ATATÜRK İLKELERİ ÜZERİNE MAKALELER

advertisement
ATATÜRK İLKELERİ ÜZERİNE
MAKALELER
- II -
Ulusal Egemenlik ve Atatürk
Her yıl 23 Nisan günü, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan TBMM’nin kuruluşunun
yıldönümü olarak kutlanmaktadır. Bu nedenle Atatürk ile Millî Egemenlik arasındaki ilgi güncel
bir konudur. Bilindiği gibi, geniş bir tanım ile Atatürkçülük, Türk milletinin tam bağımsızlığa,
huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve iklin
rehberliğinde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması, amacı ile esasları Atatürk tarafından
belirtilen fikir ve ilkelerin bütünüdür.
Güçlü bir devleti öngören Atatürk’e göre, Türk Devleti’nin dayandığı esaslar, tam bağımsızlık ve
kayıtsız şartsız milli egemenliktir. Atatürk tam bağımsızlığı, “siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî,
kültürel, kısaca her hususta bağımsızlık ve serbestlik” olarak tanımlamaktadır.
Milli egemenlik ilkesinin oluşmasını sağlayan Amasya Tamimi’nin “Milletin azim ve kararı” ve
Erzurum Kongresi’nin bir ürünü olan “Millî Kuvvetleri amil ve Millî İradeyi Egemen Kılmak”
esası, Sivas Kongresi’nde millet temsilcilerinin oybirliği ile kuvvetlendirilmiş, Sivas Kongresi
esnasında millî hareketin organı olarak “îradeî Milliye” gazetesi çıkarılmış, 27 Aralık 1919’da
Ankara’ya gelen Mustafa Kemal, 10 Ocak 1920’den itibaren “Hakimiyet-i Milliye”i yayınlamaya
başlamıştır. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, idare usulü
halkın kendi kendini idare etmesi esasına dayanır” şekli ile TBMM tarafından benimsenmiştir.
Fakat Atatürk’e göre tam bağımsızlığın ve millî egemenliğin gerçekleşmesi ekonomik güce de
bağlıdır.
Yine Atatürk’e göre, şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve
geleceklerini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. Meselâ Birinci Dünya
Savaşı’na girmek milletin iradesi ile mi olmuştur?.. Muharebeye girdikten sonra da ordularımızın
Romanya’da, Makedonya’da oyalandırılmasını, İran vahalarında ve Kafkas dağlarında perişan
1
edilmesini “milletin iradesi”, uygun görüyor mu idi... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyi, kötü
bir ateşkes yapıldı ve bu şekilde millî onur az çok kurtarıldı sanılıyordu. Fakat sonra Kilikya
düşman tarafından işgal edildi. Çanakkale ve İstanbul’a düşman girdi İzmir, Yunanlıların
hücumuna uğradı. Bu nasıl oldu?.. Millet, egemenliğine sahip değildi. Ve milletin egemenliğini
zorla alanlar milletin iradesini değil, kendi iradelerini uyguluyorlardı. Düşmanla beraber hareket
ediyorlardı.
Atatürk’e göre, “bu kadar acı tecrübeyi geçiren milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye
vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Milletimiz, hiç kimsenin iznine gerek görmeden ve
müsaade etmeyenlere karşı isyan ederek, Milli egemenliğini almış ve öylece kullanmıştır. Milli
egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur.
Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.”
Atatürk şöyle diyor; “Kuvvetliyiz, ordularımız kuvvetlidir. Ordularımızı yaratan, ordularımızı
vücuda getiren milletimiz kuvvetlidir. Bu milleti yaşatan bu vatan sonsuz doğal zenginliklere ve
verimliliğe sahiptir, kuvvetlidir. Fakat efendiler, bu kuvvetlerin üstünde bir kuvvetimiz vardır ki,
o da milli egemenliğimizi idrak etmiş ve onu doğrudan doğruya halkın eline vermiş, halkın
elinden tutmuş ve tutabileceğimizi gerçekten ispat etmiş olmaktır.”
Ağaoğlu Ahmet, 12 Mayıs 1922 tarihli Hakimiyet-i Milliye’deki makalesinde; “Menşe itibarlı
dünyanın en meşru hükümeti olan Ankara, mahiyet itibarı ile gerek dinen, gerek örfen en
makbulüdür.. Çünkü hakimiyet ve irade-i milliye usullerine mebnidir” diyor.
Yine Atatürk’e göre; “Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet
kurmuştur bu devletin dayandığı esaslar “Tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız milli
egemenlik”ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu milli egemenliktir. Milletin
kayıtsız şartsız egemenliğidir... TBMM ve bunun hükümetinin milletten aldığı direktif tam
bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik ilkelerine dayanarak, memleketi bayındırlaştırmak
ve milleti zengin, varlıklı ve mutlu kılmaktır. Milli egemenlik düşmanlığı, üstün bir yeri, değeri
ve şerefi olan bir milletin her şeyini bir anda yok etmeyi amaçlayan suçtan başka bir şey değildir.
Atatürk “Benim gayem, Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini
güçlendirmek ve ebedileştirmektir” diyordu.
***
11 Eylül 1919’da çalışmalarını bitiren Sivas Kongresi’nin, alınan kararları yürütmek üzere,
Mustafa Kemal’in başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye seçtiğini ve Mustafa Kemal’in, Müttefik
Devletlerinin donanmasının top tehditleri altında bulunan İstanbul’da Osmanlı Mebusan
Meclisi’nin toplanmasına karşı çıkmasına rağmen, bu heyetin, meclisin İstanbul’da çalışması
fikrini benimsediğini biliyoruz.
27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, İstanbul’daki meclisin
çalışmaları ile ilgili aldıkları karara göre, meclisteki çalışmaları yürütecek “Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” oluşturulacak, Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçilecek, Sivas
Kongresi kararları onaylanacak ve Misak-ı Milli için mecliste and içilecekti. Ne var ki, 12 Ocak
1920’de İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal’i Meclis Başkanlığı’na
seçmediği gibi, “Müdafaa-i Hukuk Grubu” yerine “Felah-ı Vatan” adlı bir topluluk ortaya çıktı.
Ankara’da söz vermişken, amacı saptıran milletvekillerine Mustafa Kemal’in, “korkaklar,
imansızlar ve cahiller” sözleri ile hitap ettiğini biliyoruz.
2
Bununla birlikte, son Meclisin Sivas Kongresi kararlarını onayladığını ve 28 Ocak 1920’de,
Misak-i Millî’yi kabul ettiğini biliyoruz. Ne var ki bu gelişmeleri de hoş karşılamayan
Müttefikler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal etmişler, 18 Mart’ta çalışmalarına ara
veren Meclis, Padişah tarafından 11 Nisan 1920’de dağıtılmıştır.
Türk ulusunun temsilcisiz kalamayacağına inanan Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de bir seçim
tebliği ile bütün yurtta seçimlere gidilmesini sağlamış, yeniden seçilenlerle, İstanbul’da kaçıp
kurtulanlar (115 kişi), 23 Nisan 1920’ de, bir cuma günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde biraraya gelerek, Kurucu Meclis niteliğinde olağanüstü yetkilerle donatılmış bir hak,
bir ihtilal ve bir “savaş meclisi” karakterini taşıyan bu meclis, başkanlığına Mustafa Kemal’i
seçerek, Ankara’da çalışmalarına başlamıştır.
Bu suretle İstanbul’daki Meclisin dağıtılmasından ortaya çıkan boşluk dolduruluyor ve fakat
meclisin 24 Nisan’da aldığı bir kararda, “Mecliste toplanan ulusal iradeyi, vatanın geleceğini
egemen kılmak esas amaçtır. TBMM’nin üstünde başka bir güç yoktur” denmek suretiyle, asıl
amaç belirtiliyor ve genç Yeni Türk Devleti’nin temelleri atılmış bulunuyordu.
1. TBMM’nin üye sayısı hakkında farklı rakamlar gösterilir. M. Kemal’in yakın arkadaşlarından
Mazhar Müfit Kansu “Erzurum’dan ölümüne kadar Atatürk ile beraber” adlı eserinde TBMM
üyelerinin ayrı ayrı adlarını sıralayarak 399 kişiden oluştuğunu yazar.
Sorunlara azim ve cesaretle eğilen TBMM yönetimi, iç ayaklanmaları ve Ermeni saldırılarını
boşa çıkarıp ve Batı da İnönü Savaşı’nı kazanarak, Yunan ilerlemesine karşı “dur” demek
suretiyle ulusal ve uluslararası alanda süratle prestij kazanıyor, millî mücadeleyi sağlam
temellere oturtuyordu. Bu sözler Mustafa Kemal’e aittir; “Millet işlerinde meşruiyet, ancak millî
kararlara, milletin eğilimlerine dayanmakla elde edilir. Meclis nazariye değil, bir gerçektir. Önce
Meclis, sonra ordu. Milletin azim ve kararı, yüzbinlerce insan ve milyarlarca para demek olan
orduyu yaratacaktır”.
Günün koşulları yönünden bir taraftan “kurucu”, diğer taraftan bir “savaş meclisi” olan bu
meclis, “Kuvvetler Birliği” ilkesini benimseyerek, yasama, yürütme ve yargı güçlerini
bünyesinde toplamış, 29 Nisan 1920 günü Meclisin meşruiyetine söz, yazı ve fiilen karşı
koyanların, meclis üyelerinden kurulacak istiklal Mahkemelerinde yargılanmalarını hükme
bağlayan 2 nolu “Hiyaneti Vataniye Kanunu”nu kabul etmekle, yargı yetkisini elinde tuttuğunu
açıkça ortaya koymuştu.
Bunu, 2 Mayıs 1920’de vekilleri seçmekle ilgili 3 nolu kanun izlemiş, 11 vekilden oluşan icra
Vekilleri Heyeti (kabine) seçilmitir.
Meclis çalışmaları II. grubun zorlu ve sert muhalefetine rağmen, Mustafa Kemal’in
başkanlığında yürütülmüş, bu sonuca ulaşmada Birinci TBMM üyelerinin yurtseverlikleri kadar,
Mustafa Kemal’in daima “olayların üstünde bağdaştırıcı ve uzlaştırıcı tutumu” önemli bir rol
oynamıştır.
“Meclis Hükümeti” olarak adlandırılan bu sistemde bir Meclis vardır ve bütün yetkiler bu
Meclis’te toplanmıştır. Başbakan yoktur. Vekilleri Meclis seçer ve Vekiller Heyetinin gerçek
başkanı TBMM’nin başkanı idi. Meclis başarılı olmayan bir vekilini hemen uzaklaştırıyor ve
yerine yenisini getiriyordu. Bu düzen Yeni Anayasa’nın kabul tarihi olan 20 Ocak 1921’e kadar
sürdü. Bu tarihte hukukî yönden mevcut olan bir boşluk doldurularak, Meclis ilk Anayasa’sına
kavuştu. Bu anayasanın en önemli niteliği; “Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Ulusuna ait”
3
olduğunu söylemek sureti ile, Millî Hakimiyet prensibini açıkça ilk defa anayasa seviyesinde
ülkemize getirmesi olmuştur.
Siyasal iktidarı kullananlar başkalarına emretme ve onları bu emirlere zorlama yetkisini nereden
alırlar? iktidarların kaynağı ve dayanağı nedir? Toplumda yaşayan insanlar onların karar ve
emirlerine niçin itaat ederler? Gerçekten iktidarın rastgele elde edilmeyip, bir hakka dayandığı
fikrinin kabul edilmesi ölçüsünde o iktidar “meşru” bir iktidar olur.
***
İktidarın meşruluğu problemi çok eski zamanlardan beri tartışılan önemli bir sorundur. Meşruluk
problemi modern politika biliminde de önemini korumaktadır.
Siyasal iktidarın meşruluk temeli, önceleri gökyüzünde, tanrıda ve kutsal kaynaklarda aranmıştır.
Kralların iktidarlarını Tanrının kutsal iradesinden aldığı yani iktidar kaynağının “ilahî” olduğu
söylenmiştir, İslam devletlerinde de hükümdarların genellikle iktidarlarını din kuralları ile
pekleştirme yollarına gittikleri görülür. Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişah aynı zamanda
Halifelik sıfatını da üzerinde taşıdığı sürece, hem dünyevî, hem de dinî iktidarın başı olarak çifte
destekten kuvvet almıştır.
Teokratik doktrinler 18. yüzyıl içinde etkinliklerini kaybetmişler, Tabiî Hukuk Mektebi ve
özellikle J.J. Rousseau, iktidarın meşruluk kaynağını gökyüzünde ve tanrı iradesinde değil, fakat
yeryüzünde ve toplumda aramak gerektiği görüşünü işlemiştir. Bu fikirler 1789 Fransız ihtilalini
büyük ölçüde etkilemiş, “ihtilal ideolojisi”nin temel taşlarından biri olarak benimsenen Millî
Egemenlik Doktrini, bir anayasa ilkesi olarak, Fransız pozitif hukukuna yerleşmiş, oradan da
diğer bir çok ülkelere ve bu arada, 1921,1924,1961 ve 1982 Anayasalarımıza girmiştir.
Millî Egemenlik Teorisi’ne göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan insanların kişiliklerinden ayrı
bir manevî kişiliği olan millet, egemenliğin tek ve meşru kaynağı ve sahibidir. Milli Egemenlik
Teorisi, “Egemenlik” anlayışı bakımından herhangi bir yenilik getirmiş değildir. Değişen tek şey;
egemenliğin sahibi ve sujesidir. Eskiden Padişah, Sultan ve Krala ait egemenlik tacı, onun
başından alınarak, milletin başına oturtulmuştur.
Siyasal iktidarın kaynağı konusunda, Fransız ihtilalinden sonra ortaya atılan “Demokratik”
teorilerden biri de, “Millî Egemenlik” teorisinin değişik bir türü olan “Halk Egemenliği”
teorisidir. Siyaset literatüründe çoğu zaman bu ikisi arasında bir ayırım yapılmadığı ve her iki
deyimin aynı anlam da kullanıldığı görülür. Bu tutum bugün için doğru sayılabilir. Zira
günümüzde bu teorilerin pratikte geniş ölçüde birleştiğini görüyoruz. Bunun en açık örneği, 1946
ve 1958 Fransız Anayasalarıdır. Fransız Anayasası hazırlanırken Kurucu Meclis’te Millî
Egemenlik ve Halk Egemenliği teorilerinden hangisinin benimseneceği konusu uzunca
tartışılmış, neticede 1946 Anayasası’na şu karma formül girmiştir; “Milli Egemenlik Fransız
halkına aittir”. 1958 Fransız Anayasası da aynı ifadeyi benimsemiştir. Türkiye’de de daha çok
Millî Egemenlik doktrini kabul edilmekle birlikte, Halk Egemenliği Teorisi’nin de bazı unsurları
uygulanmaktadır. Oy kullanmanın bir hak olarak tanınması ve genel oy ilkesinin kabulü gibi
hükümler ve ayrıca 1982 Anayasası’nın halk oyuna başvurmayı kabul etmesi Halk Egemenliği
doktrininin uygulanışıdır.
Doğrusu istenirse, Millî Egemenlik deyimi zamanımızda, Fransız Hukukçusu Julien Laferriere’in
de dediği gibi, bir teoriyi ifade etmek için değil, ancak politik bir ideali, demokrasi idealini ifade
etmek için kullanılır.
4
Kısaca bu deyim ile ifade edilmek istenen şey, siyasal iktidarın kaynağının halkda olduğunu
belirtmektedir. Yoksa 1982 Anayasası da, 1961 Anayasası gibi, sistemi ve temel yapısı
bakımından, mutlak ve sınırsız bir “Millî irade” edebiyatına hiç de elverişli değildir. Kısaca,
1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nı takiben, “Millî Egemenlik”e yer veren ve fakat “Hukukun
ve Anayasa’nın Egemenliği”ni getiren modern ve demokratik bir Anayasadır.
Egemenlik kavramı da, “Millî Egemenlik Teorisi” de Fransa’da doğmuş tamamen “Fransız
malı”dır. Memleketimize Fransız etkisi ile girmiştir. Anglo-Saxon Demokrasisi’nde bu teori ve
onun dayanağı olan (Millî irade) deyimleri hiç bir zaman yer tutmamıştır. Anayasalarda alışılmış
Millî Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu formülü ile ifade edilen siyasal iktidarın
halkta olduğunu belirtmektir. Anayasa, sadece “Halktan gelen, halka dayalı iktidar fikrini ve
idealinin benimsendiğini açıklar. O kadar.”
23 Nisanlar, 23 Nisan 1920’de Millî Egemenlik esasına göre kurulan Birinci Türkiye Millet
Meclisi’nin kuruluşunun yıldönümü ve Millî Egemenlik bayramıdır. Bu neden ile önce
Egemenlik, sonra da Millî Egemenlik kavramının tarih boyunca geçirdiği gelişme üzerinde, genel
hatları ile de olsa kısaca durmayı yararlı buluyoruz.
Bundan 300 yıldan da fazla bir süre önce ortaya çıkan “Egemennlik” kavramı, Kamu Hukuku ile
Politika Bilimi’nde önemli bir yer tutmuş ve çeşitli teorilerin dayanağı olmuştur. Alman
Hukukçusu George Jellinek’in deyimi ile “Egemenlik”, bir düşünürün çalışma masası başında
bulduğu bir kavram değildir. “Egemenliğin kaynağını, Orta Çağ sonlarını ve Yeni Çağ başlarını
kaplayan zaman içinde cereyan eden olaylarda aramak gerekir. Avrupa’da büyük güçler arasında
kendini gösteren bu üstünlük mücadelesinde taraflar, bir yanda başta Fransız Krallığı olmak
üzere Monarşiler, öte yanda ise Feodalite, Papalık ve Roma-Cermen İmparatorluğu’dur.
***
İşte bu uzun mücadele sırasında, egemenlik kavramı, Fransız Krallarınca, kendilerinden üstün bir
kudret tanımadıklarını ifade eden bir hukukî formül olarak kullanılmıştır. Egemenlik deyiminin
Fransızcadaki karşılığı olan “Souverainete” kökünü, Latincede “En Üstün İktidar” anlamına
gelen “Superanus”den alır.
Egemenlik kavramının ilk defa tanımlamasını yapan ve onu sistemleştiren ünlü Fransız
hukukçusu Jean Bodin’dir. Bodin, 16. yüzyılın sonunda yayınladığı “Devletin Altı Kitabı - Les
Six Livres de la Republique” adlı eserinde, egemenliği, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde
kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar” olarak tanımlıyordu. Bodin’den sonra Hobbes ve
Austin’e kadar Klasik Egemenlik Teorisi’nin başlıca temsilcileri, Egemenliğin mutlak, tek
bölünmez ve devredilemez niteliklerini vurgulamışlardır.
Doğrusu istenirse “Egemenlik” çağdaş anlamda devletin ortaya çıkışında temel vazifesini görmüş
ve Samuel P. Huntington’un belirttiği gibi, siyasal modernleşme sürecinde ileri bir adım
oluşturmuştur.
“Dış ve iç” diye ikiye ayrılan Egemenliğin “Dış Egemenlik” deyiminden kısaca devletin başka
hiçbir devlete bağlı ve tâbi olmaması anlaşılır. Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın hukuki eşitlik
statüsünü devletlerarası ilişkilere temel yapan bu kavramı “Bağımsızlık” deyimi ile ifade etmek
yerinde olur.
İç Egemenlik ise, bir taraftan iktidarın en üstün olma, sınırsız ve mutlak olma gibi niteliklerini
ifade eder, diğer taraftan devlet iktidarının kendisini ifade eden bir deyim olarak kullanılır.
