iletişim teorilerinde temel sorunu

advertisement
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
İLETİŞİM TEORİLERİNDE TEMEL SORUNU
Rıdvan ŞENTÜRK63*
ÖZET
İletişim teorilerini medyanın kendisine, içeriklerine, üretim biçimlerine odaklanan veya daha çok medyanın kendisinden ziyade algılayıcısını araştırma nesnesi olarak kabul eden yaklaşımlar olmak üzere iki ana
kategori altında toplamak mümkündür. Ayrıca teorisini medya ve algılayıcısı arasında sistematik ilişkiler
kurmak, her iki tarafı işlevsel yapılar olarak kavramak ve böylece bir üst-dile taşımak suretiyle inşa etmeye
çalışan yaklaşımlar da mevcuttur. Söz konusu edilebilecek bütün bu çabaların yanında, mutlaka Frankfurt
Okulu’ndan, çeşitli politik söylemlerden, dil felsefesinden ve hermenötik gelenekten beslenerek sosyo-kültürel analizler yapmaya çalışan teorik yaklaşımların da dikkate alınması gerekmektedir. Fakat bütün bu
teorik yaklaşımların her biri kendine özgü aksiyomlardan hareket etmesi dolayısıyla diğerine göre farklılık
arz etmektedir. Bu farklılık kendini, çeşitlilik olarak sunabildiği gibi, çelişki olarak da ifade edebilmektedir.
Çalışma, iletişim teorilerinin tartışmalara kattığı zenginlik kadar çıkmazlarına da işaret eden bu durumu
ve günümüzün teorik dil sınırlarını sorunsallaştırmakta, böylece eleştirelliğin önemine vurgu yapmaktadır.
Anahtar Kelimeler: teori, iletişim, ontolojik sorun, çelişki
Abstract:
The Problem of Basic in Communication Theories
Communication theories could be classified into two categories: the approach that focuses on the media
itself, its contents and the fashions of production thereof or that that considers the perceiver thereof as the
object of examination rather than the media itself. Besides, there exist some other approaches that attempt
to build their theory through the establishment of systematic relations between the media and the perceiver
thereof, considering both the sides as functional structures and thus conveying them to an upper tongue.
Apart from all the aforesaid attempts that could be discussed, such theoretical approaches as attempt to carry
out socio-cultural analyses by being inspired by Frankfurt School, various pieces of political discourse,
linguistic philosophy and hermeneutic tradition are also to be taken into account. However, each of the
mentioned theoretical approaches is suggestive of differences from others since they are based upon their
particular axiom. This differentiation could either present itself as variegation or express itself as contradiction. This study problematizes this situation, which points out not only the richness the communication
theories contribute to discussions but also the aporia thereof, as well as today’s theoretical linguistic limits,
whereby highlighting the importance of criticism.
Key Words: theory, communication, ontological problem, contradiction
63
* Dr. Rıtvan Şentürk, İletişim alanlında Yardımcı Doçenttir. Çalışma alanları arasında sinema
estetiği ve televizyon teorileri yer almaktadır. İletişim: İstanbul Ticaret Üniversitesi, Üsküdar- İstanbul/
TÜRKİYE. Elektronik posta: [email protected] Tel: +90 216 553 9422/2273 Faks: +90 216 532 55 06.
493
Rıdvan Şentürk
1. GİRİŞ
Komünikasyon kavramı ve işaret ettiği sorunlar, sosyolojik, tarihsel, epistemolojik ve fenomonolojik araştırmaların üzerinde en fazla odaklandığı konuların arasında
yer almaktadır. Bu durum, günümüzde özellikle iletişim alanında gerçekleşen teknolojik gelişmelerin öncesiyle karşılaştırılamayacak düzeyde yeni varoluş ve algılama
biçimlerini beraberlerinde getirmiş olmalarının doğal bir sonucudur. Nitekim,
iletişim alanında gerçekleşen teknolojik gelişmeler, bir yandan yeni toplumsal
ve bireysel oluş imkanları sunarken, öte yandan daha önce tecrübe edilmeyen
farklı sorunsal alanların oluşmasına neden olabilmektedir.
Günümüzde iletişim alanında erişilen hız ve yeni araçsal özelliklere göre değişen
farklı ifade biçimlerinin bireysel ve toplumsal hayatı nasıl ve hangi düzeyde etkilediği, insanın gerçeklik algısını, zaman, mekân ve nesnelerle olan ilişkisini nasıl
belirlediği sorusu araştırmaların odak noktasını teşkil etmektedir. Sözlü iletişimden
metinsele, tek taraflı görsel iletişime ve nihayet interaktif medya kültürüne uzanan
tarihsel süreç içinde sadece gerçeklik algısı değil, aynı zamanda düşünce biçimleri
ve değer yargılarının da değişmesi konunun önemini daha da artırmaktadır. Ayrıca
iletişim alanında yaşanan teknolojik devrimlerin devlet organizasyonu, toplumsal
hayat düzeni, üretim-tüketim ilişkileri ve güç dengelerini oluşturan yapılanmaların
hiyerarşisinde değişim ve dönüşümlere yol açması, tartışmanın boyutlarını iletişim
alanının dışına, sosyolojiye, politolojiye, felsefeye, psikolojiye, antropolojiye, semiyolojiye ve epistemolojiye doğru genişlemesine yol açmaktadır. Sürekli genişleyen
sorgulama alanına kültür, sanat, estetik ve etik alanında sürdürülen tartışmalar da
katılarak farklı boyutlar kazandırdıkları görülmektedir. Söz konusu tartışma alanında geçerlilik iddiası taşıyan temel iletişim ve medya teorileri ise kendi aralarında
ayrışmakta ve çelişkili söylemler inşa edebilmektedir. Günümüzde ise klasik teori
anlayışının geçerliliğini yitirmeye ve yerini çok mantıklılığı ve disiplinler-arasılığı
gerektiren meta-teorilere bıraktığı görülmektedir.
2. Amaç ve yöntem
Çalışma, iletişim alanında gerçekleşen gelişmelere ve sorunlara odaklanan teorik yaklaşımların geçerlilik iddiası taşıyabilmeleri için disiplinler-arası bir nitelik kazanması gerektiği düşüncesinden hareket etmektedir. Bu çerçevede çalışma,
farklı düşünce ve araştırma disiplinlerini dikkate almak zorunda olan iletişim teorilerinin kendi sorgulama alanlarını belirlerken hangi ön-kabullerden hareket ettiklerini
ve kendi aralarında nasıl ayrıştıklarını değerlendirmektedir. Bu amaçla yöntem olarak çalışma, iletişim teorilerini esas kabul ettikleri ontolojik kabullere göre kategorize
ederek ayrıştırmakta ve karşılaştırma imkânı sunmaktadır. Söz konusu ayrıştırma ve
karşılaştırma dolayısıyla çalışmada teorilerin güç iddialarından çok zayıf yanlarının
ortaya çıkması amaçlanmaktadır. Çalışmada iletişim teorileri, niçin ortak bir ufuk çizgisinde kesişemedikleri sorusundan hareketle değerlendirilmekte ve soru, diğer alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da, varlık ve oluş bütünlüğüne muhatap olan teorik
kurgulara özgü yapısal bir sorun olarak işaretlemektedir. İşaretlenen sorun, hem teorik
494
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
yaklaşımların kendi doğasından kaynaklanan kapalılık, sınırlılık ve yetersizliklerini,
hem de sürekli yenilenme ve geliştirilme zorunluluklarını ifade etmektedir.
3. Teorilerin Teo Sorunu
Bir bilim olarak komünikasyon, kavramın tanımıyla, hangi şartlarda gerçekleşebileceği, komünikasyonu başarılı kılan ilkelerin ne olduğu, kendisinden hareketle davranışların/eylemlerin yönlendirilebileceği ve mümkün gelişmelerin tahmin edilebileceği güvenli modellerin nasıl oluşturulması gerektiği soruları ile meşgul olmaktadır. İletişim
araştırmalarındaki yöntem farklılıkları öncelikle iletişimde bulunanın kim (insan mı,
insan ve hayvanı kapsayacak biçimde canlı varlıklar mı, hareket eden beden ve davranan organizmalar, makineler veya dil gibi sistemler mi?) olduğu sorusuna verilecek
cevaba göre değişmektedir. Kaldı ki söz konusu soruların cevapları belirli ontolojik
ve etik kabullere dayanmaktadır ve bu durum sosyolojik araştırmalarda olduğu gibi,
yöntemler arasındaki çatışmaya kaynaklık eden farklı araştırma ve sorgulama modellerinin oluşturulmasında da belirleyici olmaktadır. Netice itibariyle farklı iletişim
kavramları, modelleri, yöntemleri ve teorileriyle karşılaşılmaktadır.
İletişim kavramını, iletişim sistemlerini ve iletişim alanında gerçekleşen teknolojik
gelişmeleri konu edinen çeşitli iletişim teorileri bulunmaktadır. Söz konusu teoriler,
iletişim araçlarının sunduğu yeni ifade imkânlarının bireysel ve toplumsal algı biçimleri ve gerçeklik ilişkileri üzerine etkisini araştırmaya, anlamlandırmaya ve değerlendirmeye yönelik ölçütleri ve yöntemleri belirlemeye çalışmaktadırlar. Bu çerçevede
örneğin davranışları esas alan temel kabuller (aksiyomlar) üzerine inşa edilen araştırma yöntemlerinden/modellerinden bahsetmek mümkün gözükmektedir. Söz konusu
modellerde komünikasyon, hedefleri ve gayesi tarafından belirlenen toplumsal davranışların çatısı altında değerlendirildiğinden düşünce, şuur, tasarım ve hedef belirleme
gibi kavramlar yapısal unsurlar olarak tartışmaya dâhil edilmekte ve tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu yöntem, birliktelikler dolayısıyla oluşan durumları olgu, birlikteliği
ise yeni düşüncelerin, fikirlerin ve problem çözümlerinin imkânı olarak kabul etmesi
sebebiyle, yaklaşımını problem teorileri üzerine inşa eden ve iletişimi daha çok farklılıklar arasındaki uzlaşı alanı olarak gören temel kabullere yakın durmaktadır.
Öte yandan hareketi temel alan model yaklaşımlar araştırmalarını nedensellik ilkesine
uygun biçimde belirlemekte, harici bir müşahedeye dayanan etki, uyarma ve tepkime
süreçlerini dikkate almaktadırlar. Bu durumda komünikasyon, karşılıklı etkime süreci
olarak kavranmakta, davranışı temel alan teorik temellendirmelerin değer atfettiği
düşünme, tasarımlama, hedef ve gaye belirleme gibi unsurlar dikkate alınmamaktadır.
Oluşturulan teorik modellerde canlı varlıklar, hareket kabiliyeti olan, harici etkilere maruz kalan ve tepki gösteren bedenler/mekânizmalar olarak kabul edilmektedir.
Canlı varlık kategorisine girebilecek özellikler taşıyan organizmalar, kendi aralarında,
cismani çevreleri ve diğer canlılar arasındaki nedensellik ilişkisi ve süreçleri gözetilerek araştırılmaktadır. Bu çerçevede örneğin sinyal teorileri oluşturulabilmekte yahut
kimyasal/biyolojik alanda moleküler düzeyde gerçekleşen etkime-tepkime süreçleri
araştırma alanı olarak belirlenebilmektedir. Fakat bu yaklaşım küçük organizmalar
için sınırlı bir geçerliliğe sahip olsa da, araştırma konusu insan (bedeni) ve davranışları
495
Rıdvan Şentürk
olduğunda, hesap edilemeyecek çeşitlilikteki etkilerden ve müdahale imkânlarından
oluşan karmaşık bir yapı ve süreçle karşılaşmakta, işlevselliğini yitirmektedir.
Psişik süreçleri izah ettiği ileri sürülen temel psikolojik ilkeler üzerine inşa edilen bilimsel araştırmalarda ise iletişimde bulunanlar, biyo-psikolojik tesir alanlarından ibaret fertler olarak kabul edilmekte ve toplumsal süreçlerle ilişkilendirilmektedir.
Bütün bu temel ontolojik-fenomenolojik kabullere göre değişen modellerin/yöntemlerin dışında dili ve kültürel sistemleri, tarihselliği, söylemleri ve kurumları esas alan
teorik yaklaşım modelleri bulunmaktadır. Bu durumda daha çok fertlerden ziyade
arka plan olarak kavranması gereken sistemlerin, alt ve üst yapıların, ideolojilerin/
söylemlerin kendi aralarındaki iletişiminden bahsedilmektedir. Daha çok Frankfurt
Okulu’nun eleştirel kuramlarından beslenen bu bilimsel araştırma yöntemleri vasıtasıyla komünikasyon kültür sosyolojisinin tartışma alanı içinde ele alınmakta ve yine
ontolojik-etik kabullere göre farklılık arz eden ve kendi aralarında çatışan yeni modellemeler oluşturulmaya çalışılmaktadır.
3.1 Gaye ve Model
Genel bir çerçeve içinde değerlendirildiğinde yapılan bilimsel araştırmaların genellikle iletişim modelleri olarak adlandırılan kategorik ayrıştırmaya uygun düştükleri
görülmektedir. İletişim modelleri başlığı altında işlenen konular, öncelikle medyatik
mesajın üretim süreçlerine veya tüketim/algılama süreçlerine odaklanmış bir biçimde
ayrıştırılmaktadır. Bu durumda elbette iletişim sürecinin bütün yönleri kapsayacak biçimde toplumsal bir süreç olarak değerlendirilememe tehlikesi ile karşılaşılmaktadır.
