusu bastırdı. Fakat her defasında karşısında, başta Rusya olmak üzere, büyük devletler vardı. Bulgarların yılmadan ve zalimce gerçekleştirdikleri eylemler neticesinde de bağımsızlığa giden yol açılmış oldu. Bağımsızlıktan sonar da cereyan eden ayaklanmalar yakın döneme kadar devam etmiştir. Anahtar Kelimeler: Bulgar, Bulgaristan, Çete, Komitacı, Partizan, Ayaklanma, Osmanlı İmparatorluğu. BULGARIAN REBELLIONS IN DISSOCIATION PROCESS OF BULGARIA FROM OTTOMAN EMPIRE ABSTRACT The Ottoman Empire had a big tolerated state policy to the three monotheistic religions in the Middle Age and recently time, showing tolerance towards ethnic and religious minorities in the west, always opened a way to spread to empire into west and minimized the obstacles. Sultan managed very well and kept a combination of different structures without an element of danger that live on the territory of Empire. Religious and social tolerance was the most important element in protecting the integrity of the empire. However, in contemporary history, especially the last quarter of the 19th century, there was two important historical events which are connected each other and really was difficult to stop these events. These two events were really important in this period. These are continuous spread of the Russian Empire and the withdrawal of permanent of Ottoman Empire. In the same time, when starting to spread to empire, the Russians gave great support to the Bulgarians to perform this expansion. They supported Bulgarian for their own purposes. In this process, Greek model of uprising also used by the Bulgarians and in fact this model guided the Bulgarians. The Ottoman army however suppressed riots that took place. But every time, mainly Russia and great powers were there and they gave supports to the mentioned states. As a result of tirelessly and cruel actions by Bulgarians paved the way to their independence. The riots, which occurred after independence went on until the recent days. Keywords: Bulgarian, Bulgaria, Gang, Irregular, Partisan, Rebellion, Ottoman Empire. Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Programı. E-posta: [email protected] 1 Kumrular, Özlem, Avrupa’da Türk Düşmanlığının Kökeni, Türk korkusu, 7. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, s.236 2 Kumrular, a.g.e., s.237. 3 Gökkaya, A. Kürşat – Yeşilbursa, Cemil Cahit, Yeni ve Yakın Çağ Tarihi, 2. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2010, s.175. 67 GİRİŞ 1789 Fransız İhtilâlinin yaydığı milliyetçilik ve hürriyet akımı, giderek güç kaybeden Osmanlı Devleti’ndeki çeşitli unsurları da etkiledi. O döneme kadar kendilerini Hıristiyan tebaa olarak gören insanlar artık kendilerini, Bulgar, Sırp, Rum ve Ulah olarak görmeye başladılar. Osmanlı Devleti 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarıyla4 gayrimüslimlerin temel hak ve hürriyetlerine saygı gösterdiğini açıkladı. Din ayırımının kaldırılarak, herkesin "eşit Osmanlı vatandaşları" olarak aynı hukukî statüye oturtulabilmeleri için pek çok alanda reformlar gerçekleştirildi. Ancak gayrimüslimlerin istedikleri artık yeni haklar, eşitlik değil; millî devletlerini kurmaktı. İlk örnekler 1803 Karayorgi, 1821 Mora isyanları ve 1829'da Yunanistan'ın bağımsızlığıdır. Yüzyıllardır Rumların yönetimindeki Fener Patrikhanesine bağlı olan ve "Rum Milleti" içinde yer alan Bulgarlar da Rusya'nın da kışkırtmaları sonucunda 1841 'den başlayarak sık sık ayaklandılar.5 Bağımsız milli kiliselerini kurarak önce Rum hâkimiyetinden kurtulmak, sonra da siyasî birliklerini sağlamak amacındaydılar.6 Tarihi gerçek şudur ki, Osmanlı İmparatorluğu çatısı altında yaşayan halklar birbirlerinden fazlasıyla etkilenmişlerdir. Başlarda küçük çaplı olan yapılanmalar milliyetçilik akımı ve Batı’da baş gösteren gelişmelerle birleşince önü alınamaz bağımsızlık hareketlerine dönüşmüşlerdir. Balkanlar’daki bu gruplar daha önceleri, hak ve hukuklarını korumak için kilise şemsiyesi altında örgütlenirken, artık milliyetçilik anlayışına paralel olarak dernek, vakıf ve spor kulüpleri etrafında toplanmaya başlamışlar ve bu kuruluşlar sayesinde bağımsızlık hareketlerini geliştirmişlerdir. Bulgar ayaklanmalarına ve genel olarak Rumeli’nin kaybına Yunan ayaklanmalarının katkısı büyük olmuştur. Mora’da Yunanlı çeteciler 715.000 Türk’ü öldürmüştür. Bu çetecilerin amacı, millet yaratmak için kendilerine engel olan Türkler’i ortadan kaldırmaktı. Osmanlı bu isyanı bastıracak güçte olsa da Batı dünyası Yunan çetelerine sahip çıkmıştır. Bu senaryonun aynısı daha sonra Bulgar ayaklanmalarında da görülecektir. O dönemlerde Yunanlılar ve Bulgarlar tarafından öldürülen Türkler savaş zamanlarının kayıpları olmayıp; kadın ve çocuk demeden çeteciler 4 1856 Islahat Fermanı, Osmanlı siyasal birliğinin ve Sultan’ın yönetimi altındaki etnik-dinsel gruplar arasında var olan uyumun tabutuna son çiviyi çaktı. Osmanlı içişlerine giderek artan bir biçimde müdahale etmeye çalışan Avrupalı güçleri tatmin etme amacıyla yayınlanan bu bildiri, Hıristiyanlara “ eşitlik” sözü veriyordu; fakat bu söz fiili olarak Avrupalı devletlerin herhangi biri Osmanlı yasalarının bazı Hıristiyan uyruklar için adil olmadığı iddiasında bulunmayı tercih ettiğinde, Hıristiyan uyrukları Avrupalı güçlerin gayrı resmi koruması altına sokma ve Osmanlı yasalarının yetkisi dışına çıkartma anlamına gelir oldu; Karpat, Kemal H., Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, çev. Recep Boztemur, I. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, Nisan 2004, s.30. 5 Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ilk gizli ve silahlı ve siyasi haydutluk Sırbistan emaretinde baş göstermiştir. Rus parası ve Avusturya silahı ile… Sonra Eflâk ve Buğdan prensliklerine sirayet etmiş (her milleti etkilemiş)…ve sonunda illetin en son sardığı millet Bulgarlar olmuştur. Bulgarlar çetecinin en önde geleni olmuşlardır. Tepedelenli Nizamettin Nazif, Sultan Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar, Toker Yayınları, İstanbul, 1989, s. 28; Birçok Balkan tarihçisi, 1804 Sırp İsyanı’nın bölgede ulusçu devrimlerin patlamasını başlattığını düşünmektedir; Karpat, a.g.e., s.43. 6 Bozkurt, Gülnihal, “ II. Meşrutiyet Osmanlı Meclis Zabıtlarında Bulgar Azınlıklarının Kilise ve Okul Sorunları” , s101; http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/821/10417.pdf, (03.11.2012). 7 Komitecilik ve çetecilik, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik şartlarında ortaya çıkmış bir olgudur. Özellikle Balkanlarda kurulan komite ve çetelerin, devlete karşı sosyal ve ekonomik başkaldırının yanında bağımsızlık hareketi şeklinde ortaya çıktığı görülmektedir. Amaçları genel olarak, kuruldukları bölgelerde huzursuzluk yaratmak, kendi toplumu ile ilgili içerde ve dışarıda kamuoyu oluşturarak Avrupalı büyük devletlerin dikkatini çekerek bağımsızlık veya ilgili devletle birleşme yoluna gitmektir; Çanlı, Mehmet, “Bulgar Trakya Komitesi (1918--1934)”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XI/2 (Kış 2011), s.277; …her milletin kanında bir çetecilik mikrobu vardır. Havayı müsait buldu mu hemen canlanır ve şipşak bütün dünyayı sarar. En umulmadık milletler dahi bu felâkete uğrayabilirler. Korkunç bir silâhtır bu mikrop…kullandıranları da yere serer. Tıpkı geriye tepen bir silâh gibi. Nitekim tepmiştir de. Balkan komitacılığını kuran Rusya ve körükleyenler, yani Almanya, Fransa ve İtalya felâketten yakalarını kurtaramamışlardır. Nazilik, Faşistlik, Bolşeviklik ve rezistans ideolojileri ve davaları ne olursa olsun metot bakımından, “Balkan Komitacılığı”dır. Ve bu Balkan komitacılığı bir buçuk asırdan fazla bir zaman, Balkan Yarımadasını kasıp kavurduktan sonra hala zehrini saçan, devam ettiren bir illettir. Tepedelenli,a.g.e., s.30. 68 tarafından öldürülen masum insanlardı. Demek ki çete eylemlerinin çoğu, daha önceden hesaplanmış siyasal eylemlerdi. Hâlbuki aynı şeyi Osmanlı sultanları yapmak isteseydi onları bu kararlarından alıkoyabilecek hiçbir dünya devleti karşılarına çıkamazdı. Ama yapmadılar. Tam tersine, varlıklarını sürdürebilmelerine ve dillerini, geleneklerini korumalarına izin verdiler. Hatta ayin esnasında kiliseye toplanan Ortodoks tebaaya zarar gelmesin diye kilise kapılarına yeniçerileri dikerek güvende olmalarını sağladılar. Bu hoşgörü sayesinde de kendi yerlerinden ve yurtlarından oldular. Mümtaz Soysal’ın bir yazısında dediği gibi, “Osmanlı, Bizans ile Bulgar ve Sırp krallıklarından devraldığı insanları, o çağların geleneklerine uygun olarak kılıçtan geçirse ya da dinleriyle dillerini değiştirip kendine benzetseydi, bugün Balkanlar’da bağımsız devletler olarak su yüzüne çıkmış halkların hiçbirinin izine bile rastlanmazdı. Belirli bir vergi karşılığında insanları dinleriyle, dilleriyle, gelenekleriyle baş başa bırakan Osmanlı hoşgörüsü, yüzyıllar boyu işleyen bir koruyucu mekanizma gibi, bu halkların varlığını saklı tutmuş, onlar da günü geldiğinde bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Tarihin ne garip bir tecellisidir ki, Osmanlı buzluğundan saklı kalmak sayesinde yüzyıllar sonrasının sahnesine yeniden ulusal devletler olarak çıkan o toplumlardan ikisi, Bulgarlarla Yunanlılar, şimdi kendi topraklarında kalmış Türk azınlıklarını tarih sahnesinden silmenin telaşı içindedirler…”8 Bu görüşü inkâr eden Balkan tarihçisi çoktur. Özellikle ülkelerinin ulus-devlet yaratma süreçlerine katkıda bulunmuş araştırmacılar bu gerçeği reddetmektedir. Örneğin Vacalopoulos’a 9 göre, Hıristiyanlar eğer özgür olsalardı, zengin, şerefli, mevkii sahibi bir yaşam sürüp bürokratik kadrolar içerisinde yükselebilselerdi, İslâmiyet içinde asimile olup yok olmuş olurlardı. Zeljazkova ise, İslamlaştırmanın doğrudan baskı ya da padişah tarafından yürütülen büyük çaplı kampanyalar yoluyla değil, ekonomik sebeplerle ve de kişinin, ailenin veya tüm köyün tercihine bağlı olarak gerçekleştiğini yazmaktadır.10 Ünlü tarihçi Justin McCarty “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde11, Bulgaristan’da yaşanılan Müslüman sığınmacılar göçünü tarih içinde görülenler arasında en dehşet verici olarak nitelemektedir. Bu dehşet verici durumun nedeni Balkan komitacılığıdır. Balkan komitacılığı, onsekizinci yüzyılın son çeyreğinde, birbirine zıt iki yabancı kutuptan Osmanlı İmparatorluğu’na, oradan da Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa topraklarına musallat edilmiş bir politika biçimidir. Politikanın bu şeklini ilk keşfeden Deli Petro’dur12; Balkanlar’a başarıyla serpen de ikinci Katerina!13 Böylelikle de Balkan Slavları erkenden egemen bir güç olan Rusya’ya yönelmişlerdir. Slav yayılmacılığının ilk örneklerinin, İtalyan politik bilimcisi Machiavelli’nin etkisiyle doğmuş olması mümkündür. 1626 yılında Ragusah (Dubrovnik) şair Ivan Gunduliç “Osman” adlı lirik şiirinde adeta Rönesans şairi Tasso’nun üslubuyla Slavların birliği ve kurtuluşundan söz etmektedir.14 8 Aktaran, Alp, İlker, “Türklerin Bulgarlaştırılması”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:37, Ağustos 1985, ss.100-116. Vacalopoulos, Apostolos, Origins Of The Greek Nation (The Byzantine Period,1204-1461), Rutgers University Press, New Jersey, s.66. 10 Zeljazkova, Antonina, “The Problem of the Authenticity of Some Domestic Sources on the Islamization of the Rhodopes, Deeply Rooted in Bulgarian Historiography” , Etudes Balkaniques, Vol:4, 1990, ss. 105-111. 11 McCarty, Justin, Ölüm ve Sürgün, çev. Bile Umar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2003. 12 Rus Çarı I. Petro (1672-1725), kendisine deli denilmiştir çünkü Avrupa’ya uzun seyahatlere çıkıp Hollanda gibi yerlerde tersane işçiliği yapmıştır. Amacı, Avrupa’yı öğrenip Rusya’yı Avrupa’ya açmaktır. Bu sırada çeşitli bilim adamlarıyla görüşmüştür. St. Petersburg şehrini kurmuştur. Üniversiteleşme ve sıcak denizlere inme politikası o dönemde başlamıştır. Yüce, Mehmet, “ Çarlık Rusyası İle Sovyetler Birliği’nin Siyasaları Ardından Kırgız Türkleri’nin Ulusal Kimlik Politikası”, Gönül Pultar (der.), Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, I. Baskı, Tetragon Yayınları, İstanbul, 0cak 2012, ss.111-112. 13 Tepedelenlioğlu, Nizamettin Nazif, Sultan Abdulhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Toker Yayınları, İstanbul, 1989, ss.30-31. 14 Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 19. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, ss.65-66. 9 69 Osmanlı İmparatorluğu’nun önce baş belası, sonra Azrail’i olan Makedonya komitacılığı, Heteriya Metodu’nu15 kullanarak amacına ulaşmıştır. İşte biz bu komitacılık girişimlerinden olan Bulgar çetelerini ve Bulgar ayaklanmalarını incelemeye çalışacağız. Bunu yaparken de önce, ayaklanmaların sosyo-politik ve ideolojik temelleri üzerinde durulacaktır. Arka plân perspektifinden sonra ise, Bulgar ayaklanmalarına öncülük eden liderler ele alınıp irdelenecek ve Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi ve Rumlarla olan ilişkilerine de değinilecektir. Bu noktada genel olarak, yabancıların entrikası, cesaretlendirici sözleri, vaatleri tüm Hıristiyanları ayaklanmaya teşvik etmiş ve sonunda öldürücü bir özgürlük mücadelesine girişilmiştir.16 Makalenin başında da belirtildiği gibi, Bulgar ayaklanmaları dış destekler olmasaydı başarıya ulaşamazlardı. O yüzden bu ayaklanmaları tetikleyen dış aktörlere de değinmek faydalı olacaktır. Zira Bulgar devleti bir gecede kurulmuş bir devlettir. Rusya’nın emperyalist emelleri doğrultusunda Bulgarları kullanması ve adeta ileride kendi toprakları içinde var olan Müslümanlara yapmak istediklerini ilk defa bir deney alanı olarak Bulgaristan’da denemesi ilgi çekicidir. Bu çalışmada temel olarak, Bulgaristan’ın Osmanlı’dan ayrılış sürecinde yaşanan ayaklanmalar değerlendirilmeye çalışılmıştır. Söz konusu ayaklanmalara zemin hazırlayan süreç, dış aktörlerin destekleri, Bulgar mili bilincinin oluşumu, ilk Bulgar çetesinin kuruluşu ve faaliyeleri, Yerköy Bulgar İhtilâl Komitesi karşısında Osmanlı’nın tutumu, Türk-Rus savaşı öncesi durum, 1877-1878 Türk-Rus Savaşı, Bulgar ayaklanmalarında dış aktörler ve yakın dönemdeki Bulgar ayaklanmaları ile komiteleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ayrıca, uzun yıllar boyunca farklı unsurları bir arada barış içinde yönetmeyi başarmış Osmanlı’nın bu dönemde mükâfatı acı, kan ve gözyaşı olmuştur. Bu dönemde yaşanılan olayların bilinmesi faydalı olacaktır. Bu sebepler bilindiği sürece gelecekte aynı hatalara düşülmeyecektir. Bu çalışma, bu gayeye az da olsa katkı sağlamayı hedeflemektedir. İşte bu yüzden Balkan tarihyazımına da dikkat çekilmiştir. Son bölümde ise, makaleden elde edilen veriler ışığında sonuçlar değerlendirilmeye çalışılacaktır. 1. BULGAR MİLLİ BİLİNCİNİN OLUŞUMU – SOSYO-POLİTİK ETKENLER Bölgedeki ulus-devlet oluşumunun özgüllüklerini anlamak, Avrupa’nın bu kısmında tarihi geleneğin nasıl evrildiğini sağlamak için şarttır. Osmanlı Sırbistan’ı, Yunanistan’ı ve Bulgaristan’ındaki ilk bağımsızlık mücadeleleri “haydut”, “martaloz”17 veya “armatoli” gibi yarı askeri unsurların çarpıcı bir rol oynadığı kırsal çatışma temellidir. Bu durum, Balkanlar’da o zamandan beri yaygın olan “komitacı zihniyeti”nin varlık sebeplerinden biri olarak görülebilir.18 Kırım Savaşı’ndan sonra ivme kazanan Bulgar ulusal hareketinde ise farklı bir sosyopolitik çerçevenin etkilerini görmek mümkündür. Bir taraftan Yunan dinsel ve kültürel hâkimiyetine karşı mücadele verilmiştir. Hatta bu sebeple Bulgarlar, Osmanlı’nın reformist 15 Heteriya Metodu: Rumlardan sonra Osmanlı saltanatından ayrılma hevesine kapılan Osmanlı milletlerinin liderleri, hep Heteriyanın metodunu kullandılar. Siyasi komitacılığın anayasası halini alan bu metot kısaca hülâsa edildi: 1- Büyük devletlerden birinin veya birkaçının yardımını temin etmek, 2- Osmanlı hudutları dışında muhacir komitalar kurmak, 3Gençlerde Türklere karşı bir nefret uyandırmak ve mücadeleci bir ruh telkin etmek, 4- Osmanlı devleti dışında gizli kamplar kurarak sabotajcı ve suikastçı yetiştirmek, 5- Millet zenginlerini haraca bağlamak. Para vermeyenleri tehdit etmek, tehdide kulak asmayanları öldürtmek, 6- Muvaffak olmayacağını bile bile, sık sık isyanlar çıkartmak. 7- Ne pahasına olursa olsun büyük Avrupa devletlerinin müdahalesini temin etmek. Gariptir ki Osmanlı milletlerini bu metottan soğutmak için çıkarılmış olan Tanzimat fermanı, bilakis bu metodu tatbik etmek sevdasına tutulanları teşvik etmişti; Tepedelenlioğlu, ag.e., s.64. 16 Roux, Jean-Paul, Türklerin Tarihi, Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, çev. Aykut Kazancıgil - Lale Arslan Özcan, 5. Basım, Kabalcı Yay.,İstanbul, Nisan 2008, s. 432. 17 Yunancada milliyetçilik öncesi dönemdeki çetelere “kleft” adı verilirdi. Bunlarla mücadele etmek için oluşturulan Hıristiyan yerel güvenlik güçlerine ise Osmanlı terminolojisinde Martaloz, Yunan-Bizans terminolojisinde ise Asmatoles denilmekteydi. 18 Adanır, Fikret, “İkinci Dünya Savaşı sonrası Balkan Tarih Yazınında Osmanlı İmparatorluğu” , Çev: Seda Altuğ, Kemal H. Karpat (Derleyen), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Nisan 2005, s. 359. 70 bürokrasisinin bile desteğine yanaşmışlardır. Diğer taraftan ise, artık Bulgarları himaye eden, Kırım Savaşı’nın mağlup devleti Rusya değildi; tersine, Bulgarlar yardım ve rehberlik için liberal Batı’ya yüzlerini dönmüşlerdi. Dolayısıyla, Bulgar toplumu içinde henüz oluşmaya başlayan “burjuva” ya da “küçük burjuva” unsurlarının varlıklarını hissetmeleri daha kolay olmuştu. Fakat bu defa da, ulusal sorun sivil toplumun iç dinamiklerinin ifadesi şeklinde bir siyasî uzlaşma yoluyla değil, Çar’ın ordularının zaferiyle, yani bir dış unsurun etkisiyle çözülmüştü.19 Bu nedenle, Osmanlı Avrupa’sında ulus-devlet oluşumu sürecinin, burjuvazinin sosyal ve siyasi serbestlik özlemlerinin doğal bir sonucu olduğunu ileri sürmek güçtür.20 Önemli ve yeni bir etki, Fallmerayer’in 1830’larda geliştirdiği “Slav teorisi”nden kaynaklanmıştır. Eski çağlar tarihine bu yeni ilgi, sadece “ulusal anlamda emsalsizliği” vurgulamak için değil, aynı zamanda milletlerin geçmişteki şanlı dönemlerinde gelecek için taze umutlar çıkarmak adına da ortaya çıkmıştı. Bu bakış açısına uygun olarak, Balkan Yarımadası’nın hemen her köşesinde yaşanan perişanlık, bütünüyle Osmanlı yönetiminin sonucu olarak değerlendirildi. Böylece Constantin Jireck’in 19. yüzyıl Avrupa tarih-yazımı geleneğinin en başarılı örneklerinden biri olarak kabul eden “Bulgarların Tarihi” adlı eseri (1875), Balkan literatürüne “Büyük boyunduruğu” gibi bir kavram kazandırabilmiştir.21 Bu arada halk direnişi gerçeği de gözden kaçırılmadı. Özellikle Bulgaristan’a özgü olarak, başlangıçtan itibaren isyana hazır bir Hıristiyan nüfusunun varlığı sağlanmış ve işgal eden düşmana karşı mücadeleci bir kahramanlık teması tarihyazımına tekrarlanagelmiştir.22 İster sosyal adaletsizliğe karşı bir tepki, ister dini veya milli sebeplerden beslenen bir eylem, ister sıradan eşkıyalık olsun, haydutlar ve Kleftler Balkanlar’da önemli bir askeri aktör olarak vardılar ve o nedenle de Osmanlı yönetimine karşı düzenlenen tüm siyasi tasarılarda yer aldılar... Bulgaristan’da 19. yüzyılda yaşanan ayaklanma ve devrimlerin sosyo-tarihsel bir sınıflandırma ve nitelendirmesini yapmak, kuşkusuz hayli karmaşık bir meseledir.23 Sırplar, Romenler, Yunanlılar ve Karadağlılar gibi Bulgarları da bağımsızlık mücadelesine iten nedenlerin başında Bulgar milli bilincinin oluşması ve Panslavizm24 olduğu söylenebilir.25 Ancak unutulmamalı ki, XVIII. yüzyılda öteki Balkan ulusları uyanırken Bulgar halkı hiçbir canlılık izi göstermiyordu. Bu dönemde Bulgar adı26, artık tümüyle unutulmuş gibiydi. Balkanlar’da böyle bir halkın varlığı, akla bile gelmiyordu. Bulgaristan’da dolaşan gezginler, buralarda Türkler ve Rumların oturduğunu yazıyorlardı. Bu dönemde, ünlü Slav bilgini Şafarik bile, Bulgarların ancak 600.000 nüfuslu ufak bir Slav kavmi olduğunu yazıyordu.27 19 Adanır, a.g.e., s.360. Paschalis M. Kitromilides, “Imagined Communities and the Origins of the National Question in the Balkans”, European History Quarterly, 19, 1989, s.94,149, Aktaran, Adanır, s.360. 21 Todorova, Maria, “Bulgarian Historical Writing on the Ottoman Empire”, New Perspectives on Turkey, 12, 1995, s.97118, Aktaran, Adanır, s. 363. 22 Adanır, s. 367. 23 Adanır ,a.g.e., s.369. 24 “Panslavizm” tâbiri ilk defa, 1826 yılında Slovak yazarlardan, Herkel tarafından kullanılmıştır. “Verus Panislavismus (Hakiki Panslavizm)” tabirini ilmî literatüre sokmuştur. Herkel, edebî- ilmî panslavizmle bütün Slav kavimlerinin kültür sahasında karşılıklı alışverişlerini kastettiği gibi, siyâsî sahada bütün Slav kavimlerinin bir devlet halinde birleşmelerini bir gaye olarak almıştı. Bkz. Kurat, Nimet, “Panslavizm”, AÜDTCFD, XI/2-4, (Haziran-Eylül-Aralık), s. 242. 25 Aydın, Mithat, Balkanlar’da İsyan, I. Baskı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, Eylül 2005, s.135. 26 “Bulgar” adı (Volga) havzasında yaşayan bir Türk kavmi, VII-XV asrın ortalarına kadar devam eden bir Türk devleti ve bu devletin merkezi olan şehrin adıdır. V. yüzyıl sonlarında Bizans hizmetine girerek Trakya’ya yerleşip zamanla Hıristiyanlığı kabul ettiler; Kurat, Akdes Nimet, “Bulgar”, İslâm Ansiklopedisi, cilt: II, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,1993, s.781. 27 M. Türker Acaroğlu, Bulgaristan’da Yer Adları Kılavuzu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara, 1988, s.22. 20 71 Bunların yanında, bilinenin aksine, Bulgarlık duygusu Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı bir tepki olarak ortaya çıkmış, daha sonra gelişerek milli bir dava haline dönüşmüştür.28 Rumların ağır baskısı altında küllenmeye yüz tutmuş Bulgar milliyet ateşini yakan Sofya yakınlarındaki Hiliander Manastırında bir rahip olan Otest Paisi29 olmuştur. Yazdığı kitap ile, Bulgarlara millî benliklerini hatırlatan ilk eserdir. Paisiy ile başlayan Bulgar millî uyanışına Bulgarlar “Yeniden Doğuş (Vıvrajdenyi)” derler. 30 Paisii’yi Sofrani Vrancheski (1739-1813) adında başka bir papaz takip etmiştir.31 İlk Bulgar milletseverlerinin çoğunun Sofroni’nin öğrencileri olduğu görülecektir.32 Bu yüzden Bulgar milli şuurunun gelişmesinde önemli yeri vardır. Bir diğer önemli isim ise, aslen Rus olan Jori Venelin’dir (1804-1841).33 “Eski ve Yeni Bulgarlar ve Rusya ile Siyasi ve Dini Münasebetleri” isimli eseriyle Bulgar milli şuurunun yeşermesine katkı yapmıştır. Daha da önemlisi, ilk defa Rus dikkatini Bulgar milleti üzerine çekmeyi başarmıştır.34 1840 yılında Nophitos isimli bir papaz İncil’i Bulgarca’ya çevirdi. Bulgarlar ayinlerini bu kitapla ve kendi dillerinde yapmaya başladılar. Artık Osmanlı Devleti içinde Sırpların yolunu izleyecek Yunanlılardan sonra bir de Bulgar halkı doğmuştu. Avrupa fazla ilgi göstermese de Ruslar için ilgilenilmesi gereken önemli ve özel bir durum ortaya çıkmıştı. 35 1848'de İstanbul'daki Bulgarlar bir papaz evi açmak için Babıâli'ye başvurdular. Rum, Ermeni, Katolik ve Yahudi topluluklarının ayin kiliseleri ve mâbedleri olduğu halde kendilerinin olmadığını, Rumca yapılan ayinleri izleyemediklerini belirttiler. Bu istek üzerine Babıâli, Fener’de bir papaz evi yapımına izin verdi. 36 Daha sonra, ticaretin gelişmesiyle birlikte zengin ve kültürlü bir Bulgar sınıfı doğmuştur. İşte bu Bulgar sınıfı, 18. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’yı kasıp kavuran eşitlik, özgürlük, vatan ve millet gibi fikirlerin Bulgarlar arasında yayılmasında başat rol oynamışlardır. Bununla da kalmayıp, okullar ve matbaaların kurulmasına öncülük etmişlerdir.37 Bu şekilde de başta dergi olmak üzere, kitap ve gazetelerin basılmasına büyük maddi destekler yaparak kültürel hayatın gelişmesine ön ayak olmuşlardır.38 28 Acaroğlu, a.g.e., s.136. Paisii, 1762’de tamamladığı “Bulgar Halkının, Çarlarının ve Azizlerinin Tarihi” adlı eserinde Bulgarların asaletini ispat etmek için mazideki şanlı ve şerefli günleri hikâye etmekte ve Bulgar halkına şöyle seslenmekteydi: “Ey Bulgar, ecdadını öğren, dilini tanı…Ben bütün Bulgarlara bizim milletimizin dahi şanlı bir millet olduğunu göstermek için bu tarihi yazmak zahmetine girdim…Öyle Bulgarlar tanıyorum ki şaşkınlıkları içinde soylarını unutacak kadar ileri gidiyorlar ve bunu bilmiyorlar. Bilakis Yunanca okuma yazma öğreniyorlar hatta kendilerini Bulgar saymaktan utanıyorlar. Ey akılsız millet, Bulgar adını taşımaktan neden utanç duyuyorsun; neden öz dilinde düşünmek ve okumak istemiyorsun?...Bulgar,gaflete düşme, dilini ve neslini öğren, onları takdir ve tanzim et.” İnalcık, Halil, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.20. 30 Aydın, Mahir, “XIX. Yüzyılda Bulgar Meselesi”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Ankara, 1990, s. 282. 31 Aydın, Balkanlar’da…, s.137. 32 Peremeci, Osman Nuri, Tuna Boyu Tarihi, Resimli Ay Matbaası, İstanbul, 1942, s.176. 33 Bu ilk şahsiyetlerden başka Peter Georgi Mamerçev, Neofit Hilandarski Bozveli, Ivan Bogorov gibi kimseler, Bulgar milliyet duygusunun şekillenmesinde ayrı bir yere sahip olmuşlardır; Aydın, Balkanlar’da…, s.138; Mamarçev ve taraftarları, Bulgaristan’ın zengin tüccarları ile bir ayaklanma hazırlığına giriştiler. Böylece Mamarçev 1835 yılında Tırnovalı zengin tüccar Velho Atanasov Camciyeta’nın başına geçirildiği ve Velho Zavera ( Farsça “zur” kelimesinden Bulgarcaya geçme, isyan demektir) denen meşhur ayaklanmayı başlattı. Ancak ayaklanmanın daha başında bazı Bulgar çorbacıların Osmanlı yönetimiyle işbirliği yapmaları ve elebaşıların harekât planını ihbar etmeleri sonucu hareket bastırıldı. Olaylar Bulgar ulusçularına labirentten çıkmak için acele örgütlenmiş ayaklanmaların veya dış devlet desteğinin yeterli olmadığını, her şeyden önce bilinçlenmiş bir halkın gerektiğini öğretmişti. ( Ortaylı, İmparatorluğun…, ss.84-85). 34 İnalcık, Tanzimat…, s.21. 35 Yılmaz, Durmuş, Osmanlı’nın Son Yüzyılı, 2. Baskı, Çizgi Kitabevi, Konya, Ekim 2004, s. 32. 36 Bozkurt, II. Meşrutiyet… , ss.101-102. 37 Bozkurt, a.g.e., s.23. 38 Kocabaş, Süleyman, Avrupa Türkiye’sinin Kaybı ve Balkanlar’da Panislavizm, Vatan Yayınevi, İstanbul, 1986, ss.103-104. 29 72 18. yüzyılın ilk yarısında, bütün imparatorlukta, denizden ve karadan büyük bir ticaret hareketi baş gösterdi. Yunanlılar en önemli rolü alanlar ve en çok yararlananlar oldularsa da, Bulgarlar bir kenarda kalmadı. Köstendil, Tatar-Pazarcık ve başka yerlerde ünlü sergiler ve fuarlar çoğalıyor, Balkan şehirlerinde zanaat üretimi gelişiyordu.39 Bulgar eğitiminde de hızlı bir gelişme görüldü. Todorov’40a göre 1806-1828 döneminde basılan Bulgarca kitap sayısı 16 iken, 1869-1878 döneminde 811’e; yine 1839-1848 döneminde basılan gazete sayısı 3 iken, 1869-1878 döneminde 74’e çıktı. 41 Bu noktada eğitimin rolü büyük olmuştur. Yukarıda sözü edilen ticaret ve kültür hayatındaki gelişmeler 1835-1875 yılları arasında Bulgar milliyetçilik hareketlerine öncülük edecek aydın bir sınıfı doğurdu. Bulgarlar, Bulgar dilindeki eğitimi modernleştirip yaygınlaştırarak Balkan tarihinde, orjinal bir ulusalcı program izlediler. Nihayet bağımsız ulusal kilise için verilen mücadele bu süreci tamamladı.42 Yunanistan’da okuyan Bulgar gençleri aydınlanma düşüncesi ve ulusalcılığa ilk adım atan grupları oluşturuyordu. Fakat genelde Bulgar aydınlarının 19. yüzyıl başlarına kadar bir ulusal kişilik sorunu içinde olmalarının nedeni de Rum eğitimi ve Fener Patrikhanesi’ydi. Bulgar aydınları arasında Yunan dilinin ve hayat tarzının etkisini gösterecek en iyi örnek, ulusal eğitim hareketini başlatan Aprilov’un43 ulusal kimlik duygusundaki değişmedir. Rusya ve Avrupa’da okuyan Aprilov 1831’e kadar kendisini Yunanlı sayıyordu. İlk defadır ki, bir Rus olan fakat Slavofon düşüncenin etkisinde Bulgar tarihini yazan Venelin’i okuyarak Bulgarlık bilincine ulaştı.44 Bu bağlamda, Bulgar milliyetçiliği ve bağımsızlığının gelişiminde özellikle Amerikan misyonerleri ve misyoner okullarının da önemli bir yeri vardır. 1840’larda Bulgarları keşfeden Amerikan misyonerleri Protestanlığı yaymak için öncelikle Bulgarcayı öğrenmişler, sonra da okullar açarak eğitimi organize etmeye başlamış ve Bulgarlar arasında Bulgarca kitaplar dağıtmışlardır. İstanbul’daki Robert Koleji, Amerikan Misyonerlik faaliyetlerinin yürütüldüğü, dolayısıyla da Bulgarlar için milliyet ve bağımsızlık ideolojisinin işlendiği en önemli merkezlerden biri olmuştur.45 Bu arada, ünlü Rus şairlerden Alexandır Puşkin, Balkanlar’da bir Bulgar milletinin bulunduğunu, bunların Müslüman Türklerin elinden kurtarılması gerektiğini ortaya atmıştır. 46 Bundan sonra da 1862 yılında çete hazırlıklarına geçilmesi çalışmalarına başlanmıştı. Bu hazırlıkların organizatörü, Georgi Stoykov Rakovski47 (1821-1867) adında bir Bulgar ihtilâlcisiydi. 39 Castellan, Georges, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, Çev: Ayşegül Yaraman-Başbuğu, I. Baskı, Milliyet Yay., İstanbul, 1993, s.324. 40 Veselin Traykov, Petur Popov, Bistra Svetkova, Hristo Hristov, Straşimir Dimitrov gibi Osmanlı karşıtı saldırılara önderlik eden tarihçiler, saldırılarını, herkesten çok Bulgaristan’daki Türk yönetimi hakkında daha ılımlı ve daha doğru bir yorum sunan, eğitimini Moskova’da yapmış, Batı’da oldukça sevilen, Rum ve Gagavuz kökenlere sahip çok aydın bir tarihçi olan Nicolai Todorov’a karşı yöneltti; Karpat, Balkanlarda…, s.322. 41 Todorov, Nikolay, Bulgaristan Tarihi, çev. Veysel Ataman, Öncü Kitabevi, İstanbul, 1979, s.66; Eğitimin gelişmesi beraberinde Bulgar basının doğuşunu getirmiştir. Bu dilde ilk dergi, 1844’te İzmir’de çıkmıştır; Castellan, Balkanların…, s.326. 42 Ortaylı, İmparatorluğun…, s. 85. 43 Aprilof, 19. yüzyılda Bulgar milliyetçiliği ortaya çıktığı zaman eğitimi götüren adamlardan birisiydi. Ve derhal, bu milli, ulusal kimlik ortaya çıkınca Bulgarlarla İstanbul’da Fener’deki Rum patrikhanesi arasında şiddetli bir çatışma meydan geldi. Hatta Filibe olayları dediğimiz Filibe’deki Rum metropolitin öldürülmesiyle bu olaylar büyüdü ve kanlı safhaya bile geçti; Ortaylı, İlber, Son İmparatorluk Osmanlı, 10. Baskı, Timaş Yay., İstanbul, 2008, ss.89-90. 44 Ortaylı, a.g.e., s.85. 45 Aydın, Balkanlar’da…, ss.140-141. 46 Aydın, a.g.e., s.141. 47 Bulgar tarihçilerinin çete harekâtının ideologu, milli kurtuluş hareketinin ilk organizatörü olarak adlandırdıkları Rakovski, Kazan’da ( Kotel) doğmuş, Karlova’da, İstanbul’da Kuruçeşme’deki Rum okulunda okumuştur. 1841 yılında Atina’ya gitmiş ve orada “ Makedonya Derneği” adlı gizli bir derneğin kurulmasında aktif rol oynamış, 1842’de İbrail’e geçmiş ve oradaki Bulgarlar arasında çetecilik hazırlıkları yapmıştır. Kırım Savaşı çıkınca, Rusya hesabına casusluk yapmak amacıyla İstanbul’da bir “ gizli örgüt” kurmuş ve bir casus şebekesi meydana getirmiş. Türk ordusu hakkında bilgi toplayıp Ruslar’a iletmek amacıyla Türk hizmetine girmiş ve Şumnu Türk ordusunda tercüman olarak görev almış. Buradayken casusluğu anlaşılıp yakalanmış ve İstanbul’a götürülürken yolda kaçmıştır. 1858-60 yıllarında Odesa’da bulunmuştur. 1860 yılında Belgrad’a yerleşmiş ve orada “ Bulgaristan’ın siyasi kurtuluşu için” daha aktif çalışmaya 73 1862 yılında Rakovski, ayaklanma zeminini hazırlamak için Hacı Stavri’yi görevlendiriyor ve 150 kişilik bir çete kurmayı başaran Hacı Stavri daha ayaklanma başlamadan Türk makamları tarafından etkisiz hale getiriliyor. Rakovski ve diğer Bulgar milliyetçilerinin amacı, silahlı çete faaliyetlerine başlayıp uygun siyasi şartları beklemekti. Bu oluşum gerçekleştirildikten sonra Bulgarları ayaklandırıp başta Rusya ve büyük devletlerin desteğini alarak bağımsızlığa ulaşmaktı. Halkının amacını Avrupa’ya tanıtmak için, Bulgarca ve Fransızca olan gazetesi “Dunavski Lebed” (Tuna’nın Kuğusu), burada yayınlamaya başladı. 1862’de, Uğrunda “Bulgar Lejyonu”nu yarattığı silahlı bir hareket öngören “ Bulgaristan’ın özgürleşmesi projesi”ni 1861’de kaleme aldı. Onun yerini Vasil Levski ( 1837-1873) aldı ve O da bu yönde çalıştı ve programı demokratik bir Bulgar Cumhuriyeti kurmak olan “Devrimci Merkez Komitesi” ortaya çıktı. Sonra Hristo Botev ( 18441876) bu bayrağı taşımayı devam ettirdi. 48 18/30 Mayıs 1862 tarihinde, Filibe’deki Rus Viskonsolosu Gerov, İstanbul’daki Rus Büyükelçisi İgnatiev’e bir şifre gönderdi. Şifre’nin Türkçesi şöyledir: “Bulgarların açık bir ayaklanması imkânsız olduğundan, bazıları Türklere karşı çete savaşı yapmak fikrindedir ve şimdiden birkaç çete kurulmuştur. Filibe sancağında dolaşmakta olan Bulgar eşkıya çetelerine de bu fikir telkin edilmeye çalışılmaktadır. Bunun için benim manevi desteğim ve son derece zaruret hâlinde bir miktar para yardımı vaadi istenmektedir. Bu isteğe vermem gereken cevap hakkında Ekselanslarının emirlerini rica ediyorum.”49 Bulgar milli şuurunun sosyo-politik dayanakları oluştuktan sonra, Rusya’nın da kışkırtmalarıyla Bulgarlar yavaş yavaş partizancılığa50 başlamışlardır. Partizancılık, Balkanlar’da ihtilâller yapmak için kurulan ya da çeşitli idareleri yıkmak için oluşturulan terör yanlısı, siyasi çeteler olarak tanımlanabilir. Artık izlenecek yol şuydu: Çeteler biçiminde ülkeye girerek dağlık bölgelere sığınmak, buradan Bulgar köylerini ayaklanmaya zorlamak, daha sonra büyük devletlerin işe karışmasıyla ortaya bir Bulgar sorunu çıkarmak.51 2. İLK BULGAR ÇETESİ VE SONRASINDA YAŞANANLAR İlk Bulgar çetesi olan “Bulgar Gizli İhtilal Bükreş Merkez Komitesi” 186752 yılında kurulduğunda Bulgarlar, hâlâ devlete ve padişaha sadık Osmanlılardı. Komite, hemen “Avrupa karşısında Bulgaristan” adlı siyasal bir broşür yayınlayarak varlığını ortaya attı. Ancak, asıl büyük gürültüyü “Sultan Hazretlerine Muhtıra” başlıklı bildiriyle kopardı (1867). Bu bildiride, Osmanlı ile Bulgaristan arasında ikili bir yönetim (düalizm) isteniyordu. Her iki belge de Fransızca olarak basılmıştı. Daha sonra “Narodnost” gazetesini yayınlamaya başladı. Bundan sonra da Bulgar başlamıştır. 1862 yılında ilk “Bulgar lejyonunu” kurmuştur. Bulgar çete harekâtı, bu lejyonun kuruluşuyla başlatılır; http://www.pomak.eu/board/indez.php?topic=129.0, (3.11.2012). 48 Castellan, Balkanların…, ss.327-328. 49 http://www.pomak.eu/board/indez.php?topic=129.0, (3.11.2012). 50 Partizan kelimesi, Balkanlar’da Sırpça Çetniki kelimesinin, Fransızca karşılığı olarak belirmiştir. Sırpça Çentik “ Çete” demektir: “ Çetniki de çeteye mensup olan, yani çeteci…;Tepedelenlioğlu, s.27. 51 Acaraoğlu, Bulgaristan’da…, s.25. 52 1867 yılından önce de ayaklanmalar olmuştur. 1835 yılında Rus subayı üniforması giymiş Georgi Mamarçev’in yönetiminde Tırnova’da bir ayaklanma görüldüyse de bastırıldı. 1841 yılında Niş ve dolaylarında Sırbistan’dan gelen komitecilerin kışkırtmasıyla epey önemli bir ayaklanma oldu, bu da bastırıldı. Aynı zamanda, Eflâk’ta İbrail kentinden Tuna’yı geçmek isteyen kimi çeteler ortadan kaldırıldı. 1850 yılında Sırbistan’dan gelen çeteciler, Vidin bölgesinde 10.000 köylünün katıldığı büyük bir ayaklanma çıkarabildilerse de yatıştırıldı. 1854-56 Kırım savaşı sırasında 2.000 kişilik bir Bulgar gönüllü birliği Rus ordusuna katıldı.1856 yılında Tırnova’da yeni bir ayaklanma görüldü. Osmanlı hükümeti, bu komitecilere karşı Bulgaristan’da yönetimi düzenleyici nitelikte kimi önlemler aldı. Bulgar çorbacılarını ( zenginlerini) örgütlendiren, onlara kimi yetkiler veren bir “Çorbacı Nizamnamesi” yapıldı. Bir ayaklanma bölgesi biçimini alan Vidin-Niş yöresinde, köy ağaları karşısında köylülerin durumunu düzeltecek yasalar çıkarıldı. İl meclislerine Bulgarların da katılmasını sağladı. Şu bir gerçek ki, Bulgaristan’da büyük köylü topluluğu, çorbacıların önemli bölümü komitecilerin kışkırtmalarına kapılmıyorlar, hükümete bağlı kalıyorlardı. Bununla birlikte, Romanya ve Sırbistan’dan gelen çeteler ülkeyi karıştırmak için her yola başvurmaktan geri kalmadılar. Komitecilerin faaliyeti gittikçe genişledi; Tepedelenlioğlu, ss. 25-26. 74 çetecilerini örgütleyip Rumeli’ye yollamaya başladı. Komitenin yöneticileri Lüben Karavelov ile arkadaşı Vasil Levski idi. Angel Kınçev’in intiharından, Araba-konak soygunundan ( Eylül 1872), Levski’nin idamından sonra, Botev de Komiteden çekildi.53 Komita, otuz beş kişilik bir seçme fedai grubunu bir gece Tuna’nın Ulah yakasından Balkanların içlerine aktardı. Hayalperest ve toy liderler bu çete Balkanlar’da göründüğü zaman, Bulgarlar hemen ayaklanıverir sanmışlardı. Hâlbuki yıllardan beri ekilen tohumlar 1867’de henüz filiz vermemiş bulunuyordu.54 Bu ilk çete halktan ilgi görmedi. Ancak çeteciler faaliyet göstermiş olmak maksadıyla, bayırlarda sürü güden birkaç masum çobanı, bir iki günâhsız Müslüman’ı öldürdüler.55 Böylece gerçek durumu daha iyi anlayan çeteciler, bu durumu düzeltmek ve daha iyi hazırlanmak için bir yol haritası belirlediler.56 3. YERKÖY BULGAR İHTİLAL KOMİTESİ Bu ilk çete başarısız olunca bir çete daha kurulmuş ancak o da başarısız olmuştur.57 İkinci çete, 1869 yılı Haziranında, yani birinci çeteden iki yıl sonra kurulmuştur. Bu çete de Bulgar köylerini gezerek bir başarı elde etmeye çalışmış fakat Osmanlı’nın Bulgar reâyası henüz ihtilâl için olgunlaşmadığından başarısız olmuştur. Bulgar komitecileri, Bükreş’i terk edip Yerköy’de toplandıktan sonra, 1875 sonbaharında başka bir komite kurmuşlardı. Yerköy’e ilk gidenler Zaimov ile N. Obretenov idi. Daha sonra katılanlar ise, Stambolov, Volov, Dragostinov, İvan H. Dimitrov, Benkovski’dir. Daha başkaları da gitti: İzmirliev, Slavkov, G. Obretenov, bunlar Odesa’dan gelen delikanlılardı. 58 Yorgiyeff ortaya yeni bir tez attı: Bir ihtilâl ancak “halk içine karışıp, halkla kaynaşarak” başarılır. Osmanlı dışında kalıp Osmanlı’da ihtilâl çıkarmak mümkün olamaz. Bunun üzerine, Eflâk ile Boğdan’daki on altı şube yavaş yavaş Osmanlı’ya göç etti. Yaş’takiler Tırnova’ya taşınırken, Kalas’taki, İslimiye’ye yerleştirildi.59 Yeni teşkilat beklenen tesiri yapmıştı. Bütün papazlar, bütün daskaller ve daskaliçler60 hep Bulgar milliyetçisi kesilmişlerdi. Kiliseler çeteleri barındıran birer gizli kışla, köy okulları birer cephane deposu haline sokulmuşlardı. 61 Bulgarlar milli bilinçlenmenin etkisi ve Rusya’nın kışkırtmasıyla Fener’den ayrı bağımsız bir Bulgar Kilisesi istemeye başladılar. Osmanlı Devleti’nden çok, Fener Patrikhanesi ile mücadele ediyorlardı ve Bulgarlar Fener Patrikhanesi’nden kesin olarak ayrılmaya karar vermişlerdi. 1860’dan itibaren ise, Rum Patriğinin ruhani riyasetini tanımadıklarını açıkça ilan etmişlerdi. Bu durumda Bab-ı Ali, Sadrazam Ali Paşa 53 Acaraoğlu, Bulgaristan’da…, ss.25-26. Tepedelenlioğlu, Sultan…, s.160. 55 Tepedelenlioğlu, a.g.e., s.160. 56 Çete kaptanı Yogiyeff, bir toplantıda arkadaşlarına şöyle dedi: “Ümitsizliğe düşmek yok. Mademki, bu işe başladık, bu iş başarılacaktır. Beş yüz yıl uyumuş bir milleti beş ayda, beş yılda uyandırmak mümkün değildir. Ama on yılda değilse elli yılda mutlaka bu millet uyanacaktır. Bizim siyasi dostlarımız kısa bir müddet sonra Bulgar milletini Osmanlı’nın elinden koparıp alacak kudrettedirler.. Ama Bulgar milleti bugünkü uyuşukluk içinde kalırsa, o zaman da kimin tarafından kurtarılırsa, onun esiri olacaktır… Osmanlıların “reâyâ”sı kalmak Rus çarına köle olmaktan evladır…” Konuşmasının devamında dört maddelik bir teklif yaptı: 1-) Bütün Bulgar köy öğretmenleri en kısa zamanda komisaya üye yazılacak, 2-) Bütün Bulgar köy papazları teşkilâta sokulacak ve bunların hepsinin halis kan Bulgar olmaları temin edilecek…Bulgar köylerinde Rum papaz bırakılmayacak!, 3-) Bulgar köylerinde Osmanlıya sadık çorbacıların kulakları bükülecek. Zaptiyelerle fazla dost olan çorbacılar süratle temizlenecek, 4-) Bulgar köylerinde silah, mermi depoları yapılacak; Tepedelenlioğlu, a.g.e., s.161. 57 Osmanlı topraklarına sokulan ikinci çeteyi, İbrâil şubesi kurmuştur. 58 Acaraoğlu, Bulgaristan’da…, s.26. 59 Türkiye içinde sekiz şube daha açıldı:1-) otluk köyü ( Filibe sancağına bağlı), 2-) İvraca kasabası ( Vidin’e bağlı bir kaza merkezi) , 3-) Batak köyü ( Filibe sancağında…Dospat dağı eteklerinde)., 4-) Niş kasabası ( Yahya Kemal’in ailesi, yani Yunus Beyoğulları bu kasabanın derebeyleri idi)., 5-) Yeni Pazar, 6-) Saray Bosna, 7-) Debre, 8-) Dukakins; Tepedelenlioğlu, ss. 162-163. 60 Erkek ve Kadın Öğretmenler. 61 Tepedelenlioğlu, Sultan…, s.163. 54 75 tarafından bir süredir geciktirilen Bulgar Eksarhlığı Beratı’nı 11 Mart 1870’de verdi. 62 Bu duruma Rum patriği sert tepki göstererek mezhep işlerine Babıâli’nin karışamayacağını belirtti. Ancak Padişah, Vidin Başpiskoposu Anthimos Efendi’nin Eksarklığını onayladı. Patrikhanede toplanan bir dinî meclis ise bu kiliseyi tanımadıklarını ilân etti. 1875 yılında Hersek İhtilâli alevlenince, artık bir hayli kuvvetlenmiş olan Bulgar komitacılığı, Moskova’dan bir umumi ihtilâl emri aldı. Doğal olarak emir Rus gizli emniyet ve sabotaj teşkilâtı olan Ohrana vasıtasıyla Bükreş’teki umumi merkeze verilmişti. Umumi merkezin ilk işi Avrupa Osmanlı’sındaki kumanda kadrosunu kuvvetlendirmek oldu. En seçme ihtilâlcilerden63 on beşini, son derece geniş yetkilerle Türk topraklarına sokup binlerce masum insanın feci bir tarzda ölmelerine sebep olundu. Ardından Piçosokof, umumi müfettişliğe atandı ve vazifeye başlar başlamaz talimata riayet etti. Hangi köye gittiyse iki katırı da beraberinde götürdü. Katırlara dört sandık yüklemiştir. Fakat içlerine çakıl doldurmuştu. Nedeni şuydu: hepsi birbirinden hasis olan Bulgarlar, ihtilâl çıkınca evlerinin dağılmasından, mallarının talan edilmesinden ürkmekte idiler. “Mal canın yongasıdır” derler ya, bu ata sözüne dünyada en çok inananlar Bulgarlardır. Bükreş komitesi bunu bildiği için, Bulgarlara emniyet telkin etmeyi düşünmüştü. İhtilâl genel müfettişi gittiği her köyde ileri gelenleri gizlice toplayıp, sandıkları gösteriyor ve “Görüyor musunuz bunları? İçleri altın dolu…” diyordu. “Hiçbirimize zarar gelmeyecektir. Ama es kaza içinizden birisi zarar görürse derhal altınla ödeyeceğim.” diyordu. Bu propagandanın tesiri çok çabuk görüldü. Canlarından fazla mallarını düşünen Bulgarlar, zararlarının derhal altınla ödeneceğine inanınca ihtilâl daha az yadırgandı.64 4. TUNA VİLAYETİ VE VALİ MİTHAT PAŞA Bu tür girişimlerden elbette ki Osmanlı’nın haberi oluyordu. Babıâli, önem verdiğini göstermek için Rumeli’de “Tuna Vilayeti”ni kurmuş ve başına da Mithat Paşa’yı getirmişti. Geniş yetkilerle donatılmış olan Mithat Paşa’nın Bulgaristan’a yaptığı hizmetler bugün dahi anılmaktadır. İmparatorluk içinde ilk demiryolunun Bulgaristan’da Rusçuk-Varna arasında yapılmış olduğu unutulmamalıdır. Mithat Paşa göreve geldiği andan itibaren komitecilerle sürekli uğraşmak zorunda kalmıştır. Örneğin 1868’de Hacı Dimitri’nin (1837-1868) komutasındaki çeteyi durdurmuş ve Hacı Dimitri Buzluca’da öldürülmüştür. Sonradan Bulgarlar oraya büyük bir anıt yapmıştır.65 1868 yılındaki bu çete faaliyetinin sonucu olarak, ilk defa silâhlı Bulgarlarla silâhlı Türk köylüleri karşı karşıya gelip çarpışmışlardır. İki taraftan da ölenler olmuştur. Bulgarlarla Türkler arasındaki ilişkilerde ufak da olsa bir yara açılmıştır. Filibe Sancağı’nda yeteri kadar asker ve zaptiye olmadığından sivil Türk halkı kullanılmıştır. Lâkin açılan bu yara, ileride daha da büyüyecektir. Zira Balkanlar’da ateş bacayı sarmıştı. Özellikle 1875 Bosna-Hersek ayaklanmaları Bulgar komitecilerini cesaretlendirmiştir. 5. NİSAN 1876 AYAKLANMASI 1868’den önceki duruma baktığımızda ise,1860 yılında bütün merkezlerin sadece Bulgar Meselesi ile uğraşmaya başladıklarını görürüz. Artık Belgrat, Prag ve Odesa gibi merkezler Bulgar işleri ile uğraşacaklardı. Bir yıl aradan sonra bayırlarda çobanlık yapan insanlar, kendi dillerini konuşan bir takım silâhlı adamlarla karşılaşmaya başladılar. Kendi halinde yaşayan bu insanlar ürkmeye başlamışlardı. Ayrıca 1867 yıllarında işlerinden güçlerinden başka bir şey düşünmüyorlardı. Silâh taşımakta yasak olduğundan bir takım gelişmeler olduğu yönünde 62 Şıvgın, Hale, “Osmanlı Arşiv Belgeleriyle 1902-1912 Yıllarında Makedonya”, s.2, http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/43-81-88.pdf (3.11.2012). 63 Pop Haritun, Nikoloff, Yorgi Nikofski, Petro Onkoff, Hilâriyon, Dağıstanoff, Yorgi Vabretinoff, İzmirliyeff, Nikola Pançoff, Apostoloff, Islavko, İstoyan Zançofff…; Tepedelenlioğlu, s.167. 64 Tepedelenlioğlu, a.g.e., s.170. 65 Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.27. 76 şüphelenmeye başladılar. Şüphelendikleri için de bu adamlardan çekindiler. Ancak silâhlı adamlar en ücra Balkan köylerine bile uğramaya başladılar. Derken köy muhtarları kaybolmaya başladılar. Bunların akıbetini soruşturmaya kalkışanlar da ortadan kaldırıldılar. İki yıl sonra da Bulgar köylerindeki Daskal ve Daskalitsa’lar çocuklara bazı şarkılar öğretmeye başladılar. Papazlar da kiliselerde vaazlara başlamışlardı. 1871 yılında Bulgar köylerine gazete ve küçük kitapçıklar dağıtan postacılar uğramaya başladı. Bu postacı devletin postacısı değildi. Daima hava karardığı zaman geliyor ve papaza misafir oluyordu. Derken köylerde yeni bir adet de belirerek papazlar başka yerlerdeki fukara Bulgarlar için yardım toplamaya başladılar. Köylüler artık ne olduğunu anlamaya başlamışlardı. Maddiyatlarına düşkünlükleriyle bilinen Bulgarlar, papazların, topladıkları yardımı arttırmalarına karşı çıktılar. Bu durumda da destek vermeyen başta köyün önde gelenleri ve halk çeteciler tarafından öldürüldüler. Fakat büyük bir başarıyla bu olayları Türkler yapmış gibi gösterdiler. Osmanlı yöneticileri ise bölgedeki gelişmeleri görmezden gelmeye devam ediyordu. Öteden beri Bulgarlar, pazarlardan, çarşılardan silah, barut, kurşun adına ne varsa topluyorlardı. Filibe’deki Rus Konsolosunun da belirttiği gibi, “önceleri yavaş ve gizli yürütülen silahlanma bahardan itibaren açıktan açığa ve daha hızlı yürütülmeye başlanmıştı.” İngiliz Burgaz Konsolos Vekili Brophy de ilgili makamlara ayaklanma merkezinin her birinde önemli ölçüde silah, cephane ve erzak stokunun yapıldığını belirtmiştir.66 Kuşkusuz bölgenin ayaklanmaya hazır hale gelişinde Filibe’deki Rus Konsolosu Nayden Gerov ve İstanbul’daki Rus elçisi panislavist Ignatiew’in ayrı yeri vardır. Bulgar ayaklanmasının, bölgede 1857-1876 yılları arasında kesintisiz olarak çalışan Bulgar asıllı Nayden Gerov tarafından organize edildiği Türk ve yabancı belgelerce de teyit edilmektedir.67 Bütün bu yaşanan gelişmelerden sonra Bulgar milliyetçileri bazı köylerde ayaklanma fitilini ateşlemeye başladılar. Batak, Pirastim Derbendi, Çömlek köyü ve Braçkova isyanlarını tertiplediler. Hatırlatmakta fayda var ki bu isyanlardan önce de, 1835’te Tırnova’da; 1841’de Niş’te; 1850’de Vidin’de de ayaklanmalar olmuştur.68 Bu noktada 1876 yılı bir dönüm noktasıdır. 1876 Nisan Ayaklanması, 27 Nisan’da yapılan toplantının69 ihbar edilmesinden dolayı 11 gün önce zuhur etmiştir. Toplantı yapılacağı haberini alan Babıâli 1 Mayıs’ta Otlukköy ve Arvatalan’a ( Koprivstitsa) Ahmet Ağa ve Necip Ağa komutasında zaptiyeler göndermiştir. Komite üyelerinin tutuklanmaya başlamasıyla da asiler, ayaklanma ateşini yakmışlardır. Böylece ayaklanma ilk olarak 2 Mayıs 1876’da Tatarpazarcık’ın Avratalan köyünde başlamıştır. Asiler nahiye konağını basıp, nahiye müdürü ve zaptiyeleri öldürdükten sonra, köye hemen “ya hürriyet, ya ölüm” yazılı Bulgar bayrağını çekmişlerdir. Kilise çanları “Yaşasın Bulgaristan” sesleri arasında çalmaya başlamıştır. Bu arada, Avratalan’da yakılan ayaklanma ateşi kısa sürede diğer bölgelere de sıçramıştır. Benkovski’nin liderliğinde silahlı gruplar ayaklanma planına göre köyleri kuşatmışlardır. Bu gruplar, bütün köylülere, daha sonra evlerini mermerden yeniden yapacakları 66 British Documents, vol.2, Doc.286, Brophy’den Elliot’a, 13 Mayıs 1876; Aktaran , Aydın, Balkanlar’da…, s.218 Aydın, Balkanlar’da…, ss. 148-149. 