5
Klasik Egemenlik kavramının günümüzde artık geçerli olmadığını vurgulamalıyız. Zira mutlak
ve sınırsız bir iktidar olarak Egemenlik günümüzün “Hukuk Devleti” ile bağdaşamaz. Diğer
taraftan bu kavramın tek ve bölünmez olma nitelikleri ise, Federal Devlet ile Federe Devletler
arasındaki iktidar bölünmesini izah edemez. Nihayet klasik egemenlik teorisi “kuvvetler ayrılığı”
ilkesi ile de çelişki gösterir.
Ne var ki, klasik anlamını yitirmekle beraber Egemenlik kavramı, bugün devlet kudreti veya
“siyasal iktidar” kavramları ile eş anlamda kullanılmaktadır.
Doğrusu istenirse, Egemenliğin modern karşılığı “Kurucu iktidar kavramı”; yani Anayasayı
yapan iktidar olmak gerekir.
Bugün Türkiye’de kurucu iktidar; 1982 Anayasası’nın 4. maddesinde zikredilen 1, 2, 3.
maddeleri dışında diğer bütün maddelerini istediği gibi değiştirebilme yetkisine “hukuken”
sahiptir.
Gerçekten, 1982 Anayasası’nın 4. maddesine göre, “Anayasa’nın 1. maddesindeki Devlet’in
Şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair hüküm ile 2. maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3.
maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
Bu maddelerde yer alan hükümler ise; “Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini ve gereklerini
oluşturur. Öyle ise Atatürk Cumhuriyeti’nin nitelikleri ve ilkeleri “Kurucu İktidar”ın dahi
değiştiremeyeceği hususlardır.
Bu suretle 1982 Anayasası 4. maddesi ile, Atatürkçü ideolojiye, Anayasal düzenin yorumlanış ve
uygulanışında takip edeceği gelişme yönünü oluşturmak görevini vermiştir. Kısaca bu Anayasa,
Monarşiye, otoriter rejimlere, Marksizm-Leninizm’e, Faşizm’e, Teokrasi’ye ve bölgeciliğe
kapalıdır.
***
Demokrasi kendiliğinden hürriyetin gerçekleşmesini sağlar mı? Başka bir deyim ile, kamu
hürriyetleri olmaksızın demokrasi olabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için iki değişik
demokrasi anlayışını vurgulamamız gerekir.
J.J. Rousseau’nun nazariyeciliğini yapıp, Fransız devriminde Robespierre ve Saint Just gibi
politikacıların geliştirdikleri “Çoğunlukçu Demokrasi” anlayışına göre; demokrasi halk
çoğunluğunun kayıtsız ve şartsız iradesine dayanan bir rejimdir. Bir “Sayı Üstünlüğü Rejimi”
olarak ortaya çıkan bu demokrasi anlayışında özellikle azınlığa yani muhalefete hak ve hürriyet
tanınmaz. Bu anlayışın ilk uygulama örneği Fransa’da ihtilalden sonra Birinci Cumhuriyet
Döneminde görülür. 1793-94’de Konvansiyon yönetimi kaynağını halktan alan, fakat hürriyetçi
olmayan bir rejim kurmuştur, ilan edilen insan hak ve hürriyetleri kağıt üzerinde kalmış, en
küçük bir muhalefete, yani azınlıkta kalanlara yer verilmemiş, çok geçmeden başlayan terör
rejiminde de bu gibi kimselerin giyotin ile yok edilmelerinde bile bir sakınca görülmemiş ve
bütün bunlar, Robespierre’in deyimi ile; “demokrasi prensibi adına” yapılmıştır.
Komünist rejimlerin, halka dayandıkları ölçüde, bu anlamda demokrasi de uyguladıkları
söylenebilir.
6
“Çoğunlukçu demokrasi karşısında yer alan ‘Çoğulcu Demokrasi’ anlayışında da” toplumun
yönetimi çoğunluğun iradesine dayanır. Ne var ki, çoğulcu demokraside, çoğunluk iradesi her
istediğini yapabilen mutlak ve sınırsız bir irade değildir.
Yani çoğunlukçu demokraside azınlığın hiçbir rolü olmamasına ve azınlık her zaman çoğunluğa
boyun eğmek zorunda bulunmasına rağmen, Çoğulcu Demokrasi de azınlık “çoğunluk haline
geçebilme” ana hakkına sahip olduğu gibi, bu ana hak muhalefetin gerektirdiği diğer bütün
hakları da beraberinde getirir. Kısaca; Çoğulcu Demokrasi hürriyet düzeni ile ayrılmaz bir bütün
oluşturur ve Marksist demokrasinin aksine olarak, “gelecekteki hürriyet” ütopyası için bugünkü
hürriyeti feda etmez.
Görülüyor ki, ancak Çoğulcu Demokrasi rejimi, kamu hürriyetlerinin gerçekleşmesini sağlayan
yani “özgürlükçü” olan ideal demokratik rejimdir.
Büyük Atatürk Millî Kurtuluş Savaşı’nı; demokrasinin ideali olan millî egemenlik prensibi ile
açmış ve yürümüş, dış bakımdan tam bağımsız bir devlet, içeride de halka dayanan, iktidarını
halktan alan bir hükümet sistemi öngörerek, istibdadın sembolü haline gelen saltanatı, daha sonra
da hilafeti kaldırmıştır. 18. yüzyıl felsefesi ve Fransız İhtilal prensiplerinin temel direği olan millî
egemenlik formülünü kullanan Atatürk’ün özellikle cumhuriyetin kurulmasından itibaren
“Çoğunlukçu Demokrasi”den “Çoğulcu Demokrasiye yöneldiğini görmemek imkansızdır.
Atatürk’ün çeşitli beyanları onun “Özgürlükçü” ve muhalefete rol ve hak tanıyan çoğulcu
demokrasiye taraftar olduğunu göstermektedir. 1930’da Atatürk şöyle diyor; “TBMM’“de ve
millete açık olarak millet işlerinin açıkça tartışılması ve iyi niyetli kişilerin ve partilerin
görüşlerini ortaya koyarak, milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık
ve taraftar olduğum bir sistemdir... Bundan dolayı büyük mecliste yeni bir partinin faaliyete
geçerek millet işlerini serbestçe münakaşa etmesini cumhuriyetin esaslarından sayarım.”
Diğer taraftan Atatürk’ün öteden beri hürriyete verdiği yer ve önemi biliyoruz. Bütün şu sözler
Atatürk’ündür; “Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve
kurtuluşun anası hürriyettir”... “Biz Türkler tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol
olmuş bir milletiz”... “Hürriyetten doğan bunalımlar ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir zaman,
fazla baskının sağladığı sahte güvenlikten daha tehlikeli değildir.”... hürriyet ve bağımsızlık
benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarının en kıymetli miraslarından olan
bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın
meydana gelebilmesi ve devam ettirebilmesi, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip
olması ile mümkündür.”
İşte bütün bu nedenlerden dolayı, Millî Mücadele Savaşını millî egemenlik prensibi ile yürüten
ve Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’de tam anlamı ile çoğulcu-özgürlükçü bir
demokratik rejimin yerleşmesi için gerekli bütün atılımları yapan Atatürk’ü çağdaş çoğulcu
demokrasinin bir lideri, Atatürkçülüğü ise, çağdaş ve özgürlükçü bir ideoloji olarak kabul
ediyoruz.
NOT: Bu Konferans Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı adına 10 Kasım 1995 tarihinde
İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde verilmiştir.
Prof. Dr. İsmet Giritli *
* Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 34, Cilt: XII, Mart 1996
7
ATATÜRK'ÜN DEVLET ADAMLIĞI VASFI
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk büyük bir devlet adamı idi.
Atatürk’ün bu vasfı, gerek yerli gerek yabancı bilim adamları, fikir adamları, büyük askerler ve
devlet adamları tarafından çeşitli inceleme ve yazılara konu teşkil etmiştir. Bu konudaki genel
kanaat, Atatürk’ün modern devlet hayatının gerektirdiği değerlerle dolu müstesna bir şahsiyet
olduğudur. Daha açık bir deyimle Atatürk karizmatik bir liderdir.
Bu incelememizde Atatürk’ün devlet adamlığı vasfını ele almak ve O’nun nasıl bir karizma
olduğunu örnekleriyle açıklamak istiyoruz.
I. GENEL OLARAK LİDERLİK KAVRAMI
Devlet adamının lider olması gerekir. Bu sebeple devlet adamlığı vasfına, liderlik kavramını
inceleyerek başlamak çok yerinde olacaktır.
A. Lider Kimdir?
Kamu yönetimi açısından lider, insanları bir gaye peşinde birleştirebilen kimse olarak
tanımlanabilir. Bir başka deyişle liderlik, insanların, planları ve kararları eyleme
dönüştürmelerini sağlama sanatıdır. Bu husus bir insan becerisidir. Bu yüzden kimi insanlar bu
konuda öbürlerinden daha beceriklidir.
Simon, Smithburg ve Thompson’a göre, bir kimsenin lider olarak kabul edilebilmesi, önce üstün
nitelikleri bulunduğunun kendisini izleyenlerce kabul edilmesine, bu niteliklerin onlara güven
vermesine ve onun etkisini kabullenmelerini sağlamasına bağlıdır. 1
Lider olabilecek kişilerde aranılan vasıfların başında zeka, eğitim, tecrübe üstünlüğü, kişilere yön
verme ve çözüm yolları gösterme gelmektedir.
Diğer yandan, liderin etkisi büyük oranda içinde bulunduğu duruma bağlı olmaktadır. Bu sebeple
bazı hallerde büyük bunalımların büyük liderler getirdiği görülmüştür.
8
B. Karizmatik Lider
Genel olarak “lider” kavramını tanımladıktan ve liderliğin vasıflarını ortaya koyduktan sonra,
konumuzla ilgili olduğu için “karizmatik liderlik” kavramı hakkında kısa bir bilgi vermemiz
gerekmektedir.
Karizma terimini toplumbilime Alman toplumbilimci Ernst Troeltsch kazandırmıştır.
Karizma tabiri, kitleler karşısında olağanüstü saygınlığı ve etkileme gücü bulunan bir yönetici
için kullanılır. Karizmatik güç, Max Weber’e göre, bir birey olarak kendisini aşan, ama kendinde
bulunan bir kutsallığı canlandıran bir kimsenin egemenliğini ifade etmektedir. Kişinin gurup
üzerindeki gücünü kullanması bu aşkınlıktan kaynaklanır.2
Weber, karizmatik otoriteyi, bir kişinin kutsallığına ya da kahramanlık gücüne veya örnek
alınacak vasıflarına ve bu kişi tarafından yönetilenlerin kurulan düzene tam bir teslimiyet içinde
bağlanmaları sonucunda ortaya çıkan otorite tipi olarak tanımlamaktadır. Karizmatik lider,
taraftarlarının gözünde, ortalama insanların üstünde yer alan, onların yararına mucizeler
yaratmaya muktedir kimsedir. Karizmatik liderlik açısından önemli olan, liderin olağanüstü
vasıflarının bulunduğuna dair geniş halk kitlelerinde sağlam bir inanç uyandırmasıdır.
Karizmatik lider bir anlamda büyük buhranların ortaya çıkarttığı bir liderliktir.
II. KARİZMATİK LİDER ATATÜRK
Atatürk’ün liderlik yapısını inceleyen bilim adamları bu liderlik şeklinin “karizmatik liderliğe”
uygun düştüğünü kabul ederler.3
Atatürk, başarıları ve devlet adamlığı vasıflarıyla karizmatik lider olarak kabul edilir. Dankwart
A. Rustow’a göre, “Osmanlı împaratorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişi sırasında
Atatürk’ün oynadığı rol, Weber’in deyimiyle karizmatik niteliktedir.” 4 Gerçekten yeni bir devlet
kurmak üstün bir gücün ve başarının eseridir. Atatürk, üstün kişiliği ile bu üstün gücün ve
başarının adamı olmuştur.
Büyük Atatürk, Türk inkılâbının hem fikrî hazırlığını yapmış, hem de aksiyon alanında onu
başarıya ve zafere ulaştırmıştır, inkılâpçı Atatürk, artık zamanını tamamlamış olduğuna inandığı
bir imparatorluğun üzerine, yepyeni temellere dayanan bir devlet kurmuştur.5
Tarihte çok az lider tarihin akışını değiştirmiş ve “millî lider” veya “tarihî lider” olma niteliğini
kazanmıştır, işte büyük Atatürk, istilaya uğramış ülke topraklarını kurtarmak için milletin
bağrından çıkan ve milletine dayanak Anadolu’yu esaretten kurtarıp yeni bir devlet kuran ve
tarihin akışını değiştiren bir liderdir.
III. ATATÜRK’ÜN ÜSTÜN KİŞİLİĞİ
Büyük adamları büyük milletler yetiştirir. Tarihi büyük adamdan yoksun olan bir millet fakir bir
millettir. Kökünü tarihin derinliklerinden alan yüce Türk Milleti’nin yetiştirmiş olduğu en son
büyük adam Atatürk’tür.
Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin açıklamalarına göre 6, “Atatürk’ün hayatı
incelenecek olursa görülür ki, gençliğinden, okul hayatından itibaren çok canlı ve hareketli bir
yaşayış tarzı vardı. Nerede ve ne rütbede olursa olsun, onu daima bir baş olarak görürüz. Nereye
gitse, hangi mecliste bulunsa, onun derhal bu meclislerin, bu toplantıların reisi olduğu görülür.
9
Hatta genç bir erkânı harb subayı olarak emrinde bulunduğu komutanların dahi çok defalar ona
boyun eğdiklerine şahit oluyoruz.”
20 Temmuz 1922’de Gazi Mustafa Kemal, T. B. M. Meclisi’nden Başkomutanlık yetkisinin
tekrar uzatılması kararını aldıktan sonra, son hazırlıkları bir defa daha gözden geçirmek üzere, o
sırada kendisini ziyaret için Konya’ya kadar gelmiş olan İngiliz Generali Towshend’le görüşmek
bahanesiyle 21 Temmuz 1922’de Ankara’dan ayrıldı. Önce Akşehir’de bulunan Cephe Genel
Karargahı’na uğradı. Taarruz hazırlık planını ismet Paşa ile görüştükten sonra bir defa da
Genelkurmay Başkanı ile birlikte incelemek üzere ayrıldı. 24 Temmuz’da Konya’da General
Towshend’i kabul etti. Birinci Cihan Savaşı’nın bu ünlü Generali, Mustafa Kemal’le yaptığı
görüşmeden sonra büyük bir hayranlıkla kendisinden ayrılmış ve “Ben şimdiye kadar 15
hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmî konuşma yaptım. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh
kudretinin esrarı var.” diyerek onun müstesna kişiliğinin ne kadar büyüsü altında kaldığını
samimi sözlerle belirtmiştir.7
Türk Orduları 1922’de Yunan Orduları’nı Akdeniz’e dökünce İngiltere Parlamentosu büyük bir
toplantı yaptı. Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’nda heyecanlı bir sahne yaşanmıştır. Celse
açılınca İngiliz işçi Partisi lideri Macdonald kürsüye gelerek şöyle seslenir :
-“Nerede Başvekil Lloyd George? Bize ne söz verdi, netice ne oldu? Hazineden büyük paralar
alıp bizi boş yere masraflara soktu. Hani Boğazlar bizim olacak, Anadolu taksim olunacaktı?
Heyhat, hiçbiri olmadı. Bunun hesabını bize versin!”
Dediği zaman, Lloyd George yavaş adımlarla kürsüye geldi:
-“Arkadaşlar! Asırlar pek nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dâhiyi
asrımızda Türk Milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelir?" Der ve
kürsüden iner. Daha sonra Başbakanlıktan istifasını verir.8
Yunanlı fikir adamı Thomas Vaidis’e göre, “Mustafa Kemal’in Türkiye sınırlarını aştığı ve onun
eseri olan yeni Türkiye’ye bütün dünyanın gözlerini büyük bir dikkatle çevirmiş olduğu kabul
edilen bir gerçektir. Pek çokları bu husustan, yani yeni Türkiye’nin Mustafa Kemal’in eseri
olduğundan şüphe etmeye hazırdırlar. Belki hakları da vardır. Bu, olaylara dar, ya da geniş
açıdan bakma meselesidir. Ama şüphe edilemeyecek bir şey varsa o da, yanlış şekilde
açıklanamayacak ve yalanlanamayacak olan direnme fikrinin Türkiye’nin daha iyi bir geleceğe
lâyık olduğu anlayışının, güçlü ve dostlarının saygı gösterdiği, düşmanlarının da korktuğu
Türkiye’nin, geçmişten kalma her şeyle bağını koparmış Türkiye’nin kurulması fikrinin, Mustafa
Kemal’in ruhunda doğduğu, onun zekâsı ile işlendiği ve onun elleriyle gerçekleştirildiğidir.9
Atatürk’ün üstün kişiliği hakkında daha pek çok devlet adamı ve fikir adamının görüşü
mevcuttur. Bunların hepsine burada temas etme imkanımız, mevcut değildir.
Sonuç olarak, Atatürk’ün büyük bir devlet adamı olduğu yerli ve yabancı birçok düşünür ve
bilim adamınca kabul edildiği gibi, büyük devlet adamlarınca da tasdik edilmiştir.
IV. DEVLET ADAMI OLARAK ATATÜRK’ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ
Atatürk’ün kendisine büyük devlet adamı vasfını kazandıran bazı özellikleri vardı. Bu
özelliklerinden, çok önemli bazılarını ele alarak ortaya koymaya çalışacağız.
10
A. Karar Verme Nitelikleri
Atatürk, süratli, kesin ve isabetli karar vermekte mahirdi. Onun kararları plana ve hesaba dayanır,
hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayarak ihtiyatlı hareket ederdi.
Mustafa Kemal cesurdu; çünkü yapacağı işlerde muvaffak olmak için, bütün şartların hazırlığını
tamamlayarak ve karşısındakinin neler yapabileceğini hesap ederek, onlara karşı tedbirli hareket
etmeyi önceden kararlaştırırdı. Örneğin, Büyük Taarruz’a karar verdiği zaman planlarını tespit
ettirirken, düşman kuvvetlerinin mukabil ne gibi hareketler yapabileceğini hesap ettiği ve en kötü
ihtimallere göre dahi, tedbirler almayı önceden düşündüğünü söylemiştir. 10
“İş ve eser, sahibinin karakterini ve kudretini gösteren bir aynadır” sözü boş yere söylenmiş bir
laf sayılmamalıdır. Mustafa Kemal, her yapacağı işi günlerce, bazen aylarca inceden inceye
düşünerek fikren hazırlardı. Bir defa karar verdi mi, onu hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi.
Yaptığı her işte, onun azim ve karakteri açıkça okunurdu. Bugün Türkiye’de elle tutulacak ne
varsa, onun kudret ve kabiliyetinin, yılmak bilmeyen çalışmasının, gece gündüz ara vermeden
didinmesinin meyvesidir.11
Atatürk’ün isabetli ve çabuk karar verme kabiliyetinin gelişmesinde, almış olduğu askerî eğitim
ve tecrübenin büyük katkısı olmuştur. Zira, Atatürk “iyi bir devlet adamı olma” niteliğine
kavuşmadan önce, “iyi bir komutan” idi. Atatürk’ün hayatının önemli bir kısmı “komutan”
olarak geçmiştir. Gerçekten, 18 Ocak 1915’de 19. Tümen Komutanlığı’na atanan Mustafa
Kemal, bundan sonra sırasıyla grup komutanlığı12, kolordu komutanlığı, ordu komutanlığı ve
başkomutanlık görevlerinde bulunmuştur.