Belirli ön kabullerden hareketle ve çıkış noktasını tasdik etmek için oluşturulan modellerin bir kısmı medyatik ifadeye ve ifadenin üretim süreçlerine odaklanmaktadır.
İlgisini medyatik ifadeye yönelten araştırma modelleri esas itibariyle medyanın ve
medyatik işaretleme/kodlamaların belirleyici olduğu içeriklerin oluşum süreçlerini
tasvir etmektedirler. İfadeye ve üretim süreçlerine odaklanan bu modellerde ifadenin
kim tarafından ve nasıl algılandığı soruları ancak alt başlık düzeyinde önem arz etmektedir. Zira söz konusu modeller için komünikasyon, daha çok birinin/bir kuruluşun
konuşma, yama veya yayın yoluyla bir şeyi ifade etmesi/yayımlaması anlamına gelmektedir. İfadeye muhatap olan algılayıcının iletişimde bulunan bir taraf olarak önemsenmemesi, bu modelin geçerliliğini müphemleştirmektedir. Bu modele göre, örneğin
televizyon seyircisi, ekranda görünen kişi ile, yayına bağlanıp tepki göstermediği veya
ekrandaki kişinin zaten asla duyamayacağı bir şeyler ifade etmediği sürece, iletişimde
bulunmamaktadır. Bu bakış açısına göre sinema seyircisinin, filmin oyuncuları ile iletişimde bulunması imkânsızdır. Yine aynı şekilde gazete okuyucusu da, okuduğu metin
yazarı ile iletişim kuramamaktadır.
Öte yandan bu modele karşıtlık oluşturan bir başka yaklaşımda ifadeden çok algılanışı esas alınmaktadır. Algı modeli olarak adlandırılabilecek bu kabule göre iletişim,
ifadeden çok ifadenin/üretilenin/yayımlananın algılanmasıyla başlamaktadır. Bu bakış
açısına göre algılama, ifadenin/üretilenin/yayımlananın içeriğinin algılayıcı tarafından
496
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
bireysel dünya görüşünün yardımıyla işlenmesi anlamına gelmektedir. Bu durumda
da yine ifade edeni/üreticiyi/yayımcıyı gerektiği kadar dikkate almaması söz konusu
modelin geçerliliğini müphemleştirmektedir.
Bu iki, artık pek geçerliliği kalmamış bakış açısının yerine günümüzde komünikasyon
kavramının çok daha karmaşık bir süreci öngördüğü kabul edilmektedir. Günümüzün
bilimsel araştırmalarında komünikasyon daha çok bir süreç olarak ele alınmakta, örneğin inşa sürecini ele alan yapısal modeller, gelişim sürecini ele alan akış modelleri,
görev ve performans süreçlerini ele alan işlev modelleri veya karakteristik özelliklerine vurgu yapan sınıflandırma modellerine göre çalışmalar yapılmaktadır. Ayrıca,
araştırma modellerini daha da geliştirmek ve bakış açılarını tek yönlülükten kurtarmak
üzere, hem ifadeyi üreten hem de algılayan için geçerli olabilecek kitle iletişiminin iki
aşamalı akışına (two-step-flow- hypothesis) dayalı modeller geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu modeller, medyanın tesirinin aynı zamanda, medyanın dışındaki şartlara bağlı
olduğu tezinden hareket etmektedirler. İki aşamalı akış modelinin daha da geliştirilmiş
bir biçimi olan çok aşamalı akış (multi-step-flow) modelinde ise, medya aracılığı ile
kanaat önderliği yapan kişilerin başka kişilerle olan irtibatlarının belirleyici rolü üzerinde durulmaktadır.
Netice itibariyle, iletişim bilimlerinin geliştirilmesi yönünde günümüze kadar uzanan
bilimsel çalışmalarda, Laswell’in öncülük ettiği modelin şu şekilde genişletildiğini
söylemek mümkündür:
-
Birinci aşama (kim söylüyor?): Daha çok yayımcının değerlendirildiği bu
aşamada sözün sahibi, araştırma alanı olarak belirlenmektedir; tanınmış gazeteciler, yayıncılar araştırılmakta, medya kuruluşlarında ve redaksiyondaki
çalışma düzenleri ve akışı incelenmektedir. Böylece genişleyen bu aşama, iletişimci araştırması olarak adlandırılmaktadır. Bu araştırmada sadece iletişimcinin iletişim aracı ile ilişkisi ve etkisi değil, aynı zamanda kendi özel çevresi,
irtibatta olduğu özel kişiler ve kuruluşlar, etkilendiği kanaat önderleri, sahip
olduğu dünya görüşü ve söylemsel dili de dikkate alınmaktadır.
-
İkinci aşama (ne?): Bu aşamada mesajın veya haberin içeriği analiz edilmektedir. Burada araştırılması gereken, ifadenin kendisidir. İçerik analizi olarak adlandırılan bu aşama daha sonra medya ve program tarihi
araştırmaları olarak genişletilmektedir. Bu bağlamda kişisel mesajlar,
radyo yayınları, reklâmlar, televizyon yayınları “ne oluyor ve nasıl?” soruları çerçevesinde incelenerek araştırmalara dâhil edilmektedir.
-
Üçüncü aşama (hangi kanal/medyum?): Bu aşama medyum ve medya
analizlerini öngörmektedir.
-
Dördüncü aşama (kime?): Seyirci/algılayıcı kitlesi ve toplumsal algı üzerinde yapılan araştırmalar bu aşamanın odağını oluşturmaktadır. Bu
çerçevede yayımların algılayıcısı konumundaki toplum, hedef kitlenin
belirlenebilmesi amacıyla, yaşına, cinsiyetine, medeni haline, ikamet
497
Rıdvan Şentürk
yerine, gelirine, eğitimine, mesleğine, ilgilerine, hayat tarzına, alış-veriş alışkanlıklarına ve medya kullanım oranına göre ayrıştırılmaktadır.
Algılayıcıya artık sadece dikkate alınan pasif bir unsur değil, bilakis
mümkün olduğu ölçüde, tamamı önceden kestirilemeyecek kadar çok ve
karmaşık etkeni bir arada barındıran ilişkiler yumağı olarak bakılmaya
çalışılmaktadır.
-
Beşinci aşama (hangi efekt?): Bu aşamada ise yayımların toplumsal algı
üzerindeki etkisi araştırılmaktadır. Bu araştırmaya daha sonra yayımlara muhatap olan kitlenin sosyo-kültürel değerlerinin haber veya yayım
üzerindeki mümkün etkisinin incelenmesi de dâhil edilmektedir (Jäckel,
2005).
4. Sosyo-Kültürel Yaklaşımlar ve Çıkmazları
Komünikasyon/iletişim alanında geçerlilik iddiası taşıyan ve bir türlü ortak
bir ufuk çizgisinde buluşamayan bilimsel araştırma modellerinin yanında ayrıca medyayı genel anlamda analitik bir tarzda ele alan eleştirel yaklaşımlar da
bulunmaktadır. Söz konusu eleştirel yaklaşımların büyük çoğunluğunun yine
Frankfurt Okulu geleneğinden beslendikleri görülmektedir. Ancak bu alanda
Frankfurt geleneğinin, eleştirelliğin kaynağını ve gayesini özne ve sistem dışı,
özerk/öznel akıl olarak belirlemesi dolayısıyla içinde bulunduğu kısır döngünün
dışına çıkmaya çalışsalar da, esasen konstrüktivist olmaktan kurtulamayan isimler
de bulunmaktadır. İletişim, iletişim sosyolojisi, medya eleştirileri, televizyon teorileri
alanlarında yürütülen güncel tartışmalara kaynaklık eden bu isimler arasında Erving
Goffman (1922-1982) Niklas Luhmann (1927-1998) ve David Harvey’in görüşlerini,
teorik farklılıklara örnek teşkil etmesi amacıyla kısaca değerlendirmek uygun olacaktır.
4.1 Erving Goffman
Mikrososyoloji, interaksiyon ve komünikasyon araştırmaları, etno-metodoloji, hermenötik ve fenomenolojik sosyoloji gibi alanlarda etkisi görülen Goffman, genel anlamda
toplumsal davranışların antropolojik, sosyo-psikolojik ve psikiyatrik problemleriyle
meşgul olmuştur. Goffman’ın davranış modelleri, interaksiyon ritüelleri, roller ve
vuku bulan hadise arasındaki mesafeli ilişki biçimleri ve nihayet kendiliğin günlük
hayattaki sergileniş biçimleri üzerine yaptığı araştırmalar günümüzde etkisini sürdürmeye devam etmektedir. Goffman’ın araştırmalarının temelini oluşturan ana mesele,
ferdin kolaylıkla kaybedebileceği özerkliğini nasıl koruyabileceği sorusudur.
Goffman’ın üzerinde durduğu temel kavramlardan biri interaksiyondur. Hoffman’a
göre interaksiyon, fertler ortak bir mekânda bir arada bulunduklarında (Face-to-faceSituation)64 davranışların karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenmesidir. Goffman,
interaksiyon kavramının günlük hayattaki pratik karşılığını araştırmış, çok yönlü ve
64
Niklas Luhmann, Goffman’ın interaksiyon kavramını üstlenmiş ve yüz-yüze interaksiyonun söz
konusu olmadığı yazı, görsel yayınlar gibi) iletişim biçimlerinden ayırmıştır. Luhmann ve Goffman’a göre
insan ve makine arasında bir enetraksiyon meydana gelmemektedir.
498
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
çeşitli görünüş biçimlerini, yapılarını ve düzenini tespit etmeye çalışmıştır. Goffman’a
göre pazar gibi makro düzeyde gerçekleşen birliktelikler ile mikro düzeyde olandan
farklıdır. Makro düzeydeki birliktelikler mikro düzeydeki birlikteliklerle açıklanamaz.
Her birinin gerçekliği kendine özgüdür. Fakat bu iki dünyanın bağlantısız olduğu anlamına gelmez. Toplumsallığın makro ve mikro alanları kodlar ve dönüşüm kuralları
ile birbirine bağlıdır (1983). Toplumsal hayatı Goffman’a göre, anlam tabakaları ve
çerçevelerden oluşan bir doku olarak tasavvur etmek mümkündür (1974).
Deneylere ve korelasyon araştırmalarına dayanan geleneksel yöntemler yerine, toplumsal hayatı günlük pratiği içinde gözlemlemeyi, bazen gazete haberlerinden hareket
ederek görsel bir dille somutlaştırmayı tercih eden Goffman’ı fen bilimlerinin yöntemlerini taklit etmeyen, daha çok günlük hayatın dramatik ve interaktif durumlarını
gözlemlemeye çalışan bir natüralist olarak adlandırmak uygun olacaktır. Bu bağlamda
Goffman’ın yaklaşımını birbirini tamamlayan üç ayrı kavram altında özetlemek mümkün gözükmektedir:
1.İnteraksiyon: İnsanlar birlikte bir şeyler yaparlar, inşa ederler, yıkarlar
veya aralarında bir şey vuku bulur. Anlamlar ve kimlikler, insanlar arsında
vuku bulan interaksiyonun ürünüdürler. Bu bağlamda toplumsal çevre de
interaksiyonun bir neticesidir.
2.Dramatürji: Belirli yapılara sahip olan interaksiyonlar, belirli senaryoların neticeleridirler ve sahnelerde veya benzer çerçevelerde cereyan ederler.
Mekânsal ve zamansal yapılara sahip olan dramatürjiler vasıtasıyla oyunculara (interaksiyonda bulunanlara), davranışlarıyla hizmet edebilecekleri,
benimseyebilecekleri, değiştirebilecekleri veya karşı çıkabilecekleri roller
ve şemalar verilir. Dramatürjik araştırmalar, toplumsal hayatın dramlarını
tasvir eder ve hadisenin arka planında bulun dramatürjiyi açığa çıkarır.
3.Semiyotik: İnteraksiyon ve dramatürji, çerçeveleri ve kodları ifade eden
işaretler sistemine nüfuz etmiş vaziyettedir ve keyfi olarak manüpile edilemez. Kültür, aktörlere önceden işaret oluşturma süreçlerini içeren bir
işaretler sistemi sunan bir makro çerçevedir. Semiyotik bakış, toplumsal
gerçekliğin işaretvari karakterini ortaya çıkarır ve semiyotik süreçleri analiz eder (1982).
Goffman, toplumsallık anlayışının temel kavramlarından biri olan interaksiyon durumlarını ve süreçlerini kategorik bir biçimde ikiye ayırmakta ve odaklanmış ve odaklanmamış interaksiyon olarak adlandırmaktadır. Kişiler arasında vuku bulan, otobüs
durağında bekleyen insanlar gibi, geçici ve maksatsız karşılaşmaları Goffman odaklanmamış interaksiyon olarak adlandırmaktadır. Bu durumda insanlar, bakışmakta
fakat mesafeyi koruyarak jestlerle intibalarını ifade etmektedirler. Öte yandan odaklanmış interaksiyon ise karşılaşmış veya maksatlı olarak buluşmuş insanların dikkatlerini belirli bir süre, örneğin konuşurken, oyun oynarken veya iş yaparken, karşılıklı
olarak yoğunlaştırmalarını, yüz yüze gelmelerini, aynı zaman ve mekânda bedenen ve
ruhen hazır bulunmalarını ifade etmektedir. Odaklanmış interaksiyon biçimlerinin özel
499
Rıdvan Şentürk
ve kamusal durumlarına dair örnekler veren ve sınıflandırmalar yapan Goffman, söz
konusu süreçlerde uygulanan ritüellere dikkat çekmektedir.