68 Osmanlı idaresine karşı yapılan bu isyanlarda, her ne kadar Rusların kışkırtmaları ve ayrılıkçı Bulgar komitelerinin halkı sürekli isyana yönlendirmeleri önemli rol oynuyorsa da, halkı bu isyanlara iten önemli âmillerden birisi de içinde bulundukları idârî ve sosyal meseleler ile yerel yöneticilerden karşılaştıkları zorluklardı.. İsyanlara katılan halk, isyanın gerekçeleri kendilerine sorulduğunda, mütesellimlerin, köy ağalarının ve subaşıların zorbalıklarından bahsediyor; hükümetin bunlara bir çözüm bulması gerektiğinin ve hareketlerinin bu tür zorba idarecilere karşı olduğunu belirtiyorlardı. (Köse, Osman, “ Bulgaristan Emareti ve Türkler” , s.232. http://www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi2/makale/kose2.pdf, (3.11.2012). 69 Bu toplantı 26 Nisan 1876 tarihinde Oborişte ( Maçka Deresi) denilen yerde yapılmıştır. Oborişte denilen Otluk-köy yakınındaki bir yerde, ayaklanmanın 1 Mayısta başlaması, buna 400 kişinin katılması kararlaştırılmıştı, ama Osmanlı yönetimi bunu haber aldığından, ayaklanma 20 Nisana ertelendi. Hareketin yönetimi için askeri kurul kurulmuş, daha sonra bu “ Orta-Balkan’da geçici Bulgar hükümeti” adını almıştır. İsyancılar ancak 10 gün dayanabildiler, daha sonra düzenli Türk ordusunca yok edildiler. Elebaşları öldürüldü.; Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.28. 67 77 için evlerini yakmalarını emrettiler. Bununla birlikte; köylülere “eğer ayaklanmaya katılmazlarsa Türklerin onları katledeceklerini, aynı zamanda büyük bir Rus ordusunun Balkanlara geçmeye hazır olduğunu” söylemişlerdir.70 Tırnova Sancağı’nın ova köylerinden gelen isyancılar, Drenova kasabası yakınındaki manastıra sığınmıştı. Papaz Hariton, Hristo Parmakov, Baço Kiro başta olmak üzere isyancılar, 10 gün kadar Türk askeriyle çarpıştı. Fazıl Paşa teslim olmaya çağırdıysa da kabul edilmedi. Bunun üzerine, manastır sarılıp bombalandı. 220 kişiyi bulan isyancılardan ancak 47’si canını kurtarabildi. Parmakov da öldü. Baço Kiro kendi köyüne kaçabildiyse de köy eşrafı onu hükümete teslime zorladı. 1897’de manastırda bu çeteciler için Türk aleyhtarı bir anıt dikildi.71 1876 ayaklanması kötü düzenlenmiş olduğu için, Osmanlı ordularına ve yardımcıları Arnavut ve Çerkez başıbozuklara karşı bağlantısız bir çarpışmalar dizisi olmakla sınırlı kaldı. Şair Hristo Botev, Romanya’dan gelen Tuna nehrini aşmış bir grubun başında, orada öldü. Bir aydan az bir zaman içinde her şey bitmişti; fakat baskıya, dünya basınının duyurduğu taşkınlık da eşlik ediyordu; Gladstone72 bir broşür ile onları kınadı ve Victor Hugo senatoya ünlü bir bildiri sundu: “Bulgar Mezalimi” Avrupa meselesi oldu. Sultan Abdülaziz devrildi; yerine, yerini 3 ay sonra II. Abdülhamit’e (1876-1909) bırakan yeğeni getirildi. 73 Ayaklanmayı soruşturmak için bölgeye ilk olarak giden kişi Walter Baring’dir. Baring, Batakköy bölgesi dâhil öldürülenlerin sayısının 7.145 olduğunu rapor etmiştir.74 Osmanlı Hükümeti’nin ayaklanmayı soruşturmak için bölgeye gönderdiği Blacque ve Yonançe Efendi’nin raporlarında ise öldürülen Bulgarların sayısının 3000’den çok olmadığı belirtilmiştir. Ayaklanma konusunda gerçeğe en yakın bilgi veren, ancak pek çok yabancı araştırmacı tarafından da görmezden gelinen kişilerden biri Merkezi Din Komitesi (Central Relief Committe)’nin baş temsilcisi olan W.L.Stoney’dir. Stoney 6 ay boyunca bölgede çalışmış ve Bulgar, Türk ve karma köylerden oluşan 150’den fazla köyü ziyaret ederek hazırladığı raporunda; bazı Türklerin de dâhil olduğu öldürülen insanların sayısını 3.694 olarak tespit etmiştir.75 Sonuç olarak, bütün raporlar dikkate alınarak denebilir ki, Bulgaristan ayaklanmasında ve ayaklanmanın bastırılmasında yaklaşık 3000 Bulgar ve 500’ün üzerinde Türk öldürülmüştür. Buna rağmen bazı kaynaklarda ölü sayısı abartılmış ve bu sayı 12.000’den 100.000’e kadar çıkarılmıştır. Yine de, sayının fazla olması düzenli askerlerin kullanılmamasından ve asilerin Bulgar halkını kullanmak için uyguladığı yöntemlerden kaynaklanmıştır.76 1876 yılında Bulgar komitelerinin öncülüğünde bir isyan hareketi daha olmuş, bu da Osmanlı Hükümeti’nin olayı kısa zamanda bastırması sonucu başarıya ulaşamamıştır. Nisan 1876 isyan hareketi köklü bir ihtilal niteliği taşıdığından diğerlerinden ayrı bir özelliğe sahip bulunmaktadır. Hersek, Sırbistan ve Karadağ olaylarının da aynı döneme rastlamasıyla Rusya’nın gayretleri sonucu olaylar milletlerarası bir boyut kazanmıştır. İstanbul Konferansı’nın başlamasıyla da “Bulgar Meselesi” çok farklı bir ortama girmiştir.77Aslına bakarsak, 1876 ayaklanması dışarıda hazırlanmış bir ayaklanmadır. Gazeteleri, dergileri aracılığıyla halkı isyana kışkırtmışlardır. Bundan sonra 1877-1878’de 70 British Documents, vol.2, Doc.451, “Report by Mr. Baring on the Insurrection of 1876; Aktaran, Aydın, Balkanlar’da…, ss.150-151. 71 Acaraoğlu, Bulgaristan’da…, s.28. 72 Gladstone’un İngiltere’de ve Avrupa’da büyük yankı uyandıran kitapçığı, geniş bir şekilde Bulgar ve Rus kaynaklarına dayanan Daily News’den yararlanmıştı. Ayrıca onun İstanbul’daki liberal kaynaklarıyla, Amerikan misyonerleriyle ve bölgedeki İngiliz Kilise mensuplarıyla irtibatı olduğu bilinmektedir. Gladstone, kitapçığında Türk ulusuna ağır hareketler yağdırmış ve Türklerin Bulgaristan’dan çıkarılmasını istemiştir. Bkz. Aydın, s.172. 73 Aydın, Balkanlar’da…, s.331. 74 British Documents, vol.2, Doc.451, “Report by Mr. MBaring on the ınsurrection of 1876; Aktaran, Aydın, s.339. 75 Aydın, Balkanlar’da…,s.153. 76 Aydın, a.g.e., s.154. 77 Köse, Bulgaristan…, s.242. 78 Osmanlı-Rus savaşı patlak verdi. Bu kanlı ve dramatik olayların yaşanmasında gazete ve dergilerin rolü büyüktür.78 1876 Aralık ayında İstanbul’da bir toplantı düzenleyen büyük devletler elçileri, Bulgaristan’da iki özerk bölge kurulmasını istediler. Ancak, Babıâli, öteki öneriler gibi, bunu da kabul etmedi. Rusya, Osmanlı Devleti’ne 24 Nisan 1877’de savaş ilan etti.79 Şunu da söylemek gerekir ki, bu isyanlar sırasında Müslümanların mağduriyeti Batılı tarihçiler tarafından pek değinilmeyen bir konu olmuştur. Bu nedenle, Amerikalı Osmanlı tarihçisi Stanford Shaw’ın görüşüne yer vermek yerinde olacaktır. Shaw, Müslüman halkın daha fazla kayıp verdiğini söylemiştir.80 1876 Bulgaristan Ayaklanması, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Bu bakımdan; Bulgaristan Ayaklanması, sadece gelecekteki Bulgaristan Prensliği’nin habercisi olmakla kalmamış, aynı zamanda çöküş dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Avrupalı emperyalist devletlerin çıkar mücadelelerinin ve Avrupa düzeni ile güç dengesinin de yeniden şekillendiği can alıcı bir sorun olmuştur.81 Olayların gelişimine devam etmeden önce bu dönemde gerçekleşen birkaç önemli Bulgar ayaklanmasına değinmek yerinde olacaktır: Batak Köyü İsyanı: Beşyüz evlik bir köy olan Batak, stratejik konumu açısından önemliydi. Dospat balkanının sarp bir yerinde ve Serez sınırında olması çeteciler için Makedonya 82 demekti. Bu köy genellikle hazırlıkların yapıldığı yer olmuştur. Meselâ en çok silâh depo ettikleri yer burasıydı. Köye muhtar Triyandafil Çorbacı kumanda yapıyordu. Bu isyanda Batak köyü oldukça zarar görmüştür. İsyancılar bu köyde 200’ü aşkın Türk kadın ve çocuğunu diri diri yakmışlardı. Avrupa’ya olaylar ters yansıtılmıştı. Herkes şaşkındı. Bulgarlar Türk kafalarını üst üste yığarak resim çektirmiş, bu acımasızlığı Türklerin Bulgarlara yaptığı bir vahşet olarak dünyaya ilan etmişlerdi!83 Pirastim Derbendi Köyü İsyanı: Bu köy hem büyük ve kalabalık hem de stratejik bir yerdi. Adından da anlaşılacağı üzere önemli bir mevkide idi. Bu büyük köy Edirne, Filibe ve İslimye bölgelerindeki en büyük ve muntazam yolların kilit noktası gibiydi. Karışık bir köydü. Bir miktar Türk ve pek çok Çingene vardı.84 Çömlek Köyü İsyanı: Bu köye zalimliğiyle ün salmış Gümüş Yuvan hükmediyordu. Acımasız ve gaddar olan Gümüş Yuvan yakalanınca yaptıklarını inkâr etmemiş, hatta böbürlenerek, hâkim huzurunda bütün suçlarını itiraf etmiş ve hiç çekinmeden “Hepsini domuz gibi geberttim!” demiştir.85 Braçkova Köyü İsyanı: Burası da büyük bir köydü. Küçük köylerden olan çetecilerin toplanma noktasıydı. Rupçuz Balkanının eteklerinde, gayet sarp bir yerde bulunduğu için “Yüksek İhtilâl Komitesi Harp Komisyonu” tarafından başlıca yığınak yerlerinden biri olarak gösterilmişti. Braçkova yığınak yeri olduğu için diğer küçük Bulgar köyleri halkı gelmeden isyana katılmamıştı. 78 Şerefli, Ahmet Şeref, Türk Doğduk, Türk Öldük, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s.9 Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.28. 80 Shaw, Stanford J., Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev: Mehmet Harmancı, cilt:II, E Yayınları, İstanbul, 1994, s.205. 81 Aydın, Balkanlar’da…, s.147. 82 Bölgede sürekli çatışmaların yaşanmasına sebep, genel olarak çok farklı din ve etnik kökenden insanların yaşaması ve bölgenin ekonomik ve stratejik konumudur; Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, TTK, Ankara, 1997, s.580. 83 Acaroğlu, s.28. 84 Tepedelenlioğlu, Sultan…, s.218. 85 Tepedelenlioğlu, a.g.e., s.221. 79 79 Ve sırf “Yassı Koru” yüzünden de ayrıca bir yirmi dört saat gecikmişti ve nihayet, onlar da gelince çanlar çalındı. Bayrak kiliseye asıldığı anda meydanı dolduran silahlılar sayıldı ve tam 1326 çeteci toplandığı anlaşıldı.86 6. İSYANLAR ŞARKISINDA OSMANLI’NIN TUTUMU İstanbul’da Sadrazam, Mahmut Nedim Paşa idi. Rusya’ya yakınlığından dolayı hasımları tarafından kendisine Nedimof lâkabı takılmıştı. Tahrip edilmemiş bir hat bulan Filibe memurunun Edirne üzerinden çektiği telgraflar sayesinde isyanı çabuk öğrenmişti. İsyan haberlerini Petrograd yoluyla da almıştı. Telgraflar eline geçer geçmez gereken emirleri vermişti. Mithat Aydın’a göre ise gerekli tedbirler alınmamış ve bu sorun hep ertelenmiştir.87 Tosun Bey bu çetecilerin peşine takılanlardandır. Karlova gönüllüleri “Sırp Dere” denen yere vardıkları zaman iki yandan sert bir yayılım ateşine tutuldular. Atlardan inip bir çukura sindiler. Taarruz edip ilk iki tabyayı ele geçirdiler. Sabah olunca da tekrar atlarına binip dövüşe dövüşe Derbend köyüne daldılar ve Derbend isyanına son verdiler. Orta Balkan Bulgarlarının en büyük ve zengin köylerinden biri olan Derbend baştanbaşa yandı, adeta kül oldu. Fakat Tosun Bey tam bir zafer elde etti. Çetecilerden tek kişi kaçamadı. Ölmeyenlerin hepsi esir edildi. Bir gün sonra da Tosun Bey, Otluktan kaçmağa muvaffak olan Kraliçe Rayka’yı ele geçirdi. 88 Barbara Jelavich ise, Osmanlı’nın tutumu konusunda şunları söylemektedir: “Ordusu başka yerlerde bağlantıda olan Osmanlı Hükümeti, asilere karşı göndermek için ancak sınırlı sayıda düzenli askere sahipti. Sonuç olarak, milis güçleri kullanmak zorunda kaldı. Benzer durumlarda diğer Balkan halklarının da yaptığı üzere Bulgar asiler yerli Türk ahaliyi kıyımdan geçirmiş olduklarından, Osmanlılarda pek güçlü bir öfke uyandırmıştı… Osmanlıların misilleme eylemleri ki, bunlara Bulgaristan’daki dehşet verici olaylar deniyor, olan biteni ancak Bulgarların anlatımıyla öğrenmiş bulunan Avrupa’da pek çok şey yazıldı, çizildi ve Türklere karşı duygular yaratıldı…”89 Türk-Rus Savaşı Öncesi Durum Tamamen Slav unsura dayalı bir devlet kurabilmek için burada yaşayan Türkleri ya “sürmek” ya da“katletmek” gerekiyordu. 1877–78 Osmanlı-Rus savaşı öncesi Prens Çerkaski liderliğinde kurulan “Bulgaristan Mülkî İdare Teşkilatı” üyeleri, “yumurta kırmayı göze alamayan omlet yiyemez” düşüncesiyle Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri yerlerinden söküp atmayı veya kılıçtan geçirmeyi kararlaştırdılar.90 1877- 1878 Türk-Rus Savaşı ( 93 Harbi) Gönüllü bir Bulgar taburu Türklere karşı savaşmak üzere Rus ordusuna katılmıştı. Rus saldırısı ve yayılması karşısında dehşete düşen Türk halkı, köy ve kentlerden evlerini, barklarını bırakıp kaçıyordu. Türk mahalleleri Bulgarlarca ateşe veriliyordu. Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de direnmesine karşı, İstanbul önlerine değin ilerleyebilen Rus orduları başkomutanı, Ayatefanos (Yeşilköy) Anlaşmasını dikte etti.91 86 Tepedelenlioğlu, a.g.e., s.246. “Osmanlı hükümetinin bölgede ciddi bir hazırlık yapmamış olması şaşılacak şeydi. Bu sıralarda Edirne valiliğine getirilen Akif Paşa, Edirne’de yalnız yarım tabur nizamiye askerinin bulunduğunu, onların da Sofya’ya gönderildiğini söyleyerek, asker gönderilmesi için Serasker Rıza Paşa’ya başvurduğunda, “şimdi asker göndermeye lüzum yoktur. Bir vak’a çıktığında çaresi düşünülür” cevabını almıştır. Asker göndermenin önemini bizzat sadrazam Mahmud Nedim paşa’ya söylediğinde ise “ siz gidiniz, sonra gereği düşünülür” denilmiştir” ; Aydın, Balkanlar’da…, s.150. 88 Aydın, a.g.e., 279. 89 Jelavich, Charles/ Barbara ise The Establishment of the Balkans National States 1804-1920; aktaran, Aydın, s.155. 90 Köse, Bulgaristan…, s.246. 91 Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.28. 87 80 Osmanlı Devleti’nin ağır bir yenilgiye uğramasının nedeni ise, önceki Osmanlı-Rus çatışmalarının aksine, bu kez Rusya, Avusturya ve Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı ortak bir politika izlemeleri ve devletin müttefiksiz kalmasıdır.92 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Tuna nehrine kadar Balkan Yarımadası’nın kuzeyindeki vadiyi Edirne’ye kadar Trakya’yı, Üsküp ile birlikte Makedonya’yı, Arnavut ülkesinde Ohrid, Debar ve Korça’yı, Yunanistan’da Kostor’yı (Kastoria) ve halâ Osmanlılar’ın olan, Meriç’ten Selanik’e uzanan ve Ege Denizi’ne açılan bir yolu içine alan bir Bulgaristan kurmayı öngörüyordu. Onaylandığı andan itibaren, bu barış bir fırtına estirdi. Hükümeti düzene sokmak için iki yıl boyunca askeri olarak işgal etmesi gereken Bulgaristan sayesinde Rusya, Balkanlar’ın hâkimi oluyordu. 93 Ancak, diğer büyük devletler bu duruma razı olmadılar ve hemen ardından Berlin Kongresi94 toplandı. Böylece, 500 yıllık Osmanlı-Türk yönetiminden sonra, tarihte üçüncü Bulgar devleti kurulmuş oldu. Prens halk tarafından seçilip Babıâli tarafından onaylanacak ve bir meclisi ve bir milis ordusu bulunacaktı. 93 Harbi esnasında Tuna ve Edirne vilayetlerinden Türkleri “defetmek” ve “yok etmek” siyaseti tatbik edilmeye başlandı. Bu siyasetin bir sonucu olarak söz konusu vilayetlerden 500.000 Türk ya katledilmiş veya açlık ve hastalıktan kırılmıştır. Bir milyon ahalide göç etmek zorunda kalmıştır.95 93 harbinden sonra da Rusların gözetimi ve Avrupa’nın müsamahası ile sürgün ve yok etme politikası Balkan Savaşları’na (1912) kadar sürmüştür. Bulgar liderleri bir yandan zalimce davranışlarda bulunurken bir yandan da 5 Ekim 1908 tarihinde emellerine kavuşmuşlardır. Gerçekleştirilen “ soykırım”, “ sürgün” ve “zulüm” Slavist bir politikanın ürünü ve sonucudur.96 Bu noktada Bulgar çete ve komiteleri akıl almaz yollara başvurmuşlardır. Bulgar çete ve komiteleri köylere baskınlar yaparak Türkleri kaçırmakta, ellerini ve ayaklarını bağlayarak işkence etmekte, boğarak veya kurşunlayarak öldürmekteydiler. Bu işlemi yapan Bulgar çetelerini o bölgenin Müslümanları yakinen tanımaktaydılar. Bulgar makamları sözde eşkıya takibi için köylere, özellikle Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimlerine asker ve görevliler göndermekte, fakat gelen asker ve görevliler kendilerini gönderen makamların bilgi ve direktifleri dâhilinde yağma, gasp, işkence ve katliam hareketlerine öncülük etmekteydiler. Türklerin bu hususta, Bulgar resmî makamları nezdinde yaptığı şikâyetler sonuçsuz kalmaktaydı. 97 Bulgar görevlilerden destek alan ve çoğu zaman da onlarla koordineli hareket eden Bulgar eşkıyaları, köyleri kuşatarak basmakta, alenen kadınlara tecavüz etmekte, zevk için insanların vücutlarını yakmakta, organlarını kesmekte veya kan kusturana kadar feci şekilde döverek işkence etmekteydiler. Türklerin evlerinden ve üzerlerinden en kıymetli eşyalarını, paralarını, 92 Sander, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, 6. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, Ekim 2010, s.249. Aydın, Balkanlar’da…, s.333. 94 Berlin kongresi- Yeşilköy anlaşmasını gözden geçirmek üzere, 13 Haziran 1878’de Berlin’de Bismarck’ın başkanlığında Avrupa devletleri temsilcilerinden oluşan bir Kongre toplandı. Kongre, bir ay sonra, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile Yeşilköy anlaşmasını değiştirdi. Alınan kararlara göre, Rusya, Asya’da Ardahan, Kars ve Batum’u muhafaza etti. Rumeli Türk topraklarında bir Bulgar Prensliği ( Tuna ile Koca-balkan arasında) , Filibe2de sultana bağlı bir Doğu Rumeli vilâyeti kuruldu. Edirne ve Makedonya Türk toprağı olarak kaldı. Niş, Pirot ve Vrana bağımsızlığını elde eden Sırbistan’a bırakıldı. Kuzey Dobruca’yı, bağımsızlığa kavuşan Romanya aldı. Epir ile Tesalya Yunanistan’a verildi. Avusturya ise, Bosna – Hersek’i işgal ve idare etme yetkisini aldı; Acaraoğlu, Bulgaristan’da…, s.29. 95 İpek, Nedim, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1994, s.12. 96 Balkanlarda yaşanan katliamlarda Rus desteğindeki Bulgar birlikleri önemli rol oynamışlardır. Sadece Harmanlı katliamında 20.000 kişi katledilmiştir. Balkan savaşı sırasında meydana gelen göçte, yaklaşık olarak 600.000 Müslüman katledilmiştir. Bu 600.000 kişinin 200.000’nin Bulgar çeteleri tarafından katledildiği tahmin edilmektedir; Buran, Ahmet, Kurşunlanan Türkoloji, Manas Yayıncılık, Elazığ, Ekim 2007, s.27. 97 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Hariciye Siyasî (HR. SYS), 304/165: Varna’dan bir grup ulemadan Başvekâlete dilekçe (14 Aralık 1879); 304/16:Rusçuk kazası jurnallerinden (29 Şubat 1880); 306/64: Filibe ikinci Kitabeti’nin Bulgaristan Komiserliği’nden gelen tahrirat (6 Nisan 1907); 306/54: Sadaretten Hariciye Nezareti’ne tezkere (9 Mart 1908); Aktaran, Köse, s.247. 93 81 çiftliklerindeki mahsullerini ve hayvanlarını gasp etmekteydiler. 98 Bahar ayları geldiğinde Bulgarlar zulümlerini daha da arttırmaktaydılar. Bütün dünya, medeni Avrupa’nın ortasındaki bu zulme seyirci kalmaktaydı. Bir yerleşim biriminden diğerine gitmek Bulgar çetelerinin yolları kesip, sadece farklı din ve ırktan diye insanları katletmesi sebebiyle mümkün değildi. Yalnız veya gruplar halinde seyahat edenlerin yolları kesilmekte, ibret olsun diye vücutları yaralanmakta ve yarı ölü bir şekilde salıverilmekteydi. Hatta insanlar çeşitli yerlerinden kesilmek suretiyle ölüme terk edilip yol kenarlarına veya umuma açık yerlere atılmaktaydılar. Bulgar eşkıyalarının bu zulümlerdeki amaçları halkın gözünü korkutup göçe zorlamak ve geri dönmeye çalışanları da bu fikirlerinden vazgeçirmekti.99 Zulüm sonucu ölenlerin dinî merasimle defnine müsaade edilmemekte, topluluk halinde çukurlara gömülmekteydiler. Köylere yapılan baskılarda cami duvarlarına domuz eti asılarak ve haç işaretleri çizilerek ahalinin dinî duyguları rencide edilmekteydi. Camide ibadet halinde olan cemaat zorla dışarı çıkarılmakta ve din adamlarına akla hayale gelmeyen hakaretler edilmekteydi. 100 7. BULGAR AYAKLANMALARINDA DIŞ AKTÖRLER Daha önce de belirtildiği gibi, Bulgar ayaklanmalarında doğrudan aktif rol oynayan dış unsur Rusya’dır. İlk Bulgar ihtilâl komitesi de Rus gizli servisi tarafından düşünülüp hazırlanmıştır. Aslında, baktığımız zaman Rusların ve Bulgarların durumu ilginçtir. 19. yüzyıl başlarına kadar ne Avrupalılar ne de Ruslar Bulgarları yeteri kadar tanımamaktadırlar. Dilleri ve alfabesi hakkında da fazla bir bilgi yoktur. 1828 yılında Osmanlı-Rus Harbi sırasında ilk defa Ruslar, Bulgarların kendilerine yakın bir dil konuştuklarını fark etmişler ve ilgilenmeye başlamışlardır.101 Rusya başlarda bu ayaklanmaları desteklemekten çekinmiştir. Bulgarlar Georgi Mamarçev liderliğinde İslimiye’de ayaklandıklarında ayaklanmayı bastırmaya koşanlar Osmanlı birlikleri değil, Rus komutanı General Dibiç’in yolladığı iki yüz kişilik bir Kazak birliğiydi. Rusya bu gibi ulusalcı ayaklanmaları desteklemekten çekiniyor ve müttefik Avusturya başta olmak üzere Restorasyon Avrupa’sını rahatsız edecek problemlere karışmak istemiyordu.102 Daha sonra ise, onları daha iyi tanımayı ve aralarındaki ilişkileri geliştirmeyi düşündüler. Şark Meselesi’nin bir parçası olarak Osmanlıları Balkanlar’dan atabilmek ve akabinde sıcak denizlere inebilmek için dinî, sosyal ve kültürel yapıları gereği Bulgarlar, Ruslar için tarihi emellerini gerçekleştirebilecek önemli bir vasıta niteliğindeydi. Rusya’nın asıl amacı, Ege Denizinde sınırı olacak bir devlet vasıtası ile sıcak denizlere inebilmekti. 103 Sonrasında da gizlice çeteler oluşturup bu faaliyetleri desteklediler ve modern Bulgar okullarının açılmasını teşvik ettiler. Daha önce de belirtildiği gibi, daha sonraları bu okullardan yetişenler, isyanları yönetip halkı isyana teşvik eden kimseler olmuşlardır. Bulgar isyanlarında rol oynayan bir diğer aktör ise İngiltere’dir. İngiltere, Bulgar isyanı konusunda da Yunan isyanı konusundaki tutumunun aynısını sergiledi. İlkin, Osmanlı toprak 98 BOA. HR. SYS. 304/16: Rusçuk kazası jurnallerinden (18 Nisan 1880); 304/68: Rumeli_i Şarkî Vilâyeti’nde Başvekâlet’e tahrirat (7 Temmuz 1880); 306/132: Bulgar Komiserliği’nden sadarete tahrirat (19 Ocak 1893); 306/5–2: Hariciye Nezareti’nden Sofya’daki Osmanlı Maslahatgüzarı Refik Bey’e tel (28Eylül 1912); a.g.e., ss.247-248. 99 BOA. HR. SYS. 304/112: Köstendilli 11 Müslüman’dan Hariciye Nezareti’ne telgraf (11 Nisan 1880); 306/73-1: Roma Sefareti’nden Hariciye Nezareti’ne tahrîrât (1 Mayıs 1908); 306/35: Dahiliye Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne tahrîrât (14 Ocak 1911); a.g.e., ss. 248-249. 100 BOA. HR. SYS. 304/73: Meşîhathâne’den Hariciye Nezareti’ne tezkere (4 Mayıs1880); 306/132: Bulgar Komiserliği’nden sadarete tahrirat (19 Ocak 1893);306/88: Bulgaristan komiseri Sadık Paşa’dan sadarete tahrirat (26 Ocak1905); 304/86: Bulgaristan komiseri Sadık Paşa’dan sadarete tahrirat (5 Ocak 1905); a.g.e., s.249. 101 Yılmaz, Osmanlı’nın…, s.31. 102 Ortaylı, İmparatorluğun…, s. 84. 103 Yılmaz, Meşkure, Tarihi, Siyasi ve Kültürel Yönleriyle Türklerin Dünyası ve Türkiye’nin Dış Türkler Politikası, I. Baskı, Kripto Kitaplar, Ankara, Şubat 2010, s.98. 82 bütünlüğünü korumak yönünde Slav isyanlarına cephe alan İngiltere, 1870’li yıllara gelindiğinde Bulgarları sözde Rus nüfusundan kurtarmak için himaye etmeye başlamıştır. Panislavistlerin Londra’da komiteler kurmalarına bu komitelerin tertip ve teşvikiyle Türklerin aleyhine bir çete harbi yapmalarına müsaade etmiş ve Türklerin bu çeteleri ortadan kaldırmalarına itirazcı kesilmiştir.104 Bulgar bağımsızlık hareketlerine önemli bir dış etken de Sırbistan’ın örnek ve itici bir güç olmasıdır. Sırplar, 19. yüzyıl başlarından beri Bulgarları akrabaları olarak görürken, aynı zamanda onları arzu ettikleri Güney Slav Birliği’nin de önemli bir parçası olarak düşünmüşlerdir.105 Slav birlik Cemiyeti Hıristiyan halkı provoke etmek için bölgeye özel provokatörler göndermiştir. Yunanistan’ın da Bulgar milli şuurunun ve bağımsızlık düşüncesinin gelişiminde direkt ya da dolaylı bir yere sahip bulunduğu söylenebilir.106 Hâlbuki Bulgar halkı daha önceleri Rumlaştırma politikaları içinde ortadan kalkma derecesine gelmiştir.107 8. YAKIN DÖNEMDEKİ BULGAR AYAKLANMALARI VE KOMİTELERİ İlinden Ayaklanması:108 Buradaki amaç, Makedonya’nın Türklerden alınmasıydı. Ayaklanma 2 Ağustos 1903 günü yani Hıristiyanların dinsel yortusu İlinden günü başlatılmıştır. Makedonya önderlerinden Gotse Delçev (1872-1903)109 liderliğinde ayaklanma Manastır’dan başlatıldı. Delçev çetesiyle birlikte ortadan kaldırıldı. Ayaklanma genişleyip 20.000 kişiye ulaştı. Karşılarında 200.000 Türk askeri vardı. Bu ayaklanmanın devamında Edirne’nin bir Bulgar köyünde de bir ayaklanma başlattılar. 