Komutanlar, durumları muhakeme ettikten sonra birkaç türlü hareket tarzı ile karşılaşırlar, işte
bunlardan zamana ve şartlara en uygun olanı seçmek komutanlığın hünerleridir ki, fikir ve ruh
kabiliyeti yüksek olanlar isabetli kararlara varmakta güçlük çekmezler. İyi düşünen ve gören bir
çok insan vardır ki bunlar, kararlarını tatbik etmek veya doğru yolu bulmak kudretinden
mahrumdurlar. 13
Mustafa Kemal, görüşlerini kabul ettirmeyi sevmiştir; ama bu asla rastgele bir esinti, bir kapris
sonucu olmamıştır. Her önerisini, her reformu uzun süre kafasında saklamış, uzun uzun
düşünmüş, iyice olgunlaştırmış, sonra ortaya atmıştır. Bununla da yetinmemiş, çevresine nasıl
kabul ettireceğini, sindirilmesini nasıl sağlayabileceğini düşünmüş, etkilerinin ne olacağını
hesaplamış, ancak ondan sonra gündeme koymuştur. Ama yararlı olduğuna kesinlikle inanınca da
her engeli acımasızca ortadan kaldırarak uygulamaya koyulmuştur. 14
Hasan Rıza Soyak’ın anlattığına göre15 bir Amerikalı kadın gazeteci Atatürk’e:
-“İşlerinizde nasıl muvaffak oluyorsunuz? diye sormuş ve şu cevabı almıştı :
-“Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mâni olur, diye düşünürüm :
Engelleri kaldırdın mı iş kendi kendine yürür.”
B. Çalışkanlık
Atatürk için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan,
dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Oturduğu kuru çalışma sandalyesinden kımıldamadan
yirmidört saat aralıksız çalıştığı onun için olağanüstü bir şey değildi. Mücadele yıllarında, normal
muntazam uyku nedir bilmemişti. Atatürk, tarih, dil ve genellikle ülke sorunlarıyla meşgul
11
olduğu zamanlarda, tıpkı savaş meydanında imiş gibi uyumadan çalışmış ve en büyük zevki, en
çok sevdiği milletine en küçük bir fayda sağlamakta ve hizmet edebilmekte bulmuştur. Türk
Milleti’nin kaybetmiş olduğu yüzyılları, çok çalışmakla kapatmak lüzumuna kaniydi. Atatürk
böyle çalıştı ve bugünkü şanlı Türk Milleti’ni ve Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getirdi.16
Atatürk’ün en güvendiği insanlardan biri olan ve onun özel kalem müdürlüğünü ve genel
sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak anlatıyor :17
Atatürk, çalışmaları sırasında, zaman, mekân ve hatta imkân kavramlarıyla kat’iyen bağlı değildi.
Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, resmî, millî veya vatanî bir görev ortaya çıktı mı,
derhal onu yerine getirmeye çalışırdı. Çoğu zaman, herhangi bir gezi anında, kırda, bayırda ısrarı
üzerine otomobil içinde çalıştığımız ve evrak tetkik ettiğimiz zamanlar olmuştur. Eğlenirken,
beni veya bir görevliyi görünce, derhal “beni mi istiyorsunuz?” der ve olumlu cevap alınca,
eğlenceyi bırakır ve görevliyi takip ederdi. Bütün görevliler, emrinde çalışanlar, kendisini her
karar verdiğimiz dakikada, uykuda olsa bile, uyandırmak yetkisini haizdik. Atatürk, eline gelen
bir işi bitirmeden rahat edemezdi. Zaruret mevcut değilse bile, işi ileriye bırakmak âdeti değildi;
bazen hiç durmadan okuduğu, kırksekiz saat çalıştığı da vâkidir.
Bir keresinde, bir İstanbul seyahatinden Ankara’ya dönmüştüm. Derhal köşke gittim,
hizmetçilere Atatürk’ün ne durumda olduğunu sordum, “iki gün, iki gecedir devamlı okuyor,
birkaç defa banyo yaptı ve şezlongda istirahat etti.” dediler. Hemen yatak odasına girdim.
Atatürk, koltuğa bağdaş kurmuş oturuyordu. Genellikle bu şekilde otururdu. Elinde bir tarih
kitabı vardı, bitirmeye çalışıyordu. Bana, “Hoş geldin!” dedikten sonra : “Elime bir kitap geçti,
bilmem ne zamandan beri okuyorum.” diye ilave etti. -"Yorulmadınız mı Paşam?" diye sordum.
-“Hayır!” dedi.
-“Yalnız gözlerim yaşarıyor; fakat onun da çaresini buldum. Biraz tülbend aldırttım ve parça
parça kestirttim. Bu parçalarla gözlerimi siliyorum.” 18
İşte bu örnek, Atatürk’ün çalışmada zaman kavramı tanımadığını göstermektedir.
Atatürk’ün Çanakkale’den itibaren yaverliğini yapmış olan ve onunla Anadolu’ya birlikte geçip,
zaferden sonra milletvekili olan Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün çalışkanlığını şu şekilde dile
getirmektedir:19
Atatürk’ün uyanık geçirdiği zamanla, uykuda geçirdiği süre, kıyaslanamayacak kadar farklıdır.
Atatürk’ün bir insan ömrüne sığamayacak kadar zengin olan mesaisini tasnif ederek açıklayacak
ve detaya girecek değilim. Atatürk’ün durmayan, dinlenmeyen, yıpratıcı çalışma tarzının
açıklanması bu yazıya sığmaz. Ben yalnız Atatürk’ün içinde bulunduğu durum ve olayları tasnif
etmeden ve detaylı izahına girmeden, genel mesaisi içerisinde pek azma temas ederek, çalışması
uğrunda ne için ve ne derece kendini feda ettiğini özetlemeye çalışacağım: Atatürk’ü yakından
tanıyanlar pek iyi bilirler ki, yirmi dört saatlik hayatını hiçbir zaman bir programa
sığdıramamıştı. Zaten onun karşı karşıya kaldığı olaylar, zamana bırakılamayacak kadar acele
karar ve uygulamayı gerektirdiklerinden, programlı bir hayat sürmesine müsaade etmemişlerdi.
Muharebelerde olduğu gibi, günlük devlet işlerinde de, önemine göre bu işin, gece veya
gündüzün her saatinde kendisine arz olunmasını isterdi. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman
geçirdiği kısa hastalıkları hariç, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı.
Genellikle uykuda geçirdiği zamana acırdı. Bir defa bana demişti ki:
12
-"Hayat pek kısa. Çocukluk ve okul hayatı bir kısmını alıyor. Geriye kalanını ise, uyku yarıya
indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve insan vücuduna verdiği dinlenme gıdasını Verecek tabletler
icat edilse... Bir gün o da olacaktır. Nitekim tıp ve kimya ilmi uyutmak için pek güzel ilaçlar
yapmışlardır."
Gülerek ilave etmişti:
-"Bunu daha da genişletebiliriz. Orduların yiyecekleri de bir gün tablet haline getirilebilir. Aylık
yiyeceklerini askerler çantalarında taşıyabilir. Yalnız cephane nakliyatı işi kalır. O da motorlu
araçlarla sağlanır. Böyle bir ordu neler yapmaz?.."20
C. Gerçekçilik
Çok yönlü bir insan olan Atatürk realistti. Atatürk gerçeği arayan ve onu buldukça da kuvveti ve
kudreti artan bir insandı. Hiçbir işi talihe bırakmazdı. Maceracı değil hesapçı idi; açık anlamı ile
gerçekçi idi.
Atatürk 1923 tarihli konuşmasında 2I, “Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve
saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.” demiştir. Keza yine 1931
yılında bir konuşmasında 22, “biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani
oldukça açıklamaya cür’et gösteren adamlar olmalıyız.” demek suretiyle hem gerçekçiliğini
ortaya koymuş, hem de devlet yöneticilerine bir istikamet göstermiştir.
Böylece, hayatı boyunca gerçekçi bir yol izleyen Atatürk, yönetici durumunda olan herkesin ve
hatta devlet memurlarının da gerçekçi olmasını istemiştir.
Atatürk, gerek iç politikada gerekse dış politikada hayalciliği daima büyük bir hata olarak kabul
etmiştir. O’na göre, “dünyanın bugünkü genel şartları ve yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde
biriktirdiği gerçekler karşısında, hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin anlattığı
budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.” 23 Yine Atatürk’e göre, “millî siyaset dediğimiz
zaman kastettiğimiz anlam ve işaret etmek istediğimiz hususlardan birisi de, varılması mümkün
olmayan amaçlar peşinde milletin zamanını alarak onları zarara uğratmamaktır.”24
Atatürk, iç politikada olduğu gibi dış politikada da realistti. Hayalci ve maceracı davranışlardan
milletin neler çektiğini çok iyi bildiğinden, kazanılan zaferleri tehlikeye sokmamak için azami
derecede tedbirli idi.25
Atatürk’ün gerçekçi olmasının en tabii sonucu, bütün işlerinde aklı ve bilimi esas almasında
kendisini göstermektedir.
D. İleri Görüşlülüğü
Atatürk, ileri görüşlü bir devlet adamı idi. Zaten büyük devlet adamlarında bulunması gereken
vasıflardan birisi de ileri görüşlülüktür.
Atatürk’ün ileri görüşlülüğünü kelimelerle anlatmak yerine, bu konuda onun yakınında bulunan
bazı kişilerin anlattığı anıları ele almak çok daha isabetli olacaktır.
Kılıç Ali’nin anlattığına göre 26 Mustafa Kemal, Selanik’te yine bir akşam o zaman sıhhiye
müfettişi olan eski Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok Beylerle
birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar, içerlerken devletin dış siyaseti bahis mevzuu
13
oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal, bir takım acı tenkitler yaptıktan sonra işi latifeye dökmüş
ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek:
-“Bu bozuk siyaseti bir gün doktor vasıtasıyla düzelttireceğim.” deyince yakın ve teklifsiz
arkadaşı olan Nuri Conker:
-“Ne? Ne?... Sen mi düzelttireceksin?”diye küçümseyerek sormuş.
Bunun üzerine Nuri Bey ile arasında şöyle bir konuşma geçmiş;
-“Evet, ben doktoru Hariciye Nazırı yapacağım, bütün falsoları ona tamir ettireceğim.”
Nuri Bey lâtife ederek sormuş :
-“Demek sen doktoru Hariciye Vekili yapacaksın, o halde ya beni?”
-“Seni de vali ve kumandan yaparım!”
Bu konuşmaya hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor :
-“Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?”
Mustafa Kemal, Salih Bey’in bu sualine, biraz düşündükten sonra :
-“Salih seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım.” cevabını verince Nuri Bey yine
dayanamamış, tekrar atılarak : -“Allah’ını seversen sen ne olacaksın ki hepimize şimdiden böyle
bir takım makamlar veriyorsun?” demiş.
Mustafa Kemal, Nuri Bey’in sorduğu bu suale gülerek :
-“Bu memuriyetleri, bu makamları veren ne olursa işte ben o olacağım.” diye cevap vermiş.
Kılıç Ali’nin açıklamasına göre vaktiyle genç bir subay çağında iken arkadaşları arasında cereyan
etmiş olan ve ileri görüşün şayanı hayret bir tezahürü sayılan bu konuşmayı Atatürk, bu
arkadaşlarına sık sık tekrar ettirip anlattırırdı.
Atatürk’ün ileri görüşlülüğü konusunda son derece enteresan bir anıyı da Afet İnan anlatmaktadır
: “Tuhaf bir olaydır belki... Mustafa Kemal’in Mussolini’nin Türkiye hakkındaki beyanatlarından
birisini okuduğu bir andı. Yine hırslandı ve Mussolini için şöyle söyledi: Memleketi için iyi bir
insan değil. Göreceksiniz bunu ayaklarından asacaklar. Ben şaşırmıştım. Ayaklarından asacaklar
ne demekti? Nitekim öyle oldu. Bu husus onun öngörüsü müdür nedir bilemiyorum.”27
Gerçekten Afet înan’ın da belirttiği gibi, Mussolini, İtalyanlar tarafından ayaklarından asılarak
öldürülmüştür.
Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan ve 12 sene onun Hariciye Vekilliğini yapmış bulunan Dr.
Tevfik Rüştü Araş, Atatürk’ün hem çalışkanlığını hem de ileri görüşlülüğünü gösteren bir
hatırasını şu şekilde anlatmaktadır:28
“1920 yılı, ilkbaharın sonlarına doğru bir gün Mustafa Kemal beni Ankara İstasyonu’nun
bitişiğinde ikamet etmekte olduğu evciğe çağırdı. “Yeşil Ordu” adı verilen gizli teşkilat ile ilgili
14
bazı hususları görüştük. Mustafa Kemal o gece bazı arkadaşların da davet edilerek nezdinde
toplanmaklığımızı istedi. Öylece de yapıldı. Hatırımda kaldığına göre o gece dokuz, on kişi kadar
vardık. Bulunanlar arasında sayın Cumhurbaşkanımızı, merhum Muhtar Beyi, merhum Yunus
Nadi Beyi ve Kılıç Ali Beyi iyi hatırlıyorum. Ciddi işler konuşulduğu zaman Atatürk’ün yanında
kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurulmazdı. O geceki görüşme uzunca
sürdü. Bittiği zaman gece yarısını geceli iki saat olmuştu. Toplantıya her zamanki gibi kendisi
başkanlık ediyor ve görüşmeleri o yönetiyordu. Ülke dışından ve içinden çeşitli yerlerden ve
kişilerden gelen raporlar okunmuş, ülkenin kurtuluşu ile ilgili çeşitli konular konuşulmuş ve
aramızda çetin tartışmalardan sonra üzerinde anlaştığımız görüşler ve hatta bazı kararlar sırasıyla
yazılmıştı. Görüşmemiz tümüyle sona erdikten sonra o gece için son kahve içilirken Mustafa
Kemal bana hitap ederek:
-“Bugün öğleden sonra bu konular etrafında bir arkadaşla görüşmüş bazı notlar almıştım. Tevfik
Rüştü, lütfen köşedeki saksının içinde duran o notları alıp okur musun?” dedi.
Tabiatıyla istediği kağıdı bulup okumaya koyuldum. Hepimiz hayret içinde kalmıştık. Saatlerce
üzerinde konuşarak vardığımız ve kendimizin zannettiğimiz kararların hepsinin tamamiyle aynı
olmak üzere o not kağıdında yazılmış olduğunu gördük.”
E. Vatan ve Millet Sevgisi
Vatan ve millet sevgisi, tahsil yıllarından ölümüne kadar Atatürk’ün bütün hayatında kendisine
düstur olmuş en önemli prensiplerden birisidir.
Atatürk’e göre, “millete efendilik yoktur, hizmetkârlık vardır. Bu millete hizmet eden onun
efendisi olur.”
Atatürk bir konuşmasında, bağlı olduğu bu prensibi şu şekilde dile getirmiştir : “Bizim yolumuzu
çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin
binbir facia ve ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”29
Atatürk vatanını karış karış tanımıştı. Onu canından aziz bellemişti. Diyordu ki: “Yurt toprağı!
Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz; fakat sen Türk Milletini
ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk Milletinin
mezarı değilsin. Türk Milleti için yaratıcılığını göster.”
Atatürk, vatan toprakları üzerinde yaşayan milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur. O,
bu sevgiyi “Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur” sözleriyle ifade etmiştir.
Atatürk’te bulunan vatan ve millet sevgisi, daha sonra Atatürkçülüğün bir ilkesi olan
“milliyetçilik ilkesi” şeklinde tezahür etmiş ve devlet hayatına hâkim olan anayasal ilkelerden
biri olmuştur.
Vatan ve millet sevgisinin bir sonucu olarak Atatürk, iç politikada ülke ve devletin menfaatlerini
en üst planda tutar, dış politikada da Türkiye’nin itibarının korunmasına çok dikkat ederdi.
Atatürk dış politikada Türkiye için bir takım istekleri bulunan devlet adamlarına karşı hiçbir
şekilde müsamahakâr değildi ve bunların önlenmesi için daima karşı koymuştur. Afet İnan’ın
nakletmiş olduğu bir olay Atatürk’ün bu niteliğini göstermesi açısından son derece ilgi çekicidir :
Bilindiği gibi o yıllarda Mussolini’nin Türkiye üzerinde büyük bir iddiası vardı. Mussolini eski
Roma İmparatorluğu’nu ihya edecek şekilde bir takım yerlerimize göz koymuştu. Hatta bu arada
15
Habeşistan’ı da istilâ etmişti. Bu dönemde Mussolini’nin bazı beyanatları çıkmakta idi.
Atatürk’ün, bu beyanatları okuduğu zaman çok hırslandığını görüyordum. Kendi kendine, “Nasıl
olur? Bizim memleketimize göz dikemez!” diyordu. Bir 29 Ekim günüydü ve yine Mussolini’nin
Türkiye hakkında böyle bir demeci çıkmıştı. O gün Ankara Palas’ta bütün sefirlere verilecek bir
ziyafet vardı. Atatürk de oraya gidecekti. Fakat Mussolini’nin demeci ile ilgili haberi okuduktan
sonra müthiş hırslandığını gördüm. O sıralarda İtalyan Sefiri de Türkiye’ye yeni gelmiş ve
itimatnamesini yeni vermişti. Yemekte İtalyan Sefiri de Atatürk’ün yan karşısında oturuyordu.
Atatürk’ün sağında ise Tevfik Rüştü Araş oturmaktaydı. Atatürk Tevfik Rüştü Aras’a hitaben
dedi ki: “Ekselâns’a bir şeyler söylemek istiyorum. Tercüme ediniz!” Ve Mussolini’nin o
beyanatı hakkında konuşmaya başladı. Tevfik Rüştü Araş birden çekindi. Bunun üzerine Atatürk,
“Ha... evet! Sen bırak! Ben kendim konuşurum! Tercüme etmene gerek yok!” dedi. Bir de
baktım ki Atatürk, Fransızca olarak doğrudan doğruya sefire hitaben, Mussolini’nin o günkü
beyanatını tenkit ederek yüksek sesle konuşmaya başladı. Tabiî sofradakilerin hepsi sustular ve
dinlemeye başladılar. Halbuki daha evvel aralarında konuşuyorlardı. Atatürk konuşmaya
başlayınca durdular. Bu konuşma o zamanın gazetelerinde çıkmadı. Atatürk konuşmasında,
Mussolini’nin sözlerini şiddetle eleştirdi : “Bizim memleketimize herhangi bir suretle göz
koyamaz, bunu aklından çıkarmalıdır!” dedi. Daha sonra diğer davetlilere dönerek,
“Söylediklerimi dinlediniz. Mussolini’nin sözlerine karşı benim fikirlerim bunlardır. İstiyorum
ki, sayın sefir bunları kendi memleketine, Mussolini’ye olduğu gibi yazsın!” demiştir. Afet İnan,
İtalyan Sefiri’nin bunları yazıp yazmadığını bilmediğini, ancak bu olaya orada bulunanlarla
beraber kendisinin şahit olduğunu ifade etmiştir.30
Operatör Dr. Mim Kemal Öke, Atatürk’ün millî gururumuza verdiği önemi belirtmek için şu
olayı anlatmıştır :31
"Eski Maliye Vekillerinden Raşit Erer, bir gün bana Larousse’da “Türkler siyasî mahkûmlarını
kazıklarlar” diye bir ifadenin mevcut olduğunu göstermişti. Ben de bir akşam yemeğinde bunu
Atatürk’e arzettim. Gazi derhal kütüphanesinden Larousse’u getirterek söz konusu ifadeyi
okuttu. Atatürk fena halde sinirlenmişti. Hemen Hakkı Tarık Us’a bunun düzeltilmesi için gerekli
teşebbüslerde bulunulmasını emir buyurdular. Yeni Larousse’larda artık böyle bir ifadenin
mevcut olmaması Atatürk’ün sayesindedir."