Goffman’a göre, insan davranışlarının büyük bir bölümünün temelinde ritüeller bulunmaktadır. Ritüel, Goffman’a göre, mekanik, gelenekselleşmiş bir davranıştır. Ritüeller vasıtasıyla fertlerin kaşısındaki nesne veya kişilere duydukları saygıya işaret
ederler (1982). Durkheim’ın din sosyolojisi açısından düşünüldüğünde, ritüelleştirme,
kişiyi davranışa sevkeden asli sebep, bir başka deyişle asli işlev karşısında davranış
biçimlerini benimsetme sürecini ifade etmektedir. Ritüelleşmiş davranış, aynı ritüeli
paylaşan diğer kişilere gönderilmiş bir işaret işlevi görmektedir; interaksiyondaki karşı tarafa bir şey göstermektedir. Ayin ve ritüeller, Durkheim’a göre, belirli yasaklara,
tabulara işaret etmekte ve kutsal kişiler/nesneler karşısında taşıdıkları müspet anlamı
ve duyulan saygıyı göstermektedirler (1981a). Fakat Goffman, dini ritüellerden çok,
alışkanlıkları ifade eden, kutsallıktan ziyade, önem atfedilmeyen biçimleriyle ilgilenmektedir. Saygıyı ifade etme, Goffman’a göre sadece dini veya politik değil, sıradan
günlük ritüellerin de bir özelliğidir. Ritüeller, insanın kendi ve karşısındakinin yüzünü
muhafaza etme işlevi görürler. Ritüeller, saygı gösterme anlamında işlevseldirler ve
ayrıca, davranışları toplumsal normlara uygun biçimde yönlendirdikleri için, davranış
emniyetini temin ederler ve böylece toplumsal düzeni tasdik ederler.
Goffman’ın düşüncesini temellendirdiği bir başka kavram da roldür. Goffman için roller, kişilerin diğerinin huzurunda gerçekleştirdiği ve onun davranışlarıyla bağıntılı
olan eylemler demetidir. Roller her zaman toplum tarafından benimsenen şemaya uymak zorunda değildir. Aktörler bazen rollerini kendileri meydana getirirler. Goffman,
rol almadan çok rol yapmayı vurgulamaktadır. İnsanlar, genellikle toplumun yüklemek
istediği rollerle kendileri arasına belirli bir mesafe koyarlar. Fakat bu mesafe, rollerin inkâr edilmesi anlamına gelmez. Bilakis böylece, mesafenin sunduğu imkânla,
insanlar rolleri gereğince ve kendilerince benimsemeyi, bir başka deyişle oynamayı
öğrenirler (1961).
Goffman’ın bu yaklaşımları esasen benlik/kimlik kavramı üzerinde odaklanmayı amaçlamaktadır. Benlik/kimlik, Goffman için ne bir nesne ne de cevherdir. Benlik/kimlik
denilen şey Goffman için daha çok, dramatürjik bir performansı ve enformasyon oyununu ifade etmektedir (2003). Toplumsal interaksiyon durumlarında enformasyon alışverişi meydana gelmektedir. Enformasyon aktarımı toplumsal ve ferdi kimlikler üzerinden cereyan etmektedir. Meşhur The Presentation of Self in Everyday Life/ Wir alle
spielen Theater: Die Selbstdarstellung im Alltag (2003) başlıklı kitabında Goffman,
toplumsal hayatı tiyatroya benzetmekte ve detaylı bir biçimde dramatürjik mecazlar
kullanmaktadır. Gofman kitabında örneğin oyun mecazını, sadece tiyatro oyunu değil, şans oyunu ve enformasyon oyunu anlamında da kullanmkatadır. Goffman’a göre,
interaksiyon durumlarında benlik kadar enformasyonlar da oyuna dâhil olmaktadır.
Karşılaşma esnasında kişiler karşılıklı olarak bilgi toplamakta ve kendi sahip oldukları
enformasyonları oyuna dâhil etmektedirler. Goffman’ın yaklaşımları, George Herbert
Mead’in Mind, Self and Society (1934) adlı kitabında ifade ettiği görüşlerle örtüşmektedir. Zira Mead’e göre benlik ben ve bana bileşenlerinden oluşmaktadır. Bana
sözcüğü, kişi tarafından algılanan ve idrak edilen başkalarının davranışlarını temsil
500
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
etmektedir. Ben ise, kişinin bana sözcüğünün temsil ettiği davranışlara tepki gösteren,
nispeten daha ferdi, tabii ve duygusal kısmını ifade etmektedir. Netice itibariyle benliği, ben ve bana arasında gerçekleşen diyalog olarak anlamak mümkün olmaktadır.
Goffman, Mead’in iç dünyada cereyan eden ve benliği biçimleyen bilişsel süreç olarak
kavradığı diyaloğu, günlük hayatın sahnesine aktarmaktadır. Benliğe göre başkaları
sahnede diğer oyuncular ve eleştirmenler olarak yer almaktadır. Karşılaşmalarda ve
interaksiyon süreçlerinde benliğin hangi durumlarda etiketlenebileceğini (stigma) ve
yara alabileceğini, nasıl korunabileceğini, ne gibi taktikler geliştirilebileceğini ayrıca
ele alan Goffman, günlük hayatın benliklerini sahnede sunan ve seyirciyle interaktif
bir ilişkide bulunarak inşa eden aktörler olarak tasavvur etmektedir. Goffman, oyunun
oynandığı yeri perdenin önündeki gösterimin sunulduğu sahne ve herkesin girmesine
müsaade edilmeyen perde arkası olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Toplumsal interaksiyon sürecinde aktörler, etiketlenmemek, saygınlıklarını yitirmemek için sahneye
girişi ve benliğin sunumunu kontrol edebilmeyi denemektedirler. Aktörler, diğerleri ve
seyircide müspet bir intiba uyandırmaya (impression management) çalışmaktadırlar.
Aktörlerin sunumlarının başarısı diğerlerinin tavır ve davranışlarına, niyet ve maksatlarına bağlı bulunmaktadır.
Varlık ve oluşun sonsuzlukla bütünlük ilişkisinden koparıldığı modern-seküler toplumlarda benlik kutsal bir nesneye dönüşmüştür. Kutsalı yücelten dini ritüellerden
bahseden Durkheim’ın aksine Goffman, benliğin kutsallaştırıldığını söylemektedir.
Goffman’a göre günlük interaksiyon ritüellerinde gerçekleşen benlik sunumları ve
yüceltmeleri altın buzağı adına yapılan modern bir dansa benzemektedir. Kutsallaştırılmış benliklerin sadece yüceltilmesi değil aynı zamanda belirli ritüeller ve stratejiler
vasıtasıyla korunması da gerekmektedir:
1.Benliğin korunması ancak kişi tarafından işgal edilmiş olan özel mekânlar
ve vücut bölgelerinin korunmasıyla mümkündür.
2.Enformasyonları bazen açığa çıkarılması veya gizlenmesi benliğin korunmasına yardım edebilir.
3.Kendi içinde ahenkli bir kişilik gelişimi için startejiler geliştirilmeli, benliğin çelişkileri ve uyumsuzlukları gizlenmelidir.
4.Toplumsal mesafeyi oluşturmaya yönelik mistifikasyon stratejileri benliği
kendinden uzaklaştırmakta ve böylece eleştirel, yaralayıcı müdahalelerden
kaçınmayı mümkün kılmaktadır.
5.Benliğin sunumu için gerekli olan kontrol mekanizmaları, ayağı kaymalar,
güçsüzleşme ve salgınların önlenmesi benliğin korunmasına yardımcı olmaktadır.
Ayrıca, kurallar, kanunlar, gerçeklik tasarımları ve normallik tasavvurlarını ifade den
çerçeveler kavramına değinen, çevrelerin içinde olma veya dışında kalmanın ifade ettiği tehlikeli durumları tespit etmeye çalışan Goffman, son dönemlerinde toplumsal
501
Rıdvan Şentürk
gerçekliğin semiyotik içeriği üzerinde yoğunlaşmaya çalışmıştır. Goffman, son çalışmalarından olan Gender Advertisements (1981) adlı kitabında, nesneleri semiyotik
içeriklere sahip olan, başka bir şeye atıfta bulunan, enformayonları aktaran işaretler
olarak değerlendirmektedir. Goffman, nesnelerden alınan işaretlerin cevheri işaretlerin asli içeriklerine atıfta bulunabileceklerini düşünmektedir. Fakat sonsuz sayıda ve
çeşitlilikte olan işarelerden, işaretlerin atıfta bulunduğu cevheri damıtmak mümkün
müdür? Goffman’a göre bu ancak varlığın vasıflarının çevre şartları ve ilişkilerinden
soyutlanmasıyla gerçekleşebilir. Goffman, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini cinselliği örnek göstererek ispatlamaya çalışmaktadır. O’na göre cinsel aidiyet insanın
özüne işlemiş asli bir vasıftır. Erillik ve dişillik, cevheri ifadenin belirli bir prototipidir.
Goffman’a göre cinsel kimlikten ziyade cinsel aidiyetten bahsedilebilir. Öte yandan
cinsel aidiyetin ancak bir portresi yapılabilir. Cinsiyetler arasında karakterize edilebilecek bir nispet bulunmamaktadır. Yalnızca cinsiyetlerin alışkanlık haline gelmiş,
gelenekselleşmiş davranışlarını tespit edebilir, aralarındaki mevcut ilişkinin portresini,
davranışlarının kareografik bir sunumunu yapabiliriz. Fakat bu resimlerin bize bildirdiği şeyler, cinselliği veya cinseytler arasındaki ilişkiyi genel anlamda tanımlamaya
yetmez. Resimler bize belki ancak portreleme sanatının istisnai tarzı ve işlevselliği
hakkında bir şeyler söyleyebilir. Goffman’a göre reklam gerçekliğin çarpıtılmasıyla
değil, hiper ritüelleştirilmesiyle (gerçekliğin idealize edilmiş, noksanlıklardan arındırılmış biçimiyle) ilgili bir şeydir. Reklamın sahnelenmesi konvensiyonelleştirmeden
ziyade, ritüel olanın ritüelleştirilmesidir; o gerçekten daha gerçektir. Gündelik yaşayan
insanlar benliklerini, cinselliklerini ve ilişkilerini biçimlendirirken reklam resimlerini
günlük hayatın çerçevelerine aktarırlar ve orada gerçekleştirirler (1981b).
Goffman’ın sosyolojik anlayışına göre toplumsal gerçeklik çok aynalı bir kabine veya
bir tür labirente benzemektedir. Labirentin içinde sayısız, kendi içinde çakışan veya
paralellik arz eden çerçeveler, anlam tabakaları, kodlar ve normlar bulunmaktadır.
Seküler-modern toplumda kutsallaştırılmış bir nesneye dönüşen benlik, özünün veya
sabit bir kimliğinin ne olduğunu tespit etmeksizin, kendini, gerçekliği tanımlamak
amacıyla, kurgulara teslim etmiş bulunmaktadır. Ancak, gerçeklik tecrübesinin yapıları fertler tarafından inşa ve organize edilmemektedir. Ayrıca, toplumsal gerçekliğe
kaynak veya kıstas oluşturacak nihai bir merci veya temel de mevcut değildir. Gerçekliği tartışılmaz olan biricik şey, Goffman’a göre aksiyonun kendisidir. Goffman,
nelerin aksiyon, daha doğru bir ifadeyle aksiyon hareketleri olduğunu ve interaksiyon
ve tecrübe ile birlikte organize olduğunu tasvir etmektedir. Fakat, Goffman, aksiyonu
ifade eden hareketlerin kaynağına in(e)mediği gibi, toplum ve kültürün tarihsel değişim süreçlerine değinmemektedir. Oysa, Meyrowitz’in de ifade ettiği gibi, aksiyon ve
interaksiyon hareketlerinin gerçekleştiği durumları, çevreyle olan ilişkilerini anlamlandırabilmek için, tarihsel değişim ve dönüşüm sürecinin mutlaka dikkate alınması
gerekmektedir (1987:14).
4.2 Niklas Luhmann
Amarikalı sosyolog Talcott Parson’un yapısal-işlevselcilik anlayışını takip eden
Luhmann, eski Avrupa’nın sosyolojik anlayışına itibar etmediğini söylese de,
Parson’un izini sürdüğü Durkheim, Malinowski ve Radcliffe-Brown gibi yapı502
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
salcı anlayışlardan beslenerek kendine mahsus anlayış geliştirmeye çalışmıştır.
Talcott Parson’un yapısalcı-işlevselcilik anlayışını geliştirerek, yapıyı esas alan
değil daha çok işlevsel unsurlar arasında denge arayan soyut bir sistem teorisine
dönüştürmüştür.
Luhmann teorisini öncelikle sistem ve çevre kavramları üzerine kurmaktadır. Luhman’a
göre sistem ve karmaşık bir dokuya sahip olan çevre arasında seleksiyonel bir ilişki
bulunmaktadır. Sistem, çevrenin sunduğu açıları seçmekte ve böylece çevrenin karmaşıklığını azaltmaktadır. Fakat bu arada sisteme daha karmaşık hale gelmektedir.