3 ay süren bu ayaklanma da bastırıldı. 200 Türk köyü, 70.000 kişi bundan zarar gördü, evsiz-barksız kaldı. Bulgar halkının yarısı da Bulgaristan’a göç etti. 110 Daha sonra ise, 1918 yılında Trakya Komitesi kurulmuştur.111 Amacı, Trakya konusunda Bulgarlar lehine gerekli resmi evrakları toplamak ve gerektiğinde kuvvete başvurmak olan bu komite uzun ömürlü olmamıştır. 104 Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, c.8, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1988, s.188. Aydın, Balkanlar’da…, s.144. 106 Aydın, a.g.e., s.144. 107 Şentürk, Hüdai, Osmanlı Devletinde Bulgar Meselesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992, s.49 108 1903 İlinden Ayaklanması’nın hemen ardından uygulamaya konulan Mürzsteg Programı, Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale anlamına gelen bir uygulama idi. Balkanlarda, Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son toprak parçası olan Makedonya bölgesinde, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla başlayan otorite boşluğunu doldurmak ve bu bölgelerde hâkimiyet kurmak isteyen zamanın büyük güçleri, aralarındaki dengeye gör paylaşım planı içine girmişlerdir. Özellikle Osmanlı zabıtasının Avrupalı subayların emrine verilmesi, Osmanlı Devleti’nin gücünün ve egemenliğinin zayıflamasının hissedildiği bir uygulama olmuştur. Mürzsteg Programı ile prestij kaybına uğradığını ve egemenliğinin zedelendiğini düşünen Osmanlı Hükümeti, programın uygulamada kaldığı süre boyunca, gücünden bir şey kaybetmediğini ve baskılara direnecek kapasitesini koruduğu sürekli hissettirmeye çalışmıştır. Bu nedenle, ne kadar güç kaybetmiş olsa da Osmanlı Devleti de varlığını korumak için önlemler almaya ve reform çerçevesinde ortaya konulan uygulamalara direnmeye çalışmıştır. Çünkü Osmanlı yönetimi, Mürzsteg Programı’nı ülkedeki zabıta kuvvetlerini ıslah etmek ve Hıristiyan azınlıkların güvenliklerini sağlamaktan çok Makedonya’nın paylaşılması için kurulmuş bir tuzak olarak algılıyordu. Ancak, bu Program vasıtasıyla Avrupa devletlerinin de müdahalesiyle Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti ve egemenlik hakkı önemli ölçüde sınırlandırılmıştı; Dikici, Ali, “Osmanlı Makedonya’sında Kurulan İlk Uluslararası Polis Barış Koruma Misyonu: Mürzsteg Reform Programı” , Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 24, Kış 2010, ss.103-114. 109 Kukuş’ta doğan, Sofya Harp Okulu’nu bitiren, Makedonya İhtilal komitesi kurucularından olan Delçev, öğretmen olarak, Makedonya’yı dolaşıp ihtilal tohumları atmıştı. Büyük bir Türk düşmanıydı; Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.32. 110 Bulgarlar, bu iki küçük ayaklanmanın 80. yıldönümünü, 1983’te büyük törenlerle kutladı. Türklerin aleyhinde atıp tuttular. Radyoları, TV’leri , gazete ve dergileri hep Türk düşmanlığı ile dolup taştı; Acaroğlu, Bulgaristan’da…, s.32. 111 Trakya Komitesi, San Remo Konferansı’nda Trakya’nın Yunanistan’a verilmesiyle buradaki Bulgar halkının, Yunanistan ve müttefiklere karşı mücadele etmek amacıyla 1918 yılının sonlarında kurulmuştur. Trakya konusunda Bulgarlar lehine gerekli resmi evrakları toplamak ve gerektiğinde kuvvete başvurmak amacıyla Rilo Manastırı Başrahibi liderliğinde oluşturulmuştur. Bünyesinde komitecilikte deneyimli Makedonya ve diğer Bulgar komitecierinin de kurucu olarak görev aldığını görmekteyiz. Başlangıçta Bulgaristan Hükümeti tarafından desteklenmiştir. Lozan Antlaşmasından sonra değişen durum karşısında Bulgaristan Hükümeti desteğini kesmiştir. Destek alamayan Komite, faaliyetlerini bir süre durdurmak zorunda kalmıştır; Çanlı, Mehmet, “Bulgar Trakya Komitesi (1918--1934)”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XI/2 (Kış 2011), ss.277-292. 105 83 Bulgaristan’da bu çetelerden başka 1926 Yılında gizli olarak “Mlade Şeka Sobranya” isimli bir cemiyet kurulmuştur. Türkiye ile Bulgaristan arasında 1926 yılında imzalanan “Muhadenet ve Ticaret Antlaşması”nın Bulgar Meclisi’nce onaylanmasına tepki olarak oluşturulan bu Cemiyetin amacı, “Bulgar olmayanların ve hatta Makedonyalı ve Trakyalıların zorla ülkeden dışarıya çıkarmaktır. Cemiyeti kuran bazı gençlerin ifadelerine göre, azınlık grupların ortadan kaldırılması gerektiğini ve Bulgaristan’a göç eden Makedonya ve Trakyalı göçmenlere yapılan yardımların fayda getirmeyeceğini, boşuna yapılmış yardımlar şeklinde olduğunu söylemektedirler.”112 I. Dünya Savaşı sonrasında da Bulgaristan’da siyasi iktidarlar komite ve çetelerin desteğine bağlı kalmışlardır. Destek alamayan uzun ömürlü olamamıştır. Özellikle Makedonya Komitesi113 bu konuda hükümete karşı koyacak kadar etkili olmuştur. Bu komitelerin hepsinin ortak noktası yabancı düşmanlığıdır. Özellikle Müslüman-Türk azınlık sindirilmek istenerek, resmi makamların da desteğiyle homojen bir Bulgar toplumu yaratılmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda da azınlıkların sahip olduğu mal varlıklarına el konulmuştur. Resmi makamlar bu tür soygunlara hep sessiz kalmıştır. Hatta bu tür soygunları teşvik etmişlerdir. Bununla ilgili Türk ve Bulgar arşivlerinde yüzlerce belge bulunmaktadır. Örneğin Trakya komitesinin çeteleri, Aralık 1926’tan Nisan 1927 tarihleri arasında Koşukavak köylerine onlarca baskınlar yaparak birçok Türk’ten zorla para toplamıştır. Buna direnenler ise öldürülmüştür. Suçlular hakkında Bulgar resmi makamları, her hangi bir takibat yapmamıştır.114 Trakya Komitesi’nin faaliyetleri özellikle 1931’den itibaren yoğunluk kazanmıştır. Bulgaristan amaçları doğrultusunda ülkedeki din adamlarını da kullanmıştır. Propaganda yaparak Türkiye’ye karşı kışkırtmıştır. Çıkardıkları gazetelere destek olmuş ve Türkiye aleyhinde yazılar yazdırmıştır. Bulgaristan’ın desteklediği eskiler ya da hocalar, Lozan sonrasında yurt dışına çıkarılan 150’liklerin bir kısmıdır. Bu kişiler her fırsatta Türkiye aleyhine faaliyet göstermişlerdir. Türkiye, bunların her türlü faaliyetlerini yakından takip ederek, tedbir almaya çalışmıştır. Türkiye aleyhinde yazılar yayınlanan gazetelerin Türkiye’ye sokulmalarını Bakanlar Kurulu kararlarıyla yasaklamıştır.115 1934’te Balkan Paktı’nın imzalanmasıyla Türkiye’nin komite hakkındaki baskıları daha da artmıştır. Bu baskılar sonucu Bulgaristan Trakya Komitesi’ni kapatmıştır. Her ne kadar kapatılmış olsa da Komite’nin Karabayır’da bulunan karargâhının bir kısmının Darıdere’ye Yunan sınırına kaydırılmıştır. Üyelerinin büyük bir kısmı korucu, gümrükçü ve köy bekçisi gibi silahlı olarak sınır bölgesine yerleştirilmiştir.116 SONUÇ Osmanlı’nın dağılması ve Türkiye’nin yükselmesiyle bu yüzyılın tarihi şekillendi. Yıkıntılardan yeni milletler doğdu. 1789 Fransız ihtilâlinin getirdiği “hürriyet”, “eşitlik”, ve “adalet” kavramları Osmanlı’yı bölmek ve parçalamak isteyen Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya gibi büyük devletlerin eline büyük bir koz olarak geçmiştir. Özellikle Rusya, Panslavizm doğrultusunda Bulgarlara büyük destek vermiştir. Diğer Avrupalı devletler de Rusya’yı 112 BCA, 030. 10. 219. 477.4 (13.06.1926); Aktaran, Çanlı, s.285. Bulgaristan’da Türk ve diğer azınlıklar hakkında faaliyet gösteren Bulgar komitelerinin (Makedonya, Trakya ve Dobruca komiteleri) yanında aynı görevi üstlenen birçok dernek de bulunmaktadır. Bunlardan biri de emekli General Markov’un başkanlığını yaptığı “Rodna Zaştita” teşkilatıdır. Bu teşkilat, 1930’dan önce Türk azınlığa karşı etkin mücadele etmekteydi; BCA 030.10. 240. 625. 10 (09.11. 1932); Aktaran, Çanlı, s.284. 114 BCA., 030. 10. 239. 616. 41 (14 Teşrin-ı Sani 1927); Aktaran Çanlı, s.285. 115 Örneğin 1930’larda Osmanlıca olarak çıkarılan Açıksöz; BCA, 030.18.01.02.20.37.16 (07.06.1931) Bakanlar Kurulu Kararı) , Medeniyet, Dostluk (BCA, 030.18.01.02.33.6.3 (18.01.1933) Bakanlar Kurulu Kararı) , ve İntibah (BCA, 030.18.01.02.1.4.18 21.02.1928) Bakanlar Kurulu Kararı); Aktaran, Çanlı, S.286-287. 116 BCA, 030.10.242.633.10 (30.11.1934); aktaran, Çanlı, s.290). 113 84 Balkanlar’da frenleyebilmek için bazen müsamahakâr davranırken, bazen de menfaatleri doğrultusunda hareket etmişlerdir. Daha 1815’te toplanan Viyana Kongresi’nde, Osmanlıların Balkanlar’dan kovulması kararlaştırılmıştır. Osmanlı Devleti’ne karşı uygulanacak yeni yöntem şuydu: Osmanlı Devleti’nin ırken Türk olmayan tebaasını Devlet’e karşı isyan ettirmek ve bunun için her türlü imkânı hazırlamak. 117 XlX. yüzyıl Osmanlı Devleti açısından, vücudu parça parça kesilerek planlı şekilde ölüme terk edilen adamın durumuna benzemektedir. İşte Bulgaristan, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri elinde bulundurduğu önemli bir vilayeti durumundadır. Tarihi emeline ulaşma hayalindeki Rusya, Slav ırkına mensup olma kozunu da kullanarak, ayrı bir devlet olma vaadiyle ve "Şark Meselesi’nin bir aşaması olarak" Bulgarları isyana teşvik etmeye başlamıştır. Çeşitli idari ve sosyal düzenlemelerle birçok Bulgar isyanını bastıran Osmanlı devleti, dış destekli ve organize hareketleriyle milletlerarası bir boyut kazanan 1876 isyanını önleyememiştir.118 Bulgarların Müslüman-Türk nüfusuna uyguladıkları “katliam” ve “sürgün” Osmanlı toprakları üzerinde menfaatleri bulunanların ekmeğine yağ sürdüğü için bu duruma sessiz kalmışlardır. Osmanlı devletinin de siyasi, ekonomik ve askeri olarak yeterli güçlere sahip olmamasıyla Bulgar vahşetine dur diyecek bir güç ortaya çıkmamıştır. Göç dalgası119 Balkan harbi sonuna kadar devam etmiş ve hesabını kimsenin soramadığı Bulgarlarca katledilen yüz binlerce masum insan Bulgar katliamına maruz kalmıştır. Bu göç dalgası Balkan harbinden sonra da günümüze kadar devam etmiştir. Bütün bu saldırılar, tecavüzler ve cinayetler belgelere dayanmaktadır. Düzmece olay ve belgelerle her daim Osmanlı’yı ve Türkleri aşağılayan Balkan tarihyazımı, bu tutumundan vazgeçip Osmanlı’nın hoşgörüsü sayesinde milli bilinç duygusu edindiklerini kavramalıdırlar. Ermeni meselesinde birbirleriyle yarışan ama Balkanlar’da yaşanan zulme gözlerini yummuş olan şimdinin demokrasi ve insan hakları savunucularının acaba hangisi parlamentolarında soykırım olan bu savaşlar hakkında bir karar almıştır. Oysa Osmanlı, Bulgarları, azınlıkları aşağılamamış ve hiçbir ayırım yapmamıştı. Dinî vecibelerini yerine getirmeyi hiçbir kimseye yasaklamadı. Osmanlı İmparatorluğu “İslâmiyet’te zorlama yok” ilkesinden hareket ediyordu. Bulgar tarihyazımında sürekli tekrarlanan “zorla İslâmı kabul ettirme” doğru değildir. Bu iddialarını belgelemekte kullandığı başlıca kaynak, bir Bulgar papazı olan Methodii Graginov tarafından yaklaşık 1666 tarihinde elyazması bir ayinler kitabının arkasına düşülen birkaç sayfalık notlardan ibarettir. Belgenin düzmece olduğunu gösteren çok sayıda ( hem iç hem de dış) kanıt bulunmaktadır.120 İnanç yasağı, eğitim kısıtlaması getirilmedi. Hatta Bulgarlar liselerini Osmanlı’dan 30-40 yıl daha önce Gabrovo’da açtı. Zaten öyle olmasaydı, Paisiy yurttaki kiliseleri ve manastırları tek tek dolaşabilir miydi? Kendisi ve sonrasında onun izinde yürüyenler Bulgarlık ruhunu yaydı. Osmanlı, inanç, vicdan sorunudur deyip karşı çıkmadı, engellemedi. Bulgar yöneticilerse 2 milyon Türk halkının ağzına, beynine bile kilit vurmuşlardı. 121 II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine Bulgaristan 1908 Ekiminde tam bağımsızlığını ilan etti. Babıâli 1909 Mart'ında bu durumu da tanıdı. Artık Bulgaristan bağımsız bir krallıktı. Orada yaşayan Türkler de Bulgar vatandaşı ve azınlık statüsüne girdiler. Onların azınlık olarak korunmaları ilk önce 1878 Berlin Anlaşmasında hükme bağlandı. Daha sonra 1909 İstanbul 117 Sırman, İhsan Süreyya, “Osmanlı Devleti’ne karşı yapılan İsyanlarda İngiliz-Fransız Silâh Kaçakçılığı”, s.2583; X. Türk Tarih Kongresi Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, V. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994, s.2583. 118 Köse, s.271. 119 Bulgaristan'daki Müslümanlara yönelik zulümler arttıkça göç dalgası çoğalmakta ve göçmenler yollarda perişan olmaktaydı; BOA. HR. SYS. 304/78: Başvekâletten Rumeli-i Şarki Vilayeti'ne tahrirat (8Mayıs 1880); Aktaran, Köse, s.268. 120 Karpat, Balkanlar’da…, ss.323-324. 121 Şerefli, Türk…, ss.9-10. 85 Protokolü, Balkan Savaşı sonunda imzalanan İstanbul Anlaşması, I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan 1919 Neuilly Anlaşması, 1925 Türk Bulgar Dostluk Anlaşması, II. Dünya Savaşı sonunda müttefiklerle imzalanan 1947 Paris Barış anlaşması ile Bulgaristan'da yaşayan Türklerin azınlık hakları güvence altına alınması kararlaştırılırken, yukarda bazı örneklerini verdiğimiz, çeşitli insan haklarını güvence altına alan anlaşmalara da Bulgaristan imza koymuştur.122 Son dönem çağdaş Bulgar liderleri de bütün bu olanları göz ardı ederek, antik ve görkemli bir Bulgar tarihi yaratma çabasına girmişlerdir. Bulgar yönetimlerinin Bulgar ulusunu bir örnek duruma getirmek için çılgınca harcadığı çabalara rağmen, Bulgaristan halâ bir örnek değildir. 123 Balkan mitolojisinden gerçek nedenleri ne olursa olsun “ulusun” ya da “ulusal” önderlerin bütün başarısızlıkları düşmanın, yani “onların” şeytanca oyunlarının bir sonucu olarak kabul edilmektedir; “onlar” Müslüman Türkler olarak tanımlanmaktadırlar ve ne kadar barbarca olursa olsun Müslüman Türklere karşı işlenen her eylem haklı, doğru, ahlaki ve uzun bir süreden beri zaten geç kalmış bir eylemdir. 124 Milliyetçiliğin dar sınırlarının yarımadanın her köşesinde aşılmış olduğunu söylemek için zaman kuşkusuz çok erken. Osmanlı dönemi halâ, tıpkı, geleneksel tarihyazımında olduğu gibi, yarım bin yıllık bir yabancı “işgali” gibi algılanmakta, çok milletli bir imparatorluk yönetimindeki farklı halkların yaşadıkları ortak deneyimler gerçeği göz ardı edilmektedir. Fakat bu karamsar genel izlenime karşın şunu da belirtmekte yarar var ki, artık Balkan ülkelerinde de şüphesiz karşılaştırmalı tarih metotlarına yakın, eleştirel zihin yapısına sahip genç bilim insanları yetişmektedir. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki yıllar, Maria Todorova gibi tarihçilerin izinde yürüyen ve “Osmanlı mirası”na antropolojik ve daha objektif yaklaşan araştırmacılar getirecektir.125 Böylece Bulgar isyanlarının doğurduğu “kılıç artıkları”nın neler çektiği daha iyi anlaşılıp olaya tek taraflı bakma hatasından geri dönülebilecektir. 122 Şimşir, Bilâl, Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2009; Pazarcı, Hüseyin, “ Uluslararası Hukuk Antlaşmaları Yönünden Bulgaristan’daki Türklerin Hakları”, Dış Politika, Sayı:2, Haziran 1985, ss.5-7. 123 Karpat, Balkanlar’da…, s.49. 124 Karpat, a.g.e., s.60. 125 Adanır, “İkinci Dünya…”, s.379. 86 KAYNAKÇA Kitaplar: Acaroğlu, M., Türker; Bulgaristan’da Yer Adları Kılavuzu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara, 1988. Akdes Kurat, Nimet; “ Bulgar”, İslâm Ansiklopedisi, cilt: II, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,1993. Armaoğlu, Fahir; 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, TTK, Ankara, 1997. Aydın, Mahir; “XIX. Yüzyılda Bulgar Meselesi”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Ankara, 1990. Aydın, Mithat; Balkanlar’da İsyan, I. Baskı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, Eylül 2005. Buran, Ahmet; Kurşunlanan Türkoloji, Manas Yayıncılık, Elazığ, Ekim 2007. Castellan, Georges; Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, Çev: Ayşegül Yaraman-Başbuğu, I. Baskı, Milliyet Yay., İstanbul, 1993. Gökkaya A., Kürşat, Yeşilbursa, Cemil Cahit; Yeni ve Yakın Çağ Tarihi, 2. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2010. İnalcık, Halil; Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1992. İpek, Nedim; Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1994. Karal Ziya, Enver; Osmanlı Tarihi, c:8, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1988. Karpat H., Kemal( Derleyen); Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Nisan 2005. Karpat H., Kemal; Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Çev: Recep Boztemur, I. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, Nisan 2004. Kocabaş, Süleyman; Avrupa Türkiye’sinin Kaybı ve Balkanlar’da Panislavizm, Vatan Yayınevi, İstanbul, 1986. Kumrular, Özlem; Avrupa’da Türk Düşmanlığın Kökeni, Türk korkusu, 7. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul, Ağustos 2008. McCarty, Justin; Ölüm ve Sürgün, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2003. Ortaylı, İlber; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 19. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004. Ortaylı,İlber; Son İmparatorluk Osmanlı, 10. Baskı, Timaş Yay., İstanbul, 2008. Peremeci, Nuri, Osman; Tuna Boyu Tarihi, Resimli Ay Matbaası, İstanbul, 1942. 87 Putlar, Gönül (der.); Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, I. Baskı, Tetragon Yayınları, İstanbul, 0cak 2012. Roux Paul, Jean; Türklerin Tarihi, Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, Çev: Aykut Kazancıgil, Lale Arslan Özcan, 5. Basım, Kabalcı Yay.,İstanbul, Nisan 2008. Sander, Oral; Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, 6. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, Ekim 2010. Shaw, J., Stanford; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev: Mehmet Harmancı, cilt:II, E Yayınları, İstanbul, 1994. Şentürk, Hüdai; Osmanlı Devletinde Bulgar Meselesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992. Şerefli Şeref, Ahmet; Türk Doğduk, Türk Öldük, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002 Şimşir, Bilâl; Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2009. Tepedelenli Nazif, Nizamettin; Sultan Abdulhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, Toker Yayınları, İstanbul, 1989. Todorov, Nikolay; Bulgaristan Tarihi, Çev: Veysel Ataman, Öncü Kitabevi, İstanbul, 1979. Vacalopoulos, Apostolos; Origins Of The Greek Nation ( The Byzantine Period,1204-1461), Rutgers Unıversity Pres, New Jersey. X. Türk Tarih Kongresi, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, V. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994. Yılmaz, Durmuş; Osmanlı’nın Son Yüzyılı, 2. Baskı, Çizgi Kitabevi, Konya, Ekim 2004. Yılmaz, Meşkure; Tarihi, Siyasi ve Kültürel Yönleriyle Türklerin Dünyası ve Türkiye’nin Dış Türkler Politikası, I. Baskı, Kripto Kitaplar, Ankara, Şubat 2010. Makaleler: Adanır, Fikret; “ İkinci Dünya Savaşı sonrası Balkan Tarih Yazınında Osmanlı İmparatorluğu” , Çev: Seda Altuğ, Kemal H. Karpat ( Derleyen), Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Nisan 2005. Akdes Kurat, Nimet; “Panslavizm” AÜDTCFD, XI/2-4, (Haziran-Eylül-Aralık). Alp, İlker; “ Türklerin Bulgarlaştırılması” , Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı:37, Ağustos 1985. Bozkurt, Gülnihal; “ II. Meşrutiyet Osmanlı Meclis Zabıtlarında Bulgar Azınlıklarının Kilise ve Okul Sorunları” ; http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/821/10417.pdf (13.08.2012). Çanlı, Mehmet; “Bulgar Trakya Komitesi (1918--1934)”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XI/2 (Kış 2011). Dikici, Ali; “Osmanlı Makedonya’sında Kurulan İlk Uluslararası Polis Barış Koruma Misyonu: Mürzsteg Reform Programı” , Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı: 24, Kış 2010. 88 Kitromilidis M. Paschalis; “ Imagined Communities” and the Origins of the National Question in the Balkans”, European History Quarterly, 19, 1989. Köse, Osman; “Bulgaristan Emareti ve http://www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi2/makale/kose2.pdf, (3.11.2012). Türkler” Pazarcı, Hüseyin; “ Uluslararası Hukuk Antlaşmaları Yönünden Bulgaristan’daki Türklerin Hakları”, Dış Politika, Sayı:2, Haziran 1985. Sırman Süreyya, İhsan; “Osmanlı Devleti’ne karşı yapılan İsyanlarda İngiliz-Fransız Silâh Kaçakçılığı”, s.2583; X. Türk Tarih Kongresi Ankara, 22-26 Eylül 1986, Kongreye Sunulan Bildiriler, V. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994. Şıvgın, Hale; “Osmanlı Arşiv Belgeleriyle 1902-1912 Yıllarında http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/43-81-88.pdf (3.11.2012). Makedonya”, Todorova, Maria; “Bulgarian Historical Writing on the otoman Empire”, New Perspectives on Turkey, 12, 1995. Yüce, Mehmet; “Çarlık Rusyası İle Sovyetler Birliği’nin Siyasaları Ardından Kırgız Türkleri’nin Ulusal Kimlik Politikası”, Gönül Pultar ( Der), Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak, I. Baskı, Tatragon Yayınları, İstanbul, 0cak 2012. Zeljazkova, Antonina; “The Problem of the Authenticity of Some Domestic Sources on the ıslamization of the Rhodopes, Deeply Rooted in Bulgarian Historiography” , Etudes Balkaniques, Vol:4, 1990. Elektronik Kaynaklar: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/821/10417.pdf, (3.11.2012). http://www.pomak.eu/board/indez.php?topic=129.0 (3.11.2012). http://www.hbvdergisi.gazi.edu.tr/ui/dergiler/43-81-88.pdf (3.11.2012). http://www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi2/makale/kose2.pdf (3.11.2012). 89 90 1912-1913 BALKAN SAVAŞLARININ EDEBİYATA YANSIMASI Hayriye SÜLEYMANOĞLU YENİSOY* ÖZET “Balkan Felaketi” olarak tarihimize geçen 1912-1913 Balkan Savaşları edebiyatta yankı bulmuştur. Bu savaşları konu edinen birçok eser aslında birer ağıttır. Edebî türlerden şiirde, hikâyede, romanda, tiyatro eserlerinde ve anılarda, çok kısa bir sürede elden çıkan Rumeli topraklarının acısı vardır. Rumeli Türklerinin, Rumeli Müslümanlarının trajedisi vardır. Bu yazımızda 1912-1913 Balkan Savaşlarının edebiyata yansıması ele alınacak, savaş konulu eserlerden örnekler verilecektir. Anahtar Kelimeler: Balkan Savaşları, Türk Edebiyatı, Balkanlar’dan Göçler. THE REFLECTION OF 1912-1913 BALKAN WARS TO THE LITERATURE ABSTRACT The Balkan Wars in 1912-1913, which has considered as a Balkan Disaster in the Turkish history, have echoed with many expressions in the literature. Many works devoted to these wars actually can be seen as elegies. Poems, legends, novels, theaters as literary types expressed the suffering and tragedy of Balkan lands that the Turks lost within a short period of time. The work presented herein undertakes the reflections of Balkan Wars (1912-1913) in literature and gives examples of literary works on wars. Keywords: Balkan Wars, Balkan Wars and Literature, Balkan Exiles. GİRİŞ Balkanlar, Osmanlı Devleti’nin “Rumeli-i Şahane”siydi, diyorlar. Gün geldi felaket Balkanlarda başladı. İlk toprak parçaları İmparatorluğun Rumeli kanadından koparıldı. Sonra Osmanlı buradan atıldı. Olanlar da buradaki Türklere ve diğer Müslümanlara oldu. Yüz binlercesi acımasızca öldürüldü. Yüz binlercesi kötü hava koşullarına, açlık ve hastalıklara kurban gitti. Hayatta kalabilenler de mekân tuttukları yerlerde Rumeli’nin hasretiyle yandı. Rumeli’de, Balkanlarda kalanlar ulus devletlerinde ikinci sınıf vatandaş olarak fakirleşmiş, fakirleştirilmiş azınlık durumuna düşürüldüler. Göç edenler ise toprak kaybetmediler, vatanlarını kaybettiler. Rumeli bir vatandı, Rumeli bir Türk yurduydu. - Geride ne kaldı? - Geride içli Rumeli türküleri, acılarla dolu ağıtlar kaldı. Geride komitacı baskınlarını ve çeteci soygunlarını anlatan tüyler ürpertici hikâyeler, acıklı anılar, anlatılar kaldı. Geride henüz yeterince araştırılmamış savaş edebiyatı kaldı. Bu yazımızda 1912-1913 Balkan Savaşlarının edebiyata yansıması ele alınacak, savaş konulu eserlerden örnekler verilecektir. Edebî türden eserler resmî birer belge olarak kabul edilemez. Ama resmî belgelere yansımayan ve insanı doğal yönleriyle yakalama bakımından edebî eserler çok daha etkilidirler. Bazı araştırmacılar edebiyat-tarih birlikteliğinden söz ederler ve “Karl Marx Fransız tarihini * Prof. Dr., Ankara Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi, E-posta: [email protected] 91 öğrenmek isteyenlere Fransız tarihçilerini değil, Fransız romancılarını tavsiye ederken, edebiyatın tarihe tanıklığının, en az tarih bilimi kadar, hattâ ondan bile değerli olabileceğini ifade ve ispat etmek ister.” demektedirler 1. Balkan Felaketi olarak tarihimize geçen 1912-1913 Balkan Savaşları edebiyatta yankı bulur. Bu savaşları konu edinen birçok eser aslında birer ağıttır. Edebî türlerden şiirde, hikâyede, romanda, tiyatro eserlerinde ve anılarda, kısa bir sürede elden çıkan Rumeli topraklarının acısı vardır, Rumeli Türkünün trajedisi vardır. 