Bu çok basit örnek, Atatürk’ün millî şeref ve haysiyet söz konusu olduğu zaman ne derece hassas
olduğunu göstermektedir.
F. İdealizm
Atatürk bir dava adamı idi. Bunun sonucu olarak büyük idealler peşinde koşmuştur. Gerçekten
yaptıkları ile büyük olan Atatürk, fikir ve idealleri ile de büyüktür.
“Küçük işlerle meşgul olmayınız. Daima büyük davalar peşinde koşunuz; o takdirde eserleriniz
sizden sonra da muammer olur.” Bu veciz ifade Atatürk’ündür. Bugün, Atatürk İnkılâbı’nın
devamı vazifesini üzerlerine alanlar için, O’nun bu veciz işaretinden daha büyük bir ilham
kaynağı bulunamaz. Böylece Atatürk, sadece büyük bir komutan ve büyük bir inkılâpçı olarak
değil, aynı zamanda bir devlet başkanı olarak da, etrafındakilere ve kendinden sonra geleceklere
örnek olmuş bir insandır. 32
Celal Bayar, Atatürk’ün bu sözü için, “Hayatta kendisinden feyiz aldığım nasihatleri arasında
çoğu defa yer alan bu ifadenin manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Büyük adam olmak için
büyük iş görmek lazımmış. Küçük işi herkes görebilir.” 33 demiştir.
16
Millet gerçeğinden hareket eden Atatürk’ün ilk büyük ideali, milletin özgürlüğü ve bağımsızlığı
olmuştur. Özgürlük ve bağımsızlık, Türklüğün şanlı ve şerefli kaderi olmuştur. Atatürk ise,
Türklüğün bu kaderini çizen millî bir kahraman olmuştur.
Vatan kurtaran, özgür ve bağımsız Türkiye idealini gerçekleştiren Atatürk, yeni Türkiye’yi batılı
olmak, modernleştirmek amacı ile çağdaş uygarlık idealine yöneltmiştir.
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen
çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medenî bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın
ana ilkesi budur.”34
Büyük Atatürk büyük idealini Onuncu Yıl Nutku’nda şu şekilde dile getirmektedir :
“Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk Kahramanlığı ve
yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir... Fakat yaptıklarımızı asla kâfi görmeyiz.
Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu
dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş
refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin
üstüne çıkaracağız.”
Atatürk, yüksek idealinin devamı konusunda da yüce Türk Milleti’ne şu görevi vermektedir:
“Bu dünyadan göçerek Türk Milleti’ne veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra
yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır : Benim Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti’ne, Türklüğün
istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere
benim sözümü tekrar ediniz. Bu sözler, bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir.
Bunu her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle son nefesini
verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî
olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola
budur.”35
Atatürk, idealizminin gereği olarak hiçbir zaman şahsî hırs ve ihtiraslar peşinde koşmamış, bu
şekilde hareket eden yöneticilerin ülkeye büyük zararlar vereceğini belirtmiştir : O’na göre, “bir
millette, özellikle bir milletin yönetiminden sorumlu bulunan yöneticilerin kişisel ihtirasları,
kişisel münakaşaları millî ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duygulara galebe çalacak
dereceye varmış olan ülkelerin, dağılmak ve batmaktan sakınabilmesi mümkün değildir.”36
G. İstişare Etmesi
Atatürk’ün otuz yıllık arkadaşı olması nedeniyle özel hayatını çok iyi bilen Süreyya Yiğit bu
konuda şunları söylemektedir :37
-“Atatürk büyük işler hazırlarken asla alkole iltifat etmezdi. Nitekim Erzurum’da iken biz
içerdik. Teklif ettiğimizde kabul etmez, yalnız kahve içerdi. Herhangi bir meseleye karar
vermeden önce herkesin ayrı ayrı fikrini dinlerdi. Korkunç derecede bir irade kuvveti vardı.
İçkiyi irade zaafından değil, düpedüz sarhoş olmak için içerdi.”
Atatürk’ün fikir alışverişine verdiği değeri Hasan Rıza Soyak şu şekilde anlatmaktadır:38
“Atatürk, her görevlinin üzerine aldığı işleri, aklını, zekâsını ve kanunî yetkilerini son haddine
kadar kullanarak, zamanında çözmeye çalışmasını ve sorumluluk almaktan çekinmemesini
17
isterdi. İlgililerin ve görevlilerin görüşlerini dinlemeden, hatta kendileriyle müzakere etmeden bir
konu hakkındaki görüşünü bildirmezdi. Ben maiyetindeki bütün çalışma hayatım esnasında
konuşmadan ve fikir alışverişinde bulunmadan bir emir aldığımı hatırlamıyorum. Aynı zamanda,
birçok konuşmalarımızda kendisine aklına gelen herhangi bir görüşü arzetmekten çekinmek
hissine kapıldığımı da hatırlamıyorum.”
Atatürk 1921 tarihinde, “dünyada hükümet için meşru olan tek bir prensip vardır ki, o da
istişareden ibarettir. Hükümet için ilk ve temel şart yalnız ve yalnız istişare etmektir.” 39 demek
suretiyle fikir alışverişinin devlet hayatındaki önemini vurgulamıştır.
H. Şefkat ve İnsancıllık
Atatürk son derece şefkatli ve insanları seven bir yapıya sahipti. Yüreği millet sevgisi ve insan
sevgisi ile dolu idi.
Atatürk, bu özelliği nedeniyle savaşlara karşı olmuş, ancak “zarurî ve hayatî olması halinde
“savaşa cevaz vermiştir. Atatürk’ün bu konudaki ölçüsü şudur : “Milleti harbe götürünce
vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karsa, “ölmeyeceğiz” diye harbe
girebiliriz. Lakin milletin hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.” 40
Atatürk’ün insancıl vasfı, devlet yönetiminde de kendini göstermektedir. Atatürk bu vasfı sadece
kendi için değil, tüm devlet memurları için bir prensip olarak öngörmüştür.
Gerçekten, 1937 yılında yapmış olduğu bir konuşmada, “İleri hükûmetçiliğin temel prensibi,
halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün
Cumhuriyet memurlarında, bu zihniyetin en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde
olur.”41
Atatürk’e göre, “Diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben, kalpleri kırarak değil,
kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” 42 demiştir. Bunun sonucu olarak büyük Atatürk, gerek
Millî Mücadele’de gerekse zaferden sonra milletinin sevgisiyle iş başarma yolunu tutmuştur.
V. ATATÜRK DİKTATÖR MÜYDÜ?
Bazıları onu bir diktatör olarak kabul ederler, bazıları ise bu görüşü kesinlikle reddederler.
Bulgar fikir adamı Paruşev’e göre, “her iki tarafın da hakkı vardır. O, bir diktatör değildi, ama
gerektiğinde diktatör gibi davranmasını bilmiştir. Onun kişiliği tarihteki diktatörlerin tipik yanları
ile bağdaşmaz. Yönetimlerini koruyabilmek için zulmü seçen diktatörler vardır. Mustafa Kemal,
kendi kişiliğini aşan amaçlarını gerçekleştirmek için diktatörce yollardan yararlanmıştır.
Kişiliğinde kimi kez görülen dalgalanmalar hiçbir zaman bu ya da öteki tez için kanıt olarak
alınamaz. Tarihte, kişilerin özel hayatında dalgalanmalar, toplum içindeki rollerinde karar verici
unsur olamaz. Onlar yalnızca hayatının değişik renkleri olabilir. Önemli olan amaçtır, önemli
olan amaca eriştirecek yöntemdir, önemli olan sonuçtur.”43
Atatürk, elinde bir diktatörlük kurmak için kâfi ve lüzumlu bütün imkânlara, kuvvete, milletin
sonsuz itimat ve sevgisine sahip olduğu halde asla bu yola dökülmemiştir.” 44
Mustafa Kemal kendisine “diktatör” diyenlere kızardı ve derdi ki :
18
-“Eğer zorla, tazyik ve tehdit ile fikirlerini kabul ettirenlere diktatör derlerse, ben diktatör
değilim. Eğer benim muhitimdeki insanlar, benim fikirlerimin isabetini takdir ederek kendi gönül
rızaları ile bu fikirleri kabul ediyor ve ona göre çalışıyorlarsa, ben diktatörüm.”45
1930 yılında Ankara Halkevinde Birinci Tarih Kongresi toplanmıştı. Mevsim yaz, okullar tatil
edilmiş olduğu için üniversite profesörleri ile beraber, orta ve lise öğretmenleri de bu kongreye
davet edilmişlerdi. Toplantı bir hafta sürmüştü. Kongrenin sonunda, üyelere Marmara Köşkü’nde
bir çay verilmişti. Samimi bir hava içinde geçen ve ayak üzere konuşmalarla sürüp giden çayda,
Atatürk’ün etrafını sarmış olan öğretmenler, gelişi güzel bir takım sorularla Atatürk’ü âdeta bir
baskı altına almış bulunuyorlardı.
Öğretmenlerden biri Atatürk’e:
-“Paşam! Bir çok Avrupalı yazar, yazdıkları eserlerinde sizi diktatör diye nitelendiriyorlar. Buna
ne buyurursunuz?” diye bir soru sormuştu.
Atatürk bu soruya gayet soğukkanlılıkla ve gülerek cevap verdi:
-“Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm
veriniz : Ben diktatör olsaydım, siz bana bu soruyu soramazdınız!” diye zarif ve çok makûl bir
mukabelede bulunmuşlardı. 46
Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı sırasında, 1930’lu yıllarda Ankara’da İngiltere Büyükelçisi olarak
bulunan Sir Percy Loraine, 1948 yılında yayınlanan “Kemal Atatürk : Bir Değerlendirme” adlı
incelemesinde bu konuda şu görüşe yer vermektedir :
“Atatürk diktatör olarak nitelenir. Benim kanaatime göre, O’nun hakkındaki bu görüş, yanlış ve
yanıltıcıdır, itiraf edelim ki elimizde, modern çağlarda diktatörlerle ilgili yetkili bir tanımlama da
yoktur. Bununla beraber, bu sıfatın Hitler veya Mussolini için kullanılmasına itiraz edecek,
sanırım kimse bulunamaz. O halde, Atatürk’ün neden aynı kategoriye ait olmadığını
sorabilirsiniz. Bunun birçok nedeni var. Bu nedenlerin başlıcası, kendisinin yokluğu halinde de
işleyecek bir mekanizmayı bilinçli olarak kurmasıdır. Bunu, kendisinden sonra da yaşayacak
sistemli bir hükümet ve yönetim yaratmaya ve görüşleri ile uyumluluk sağlamaktan çok,
doktrinlerini öğretmeye çalışarak gerçekleştirmek istiyordu... İhtilâller çocuk oyuncağı değildir.
İlk günlerde, yeni anayasa yapılmadan ve bunun kuruluşları normal işleyişlerine kavuşmadan
önce Atatürk, birçok konuda, kuşkusuz kendi inisiyatifi ile hareketlerde bulunmak durumunda
idi. Bundan başka, yasal formlarla iş görmek bakımından da güçlükler içinde bulunuyordu...
Genellikle sanıldığı gibi, herkese her şey için emirler vermekten çok, sürekli olarak, bütün
bakanlıkların kendi sorumluluklarını başarmalarına çalışıyordu... Daha 1923 yılı gibi çok
önceden, Atatürk, on yıl içinde bir millî ekonomi sisteminin kurulamaması halinde, Millî
Mücadele’de gerçekleştirilen bütün başarı ve fedakârlıkların hiçbir işe yaramayacağını milletine
cesaretle söylemişti... Atatürk’ün dış politikasında diktatörlük kokusunu verecek ne vardı? Hiçbir
şey!”47
SONUÇ
Atatürk, çağımızın yetiştirmiş olduğu en büyük devlet adamlarından biridir. İleri görüşlü,
gerektiğinde süratli ve kesin, gerektiğinde yapacağı işi günlerce, bazen aylarca inceden inceye
düşünerek fikren hazırlayan, ama her iki durumda da daima en isabetli kararı ve çözüm yolunu
bulan bir liderdi. Onun kararları plâna ve hesaba dayanır, hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayarak
19
ihtiyatlı hareket ederdi. Bir defa karar verdi mi, onu hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi. Yaptığı
her işte, onun azim ve karakteri açıkça okunurdu.
Atatürk çalışkan ve zeki idi. Fikir alışverişine ve istişareye önem verirdi. Atatürk ülkesi ve
milleti için daima büyük idealler peşinde koşan bir dava adamı idi.
Atatürk’ün büyük devlet adamlığı vasfı, yerli ve yabancı birçok bilim, fikir ve devlet adamı
tarafından kabul edilmiş bir gerçektir.
Atatürk’ün büyük devlet adamlığı vasıflarından bazılarını ele alıp ortaya koymayı amaçlayan bu
makalemizi, ülkemizde çok iyi tanınan ve bilinen Lord Kinross’un bir değerlendirmesiyle
bitirmek istiyoruz.
Lord Kinross, Atatürk : The Rebirth of a Nation (Atatürk : Bir Milletin Yeniden Doğuşu) isimli
eserinde Atatürk hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır : “... Kemal Atatürk’ün çağımızın
yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olduğu hakkında en ufak bir kuşkum yoktur.
Benim ülkemin en büyük adamlarından biri olan Winston Churchill, “Atatürk’ü I. Dünya Savaşı
ve sonrasının en büyük dört-beş simasından biri olarak” anlatır. Churchill, O’ndan “Türk
Milletinin önderi, büyük bir asker olarak Savaşçı Prens” diye söz etmişti. Gerçek de budur.
Atatürk her şeyden önce, büyük bir askerdi; fakat zamanla, büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin
bize anlattığı pek çok büyük askerler ve büyük devlet adamlarının yanında, bu iki özelliği
kendinde toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek görülür kişilerdendir. O, büyük bir
asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan savaş adamı, öte yandan da barış adamıdır. İçindeki
büyük askerî dehâ, milletini çökmekten kurtarmış ve yine içindeki devlet adamı özelliği, hayatına
ışık saçtığı milletinin yeniden doğuşunu sağlamıştır. Bu büyük başarı, insanlarda az rastlanan
yetenek birleşimlerinin eseridir.48
NOT: Bu konferans, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Haftası çerçevesinde Selçuk Üniversitesi’nde
verilmiştir.
1 H. A. Simon, D. W. Smithburg, V. A. Thompson, Kamu Yönetimi, (Çev. C. Mıhçıoğlu), Ankara, 1975, s. 93.
2 Bk. Meydan Larousse, Karizma maddesi.
3 İsmet İnönü, “Devlet Kurucusu Atatürk”, Atatürk Konferansları-III, 1969, Ankara 1970, s. 1.
4 Dankwart A. Rustow, “Devlet Kurucusu Olarak Atatürk”, Abadan’a Armağan, Ankara 1969, s. 574.
5 Taner Timur, Türk Devrimi, Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli, Ankara 1968, s. 94.
6 Kılıç Ali. Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 31.
7 S. Omurtak, H. A. Yücel, t. Sungu, E. Z. Karal, F. R. Unat, E. Sökmen, U. İğdemir, Atatürk, İstanbul 1970, s. 157.
8 Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul 1958, s. 508.
9 Thomas A. Vaidis, Kemal Atatürk, Yeni Türkiye’nin Kurucusu, (Çev. Ahmet Angın), İstanbul 1967, s. 12.
10 A. Afetinan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, İstanbul 1971, s. 114.
11 “Eski Umumî Kâtip Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, İstanbul 1955, s. 90-91.
20
12 Birinci Cihan Savaşı’nda, birçok hallerde kurulan ve bir tümenden fazla olan kuvvete “grup” adı verilmiştir.
Çanakkale’de gruplarımızın kuruluşlarında, iki tümenden altı tümene kadar birlikler vardı.
13 Fahri Belen, Atatürk’ün Askeri Kişiliği, İstanbul 1963, s. 37.
14 Paraşkev Paruşev, Atatürk. (Çev. Naime Yılmaer), İstanbul 1981, s. 305.
15 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 10.
16 “Eski Umumî Kâtip Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 91.
17 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 7-8.
18 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 8.
19 “Cevat Abbas Gürer’den Bazı Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 58-59.
20 “Cevat Abbas Gürer’den Bazı Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 59.
21 Atatürkçülük, Birinci Kitap, Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Ankara 1982, s. 110.
22 Atatürkçülük, a.g.e., s. 110.
23 Atatürkçülük, a.g.e., s. 71.
24 Atatürkçülük, a.g.e., s. 71.
25 Hamza Eroğlu, Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Ankara, baskı tarihi yok, s. 75.
26 Kılıç Ali. a.g.e., s. 32-33.
27 Afet inan, “Atatürk’ün Bazı Özellikleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I., Sayı: 1, Kasım 1984.
28 “Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın Zengin Hatıralarından Bir Kaçı...”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 32-33.
29 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1956, s. 151.
30 Afet İnan, “Atatürk’ün Bazı Özellikleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I., Sayı : 1, Kasım 1984, s. 9899.
31 “Rahmetli M. Kemal Öke’den Bir Kaç Hatıra”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 104-105.
32 Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul 1955, s. 105-106.
33 Celal Bayar, a.g.e., s. 67.
34 Atatürkçülük, a.g.e., s. 63.
35 Atatürkçülük, a.g.e., s. 17.
36 Atatürkçülük, a.g.e., s. 69.
37 “Atatürk Otuz Beş Senelik Arkadaşımdı”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 56.
38 “Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 9.
21
39 Atatürkçülük, a.g.e., s. 68.
40 Atatürkçülük, a.g.e., s. 78.
41 Atatürkçülük, a.g.e., s. 68.
42 Atatürkçülük, a.g.e., s. 121.
43 Paruşev, a.g.e., s. 304-305.
44 “Eski Umumî Kâtip Tevfık Bıyıklıoğlu’ndan Hatıralar”, Yakınlarından Hatıralar, a.g.e., s. 88.
45 Celal Bayar, a.g.e., s. 81.
46 Kılıç Ali, a.g.e., s. 115.
47 Cemal Enginsoy, “İngiliz Kaynaklarına göre Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: VII, Sayı: 19,
Kasım 1990, s. 84-85.
48 Cemal Enginsoy, a.g.m., s. 89.
Prof. Dr. Süleyman Arslan *
* Atatürk Araştırma Merkezi Yürütme Kurulu Eski Üyesi
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 36, Cilt: XII, Kasım 1996
22
ATATÜRK ve DIŞ POLİTİKA
Atatürk, bir çok konularda olduğu gibi, izlemiş olduğu dış politikada da örnek bir davranış biçimi
göstermiştir. Millî Mücadele sırasında savaşı diplomasi ile birlikte yürüterek ülkeye ve halka en
az zarar vererek hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Millî Mücadeleyi izleyen yıllarda ise içeride ve
dışarıda izlediği akılcı politikasıyla, ülkede ve dünyada bansın kurulmasına ve sürdürülmesine
özel bir özen göstermiş ve bu yolda büyük basanlar elde etmiştir.
Millî Mücadele dönemi, doğası gereği, barış dönemine göre kimi özellikler göstermekteydi.
Burada amaç, yeni ulusal sınırların tespiti, bu sınırlar içinde “tam bağımsız” bir devletin
kurulması ve yeni dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bu yapılırken, Mustafa Kemal’in özenle
üzerinde durduğu husus, ulaşılmak istenen bu hedeflere en az zararla varılabilmesini sağlamaktı.
Millî Mücadele sonrası dönemin dış politikadaki ana teması ise bansın korunmasıydı. İç barışı
sağlayacak önlemlere ancak dış bansın sürdürülmesiyle ulaşılabilecekti.
Bu hususu böylece belirttikten sonra, şimdi aşağıda Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele
sırasında ve ondan sonraki dönemde izlediği dış politikanın amaç ve ilkeleri üzerinde biraz daha
ayrıntılı olarak durmaya çalışalım.