Sistem, seleksiyon ve ihtimal/örnekleme hesaplamaları vasıtasıyla karmaşık yapıyı
içine almaktadır. Karmaşıklığı yapı unsurlarının her zaman her unsurla uyuşmaması
biçiminde tanımlayan Luhmann (1984), içerikten yoksun oldukça formel ve soyut
bir sistem anlayışı öngörmektedir. Ayrıca iddialarını mantıklı bir izahtan yoksun bırakmaktadır. Örneğin niçin sistemin görevinin karmaşıklığı indirgemek zorunda olduğuna, niçin bunu hoş göremeyeceğine veya çevrenin neden zorunlu olarak karmaşık
olduğuna dair soruları cevapsız bırakmaktadır.
Luhmann, karmaşıklığın indirgenmesi işleminin üç ayrı kategoride gerçekleşmesi ve
anlamlandırılması gerektiğini düşünmektedir (1971). Sistemin süreçselleştirdiği bir
şey olarak adlandırılan anlam ve tecrübe, Luhmann’a göre nesnellik, toplumsallık ve
zamansallıktan oluşan üç ayrı kategoride/boyutta ifadeye kavuşmaktadır. Bir başka
deyişle, sistemler anlamı süreçselleştirmekte, karmaşıklığı nesnel, toplumsal ve zamansal açıdan kavranabilir düzeyde indirgemektedirler. Nesnel düzeyde öne çıkan,
sistemin neye karar verdiği, hangi alternatif konuları ve kaynakları tercih ettiği sorusudur. Toplumsal düzeyde ise asıl mesele sistemin kimliğidir. Sistemin kimliği, kendi
ve öteki, içerilen ve dışlanan arasındaki ayrımı mümkün kılmaktadır. Öte yandan zamansal düzeyde sistem/anlam hadiselerin akışını geçmiş, şimdi ve gelecek boyutlarını
dikkate alarak diziselleştirmekte ve yapısallaştırmaktadır. Luhmann’ın bu kategorik
yaklaşımı ilk bakışta makul görünse de, mekânsal düzeyi içermemiş olması büyük bir
eksiklik olarak dikkat çekmektedir.
Luhmann’ın toplumal sisteminde merkezi kavram olarak komünikasyon öne çıkmaktadır. Fakat Luhmann, diğer teorisyenlerin, özellikle de Frankfurt Okulu’nun aksine,
komünikasyonu öznesiz bir süreç olarak kabul etmektedir. Luhmann, Kant ile birlikte
ifadeye kavuşan, duyu organlarına ulaşan çeşitli intibaların öznenin birliği ve bütünlüğü dolayısıyla sentezlendiğine dair kabulün aksine, öznenin yerine özdönüşümsel sistem kavramını ikame etmektedir. Öznenin ortadan kalkmasıyla, elbette Habermas’ın
bir kurtarıcı gibi sarıldığı intersubjektiflik/özneler-arasılık, uzlaşma veya komünikatif
akıl gibi kavramlar söz konusu bile edilmemektedir. Abartılı genellemeleriyle dikkat
çeken Luhmann’a göre komünikasyona muktedir olan insan değil, bizzat komünikasyonun kendisidir. Bu süreci kavramsal bir nesne haline getiren, bir şeyi yine kendisiyle
tekrar ederek aslında hiçbir şey izah etmemiş olan totolojik yaklaşım diğer aşina olduğumuz düşünce düşünür, dil konuşur, yalancı yalan söyler, kötü kötülük eder, rüzgâr
eser gibi ifadeleri hatırlatmaktadır.
Luhmann’ın toplum kavramı pek anlaşılır olmadığı gibi aynı zamanda kendi sistem
503
Rıdvan Şentürk
teorisiyle çelişmektedir. Luhmann’a göre toplum, her şeyi, toplumsal olan ne varsa
kapsayan dolayısıyla çevreyi tanımayan bir sistemdir. Fakat bu tanım, her türlü sistemin kendini çevreyle olan farkı ve mesafesi üzerine inşa ettiğini ileri süren tanımla
çelişmektedir. Luhmann, bu çelişki dolayısıyla düşünülmesi gereken şu soruları cevapsız bırakmaktadır: Eğer toplum, hiçbir (toplumsal) çevreyi tanımıyorsa, o aman
kendisini çevre karşısında nasıl sistem olarak inşa edebilir? Yoksa toplumun, çevreyi
tanımamasına rağmen, toplumsal olmayan çevreden kendini dışlayabileceğini mi düşünmek gerekiyor?
Bu sorular çerçevesinde Luhmann’ın toplum anlayışının aşırı abartılmış genellemeler
içeren çelişkili kabuller üzerine inşa edildiği görülmektedir. Luhmann, bir yandan toplumu sadece komünikasyon sistemi olarak kabul etmekte, fakat öte yandan, komünikasyonu mümkün kılan unsurlar arasında insana yer vermemektedir.
Luhmann komünikasyon kavramını, sosyolojik sistem teorisi içinde toplumsal sistemi
üreten ve muhafaza eden operasyon olarak tanımlamaktadır. Bu bakış açısı, komünikasyonu toplumsal davranış veya enformasyon aktarımı olarak kabullenen yaklaşımlardan farklılık arz etmektedir. Enformasyon, bildiri ve anlamadan oluşan bir birlik
olan komünikasyon Luhmann’a göre toplumsal sistemi oluşturmakta ve irtibat kabiliyetini koruduğu sürece de canlı tutmaktadır. Komünikasyon, enformasyon, bildiri ve
anlamadan oluşan bir birlik olarak süreklilik kazanmakta, fakat toplumsal sisteme
yapısal bağlarla bağlanan psişik sistemlerden operasyonel bir biçimde ayrılmaktadır.
Birliği (komünikasyonu) oluşturan unsurların her biri sayısız ihtimal arasında beliren
bir seleksiyon olarak işlev görmektedir. Bildirilen bir gerçek, sadece başka mümkün
sayısız bildiriden veya gerçekten sadece biridir. Komünikasyon içinde meydana gelen
enformasyon bir şeyi diğerinden ayırt etmekte ve komünikasyon anında diğer bütün
ihtimalleri dışlamaktadır. Bu bağlamda anlamak, diğer anlama imkânları arasında
gerçekleşen bir seleksiyondur. Bu şekilde başka anlama imkânlarına kapı açılırken,
aynı anda yine diğerlerine kapanmaktadır. Belirli bir tarafta gerçekleşen bildirinin
seleksiyonu, diğer tarafta belirli bir anlama seleksiyonuna yol açmaktadır. Bu ikili operasyonel yapı dolayısıyla enformasyon, enformasyon ve bildirinin selektif bir ayrımı
olarak, iletişimde bulunan sistem için vücuda gelmektedir. Anlaşılan her şey, aynı anda
kendisinden anlaşıldığı kadar bildirilen gerçekten/hadiseden farklılık arz etmektedir.
Komünikasyon, esasen sanıldığı gibi bildiri ile değil, ilkin anlamanın gerçekleşmesiyle birlikte başlamaktadır. Bildiri ile enformasyon arasındaki farkın selektif bir biçimde
aktüelleştirilmesini ifade eden anlama, psişik bir anlama değildir. Luhmann’a göre
anlamak demek, bir başkasının duygularını, motivasyonlarını, düşüncelerini kavramak
demek değildir.
Luhmann’ın komünikasyon kavramı, sistemlerin operasyonel kapalılığı/ötekini dışlayıcılığı tezine dayanmaktadır. Yaşayan psişik ve toplumsal sistemler, kendi kendini inşa
eden, operasyonel etkileri olacak biçimde kapalı sistemler olarak kabul edilmektedir.
Fikirlerin ve komünikasyonun kendi kendini inşa eden operasyonunun, operasyonel
bir biçimde kendi içinde kapanmasıyla toplumsal ve aynı zamanda toplumsal sistemin
çevreleri, yani psişik/şuur sistemleri oluşmaktadır (Luhmann, 2002).
504
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
Operasyonel kapanma, hiçbir operasyonun, söz konusu operasyon dolayısıyla vücuda gelen sistemi terk edememesi anlamına gelmektedir. Psişik/şuur sistemini meydana getiren ve muhafaza eden operasyon, fikir olarak tanımlanmaktadır. Fikirler diğer
fikirlere katılmakta ve böylece psişik/şuur sistemini oluşturmaktadırlar. Hiçbir fikir
oluşturduğu şuuru terk etmemektedir. Bu bağlamda komünikasyonlar diğerlerine bağlanmakta ve böylece toplumsal sistemi oluşturmaktadır. Hiçbir komünikasyon, kendisi tarafından oluşturulan toplumsal sistemi terk etmemektedir (Luhmann, 1984).
Luhmann’ın komünikasyon kavramıyla ilgili olarak öngördüğü operasyonel sistem
anlayışının yapısal özelliklerinin ve işlevselliğinin, Saussure’ün ayrıştırmacı ve operasyonel dil sistemi ile, ayrıca klasik gerçekçi filmlerde geçerli olan kendi içine kapalı
olan segmentlerin nedensellik ilkesine bağlı olarak operasyonel biçimde diğer segmentlere açılmasını öngören anlatım tarzıyla benzerlik arz etmesi düşündürücüdür.
Luhmann’a göre komünikasyonun tam anlamıyla gerçekleşebilme ihtimalinden bahsedebilmemiz mümkün değildir. Komünikasyonun ihtimal dışı olması selektif operasyonlar arasındaki farkların tamamen ortadan kalkma ihtimalinin olmayışından kaynaklanmaktadır. Söz konusu farkları en aza indirgeyerek komünikasyonun/anlamanın
ihtimal dışılığını hafifleten, farklılıkları en aza indiren araçlardan/aracılardan bahsedebilmemiz mümkündür. Luhmann’a göre, örneğin dil bunlardan biridir. Öte yandan
yayım-dağıtım araçlarını kapsayan medya, bildirinin adresine ulaşma ihtimalini güçlendirmekte, bir başka deyişle ihtimal dışılığını zayıflatmaktadır. Fakat bu durum, yani
medya aracılığı ile ifade ve ifade edilen arasındaki mesafenin/farkın ortadan (büyük
ölçüde) kalkması, anlamayı selektif olmaktan çok diktatöryel bir operasyona maruz
bırakmaktadır. İşte tam da bu bağlamda medya eleştirileri önem kazanmaktadır.
Anlaşıldığı üzere, Luhmann’ın toplum ve komünikasyon anlayışı içinde zamansal ve
mekânsal sınırların nerede olduğu, kimin tarafından nasıl çizildiği gibi önemli sorular
karşılık bulmamaktadır. Hayat pratiğini ve ahlakı tanımsız bırakan, gerçekliği işlevselci
soyut yapısı içinde geçersiz kılan konstrüktivist teori anlayışıyla Luhmann, bütün zamanlara ve mekânlara şamil, kendisinden beslenen özdönüşümsel bir sistem kurmak
iddiasıyla yola çıkmış görünmektedir. Her ne kadar eski Avrupa düşünce tarzına ve
ilkelerine karşı çıkıyor görünse de, evrensellik iddiasıyla Hegel gibi düşünürleri hatırlatmakta ve ciddiyetini kaybetmektedir. Luhmann, metafizik düşüncedeki parça-bütün
ilişkisinin yahut özne-nesne ayrımının eskidiğini ve kullanılmaz hale geldiğini ileri sürmekte, ama öte yandan modern düşüncenin önemli karakteristik özelliklerinden biri
olan ayrıştırma, içerme ve dışlama mantığını benimsemekte bir sakınca görmemektedir.
Luhmann’ın teorileri gerçekliği muğlak olmayan yaklaşımla açıklamaktan çok karmaşık, genellemeci, eski sosyolojik kavramlarla oynayan, yanlış anlamaya müsait
ve mecazi ifadelerle tasvir etmeye yönelmektedir. Sonuç itibariyle ortaya teori adına, özdönüşümselliği olan, sadece kendinden beslenen/kendi kendini üreten tasvir ve
gözetleme makinesi çıkmaktadır. Luhmann’ın teorisi kabul veya reddedilebilecek bir
teoriye değil, daha çok kendisiyle oynanabilecek ve oynanamayacak bir dil oyununa
benzemektedir. Bu durum aslında, hakikat kavramını askıya alan bütün teoriler için
geçerlidir. Hakikatlerin nispet noktası olarak benimsenmediği bilgilenme süreçlerinde
ise yol gösterici olarak emniyet telkin etmeyen tahrik ve tahriş edici heyecanlar, yanıl505
Rıdvan Şentürk
gılar/yanıltmalar, şaşkınlıklar/şaşırtmacalar ve şüpheler belirmekte ve geriye birbirinden farklı labirentlerden başka bir şey kalmamaktadır.