1. ŞİİRDE BALKAN SAVAŞLARI İstanbul’da çıkan gazete ve dergilerde savaşla eş zamanlı yayımlanan en fazla edebî eserin şiir türünde verildiğini görüyoruz. Araştırmacı Halûk Harun Duman Balkanlar’a Veda adlı kitabında Balkan Savaşlarını konu edinen, 1912-1914 yılları arasında yayımlanan şiirlerin sayısının 280 kadar olduğunu bildirmektedir2. Savaşın başlarında yayınlanan şiirlerde Osmanlı tarihinden övgüyle bahsedilir. Şiirlerin birçoğunda Türkler ve Türk askeri üstün gösterilir, düşman kuvvetleri cani olarak tasvir edilir. Savaş zamanlarının en büyük güvencesi ordudur, ama vatanın korunması her vatandaşın borcudur. Aralarında birleşerek Osmanlı’ya saldıran Balkanlılara karşı savaşmak gerekir. Şair Necati, şiirlerinden birinde şöyle haykırıyor: Bize harp açtı bugün kahrolası düşmanlar Yüzecek kanlar içinde sayısız insanlar Yürüyor mahvımıza müttefiken Balkanlar Gelin ay ehli vatan satvet ile çarpışalım Şu mübarek vatanı düşmana çiğnetmeyelim (A, 15 Teşrin-i Evvel/Ekim/1912) Savaşla ilgili şiirlerin birçoğunda Türk-Osmanlı kahramanlığına vurgu yapılır. Eski Türk tarihiyle ilgili şiirler dönemin Türkçü dergilerinde yayımlanır. Bunlarda Türklük, Müslümanlık ve Osmanlıcılık fikirleri birbirleriyle kaynaşmış bir biçimde görülür: Turan’ın ey muzaffer, dehşetli pehlevanı Serhadde bak açıldı bir mertlik imtihanı Saldır, velev ki ateş olsun önünde düşman Göster ne yıldırımdır, Osmanlı kahramanı Gazi veya şehitlik Osmanlıya Hüdâ’nın Bize ezelden olmuş bir şanlı armağanı (Alemdar, 8 T. Evvel/Ekim 1912) Savaşın sonucu halkta beklenmedik bir dehşet duygusu, bir korku duygusu uyandırır. Şairlerin birçoğu da hayrete düşer. Ordunun savaş meydanından geri dönmesine şair Kâzım Nâmi de inanamaz ve hayretini şöyle ifade eder: Yine yaslar tuttu İlhan’ın yurdu Nasıl döndü geri bu altın ordu? Önünde yerlere yüz süren Bulgar Kudurmuş kurt gibi ediyor Ilgar. 1 Durukoğlu, Salim, “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Dünkü Balkanlar”, Balkan Savaşları Paneli (03-04 Mayıs 2011), T. C. Genelkurmay Başkanlığı, Harp Akademileri Komutanlığı, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, Yenileventİstanbul, 2012, ss.215-216. 2 Duman, Halûk Harun, Balkanlar’a Veda, Basın ve Edebiyatta Balkan Savaşı (1912-1913), DUYAP, İstanbul, 2005, s. 103. 92 Kaçsın ha, Osman’ın oğlu, torunu Dünyada bir kimse görmemiş bunu. Yok mu bir Yıldırım, bir Sultan Selim? Ölelim, bu ayıbı kanla silelim… Yürüsün yeniden bu altın ordu, Hasma ezdirmesin anamız yurdu. (Türk Yurdu, nr. 1, 1913). Yol boyunca geri çekilen yorgun, hasta ve yaralı askerler. Savaşın ilk günlerinde yazılan şiirlerin çoğunda “Osmanlı kimliği”ne vurgu yapılır. Ancak cephelerdeki olumsuz gelişmeler bu bakış açısını tamamen değiştirir ve “Türk kimliği”ne yönelmeye neden olur, yazılan şiirlerde Türk kimliği öne çıkarılır. Örneğin Dündar Alp (Ziya Gökalp) şiirlerini eski Türk tarihinden seçer: İsterdim ki büyük güneş tutulsun Altın dağda kurultaylar kurulsun… Gözlerimde kızıl öçler süzülsün Lâkin İlhan, Oğuz, Karahan susmuş Altın ordu, gölge midir, rüya mı?.. Söyleyiniz Türk canları nerede? Nerede Turan, Karakurum nerede? Türkistan’ı Moskoflar mı bürümüş?.. (Büyük Duygu, 2 Mart 1913) Büyük Duygu dergisinde yayımlanan bir başka şiirde, Türkün vatanını savunmak için nasıl savaştığı şöyle anlatılmaktadır: Türk ilinin aslanları kan içinde kalmışlar Uğraşmışlar, çalışmışlar, vatan için emelsiz Acımadan, canlarını ateşlere salmışlar Savaş olan meydanlarda kandan olmuş bir deniz Vatanını çiğneyerek düşmanlara göğsünü Siper etti Türk evlâdı, zannetmeyin ölmedi Kanlar örttü ak alnını, ak yüzünü gözünü Bir kerecik ömründe, sevinerek gülmedi…3 (Büyük Duygu, 22 Ağustos, 1913) 3 Duman, a.g.e., s. 110. 93 Savaşta şehit düşen askerler gelecek nesillere örnek olurlar. Ziya Gökalp, bir şehit oğlu için yazdığı ninnide, babasının şahadetini hatırlatarak onu nelerin beklediğini şöyle söyler: Uyu yavrum, gözlerinde uyku var, Sen büyürsen, düşmanlara korku var Baban şehit, yüreğinde oku var Bu ok vatan kaygısıdır ninni. Uyu yavrum tepesinde haç yanan Camiler var, bu mu seni ağlatan? Dayanamaz çiğnenmeye bu vatan Camilere götür hilâl ninni Hem yurdu, hem öcünü al ninni… (Halka Doğru, 9 Mayıs 1913) 1877-78 Moskof Muharebesi’nin “Büyük Bozgunu” Balkan Savaşlarında da tekrarlanmış, Rumeli’nin dağı taşı ağlamış, yer yerinden oynamıştır. Kulağına Küpe Olsun Unutma başlıklı şiirinde Tahir-ül Mevlevî (Olgun) bu acıyı şöyle ifade etmektedir: Rumeli’nin dağı taşı ağlıyor! Kan içinde her subaşı ağlıyor! Parçalanmış gövdelerin yanında Can çekişen arkadaşı ağlıyor! Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor! Issız kalmış bülbülleri ötmüyor! O sevimli ovaları kurd almış Bir çobancık davarları gütmüyor! Kara toprak kandan olmuş kırmızı! Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı! Can evine canavarca saldırmış Sürü sürü ırz ve namus hırsızı! Mihraplara haç asılmış. Ezanlar! Susdurulmuş güm güm ötüyor çanlar! Camilerin minberleri yakılmış Çizme ile çiğneniyor Kur’ânlar! (14 Ağustos 1913, Rumeli Muhacirin-i İslâmiye Cemiyeti neşriyatından) Savaşta Rumeli elden gidince Rıza Tevfik Rumeli İçin (1912) adlı şiirinde üzüntüsünü şöyle dile getiriyor: ……………………………………. Biz zâten vârını talan etmiştik At sürüp o bağı harman etmiştik. Atalar yurdunu vîran etmiştik, O virân binâyı sel aldı gitti. Biz hakkın yüzüne sille vurmuştuk Vicdânın emrine karşı durmuştuk. Cehennem üstüne köprü kurmuştuk, Nâmert köprüsünü sel aldı gitti. 94 ..................................................... Hey Rıza, dökülen bu kan bizimdi... Düşmana kul olan cânan bizimdi. Rum eli!... O nazlı vatan bizimdi Biz beğenmedik el aldı gitti. (Saral, İsmail Tosun – Saral, Emre, Macaristan ve Tuna Hakkında Yazılan Şiirler (1300-2000), Ankara, 2001, s. 325) Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Koca Hasan Dayı adlı şiirinde de Rumeli’nin durumu tasvir edilmektedir. Şair, yenilgiden sonra Rumeli’de dolaşırken bir yaşlıya rastlıyor ve onunla sohbet ediyor. Hasan Dayı yıllarca askerlik yapmış, daha sonra yerleştiği köyde çiftçilikle uğraşmaya başlamıştır. Yıllar yılı çalıştığı bu topraklarda şimdi yalnız başına yaşamaktadır. Onun bu yalnızlığına üzülüyor şair ve kendisiyle İstanbul’a gelmesini teklif ediyor. Hasan Dayı bu teklife şöyle karşılık veriyor: ……………………………………………………. Dedi: oğlum bu dünyada artık nedir umudum? Allah senden hoşnut olsun! Ben köyümden hoşnudum, Hepsi yalan geldi geçti, fanî dünya bir düştür! Gönlüm, gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür… Gelen gitti, konan göçtü; kervan geçti ben kaldım, Yalnızlıktan dilsiz oldum; ıssızlıktan bunaldım, Şimden sonra nerde olsam, benim için mezardır! Nerde ölüm pençesinden kurtulacak yer vardır? Bak ben artık sararmış, bir kurumuş yaprağım Burda rahat ölmek için, ölenlere ağladım Nice candan ayrı düştüm, kara yazma bağladım. Aslan gibi üç oğlumu kurban ettim uğurunda Çifti sattım, evi, barkı viran ettim uğurunda Altmış sene oldu belki ben bu köyden çıkmadım; Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım. Oğul ! arzum budur benim: burda ölmek isterim… Yad ellerde neylerim?... (Türk Yurdu, 10 Haziran, 1914) Savaşın neden olduğu büyük üzüntüyü Korgeneral Naci Eldeniz de şu şekilde şiirleştirmiştir: Rumili (Bir asker dilinden) Rumili nısfı vatandın, nasıl elden gittin Toprağından beni hep tekmelerinle itdin Olmadım mı sana lâyık da beni terk etdin Seni ben kendi elimle kime verdim, Rumilim Seni vermekle bu dünyada kırıldı emelim. Seni bir Türk ili yapmıştı tamam ecdadım Yatıyor sende dedem, sende babam, evlâdım Sana aiddi hayatım, sana istidadım Ellerimle seni ben kimlere verdim, Rumilim Seni vermekle bu dünyada kırıldı emelim. 95 Toprağın nimet idi, benzer idin gülzare Gidişin açtı bize âh ne geçmez yare Elimizle seni duşmenlere verdik, Rumili Milletin âh kırıldı elimizde emeli. ………………………………………………… Rumili afvını yalvarmağa hiç yok yüzümüz Sen duraydın da gideydik bütün askerler biz Belki kalmazdı o suretle vatan da âciz Vatanın âh kırıldı elimizde emeli. Rumili, gittin ise nısfı vatan sağolsun Anadolu yurdu seadetle şerefle dolsun Bütün evlâdı gariban orada yer bulsun Elimizle seni ağyarına verdik Rumili Milletin âh kırıldı elimizde emeli. (Saral İsmail Tosun - Saral Emre, a.g.e., ss. 324-325) Balkan Savaşlarında ve daha sonraki yıllarda Rumeli’deki insanların yaşadığı dehşet başka şiirlerde de vurgulanmaktadır. Feyzullah Sacid, Rumeli insanının üzüntüsünü bir Türk çocuğunun gözlerinde okuyarak şöyle dile getirir: Masum kuzum. Müstakbelin yıldızı mı gözlerin? O saf bakış milletin ruhu mudur, parıldar? Onda, fakat bilinmez bir kırıklık var, keder var Türk kovuldu, Rumeli’den... bu mu yavrum kederin? ''Rumeli’den Türk kovuldu! Dedim! Ruhun eridi, Damla, damla zehir oldu, gözlerine toplandı Parça parça ateş sanki yüreğine bağlandı: Sen ağlama... ağlayayım, haykırayım ben şimdi!. (Halka Doğru, 10 Temmuz, 1913) Rumeli’den çekilişin sanat eserleri acı doludur, gözyaşı doludur. Elden giden topraklar, hayal olan şehirler! Yahya Kemal, Üsküp şehrine hasrettiği şiirlerinden birinde şöyle diyor: Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyarıdır. Evlâd-ı Fatihan’a onun yadigârıdır. Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o. Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Türk ordusunun yenilgisi üzüyor şairi ve rüyasına eski fetihler giriyor: 96 Mağlûbken ordu yaslı dururken bütün vatan Rüyama girdi her gece bir fatihana zan. Çekilişlerin bir sonucu olan acıların, hicretlerin devam edeceğini söylüyor Yahya Kemal: Hicretlerin bakiyyesi hicranlı duygular Mahzun hudutların ötesinden akan sular. (Balkanlar’da Türk Kültürü, Sayı:11, 1994, s. 38) Balkan felaketinden duyulan üzüntüyü Mehmet Akif de şöyle dile getirmektedir: İlâhî, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı… Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı. (Sebilü’r-Reşat, 27 K. Evvel/Aralık 1912) Şairin başka bir şiirinden de şu dizeleri okuyalım: Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra, Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstünde hora! Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri... Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri! Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova Sen misin, yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova! (Sebilü’r-Reşat, 21 Şubat 1912) Kadınlar tarafından kurulan yardım dernekleri, cephedeki askere para, eşya veya gönüllü hastabakıcılık yardımını organize ederler. Savaş aylarında sosyal hayattaki kadın faaliyetleri yeni bir boyut kazanır. Bu faaliyetlerden birisi de Müdafaa-i Millîye Cemiyeti Hanımlar Heyeti tarafından gerçekleştirilmiştir. Heyet, 8 ve 13 Şubat 1913 tarihlerinde Darülfünûn konferans salonunda kadınların konuşmacı olarak katıldıkları iki toplantı düzenler. Konuşmacılar arasında Halide Edip, Fatma Aliye, Nigâr Hanım, İhsan Raif gibi ünlü isimler de vardır. Bu toplantılara Rusyalı Türk kızlarından Ümmü Gülsüm Kemalova, Rukiye Yunusova, Meryem Yakubova, Meryem Pataşova da katılmışlardır: Kazan, Petersburg, Taşkent, ve Rostovlu bu dört Türk kızı, Petersburg Dârülfünûnunda sırasıyla riyaziyat, ilmi ruh ve terbiye, tıp öğrencisidirler. Rusya’dan Hilâl-i Ahmer’e yardım etmek ve Türkiye’deki hanım kardeşlerini uyanışa çağırmak amacıyla gelmişler, Balkan Harbi’nde beş ay süreyle Kadırga Hastahanesinde hasta bakıcılık yapmışlardır 4. Oldukça muhtevalı ve etkileyici konuşmalar yapılmış, heyecanlı şiirler de okunmuştur. Şiirler bizzat şairleri tarafından, Aka Gündüz’ün Bozgun şiiri de Kız İdadisi öğrencilerinden Mebruke Hanım tarafından okunmuştur5. Halide Edip Koşalım Tehlikede Çünkü Vatan! başlıklı şiirini okur ve birleşmeye çağırır: Gelin ey ehl-i vatan birleşelim, Verelim can ile ten, birleşelim, Asker, erbâb-ı suhan birleşelim, 4 5 Kurnaz, Şefika, Balkan Harbinde Kadınlarımızın Konuşmaları, MEB Yay., İstanbul 1993. Önsöz. Kurnaz, a.g.e., Toplantılarda okunan şiirler söz konusu kitaptan alınmıştır. 97 Düşman oldu bize nasrâniyyet, Olmasın kahkaha-zen birleşelim, Verelim çünkü vatan tehlikede! Ey vatandaşlar, ey ehl-i vicdan, Donmadıysa şu damarlardaki kan, Şimdi tevhid-i kulûb ü imân Eylemek günleridir, birleşelim; İttihat eyleyerek, pür-helecân, Koşalım çünkü vatan tehlikede! Rumeli kanlar içinde kaldı, Her cihetten bize düşman saldı, O güzel yerleri bir bir aldı, Koşalım ahd ile istirdâda O harîme canavarlar daldı; Biz kadınlar da bütün imdâda Koşalım, çünkü vatan tehlikede! Nigâr Binti Osman okuduğu şiirine Vatan başlığını koymuş. Bu uzun şiirden şu dizeleri okuyalım: …………………………………………………. Lâyık sana hep dursa melâik, değil insan! Sen, âh, o kadar sevgilisin, ey vatan, ey can! Sensin bütün Osmanlılara mercî-i vicdan, Bu millete sensin yine, sensin masdar-ı îmân. Canlar bile bir zerrene minnetle fedâdır, Râhında fedâilerin elbet şühedâdır! * ……………………………………………………… Gül, gül, vatan artık yetişir mihnet ü zulmet, Gülsün sana da vech-i sabîh-i ebediyet. Geçsin o geçen devre-i menhûs-ı hevâyî, Mahv olsun o rengi-i şeb-i megmûm-ı şitâyî, Asker sana kurban u bu millet de fedâi. Gençler de müdâfi’, sana sıbyân bile dâ’i Osmanlıların gayreti zâhir olacak gün Elbette bugündür, neler olduk daha biz dün! ………………………………………………………… İhsan Raif de Feryad-ı Vicdan başlıklı şiirinde kahraman Türk evladına, Müslüman kardeşlerine şöyle sesleniyor: Ey kahraman Türk evlâdı, ey Müslüman kardeşler! İslâmlara karşı bugün bileniyor hep dişler. 98 Yetişir bu atâletle, meskenetle gidişler! Şühedâyı bîzâr etti bu feryâdlar nâlişler; Top sesleri gürlemeli ve saçmalı ateşler… Yoksa a’dâ süngüleri cângâhımıza işler. Zâlim, hunhâr canavarlar sarmış bütün vatanı, Özünüz bir volkan olup yakmalıdır düşmanı. Kahramanlık, fedâkârlık günleridir, kalkınız! Sultan Murat meşhedine at bağlanmış bakınız! Dinleyiniz, melûl hazî sanki bir şey inliyor, Rûh-ı ecdâd, yer, gök, melek hepsi sâkit dinliyor… Duydunuz mu bir inilti, of, ne acı bir ses var? İstimdâd mı, inkisâr mı, yâhut bize bir ihtâr? Feryâdımı yok mu duyan? Bulan yok mu çâremi? Vefâkâr el kalmamış mı? Saran yok mu yâremi? Düşman gelmiş çizmesiyle tepeliyor başımı, Dişleriyle kemiriyor yüreğimin başını. Murdar, keskin tırnakları gözlerimi oyuyor, Paralıyor her yanımı al kanlara boyuyor… Çiçekler mi kokladınız, meyveler mi yediniz, Cân fedâdır türküsünü söylediniz gezdiniz! Nerde kaldı vatan benim anam diyen yiğitler? Nerde kaldı o mertlikler? Hep söndü mü ümitler? Neden böyle öksüz kaldım? Neden böyle atıldım? Sesime ses veren yok mu? Ağlamaktan katıldım! Ağlayayım, ağlayayım, belki duyan bulunur, Kalblerinde belki insaf, belki imân bulunur. Evlatlarım çırılçıplak, yalın ayak, baş kabak, Derelerden, tepelerden, hendeklerden aşarak Elde silâh, kalbde iman, dayanarak Mevlâ’ya, Allah Allah nidâları yükselterek semâya Yetişiniz imdâdıma, imdat diye düşmüşe, Tâlihine, kaderine, her şeyine küsmüşe! Teskin edin âlâmımı, efgânımı, ağrımı, Çiğnetmeyin düşmanlara yaralanmış bağrımı. Kirletmeyin nâmusumu, isterim yüz akımı, Yoksa, Allah şâhit olsun, helal etmem hakkımı. Ey evlatlar bu son ricam, son sadâm. Alın benim intikamım. İntikam, âh intikam!... Ey tabibler, vatan hasta, yara mühlik, bilmeli Bu yarayı bir an evvel temizleyip silmeli. Tefrikalar ve hîleler, fitne, fesat bitmeli, Hep el ele çalışmalı, serhadlere gitmeli. Dertlere vatan yaralanmış inim inim inlerken, 99 Evlâdından gayret, şefkat, hizmet, imdat beklerken, Irz u nâmus çiğnenirken gözümüzün önünde Alçak gibi durulur mu iki eller böğründe? Ecdâdımız yurtlarını düşman gelip alsın mı? Korkak Türkler türküsünü gaydasında çalsın mı? Türklük nâmı titretirken haşmetiyle cihânı Biz ne yaptık? Damarlarda kuruttuk mu o kanı? Hâyır, hâyır, Osmanların Fâtihlerin evlâdı Ölür hasma çiğnettirmez toprak olmuş ecdâdı! Çıksın, çıksın gökyüzüne ateşlerin alevi, Yer, gök kızıl bir renk alsın kan bürünsün her yeri… Durmayınız evde, köyde, cenge, harbe gidiniz! Vatanımız uğurunda biz ölmeliyiz hepimiz. Mümkün olsa ben giderdim, ben olurdum sancaktar, Can verirdim, şan alırdım, hem olurdum kâmkâr! Mâdem ki insan için er geç bir gün ölmek var, Kan saçalım, nam alalım, almayalım inkisâr. Gâzilik bir zevk-i vicdan, hem ne büyük iftihar! Şehit olsak cennet bizim, rûh nasılsa pâyidar. Şan ve zafer nidâsiyle ya bizleri güldürün, Ya siz bizi düşmanlara çiğnetmeyin, öldürün! Kız İdadisi öğrencilerinden Mebruke Hanım Aka Gündüz’ün Bozgun başlıklı şiirini okur. Aka Gündüz bu şiirinde savaş felaketini şu dizelerde tasvir eder: ……………………………………….. “Halk güneşi” midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? “Sen misin, sen misin ey garip vatan?” Ellere satılmış ırzın, yaşmağın, Harap edilmiş hep otağın, bağın, Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır. Erkeksiz vatana düşman yaraşır! Ey öksüz ocağım! Zavallı ana! Kıydılar mı sana? Kıymadan cana… Kara mı sürüldü eski bir şana? Rabbın mekânına sanem asılmış, Bembeyaz alnına neler yazılmış? Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır, Kaygısız imana hüsran yaraşır! Ne ettiler sana, ne oldu bana? Kulağımı verdim urulan çana Bir gariplik geldi çöktü her yana İslâm diyarında Kur’an ağlıyor, Kur’an’ı başında Turan ağlıyor; 100 Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır, Bülbülsüz bağlara hazan yaraşır! Rumeli tutuştu, vatan dağıldı, —Türk kuzularına altın ağıldı— Can memelerinden kanlar sağıldı, Kucağını açıp saran nerede? Ertuğrul’un oğlu Osman nerede? Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır, Goncasız bülbüle figan yaraşır! Utan ey Türk oğlu, hâlinden utan! Bunu mu diledi senden Kayıhan? Böyle mi emretti Ulu Yaradan? Hüdâvendigâr’ı soran yok mudur? Fatih türbesine varan yok mudur? Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır, Kurumuş sineye al kan yaraşır! ……………………………………….. Akan sulardan kanlar çağlıyor, Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor, Çoluk-çocuk, gelin, civan ağlıyor, Düşman bayrağını yırtan ararım, Namus ocağını kuran ararım. Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır; İmansız cihana tufan yaraşır! Türk askerinin çekilişi (Müstecabî). 101 Balkan Savaşları aylarında yaşanan göçler, şiirlere de yansımıştır. Göç konusunu şiirleştiren Florinalı Nazım yol boyunca geçen göçmenlerin perişanlığını şöyle tasvir eder: Kimdir?... Bu geçenler.. mütezellil, mütevekkil!... Kimdir? Bu kavâfil… Üryân u perişan… yürüyor canlı heyâkil… Meş’alleri âfil… Kimdir, ne demek?.. belli muhacir: şu geçenler, Evza’ına bir bak!... Rikkat veriyor dillere.. Her ferdi ki: inler Bir derd ile… ancak!... Bir derd ki: nâkabil-i ta’dil ü tahammül… Bir derd-i vatandır!... (Th, 28 T. Sanî/Kasım 1912) Göç konusu, Büyük Duygu dergisinde yayımlanan bir şiirde de işlenmiştir. Türklüğe ithaf edilen bu şiirde, göçmenlerin perişan durumları, şu şekilde tasvir edilir: Bakın şu levhaya bir kere: İşte bir araba, Önünde bir ninecik sızlıyor, perişandır, Ve sonra çıplak ayaklarla titreyen… sevda, Bakışlı bir çocuk ağlar, nasîbî; hüsrandır… Şu gam likâlı hayatın cefâ-yı bîzârı Ezer merâret-i zevkiyle kalb-i gamzârı, Sizin de kardeşiniz: işte, hep bütün bunlar… (BD, 25 Nisan 1913) Yürekleri sızlatan göçmen manzaralarına savaş aylarında daha destan ve türküler hasredilmiştir. Aka Gündüz’ün Halka Doğru dergisinde yayımladığı Muhacir Türküsü adlı eserinde Rumeli göçmenlerinin uğradığı mezalim ve çektikleri sıkıntılar dile getirilmektedir: Bir muhacir kızıyım İntikam yıldızıyım; Acı benim hâlime Yüreklere sızıyım. 102 Atma beni efendim, Ben de senin gibiydim; Gül bahçeli evimde, Gonca gelin gibiydim… Darağacı kuruldu Ne arandı, soruldu; Anam, babam, kardeşim, Hep bir günde boğuldu. Kul et beni evine Öksüz gönlüm sevine Koğma beni kapıdan Su dökeyim eline. Doğrusunu söylerim Ne arz kaldı, ne yerim Bir lokmayı acıma Yüreğimi ben yerim. Dört tarafım karanlık Bu mu acep insanlık Her bir kapı kapalı Hani eski âyanlık Ne ışık var, ne sadâ Ne merhamet var, ne vefâ Söyle bana Ya Rabbî Bu ne âlem, ne dünya. (HD, 2 Mayıs 1913) Edirne, II. Balkan Savaşı’nda geri alınır. Bu olay halk arasında büyük sevinç uyandırır. Şehrin geri alınmasıyla ilgili coşkulu şiirler yazılır. Öç başlıklı, şairi belli olmayan iki şiirde, önce Edirne’nin tarihsel özellikleri anlatılır. Daha sonra işgal yıllarına geçilir. Şiirin son bölümünde Edirne’nin kurtuluşu kutlanır; İntikamın kısa zamanda alınmasına sevinilir: Altı yüz yıl Rumeli’ye hâkim olan Türk adı, Silinecek Avrupa’da son ışığı ki lâlîn Sönecekti… fakat hakkın adaleti parladı, Aydınlattı çehresini bu karanlık hayalin… Yangın söndü, gün açıldı, parçalandı zulmeti; Sen bizimsin, ey Edirne, Ey Rumeli cenneti! (HD, 18 Temmuz 1913) 2. SAVAŞ HİKÂYELERİ Nesîme Ceyhan, Osmanlı basınında 1908-1918 yılları içerisinde Balkan Savaşlarıyla ilgili olarak yazılmış hikâyeleri araştırmış ve bunların sayısının 66 olduğunu tespit etmiştir 6. 1911’de yazılmış şu 5 hikâye savaş başlamadan önce Balkanlardaki gergin havayı tasvir etmektedir: Sıla 6 Ceyhan, Nesîme, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler. Balkan Savaşı Hikâyeleri, Selis Kitaplar, 2. Baskı, İstanbul, 2007, s. 20. 103 Hikâyesi (Rabbeni Fehmi), Son Boru (Rabbena Fehmi), Bomba (Ömer Seyfettin), Atanas’ın Üç Günü (Aka Gündüz) ve Bir Kanlı Çarpışma (Kâzım Nâmi [Duru]). Savaş aylarında yazılanlar daha çoktur. Yazımızın bu bölümünde savaş aylarında yazılan şu hikâyeler üzerinde durulacaktır: Hicret Hikâyeleri’nden. 1877-1878 Harbi, Moskof bozgunu, büyük bozgun olarak tarihe geçmiştir. Canlarını kurtarabilmek için Rus kazaklarının ve Bulgarların vahşetinden kaçan Türklerin büyük çoğunluğu İstanbul’a, on binlercesi de Rodoplara, Selânik, Manastır, Üsküp bölgelerine sığınırlar. Hüsref Ağa da bunlardan biridir. Eski Zağra ilinde, Tunca Nehri kıyısında bulunan Kızanlık kasabasından göç ederek Selânik bölgesindeki Doyran’a yerleşir. Zamanla yeni memleketine alışır, ama çocukluğunun, gençliğinin geçtiği Kızanlık’ı da bir türlü unutamaz. Vatan hasretiyle ömür geçirir, yaşlanır. Yaşlı adama oğlu Osman bakmaktadır. Birkaç yıl sonra Balkanlarda savaş için hazırlık yapıldığı haberleri yayılmaya başlar. Hüsref Ağa söylenenlere pek inanmaz. Kasabadaki okur yazar birine gelen İstanbul gazetelerinden öğrendikleriyle yetinir. Köylerden asker toplanması ve oğlu Osman’ın da redif yazılması işin ciddiyetini ortaya koyar. Nihayet bir sabah Doyran’ın etrafını saran düşman askerleri ve çeteler evleri yakıp yıkmaya başlar. Her taraftan gelen acı feryatlar silah sesleri arasında kaybolup gider. Hüsref Ağa Kuran-ı Kerim’den birkaç sure okur, Allah’a dua eder. Eve girerek silahını alır ve genç geliniyle biricik torunu Ayşe’nin ırz ve canını savunmaya karar verir. Ancak düşman askerleri, Hüsref Ağa’ya istediğini gerçekleştirmeye imkân vermezler. Yaşlı adamın gözleri önünde zulümlerini sürdürürler. Hikâyenin sonundaki şu cümleleri okuyalım: Durgun, ılık bir sonbahar gecesiydi. Ağaçların arasından ay yükseliyor, maktûl bir kadınla bir küçük kızın na’şı yanındaki kollarını kavuşturup oturan bir ihtiyarın kin ve intikam hummaları saçan gözlerini solgun bir ışıkla parlatıyordu…7 Şehit Evlâtları: Bulgaristan Türklerinin eğitim ve kültürel kalkınmasına büyük hizmetlerde bulunan, Türk azınlığın haklarını savunan Ethem Ruhi Balkan’ın yazmış olduğu bu öyküde, kocası savaşta şehit düşen bir kadının, iki küçük çocuğuyla geçirdiği günler anlatılmaktadır. Sabiha Hanım’ın eşi Hayri Bey, yüzbaşı rütbesiyle kaldığı Lüleburgaz savaşında şehit olmuştur. Yedi yaşındaki Atıf ve ondan birkaç yaş küçük Enver’le dul kalan genç kadın, Üsküdar’a yerleşmiştir. Çocuklar sık sık babalarını sormaktadırlar. Anne de “Babanız cennette, yakında gelecek.” diye yavrularını avutmaya çalışmaktadır. Bir Kurban Bayramında kadın yalnızlığın verdiği hüzünle çocukları hazırlar ve komşularıyla birlikte gezmeye gönderir. Onların mahzun durumuna çok içerleyen zavallı kadın aniden fenalaşır, bir süre sonra ölür. Komşuları, çocukları acı durumdan haberdar etmemeye çalışırlar. Onlarla yakından ilgilenip himayeleri altına alırlar. Ancak aradan geçen birkaç gün içinde gerçek himaye sahibi olan devlet çocuklara sahip çıkar. Çengelköy’deki Kuleli Askerî İdadisine kaydedilen iki yetim yavru, sonraki hayatlarını asker ocağında geçirirler 8. Beyaz Lâle. Balkan Savaşlarından hemen sonra yazılan hikâyelerden biri de Beyaz Lâle adlı hikâyedir. Eserin yazarı Ömer Seyfettin’in başına “Vatanî hikâye” açıklaması düştüğü ve “Bedbaht Rumeli Müslümanlarına” ithafıyla yayımladığı bu hikâyesinde vatanları işgal edilen Türklerin başlarına gelenler anlatılmaktadır. 