Mustafa Kemal’in önemli bir özelliği, ne istediğini ve nerede duracağını bilmesi idi. Bu vasıflar,
özellikle Millî Mücadele sırasında önem taşıyordu. Mustafa Kemal “millî” bir devlet kurmak
istiyordu. Osmanlı Devleti, çok milletli bir imparatorluktu. Ondokuzuncu yüzyılda başlayarak,
yirminci yüzyılda devam eden bir süreç sonunda dünyadaki tüm imparatorluklar parçalanmaya
başlamışlar, bunların yerine ulusal devletler kurulmuştu. Gerçekten, Ondokuzuncu yüzyılın en
önemli özelliklerinden birisi, milliyetçilik akımının giderek yaygınlaşması ve İmparatorlukların
dağılarak ulusal devletlerin kurulmasıydı. Bu süreç bugüne değin devam etmiş, İmparatorlukların
en sonuncusu olan “Sovyet İmparatorluğu” bile tüm direnmelere rağmen dağılmaktan
kurtulamamıştır.
Bunu görmek ve kabullenmek kolay değildi. Ama, bundan da zor olanı bunu tüm çevreye kabul
ettirmekti. Nitekim, yakın çevre ile mücadele etmek, işgalcilerle mücadele etmekten daha zor
olmuştur. Birçok kimse için kutsal toprakları ya da “Turan”ı kurtarmak, Türk unsurunun büyük
çoğunlukta bulunduğu özvatanı kurtarmaktan daha önemli idi. Bu yüzden Misak-ı Millî’de dahi
Türk unsurundan söz edilmeden, “Osmanlı-İslâm” çoğunluğun bulunduğu yerde yeni bir devletin
kurulmasından bahsedilmiştir.
Mustafa Kemal Millî Mücadeleye böylesine gerçekçi bir yaklaşımla girişmiştir. Mustafa Kemal
yerine başkası olsaydı, zamanın koşulları içinde maceracı olmak, İmparatorluğun eski ve
kaybedilmiş toprakları peşinde koşmak işten bile değildi.
Millî Mücadele sırasında izlenen dış politikanın başka bir gerçekçi yönü de, düşmanlarımızın
düşmanlarıyla işbirliği yapmak ve düşmanlarımızı savaşa varmayan yollardan, diplomatik
yöntemlerle bertaraf etmeye çalışmaktı. Mustafa Kemal, kendisinden çok farklı bir dünya görüşü
ve devlet anlayışına sahip bir kimseye, zamanın Sovyet önderi Lenin’e, ortak düşmana karşı
işbirliği önerisinde bulunmuş ve bu konuda başarıya ulaşmıştı. Böyle bir öneride bulunabilmek
ancak dünya koşullarının çok iyi bilinmesi halinde mümkün olabilirdi.
Aynı biçimde, Mustafa Kemal milli bir devlet kurma hedefini olanak ölçüsünde kan dökülmeden,
diplomasi yollarını kullanarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Millî Mücadele hareketinin daha
başlarında Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ve Osmanlı Devleti’ni parçalayan ülkelerle,
Türk ülkesini terk etmelerini sağlayacak başarılı görüşmeler yapmıştı. Millî Mücadele sırasında
23
sadece Yunanlılarla savaşılması, diğer işgalcilerin büyük ölçüde savaşılmadan bertaraf edilmesi
bu sayede mümkün olabilmiştir. Mustafa Kemal’in diplomasi alanında gösterdiği basan Lozan
Antlaşması ile yeni bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğranılmasına
rağmen, Lozan’da eşitler arasında bir barış yapılmıştı. Bunun en açık belirtilerinden biri, öteki
mağlup devletlerle yapılan banş anlaşmalarına Milletler Cemiyeti Misakı’nın metni ilk yirmialtı
madde olarak konulduğu halde, Lozan Anlaşması’na Misak metni konulmamıştır. Milletler
Cemiyeti Örgütü, hiç olmazsa başlangıçta, mağluplara kabul ettirilen barış koşullarının, yani
statükonun korunması için bir mekanizma olarak düşünülmüştü. Türkiye’ye “empoze edilen” bir
barış söz konusu olmadığından, Misak metninin Lozan Barış Anlaşması’na konulması gereği
kalmamıştı.
Lozan Barış Anlaşması’ndan 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne değin geçen süre içinde izlenen
dış politikada temel amaç, önce yeni Türk devletinin dışarıda tanınmasını sağlamak, sonra da
eski düşman devletlerle Lozan’dan arta kalan sorunları halletmek ve bunlarla normal ilişkiler
kurmak idi. Yeni Türk devletinin eski düşman devletler tarafından kabul edilmesi ve tanınması
kolay olmamıştı. Bu devletler Türkiye’ye karşı eski tutumlarını sürdürmekte ısrarlı olmuşlardı. O
kadar ki, bir çokları imparatorluk döneminde İstanbul’da bulunan elçiliklerini, devletin yeni
başkentine, Ankara’ya taşımak dahi istememişlerdi. Eski Osmanlı borçlarının ödenmesi, ahalî
mübadelesi ve Musul meselesi halledilmesi önemli sorunlar ortaya çıkarmıştı. Özellikle Musul
meselesi, yeni devletin iç işlerine karışmak için bir vesile sayılmaya çalışılmıştı. Nihayet, 1926
yılında, İngiltere’nin etkisi altında bulunan Milletler Cemiyeti, Osmanlı devletinin bu eski
yöresinin, İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bırakılmasına hükmetmiştir.1930 yılına
gelindiğinde Türkiye, Lozan’dan arta kalan tüm sorunlarını halletmiş ve hemen tüm ülkelerle
normal, hatta dostane ilişkiler içine girmiş bulunuyordu. 1928 yılında imzalanan Kellog-Briand
Paktı’na taraf olmuş, 1930 yılında aktedilen Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ve tasdik etmişti.
Savaşları uluslararası ilişkilerin bir aracı olmaktan çıkaran birinci sözleşme, yeni Türkiye
Devletinin taraf olduğu ilk uluslararası çok-taraflı sözleşme idi. Devletlerin hukuki nitelikteki
uluslararası sorunlarının yargı yoluyla çözülmesini öngören ikincisi ise, hala yürürlükte bulunan,
kendi türündeki en önemli sözleşmelerden birini oluşturmaktadır. Yine 1930 yılında Yunanistan
Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyaret etmesi ile başlayan Türk-Yunan diyalogu ise, Millî
Mücadelemiz sırasındaki en büyük düşmanımızla hiç bir önemli sorunumuz kalmadığını, artık
komşularımız ve Batı dünyası ile normal, hatta dostane ilişkiler içine girebileceğimizin açık bir
ifadesi oluyordu.
1930’lu yıllar, Avrupa sahnesinde savaş rüzgarlarının yeniden esmeye başladığı zamana
rastlamaktadır. İçeride büyük ve köklü inkılâp atılımlarına girişmiş bulunan Türkiye, bunu
gerçekleştirmek için dışarıdaki bu gelişmeleri yakından izlemeyi ihmal etmemiştir. İzlemekte
olduğu barışçı ve irredanist olmayan politika, Balkanlarda ve Orta Doğu’da, eski Osmanlı
ülkeleri üzerinde kurulmuş olan yeni bağımsız devletlerle iyi ilişkiler kurmasını kolaylaştırmıştı.
1934 yılında Balkan devletleri, 1937 yılında da Orta Doğu devletleriyle imzaladığı Balkan ve
Sadabad Paktları, bir yandan bu devletlere karşı izlenen barışçı dış politikayı kanıtlarken, öte
yanda Avrupa’daki yeni oluşumlara karşı bölgeyi korumak için birer kalkan görevi görmeyi
amaçlıyordu. Atatürk Türkiye’sinin izlediği bu “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası, ülkeyi
İkinci Cihan Savaşı dışında tutan düşüncenin de esasını oluşturmuştu. Atatürk 1938 yılında
öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada saygınlığı olan, modern bir devlet konumundaydı.
Prof. Dr. Mehmet Gönlübol
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
24
ATATÜRK ve DIŞ POLİTİKA
Atatürk, bir çok konularda olduğu gibi, izlemiş olduğu dış politikada da örnek bir davranış biçimi
göstermiştir. Millî Mücadele sırasında savaşı diplomasi ile birlikte yürüterek ülkeye ve halka en
az zarar vererek hedeflerine ulaşmaya çalışmıştır. Millî Mücadeleyi izleyen yıllarda ise içeride ve
dışarıda izlediği akılcı politikasıyla, ülkede ve dünyada bansın kurulmasına ve sürdürülmesine
özel bir özen göstermiş ve bu yolda büyük basanlar elde etmiştir.
Millî Mücadele dönemi, doğası gereği, barış dönemine göre kimi özellikler göstermekteydi.
Burada amaç, yeni ulusal sınırların tespiti, bu sınırlar içinde “tam bağımsız” bir devletin
kurulması ve yeni dünyaya kabul ettirilmesiydi. Bu yapılırken, Mustafa Kemal’in özenle
üzerinde durduğu husus, ulaşılmak istenen bu hedeflere en az zararla varılabilmesini sağlamaktı.
Millî Mücadele sonrası dönemin dış politikadaki ana teması ise bansın korunmasıydı. İç barışı
sağlayacak önlemlere ancak dış bansın sürdürülmesiyle ulaşılabilecekti.
Bu hususu böylece belirttikten sonra, şimdi aşağıda Mustafa Kemal Atatürk’ün Millî Mücadele
sırasında ve ondan sonraki dönemde izlediği dış politikanın amaç ve ilkeleri üzerinde biraz daha
ayrıntılı olarak durmaya çalışalım.
Mustafa Kemal’in önemli bir özelliği, ne istediğini ve nerede duracağını bilmesi idi. Bu vasıflar,
özellikle Millî Mücadele sırasında önem taşıyordu. Mustafa Kemal “millî” bir devlet kurmak
istiyordu. Osmanlı Devleti, çok milletli bir imparatorluktu. Ondokuzuncu yüzyılda başlayarak,
yirminci yüzyılda devam eden bir süreç sonunda dünyadaki tüm imparatorluklar parçalanmaya
başlamışlar, bunların yerine ulusal devletler kurulmuştu. Gerçekten, Ondokuzuncu yüzyılın en
önemli özelliklerinden birisi, milliyetçilik akımının giderek yaygınlaşması ve İmparatorlukların
dağılarak ulusal devletlerin kurulmasıydı. Bu süreç bugüne değin devam etmiş, İmparatorlukların
en sonuncusu olan “Sovyet İmparatorluğu” bile tüm direnmelere rağmen dağılmaktan
kurtulamamıştır.
Bunu görmek ve kabullenmek kolay değildi. Ama, bundan da zor olanı bunu tüm çevreye kabul
ettirmekti. Nitekim, yakın çevre ile mücadele etmek, işgalcilerle mücadele etmekten daha zor
olmuştur. Birçok kimse için kutsal toprakları ya da “Turan”ı kurtarmak, Türk unsurunun büyük
çoğunlukta bulunduğu özvatanı kurtarmaktan daha önemli idi. Bu yüzden Misak-ı Millî’de dahi
Türk unsurundan söz edilmeden, “Osmanlı-İslâm” çoğunluğun bulunduğu yerde yeni bir devletin
kurulmasından bahsedilmiştir.
25
Mustafa Kemal Millî Mücadeleye böylesine gerçekçi bir yaklaşımla girişmiştir. Mustafa Kemal
yerine başkası olsaydı, zamanın koşulları içinde maceracı olmak, İmparatorluğun eski ve
kaybedilmiş toprakları peşinde koşmak işten bile değildi.
Millî Mücadele sırasında izlenen dış politikanın başka bir gerçekçi yönü de, düşmanlarımızın
düşmanlarıyla işbirliği yapmak ve düşmanlarımızı savaşa varmayan yollardan, diplomatik
yöntemlerle bertaraf etmeye çalışmaktı. Mustafa Kemal, kendisinden çok farklı bir dünya görüşü
ve devlet anlayışına sahip bir kimseye, zamanın Sovyet önderi Lenin’e, ortak düşmana karşı
işbirliği önerisinde bulunmuş ve bu konuda başarıya ulaşmıştı. Böyle bir öneride bulunabilmek
ancak dünya koşullarının çok iyi bilinmesi halinde mümkün olabilirdi.
Aynı biçimde, Mustafa Kemal milli bir devlet kurma hedefini olanak ölçüsünde kan dökülmeden,
diplomasi yollarını kullanarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Millî Mücadele hareketinin daha
başlarında Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ve Osmanlı Devleti’ni parçalayan ülkelerle,
Türk ülkesini terk etmelerini sağlayacak başarılı görüşmeler yapmıştı. Millî Mücadele sırasında
sadece Yunanlılarla savaşılması, diğer işgalcilerin büyük ölçüde savaşılmadan bertaraf edilmesi
bu sayede mümkün olabilmiştir. Mustafa Kemal’in diplomasi alanında gösterdiği basan Lozan
Antlaşması ile yeni bir boyut kazanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğranılmasına
rağmen, Lozan’da eşitler arasında bir barış yapılmıştı. Bunun en açık belirtilerinden biri, öteki
mağlup devletlerle yapılan banş anlaşmalarına Milletler Cemiyeti Misakı’nın metni ilk yirmialtı
madde olarak konulduğu halde, Lozan Anlaşması’na Misak metni konulmamıştır. Milletler
Cemiyeti Örgütü, hiç olmazsa başlangıçta, mağluplara kabul ettirilen barış koşullarının, yani
statükonun korunması için bir mekanizma olarak düşünülmüştü. Türkiye’ye “empoze edilen” bir
barış söz konusu olmadığından, Misak metninin Lozan Barış Anlaşması’na konulması gereği
kalmamıştı.
Lozan Barış Anlaşması’ndan 1938 yılında Atatürk’ün ölümüne değin geçen süre içinde izlenen
dış politikada temel amaç, önce yeni Türk devletinin dışarıda tanınmasını sağlamak, sonra da
eski düşman devletlerle Lozan’dan arta kalan sorunları halletmek ve bunlarla normal ilişkiler
kurmak idi. Yeni Türk devletinin eski düşman devletler tarafından kabul edilmesi ve tanınması
kolay olmamıştı. Bu devletler Türkiye’ye karşı eski tutumlarını sürdürmekte ısrarlı olmuşlardı. O
kadar ki, bir çokları imparatorluk döneminde İstanbul’da bulunan elçiliklerini, devletin yeni
başkentine, Ankara’ya taşımak dahi istememişlerdi. Eski Osmanlı borçlarının ödenmesi, ahalî
mübadelesi ve Musul meselesi halledilmesi önemli sorunlar ortaya çıkarmıştı. Özellikle Musul
meselesi, yeni devletin iç işlerine karışmak için bir vesile sayılmaya çalışılmıştı. Nihayet, 1926
yılında, İngiltere’nin etkisi altında bulunan Milletler Cemiyeti, Osmanlı devletinin bu eski
yöresinin, İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bırakılmasına hükmetmiştir.1930 yılına
gelindiğinde Türkiye, Lozan’dan arta kalan tüm sorunlarını halletmiş ve hemen tüm ülkelerle
normal, hatta dostane ilişkiler içine girmiş bulunuyordu. 1928 yılında imzalanan Kellog-Briand
Paktı’na taraf olmuş, 1930 yılında aktedilen Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamış ve tasdik etmişti.
Savaşları uluslararası ilişkilerin bir aracı olmaktan çıkaran birinci sözleşme, yeni Türkiye
Devletinin taraf olduğu ilk uluslararası çok-taraflı sözleşme idi. Devletlerin hukuki nitelikteki
uluslararası sorunlarının yargı yoluyla çözülmesini öngören ikincisi ise, hala yürürlükte bulunan,
kendi türündeki en önemli sözleşmelerden birini oluşturmaktadır. Yine 1930 yılında Yunanistan
Başbakanı Venizelos’un Türkiye’yi ziyaret etmesi ile başlayan Türk-Yunan diyalogu ise, Millî
Mücadelemiz sırasındaki en büyük düşmanımızla hiç bir önemli sorunumuz kalmadığını, artık
komşularımız ve Batı dünyası ile normal, hatta dostane ilişkiler içine girebileceğimizin açık bir
ifadesi oluyordu.
1930’lu yıllar, Avrupa sahnesinde savaş rüzgarlarının yeniden esmeye başladığı zamana
rastlamaktadır. İçeride büyük ve köklü inkılâp atılımlarına girişmiş bulunan Türkiye, bunu
26
gerçekleştirmek için dışarıdaki bu gelişmeleri yakından izlemeyi ihmal etmemiştir. İzlemekte
olduğu barışçı ve irredanist olmayan politika, Balkanlarda ve Orta Doğu’da, eski Osmanlı
ülkeleri üzerinde kurulmuş olan yeni bağımsız devletlerle iyi ilişkiler kurmasını kolaylaştırmıştı.
1934 yılında Balkan devletleri, 1937 yılında da Orta Doğu devletleriyle imzaladığı Balkan ve
Sadabad Paktları, bir yandan bu devletlere karşı izlenen barışçı dış politikayı kanıtlarken, öte
yanda Avrupa’daki yeni oluşumlara karşı bölgeyi korumak için birer kalkan görevi görmeyi
amaçlıyordu. Atatürk Türkiye’sinin izlediği bu “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası, ülkeyi
İkinci Cihan Savaşı dışında tutan düşüncenin de esasını oluşturmuştu. Atatürk 1938 yılında
öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada saygınlığı olan, modern bir devlet konumundaydı.
Prof. Dr. Mehmet Gönlübol
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 24, Cilt: VIII, Temmuz 1992
ATATÜRK ve TÜRK MİLLETİNİN SAĞDUYUSU
ÖZET
Türk milleti, Türk tarihinin en zor döneminde Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde büyük bir
dönüşüm gerçekleştirmiştir. Bu dönüşüm esnasında Mustafa Kemal Atatürk’ün tek dayanağı
kendisinin de bir mensubu olduğu Türk halkı olmuştur. Bu dönüşümün başlangıcında
emperyalist güçler hem şaşırmışlar hem de çılgın bir hareket olarak düşünmüşlerdir.
Ancak, Atatürk Türk Milleti’nden Türk Milleti de Atatürk’ten güç alarak zor ve çileli bir savaşa
girişmişler, inandıkları zafere ulaşmışlardır. Bu makalede Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirirken halkına nasıl güvendiği, yine halkına dayanarak zafere nasıl
ulaştığı anlatılmaktadır.
Anahtar Kelimeler
27
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti, Türk Tarihi, Anadolu, Türk Kurtuluş Savaşı, Mehmetçik.
ABSTRACT
The Turkish Nation has realized the great changing in the most diffıcult period of Turkish
History under the leader of Mustafa Kemal Atatürk, in this transformation period, the unique
base of Mustafa Kemal Atatürk was the Turkish People. At the beginning of this transformation,
the emperialistic powers were very surprized and also considered it as a madly action.
However, Atatürk and the Tukish Nation had strengthened each other and attained the victory
which they had believed. in this article, it is mentioned that the belief of Mustafa Kemal Atatürk
in realizing of the National Independence War to his nation and again to attain the victory.
Key Words
Mustafa Kemal Atatürk, Turkish Nation, Turkish History, Anatolia, National Independence War,
Mehmeds (Turkish Common Soldier).
Türk Milleti, Türk tarihinin en zor, karanlık ve ümitsiz bir döneminde, Mustafa Kemal
Atatürk’ün önderliğinde, Türk Devrimi gibi bir mucizeyi gerçekleştirebilmiştir. Bu büyük
tarihsel olayda, Mustafa Kemal Atatürk’ün tek dayanağı, Türk Milleti’nin sağduyusu olmuştur.