4.3 David Harvey
İletişim alanında yürütülen tartışmalarda sıkça gündeme gelen bir başka isim de David Harvey’dir. Daha çok coğrafya/mekân felsefesi, toplum teorisi ve kültür eleştirisi
çerçevesinde kalem oynatan Harvey adını özellikle Social Justice and the City (1973),
Limits to Capital (1982), The Condition of Postmodernity (1989), Justice, Natur and the
Geography of Difference (1996), Spaces of Hope (2000), The New Imperyalism (2003),
A Brief Histor of Neoriberalism (2005) ve nihayet The Enigma of Capital (2010) başlıklı
eserleriyle duyurmuştur. Çalışmalarında daha çok Marksist bakış açılarıyla mekân politikası ve kapitalizm eleştirisi geliştirmeye ve aynı zamanda böylece diyalektik-materyalist
düşünce geleneğinde yeni dönüşümlere zemin hazırlamaya çalışan Harvey, sıradan bir
coğrafyacı olmadığını ilk defa 1969 yılında yayınladığı Explanation in Geography adlı
çalışmasıyla göstermiştir. Bu eserinde Marksist düşünceden üstlendiği bilim felsefesi ilkelerini coğrafik/mekânsal bilgi alanına uygulamaya çalışmasıyla dikkat çeken Harvey,
daha sonra yayınladığı Social Justice and the City’de düşünce çizgisinin yönünü belirlemiştir. Bu eseriyle Harvey, coğrafya ve mekânın nesnel tarafsızlığından bahsedilemeyeceğini, uygulanan ekonomik politikalarla ve sürekli değişen çatışma durumlarıyla yakından alakalı bir tartışma alanını ifade ettiğini vurgulamıştır. 1970’li yıllardan itibaren
Harvey, çalışmalarının büyük bölümünde, Marksist düşünce geleneğine katkı sağlamak
amacıyla kapitalizm eleştirisine yönelmiş ve esas itibariyle kapitalizmin kendini yeniden
üretebilmek için mekânı yok ettiği, daha yerinde bir tabirle kendi lehine dönüştürdüğü
tezini işlemiştir. Günümüzde tecrübe edilen postmodern durumu ve bu durumu yansıtan
entelektüel çabaları, kapitalizmin kendi iç çelişkisinin bir ürünü olarak kabul eden Harvey, çalışmalarının büyük bir kısmında özetle, kapitalizmin belirli bir zaman diliminde
mekânı nasıl, daha sonra sonsuz sermaye artırımına gidebilmek, güçlü bir teknolojik
dönüşüm gerçekleştirmek ve şiddetli sınıf çatışmalarına yer açabilmek amacıyla tahrip
edebilmek için kendine göre biçimlendirdiğini ifade etmeye çalışmaktadır. Ele aldığı konuları anlamaya ve anlamlandırmaya uygun düşen Marks’ın analitik yöntemi dışında çıkar bir yol bulamadığını ifade eden Harvey (1993, s. 17), toplumsal süreçlerle mekânsal
biçimlerin birbirinden ayrı ele alınamayacağını düşünmektedir. Mekânın özünün ne olduğu sorusundan, sonuçsuz bir çabayı gerektirdiği gerekçesiyle tıpkı hakikat ve ahlak
gibi kavramların tanımlanmasından kaçınırcasına uzak duran Harvey, bütün problemi
insan pratiklerine/davranışlarına indirgemekle yetinmektedir. Diyalektik-materyalist ve
genel anlamda ancak varlığı kendisinden ziyade oluşta tanımlamaya çalışan metafizik
geleneğe ve varoluşçuluk düşüncesine uygun biçimde toplumsal adalet ve ahlakı insani
pratiklere/davranışlara indirgemek suretiyle anlamlandırmaya çalışmaktadır. Marks gibi,
her gözlemin bir değer yargısı içerdiğini, değerden yoksun bir gözlemin pratikte mümkün olmadığını düşünen Harvey’e göre mekân ancak başkalarıyla ilişkileri içerdiklerinde
ve temsil ettiklerinde gerçeklik kazanan nesnelerden müteşekkil bir bütündür. Mekânın
bütünlüğü, kendini oluşturan unsurların toplamından başka bir şeydir ve bağımsızdır.
Bütünlük, içerdiği unsurları ve ilişkileri kendi varlığını ve yapısını muhafaza edebilecek
biçimde düzenlemektedir. Örneğin kapitalizm, bütün unsurlarını ve ilişkilerini, kendini
506
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
sürekliliği olan bir sistem olarak muhafaza edebilecek biçimde düzenlemektedir (1993).
Harvey’e göre kapitalizm her zaman, varlığını sürdürebilmek için iş ve sermayedeki
artışı deveran ettirme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Bu sermaye artışının sürdürülebilmesi ve değerinin korunabilmesi için zorunludur. Kapitalizm bu sorunu, sermayeye
doymamış olan yeni alanların/mekânların paranın deveranına dâhil ederek çözmeye
çalışmaktadır. Bu amaçla kapitalizm mekân üzerinde sahip olduğu hâkimiyet gücünü
kullanmakta ve mekânsal farklılıktan fayda temin etmektedir. Sermayenin piyasadaki
deveranı, belirli rizokolar içermektedir. Sistem kendini iş gücünü suiistimal ederek genişletmeye çalışırken aynı zamanda teknolojik dinamikleri iş gücünün yerine ikame etmeye çalışmaktadır. Ekonomik gelişme ve teknolojik ilerleme, her ikisi de kapitalizm
için gereklilik arz etse de, belirli bir düzeyde karşıtlık da oluşturmaktadır. Bu karşıtlık
dolayısıyla dönemsel krizler meydana gelmekte, sermayenin deveranı kesintiye uğrayabilmektedir. Krizler esasen gereğinden fazla artan sermayenin deveran eden sisteme
dâhil edilememesinin bir ifadesidir. Krizi aşmak için kapitalizmim yeni teknolojileri, dinamik sistemleri ve mekânları sisteme dâhil etmesi gerekmektedir (1993). Kapitalizm amacına ulaşmak için teknolojik ve yönetimsel yenilikler sayesinde zamanı
kısaltmaya ve hareketlilikten dolayı meydana gelen masrafları azaltmaya ve böylece
kendini sürekli artan bir oranda mekânsal sınırlamalardan özgür kılmaya çalışmaktadır. Söz konusu özgürlüğün elde edilebilmesi için sermayenin hareketliliğini mümkün
kılacak biçimde sabit altyapıların, paranın deveranına dâhil edilmek üzere geliştirilmesi gerekmektedir. Harvey, sabit altyapıların geliştirilmesi amacıyla kapitalizmin, telekomünikasyon, iş gücünün yeniden üretilmesi ve transferi, kredi sistemi alanlarında
ve her türlü hizmet sektöründe yeni mekânların ve hareketliliğin üretilmesine öncülük
ettiğini düşünmektedir (2001). Harvey’in ifadeleriyle, “sermayenin mekân sınırlarını
aşma yeteneği, yeni mekânların üretilmesinden kaynaklanmaktadır” (2001, s. 332).
Ekonomik krizleri aşmak için her defasında yeni mekânlar üretmek zorunda kalan
kapitalizmin özellikle telekomünikasyon alanında oluşturduğu yeni dinamikler sayesinde “zamanı satın aldığını” (2001, s. 338) söyleyen Harvey, bütün bu gelişmelerin nihayet bir tür zaman-mekân sıkışmasına yol açtığını düşünmektedir. İşte tam
da bu bağlamda Harvey’in görüşleri iletişim alanında yürütülen tartışmalarda yerini
almaktadır. Zira Harvey, zaman-mekân sıkışması tabiriyle esasen mekânların iletişim
ve ulaşım araçlarındaki teknolojik gelişmeler ve erişilen hız vasıtasıyla yakınlaşması
sürecine işaret etmektedir. Toplum içinde yer alan farklı gruplar ve ekonomik birimler
niteliksel anlamda birbirinden farklı zaman-mekân tasarımları üretmekte ve bu durum
yeniden üretim mekânizmalarına bağlanmış olan fert ve toplum hayatındaki pratiklerin
düzenlenmesinde ve rasyonelleştirilmesi sürecinde sıkışmaya yol açmaktadır. Aslında
Harvey zaman-mekân sıkışması kavramıyla, McLuhan tarafından ifade edilen küresel
köy kavramından çok farklı ve yeni bir şey söylememektedir. Küresellik günümüzde
ekonomi, politik, din, şehir planlaması, sanat, dizayn, sosyoloji ve etnolojinin çeşitli
alanlarında kullanılmakta ve tartışılmaktadır. Küresellik kavramının akademik çevrede
tartışılmasına katkıda bulunan Paul Virilio, Roland Robertson ve Anthony Giddens gibi
başka isimler de bulunmaktadır. Örneğin Robertson küreselleşmeyi, hem dünyanın ve
zaman-mekân koordinatlarının sıkıştırılması süreciyle hem de dünyanın küresel bütün507
Rıdvan Şentürk
lüğü şuurunun daha da güç kazanmasıyla ilişkilendirmektedir (1992, s.8). Harvey’den
farklı olarak küreselleşmeyi modernleşme süreci ile ilişkilendiren Anthony Giddens ise
Harvey’in aksine, mekânın, zaman-mekân ilişkisinin mesafeli kılınması suretiyle tahrip
edilmesinden, sınırlarının çözülmesinden ve böylece yerel şartların zamansal düzeyde
değiştirilebileceğinden söz açmaktadır (1991, s. 71). Küreselleşmeyi, toplumsal bağlantıların genişlemesinden ziyade zaman-mekân sıkışması olarak gören, zamansal aralıklarla
birlikte mesafelerin kısalmasını mekânı yok ettiğini söyleyen Harvey ise (1989, s. 240),
inşa ettiği bütün teorisinde olduğu gibi, sınıfsal çatışma ve kapitalizm ilişkilerine indirgemekte, sonuçta Marksizmin de parçası olduğu modernleşme sürecinin bütününü sorun
olarak algılayamamaktadır. Zira Harvey için zaten kültürel, toplumsal ve politik değişimler gibi zaman ve mekânın zihni tasarımları da değişen politik-ekonomik pratiklerin bir
ifadesinden başka bir şey değildir. Paul Virilio, Jean François Lyotard ve Jean Baudrillard
gibi düşünürlerin de tartıştığı gibi, iletişim teknolojisinin gelişmesi, özellikle elektronik
medya araçlarının yaygınlaşmasıyla mekânsal ve zamansal-mekânsal mesafeye dayalı
düzenin yıkıldığı, gerçek varlık ile tele-varlık, gerçeklik ile sanallık, mevcud ile mevcut
olmayanın, bulunulan yer ile başka bir yer, yakın ile uzak, olan ile olması gereken arasındaki klasik ontolojik-fenomenolojik sınırların kalktığı gerçeği yeni bir tartışma konusu
değildir. Asıl sorun, bütün bu gelişmelerin zaman-mekan koordinatlarının sadece coğrafik
alanda nasıl kaydığı değil, daha çok gerçeklik ve hakikate dair nispet noktalarının kaybedilmesi anlamına gelen bir şuur kaybına, adeta şuurun içe doğru çökmesine, ferdiyet
bütünlüğünün ve kişiliklerin parçalanmasına yol açtığı sorusudur. Bu soru kuşkusuz insan
varlığının etik-ontolojik temelinin ne olduğu ve varlık ve oluş bütünlüğü ile nasıl ilişkilendirilmesi gerektiği sorununa işaret etmektedir. Bu sorun, ontolojik hakikat kavramını tarihselleştiren ve yalnızca sermaye-işçi sınıfı çatışmasına, ahlakı da toplumsallaşma
süreçlerinde gözlenen pratiklere indirgeyerek göreceliliğin sonuçsuz alanında yol alan
Harvey’in ufkunu aşmaktadır. Kapitalizm ve teknoloji işbirliği elbette önemli bir soruya
işaret etmektedir. Fakat bu soru esasen 15., 16. ve 17. yüzyıllarda bilimsel devrimlerle ve
zihniyet değişimiyle birlikte ifadeye kavuşan ve yakın zamanlara kadar neredeyse hayatın
her alanında hükümranlığını ilan eden modern şuur ve hakikat sorunundan kaynaklanmaktadır.
5. Hermenötik Döngü
Medyayı genel anlamda analitik bir yöntemle eleştirmeye çalışan yaklaşımları esas
itibariyle hermenötik geleneğe bağlı anlama/anlamlandırma modelleri olarak değerlendirmek mümkün gözükmektedir. Batı düşünce tarihinde farklı anlamlandırmalara
maruz kalan hermenötiğin, genellikle belirli beşeri bilimlerin yöntemlerinin temellendirilmesinde, sürekli belirli bir çevrede bulunan insanın tarihselliğinin vurgulanmasında ve insanın dünya ufkunun (görüşünün) sınırları içindeki (örneğin sanatsal) ifadelerinin meydana geliş şartlarının analizinde kullanıldığı bilinmektedir.
Hristiyanlık teolojisi tarihinde gerçekleşen şerh ve tefsir çalışmalarına kadar uzanan
bir geçmişe sahip olan hermenötik geleneğinde Kant’ın romantik düşünceye gizlice
kapı aralayan nomen ve fenomen ayrımı ve kendinde şeyin tanımlanamayacağı yargısı, en önemli kırılma noktasını oluşturmuştur. Daha sonra günümüze kadar uzanan
hermenötik geleneğin gelişim çizgisinde Wilhelm Dilthey (1833-1911), Edmund Hus508
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
serl (1859-1938), Martin Heidegger (1889-1976), Hans-Georg Gadamer (1900-2002)
ve Jürgen Habermas’ın öne çıkan isimler arasında yer aldıkları görülmektedir.
Adı geçen düşünürlerden Wilhelm Dilthey, ruhu esas alan beşeri bilimleri fen bilimlerinden, anlaşılması gereken ruhi hayat ve açıklanması gereken tabiat olarak ayrıştırılması gerektiğini söylemiş, toplumsal olayları anlamaya çalışan hermönetik sürecin
kendi içinde kapalı, algılayıcıdan ve tarihsel bağlamlardan bağımsız, hayatın bütünlüğünü ifade eden nesnel ruha yönelmiş bir şuur tavrı olduğunu ileri sürmüştür. Fakat bu
tavır, sürecin gerçekten böyle işlediği anlamına gelmemektedir. Dilthey’e göre hermenötik basitçe metin yorumlaması demek değildir. Hermenötik, daha çok bütün ifadeleri
zorunlu olarak mümkün bütün kontekstleri içinde düşünen bir anlayıştır. Anlam daima
kontekste bağımlıdır; asla mutlak değildir. Fakat bu durum hermenötiğin karşılaştığı
bir probleme işaret etmektedir: Bir şeyi, bütünlükle ilişkisi içinde anlamaya çalışmak,
bütünlüğün önceden bilinmesini şart koşmaktadır. Aksi takdirde, tekil ve farklı bakış
açılarının anlaşılmasıyla bütünlük ilişkisine dair yargının oluşturulması gerekecektir.