7 8 Fuad, Köprülüzâde Mehmet, Halka Doğru, Nu: 16, 25 tm. 7 Ağustos 1913, 122-124. Edhem Ruhi (Balkan), Filibe, 1913, 24 s. (HTUK: 1599). 104 Bozguna uğrayan Türk ordusu Serez’den de geri çekilir. Şehre Bulgar askerleri girer: Ertesi gün, teşrin-i evvelin yirmi dördüncü sabahı… Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi. Doğru hükûmeti ve kışlaları doldurdu. Aynı zamanda birçok komitacı da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü… Şehrin yağmasını, ahalinin katliamını intizam ve usul dairesinde idare etmek daha içeri girilmeden merkez kumandanı tayin edilen binbaşı Radko Balkaneski’nin vazifesiydi. Bu gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. İdadî devresini İstanbul’da Galatasaray Sultanisinde bitirmiş, bin dokuz yüzde Sofya harbiyesinden erkânı harplikle çıkmış, birkaç sene sonra ihtiyata nakletmişti. Asil ve zengin bir çiftçi olan babasının bitmez tükenmez denilen parasıyla yaşıyor, hayatının bir kısmını çılgın eğlencelerle, bir kısmını da millî işlerle, yani Makedonya teşkilâtıyla, bomba amirliğiyle geçiriyordu… Bütün ruhu, bütün mevcudiyeti mefkûresinde toplanmış, mefkûresinde birikmişti: Büyük Bulgaristan İmparatorluğu… Radko insana uyku getiren bu koltukta duramadı. Ayağa kalktı, gitti açık pencerenin kenarına dayandı. Aşağıda kaynaşan askerlere bakarak planını zihninden geçirdi. … Serez’de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvelâ işkence ile kasalarındaki ve bankadaki paraları alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu, yarım saatlik bir işti. Lâkin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak… Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört on beş yaşında dokuz tane kız getirmişlerdi. Çadırda esvaplarını soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi. Bunların ikisi güzelce idi ama pek zayıf ve sıtmalı idiler. Yedisi adeta köylü idi. Kolları, bacakları, belleri kalındı. Avazları çıktığı kadar ağlıyorlar, işten kabalaşan etleriyle yüzlerini kapamaya çalışıyorlardı. Gürültülerinden, hıçkırıklarından hiddetlenmiş, hepsini taburun askerlerine vermişti. Onlar da aralarında taksim ettiler, her takıma birer tane düşüyordu. Çırçıplak soyup, şarabı içtirip hora teptirerek sabaha kadar eğlendiler… Radko sabahleyin geçerken atının üzerinden yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmiş ölülerini görmüştü… Kendisine lâyık kız burada, Serez’de idi… Cami tarafından çete reislerinin birkaç askerle konuşarak geldiklerini gördü. Bu reisler çok saçlı, sakalları uzun, vahşî kıyafetli, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış heriflerdi. Hepsi “Balkaneski”yi tanırlar, ona karşı korku ile karışık bir muhabbet, dehşet ile karışık bir ihtiram beslerlerdi. Çünkü Sofya’ya giden bir Makedonyalının onu görmemesi imkânsızdı. Makedonya komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hazzetmezdi. Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı. En kaşarlanmış, binden ziyade adam öldürmüş çete reisleri bile Balkaneski’nin cehennemi andıran fırını karşısında kalplerinin ürperdiğini duyarlar, onun soğukkanlılığından titrerlerdi. Komitaların konuşarak merdivenlerden çıktıklarını işitti. Pencereden ayrıldı. Koltuğun önündeki yeşil çuha örtülü masaya dayandı ve bekledi. Bu onun resmi vaziyetiydi. Kapı vurulunca: - Giriniz, dedi. Bunlar on iki reis idiler… - Sizi niçin çağırttım, kardeşler, dedi, biliyor musunuz? Mühim işlerimizi müzakere edip karar altına almak için… Yapılacak işlerin başında şunlar vardı: - En büyük iki fırın yarım saate kadar yakılıp hazırlanacak… - En zenginler yarım saat içinde ayrı bir binaya toplanacak. Bu binayı merkez taburundan bir takım bekleyecek. - Camilerin içindeki bütün eski halılar, antika seccadeler, kıymetli levhalar büyük ve cesur çarımıza, Ferdinand’a aittir. Hepsi ilk vasıta ile Sofya’ya gönderilmek üzere merkez kumandanlığına getirilecek. - Şehrin en meşhur ve büyük camii olan Sultan Camii’nin mümkün olduğu kadar süratle minaresi yıkılacak ve kapısına ‘Prens Boris Kilisesi’ levhası asılacak. Kubbenin üzerindeki hilâl indirilerek yerine Bulgar arması takılacak. Gazi Evrenos Camii’ne halkalar mıhlanarak ordu mekkarelerine ahır, Halil Paşa Camii domuz pastırmalarına depo olacak. Katakoz, Süleyman 105 Efendi ve Tarhuncu Muhiddin camileri, lüzumları olmadığından, ta temellerinden yıkılacak. Yarın sabah duası papazlar tarafından bu yeni ‘Prens Boris Kilisesi’nde yapılacak - Her çeteye muavin olarak ikişer manga asker ve birer süvari posta neferi verilecek. - Yukarıdaki maddeler icra olunmadan evvel Türk mahallelerinden çabucak yetmiş seksen kadar kadın istintak için toplanacak ve ilk yanan fırına getirilecek… Radko iki fırına toplattığı Türklere, Serez’in en güzel kızının kim olduğunu sorar. Şehrin en güzel kızı Hacı Hasan’ın kızı Lâle’dir. Lâle’nin evine giden Radko kızın kapıyı açmasını sağlar. Gördüğü güzellik karşısında şaşkına dönen subay ona zorla sahip olmak ister. Lâle, namusunu kirletmemek için var gücüyle direnir. Gözü dönmüş Bulgar’ın elinden kurtulamayacağını anlayınca, ona isteklerini yerine getireceğini, ancak biraz dinlenmesi gerektiğini söyler. Bunu kabul eden Radko, kızın kendi gönlüyle teslim olacağını sanır. Oysa tam bu sırada Lâle açık pencereden atlayarak intihar eder. Bu ani hareket karşısında şaşıran Radko, aşağı inerek hırsını cansız vücuttan çıkarır ve çirkin emeline kavuşur9. Ömer Seyfettin, Aralık 1908 ile 1909 arasında Selânik’teki Üçüncü Ordunun Nizamiye Taburuna tayin edilmiştir. Buradaki görevi esnasında birçok yerleşim merkezini gezmiş, Türk ve Müslüman düşmanı komitecilerin yaptıkları pek vahşi ve son derece barbarlık örneği olayları yerinde müşahede etmiştir. Rumeli’yi yakından tanıyan bu Türk zabiti Balkanlıların din ve milliyet gayretleri ile Müslüman Türklere karşı uyguladıkları soy kırımının içinde yaşar. Evlâd-ı Fâtihân’a uygulanan soy kırımının vahşet levhaları hakiki hayattan alınarak onun hikâyelerine konu olmuştur10. 3. TÜRK ROMANINDA BALKAN SAVAŞLARI Balkan Savaşlarıyla ilgili olarak harple eş zamanlı bir biçimde en sık şiirin, şiirden sonra da hikâyenin yazıldığını görüyoruz. Roman, savaş acılarını konu veya asli motif olarak ifade edebilmek için bir hayli beklemiştir. Hüseyin Kâmi’nin Kâşif Dehri adıyla yayımladığı Üvey Valide (1912), Müteverrime (1912) ve Mazlûme (1916); Vassaf Kadri’nin Ölüm Haberleri (1914) ve Melekper (1914) ile Halide Edib’in Mevud Hüküm (1917-1918) adlı eserleri savaş yıllarına oldukça yakın zamanlarda yazılmış ve direkt Bulgar zulmünü, göç felaketini anlatan az sayıdaki romanlardır11. Balkan Savaşlarıyla ilgili daha sonraki yıllarda yazılmış romanlar olarak şunlar sıralanmıştır: Yılmaz Gürbüz, Balkan Acısı; Sevinç Çokum, Bizim Diyar; Reşat Nuri, Akşam Güneşi; Yakup Kadri, Hüküm Gecesi; Samiha Ayverdi, Mesihpaşa İmamı12. Son 25-30 yıldan beri dünyada Balkanlar konusu aktüellik kazanmakta ve her yönlü olarak araştırmalar yapılmaktadır. Türkiye’de de Balkanlar üzerine çalışmalarda bir artış izlenmektedir. Rumeli Türklerinin ve diğer Müslümanların geçmişi ve bugünün sanat eserlerine de konu olmaktadır. Balkan Savaşları konulu romanların da sayısında bir artış görülmektedir. İsmail Bilgin’in Elveda Balkanlar. Unutulan Vatan13 adlı romanı Balkan Savaşları üzerine yeni yazılmış değerli bir eserdir. Roman, Balkan Savaşları, Balkan göçü, Edirne’nin işgali ve kurtuluşunu tüm ayrıntılarıyla gözler önüne sermektedir. Göç yollarında şehit olan Yusuf, doğduğu, büyüdüğü topraklardan, öz vatanından ayrılırken şöyle demektedir: 9 Ceyhan, Osmanlı Dağılırken 1. Balkan Savaşı Hikâyeleri…, ss. 215-248. Tural, Sadık, Ömer Seyfettin’in Hayatı ve Eserleri, Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Marmara Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1984, s. 10-11. 11 Savaşın cereyan ettiği yıllarda yaşamış olmalarına rağmen Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi romancıların savaş konusunu etraflıca incelemedikleri vurgulanmaktadır. 12 Bkz. Duman, Balkanlar’a Veda…, ss.165-236; Nesime Ceyhan, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler Balkan Savaşı Hikâyeleri,…, s. 19. 13 Bilgin, İsmail, Elveda Balkanlar Unutulan Vatan (Roman), TİMAŞ Yayınları. 3. Baskı, İstanbul, 2010. 10 106 Kendi kendine konuşmaya başladı: -İşte şu cigara dumanları gibi Balkanlar’da dağılıyor muyuz? Bir cigara kâğıdının külü gibi yitecek miyiz, bir saman çöpü gibi savrulacak mıyız? Acaba bu dağlara, kırlara, bayırlara tekrar dönecek miyiz? Çeşmemize, tarlamıza, köyün meydanındaki ulu çınara daha sonra kavuşacak mıyız? Yoksa bu ayrılık yaman mıdır? Bu ayrılık derinden midir? Ey Balkanlar, bu ayrılık yürekten midir? Nasıl gideceğiz? Neyle gideceğiz? Biz gitsek, yüreğimiz burada kalacak. Mezarda ölülerimiz, ambarda buğdayımız, ahırda hayvanlarımız kalacak. Köyün yüzyıllarca yoğurduğu, var eylediği kültürü, geleneği göreneği yok olacak. En önemlisi buralar bizsiz, buralar öksüz kalacak. Adam bağdaş kurup oturmuştu. Uyuşan ayağını değiştirdi. Neden sonra yanaklarından süzülen yaşların farkına vardı. Kolunun yeniyle gözyaşlarını sildi. - Hey gidi Koca Osmanlı! Buralar sensiz kalacak. Aysız, yıldızsız, Kur’an’sız, mescitsiz kalacak. En önemlisi Koca Osmanlı, Balkanlar duasız kalacak! Bizler yetim, bu diyarlar da öksüz kalacak. Bir yanımız hep eksik olacak… Bizler buraya ait değil miyiz? Bu diyarlar bizim değil mi? Bu diyarlardan gidersek bülbüller öter mi? Güller goncaya durur mu? Rüzgâr yine ağaçların yapraklarını okşar mı? Sular çağlar mı? Biz gittikten sonra kurdu kuşu ağlar mı?14 4. TİYATRO ESERLERİNDE BALKAN SAVAŞLARI Balkan Savaşlarını genel olarak gündeme getiren ilk piyes Süleyman Sırrı’nın Gayz adlı piyestir15. Piyesin konusu, Balkan Savaşı başlarında İstanbul’da yaşayan orta hâlli bir aile içinde geçer. Piyes İstanbul’da cereyan etse de Balkanlardaki zulmün Türk ailesindeki acıları ön plana çıkarır. Geçmiş dönemlerin zaferleri yerini büyük acılara bırakmıştır. Eserde, yeni bir zafer için bütün gençlerin vatan uğuruna cepheye gitmesi istenmektedir. Daha sonraki yıllarda Balkan Türkleri konulu piyeslerin yazıldığını görüyoruz. Yazar Ahmet Er, totaliter rejim döneminde Bulgaristan’da Türklere yapılan zulüm ve zulümden Türkiye’ye kaçarak kurtulma mücadelesi veren Türklerin hikâyesini Göçmen adlı piyesinde anlatır. Geçen gün Müminler Köyü’nden Emin Ağa’nın da gece yarısı evini basarak dağa kaldırmışlar. Ertesi gün oduncular, Emin Ağa’yı dağda göğsü kanlar içinde bulmuşlar. Köylüler doktora götürmek için üsteledikleri hâlde bir türlü kabul etmemiş. “Bir Bulgar, bir gâvur elinden şifa bulacağıma Allah’ın takdirine boyun eğerim” demiş.”, Evvelki gün, Salifler Köyü camisini tam yatsı namazı vaktinde basıp, camide namaz kılmakta olan, on sekiz kişinin elini ayağını bağlayarak Arda nehrinde boğmuşlar. Bütün köy daha yaslar içindeymiş. Bugün Salifler köyünden gelen Molla Bekirlerin İsmail Dayı söyledi. Biz imanımızı tazelemek için Allah’a koşarken, onlar yollarımıza ölüm tuzağı kuruyorlar. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, kadınımızı, kızımızı yollarda çalıştırıyorlar, sırtlarında taş çektiriyorlar. İntikam almanın bundan daha alçakçası olur mu Hasan Dede? Bulgar zulmünden kurtulmanın tek çaresi kaçak yoldan veya göç kafilelerine katılarak anavatan Türkiye’ye ulaşmaktır. Edirne Müdaafası Yahut Şükrü Paşa. 1912’de Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ birleşerek Osmanlı’ya savaş açmışlardır. Bulgar kuvvetleri Çatalca’da durdurulabilmiştir. Düşmanın ilerlemesine rağmen Şükrü Paşa Edirne’de uzun bir müddet Bulgar kuvvetlerine mukavemet etmiştir. Melikzade Fuat’ın yazdığı bu piyeste, olayların gelişimi üç şahsın aksiyonu üzerine kurulmuştur. Edirne’yi savunan Şükrü Paşa; tecrübeli, vatansever bir kumandan olarak 14 Bilgin, a.g.e., s.18-19. Töre, Enver, Türk Tiyatro Eserlerinde Balkan Motifi, Uluslararası Sempozyum, Köprüler Kurduk Balkanlara, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü, İstanbul, 2008, ss. 125-141. 15 107 eserde gösterilmektedir. Muhip Bey ve sevgilisi Münire ise savaşa gönüllü olarak katılmışlardır. Bulgarlarla çatışmada Muhip vurulur ve Münire’nin kollarında ruhunu teslim eder. Şükrü Paşa da erzak ve cephanenin bitmesi üzerine teslim olmak zorunda kalır. Piyes bu trajik sahneye ilave edilen ve harbin fecaatini gösteren mezalime uğramış insanların sahneden geçişi ile sona erer 16. Nezihe Araz da Savaş Yorgunu Kadınlar adlı piyesinde yakın geçmişte Bosna Hersek’te cereyan eden savaştaki sistemli tecavüz olaylarını anlatır. Balkanları mekân tutan piyeslerde öne çıkan ana konuları Enver Töre şöyle sıralıyor: 1. Geniş Balkan coğrafyası uzun yıllar Türklerin bağımsız vatanı olmuştur. 2. Bu coğrafya Osmanlı’nın gücüne dinamik Türk nüfusu katmıştır. 3. Bu coğrafyada yaşayan Türkler, Osmanlı’nın basiretsiz yöneticileri yüzünden çok acılar çekmiş, çok can vermiş ama büyük kahramanlık destanları yaratmışlardır. 4. Balkanlar’da yaşanan büyük savaşlar, bir taraftan Türk’ün adını tarihe derin bir şekilde kazımış; diğer taraftan Avrupa milletlerinin vahşi ve güvenilmez yüzünü, Türkler üzerindeki sinsi plânlarını deşifre etmiştir. 5. Balkan Türkleri, düşünce, yaşam biçimi ve mücadeleleriyle, Anadolu Türkü’nün de rehberi olmuş; Türk milletinin en büyük önderini acılı bağrından çıkarmıştır. Türk tiyatro yazarları, Balkanlar konusunu, piyeslere taşıyarak sorumluluklarını yeterli olmasa da yerine getirmişlerdir. Bizlere düşen görev ise, bundan sonra, mâzimizi masal etmeden; daha pek çok piyes, opera, sinema filmi, roman, hikâye ve çizgi filmle, tarihin acılarını tekerrür ettirmemek için, şuurlandırılan bir gençliğin arayışı içinde olmaktır17. 5. BALKAN SAVAŞI ANILARI Balkan Savaşlarına dair anılar bazı araştırmacılar tarafından ele alınmış ve değerlendirmiştir. Savaş sonrası dönemlerde de yaşanan acı olaylar, anı türünden eserlere konu olmuştur. Müslümanlara zor kullanarak Hristiyan adı verilmesi, vaftiz edilmeleri yeni birtakım yöntemlerle, sessizce günümüzde de devam eden gerçeklerdir. Rodop Müslümanlarından Adil dedenin anlattıklarını okuyalım: …1907 yılında doğduğum vakit adımı Adil koymuşlar. 1912’de bana Boris derlerdi. 1914’te gene Adil diye çağırdılar. 1939’da Asen koydular. 1944-45’te gene Adil dediler. Şimdi, 1970’lerde adımı gene değiştirdiler, Vladimir oldu. 6 keredir değişiyor adım. Bunun sonu yok mu?18 Balkan Savaşlarından sonra gerçekleştirilen büyük göçler konusu yeni yayınlanmış kitaplara konu olmuştur. Sayıları giderek artmakta olan göç konulu, özellikle mübadeleyi ele alan anı kitapları arasında bulunan Muhacirler (Bitmeyen Göç)19 adlı eserdir. Kitabın yazarı Ali Ezger Özyürek, kitabın ön sözünde şunları yazıyor: “Muhacir” derlerdi bize. Çocuk aklımızla bu sözcüğün anlamı üzerinde düşünmezdik. Ama bir farklılığı anlattığını hissederdik. ‘Muhacir çocuğu’ ya da ‘Muhacirlerden misin?’ hitapları, çoğu komşularımız olan insanlardan farklı yanlarımız olduğunu düşündürmeye başladı sonraları. Büyüyüp ortaokul sıralarında öğretmenlerimizden de benzer sözleri duyunca, neden bize muhacir dendiğini sorduk büyüklerimize. Onlar da dedelerimizin, babalarının, Yunanistan’dan geldiklerini, şu 16 Töre, a.g.e., s. 133-134. Bkz. Töre, Enver, “Acılar Masal Olmamalı”, Ülke, Nr. 14, Ağustos 1996. 18 Edirneli, Metin, Bulgaristan ve Göç, Geçmişten Günümüze Asimilasyon ve Göç, Zorunlu Göçü Anma Etkinlikleri. Gaziemir Belediyesi Kültür Yayınları. İzmir 2009, s.37. 19 Özyürek, Ali Ezger, Muhacirler (Bitmeyen Göç), Laika Yayınları, 2. Baskı, 2007, Topkapı-İstanbul. 17 108 anda yaşadığımız topraklara sonradan yerleştirildiğimizi anlattılar dillerinin döndüğünce.” Hürriyet gazetesinden Sefa Kaplan da şunları yazıyor: “ ‘Muhacir derlerdi bize. Çocuk aklımızla bu sözcüğün anlamı üzerinde düşünmedik. Ama bir farklılığı anlattığını hissederdik.’ Özyürek’in kitaba yazdığı önsözünün hemen başında yer alan bu satırlar, sürükleyip çocukluk yıllarına götürüyor sizi ister istemez. Evet ‘muhacir’ derdik onlara. Hemen her mahallede bulunurlardı ve ‘muhacir’ kelimesinin anlamını bilmeden kullanırdık, işte öylesine. Kelimenin nasıl bir yürek yangınına işaret ettiğini kavrayabilmek için Balkan bozgunlarını, evlâd-ı fatihan’ı, mübadeleyi öğrenmemiz gerekecekti. Öğrendikten sonra da, daha bir sokulacaktık yanlarına, daha bir samimiyetle kucaklayacaktık kendilerini. ‘Anlatın’ diyecektik ‘Nasıldı Balkanlar, Varna boylarında, Tuna kıyılarında gezinmek’ nasıldı. Gözbebeklerindeki hüzünleri ve kirpiklerindeki yaşları gizlemeden anlatacaklardı doğup büyüdükleri, suyunu içip havasını soludukları diyarları.” Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi 1914 yılında Rumeli’nin elden gitmesiyle ilgili büyük kederi belirten sözleri ile Türk milletine tavsiye ediyor, Türk aydınlarına ricada bulunuyor: Bu yüce kürsüden milletime tavsiye ediyorum. Hürriyet ve meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği olan Manastır’ı, Selânik’i, Kosova’yı, İşkodra’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim. Muharrirlerimizden, şairlerimizden, muallimlerimizden, bütün fikir adamlarımızdan hududun öteki tarafında kurtulacak kardeşler bulunduğunu bugünkü ve yarınki nesiller önünde, dersleriyle yazılarıyla, şiirleriyle, bütün manevî nüfuzlarıyla daima canlandırmalarını rica ederim. Balkan Savaşlarında yaşanmış zulmü, millî felaketimizi, bu savaşlardan sonra da yaşananları unutmayacağını, unutturmayacağını yazıyor Fazıl Bülent Kocamemi. “İnsanlarımıza soykırımı uygulayan ülkelerle günümüzde dostluk kuralım mı, dost olalım mı? Geçmişi unutalım mı?” sorusuna yazar, Urumeli’nin Gözyaşları20 adlı eserinde şöyle diyor ve şu açıklamada bulunuyor: Dostluk mu? Belki bir gün! Unutmak mı? Asla! Kişiler dost olabiliyorlar, ender de olsa. Ama devletler arasında “dostluk” bir nezaket sözcüğü olmaktan ileri gidemez. Bu demek değildir ki şahsen dostluğu külliyen reddediyorum. Türk devletinin gerek yakın komşularıyla, gerekse diğer dünya devletleriyle dostane ilişkiler içinde olması gereğine yürekten inanırım. Düşmanlık, kin, nefret eninde sonunda en çok zararı o duyguları besleyenlere veriyor. Ancak, bana kalırsa hassas nokta da burada duruyor. Dost elimizi cömertçe uzatalım ama geçmişi unutmadan, lütfen. Geçmişe takılıp kalmak değil anlatmak istediğim. Geçmişte muhatap olduğumuz mezalimi, haksızlıkları ihanetleri sürekli gündemde tutmak da değil elbette meramım. Sadece “unutmamak”. Çünkü unutmamak beraberinde tedbiri getirir ve tedbir, devletler arası ilişkilerde elzemdir. Dost elimizi uzatırken bize uzanan elin, yumruğa dönüşebileceğini tarih bize çok kez ispat etti. Unutmamamız gereken budur. Bulgar ile Yunan ile Sırp ile Rus ile Arap ile İngiliz ile Fransız ile… dostluk kurarken; Çanakkale’yi, Anadolu’nun işgalini. Eski Zağra’yı, Mestanlı’yı, Kırcaali’yi, Tulçe’yi, Kornitza’yı, Edirne’yi, 20 Kocamemi, Fazıl Bülent, Urumeli’nin Gözyaşları, İskenderiye Yayınları. Tarih (Anı), Mecidiyeköy-İstanbul, 1. Baskı, Mart 2009, s. 15. 109 Srebrenica’yı, Mostar’ı, Mora’yı, Trapoliçe’yi, Kars’ı, Ardahan’ı, Sarıkamış’ı unutmamalıyım, unutmayacağım. Kolokotronis’i, Patras Piskoposu Germanos’u, Mladiç’i, Karadzic’i, Jivkov’u, Domuzciyef’i, Dimitriyef’i unutmayacağım. Neden unutmayacağım bilir misiniz? Çünkü unutmamız için çok uğraşıyorlar. Buna mukabil kendileri hiçbir şeyi unutmuyorlar, unutturmuyorlar. Balkan Savaşı edebiyatını araştıran Halûk Harun Duman’ın Balkanlar’a Veda21 adlı eserinden şu satırlarla yazıma son veriyorum: “Balkan Savaşı, bir zamanlar yedi cihana hükmeden Osmanlı’nın bu imajının kaybolduğu en önemli savaştır. Anavatanın bu parçalanışı ve küçülmenin acıları derin bir şekilde bu savaşta yaşanır. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, bu trajik dönem gerektiği gibi araştırılmamış, hatta üstü örtülmeye çalışılmıştır. Düşmanlıkları körükler, aradaki intikam hislerini artırır ve Türkiye’nin başını sıkıntıya sokar diye düşünülmüştür. Böylece, milyonlarca insanın çektiği trajedi tarihin karanlık mahzenlerine kapatılmıştır. Oysa dünü bilmek ve ondan ibret almak, insanlığın huzuru için vazgeçilmez bir durumdur. Bu bilginin ise tek yönlü olarak elde edilmemesi, farklı çalışmalarla ayrıntıların ortaya çıkarılması gerekir.” 21 Duman, a.g.e., s. 338-339. 110 KAYNAKÇA Bilgin, İsmail, Elveda Balkanlar Unutulan Vatan (Roman), TİMAŞ Yayınları. 3. Baskı, İstanbul, 2010. Ceyhan, Nesîme, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler. Balkan Savaşı Hikâyeleri, Selis Kitaplar, 2. Baskı, İstanbul, 2007. Duman, Halûk Harun, Balkanlar’a Veda, Basın ve Edebiyatta Balkan Savaşı (1912-1913), DUYAP, İstanbul, 2005. Durukoğlu, Salim, “Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Dünkü Balkanlar”, Balkan Savaşları Paneli (03-04 Mayıs 2011), T. C. Genelkurmay Başkanlığı, Harp Akademileri Komutanlığı, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, Yenilevent-İstanbul, 2012. Edhem, Ruhi (Balkan), Filibe, 1913, 24 s. (HTUK: 1599). Edirneli, Metin, Bulgaristan ve Göç, Geçmişten Günümüze Asimilasyon ve Göç, Zorunlu Göçü Anma Etkinlikleri. Gaziemir Belediyesi Kültür Yayınları. İzmir 2009. Fuad, Köprülüzâde Mehmet, Halka Doğru, Nu: 16, 25 tm. 7 Ağustos 1913. Kocamemi, Fazıl Bülent, Urumeli’nin Gözyaşları, İskenderiye Yayınları. Tarih (Anı), Mecidiyeköy-İstanbul, 1. Baskı, Mart 2009 Kurnaz, Şefika, Balkan Harbinde Kadınlarımızın Konuşmaları, MEB Yay., İstanbul 1993. Özyürek, Ali Ezger, Muhacirler (Bitmeyen Göç), Laika Yayınları, 2. Baskı, 2007, Topkapıİstanbul. Töre, Enver, Türk Tiyatro Eserlerinde Balkan Motifi, Uluslararası Sempozyum, Köprüler Kurduk Balkanlara, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü, İstanbul, 2008. Töre, Enver, “Acılar Masal Olmamalı”, Ülke, Nr. 14, Ağustos 1996. Tural, Sadık, Ömer Seyfettin’in Hayatı ve Eserleri, Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin, Marmara Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1984. 