Artık Türk Milleti’nin varlığının sona ermek üzere olduğunu, Avrupa’dan sürülüp Asya
bozkırlarına göndermeyi düşünen emperyalist güçler, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk
Milleti’nin direniş ve şahlanış mücadelesini gördüklerinde, hem şaşırmış hem de bunun bir
çılgınlık olduğunu düşünmüşlerdi. Milli Mücadele’nin örgütlenme safhası hızla devam ederken
ve Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde, milleti ilgilendiren tarihi kararlar alınırken bile, batılılar
uzun süre, bu hareketin başarılı olacağına inanmamışlardı. İngiliz gazeteleri, Ankara’dan gelen
direniş haberleri üzerine; “Ankara bataklığının ortasında kurbağa sesleri duyulmaya başlamıştır!”
diye yorumlar yaparlarken, Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal Paşa ile görüşen General
Harbourd; girişilen direniş hareketinin imkansız olduğunu anlatmak için; “Zaman zaman
insanların intiharına şahit olduk; şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız?” Diye
soruyordu.
Bunlara karşın, Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin er ya da, geç de olsa, esaret zincirlerini
kıracağını, kurtuluşu mutlaka sağlayıp, zafere ve özgürlüğe ulaşacağını biliyordu. Çünkü Türk
Milleti’nin en aşağı yedi bin yıllık tarihi içerisinde bir gün dahi olsa özgürlüğünü yitirmemiş
olduğunu görmüştü. Böyle bir milletin özgürlüğü olmadan bağımlı bir şekilde asla
yaşamayacağını biliyordu.. Atatürk; “Halbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir” diyerek1, millet adına
karar verirken, Türk Milleti’nin tarihten gelen özgürlük ve bağımsızlık aşkının, her türlü baskıyı
kırıp parçalayacağını çok iyi biliyordu. Türk Milleti’nin sağduyusu mutlaka harekete geçecek,
kendisini itaate, mistik ve kaderci bir yaşama iten geleneksel ve dinsel dayatmaları parçalayacak,
doğru yolu bulacaktı.
Atatürk, Osmanlı Saltanatına ve Hilafete bağlılığı sürdürmenin artık mümkün olmadığını
düşünüyordu. Ona göre, Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, Türk
Milleti’ne karşı büyük bir kötülük olurdu. Artık vatan ve milletle hiç bir vicdan ve fikir bağlantısı
kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde
bulundurulmasına göz yumulamazdı2.
28
Atatürk, en ünlü eseri Nutuk’ta, bir milletin yaşamasının ve mutluluğunun ancak, gayelerinde ve
gayelerinin gerçekleştirilmesinde tam bir birlik halinde bulunmasına bağlı olduğunu
söylemektedir. Tarihin ancak devletlerin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği
çok önemli ve tehlikeli anları yaşayan Türk Milleti’ne olan sonsuz güvenini vurgulamaktadır3.
Atatürk şöyle devam etmektedir: “Böyle anlarda, talih ve kaderini doğrudan doğruya kendi eline
almakta gaflet gösteren milletlerin, gelecekleri karanlık ve felaketlerle doludur”4.
O, Türk Milleti’nin sağduyusunun çok güçlü olduğuna o kadar inanıyordu ki, Türk Milleti,
tarihten gelen bu faziletli karakteri sayesinde, gerçeği görüp ona göre hareket edecekti. Sağduyu,
akla uygun yargılar verme yeteneği, aklı selim, hissiselim; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve
doğru yargılama gücü olarak tanımlanmaktadır. Atatürk’ün, söz, eylem ve kararlarından hareket
ettiğimiz zaman, Türk Milleti’nin tarihin bu karanlık döneminde akla uygun kararlar verdiğini,
aklı selim davrandığını ve doğru ile yanlışı ayırabilip, olayları doğru yargılayabilme yeteneğini
gösterdiğine inandığını görmekteyiz. Atatürk’ün bu tespitinin son derece doğru olduğuna tarih
tanıklık etmektedir. Çünkü Türk Milleti’nin bu özellikleri tarihindeki her zor dönemde ortaya
çıkmıştır. Türk Milleti fıtri zekası ve sağduyusu sayesinde, tarihin bu karışık döneminde doğru
yolu bulup, başarıya ulaşmasını bilmişti. Bu kavrayış sonucuydu ki, kurtuluş ümidi vaadeden her
samimi işarete koşmaktaydı.
Oysa, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşanın yanında yer alanlar bile Sultan ve Halife’nin, Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi ve peygamberin vekili olduğuna inanıyorlardı. Pek çok aydın, padişaha ve
halifeye karşı gelmeyi, sanki Tanrı’ya karşı gelmekmiş gibi görüyor ve yorumluyordu. O kuşağın
en aydın isimlerinden Rauf Bey bile, kendi damarlarında dolaşan kanda hala padişahın nimetinin
zerreleri olduğunu ileri sürerek, karşı gelemeyeceğini söylemekteydi. Bu düşüncede olanların
sayısı da oldukça çoktu. Oysa, bu yanlış düşünceyi Türk Milleti sağduyusu sayesinde bir anda
yırtıp parçalamasını bildi. Çünkü Millet, tarihsel ve dinsel geleneklerinden hareket ederek,
padişah ve halifeye sadakatin gerekli olduğunu düşünüyordu. O anlayışa göre, sultana ve halifeye
karşı gelmek en büyük günah olarak algılanıyordu. Padişaha ve halifeye isyan etmek, geleneksel
ve dinsel bakış açılarına göre imkansız gibi bir şeydi. Ancak buna karşın, yine de düşman
istilasından Türk Milleti’ni ve vatanının kurtarmanın tek yolunun Mustafa Kemal’in yolundan
yürümek olduğunu idrak ediyor, başka bir kurtuluş yolu olmadığını görüyordu.
İşte bu tarihi anda, bu kritik dönemde Türk Milleti’ni padişahın ve halifenin gittiği yoldan
ayırarak, aklıselim yoluna yönelten irade, onun çelik gibi güçlü sağduyusuydu.
Türk Milleti, kendisine hizmet edenlere, bağımsızlığı uğruna çaba gösterenlere, tarihinden gelen
asaletle kadirşinaslık gösteriyor, tarihi ve dinsel bağlılıklarını bir çırpıda bir köşeye atarak, ulusal
bağımsızlık ve aklıselim yolunda yürüyordu. Millet kurtuluş için başka çare olmadığını görmüş,
bu durum onun sağduyusunun en güzel örneklerinden birisini oluşturmuştur.
Ancak, bir toplumun, yüzyılların uyuşturucu yönetim ve terbiyesinin etkisinden bir günde, bir
yılda kurtulup, bir anda serbest kalabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru değildi5. Bunun
için zamana ihtiyaç vardı. Türk Milleti yenilikleri kavrayabilecek iradeye ve bilince sahipti; ama
yüzyıllardır ihmal edilen bu halkı eğitmek, ona gerçekleri anlatmak gerekiyordu.
Atatürk’ün bu konuda ne kadar tutarlı bir düşünce içinde olduğunu Kurtuluş Savaşı sırasında
Türk Milleti’nin ortaya koyduğu tutumda açık biçimde görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nde
Türklük bilinci geri planda kalmış olmasına karşın, Türk Milleti’nin kendi milli bünyesinde bu
kimlik yine de muhafaza edilmişti. Siyasî alanda Türklük duygusu, Osmanlı yöneticilerinin pek
değer verdiği bir konu değildi. Üstelik, o toplum yapısında kulluk ve tebalık söz konusuydu.
29
Kendisini yeryüzünde Allah’ın gölgesi olarak gören padişah, kendisini herşeyin ve herkesin
sahibi olarak görmekteydi. Bu durum, yüzyılların gevşetici zihniyeti nedeniyle, toplum
kesimlerince de doğal bir durum olarak algılanıyordu. İmparatorluğun son yüzyılında, bir takım
düşünce ve siyaset akımları önemli dalgalanmalar meydana getirmişti. Bu dalgalanmalar
imparatorluğun bünyesini zorluyor; kendine özgü birlik havasını parçalıyordu. Türk olmayan
unsurlar, birer birer kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda gayret göstermekteydiler. Buna
karşın Türkler, padişaha ve halifeye karşı, son ana dek bağlılıkta ve saygıda kusur etmemişlerdi.
Oysa Türk Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan olaylar, bu durumu tersine çevirdi. Çünkü bu dönemin
siyasi yapısı içinde, geçmiş dönemlerde işlenmiş bir kavram olarak Türklük duygusu büyük bir
değer ifade etmeye başlamıştı. En azından “Türk” ve “Türklük” kelimesi bir takım düşünce
adamlarının literatürüne girmişti. Üstelik bu unsur, imparatorluğun dağılan bünyesi içinde bir
merkez ya da çekirdek olma kimliğini elde etmişti. Bu gerçekler ortasında, Türkler’e ve Türklük
kavramına dayanamadan yapılan siyasetlerin hiç bir bir anlamı olamazdı. Türklük unsuru,
sonradan gelişen Milli Hareket’in temel taşı olduğuna göre, elbette bu milletin milli değerleri,
kendine özgü milli psikolojisi ve sosyolojik özellikleri ön plana çıkacak ve siyasetin ve eylemin
belirlenmesinde gerekli rolü oynayacaktı. Bu rolün karakterini ise, milletin sağduyusu ve
sezgileri oluşturacaktı.
Buna rağmen, bu durum tek yönlü olarak ele alınacak bir konu değildi. Türk Milleti’nin
sağduyusu kadar, Türk Devrimi’nin düşüncede ve eylemde mimarı olan önderin, yani Mustafa
Kemal Atatürk’ün de Türk Milleti’ni nasıl değerlendirdiği önem kazanmaktaydı.
Nitekim Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca dayanabileceği tek gücün millet iradesi
olduğunu anlamıştı. O’nun padişahtan ve halifeden bir şey beklediği yoktu. Padişah ve halife,
ülkenin menfaatlerinden çok, kendi tacını ve tahtını korumanın hayali içindeydi. Bu nedenle
Atatürk, Samsun’a çıkışının üçüncü gününde, “Millet Türklük duygusunu ve hakimiyet esasını
hedef almıştır” demekteydi6. Bu ifade, O’nun millete olan güvenini dile getiriyordu. Bu
nedenledir ki, “Ya İstiklal ya Ölüm!” diye dünya ve tarih önünde Haykırıyordu. Bir önder, milleti
adına ölüm kararını, o milletin gözünü kırpmadan bu karara uyacağından emin olursa ancak
böyle bir karar verebilir. Ama Mustafa Kemal Paşa, milletinden kendi vicdanı gibi emindi.
Çünkü savaş cephelerinde tanıdığı Mehmetçik’in vatan uğruna gözünü kırpmadan ölüme
gittiğine yakından tanık olmuştu. Örneğin Çanakkale’de Atatürk’ün; “Ben size taarruzu değil,
ölmeyi emrediyorum” emri, dünya savaş literatüründe hiç bir zaman görülmemiş, hiç bir
kumandan kendi emrindekilere ölmeyi emredememişti. Atatürk bu emri vermiş, Mehmetçik de
bu emre uymuştu.
Atatürk bu emri hangi ruh hali içinde verdi?
Dünya literatüründe böyle bir olay daha olmadığına göre, bunun de sağduyu’nun eseri olduğu
açıktır, bağımsızlığı uğruna Türk ulusunun ölümü hiçe sayacağını, Türk Milleti’nde pek güçlü
olan sağduyunun, millet için ölüm ve yok oluş demek olan teslimiyet politikasının
parçalanacağını biliyordu. Türk Tarihi’ni okumuş, kendisine esaret zincirini yarmak için ölümü
bile göze alan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’yı rehber edinmişti. Çünkü Plevne’de Türk
ruhu yeniden canlanmıştı. Atatürk, Türk Milleti’nin sağduyusuna dayanarak, bu ruhu yeniden
canlandırabileceğine inanıyordu. Tarihi çok iyi okuyan ve Türk Milleti’nin genel vasıflarını çok
iyi incelemiş olan Atatürk, kendisini de milletin sade bir ferdi olarak görüyor ve büyük
basanların hiç birisinin kendisine ait olmadığını, bütün bu bütün başarıların Türk Milleti’nin eseri
olduğunu söylüyordu. Bunu sağlayan, elbette Türk ulusunun sağduyusu ve kendine olan
özgüveniydi.
30
Nitekim; 1920 yılında, Anadolu’da Yenigün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’nin
aktardığına göre, bir konuşmasında şöyle demişti: “Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım; o
esaret ve aşağılığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine; “Ey Millet” Sen
esaret ve aşağılığı kabul eder misin? “ Diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı
biliyorum. Ben, milletin büyüklüğünü biliyor ve bu sual karşısında onun o suali soran çocuklarını
canı gibi seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki, bu millet kendisine
bu suali soran çocuklarının, hep o esasa dayanan çare ve hazırlıklarını canla, başla kabul
edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna kani
olarak”7.
Öyleyse, böylesine güçlü bir sağduyuya sahip olan Türk Milleti’ni Atatürk nasıl tanımlıyor, nasıl
değerlendiriyordu?
Fransız yazarı Emil Ludwig Atatürk’e “Türk Nedir?” sorusunu sormuştu. Atatürk kendisine
şöyle yanıt vermişti:
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla umut etmediği müstesna bir mevcudiyetin yüksek
tecellesine sahne olduğu en aşağı 7.000 senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile
sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden,
yıldırımlarından, kasırgalarından evvela ürker gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası
tanıdı; onların oğlu oldu; Türk oldu... Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır; dünyayı o aydınlatan
güneştir”8.
Atatürk bu konuşmasında, yıldızlarla güneş arasında bir irtibat kurmaktaydı. Türkler, ihtiyar
tarihlerin derinliklerinde ve sinesinde 16 büyük imparatorluk kurmuş ve her İmparatorlukda birer
yıldızla sembolleşmişti. Bu yıldızların ortasında da Mustafa Kemal bir güneş gibi doğmuştu.
Yine bir konuşmasında Atatürk Türk Milleti’ni şöyle tanımlamıştı: “Türk Milleti bir arştandır. O
arslanın büyük hamleleri ise devrim hareketleridir. Bu arslanı tahrik etmek; işte bizim için iftihar
edilebilecek rol budur!”9
Gerçekten de Atatürk, o büyük arslanı tahrik edip, harekete geçirmesini bilmişti. Bunu ancak,
Türk Milleti’nin karakterini, medeni vasfını ve tarihini çok iyi bildiği için yapabilmişti. Oysa,
büyük işin başında, maddi kuvvetler ve şartlar açısından her şey onun aleyhindeydi. “Ben
milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir milli sır gibi
vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün millete uygulatmak mecburiyetinde idim” sözleri, onun
Kurtuluş Savaşı’ndaki stratejisini ortaya koyar10. Sivas Kongresi’nin yapıldığı ve Amerikan
Mandası fikrinin yoğun olarak tartışıldığı ortamda, Amerikalılar Harbord isminde bir generali
Anadolu’ya incelemeler yapmak üzere göndermişlerdi. Anadolu’daki direnişi engellemek ve
manda fikrinin yaygınlaşmasını! sağlamak için gelen Harbord, 22 Eylül 1919’da Mustafa Kemal
Paşa ile de görüştü. Mustafa Kemal Paşaya Anadolu’nun ekonomik ve siyası yapısı itibariyle
iyice tükenmiş olduğunu, ve bu şartlarda güçlü devletlere karşı konulmasının imkansız olduğunu
uzun uzadıya anlatarak, bu nedenlerden ötürü mandater yönetim şeklinin kabul edilmesinin
Türkler için en makul yol olduğunu anlattı. Harbord konuşmasının bir yerinde şunları söylemişti:
“Paşam! Bana bu vazife verildiği zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki büyük kumandanlar
yetiştirmiş, büyük ordular kurmuşsunuz. Bunu yapan bir milletin de mutlaka bir medeniyet sahibi
olması gerekir. Bunu takdir ederim. Fakat bugünkü durumunuza bakalım. Siz birinci cihan
savaşında, başta Almanya olmak üzere dört büyük müttefik iken, dört yıl savaştınız. Ve sonunda
mağlup oldunuz. Dört müttefikin bir arada yapamadığını, bu vaziyetinizle tek başınıza yapmayı
nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin zaman zaman intihar ettiğini gördük. Şimdi de bir milletin
31
intiharına mı sahip olacağız? Şani, milletinizi ölümden ancak manda idaresini kabul etmenizle
kurtarabilirsiniz.”
General Harbord’un bu sözleri üzerine büyük bir heyecanla ayağa kalkan Mustafa Kemal Paşa şu
cevabı vermişti:
- “Biz emperyalistlerin eline düşen bir kuş gibi yavaş yavaş ve sefil bir ölüme mahkum
olmaktansa, babalarımızın oğulları olmak sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz. Ve yine
şunu da iyi bilmenizi isterim ki, bir millet maddi ve manevi bütün gücünü ortaya koyar, savaşır,
didinir, sonunda muvaffak olamazsa, o millet zaten ölmüştür. Fakat ben şuna inanıyorum ki,
Türk Milleti mutlaka muvaffak ve muzaffer olacaktır.”
Mustafa Kemal Paşa bu sözleri söylerken, avucunun içinde pençeye düşen bir kuş işareti
yapıyordu. General Harbord ise şaşkınlık içindeydi. Hala Mustafa Kemal’e uyanlar yapıyordu ve
şu soruları soruyordu;
“Pekela! Bu kadar büyük bir işe girişiyorsunuz. Paranız vqr mı? Bütçeniz nerede ve nedir? Bu
parasızlıkla ve imkansızlıklarla işe girişmek memleketi feci bir akıbete sürüklemek değil midir?
Bu sorumluluğu nasıl üzerinize alabiliyorsunuz? “
General Harbord’un bu soruları karşısında Mustafa Kemal Paşa o derece sinirli bir hal almıştı ki;
elinde oynamakta olduğu teşbihi kuvvetle çekmiş, ip kopmuş ve tespih taneleri dağılmıştı. Eğilip,
o teşbih tanelerinden bir kaçını toplayarak ipe dizdi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Görüyorsunuz general! İp kopmuş ve taneler dağılmıştır. İşte ben şimdi yaptığım gibi, o taneleri
birer birer toplayacağım. Bunu toplarsam ben toplayacağım. İşte görüyorsunuz general; o zaten
dağılmış. Öldürürsem ben öldürürüm. Yabancılar elinde öleceğine, Türk Milleti kendi öz
evladının elinde can versin. Fakat ben onu öldürmem. Toplayacağım; o dağılanı yeniden bir
araya getireceğim!”
Atatürk’ün o derece heyecanlı, inançlı ve kararlı olduğunu gören Harbord Mustafa Kemal
Paşanın yanından ayrılırken, şu sözleri mırıldanmıştı:
- “Biz de olsak, onun yaptığım yapardık”
1937 yılında, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde o; “Ben 1919 senesi Mayısı
içinde Samsun’a çıktığım gün elinde, maddi hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk Milleti’nin
asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte bu
ulusal kuvvetle, bu Türk Milleti’ne güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından bir gün
mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç
çıkacağına o kadar emindim ki; bunu adeta kendi gözlerimle görüyordum”11.
Sonuç olarak; Atatürk Türk Milleti’nden, Türk Milleti de Atatürk’ten güç almıştır.
1 Kemal Atatürk Nutuk (1917-1927), (Yayına Haz. Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma
Merkezi Yay., Ankara 1991. s. 10.
2 A.g.e., s. 10.
3 A.g.e., s.246.
32
4 A.g.e., s.246.
5 A.g.e.,s.246.
6 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, TTK Yay., Ankara, 1983,
s.44.