Bu, bütünlüğün tekilden, tekilin de bütünlükten çıkarsanabileceği bir daireselliğin üzerinde bulunmak anlamına gelmektedir. Dilthey’e göre söz konusu hermenötik devir,
metodik bir eksiklik değil, bilakis anlamanın karakteristik bir özelliğidir. Her anlama
çabası, söz konusu daire üzerinde cereyan eden bir devir hareketidir. Önemli olan,
bu dairevi devirden kaçınmak değil, usulünce doğru yapmaktır. Kaldı ki, esasen bu
daireden kurtulmak mümkün değildir. Zira her anlayış, bir önceki anlayış üzerine inşa
edilmektedir. Anlam, birbirinden bağımsız anlık anlamalarla inşa edilemez. Anlam yapıları, tekil unsurlardan önce mevcut olan ilişkilerdir. Dolayısıyla düşüncenin hayatın
gerisinde ters yöne yürümemesi gerekmektedir. Yorumdan arınmış ham veriler, fen
bilimleri için dahi söz konusu edilemez. Her türlü bilimsel gözlemin temelinde örtülü
veya açık bir teori, bir ön anlayış bulunmaktadır (Dilthey, 2008).
Öte yandan fen bilimlerinin nesnelci bakış açısını modern düşünceyi bunalıma sürükleyen en önemli sebep olarak gören Husserl, Kant’ın şuura aşkın olan kendinde şey, tanımlamasını reddetmiş, anlama sürecini daha çok nedenselliğin ötesinde ve nesnel algının
ve açıklamaların/ifadenin, özne ve nesne ayrımının/karşıtlığının üstünde bedihi/apriori
bir tecrübe, paranteze alınmış varlığın özünün fenomenolojik bir temaşasına yönelmiş
bir şuur durumu olarak kabul etmiştir. Husserl’e göre hakikat, kastedilen/murat edilen
ile mevcudun bütünüyle örtüşmesidir. Fakat bu örtüşme ancak, sezgisel düzeyde tecrübe
edilebilir. Söz konusu örtüşmenin ispatı/delili (mantıksal) kesinlik ifade eden bir tecrübe
değil, bilakis deneyselliği gereksiz kılan (a priori) bir bedahettir (Husserl, 1981)
Etkilendiği isimler arasında Dilthey ve Husserl’in de bulundu Heidegger’e göre hermenötiğin yorumlama veya yorum öğretisi ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. Mesele
açıklamanın özünü hermenötik açıdan değil, kendini dünyada ve tarih içinde açımlayan/açıklayan mevcut varlığın özünden hareketle belirlemektir. Anlamak, her zaman
bir şeyi anlamaktır ve bu günlük hayatta bir şeye nispetle olur. Fakat bu anlamanın
pratik olanıdır. Oysa anlamak esasen, varoluşsaldır, yani sayesinde dünya işlerinin
yürütüldüğü (insanın) varlığın temel bir tarzıdır. Anlamak, bilmenin bir tarzı değil,
daha çok insanın kendine ve dünyada bulunuşuna dair ulaşabileceği kaygı yüklü bir
bilgilenme, tanımadır. İnsan, davranışları başkasından çok kendine yönelik olan bir
509
Rıdvan Şentürk
varlıktır; anlamak da yine başka şeylere yönelik bir refleksiyon kurmanın ötesinde bir
şeydir. Kaldı ki anlamak, şeyler arasında/dünyada bulunan bir varlığın hal-i hazırdaki
bulunuşunun/durumun, endişelerinin yanında yalnızca bir başka özelliğidir. Hermenötiğin asli görevi, varlığın temel yapıları hakkında insanı bilgilendirmektir. Kaldı ki
varlığın anlamına ilişkin soru ancak insan tarafından cevaplanabilir. Zira insan, her
türlü hermenötik araştırma için gerekli olan ön-anlayışa/varlık anlayışına sahiptir. Ne
ki insan, Kant’da olduğu gibi, zaman ve mekândaki mevcudu tanıyan/bilen özne değil,
sürekli bir dünyaya bağlı, anlayan bir varlıktır. Ancak insanın, hem kendini, varlık
karakterini, kendi yabancılaşmasını ve dünyadaki anlamlı ilişkileri anlaması için, hermenötik bir dairenin, her seferinde anlayışı daha da güçlendirecek biçimde sürekli
tamamlanması gerekmektedir. Dairenin çizgisi üzerindeki her dönüş, ferdin kendini
ancak bütünlükle olan ilişkisi içinde kavrayabileceği, bütünlüğün de kendini yalnızca
ferde gösterebileceği ilkesine uygun biçimde cereyan etmektedir. Bu dönüşün başlangıç noktası da, varlığın anlamına dair soruyu yönelten insanın kendisidir (Heidegger,
1993; Pöggeler, 1994).
Martin Heidegger’in öğrencisi olan Hans-Georg Gadamer de aynı şekilde Dilthey’in
ve Heidegger’in hermenötik daire düşüncesini kabullenmiş ve kendine göre farklı bir
yaklaşım sergilemiştir. Meşhur kitabı Hakikat ve Yöntem’de Gadamer, anlama sürecinin tarihsel değişim ve dönüşüm süreçlerine bağlı olarak geliştiğini, dolayısıyla bilgi
edinme eyleminin her defasında kendi ufkunu gözetmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Söz konusu ufuk, önceden sahip olunan anlayış tarafından belirlenmekte, araştırma
nesnesinin idrak edilmesiyle genişlemekte veya düzeltilmektedir. Her yorumlama,
araştıran öznenin yeni ve farklı bir anlayışa kavuşması anlamına gelmektedir. Ön bilgi
ve yorumlama arasında cereyan eden bu daire, Gadamer’in hermenötik çevrimselliğini ifade etmektedir. Geçmiş zamanların ruhuna esir olmayı gerektiren ve anlamanın
hadise karakterini görmezlikten gelen tarihselciliğe karşı çıkan Gadamer, aynı zamanda içinde yaşadığımız tarihsel mirasın, metinlerden ve abidevi heykellerden, tarihsel
belgelerden ibaret bir anlam aktarımı olmadığını söylemektedir. Miras olarak bırakılan daha çok, Gadamer’e göre, komünikatif bir biçimde tecrübe edilen dünyanın
devamlı bir açık bütünlüğüdür. Önyargılardan/peşin fikirlerden bağımsız bir anlayış,
mümkün değildir. Her türlü anlayışın önyargılara bağımlılığını görmezden gelmek
veya bu bağımlılığın ortadan kaldırılabileceğini düşünmek, tarihsel nesnelciliğin ifade
ettiği saflıktan farklı bir şey değildir. Bilimsel metotların iddia ettikleri emniyet/kesinlik hakikati garantilemeye yetmemektedir. Edinilen bilgide, bilgiyi edinenin varlığının
oyuna dâhil olması, bilimin değil, yöntemin hakiki sınırlarına işaret etmektedir. Özne
hadisenin içindedir. Eylemde bulunan özne değil, daha çok özne vasıtasıyla vuku bulan/kendini bildiren şeyin (hadisenin) kendisidir. Özne, ne bu dünyanın nesnelerini ne
de dili araçsallaştırabilir. Öznenin çalışmalarının ürünü olan bir nesnellik ve nesneye
eş değerde bir şuur muhtevası bahis konusu bile edilemez. Anlama hadisesi, hadiseye
üretken biçimde dâhil olmayı şart koşar. Anlamak, öznenin bir eylemi değildir; dolaysız bir hadise, ancak sanattaki güzellik tecrübesiyle karşılaştırılabilecek bir bedahettir.
Hakikat bir sonuç veya bir süreç değildir; maruz kalınan bir kazadır. Bütün anlamalar hakikat hadisesine dâhil olmaktır. İnsan özne değildir. “Oyunun öznesi, oyuncular
değildir; oyun, oyuncular vasıtasıyla sadece sahnelenmektedir.” (Gadamer, 1975: 98)
510
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
Oyunculara tahakküm eden oyundur. Nesne nispeti diye bir şey yoktur, yalnızca kendini yeniden tanıma vardır. Hakikat ancak dolaysız, apaçık bir tecrübe olarak vuku
bulabilir. Bu tecrübe, kendini yeniden tanıma tecrübesi ve nihayet işte bu! dedirten
duygudur (1975).
Heidegger’den sonra ve Gadamer ile birlikte hermenötiğin araştırma alanını anlayan
bilginin bütün yönlerini kapsayacak biçimde genişlettiği, bilginin her türlü formunu
nihai anlamda bir yorum olarak kabul ettiği görülmektedir. Habermas, Gadamer’in
hermenötik anlayışını, örtülü bir biçimde ideolojik iktidar yapılarına hizmet edebileceği gerekçesiyle eleştirmiş, yanlış toplumsal şuuru sosyolojik açıdan irdeleyen bir
ideoloji eleştirisinin gerekli olduğunu savunmuştur. Fakat daha sonra Habermas, daha
çok Freud ve Marx’dan beslenen sosyolojik bir çerçeveyle genişletilmiş psikanalitik
paradigmalarından büyük ölçüde vazgeçmiş, anlayışın temel hermenötik kategorilerine geri dönerek, iktidardan bağımsız söylem etiği, özneler-arasılık ve diyalog esasına
bağlı komünikatif/iletişimsel eylem, komünikatif/iletişimsel akıl gibi kavramlara ve
tabii dolayısıyla Frankfurt Okulu’nun fasit dairesine, modernleşme probleminin asıl
kaynağını oluşturan özneye/öznel akla sadık kalmıştır. Pragmatist bir bakış açısıyla
hakikati, üzerine pazarlık ve gıyabında işbirliği yapılabilecek bir uzlaşma imkânına,
kendisi adına aklın nesnesini sonsuz işleme tabii tutabileceği bir hiçe dönüştürmesi
dolayısıyla belki de Habermas, medyatik komünikasyonu genel anlamda eleştiren hermenötik yaklaşımların en fazla müracaat ettiği isim olmuştur.
6. Linguistic Turn ve Söylemsel Döngü
Medya analizlerine yönelik olarak tercih edilen ön kabuller incelendiğinde, analitik yöntemlerin ulaşmaya çalıştıkları ufuk çizgilerinin ahenkli bir biçimde kesişmesi ve bir bütünlük oluşturması ihtimalinin bulunmadığı görülmektedir. Bu durum söylem ve söylemsellik anlayışı çerçevesinde beliren medya analizleri içinde
geçerlilik arz emektedir. Bir başka deyişle birbiriyle uyuşmayan ve bir bütünlük
anlayışına ulaştırmayan gerçeklik tasavvurlarından bir diğeri de söylem analizidir.
Türkçeye söylem olarak tercüme edilen discourse/diskur kavramı, bir şeyi/meseleyi
çeşitli yönleriyle münazara eden sözlü veya yazılı fikir beyanı, cümlelerin geliş ve
gidişlerinden anlam çıkarmaya çalışan konuşma demektir. Ne ki, 1960’lı yıllardan itibaren diskur/söylem teorisi olarak kavramsallaştırılmaya başlanan kelimenin, teoriye
göre değişen farklı anlamlar yüklendiği görülmektedir. Yine aynı şekilde söylem teorisi
anlayışına göre, söylem analizi yapılmaktadır.
İlk defa 1950’li yılların dilbilim araştırmalarında kullanılmaya başlanan söylem kavramını popülerleştiren ve tartışma literatürüne yerleşmesini sağlayan en önemli isim
Michel Foucoult’tur. Özellikle 1960’lı yılların sonlarına doğru, eksistansiyalizm,
konstrüktivizm, feminizm ve benzeri kavramlarla oluşan -izm dalgası, söylem teorisi kavramının önemini artırmış ve kazandığı popülarite ile birlikte toplumsal nitelik
analizleri çerçevesinde sosyolojik ve felsefi düşüncenin terminolojisinde yerini almıştır.