111 112 BALKANLAR’DA SEMBOLİK MÜCADELE ALANI OLARAK KUTSAL MEKÂNLARBULGARİSTAN ÖRNEĞİ Nergis İMAMOĞLU ÖZET Aynı coğrafyayı paylaşan farklı dini ve etnik grupların zaman içinde bazı ortak değerler edinmesi, sıkça rastlanan bir olgu olmakla birlikte, bu değerlerin modern dünyada farklı kullanım biçimleri söz konusudur. Bugün Balkanların zengin bir kültürel çeşitlilik arz eden yapısı içinde “bellek mekânı” olarak adlandırılan kutsal mekânlar üzerine eğilmek, bölgenin sadece kültürel değil, aynı zamanda siyasi, dini, ekonomik ve toplumsal dünyasına da açılan geniş bir perspektif sunmaktadır. Balkanlarda kültürel çeşitliliğin sembolü haline gelmiş olan kutsal mekânları konu alan bu çalışmanın temel çıkış noktası, Bulgaristan örneği üzerinden, bölgedeki farklı dini-etnik grupların ortak kültürel mirası haline gelen değerleri, günümüz iktidar ilişkileri bakımından yeniden ele alıp sorgulamaktır. Buradaki amaç, konuyu hem tarihi hem de güncel boyutuyla irdeleyerek bütüncül bir bakış açısı oluşturmak ve kutsalın, gerek kültürel kimliğin gerekse iktidar ilişkilerinin biçimlenişi ve devamı açısından oynadığı rolü ortaya koymaktır. Bu amaca uygun olarak da, tarihsel yaklaşımın yanı sıra, halk bilimi, kültürel antropoloji ve sosyoloji gibi bilim dallarının yöntem ve verilerinden yararlanma yoluna gidilmiştir. Anahtar Kelimeler: Balkanlar, Bulgaristan, Kutsal Mekânlar, Kültürel Kimlik, İktidar SACRED PLACES IN BALKANS AS SYMBOLIC ARENA – EXAMPLE OF BULGARIA ABSTRACT Different religious and ethnic groups to acquire some common values in the same region over time are a phenomenon frequently observed, although there are different usage patterns of these values in the modern world. Today, the structure of the Balkans, which are rich in cultural diversity "memory space referred to as" lean over the holy places of the region, offers a broad perspective not only cultural but also political, religious, economic and to the social world. This study’s subject of holy places, which has become a symbol of cultural diversity in the Balkans, is the starting point for the case of Bulgaria, the different religious-ethnic groups cultural heritage which has become the common values in the region are re-contextualizes and questioning today in terms of power relations. The purpose of this topic by examining the size of both historic and contemporary to create a holistic perspective, and to reveal the role of sacred, both in terms of cultural identity and the subsequent formation of power relations. For this purpose, the historical approach, as well as folklore, cultural anthropology, and sociology disciplines were encouraged to benefit from the methods and data. Keywords: Balkans, Bulgaria, Sacred Spaces, Cultural Identity, Power GİRİŞ Balkanların tarihsel kimliğine önemli bir referans işlevi gören “birlikte yaşama” geleneğinin başlıca göstergeleri arasında, farklı dine mensup grupların ortaklaşa ziyaret ettiği tekke ve türbe gibi kutsal mekânlar yer almaktadır. Diğer yandan, uzun vadeli tarihi süreçlerin bir mirası olarak şekillenen ve bugün “çok-kültürlülük” adıyla anılan bu olgu, genellikle çatışma ile Uludağ Üniversitesi, Sosyal [email protected]. Bilimler Enstitüsü, Tarih 113 Anabilim Dalı Doktora Programı. E-posta: kaynaşma arasında sıkça renk değiştiren “zorunlu” bir birliktelik manzarasına işaret etmektedir. Bu veriden yola çıkarak, Balkanlarda farklı gruplar arasındaki olası etkileşim biçimleri üzerine pek çok şey söylenebilir. Ancak burada asıl üzerinde durulan, “ortak kutsallar” üzerinde yürütülen egemenlik ve kimlik politikalarıdır. Diğer bir ifadeyle, kutsallık olgusunu, Balkanlarda kesişen dini, etnik ve siyasi güç ilişkileri bağlamında irdelemeyi amaçlayan bu çalışmada, Bulgaristan örneği üzerinden, kutsal mekânların geleneksel işlevleriyle modern kullanım biçimleri üzerinde durulmaktadır. Buradaki temel hareket noktası, kutsal ile dünyevi, geleneksel ile modern arasında keskin biçimde çizildiği varsayılan sınırların esneklik veya dayanıklılığını sorgulama düşüncesidir. Ayrıca bu noktada, kutsalın pratik, dünyevi işlevlerinin ve yeniden üretiminin sadece modern dünyaya özgü bir olgu olup olmadığı sorusu da önem kazanmaktadır. Bu soruların yanıtını bulmak için başvurulan yöntem ve bakış açısı ise, tarih, sosyoloji ve antropoloji bilimlerinin buluştuğu ortak noktalardan yola çıkarak, konuyu daha geniş bir perspektiften kavrama çabasıyla şekillenmiştir. Bu yaklaşım, hem konunun niteliğinden hem de bilinçli bir tercihten kaynaklanmaktadır. Nitekim kutsal kavramını, din, halk bilimi veya sosyoloji gibi tek bir alanın sınırları içinde ele alan çalışmalarda, konuyu bütünsel açıdan değerlendirme gibi bir girişimin söz konusu olmadığı görülmektedir. Tarihçilerin konuya ilgisi ise daha çok din- tasavvuf- tarikat ekseninde ortaya çıkmakta ve Balkanlar söz konusu olduğunda da ağırlık noktası, kaçınılmaz olarak Osmanlı fetihleri ve İslamlaşma süreçlerine dayanmaktadır. Bu tür çalışmalarda söz konusu edilen kutsalın kendisi değil, onun dış yüzeyini veya toplumsal çerçevesini oluşturan tarihsel olaylardır. Dolayısıyla, Balkanlar’da “kutsal” ve “kutsal mekân” kavramlarını güncel bir perspektifle yeniden değerlendirirken, esas probleme odaklanmak için, tarihin sunduğu bu arka planın yanı sıra, bir de sosyal bilimlerin son dönem yaklaşımlarına başvurmak gerekmektedir. Kutsal, mit, ritüel, kült, büyü, gelenek gibi modern öncesi dünyaya atfedilen kavramlar, bugün özellikle kültür araştırmacılarının gözde konuları haline gelmiştir. Başlangıçta eski kültür ve topluluklarla ilgilenen antropoloji ve etnoloji biliminin modern dünyaya uzanan yeni çalışma alanları ve disiplinler arası sınırları aşma çabalarının bu konuda önemli bir payı vardır. Bunun yanı sıra, sosyolojide, toplumsal dünyanın ve toplumla ilgili her türlü olgunun inşa edilmiş/kurgulanmış doğasına ilişkin kuramların rolüne de değinmek gerekmektedir. Bu konuda bir örnek olarak ilk akla gelen, Peter Berger ve Thomas Luckman’ın, gerçekliğin toplumsal inşasına dair kapsamlı çalışmasıdır.1 Maurice Halbwachs ise, toplumsal bellek kuramıyla geçmişin inşasını dile getirmektedir.2 Başka bir eser, bu sefer geleneğin inşasından bahsetmektedir. Eski geleneklerin canlandırılması, Eric Hobsbawm’a göre 19. yüzyıl kitle politikalarında “geleneğin icadı” olarak ortaya çıkan modern bir olgudur. Toplumsal ilişkilerin yeni sadakat bağlarıyla yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bu dönemde, modern öncesi “irrasyonel” unsurların ve geleneğin güncel hedeflerin hizmetine koşulması son derece yaygındır.3 Bu örneklere Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler adlı çalışması da dâhil edilebilir.4 Özellikle 1980’li yıllardan sonra, toplumsal ve kültürel olguların kurgulanmış niteliği üzerinde duran yaklaşımların artmasıyla birlikte dikkatler, kimlik, kültür, gelenek gibi kategorilerin yeniden üretilebilirliği üzerine odaklanmıştır.5 Günümüzde Bulgaristan’da kültür alanında yapılan araştırmalarda söz konusu yeni yaklaşımın oldukça yaygın olduğu gözlemlenmektedir. Örneğin, Balkanların “öteki” imajının Batı Avrupa tarafından nasıl inşa edildiğini ortaya koyan Bulgar kültür tarihçisi Maria Todorova’nın “Balkanlaştırma” teriminden hareketle, bölge insanının da Batı’ya karşı kendi kültürel kimliğini üretmek için birtakım modern stratejiler geliştirdiği ileri sürülebilir. Bu yönde fikir yürütmeye sevk 1 Berger, Peter–Luckman, Thomas, Sotsialnoe Konstruirovanie Realnosti (The Social Construction of Reality: A Treatise on Sociology of Knowledge, 1966), prev. E. Rutkevich, İzd. Medium, Moskva, 1995. 2 Halbwachs, Maurice, On Collective Memory, ed.- trans. L. A. Coser, The University of Chicago Press, Chicago, 1992. 3 Hobsbawm, Eric, “Seri Üretim Gelenekler: Avrupa, 1870- 1914”, (çev.) M. Murat Şahin, Geleneğin İcadı, der. E. Hobsbawm- Terence Ranger, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2006, ss. 306-312. 4 Anderson, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, 2. B., (çev.) İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 1991. 5 Todorova, Maria, Bılgariya, Balkanite, Svetıt: İdei, protsesi, sıbitiya, İzd. Prosveta, Sofya, 2010, ss. 113-114. 114 eden bir başka araştırmacı, Akdeniz çevresinin kültür dünyasıyla ilgili çalışmalar yapan İtalyan antropolog Christian Giordano’dur. Nitekim yazara göre, Balkan topluluklarının her birinde, kendi özgünlüğünü ortaya koymak için geleneksel zihniyet ve yaşam biçimini öne çıkarma eğilimi neredeyse sistemli bir politika haline gelmiştir. Nativism (yerelcilik) olarak adlandırılan bu eğilim, geleneğin folklorik biçimde yeniden kurgulanmasını ifade etmektedir.6 Batı kaynaklı modern toplumbilim kuramlarının yanı sıra, bugün Balkan tarihinin sürekli güncellenen yorumlarında göze çarpan daha genel iki eğilimden bahsedilebilir. Bunlardan biri, eski ile yeni, ilkel ile modern arasındaki kopuşu dile getiren ilerlemeci veya değişime odaklı yaklaşım, diğeri ise, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki bütünlüğü, karşıtlık ve kopuş üzerine değil, süreklilik ve etkileşim üzerine kurma eğilimidir.7 Örneğin, modern Batı uygarlığının her zaman kıyısında kalmış bir bölge olarak Balkanlarda, gelenekselliğin ve “ilkel” adetlerin hala yaşamakta olduğuna dair yaygın görüş, sadece Batılı uzmanların değil, bölgede yaşayan toplulukların da ortak bir kabulüdür. Balkan coğrafyası bugün bu yönüyle bölgenin kültür tarihçileri, etnoloji ve antropoloji uzmanları için verimli bir araştırma sahası haline gelmiştir. Farklı dini ve etnik grupların, modern dünyaya “yabancı” yaşam biçimlerini ilgiyle izleyen araştırmacıların incelediği konular arasında, zihniyet, gündelik hayat, din- halk inançları ve gelenekler ön sırada yer almaktadır.8 Bunun sebebi belki de, her seferinde toplumsal değerlerin sorgulanmasını ve ardından da yeniden kurgulanmasını gerektiren hızlı değişim süreçleridir. Öyle ki Osmanlı’dan sonra tarihi güzergâhı, Avrupa- Sovyet Rusya- Avrupa şeklinde dönemeçli ve istikrarsız bir çizgide devam eden Balkan toplulukları için her seferinde yeni bir sisteme uyum sağlamanın zorluğu, sık sık geleneklere sığınma gibi toplumsal bir varoluş stratejisine kapı açmıştır. Bu koşullara bakıldığında, kutsalın özellikle kritik değişim dönemlerinde artan önemi, dolayısıyla yeniden inşası daha da anlaşılır hale gelmektedir. 1. BALKANLARDA KUTSAL MEKÂNLARIN ÖZELLİKLERİ Balkanlar coğrafyası, bugün Osmanlı geçmişinin izleriyle, Türk toplumu için bir bellek mekânı olarak işlev görmektedir. Burada söz konusu edilen tekke ve türbe gibi kutsal mekânlar da, bölgenin bu niteliğini daha küçük ölçekte devam ettiren yapılardır. Genellikle Osmanlı’nın ilk fetih dönemlerinin anısıyla özdeşleştirilen bu tür mekânlar, bölge üzerinde sahiplik kurma ve kalıcı olarak yerleşme politikalarına gönderme yapmaktadır. Bugün İslamiyet’in ve gazi-dervişlerin kutsalıyla yerel halkın kutsalı arasındaki karşılaşmanın ve kaynaşmanın sembolü haline gelen türbelerin, geçmişte- kendi dönemlerindeki işlevi neydi? Söz konusu mekânlar, Osmanlı döneminde halk dini veya popüler İslam olarak adlandırılan olguya işaret etmektedir. Bugün de bu geleneğin hala devam ettiği söylenebilir. Bu mekânların önemli bir özelliği, inşa edildikleri alanın kutsallığının Osmanlı’dan çok öncesine- Antik Çağ’a kadar dayanmasıdır. Tarihin farklı dönemlerinde, birbirinden çok farklı inanç biçimlerini birbirine bağlayan bu sürekliliğin korunması oldukça anlamlıdır. Müslümanlara ait türbe ve tekkelerin, daha önce var olan pagan veya Hıristiyan tapınma yerleri üzerine inşa edildiği, çevrede bulunan kalıntılardan veya eskiden kutsal sayıldığı bilinen doğal kaya şekillerinden anlaşılmaktadır. Örneğin, Sarı Saltuk’un makam türbelerinin bulunduğu yerlerin tamamı, daha eski dönemlerden 6 Giordano, Christian, Vlast, nedoverie i nasledstvo, İzd. Polis, Sofya, 2006, s. 116. Bouretz, Pierre, “İstoriçeskiyat razum i nepredvidimostite na istoriyata”, Paul Ricoeur: Filosofiyata pred predizvikatelstvata na promenite, sıst. İvaylo Znepolski, Dom na naukite za çoveka i obştestvoto, Sofya, 1998, s. 51. 8 Bkz. Turan, Fatma Ahsen, “Bulgaristan’da Demir Baba Tekkesindeki İnan Sembollerinin ve Ritüellerin Çözümlenmesi”, The Balkans: Languages, History and Cultures Uluslalarası Sempozyum Bildirileri,12- 25 Nisan, Veliko Tırnovo, 2007; Maria Todorova, age.; Antonina Jelyazkova, “Formirane na myusyulmanskite obştnosti i kompleksite na balkanskite istoriografii”, Sıdbata na myusyulmanskite obştnosti na Balkanite 1, IMİR, Sofya, 1997. 7 115 kalma kült yerleridir ve Hıristiyan azizlerle Müslüman velilerin efsaneleri birbirine karışmış durumdadır.9 Eski kutsal yerlerin bu şekilde devralınıp dönüştürülmesi, ardından iki farklı dinin mensuplarınca ortak ziyaret yeri olarak kullanılması, genellikle Bektaşilikte Hurufilik, Kabala, Paulisyenlik, Bogomillik gibi Bâtıni akımların etkisiyle, ayrıca Şamanizm ve eski Hıristiyan halk inançları arasındaki benzer unsurlarla açıklanmaktadır.10 Bir diğer sebep de, yeni gelenlerin (Müslüman dervişler), yerel koşullara ve geleneklere uyum sağlama yoluyla bölgede kendi varlığını kabul edilir kılma veya kalıcı olarak yerleşme çabasıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, Bektaşilikle ilgisi olmadığı halde bu türbelerin pek çoğunun Bektaşi tarikatına ait olarak bilinmesidir. Bu durum, Osmanlı döneminde de kutsalın belli tarikatlar arasında politik bir meşruiyet aracına dönüştüğüne dair önemli bir ipucu vermektedir. Nitekim William Hasluck da, Balkanlarda Bektaşiliğin, hem diğer tarikatların hem de Hıristiyanların kutsal yerlerini sahiplenme yoluyla güç ve itibarını artırdığını ifade etmekte, bunun bilinçli bir yayılma politikası olduğunu öne sürmektedir. Hatta Bektaşiliğin öğretisiyle hiçbir alakası olmayan Hacı Bektaş Veli’nin adı da bu şekilde sonradan gasp edilmiştir.11 2. BİR İKTİDAR ARACI OLARAK KUTSAL MEKÂNLAR Farklı inançların buluştuğu kutsal ziyaret yerlerinin, Osmanlı döneminde olduğu gibi bugün de, sadece tapınma yeri değil, aynı zamanda farklı güç odaklarının çatışma ve rekabet alanı haline geldiği görülmektedir. Rusçuk iline bağlı İsperih (Kemaller) ilçesi yakınlarında bulunan Demir Baba Tekkesi, bu tür bir iktidar çatışması örneği olarak gösterilebilir. Bu mekân, eski bir Trak tapınağından kalma yüksek kayalıklarla çevrili derin bir vadide yer almaktadır. Tekke, türbe ve şifalı su kaynağının bulunduğu alanda dağ, su, ağaç ve atalar kültüne dair pek çok sembol ve ritüelin bir araya geldiği görülmektedir. Demir Baba’nın sandukası üzerinde, ziyaretçiler tarafından bırakılan havlu, kıyafet ve örtülerin yanı sıra, gelinlik ve bebek kıyafetleri de bulunmaktadır. Böylece sonradan bunları giyecek olanların sağlıklı veya mutlu olması ümit edilmektedir.12 Demir Baba Tekkesi’ni ziyarete gelen veya başka herhangi bir amaçla bölgeyi dolaşan grupları, mekânın hemen girişinde karşılayan levha, kutsalın “inşa edilmiş” halini gözler önüne sermektedir: “Şifalı Suyun Kutsal Vadisine Hoş Geldiniz! Demir Baba Tekkesi, 1927’de Bulgaristan’ın tarihi bir eseri olarak ilan edilmiştir. M. Ö. VI. yüzyıla ait eski bir Trak tapınağının yıkıntıları üzerine XVII. Yüzyılda, tarihi bir şahsiyet ve dini bir lider olan Alevi (Bektaşi) derviş Demir Baba’nın türbesi inşa edilmiştir. Velayetnamesinde Demir Baba, bir bilge ve hekim olarak tarif edilmiştir. Efsaneye göre büyük bir kuraklık döneminde Demir Baba, acı çeken halkın yakarışlarını duyarak dağ kütlesine elini değdirmiş ve oradan şifalı bir su pınarı fışkırmıştır. Bu mucizenin anısına bugüne kadar pınarın adı “Beş Parmak” olarak kalmıştır. Bu yerde, binyıllık dini gelenekler iç içe geçmiştir. Burada çeşitli büyü ritüelleri yapılmaktadır; taşın üzerine uzanma, 9 İbrahimgil, Mehmet, “Balkanlar’da Sarı Saltuk Türbeleri”, Balkanlar’da Kültürel Etkileşim ve Türk Mimarisi Uluslararası Sempozyum Bildirileri, C. 1, 17- 19 Mayıs 2000, Şumnu- Bulgaristan, Atatürk Kültür Merkezi Bakanlığı Yayınları, ss. 375- 381. 10 Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, Kabala Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 236- 331; Ahmet T. Karamustafa, “Yesevilik, Melametilik, Kalenderilik, Vefailik ve Anadolu’da Tasavvufun Kökenleri Sorunu”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, haz. Ahmet Yaşar Ocak, TTK Yay., Ankara, 2005, ss. 62- 67. 11 Hasluck, Frederick William, Anadolu ve Balkanlarda Bektaşilik, (çev.) Yücel Demirel, Ant Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 71-73. 12 Turan, age, ss. 2-6. 116 “Cadının gözlerini oyma”, sağlık için bez bağlama, “çile yolunu yürüme”. Geçmişle temas ederek Bilge’nin öğüdüne kulak verin: “Tanrıyı ararsan, onu insanda ara!”13 Bulgarca ve İngilizce yazılmış olan bu bilgiler, her şeyden önce, söz konusu mekânın Bulgar resmi makamlarınca sahiplenildiğini ve değerinin onaylandığını düşündürmektedir. Fakat bu değerin niteliği, mekânın manevi/kutsal boyutuyla değil, daha çok politik veya turistik amaçlı kullanımıyla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, kutsalın uluslararası kültür piyasasında yüksek bir “pazarlanabilirlik” değeri söz konusudur. Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, bir seyyid, gazi, veli ve kutbu-l aktab (pek çok yerde) olarak bilinen, Otman Baba geleneğine mensup Kalenderi şeyhi 14 Demir Baba’nın adı, bundan böyle sadece halkın ortak belleğinde değil, resmi kurumların da himayesi altındadır. Üstelik bu bölgenin kutsallığı, çok daha eski dönemlerden kalma Trak tapınağının varlığı tarafından da tescillenmiş olmaktadır. Kısaca, Bulgaristan’da milli kimliğin inşasında eski kökene dair önemli bir delil oluşturan Trakların mirası, Osmanlı- İslam kültüründen kalma bir dergâhın mistik varlığıyla birleştirilmiştir. İlk anda büyük bir tezat gibi görünen bu durum, gerçekte modern dünyaya, özellikle de Batılı turistlere sunulabilecek çarpıcı bir “tarihsellik” ve “kültürel zenginlik” örneğidir. Ülkenin ve genel olarak da Balkanların pek çok yerinde bolca görülen bu tür örnekler, bölgenin “otantikliğini” kanıtlama girişimlerine büyük bir meşruiyet zemini sağlamaktadır. Demir Baba’nın, sanılanın aksine, Bektaşi değil, Bektaşilerin rakip mezhebi olarak bilinen Kalenderiliğe mensup bir derviş olduğu dikkate alınırsa, burada Bektaşiliğin bir dönem Balkanlarda Hıristiyan veya Müslüman tüm diğer grupların kutsal mekânlarını kendine maletme politikasının başarılı olduğu sonucuna varmak mümkündür. Diğer yandan bazı tekke ve türbe şeyhlerinin Bektaşi olarak anılmasının sebebini sadece bu nedenle sınırlamak doğru olmayacaktır. Nitekim Balkanlarda Bektaşiliğin adını kullanarak hayat sahasını genişletmek isteyen başka tarikatlar da vardır. Örneğin, Sünni öğretinin “sapkın” olarak damgaladığı Hurufiler, kendi inançlarını yaymak için Bektaşiliğin adını ve kutsal mekânlarını kullanmışlardır.15 Tüm bunların yanı sıra, Balkanlar’da toplumsal- kültürel belleği biçimlendiren mit ve efsaneler, dini liderin (şeyh ya da aziz) kişisel hüviyeti veya mezhebinden çok, mucizevi yeteneklerini öne çıkarmaktadır. Halkı asıl ilgilendiren de budur. Üstelik kutsal mekânda yatan kişinin olağanüstü güçlerinden istifade etmek için Hıristiyan- Müslüman gibi dini ayrımın önemi yoktur. Önemli olan, o kişinin hatırasını saymak ve canlı tutmak, karşılığında da onun medfun bulunduğu mekanın etrafındaki kutsiyetten manevi bir doyum sağlamaktır. Sadece manevi değil, sağlık, mutluluk, bereket gibi dünyevi amaçların da karşılandığında inanılan bu tür mekanları ziyarete gelenlerin, tarihi gerçeğin peşinde olması beklenemez. Zira burada kutsalın kendi gerçeği devreye girmiştir. Jan Assman’ın da ifade ettiği gibi, belli mekân veya bölgelerin kutsallığı, çoğunlukla tarihi gerçeklere değil, “kökleri daha sonra oluşturulan fikirlere” ve “duygu birlikteliğinin tipik seçiciliği”ne dayanmaktadır. 16 Yine Assman’a başvurmak gerekirse, ritüel ve efsanelerin gerçeği açıklama tarzının kendine özgü olduğu söylenebilir. Bunlar sayesinde dünyanın sınırları dışına çıkarak geçici ve sıradan olanın sınırlarını aşma deneyimi yaşanmakta, yazarın deyimiyle, “toplumsal ufuk kozmik dünyaya doğru genişlemektedir.”17 Günümüzde Demir Baba Tekkesi daha çok yıllık panayırıyla meşhur bir ziyaret mekânıdır. Büyük bir şölen halini alan bu etkinliği düzenleyen ise, Bulgaristan’daki Türkleri temsil eden Hak 13 Bkz. Ek, Foto 1. Ocak, Ahmet Yaşar, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim yayınları, İstanbul, 2009, s. 49. 15 Hasluck, age, s. 72. 16 Assman, Jan, Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, (çev.) Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 44-45. 17 Aynı yerde. , s. 60. 14 117 ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) Partisi’dir. Her seçim öncesinde geleneksel bir miting halini alan bu toplantıda saatler süren siyasi nutukların ve “Bulgar zulmünü anma” gösterilerinin ardından halk oyunları, şiirler ve türkülerle Deliorman bölgesinin ve Tekke Panayırı’nın birlik, beraberlik ve kardeşliğin sembolü haline gelişi kutlanmaktadır. Yüksek ağaç ve kayalıklar arasında gizlenen tekke ve türbenin çevresindeki dini ritüellerin tamamlanmasından sonra, tepedeki geniş arazide gerçekleşen diğer “dünyevi” etkinliklere sıra gelmektedir. Genellikle siyasi söylevlerle başlayan açılış törenindeki heyecan, tekkenin içinde medfun olan velinin (dini liderin) yerine, kürsüdeki parti liderini yüceltme- kutsama töreni gerçekleştiği kanaati uyandırmaktadır.18 Demir Baba Tekkesi, kutsalın pratik amaçlarla yeniden inşasına güzel bir örnektir. Ancak bu mekânın kutsallığını belirleyen, sadece siyasi kaygılar değildir. Halk açısından bakıldığında, Demir Baba’nın manevi şahsiyetinden feyz alma ve kerametlerinden yararlanma, şifalı suyla yıkanma ve dertlerine çare arama gibi amaçlar, esas ziyaret sebebi sayılmaktadır. Aydın kesim ise, kutsalın hem siyasi hem de geleneksel kullanımına karşı tepkili görünmektedir. Bu çevreler için mekânın temsil ettiği Osmanlı geçmişi, dolayısıyla Türklerin buradaki haklarını meşrulaştırıcı işlevi öne çıkmış gibidir. Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği (Bal-Göç) resmi web sitesinde yer alan, 19- 21 Mayıs 2005 tarihli bir gezi yazısı oldukça çarpıcıdır: “Demir Baba Tekkesi’nin olduğu yere geldiğimizde ise acı bir hurafe manzarası ile karşılaştık… Tekke, yakın zamanda HÖH tarafından onarılmış. Betonarme merdivenle dağdan aşağıya doğru iniliyor. Sağlı sollu ağaçlarda ve çalılarda bir tekstil fuarı görüntüsünü çağrıştıracak nitelikte kumaşlar, bezler, çaputlar asılmış. Önümüze gelen mezarlıkta mumlar yakılmış. Buradaki çeşmenin suyunun kutsal olduğuna inanılıyor… Çeşmeden akan ufak dereye dilek paraları atılmış. Türbeye girmek kalabalıktan dolayı adeta imkânsız… Duvardaki bir taşta açılan iki göze uzaktan iki işaret parmağıyla nişan alan ziyaretçiler, şeytanın gözünü çıkarıyor ve bunu kemal-i ciddiyetle yerine getiriyor. Deliklerin yanında altıgen siyon yıldızı da dâhil garip şekiller var… Türbenin sol tarafında bir yükselti olarak ne amaçla konulduğunu bilmediğimiz adam boyunda bir taşın üzerine özellikle gençler mekik çeker gibi yatıp kalkmakta ve bundan bir anlam çıkarmakta. Sormaya bile arlanıyoruz… Türbeye gelenlerin belki %80’i din hakkında bilgisi yok denecek kadar az olan çocuklar ve gençler oluşturuyor(…)”19 Kutsalın sembolik bir mücadele alanı olarak kullanıldığına dair başka bir örnek olarak, 17 Mayıs 2008 tarihli Kırcaali Haber gazetesindeki şu haber de oldukça manidardır: “Hak ve Özgürlükler Hareketi, Geleneksel Mayıs Olaylarını Anma törenlerini (1989’da Türklerin isimlerini geri almak için ayaklanması) bugün başlattı. Törenler Demir Baba Tekkesinde başlayıp Ruen’de sona erecek. Bugün 10.30’da başlayan, avcılar Folklor Ekibi, yerel folklor ekipleri ve şarkıcı Günay Çalıkov’un katılımlarıyla düzenlenen törene her yıl olduğu gibi binlerce Müslüman Türk katıldı. “Hak ve Özgürlükler İçin” ve “Soya Dönüş Kurbanlarının Anısına” adıyla gerçekleşen törene katılan misafirler arasında (…)”20 Balkanlarda kutsalın inşasını, Müslüman türbe ve tekkelerinin yanı sıra, Hıristiyanlara ait kutsal bir mekân üzerinden de değerlendirmek yerinde olacaktır. Aslında bu tür ziyaret yerlerini Hıristiyan-Müslüman olarak ayırmak doğru değildir, çünkü her iki dinin mensuplarınca ortaklaşa 18 İmamoğlu, Nergis, Sofya Üniversitesi “St. Kliment Ohridski”, Felsefe Fakültesi Kültürel Antropoloji Bölümü’ne bağlı olarak yürütülen, Institute of Development Studies (University of Sussex, UK), A Micro Level Analysis of Violent Conflict (MİCROCON) Projesi, “Bulgaristan’da Etnik- Dini Topluluklar Arasında Gerilim ve Uyum” konulu saha çalışması gözlem verileri, 16. 