7 Yunus Nadi Abalıoğlu, Ankara’nın İlk Günleri, s.99; ayrıca bkz. Utkan Kocatürk, a.g.e., s.l.
8 Vehbi Tanfer, “Atatürk ve Devrimleri”, Atatürk Konferansları: 1973-1974, Ankara, 1977,
s.277.
9 Asım Us., Hatıralar, s.322.
10 Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara, 1991, s. 10-11.
11 A.g.m., s.277; Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi
Yay., Ankara, 1999., s.l.
M. Vehbi Tanfer
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 50, Cilt: XVII, Temmuz 2001
ATATÜRK VE AİLE
Sosyal sistem birbirleriyle ilişkili parçalardan oluşan bir etkileşim sistemidir. Bu sistem içinde
her parçanın fonksiyonu vardır. Etkileşim örüntüsü içinde her bir fonksiyon diğer parçaların da
fonksiyonlarını yerine getirmelerine katkıda bulunur ve sosyal sistemin bütünleşmesini, sistemin
devamlılığının korunmasını sağlar. Parçalardan birindeki değişme diğer parçalarda da değişmeye
yol açar, dolayısıyla sistemin tümünde değişme söz konusu olabilir.
33
Sosyal sistemin parçalarından biri, zaman içinde yapı değişimine uğramış ve bazı fonksiyonlarını
toplumun diğer kurumlarına devretmiş olmakla birlikte sosyal yapı için vazgeçilmez konumunu
koruyan aile kurumudur.
Ailenin biçimi toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılık gösterebilir, fakat içeriği hep
aynıdır: İNSAN.
Aile sosyal kurumların en evrenseli ve her toplumda bireyleri en çok etkileyenidir. Diğer sosyal
kurumlar örneğin, din, siyaset, eğitim, hukuk ve ekonomi uzun dönemde aile yaşamındaki
devamlılığa dayanmışlardır. Aile çocuğun içine doğduğu, ilk sosyalizasyon sürecinden geçtiği
toplumun en küçük birimidir1.
Aile bireyin sadece biyolojik, fizyolojik ihtiyaçlarının karşılandığı bir birim değildir. Çocuğun
topluma hazırlanması aile içinde başlar, toplumun diğer kurumlarıyla devam eder.
Ailenin sosyal sistem içindeki yeri ve önemi çok eskiden beri bilinmektedir. M.Ö. 4. yüzyılda
Aristoteles, detaylı bir aile tanımı yapmış ve ailede anne-babanın birbirleriyle ve çocuklarla
ilişkilerini, babanın aile içindeki rolünü açıklamaya çalışmıştır2.
J. J. Rousseau, “Bütün toplumların en eskisi ve tek doğal olanı aile topluluğudur” şeklinde aileyi
tanımlamıştır. Hatta aileye politik toplumların ilk örneği denilebileceğini öne sürmüştür3.
Daha sonra sosyal düşüncenin gelişim süreci içinde günümüze doğru gelindikçe toplum ile ilgili
açıklamalarda aileye giderek daha sık yer verilmiş, ailenin fonksiyonları daha net bir şekilde
tanımlanmaya başlamıştır.
Türk sosyologlarından Ziya Gökalp’in sisteminde de aile önemli yer tutar. O’na göre: “Aile
milletin küçük bir parçasıdır”. Gökalp’e göre, aile toplumun temel unsuru, değerlerin taşıyıcısı ve
koruyucusudur. Gökalp aile ile ilgili açıklamalarında kadın hakları ve kadının yetişmesi
konularına verdiği önemi de ifade eder4.
Günümüzde birçok sosyolog tarafından yapılan aile tanımları ailenin birincil grup özellikleri
taşıma, bir etkileşim sistemi olma ve yerine getirdiği fonksiyonlar hususunda birleşirler. Ayrıca
sosyal yapının devamlılığının ve sosyal düzenin sağlanmasında ailenin vazgeçilmez olduğu genel
kabul görmektedir.
Sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan ülkelerde yaygın olarak görülen kısaca anne, baba ve
çocuklardan oluşur şeklinde tanımlanan çekirdek ailede çocuk doğduğu andan itibaren aile
içindeki bireylerle bir etkileşim süreci içinde sosyalleşmeye başlar. Bir yandan biyolojik
ihtiyaçları karşılanırken diğer yandan ait oldukları toplumda ileride üstlenecekleri rollerin,
statülerin gereği, iş bölümü, normlar, değerler, gelenek ve görenekler kısaca toplumun kültürü
öğretilir5.
Sosyalizasyon süreci yardımıyla kültür öğeleri ailede özellikle anne tarafından kuşaktan kuşağa
aktarılır. Çocuk bunu büyük ölçüde yaşayarak öğrenir. Aile içinde diğer fertlerin rollerini yerine
getirmedeki titizlik ve başarıları, birbirleriyle ilişkileri çocuk tarafından örnek alınır.
Bugün ailenin geleneksel yapıda sürdürdüğü fonksiyonların bir kısmı toplumun başka
kurumlarına devredilmiş haldedir. Örneğin, aile artık tek başına yeterli bir ekonomik üretim
birimi ve eğitim birimi olmaktan çıkmış bazı ekonomik ve eğitim faaliyetlerini ilgili kurumlara
devretmiştir. Buna rağmen, modern toplum yapısında aile ferdin kişilik gelişiminde ve toplumla
34
bütünleşmesinde çok önemli yer tutan, sevgi, paylaşma, dayanışma, güvenlik duygularının
tatmininde rakipsiz ve tartışmasız önemini korumaktadır.
O halde saydığımız ve sayılabilecek birçok fonksiyon özetle tek bir boyuta indirgenmek istenirse,
aile ferdi her yönden sosyal yaşama hazırlayan, onu ait olduğu toplumla bütünleştiren, bu yolla
makro düzeyde sosyal bütünleşmeyi sağlayan çok önemli bir kurumdur.
Aile içinde her fert ayrı bir öneme sahiptir. Fakat çocuğun yetişme sürecinde ve sağlıklı
sosyalizasyonunda annenin rolünün önemi tartışılmaz. Anne sadece çocuğun yetişmesinde değil,
aile içinde fertler arasında sağlıklı ilişkilerin kurulmasında da çok önemli bir paya sahiptir. Onun
iyi eğitilmiş, aydın bir kişi olması yetiştireceği nesillere de yansıyacak, dolayısıyla topluma iyi
yetişmiş bireyler kazandırılacaktır. Sağlam güvenli ilişkilerin hâkim olduğu ailelerden gelen, iyi
eğitilmiş anne ve babaların yetiştirdiği, iyi sosyalize olmuş, gelenek, görenek, örf ve âdetlerini iyi
bilen kısacası kendi kültürüne yeterince hâkim olan kişiler toplumla bütünleşmekte bir problemle
karşılaşmazlar.
Ailenin birey üzerindeki etkisi çok güçlü ve çok yönlüdür. Ebeveynler sadece çocuğun
yetişmesinde etkili olmakla kalmazlar, aile içindeki ilişki kalıpları o aileye mensup tüm
bireylerin yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Aile içindeki değerler genel kültürel
değerlerle aynı yöndedir. Aksi halde uyumsuzluk ve sosyal problemler ortaya çıkar. Çalışmalar
toplumda sapmış davranış gösteren veya suç işleyen bireylerin çoğunun ailelerinde de bazı
problemlerin varlığını saptamıştır.
Bu gerçek anne ve babanın aile içinde veya aile fertlerinin dışarıda karşılaşabilecekleri
problemleri çözümleyebilmeleri, doğru tavır ve karar alabilmeleri için iyi eğitim görmelerinin,
aile içinde sağlıklı ilişkilerin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor.
Atatürk, bu konunun önemini fark etmiş ve bütün uygulamalarını bu paralelde yapmıştır. Bu
nedenle de kadının iyi eğitilmesinin, sosyal yaşamda aktif rol almasının Türkiye’nin sosyal
yapısında sağlayacağı yararları şu sözleri ile çok güzel ve açık olarak ifade etmiştir: “Şunu
söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın umumî vazifelerinde üzerlerine düşen hisselerden başka
kendileri için en ehemmiyetli, en hayırlı, en faziletli bir vazifeleri de iyi anne olmaktır. Zaman
ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü
gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına
vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli özellikler
taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak, pek çok
yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hatta erkeklerden
daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin
anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.”6
İzmir Kız Öğretmen Okulu’nun açış konuşmasında aynı hususu şu sözleri ile vurgular: “Türk
kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, bazısıyla, azmiyle muhafaza ve müdafaya kadir nesiller
yetiştirmektir.”7
“Sosyal hayatın kaynağı aile hayatıdır. Aile izaha lüzum yoktur ki kadın ve erkekten kuruludur”
diyen Atatürk8 “Medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta
fenalık muhakkak içtimaî, iktisadî, siyasî aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek
unsurların hukuku tabiiyelerine malik olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları
lâzimedendir,”9 sözleriyle toplumda diğer sosyal kurumlarla ilişki içinde bulunan ailenin
yapısında meydana gelen bozulma ve çözülmelerin diğer kurumlarda da bozulmaya yol açacağını
35
ve bu yolla toplumun tümünde bir bozulmanın ve bütünleşme problemlerinin ortaya
çıkabileceğini çok güzel bir biçimde ifade ediyor.
Atatürk sadece ailenin sosyal yaşam için önemli bir kurum olduğunu belirtmekle kalmıyor,
detaylı bir şekilde bu kurumun kuruluş aşamasından itibaren varolması gerekli ön şartları da
belirtiyor. O’na göre, ailenin devamlı olabilmesi için kuruluşunda bazı şartlar varolmalıdır:
I - Atatürk’e göre: “Evlilikte iyi bir geçimin sağlanması ve devamlı olabilmesi için varolması
gereken şartlar incelenip anlaşıldıktan sonra dini, milliyeti, iyiliği, terbiyesi, ahlâkı, âdetleri farklı
iki insanın birleşmelerindeki gariplik kadar dikkati çeken bir şey olmadığı kolaylıkla anlaşılıyor”.
2 - ...”Karakter ve ahlâkımıza uygun eş arayalım ve onunla evlenme şartlarını açık ve kesin
olarak kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince onun gereğini yapalım. Kadın da böyle hareket
etsin.”10
3 - Aile içinde yeterli ilgi ve şefkat görmüş, sevinç ve üzüntülerini aile fertleriyle paylaşmayı
öğrenmiş, kendine güvenli, sağlıklı bir sosyalizasyon süreci ile topluma hazırlanmış bir kişinin
yaşamı boyunca karşılaşabileceği sosyal problemlerle başa çıkabilmesi şüphesiz daha kolaydır.
Burada aileye, aile içinde de özellikle kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasında temel öge olan
kadına büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu nedenle de özellikle kadının iyi eğitim görmesi,
aydın olması gerektiğini Atatürk şu sözleriyle vurgular: “Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk
terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti lâyıkıyla anlaşılır.
Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de
kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Bu sebeple kadınlarımız da âlim ve teknik
bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra
kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu
olacaklardır.” 114 - Atatürk, evliliğin, aile yaşamının önemini ve gerekliliğini sık sık vurgularken
bu birlikteliğin huzurlu olmasını tavsiye etmiştir. Şu sözleri de evliliğe verdiği önemi açıkça
göstermektedir: "Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir...Çoluk çocuk sahibi
olmalıdır...Bana bakmayınız. Bu meselede örnek İsmet Paşa’dır. Benim hayatım başka türlü
düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim
başarabileceğim bir iş değilmiş."12 Atatürk, evliliğini takib eden yıllarda yaptığı yurt gezilerine
eşini de beraberinde götürerek Türk toplumuna örnek olmak istemiştir.
5- Atatürk, aile yaşamını sağlam temellere dayandırmak için uygulamalarını yasalarla güvence
altına almıştır. 1926 yılında Medenî Kanun’da yapılan değişikliklerle erkeğin birden fazla
kadınla evlenmesi yasaklanıyor, böylece aile ilişkilerine düzen ve huzur kazandırılıyordu. Ayrıca
kadın Evlenme ve Miras Hukuku’nda erkekle eşit hale getiriliyor ve dinî nikâh yerine medenî
nikâh şart koşularak evlilik yaşamı süresince olduğu gibi sonrasında da kadın ekonomik ve
hukuksal yönden güvence altına alınıyordu13.
Toplumun genelinde olduğu gibi aile içinde de huzurun sağlanabilmesi için aile içi ilişkilerin de
iş bölümü, karşılıklı saygı-sevgi çerçevesinde düzenlenmesi gereğinin üzerinde duran
Cumhuriyet zihniyeti, Atatürk döneminde okullarda okutulan ve Atatürk’ün onayından geçen
“Vatandaş İçin Medenî Bilgiler” kitabında şu görüşlere yer vermekte idi:
“Baba, ailenin reisidir. Cemiyete karşı vazife esas olmakla beraber, bir aile babası bu sıfatla
bütün ömrünce karısının ve çocuklarının saadeti ile yakından alâkasını muhafaza eder. Aile ocağı
babanın her ıstırabını dindirecek bir neşe ve saadet kaynağı olmalıdır. Büyük, küçük ailenin
bütün azası babaya hürmet ve minnettarlık hisleriyle bağlanmalıdır. Buna karşı baba en sıkıntılı
zamanlarında karısından hürmet ve nüvazişini ve çocuklarından şevkatini esirgememek
36
tahammülünü göstermelidir. Ana, yuvanın reisidir. Aile azasından hepsi saadetini onun ince ve
itinalı alâkasına borçludurlar. Türkler “ana hakkı”nı büyük sayarlar. Bu çok yerinde bir
telâkkidir. Çocuklar analarını sıcak bir hürmetle kucaklamalıdırlar.
Kanun, çocuklara kendilerine hayat sebebi olan, kendilerini besleyen, büyüten, okutup yetiştiren
baba ve ananın mirasına sahip olmak hakkını da vermiştir. Bu haklar çocuklara, anaya ve babaya
karşı çok derin bir vecibe de yükletir.
Baba, ana çocuklarını hayata hazırlamayı vazife bilirler. Fakat hayata hazırlanmış çocuklar da
ana, baba hakkını fedakârlıkla çalışarak ödemelidir. Yoksa bu çağdan sonra kendini, ailesine
sıkıntı veren bir yük halinde bırakmamalıdır. Bir de çocukların hayatta muvaffakiyetleri yalnız
kendi şahısları için değildir, çocuklar yetiştikleri aile ocağının saadet, refah ve bilhassa şerefini
yükseltmeyi birinci ve yüksek insanlık borcu bilmelidir.
Cumhuriyet birden fazla kadınla evlenmek fenalığını Türk camiasından kaldırmıştır. Türkiye’de
bir erkek yalnız bir kadınla evlenebilir. Ailede kadının haysiyetini çiğneten ve bu sebeple aileyi
bir sevgi ve saygı yuvası halinden çıkaran birden fazla kadınla evlenmek faciası yurdumuzda
artık tarihe karışmıştır.”14
Görülmektedir ki Atatürk, sosyal yapıda çok önemli gördüğü, değer verdiği aile yapısını Medenî
Kanun’la gerçek ve mantıkî kurallara bağlamıştır 15.
Buraya kadar özet olarak vermeye çalıştığımız Atatürk’ün aile ile ilgili fikir ve uygulamaları
göstermektedir ki Atatürk’ün yapmaya çalıştığı, amaçladığı şey, kadını ve erkeği ile Türk ailesini
sağlam ve mantıkî temellere oturtmak ve onun sosyal bütünleşmede, ülke kalkınmasında aktif rol
almasını sağlamaktır.
1 C.C. Harris, The Family and Industrial Society, George Ailen and Unwin, Londra 1980, s. 85-87.
2 Aristoteles, Politika, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s. 10-13.
3 Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Adam Yayını, Ankara 1974, s. 14-15.
4 Nihat Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, Kültür Bakanlığı Yayını, İstanbul 1981, s. 28-29.
5 Harry C. Bredemeier ve R.M. Stephenson, The Analysis of Social Systems, Holt, Rinehart ve Winston Inc., New
York 1962, s. 197.
6 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Olgaç Matbaası, Ankara 1984, s. 94.
7 Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sayı: 37, Ankara 1990, s.
98.
8 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 351.
9 Atatürkçülük, Genelkurmay Bask. Yayını, 1. cilt, Ankara 1984, s. 326.
10 A.g.e., s. 329.
11 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 98.
12 Utkan Kocatürk, “Atatürk ve Aile”, Atatürkçülük, Genelkurmay Bask. Yayını, II. cilt. M.E.B. Basımevi, İstanbul
1984, s. 206.
37
13 Mükerrem Kamil Su ve K. Su, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Kanaat Yayını, İstanbul 1975, s. 130
14 Recep (Peker), Vatandaş İçin Medenî Bilgiler, II. Kitap, 1933, s. 259-261.
15 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 205.
Prof. Dr. Tülin Günşen İçli *
*Polis Akademisi Başkanlığı
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991
ATATÜRK'ÜN SEVGİ FELSEFESİ
Bize göre, insanoğlunun içine, özene bezene konan en güzel ve güçlü duygu sevgidir, insanoğlu
istese de istemese de bu köklü ve yüce duyguyu içinden söküp atamaz. Atmak istese de gücü
yetmez. Amaç, bu yüce ve köklü duyguyu bilmek, anlamak, yaşamak ve yaşatmaktır. Asıl sorun
ise, bu sevgiyi insanın, insanlığın yararına geliştirip yaymaktır. Bu gerçekten güzel olan duyguyu
memleketin, milletin ve insanlık dünyasının yararları yönünde kullanmaktır. İnsanca yaşamanın,
bütün incelikleri sevgide düğümlenir. Sevgi, neşe içinde bir hayat sürmenin, huzurun, güvenin
kaynağıdır. Sevginin temelinde daima iyilik, doğruluk, güzellik vardır. Aynı zamanda insanların
birbirlerini anlamaları ve birbirlerine destek olmaları ancak sevgi ile mümkündür.
Her konuyu yeteri, değeri ve gereği ölçüsünde düşünen Atatürk, doğumundan ölümüne kadar,
kendine has bir sevgi felsefesi içinde yaşamıştır. O’nun için sevgi, hayatın ta kendisidir.
Atatürk’ün insanlık âlemine sunduğu sevgi felsefesi, kişilerden topluma, millete ve milletlere
uzanır. Hiç şüphesiz milletler arası güvenin de kaynağıdır. Milletler birbirlerini ancak severek
anlayabilirler. Kendi milletlerine olduğu kadar dünya milletlerine de yararlı ve yardımcı
olabilirler. Atatürk’ün haklara, ahlâka, şefkate ve insanî düşüncelere dayanan bu sevgi felsefesi,
gerçekten insanlığın geleceği için çok güçlü bir ışıktır. O’nun evrenselliğinin en büyük
örneklerinden biridir.
38
Bir süre merhum ünlü ressamımız Çallı İbrahim’in akşam yemeklerindeki sohbetlere katılmak
mutluluğuna ermiştim. Bu sohbetlerde, sık sık, Atatürk’e de değinilirdi, işte böyle bir yemek
sohbetinde, üstad Çallı İbrahim’e:
“—Hocam, Atatürk en çok kimi ve neyi severdi” demiştim. Şöyle bir iç çekerek, daha doğrusu
derin bir nefes alarak, kendine has şive ve üslubu ile:
“—O, kimseyi sevmezdi. Hiçbir şeyi sevmezdi. Yalnız kütleyi severdi. Türkü, Türklüğü severdi.
Gözünde ve gönlünde yalnız bu ikisi vardı. Bunlar için yaşardı. Bu ikisini yürekten sevenleri
anlar, bilir ve onları beğenirdi” demişti. Bu fikri aynen benimsediğim için, Atatürk’ün sevgi
felsefesine bu anlayışla girmeyi tercih ettim.