Toplumsal mekânın söylemsel (hiyerarşik) organizasyonundan bahseden, fakat günümüzde panoptikumun sona ermesinin (mekânsal sınırların ortadan kalkmasının) ne an511
Rıdvan Şentürk
lam geldiği sorusu karşısında suskun kalan Foucoult, modernleşmeyi ferdi ve toplumsal
hayatın cinsellik dâhil bütün alanlarının rasyonelleştirilmesi ve disiplin altına alınması
süreci olarak değerlendirmiştir. Hakikati tanımlama yetkisini elinde bulunduran çeşitli
toplumsal mercilerin dilini araştıran Foucoult’a göre bilgilenme süreçleri dil ile iktidarın
iç içe geçmiş bir örgüsünden ibarettir. Dil, görünenin ardındaki gerçekliğin bir taklidi veya temsili değil, toplumsal gerçekliğin merkezi bir inşa merciidir. Bu bir bakıma,
dekonstrüktivist Derrida’nın, metnin dışında bir şey olmadığını ifade eden sözünü hatırlatmakta ve kısaca, dil ile kavranılabilir olanın dışında bir gerçekliğin olmadığı anlamına gelmektedir. Diskur/söylem, Foucoult için, toplumsal hayatın sınırlarını çizen ve
düzenleyen iktidarın hükümranlık vasıtası olarak kullandığı dildir. Söylemler, iktidarın
ayrıştırma mekanizmalarıyla bağlantılı dil yönetmelikleridir. Söylemler vasıtasıyla neyin
söylenebileceği ve neyin söylenemeyeceği belirlenmektedir. İlgiler ve ihtiyaçlar, basitçe
öylesine meydana gelen değil, söylemler tarafından inşa edilen olgulardır. Foucoult ayrıca dilin, ferdi eylemler dolayısıyla değil, söylemler vasıtasıyla belirlendiğine inanmaktadır. Bu aslında, fertlerin dahi öylesine basitçe değil, hükümran söylemler vasıtasıyla
oluşturulduğu anlamına gelmektedir. Söylem analizleri kendilerini ne yazarına nispet
edilen metin incelemelerine, ne de metnin biçimsel yapılarının araştırılmasına adamaktadırlar. Söylem analizlerini ilgilendiren daha çok, çeşitli söylem unsurlarından oluşan
kombinasyonlar üzerinden kendini ifadeye kavuşturan anlamları ortaya çıkarmaktır. Demek oluyor ki söylem analizleri esasen ifade üretiminin kurallarının ne olduğu sorusunu
yöneltmektedir (Foucoult, 1974, 1991, 1978, 2003 ).
Foucoult’tan sonra birçok söylem analizleri için çeşitli, davranış teorileri ve metin analizleri veya hermenötik ve post-yapısalcı kabullerle kombine edilebilecek yaklaşımlar
sergilenmiştir. Netice itibariyle çıkış noktalarının ve yöneldikleri hedeflerin, analizi
yapanların arka planda duran dünya görüşlerinin farklı olması dolayısıyla söylem analizlerinin üzerinde birleştikleri bir yöntem bulunmamaktadır. Bu bağlamda örneğin
öne çıkan isimlerden biri Jürgen Habermas’tır. Foucolt’un aksine Habermas, söylemi
rasyonel ve iktidara karşı tarafsız kalan mercilerin dili olarak görmekte ve böylece
dile Foucoult’dan çok daha farklı tesir kudreti atfetmektedir. Habermas’a göre dile
sosyal çevreyi, gerçeklik tasavvurlarını ve nihayet özneyi yapılandıran kurumsallaşmış bir hakikat söylemi olarak bakmak doğru değildir. Kendini, Batı felsefesinde 20.
Yüzyılda gerçekleşen linguistic turn’ün temsilcisi olarak gören Habermas dili insan
olmanın en belirleyici vasfı olarak kabul etmektedir. Geliştiridği söylem etiği kavramıyla dikkat çeken Habermas’a göre söylem, komünikatif (iletişimsel) rasyonelliğin
bir sahnesidir. Söylem, iddiaların hakikati ve normların geçerliliği üzerine yapılan
delillere dayanan bir diyalogdur. Rasyonel söylem’in, geçerlilik iddialarının problemli
alanlarına ilişkin uzlaşma denemesidir. Fakat bu uzlaşma arayışının, tarafsızlık, özgürlük ve eşitlik ilkesine bağlı, tarafların eylem vaatlerine sorumluluk yükleyen komünikasyon şartlarının yerine getirildiği ortamda yapılması gerekmektedir. Habermas’a
göre rasyonel olan, enter-subjektif/özneler-arası, bir topluluğun bütün katılımcıları
tarafından kabul edilmiş olan hakikattir. Üzerinde uzlaşılan ifade olarak ortaya çıkan
komünikatif hakikat, aynı şekilde komünikatif davranışları gerektirmektedir. Daima
uzlaşmayı amaçlayan ve eylem vaatleri içeren ifadeler, sadece öznel ilgileri gözeten
stratejik davranışlardan farklıdır, sadece teorik değil aynı zamanda pratik bir operas512
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
yon birlikteliği (ko-operasyon) öngörmektedir. Habermas’ın bu ideal hakikate karşı
gerçekleştirilmek istenen kooperatif bir suikast girişimini çağrıştıran söylemsel hakikat (hakikat teorisi) anlayışı, dile içkin olan rasyonellik üzerine kurulu bir konsensüsü
grup içinde mümkün görmekte, fakat öte yandan, özne/öznellik ve özneler-arasılık
kavramlarından hareketle hakikatin evrensel geçerliliğin sağlanamayacağını, modernizm projesinin artık kurtarılamayacağını anladığı ölçüde kendi çıkmazıyla ve kısır
döngüsüyle yüzleşmektedir.
Bu durumu pekâlâ gördüğü anlaşılan Jean-François Lyotard’a göre diskurun, çeşitli
söylem biçimlerlerinin çeşitliliği olarak anlaşılması gerekmektedir. Söylemlerin çeşitliliğinin ve göreceliliğinin ötesine geçilemeyeceğinin, evrensel kurallara bağlanamayacağının artık anlaşılma zamanı gelmiştir. Tek bir söylem değil, söylem türleri vardır.
Bu türleri kendi aralarındaki çeşitliliği ve göreceliliği gözeterek, bilimsel, iktisadi,
felsefi ve anlatımsal (narratif) türler ve tarzlar olarak ifadelendirmek mümkündür. Ayrıca hiçbir söylem türü ve tarzı diğeri üzerinde hükümranlık kurabilme hakkına ve
salahiyetine sahip değildir. Farklı söylem türleri karşı karşıya geldiklerinde kaçınılmaz olarak bir zıtlık ve çatışma meydana gelmektedir. Bu durumda yapılabilecek olan
en iyi şey, bütünlük iddiasından ziyade ki zaten aklın salahiyetinde olmayan böyle
bir şeyin mümkün olmadığı anlaşılmıştır, söylem ve bilgi biçimlerini, her şeyi kapsama iddiasında bulunan bir fikir çatısı altında uzlaştırmaya çalışmaksızın, çatışmasına
müsaade etmek ve bir tür muhalefet felsefesi geliştirmektir. Ne ki evrensellik, genel
geçerlik iddiası taşıyan bütün söylemler bozguna uğramıştır. Her şeyin üstünde düzenlenebilecek bir yargı kuralı bulunmamaktadır. İfadelerin, uzlaşmayı (konsensüs)
mümkün kıldıkları nispette meşruiyet kazanacaklarını söylemek anlamlı değildir. Uzlaşmanın, tartışmanın gayesi olduğunu söylemek, apaçık bir saldırganlıktır. Ortaklaşılan bilgi, genel geçer evrensel yargılar üzerinde uzlaşılamayacağını ortaya çıkaran
bilgidir. Belki ancak bu şekilde şimdiye kadar bilin(e)memiş ve tanın(a)mamış olanın,
asıl hakkında konuşulması gerekenin, fakat söylemlerin hakkında sustuğu, ifadeye henüz kavuşturul(a)mamış olanın vurgulanması mümkün olabilecektir (Lyotard, 1989;
2006). Fakat öte yandan, kendi sınırlarını/sınırlılığını tanımasını gerektiren bu durum,
akla asla kesin olarak bilinemeyecek ve tanınamayacak olana nispetle görecelileşmekten ve kendiyle çatışmaktan başka bir çıkar yol bırakmamaktadır.
7. Sonuç ve Değerlendirme
Geçmişten günümüze kadar yapılan medya analizlerinin büyük çoğunluğunu, nispet noktaları ve değerlendirme temayüllerini dikkate almak suretiyle birkaç kategori altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki, günümüzde gittikçe rağbet
görmeye başlayan, medyanın algılayıcılar üzerindeki muhtemel etkilerini gerçekleştirebilmek için kendi içinde nasıl davrandığı sorusuna yönelen yaklaşımlardır.
Medya algılayıcısından çok üretim sürecini ve biçimini dikkate alan söz konusu
yaklaşımlar ya davranışlara yönelik belirli bir ön anlayıştan hareket etmekteler
veya analizleri süresince ve sonunda belirli bir davranış teorisi oluşturma gayesini gütmektedirler. Her halükarda verilerin/olguların yorumlanmasını gerektiren
böylesine bir yaklaşım medya içerikleri kadar medya içeriklerini oluşturan yönetmenlerin/yazarların davranış tarzlarının da tahlilini, yazarın yazdığı şeyi ni513
Rıdvan Şentürk
çin yazdığı sorusunun cevaplanmasını gerektirmektedir. Örneğin belirli hedefleri
gözeten akıl davranışlarını esas alan yaklaşımlar daha çok kullanışlılığı, ticari
faydayı esas almakta, davranışları bir tür homo economicus anlayışına uygun biçimde analiz etmektedirler. Öte yandan daha çok kuralları dikkate alan davranış
teorileri ise, fayda hesabından ziyade, geçerli kültürel değerler, toplumsal kurallar
ve nihayet nispet ettikleri anlayışı temsil eden homo sociologicus tarafından toplumsal
kültürel çevrenin yeniden üretilmesi süreçlerine ilgi duymaktadırlar. Ayrıca anlayışların nasıl oluştuğu ve karşılıklı etkileşimde bulunduğu sorularının peşine düşen medya
analizlerinden bahsetmek mümkün gözükmektedir. Bu durumda medya içeriklerinin
yazarının homo communicans olarak kabul edildiği, davranışlarının (medya içeriklerini belirleme tarzının) biyografik tecrübelerini ifade eden kontekst ile bağlantılı bir
biçimde mütalaa edildiği görülmektedir.
Elbette, medyanın kendisini ve üretim süreçlerini daha çok sistematik bir süreç olarak
değerlendiren, bu çerçevede diğer farklı kültürel ve politik yapılarla ilişkisini sorgulayan, ortaya çıkan medya davranışlarını bu bağlamda analiz etmeye çalışan yaklaşımlara da bulunmaktadır. Ancak, hermenötik alanındaki tartışmalarda söz konusu olduğu
gibi, davranış teorileri arasında da kesişen bir ufkun belirlenememesi dikkat çekmektedir.
Medya analizi alanında ayrı bir kategori oluşturabilecek temel bir başka yaklaşım ise,
araştırmalarında medya içerikleri ve üretim süreçlerinden daha çok, medya içeriklerinin algılayıcısına odaklanmaktadır. Yaklaşım, medyadan daha ziyade, medyanın etkisini araştıran yöntemler geliştirmeye çalışmaktadır.
Söz konusu yaklaşım, her algının, algılayıcının niyetine, maksadına, sahip olduğu
ahlaki ve kültürel değerlere, dünya görüşüne, bilgisine ve tecrübelerine bağlı olduğu gerçeğinden hareketle, medyatik mesajların anlamlarının ve etkilerinin algılayıcıya nispetle araştırılması gerektiğine inanmaktadır. Bu bağlamda, algılayıcının medya ürünlerine hangi anlamı yüklediği, algılayıcın medya tarafından aktarılan anlam
ilişkilerini nasıl yeniden ürettiği, algılayıcının kendi medya algısına hangi düzeyde
bir gerçeklik değeri yüklediği gibi temel sorular yöneltilmektedir. Bütün bu soruların
cevaplanabilmesi için ayrıca, algının durumsallığa olan bağımlılığı, toplumsal çevre
şartları, kişilik özelliklerinin de dikkate alınması gerekmektedir.
Özetlemek gerekirse, medya etkilerini esas alan araştırmaların odağında, gerçeklikten ziyade algılayıcı özne, bulunmaktadır. Algılayıcı özne için resim ve sözcüklerde
ifadeye kavuşan sembolik işaretlerin algı, düşünce ve duygu yapıları vasıtasıyla nasıl
meydana geldiği sorusu araştırmaların temelini oluşturmaktadır. Ancak, yaklaşımların
yalnızca özne üzerine odaklanması ve takılıp kalması, hiç değilse bile bilgi teorisi açısından çelişki oluşturmaktadır. Zira söz konusu yaklaşımlarda, tüm çıplaklığı ile idrak
edilmesi imkânsız olsa da, bütün algılamalara temel teşkil eden ve mevcudiyetinden
şüphe edilemeyecek olan nesnel gerçeklik küçümsenmektedir. Kaldı ki araştırmacının,
algılayıcının algısına yaklaşabilmesi ancak hermenötik dairenin çevrimselliği içinde
ve nispetinde mümkündür.
514
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
Teorik çeşitliliği çok daha genel kategoriler altında sınıflamak mümkün gözükmektedir. Bu çerçevede medya ve iletişim teorilerini sınıflandırırken, gerçekliği ve oluş
süreçlerini açıklama iddiasında bulunmaksın ve değer yükleminden kaçınarak tasvir
yaklaşımlar, deskriptif teoriler olarak adlandırılmaya uygun düşmektedir. Tasvirin
ötesinde oluş süreçlerinin ardında mekanik bir yapı, nedensellik veya kurallara uygunluk/düzenlilik öngörmek suretiyle olayları açıklama iddiasında bulunan reduktif (indirgemeci) teorilerden söz açmak da pekâlâ mümkündür. Bu tür teorileri daha kapsayıcı
bir ifadeyle, fiziği, hareketi ve davranışları esas alan, belirli bir tabiat anlayışından,
nesnelerin tabii düzeninin ne ve nasıl olduğu hakkında ileri sürülen ön-kabullerden/
aksiyomlardan hareket eden natüralist yaklaşımlar biçiminde sınıflandırmak mümkün
gözükmektedir.