05. 2010-31.05. 2010. 19 Serenli, Memet Fatih, “Bulgaristan Gezisi 19-21 Mayıs 2005, http:// balgoc.org.tr/email/geziizlenim.htm. 20 Kırcaali Haber Gazetesi, http://www.kircaalihaber.com, 12. 05. 2008. 118 gerçekleşen etkinlikler ve iç içe geçmiş efsaneler söz konusudur. Yine de, son haliyle Hıristiyan kimliğini temsil eden bir mekânla örnekleri çeşitlendirmek mümkündür. Bulgaristan’ın kuzeydoğusundaki Dobriç iline bağlı Aleksandriya ilçesi yakınlarında bulunan manastırın etrafında, yine diğer türbelerde olduğu gibi şifalı su kaynağı, kalabalıkların toplandığı geniş bir ağaçlık alan ve güncel amaçlar için düzenlenmiş bir panayır ve eğlence meydanı yer almaktadır. Alanın tamamı, eskiden kalma “Tekke” adıyla anılmaktadır. Burada her yıl 1 Ağustos tarihinde düzenlenen büyük panayır şenliği; kurban töreninden sonra davullu çalgılar eşliğinde eğlence ve ziyafetle devam etmektedir. Sonradan Hıristiyanlaştırıldığı anlaşılan bu mekânın ziyaretçileri Türkler, Pomaklar, Bulgarlar, Çingeneler, hatta komşu ülkelerden gelen Romen, Sırp ve Yunan misafirlerden oluşmaktadır. Hıristiyanlar manastırı ziyaret edip dini vazifelerini yerine getirdikten sonra, diğer grupların da iştirak ettiği eğlenceler başlamaktadır. Türk ziyaretçilerle yaptığımız görüşmelerden anlaşıldığı kadarıyla, genelde tarımla uğraşan yöre halkının bu etkinliklere katılımında, “yorucu kır işlerinden sonra bir-iki bira eşliğinde stres atma”21 gibi bir düşünce ağır basmaktadır. Rutin gündelik yaşamın içinde, hem manevi hem de fiziksel açıdan bir nevi nefes alma imkânı sunan bu tür kutlamalarda kutsalın daha çok pratik işlevleri öne çıkar gibidir. Ancak kutsal deneyimin tamamen geri planda kaldığını söylemek yerine, bu deneyimin daha çok içsel olarak yaşandığı ve sözlü olarak paylaşılmasının pek tercih edilemeyeceğini belirtmek daha mantıklı görünmektedir. Panayır alanının girişindeki tanıtım levhasına bakıldığında, Demir Baba Tekkesi’nde olduğu gibi, burada da mekânın tanıtımı için yine yerel bir efsaneye başvurulduğu görülmektedir: “Manastırın ortaya çıkışıyla ilgili pek çok efsane vardır. Bu efsanelerden birine göre, Aziz İliya, uzun bir kuraklık döneminde eşeğiyle birlikte gökten inmiş ve kendisi çok iri olduğu için bastığı taşın üzerinde ayak izi kalmıştır. Sonra, bir mucize göstererek, bir gecede bir ağaç gövdesinden manastır inşa etmiştir… Bu bölge, Müslümanlar için de kutsaldır. Aziz İliya yortusunda Müslümanlar burada kurban keserler ve geceyi şifalı suyun etrafında geçirirler. Onlar burada Mustafa Kanat adında bir evliyanın yattığına inanırlar… Dört asır sonra, Aziz İliya adını taşıyan manastır yeniden inşa edilmiştir. Dört asır sonra Dobruca’da yine halk türküleri çınlamaktadır.”22 Kutsal mekânların etrafında şekillenen olağanüstü öykü ve mitlerde genellikle insanların yardımına yetişen evliya tipi ve mutlaka bir su kültü bulunmaktadır. Doğal bir felaket-kuraklık döneminde ansızın ortaya çıkan kahraman figürünün ardından bereket ve bolluğun gelişi, ortak bir tema olarak tüm efsanelerde yer almaktadır. Mitler, başlangıcı belirsiz bir evvel zamana dayanan bir geçmişi dile getirmektedir. Bu kutsal anlatılar, kronolojik-dünyevi zaman algısının yerine aşkın, sonsuz bir zamanı canlandırmaktadır. Kolektif bellek, bu şekilde kendine yeni bir yaşam ve meşruiyet alanı inşa etmektedir.23 Aziz İliya manastırının bu efsanesi, yerel halkın o bölgeye aidiyetini belgeleyen önemli bir referans olarak sunulmaktadır. “Dobruca’da halk türkülerinin yeniden çınlaması”, kutsalın modern folklorik sunumunu veya inşasını ifade etmektedir. Topluluğun inanç ve değerlerini belli bir mekâna yansıtması, o bölgeye aidiyetin tescili niteliğindedir.24 Jan Assman’ın “bellek mekânları” kavramı bu ve tüm diğer kutsal ziyaret yerleri için isabetli bir tamlamadır. 25 Nitekim bu şekilde insanlar, yaşadıkları coğrafyayla manevi bağlarını kuvvetlendirme ve kim olduklarını hatırlama imkânı bulmaktadırlar. Kutsalın bu işlevi aynı zamanda, milli politikanın en önemli 21 İmamoğlu, Nergis, N. Ö. ile Mülakat, Dobriç, 01. 08. 2010. Bkz. Ek, Foto 5, 6. 23 Eliade, Mircea, Aspektıy Mifa (Aspects Du Mythe), per. V. P. Bolşakova, Akademiçeskiy Proekt, Moskva, 2010, ss. 15- 27. 24 Rotenberg, Michel, “Locus i sıjivena traditsiya: Edin vızmojen pogled kım traditsionnata kultura v sıvremennostta”, Antropologiçni izsledvaniya, Sıst. Magdalena Elçinova, T. III, Nov Bılgarski Universitet, İzd. Selekta, Sofya, 2002, s. 92. 25 Assman, age, s. 63. 22 119 dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Balkanlarda ortak kutsal mekânlardan bahsederken, manzaranın diğer boyutunu-bu mekânlar üzerinde yaşanan sahiplenme yarışını da gözden kaçırmamak gerek. Nitekim türbe veya manastır gibi yapıların restore edilmesinin ardında, kültürel mirasa sahip çıkmanın ötesinde, siyasi bir rekabetin söz konusu olduğu açıkça görülmektedir. 3. ENTELEKTÜEL ALANDA KUTSALIN SEMBOLİK İŞLEVİ Kutsal mekânlar, sembolik bir mücadele alanı olarak, entelektüel alanda da son derece önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin, son yıllarda Bulgar tarih ve kültür araştırmacılarının ortaya koyduğu çalışmalarda Balkanlar’ın ve “homo balkanicus”26 adı verilen Balkan insanının kendine özgü bir kültürel tip oluşturduğu görüşü oldukça yaygınlaşmıştır. Bu, yayımlanan makalelerin başlıklarında bile ilk bakışta göze çarpan bir durumdur. Günümüzde bölgenin en önemi özelliği ve özellikle yüzyıllar boyunca kıyısında kaldığı Batı Avrupa’ya sunulabilecek etkileyici bir imaj olarak, “birlikte yaşama geleneğine sahip bir Balkan kimliği” öne çıkarılmaktadır. Bu imaj, 1990’lı yıllardan itibaren, Osmanlı döneminden bu yana ilk defa keşfedilmiş gibidir. Dolayısıyla, kutsalı ve geleneği canlandırma girişimlerine paralel olarak, Osmanlı mirasına yaklaşımlar da değişmeye başlamıştır. Bu tür çalışmalara birkaç tane örnek vermek bile bu durumu ifade etmeye yetecektir. Örneğin, Krasimira Mutafova’nın “The Dual Sanctuaries Dedicated to Sarı Saltuk on the Balkans and the Code of Confessional Co- Existence” adlı çalışmasında Balkanlarda farklı din, dil ve etnik kimliğe sahip toplulukların birlikte yaşama kültürünün en önemli göstergesi olarak ortak kutsal mekânlar, efsanevi kişilikler, gelenekler, mit ve ritüellere işaret edilmektedir.27 Bu kültürler ve dinler arası beraberliğin adeta Balkanların bir sembolü olarak gösterilmesinin ardında bazı haklı gerekçeler olduğu kabul edilmelidir. Öncelikle uzun yıllar boyunca ve günümüzde bile hala “sorunlu”28 olarak nitelendirilen bölgenin, “demokratik” ve “hümanist” Batı Avrupa karşısında kendini aklaması gerekmektedir. Bunun için, olumlu özellikleriyle modern dünyaya örnek olabilecek yeni bir kimliğin/imajın inşa edilmesine çaba harcanmaktadır. Bu anlamda kutsalın inşası, entelektüel açıdan oldukça önemli bir vazife teşkil etmektedir. Bir başka örnek olarak, disiplinlerarası kapsamlı bir çalışmada sosyolog, etnolog ve tarihçilerin ortak çabası, yine Balkanlarda dini ve etnik hoşgörü geleneğinin önemi üzerine odaklanmaktadır. Söz konusu dinlerin halk inancı şeklinde yaşanması, resmi öğretinin katı kuralları dışında gelişme imkânı bulan bir esnekliği ve hoşgörü anlayışını beraberinde getirmiştir. Bu açıdan geleneğin ve kutsalın başrolü yüklendiği görülmektedir. Tarihçi- etnolog Tsvetana Georgieva’nın “birlikte yaşama sistemi” olarak adlandırdığı olgu, Bulgar sosyal bilimcilerinin, Huntington’un “medeniyet çatışması” tezine tepki olarak sunduğu bir karşı- iddianın da ifadesidir.29 Geçmiş totaliter dönemin ideolojik önyargılarından arınma çabası gösteren bazı Bulgar tarihçileri bugün Balkanları, farklı dini-etnik grupların birliktelik geleneği sayesinde kültürel çatışmanın üstesinden gelme becerisi ve esnekliğinin geliştiği bir kozmopolit kültür sahası olarak kabul etmektedirler. Bu yaklaşıma göre, iki büyük dinin mensupları, burada aynı kültürel çevre içinde ortak bir yaşam alanı kurmuşlarıdır. İslâmiyet’in, bölgesel bir özellik kazanarak eklektik bir 26 Yankova, Veneta, Etnokulturni vzaimodeystviya, İzd. Faber, Veliko Tırnovo, 2005, ss.12- 13. Mutafova, Krasimira, “The Dual Sanctuaries Dedicated to Sarı Saltuk on the Balkans and the Code of Confessional Co- Existence”, Mejdunarodna Nauçna Konferentsiya V. Tırnovo, 13- 15 April, Univ. İzd. “Sv. Kiril i Metodiy”, V. Tırnovo, 2008, ss. 280-289. 28 Georgieva, Tsvetana, “Transformatsiite na edin sblısık na tsivilizatsii- hristiyanstvoto i islama na Balkanite”, Balkanski identiçnosti, Sıst. Evgeniy Raduşev- Stefka Fetvadjieva, İnstitut za izsledvane na integratsiyata, Sofya, 2009, s. 49. 29 Georgieva, “Sıjitelstvoto kato sistema vıv vsekidnevniya jivot na hristiyanite i myusyulmanite v Bılgariya”, Vrızki na sıvmestimost i nesıvmestimost mejdu hristiyani i myusyulmani v Bılgariya, Sıst. Antonina Jelyazkova, IMİR, Sofya, 1994, ss. 140-164. 27 120 kültür alanı yarattığını ifade eden yazarlara göre bu durumun en açık göstergesi, Hıristiyan dinleri arasında, halk gelenekleri düzeyinde ortak kutsalların varlığıdır.30 İslam ve Bulgar tarihçi Antonina Jelyazkova’nın, Balkan kimliğinin oluşumunda İslâmlaşma sürecinin ve kültürel kaynaşmanın önemine vurgu yapan çalışmalarında, bölgenin kültürel çehresini adeta yeniden keşfetmenin heyecanı dikkat çekmektedir.31 Bu çehrenin sadece keşfi değil, aynı zamanda yeniden inşası da söz konusudur. Ortak geçmişten, ortak gelenek ve kutsallardan bahseden eserlerin tümünde, adeta Pax Ottomanica32 modelinin canlandırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Böylece bölgede “çoğulcu toplum” imajının yeniden yaratılması hedeflenmektedir. Bu da bir bakıma Balkanlara modern bir kimlik biçme süreci olarak adlandırılabilir. Başka bir açıdan bakıldığında, Balkanlar’da kronikleşmiş “ilkellik sendromu” veya “tepkisel kimlik stratejisi” gibi yorumlar, yaşanmış bir geçmişi içselleştirerek bugüne taşıyan toplumsal belleğin, sonradan kurgulanmış resmi tarihe galip gelmesi olarak da okunabilir. Kısaca, yukarıda sıralanan iddiaların her birini destekleyecek kanıtlar bulunabilir. Tüm bu yorum ve bakış açıları, bugün söz konusu bölgedeki kutsal mekânların etrafında şekillenen toplumsal, siyasi ve ekonomik ilişkileri değerlendirirken göz önünde bulundurulabilir. SONUÇ Balkanlardaki halk geleneklerinin, kutsal mekân ve kültlerin etrafında gelişen birlikteliğinin, Jan Assman’ın ifade ettiği anlamda ortak bir kültürel bellek oluşturduğunu söylemek mümkün müdür? Bu soruya net bir cevap vermek pek kolay değildir. Avrupa’ya entegre olma ve modern-demokratik bir kimlik ortaya koyma sürecinde Balkanlar’da kutsalın son derece elverişli bir araç haline geldiği açıktır. Bilim dünyasında, özellikle de uluslararası bilgi şöleni ve ortak proje çalışmalarında üretilen söylemler, genellikle geleneksel yaşam ve halk kültürü üzerine yoğunlaşmaktadır. Ancak, yerel kimliğin ve grup içindeki birlikteliğin korunmasında önemli rol oynayan kutsalın, bugün farklı toplulukları birleştirici bir unsur olduğunu söylemek kolay değildir. Nitekim her kutsal etkinlik, her kült mekânı, kaçınılmaz olarak mevcut iktidar odaklarını karşı karşıya getirmektedir. Demokratik koşulların bu durumu daha da tetiklediği görülmektedir. Örneğin totaliter dönemde kutsalın ve toplumsal kimliğin inşasıyla ilgilenen tek bir güç söz konusuyken, 1989’dan sonra bu görevi üstlenen pek çok parti veya grubun arasında bir “miras sahiplenme” yarışı başlamıştır. Genellikle “sahip çıkma” veya “koruma” şeklinde ifade edilen bu tür iktidar mücadeleleri, bugün Balkanların çok daha acil ve önemli görünen “büyük” siyasi ve ekonomik sorunları arasında fazla öne çıkmamakla birlikte, özellikle milliyetçi çevrelerin “Osmanlı mirası” ile Türkiye’nin “Yeni- Osmanlıcılık” kavramları arasında kolayca paralellik kurduğu görülmektedir. Sonuç olarak denebilir ki kutsal mekânlar, dünden bugüne, bir bellek mekânı ve aidiyet sembolü olarak oynadığı hayati rolün yanı sıra, farklı iktidar çevrelerinin sembolik mücadele alanı olarak da işlevselliğini korumaktadır. Değişen sadece, söz konusu mücadelenin yöntem ve araçlarıdır. 30 Gradeva, Rositsa - İvanova, Svetlana, “İzsledvane na istoriyata i sıvremennoto sıstoyanie na myusyulmanskata kultura po bılgarskite zemi- naroden i visok plast”, Sıdbata na myusyulmanskite obştnosti na Balkanite 2, Myusyulmanskata kultura po bılgarskite zemi, İzsledvaniya, sıst. Rositsa Gradeva- Svetlana İvanova, IMİR, Sofya, 1998, ss. 10- 12. 31 Jelyazkova, Antonina, “Formirane na myusyulmanskite obştnosti i kompleksite na balkanskite istoriografii”, Sıdbata na myusyulmanskite obştnosti na Balkanite 1, IMİR, Sofya, 1997, ss. 16-19. 32 Yankova, age, s. 11. 121 KAYNAKÇA Assman, Jan, Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, (çev.) Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001. Anderson, Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, 2.b., (çev.) İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 1991. Berger, Peter- Luckman, Thomas, Sotsialnoe Konstruirovanie Realnosti (The Social Construction of Reality: A Treatise on Sociology of Knowledge, 1966), per. E. Rutkevich, İzd. Medium, Moskva, 1995. Bouretz, Pierre, “İstoriçeskiyat razum i nepredvidimostite na istoriyata”, Paul Ricoeur: Filosofiyata pred predizvikatelstvata na promenite, sıst. İvaylo Znepolski, Dom na naukite za çoveka i obştestvoto, Sofya, 1998. Eliade, Mircea, Aspektıy Mifa (Aspects Du Mythe), per. V. P. Bolşakova, Akademiçeskiy Proekt, Moskva, 2010. Giordano, Christian, Vlast, Nedoverie i Nasledstvo, İzd. Polis, Sofya, 2006. Georgieva, Tsvetana , “Transformatsiite na edin sblısık na tsivilizatsii- hristiyanstvoto i islama na Balkanite”, Balkanski identiçnosti, İnstitut za izsledvane na integratsiyata, Sofya, 2009. Georgieva, Tsvetana, “Sıjitelstvoto kato sistema vıv vsekidnevniya jivot na hristiyanite i myusyulmanite v Bılgariya”, Vrızki na sıvmestimost i nesıvmestimost mejdu mristiyani i myusyulmani v Bılgariya, Sıst. Antonina Jelyazkova, IMİR, Sofya, 1994. Gradeva, Rositsa,- İvanova, Svetlana, “İzsledvane na İstoriyata i sıvremennoto sıstoyanie na myusyulmanskata kultura po bılgarskite zemi- naroden i visok plast”, Sıdbata na myusyulmanskite obştnosti na Balkanite 2, Myusyulmanskata kultura po bılgarskite zemi, İzsledvaniya, sıst. Rositsa Gradeva- Svetlana İvanova, IMİR, Sofya, 1998. Hobsbawm, Eric, “Seri Üretim Gelenekler: Avrupa, 1870- 1914”, (çev.) M. Murat Şahin, Geleneğin İcadı, der. E. Hobsbawm- Terence Ranger, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2006. Hasluck, Frederick William, Anadolu ve Balkanlarda Bektaşilik, çev. Yücel Demirel, Ant Yayınları, İstanbul, 1995. İbrahimgil, Mehmet, “Balkanlar’da Sarı Saltuk Türbeleri”, Balkanlar’da Kültürel Etkileşim ve Türk Mimarisi Uluslararası Sempozyum Bildirileri, C. 1, 17- 19 Mayıs 2000, Şumnu Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Şumnu, 2000. Jelyazkova, Antonina, “Formirane na Myusyulmanskite Obştnosti i Kompleksite na Balkanskite İstoriografii”, Sıdbata na Myusyulmanskite Obştnosti na Balkanite 1, IMİR, Sofya, 1997. Mutafova, Krasimira, “The Dual Sanctuaries Dedicated to Sarı Saltuk on the Balkans and the Code of Confessional Co- Existence”, Mejdunarodna Nauçna Konferentsiya V. Tırnovo, 13- 15 April, Univ. İzd. “Sv. Kiril i Metodiy”, V. Tırnovo, 2008. Ocak, Ahmet Yaşar, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009. 122 Rotenberg, Michel, “Locus i sıjivena traditsiya: Edin vızmojen pogled kım traditsionnata kultura v sıvremennostta”, Antropologiçni izsledvaniya, Sıst. Magdalena Elçinova, T. III, Nov Bılgarski Universitet, İzd. Selekta, Sofya, 2002. Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, Kabala Yayınları, İstanbul, 2001. Todorova, Maria, Bılgariya, Balkanite, Svetıt: İdei, protsesi, sıbitiya, İzd. Prosveta, Sofya, 2010. Turan, Fatma Ahsen, “Bulgaristan’da Demir Baba Tekkesindeki İnan Sembollerinin ve Ritüellerin Çözümlenmesi”, The Balkans: Languages, History and Cultures Uluslalarası Sempozyum Bildirileri,12- 25 Nisan, Veliko Tırnovo, 2007. Yankova, Veneta, Etnokulturni vzaimodeystviya, İzd. Faber, Veliko Tırnovo, 2005. İnternet Kaynakları Serenli, Fatih, “Bulgaristan Gezisi” 19-21 Mayıs 2005, http://balgoç.org.tr/email/geziizlenim.htm Kırcaali Haber Gazetesi, http://www.kircaalihaber.com, 12. 05. 2008. Saha Çalışması İmamoğlu, Nergis, Sofya Üniversitesi “St. Kliment Ohridski”, Felsefe Fakültesi Kültürel Antropoloji Bölümü’ne bağlı olarak yürütülen, Institute of Development Studies (University of Sussex, UK), A Micro Level Analysis of Violent Conflict (MİCROCON) Projesi, “Bulgaristan’da Etnik- Dini Topluluklar Arasında Gerilim ve Uyum” konulu saha çalışması, Deliorman Bölgesi, 16. 05. 2010-31.05. 2010. 123 EKLER Ek. 1: Bulgaristan- İsperih (Kemaller) İlçesi, Demir Baba Tekkesi. Başlık Yazısı: “Şifalı Suyun Kutsal Vadisine Hoş Geldiniz!” ; Nergis İmamoğlu özel arşiv, 17 Mayıs 2010. Ek. 2: Demir Baba’nı Sandukası; N. İmamoğlu Özel Arşiv, 17. 05. 2010 Ek. 3: Demir Baba Tekkesi Yıllık Panayırı’nda HÖH Partisi Mitingi Kaynak: http://www.kircaalihaber.com, 21. 01. 2012. 124 Ek. 4: Bulgaristan- Dobriç iline bağlı Aleksandriya ilçesinde “Tekke Bölgesi” nde Aziz İliya (Evliya)’nın ayak izi olduğuna inanılan yer, N. İmamoğlu Özel Arşiv, 01. 08. 2010. Ek. 5: Bulgaristan’ın Dobriç iline bağlı Aleksandriya- “Tekke Bölgesi”nde şifalı su kaynağı. N. İmamoğlu Özel Arşiv, 01. 08. 2010. 125 Ek. 6: Aleksandriya- “Tekke Bölgesi”nde Aziz İliya Manastırı 126 BAE-DERGİSİ MAKALE YAZIM KURALLARI Makaleler, aşağıda belirtilen şekilde hazırlanmalıdır: 1. Başlık; içeriği iyi bir şekilde ifade etmeli, büyük ve koyu harflerle ortalanarak yazılmalıdır. Makale kendi içinde anlamlı alt başlıklara ayrılmalıdır. “Giriş” kelimesi başlık olarak kullanılmalı ve alt başlıklar numaralandırılmalıdır. 2. Yazarın adı küçük, soyadı büyük ve koyu yazılmalı; üzerine yıldız konularak dipnotta yazarın görev yaptığı kurum, haberleşme ve elektronik posta adresi belirtilmelidir. 3. Makalenin başında, konuyu kısa ve öz biçimde anlatan ve en fazla 150 kelimeden oluşan Türkçe ve İngilizce özet bulunmalıdır. Ayrıca özetin altında bir satır boşluk bırakılarak, en az 3, en çok 5 kelimeden oluşan anahtar kelimeler verilmelidir. 4. Metin A4 boyutunda (29.7x21 cm.) kâğıtlara, Word programında, Times New Roman karakteriyle 11 punto ve tek satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa kenarlarında (üst 3,5 cm, alt 2,5 cm, sol 2,5 cm ve sağda 3,0 cm) boşluk bırakılmalı ve sayfa numaraları yukarıda ve dışarıda olmak üzere verilmelidir. Dipnotlar 9 punto ve tek aralıklı yazılmalıdır. Yazılar özetler ve kaynakça dâhil 7.000 kelimeyi geçmemelidir. Metin içinde koyu ve eğik harflerle vurgulamalar yapılabilir. 5. Her tablo veya grafik aşağıda görüldüğü gibi numaralandırılmalı ve uygun bir başlık seçilmelidir. Tablo veya grafik numarası ve adı tam sola dayalı olarak yazılmalı; tablonun veya grafiğin kaynakçası ise tablonun altında yer almalıdır. Tablolar ve grafikler metin içinde ait oldukları yerlerde kullanılmalıdır. 6. Alıntılar tırnak içinde verilmeli; beş satırdan az alıntılar satır arasında, beş satırdan uzun alıntılar ise ana metnin sağından ve solundan 1 cm içeride, blok hâlinde ve 1 satır aralığı ile 1 punto küçük yani (10 punto) olarak yazılmalıdır. 7. Referanslarda klasik dipnot sistemi benimsenmeli ve dipnotlar sayfa altında yer almalıdır. Referanslar gösterilirken aşağıdaki hususlara azami önem verilmesi gerekmektedir: 7.1. Tek yazarlı kitap ya da makale aşağıdaki şekilde gösterilmelidir: Andican, Ahat, Değişim Sürecinde Türk Dünyası, Emre Yayınları, İstanbul 1996, s. 115. Türk, Fahri, “Wirtschaft als Ordnungsfaktor? Die türkischen Wirtschaftsbeziehungen mit dem Nordirak”, Internationale Politik und Gesellschaft, No 4, 2008, s. 33-40, s.35. Şayet aynı eserden tekrar alıntı yapılacaksa yazarın soyadı yazıldıktan sonra; Andican, age., s.13. şeklinde belirtilmelidir. Şayet aynı yazarın başka bir eseri ikinci kez aynı makalede kullanılıyorsa yazarın soyadından sonra kullanılan eserinin başlığı da yazılmalıdır. Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa Türkistan Mücadelesi, age., 27. Araya başka bir eser girmeden aynı eserin aynı sayfasından alıntı yapılıyorsa, “Aynı yerde.” ibaresi kullanılmalıdır. Araya başka bir eser girmeden aynı eserin farklı sayfasına gönderme yapılıyorsa, “Aynı yerde., s. 236.” şeklinde belirtilmelidir. Her dipnotun sonuna nokta konulur. 7.2. İki yazarlı kitap ya da makalelerde yazar adları arasına ve bağlacı konulmalıdır. İkiden fazla yazarlı kitap ve derlemelerde ise birinci yazarın soyadı ve adından sonra “vd.” ibaresi getirilmelidir. 7.3. Derleme kitaplarda yer alan makaleler aşağıdaki gibi gösterilmelidir: 127 Polat, Abdumannob, “Can Uzbekistan Build Democracy and Civil Society”, Ruffin, Holt; Waugh Daniel (der.) Civil Society in Central Asia, University of Washington Press. Seattle and London 1999, s. 135-157, s.137. 7.4. Çeviri Kitaplar Heyd, Uriel, Türk Milliyetçiliğinin Kökleri, (çev.) Adem Yalçın, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 15. 7.5. Gazete Yazısı Özdağ Ümit, “Suriye Türkleri”, Yeniçağ, 15 Mart 2012, s. 9. Yazarı belli olmayan gazete yazıları: “Dünya turizmi % 7 daraldı sadece Türkiye büyüdü”, Vatan 12 Kasım 2009, s. 11. 7.6. Yazarı Belli Olmayan Resmî ya da Özel Yayınlar, Raporlar vb. Eserler Türkiye Atom Enerjisi Raporu, Devlet Planlama Teşkilatı, Mart 2000, s. 19. 7.7. Arşiv Belgeleri Erzberger an Enver Pascha, 5 Ekim 1916, Politisches Archiv des Auswärtigen Amtes Konstantinopel 344, No.262, Cilt 2. 7.8. İnternet Kaynakları Türk, Fahri, “Die jungtürkische Revolution von 1908 und die Rolle Deutschlands , Eurasisches Magazin,11Temmuz2007, http://www.eurasischesmagazin.de/artikel/?artikelID=20071109&marker=Fahri%20türk (12.11.2009). Yazarı belli olmayan internet kaynakları: http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1983134,00.html, (01.12.2007). 7.9. Mülakat Süleyman Demirel ile İstanbul’da yapılan mülakat, 25 Kasım 2008. 7.10. Yüksek Lisans, Doktora ve Doçentlik Tezleri Türk, Fahri, Die deutsch-türkischen Beziehungen von Bismarcks Sturz bis zur Machtübernahme der Jungtürken unter besonderer Berücksichtigung der deutschen “Weltpolitik” 1890-1908, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Berlin Hür Üniversite 1997, s. 25. 8. Kaynaklar makalenin sonunda, yazarların soyadının ilk harfine göre alfabetik olarak aşağıda gösterildiği gibi eklenecektir: Yazarın soyadı, adı, başlık, yayınevi, basım yeri ve basım yılı. Hayıt, Baymirza, Basmatschi. Nationaler Kampf Turkestans in den Jahren 1917 bis 1934, Dreisam Verlag, Köln 1992. Yazıların Gönderilmesi Yukarıda belirtilen ilkelere uygun olarak hazırlanmış makaleler, aşağıdaki elektronik posta adresine gönderilmelidir: Arş. Gör. Kader ÖZLEM; E-posta: [email protected] Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi) makale yazım kurallarına riayet edilmeden hazırlanan makaleler dikkate alınmaz. Yazarlar hakem raporları doğrultusunda istenen düzeltmeleri editörün bildirdiği süre zarfında BAE-Dergisi’ne ulaştırmakla yükümlüdür. Aksi takdirde gönderilen makaleler ya reddedilir ya da yayımlanması düşünülen sayıda yayımlanmaz. Yayın Kurulu makaleler üzerinde esasa yönelik olmayan küçük düzeltmeler yapabilir. Dergimizde yayımlanan makalelerin içeriğinden yazarı/yazarları sorumludur. 128