Söz konusu natüralist yaklaşımların karşı ucunda duran konstrüktivist teorileri ayrı
bir kategoride değerlendirmek gerekmektedir. Natüralist teoriler tarafından nesnelerin bilgisine ulaşmak için araç olarak kullanılan kavramlar konstrüktivist teoriler için
teleolojik bir önem arz etmektedirler. Konstrüktivist olarak tanımlanabilecek teoriler
öncelikle kendine özgü bir mantıksal kurguya sahip sistemler inşa etmeye çalışmaktadırlar. Söz konusu çabayı örneğin, her ne kadar kapalı sistemlere karşı gelse de,
Hegelyanizm ve Marksizm’in mirasının izlerini taşıyan Frankfurt Okulu’nun eleştirel
teorisinde görmek mümkündür. Ayrıca Habermas’ın komünikatif eylem ve Luhmann’ın
sistem teorisini aynı sınıflama içinde değerlendirmek mümkün gözükmektedir. Konstrüktivist yaklaşımlarda gerçekliğin durumundan veya tabiatın tasvirinden ziyade teorik inşanın mimarisine önem atfedildiği anlaşılmaktadır. Bu türden inşa edilen teorik
bir yapı, özenle döşenmiş katları ve odaları olan ve mimarının açılan pencerelerden
etrafını çevreleyen gerçeklik manzarasına bakabileceği bir mekâna, bir başka deyişle
uçurumların kenarına kurulmuş bir balkona benzemekte ve teorik ifade ile gerçekliğin
örtüşüp-örtüşmemesi sorununu daha da derinleştirmektedir.
Teoriler, toplumsal hayatın biçimlenmesinde önemli roller üstlenen komünikatif düzenin tabiatı veya karakteristik özelliklerini dile getirirken, sadece iyi bir teori olma
amacı gütmemekte, aynı zamanda ideal toplum ve iletişim düzeni hakkında fikir yürütmektedirler. Zira bir teorinin toplumun veya iletişim ağının yapısal özelliklerini
araştırması ancak ideal model anlayışından hareket etmesiyle mümkündür. Bu sadece
idealist veya rasyonalist değil, aynı zamanda, Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorisi için
de geçerli bir durumdur. Bourdieu und Giddens’in kesinlik iddiası taşımayan, natüralizm ve konstrüktivizm arasında gezinen ve bilimsel olmayan gerçeklik tasarımlarına
refleksiyon kuran teorileri bile nihayet indirgenebilecekleri temel kabullere uygun normatif terkipler içermektedirler.
Teoriler belirli bir gaye ve model anlayışından hareket etmeleri sebebiyle, inşa ettikleri
mimariye temel teşkil eden sabit ve sarsılmaz bilgiye sahip oldukları, bu bilgiye dayanarak tasvir edilen, açıklanan, anlamlandırılan ve değerlendirilen nesneleri/hadiseleri
tanımlayabildikleri intibaını uyandırmaktadırlar. Ancak teoriler, her biri farklı bir aksiyomdan hareket etmesi sebebiyle birbiriyle örtüşmemekte, dahası ortak bir ufuk çizgisi oluşturamamaktadırlar. Teoriler, değişik bilim dallarında olduğu gibi, açık, kesin
olarak kapanmamış süreçlere işaret etmektedirler. Gerçekten de bilimler gibi teoriler
515
Rıdvan Şentürk
de sadece bilgiyi inşa etmemekte, aynı zamanda diğer teorilerin kendi içine kapanmışlık ve kesinlik iddialarını sarsmaktadırlar. Sarsılan ve kesinlik iddiası müphemleşen
bilgiler yeni teorilerin doğmasına imkân vermekte ve süreç bu şekilde devam etmektedir. Bu durum teorik sınıflamalar içinde henüz düşünülmemiş olana ve düşünülemeyene açık olan, her türlü ihtimali gözetmeye çalışan hermenötik geleneğin daha esnek
olduğunu göstermektedir. Fakat bu esneklik, hermenötik geleneğin uzun soluklu olduğu, daha açık bir ifadeyle günümüzde de geçerli olduğu anlamına gelmemektedir. Zira
günümüzde konstrüktivist veya natüralist teori inşa etmenin yahut hermenötik tasarımı
ifade edebilecek gelenekselliğin eskisi gibi pek mümkün olmadığı görülmektedir.
Medya ve iletişim alanında gerçekleştirilen teorik çalışmalar incelenirken, teorilerle
araştırma alanları arasındaki karşılıklı etkileşim süreçlerinin mutlaka dikkate almak
gerekmektedir. Zira teorik alandaki çeşitlenme ve değişiklikler, araştırma alanlarındaki
gelişme, değişim ve dönüşümlerle yakından alakalıdır. Bu bağlamda araştırma alanının daima bilimsel çalışmanın her defasında kavramsal düzeyde yeniden inşa edilmesi,
onu, bilimsel tartışmaların nesnesi kılmaktadır. Bu durum esasen teorik gelişmelerin,
deneysel araştırmaların, ekonomik, kültürel ve toplumsal dönüşümlerin nasıl karşılıklı
olarak birbirlerine bağlı olduklarını göstermektedir. Nitekim modern sonrası teknolojik, kültürel ve toplumsal gelişmelerin tecrübe edildiği günümüzde klasik teori ve
temel anlayışının geçerliliğini yitirmeye başladığı, daha çok sınırlar-arasılıktan ve sınır- aşımlarımdan bahsedilebileceğini ileri sürmek mümkün gözükmektedir.
Günümüzde özellikle medya ve iletişim alanında eski klasik tarzda belirli alanlara bölünmüş teorilere rastlanmamakta ve gün geçtikçe daha da zorlaşmaktadır. Son dönemde sadece iletişim teorileri değil, teorilerin araştırma nesnesi olan medya ve araçları da
değişim-dönüşüme maruz kalmakta, yeni teorik çalışmalar daha çok medya ile ilişki
kuran ve önemini artıran sosyoloji gibi diğer bilim dallarından beslenerek disiplinler
arası bir özellik kazanmaya çalışmaktadırlar. Yeni çalışmalarda alan sınırlamasından
ziyade değişik söylemleri ve disiplinleri dikkate alan ve onların ifade ettikleri sınırları
aşan integral bakış açılarının yansıtılması önem kazanmaktadır. Bakış açıları ve bilimsel disiplinlerin sınırlarını aşmayı öngören integral teorileri ilk bakışta kategorize
etmek zor görünmektedir. Yine de bu teorileri deneyselliği öne çıkaran ve içeriksel
hedefler belirleyen çalışmalar biçiminde ayrıştırmak mümkün gözükmektedir. Deneyselliği öne çıkaran ve niceliksel bir biçimde temellendirilen yöntemlere dayanan teoriler daha çok araştırma alanı için gerekli olan bağlantıları yansıtabilecek matematik
ifadelere müracaat etmektedirler. Öte yandan içeriksel hedefler belirleyen teorilerde
ise niteliksel biçimde temellendirilen yöntemler geçerli olmakta, daha çok araştırma
alanını örneklemelerle tasvir ederek yapı ve süreç olarak kavramaya çalışan değişik
ifadeler ve aksiyomlar arasındaki bağlantılar öne çıkmaktadır. Sınır aşımını öngören
üçüncü kategoriyi ise, deneysel verilere dayanmayan ve dolayısıyla deneysel biçimde
sınanamayan, fakat deneysel çalışmalar için teorik çerçeveler sunan, örneğin bireyselleşme, küreselleşme ve medyatikleşme gibi süreçler hakkında integral görüşler öne
süren meta-teoriler oluşturmaktadır. Günümüzde daha çok itibar gören ve medya ve
iletişim alanının temel teorilerine dönüşen meta-teorileri kendi aralarında ayrıştırmak
diğerlerine göre daha da zor görünmektedir. Söz konusu teoriler birbirlerinden farklı
516
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl: 11 Sayı: 21 Bahar 2012 / 1 s.493-518
biçimde, örneğin medya, kültür, eylem, sistem veya toplum kavramı üzerine odaklansalar da, odaklanmadıkları diğer tartışma alanlarıyla bağlantılar kurmakta ve geniş bir
sorgulama alanı sunmaktadırlar.
Günümüzde daha çok postmodern durum olarak ifade edilen gerçeklik ve bilimsellik
şartlarının dekonsrüktivist, polisemantik, paralojik, çok açılı ve çok mantıklı değerlendirmeleri yapılmaktadır. Paul Virillio, Jean Baudrillard ve Zygmunt Bauman gibi
isimler medya ve iletişim sorunlarını da içeren eserlerinde teorik mimarileri, sistemleri açmaya, temellendirme ve kesinlik ifade eden neticelerini müphemleştirmeye, tek
bir bakış açısıyla her şeye hâkim olmanın imkânsızlığını gösterecek biçimde düşünülemeyene işaret etmeye ve bakış açılarını çoğaltmaya çalışmaktadırlar. Medya ve
iletişim alanında son dönemde öne çıkan Roberto Simanowski, Dick Higgins, Irina
Rajewsky gibi araştırmacılar çalışmalarında konstrüktivist ve söylemsel anlayıştan çok kolaj, metinler-arasılık, transformasyon mantığı, medyalar-arasılık,
transmedya ve multi-medya kavramlarından hareket ederek, daha çok teori üreten özne kavramından ziyade özne ve öznelliğin birçok tarihsel, söylemsel, kültürel ve medyatik unsurun kesişme noktasında efekt olarak üretilmesinin biçim ve
tarzlarının tecrübe edildiği modern sonrası sürecin izini sürmeye çalışmaktadırlar. Bu durum, insanın ontolojik hakikatinden bağımsız düşünülemeyecek olan
ahlak kavramının paranteze alındığı ve dışlandığı ölçüde nasıl bütün sorunsallığı
ile ve önemini artırarak medya ve iletişim teorilerinin tartışma alanına geri döndüğünü göstermektedir.
Kaynakça
- Dilthey, W., (2008), Gesammelte Schriften I-X, Göttingen Zürich, Vandenhoeck &
Ruprecht.
- Foucoult, M., (1974), Die Ordnung der Dinge, Frankfurt am Main, Suhrkamp.
- Foucoult, M., (1978), Dispositive der Macht, Michel Foucault über Sexualität,
Wissen und Wahrheit, Berlin, Merve.
- Foucoult, M., (1991), Die Ordnung des Diskurses, Frankfurt am Main, Fischer.
- Foucoult, M., (2003), Archäologie des Wissens, Frankfurt am Main, Suhrkamp.
- Gadamer, H., G. (1975), Wahrheit und Methode, Tübingen, J.C.B.Mohr.
- Giddens, A., (1991), Modernity and self-ıdentity, Self and society in the late modern age, Cambridge, Polity Pres.
- Goffman, E., (1961), Encounters. Two studies in the sociology of ınteraction, Indianapolis, in: Bobbs-Merrill, Interaktion, (1973): Spaß am Spiel. Rollendistanz,
München, Piper.
- Goffman, E., (1974), Frame Analysis. An Essay on the Organization of Experience, New York, Harper & Row.
517
Rıdvan Şentürk
- Goffman, E., (1981a), Forms of talk, Oxford, Blackwell.
- Goffman, E., (1981b), Geschlecht und Werbung, Frankfurt a.M., Suhrkamp.
- Goffman, E., (1982), Das Individuum im öffentlichen Austausch. Mikrostudien
zur öffentlichen Ordnung, Frankfurt, Suhrkamp.
- Goffman, E., (1983), The ınteraction order, American Sociological Review 48:
1–17.
- Goffman, E., (2003), Wir alle spielen Theater: Die Selbstdarstellung im Alltag,
München, Piper.
- Harvey, D., (1989), The condition of postmodernity. An enquiry into the origins of
cultural change, Oxford, Basil Blackwell.
- Harvey, D., (1993), Social Justice and the City, Oxford, Basil Blackwell.
- Harvey, D., (2001), Spaces of capital: towards a critical geography, New York,
Routledge.
- Heidegger, M., (1993), Sein und Zeit, Tübingen, Max Niemeyer Verlag.
- Husserl, E., (1981), Philosophie als strenge Wissenschaft, Frankfurt am Main,
Klostermann.
- Jäckel, M., (2005), Medienwirkungen. Ein Studienbuch zur Einführung, 3., überarb. und erweit. Wiesbaden, Westdeutscher Verlag.
- Luhmann, N., (1971), Sinn als Grundbegriff der Soziologie, In: Jürgen Habermas
& Niklas Luhmann, Theorie der Gesellschaft oder Sozialtechnologie, Frankfurt
a.M., Suhrkamp.
- Luhmann, N., (1984), Soziale Systeme. Grundriß einer allgemeinen Theorie, Frankfurt am Main, Suhrkamp.
- Luhmann, N., (2002), Einführung in die Systemtheorie, Heidelberg, Carl-AuerSysteme-Verlag.
- Lyotard, J.-F., (1989), Das postmoderne Wissen, Wien, Passagen Verlag.
- Lyotard, J.-F., (2006), Der Widerstreit, München, Fink.
- Mead, H. G., (1934), Mind, self and society, Chicago, University Of Chicago
Pres.
- Meyrowitz, J., (1987), Die Fernseh-Gesellschaft, Weinheim/Basel, Beltz Verlag.
- Pöggeler, O., (1994), Der Denkweg Martin Heideggers, Stuttgart, Neske.
- Robertson, R., (1992), Globalization: social theory and global culture, London,
Sage.
518
Download