Mustafa Kemal’den Atatürk’e Sevgi
Mustafa Kemal’de en güçlü sevgi, hiç şüphesiz, vatan ve millet sevgisidir. Ondaki özgürlük ve
bağımsızlık aşkını yaratan da yaşatan da bu sevgidir. O’nun doğumundan İkinci Meşrutiyet’in
ilânına kadar cereyan eden olaylara, kalın çizgilerle değinecek olursak, şu manzara ile
karşılaşırız:1 1880 Ruslar Türkmen bölgesine yerleşmeye koyulur;
1881 Fransızlar Tunus’a el koyar;
1882 İngilizler Mısır’a el koyar;
1884 Ruslar Merv’i alır, bağımsız Türkmen ülkesine hakim olur;
1885 Bulgarlar Doğu Rumeli’yi, İtalyanlar Sudan’da Musava ve Beylut’u alırlar;
1887 İtalya Mısır’da İngilizler’e, onlar da İtalyanlar’a Sudan’da hak tanırlar;
1894-96 Ermeni ayaklanmaları. İç işlerimize karışmalar;
1896 Girit Osmanlı yönetiminden çıkar;
1898 İngilizler Sudan’a el koyar;
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı;
1899 Kuveyt Şeyhi İngiliz himayesine girer;
1902 Fransa, Fizan’da İtalya’ya hak tanır;
1903 Büyük Makedonya ayaklanması;
1904 Necit, Yemen ve daha başka ayaklanmalar;
1905 Büyük devlet donanmaları, bir süre için, Midilli ve Limnos adalarına el koyarlar;
1906 Osmanlı hükümeti, Tûr-u Sina ve Akabe üzerindeki iddiaların dan vazgeçer. Bu yerlerin
Mısır’a, İngiltere’ye ait olduğu kabul edilir;
1907 İngiltere ile Rusya, İran üzerinde anlaşırlar;
39
1908 Makedonya’yı Osmanlılardan koparma görüşmeleri, İngiltere Kralı ile Rus Çarı arasında,
Reval’de yapılır.
Çökertilmeye çalışılan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumunu Mustafa Kemal, okuyarak
öğrenir. Hiç şüphesiz bir kısmını da yaşamıştır. Sadece okuyup geçmez. Olayları ve gidiş
yönlerini de çok iyi kestirir. O nedenledir ki 1897 deki, Türk-Yunan Savaşı’ndan bahseden
Mustafa Kemal: “Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım. Yaşımın küçük olmasına
rağmen bu savaşa katılmayı çok istemiştim. Az daha gönüllü müfrezelerin arasına katılıp
gidecektim”2 der. Savaş kısa sürmüştür. Osmanlı ordusu zafer kazanmıştır. Ama gerçekte zaferin
meyvelerini Yunanlılar toplamıştır. Buna çok üzülen Mustafa Kemal: “Hocalarımız bize, bütün
Yunanistan’ın işgalinin mümkün olduğunu söylemişlerdi. Mütareke haberi gelince, aydın fikirli
okul zabitlerimiz, büyük teessür duydular. Biz, onların yüzlerinden bunu anlıyorduk. Fakat bir
şey soramıyorduk. Yalnız arkadaşım Nuri -Cumhuriyet devrinde milletvekili Nuri Conker- genç
bir zabitin, (-Böyle olmamalıydı, yazık, çok yazık!) diyerek ağladığını anlattı. Manastır
sokaklarında yine şenlikler yapılıyor, yine (-Padişahım çok yaşa!) avazeleri yükseliyordu. Ben,
ilk defa bu temenniye katılmadım” 3 demişti.
Görüldüğü üzere, daha o yaşlarda Mustafa Kemal’in yüreğinde tertemiz vatan ve millet sevgisi
yaşamaktadır. Her düşünce ve duygunun üstünde bu sevgi yer almaktadır. Bu maksatladır ki,
1906 ve 1908 yılları arasında Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile; sonradan Selanik’te Terakki ve
ittihat Cemiyeti adını alan, kendi kurduğu teşekküllerde bitmez tükenmez mücadeleler verecektir.
Sonradan adı ittihat ve Terakki’ye dönüşen cemiyetteki arkadaşlarına, bu alev alev yanan sevgi
ile: “Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı împaratorluğu’nun üzerine
değil, Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalı; düşmanlarının, yani büyük
devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, ihtilâl idaresi, kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır” 4.
Mustafa Kemal, ömür boyu bu amaç için çalışır. Nitekim, Selanik’te Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti’ni kurmak için yaptığı ilk toplantıda, kuruculara: “Memleketin yaşadığı vahim anları
size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu cümleniz müdriksiniz. Bu bedbaht memlekete karşı
mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir”. “Millet zulüm ve istibdat altında
mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve
kurtuluşun esası hürriyettir. Tarih, bugün biz evlâtlarına bazı büyük vazifeler tahmil ediyor.
Sizden fedakârlık bekliyorum. Kahhar bir istabdada karşı ancak ihtilâl ile cevap vermek ve
köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak için sizi vazifeye davet ediyorum.” 5
Bütün bunlar, Mustafa Kemal’in nasıl bir vatan sevgisiyle yanıp tutuştuğunun güçlü belgeleridir.
Kişisel hırs ve heveslerden çok uzaktır. Kütle, bütün için yürek dolusu sevgi ile bilenmektedir.
Cüret ve cesaretini de bu sevgiden almaktadır. O’nun için sevgilerin en yücesi, hatta kutsalı vatan
ve millet sevgisidir. Her türlü sevgi bundan sonra gelmektedir. Nitekim, Selanik’te aynı
karargâhta çalıştıkları, yaşça ve rütbece kendisinden ilerde bulunan Albay Cemal Bey -Cemal
Paşa- Mustafa Kemal’e bir gazetede yayımlanan yazısını gösterir. Düşüncesini sorar. Mustafa
Kemal: “Alelade bir yazı” dedikten sonra: “Siz şu veya bu tarzda, kuş beyinli kimselere kendinizi
beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Siz
bulunduğunuz vaziyeti mütalâa ediniz. Ve evvelâ kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak
lâzımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz halinizi bilemem.
Fakat âtiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş vasî muhitlerimiz
vardır. Bu muhitlerde henüz acemkârî hayâlât ile meşbu olanlar çoktur. Büyük odur ki; hiç
kimseye iltifat etmeyeceksin. Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için hakikî mefkure ne ise
onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.” 6
Daha genç yaşlarında Mustafa Kemal, gerçekçiliği sevgiyle bağdaştırmasını bilmiştir. Sevginin
yüceliğini, çeşitli yer ve zamanlarda, düşünceleriyle, hareketleriyle ispatlamıştır. Eğer böyle
40
olmasaydı: “-Yurt toprağı, herşey feda olsun sana! Hepimiz senin için fedaiyiz” 7 diyebilir
miydi? Şahsî düşüncelerden uzak, doğumundan ölümüne kadar vatanı ve milleti için bitmez
tükenmez mücadelelere seve seve katlanabilir miydi? Ve nihayet, milleti, karakterinin gereği,
istiklâl ve hürriyete kavuşturduktan sonra, dünyanın huzur ve refahı için, yüce sevgi felsefesi ile
yola çıkması mümkün müydü?
Atatürkçü Düşünce Sisteminde İnsan
Atatürkçü düşüncede en önemli unsur insandır, insan, Atatürk ilke ve inkılâplarının güç
kaynağıdır, insansız bir topluluk ve millet düşünmek mümkün değildir. Bu durumda ne bir
düzen, ne bir yönetim, ne de bir uygarlık söz konusu olabilir. Bilim, insan aklı ve zekâsı ile
gelişir. “Her şeyin kaynağı insan zekâsıdır”; 8 “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir
insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şey tasavvur edemiyorum” 9 diyen Atatürk, insanı ne
derece yüksek gördüğünü anlatmaktadır. İnsanî duygulara dayanan dünya görüşü büyüklük ve
üstünlüğünün kanıtıdır. Erişilmez bir insan sevgisidir ki O’nu mütevazi ve engin bir hoş görüye
sahip kılmıştır. Atatürk’e göre, insanî duygu ve insanlık, gücünü sevgiden aldığı için de uygarlık
işareti olmaktadır. Bu nedenle Atatürk, milletini, millî duygu ile insanî duyguyu en iyi
bağdaştırmasını bilen bir yüce millet olarak görmekten haz duyar, gurur duyar. Nitekim, bunu
şöyle vurgulamaktadır: “Türk milleti, millî hissi, insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır.
Vicdanında millî hissin yanında insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir.
Çünkü Türk milleti bilir ki, medeniyetin şehrahında müstakil ve fakat kendileriyle muvazi
yürüdüğü umum medenî milletlerle mütekabil insanî ve medenî münasebet, elbette inkişafımıza
devam için lâzımdır. Ve yine malumdur ki, Türk milleti, her medenî millet gibi, mazinin bütün
devirlerinde keşifleriyle, ihtiralarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş, insanların, milletlerin
kıymetini takdir ve hatıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk milleti insanlık âleminin samimi
bir ailesidir.”10
Atatürk’ün insanlık ideali çok yüksektir. Hayatının hiçbir döneminde bencil olmamıştır. Her şeyi
arkadaşlarına, millete mal etmesi de insan sevgisinden kaynaklanmaktadır. Her fırsatta insanları
mutlu edebilecek çare ve yolları aramasının tek sebebi de budur. Sadece kendi milleti için çaba
harcamazdı. Eşsiz insanlık ideali ile bütün dünya milletlerinin refah ve huzuru için, sık sık
uyarılarda bulunurdu. İnsanî duygu ve düşünce alanında, olmasını istediği, varılmasını
düşündüğü amaçları, gerçekleşmiş gibi göstererek insanları yumuşatacağına inanırdı.
Bu asil ve yapıcı düşünceyledir ki: “Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye ve
hislerimizi yüceleştirmeye yardım edecek kadar yükselmiştir. İnsanları mesut edeceğim diye
onları birbirine boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzülecek bir sistemdir. İnsanları
mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onlara birbirini sevdirerek karşılıklı
maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir”; “Dünya barışı için insanlığın
gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün
olacaktır.”11 Dünya milletleri, Atatürk’ün insan sevgisine dayanan bu gerçek ve soylu görüşünü
anlayıp benimsediği zaman insanlık yoluna girer. insanlığa hizmet edebilecek noktaya yükselir.
Böylece, insanlık âleminin birer samimî ailesi olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde bütün
mesele, Atatürk’ü anlamakta ve anlatmakta düğümlenmektedir. Bu konuda ilk adım, Atatürkçü
düşünceyi yaymakla sorumlu olduğumuzun bilincine varmaktır. Atatürk’ün sevgi felsefesi ve
insanlık ideali, Atatürkçü ideolojinin en güçlü dayanağıdır. Temelinde insan sevgisi yatan bu
ideoloji, Atatürk’ün, dünya milletleri için huzur, güven, refah getirmesi yolundaki barışçı
inancını ifade etmektedir. Atatürk, milletleri insanlık yönüyle hiçbir zaman kendi milletinden
farklı görmemiş, savaştıklarına bile kin, garaz bağlamamıştır. Çanakkale’de, Mehmetçik
Abidesi’nde bir konuşma yapacak olan devrin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya şunları not
ettirmiştir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost
41
vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana,
koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı
dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler. Ve huzur içinde rahat
uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız
olmuşlardır.” 12
Bugünün medeniyet dünyasında, yıllanmış haksız olayları vesile sayarak cana kıyanlar vardır.
Sapık destekçilerinin de gözlerini açmağa imkân bulunamamaktadır. İnsanlığa insanca
yaşamanın yollarını gösteren Atatürk’ün bu insancıl duygu ve düşüncelerinden utanmaları
gerekmez mi? Topraklarında, bir başka milletin uyruğunda da olsa, yaşayan insanlara yersiz,
haksız davranışlarda bulunanların vicdanlarının titremesi gerekmez mi? Bu gibi tutum ve
davranışlar, milletimizle birlikte Atatürk’ü, her gün biraz daha yüceltmektedir.
Sevgiden Doğan Görev Aşkı
Atatürk’te eşine çok az rastlanan bir görev aşkı vardır. Ondaki sevgiden kaynaklanan bu aşk
O’nu, yurt ve millet sevgisinin doruğuna ulaştırmıştır. Bu sevgi karşılıksız da kalmamıştır. Belki
de hiç bir lider, milleti tarafından Atatürk ölçüsünde sevilmemiştir. Bu sevgi ise, O’na, daima en
büyük güç ve destek olmuştur. Atatürk: “Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi son
zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve
istirahatimi, her nevî şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk
duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal
eden mücadelelerimde daima hareket prensibim, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın
muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.” 13
Atatürk’te millet ve vatan sevgisi sınırsızdır. Şahsı için en küçük bir istek ya da şiddetli bir arzu
görmek mümkün değildir. Kendisine amaç olarak, ideal olarak seçtikleri tamamen millî ve
insanîdir. Bunlara ulaştığı an, sanki bütün çabalar kendisinin değilmiş gibi bir tavır takınmaktan
hoşlanır. Ondaki insan sevgisinin kanıtıdır bu: “Benim ihtiraslarım var. Hem de pek büyükleri.
Fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi emellerin
tatmini ile ilgili bulunmuyor. Ben, bu ihtirasların gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları
dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir
fikrin başarısında arıyorum.” 14 Bu, vatan ve millet sevgisiyle daha hayatta iken mal ve mülkünü
milletine bağışlamıştır.
Rakik, duygulu, şefkatli bir ruha sahiptir. Savaşı, bir milletin hayatı için zarurî olmadıkça
düşünemeyecek kadar insanlığa aşıktır. “Milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir
cinayettir”15 der. Vicdanının sızlamasından yakınır. “Birçok zaferler kazandım. Fakat bunların
en büyüğünden sonra bile, her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek, içimde
derin bir keder duyuyorum.” 16 Yaşadığı sürece dünya milletlerinin gönlünde bu sevgi
felsefesinin ateşini yakmaya çalıştı. Birçok ilke, inanç ve düşünceleri gibi onu da insanlık
dünyasına armağan etti. Böylece Atatürk, düşünce sistemini sevgi temeli üstüne oturtmuş oldu.
Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi adlı eserinde, bu konulara da vukufla değinmiştir:
“Atatürk, batılı olmayan bir toplumun tarihinde, ilk defa olarak halka baş vurmuştur.
Bağımsızlığın elde edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında halkla birlikte
çalışmıştır. Yaşamı ve eseri üzerine çok yazılmıştır. Ama hiçbir tarihçi, söylevlerinde beliren
kişiliğine uygun, bir manevî portresini çizememiştir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk’ün göz
önünde beliren manevî kişiliğinin bir yana bırakılmaması gerekir. Çünkü 1919’dan ölüm tarihi
olan 1938 yılına kadar geçen olayların en derin nedenlerini, akla uygun ve doyurucu biçimde
açıklayabilmek için O’nun kişiliğinin tuttuğu ışığa ihtiyaç büyüktür.” 17 dedikten sonra da:
42
“Söylevlerinde, kahraman ve şövalye ruhlu bir insan olarak belirir. Ulusu için savaşım veren bir
şövalyedir. Bazan utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz etmesine engel
olur. Dünyayı gerçekçi gözle görür. Fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal ve
amaçlarına yöneltmesini bilir. Olaylara egemen olmak ister ve olur. Türk ulusundan söz ettiği
zaman, sözlerinde insanlık duygularının titreştiği hissedilir. Türklerin çok daha mutlu geleceğe
lâyık oldukları fikri, O’nu baskı altında tuttuğu, bu fikirle yanıp tutuştuğu da bellidir. Fakat O
bütün insanlara, bütün uluslara saygı duyar, insanların acılarına saygılıdır. Bizzat kendisi çektiği
acılarla yücelmiştir” 18 diyor.
Görüldüğü, düşünüldüğü üzere, bütün bunlar Atatürk’teki insanî duygu ve düşüncenin
büyüklüğünü ve erişilmezliğini vurgulamaktadır. O, her şeye insanla, insanlıkla başlar. Toplum
ve millet kademesine sevgi yoluyla ulaşır. Bu sevgi ile insanları, insanlığı, milletleri birbirine
bağlamak inancı ve amacı ile yanar. Bu sebeple, “Yurtta sulh, cihanda sulh” isteği, bu sevgi
felsefesinin en huzur verici ve en güvenilir ifadesidir.
İnsan Sevgisinden Topluma
“Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun azalarıdır. Ve bu sebeple birbirine bağlıdır” 19 diyen
Atatürk; “Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük bize de olan
kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçmak lâzımdır. Yaptığımız işler,
etrafımızda sevinçler veya acılar halinde akisler uyandırır. Bu hal bize vicdanî vazifeleri
duyurur”. “Bağlılık, bizi başkaları için müsamahakâr yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında
bizim de istemeyerek, ekseriya beraber suçlu olduğumuzu gösterir. Hülasa, bağlılık, herkes kendi
için yerine, herkes herkes için düşüncesini koyar. Bu düşünce toplumsaldır, millîdir. Geniş ve
yüksek manâsıyla insanîdir.” 20
Bu ne engin ve zengin bir sevgi felsefesi, vicdanla da, ahlâkla da sarmaş dolaş. Bu ne kutsal bir
inançtır ki, hem millî, hem vicdanî ve ahlâkî, hem de evrenseldir.Atatürk’e göre, insanlar hür ve
serbest fikirli olmalıdırlar. Hür ve serbest fikirli insanlar, bu fikirlerini insanî düşünce ve
duygularla bağdaştırmalıdırlar. Ancak bu yolla toplumu oluşturan kişiler arasında samimî bir bağ
kurulabilir. Böyle bir toplumdan oluşan millet ise güçlü olur. Güçlü millet, diğer dünya
milletlerine karşı da sevgi ve saygı dolu tavırlarıyla yararlı olur. Nitekim Atatürk: “Şüphesiz
fikirlerin, inançların başka olmasından, şikâyet etmemek lâzımdır. Çünkü bütün fikirler ve
inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alâmetidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal
elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakikî hürriyetçiler, taassupsuzluğun umumî bir haslet
olmasını temenni ederler” 21 demektedir.
Böylece, hür düşüncenin de insanlardan başlayarak toplumlara ve milletler arası bir düzeye
ulaşmasında sevginin ne derece birleştirici, kaynaştırıcı bir etken olduğu görülmektedir. Atatürk,
ömrü boyunca sevginin gücünü ve değerini gösteren gerçek örnekleri insanlığa vermiştir.
Huzur, Güven ve Refah Sevgi Felsefesindedir
Milletlerin huzur, güven ve refahı ancak milletler arası samimî bir sevgiyle mümkündür. Bu
nedenle, milletleri dostluk-düşmanlık esasına göre ayırmak doğru olmaz. Yirminci yüzyılın son
çeyreğini yaşayan dünya, atom devrini de aşmış, uzay çağına ulaşmıştır. Atatürk’ün, çağdaş
uygarlık düzeyinin üstüne çıkma amacı, yalnız Türkiye için değil, bütün milletler için de
doğrudur, gerçektir. En küçüğünden süperine kadar hiçbir devlet, bunun dışında bir düşünceyle
hareket edemez; etmemesi gerekir. Çünkü, ilerlemeye son yoktur. Atatürkçü düşünce sisteminin
temelini oluşturan dinamizm, fikir ile hareketi birlikte yürütme esasından kaynaklanır. Bu görüşe
göre duran, haliyle düşecektir. Düşmemek için yorulmadan, durmadan çalışmak gerekir. Nitekim
43
Atatürk gençliğe: “Siz, genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz. îşte ben,
bilhassa, bu sözden duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat
arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu?Elbette yorulacaksınız. Benim sizden
istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz
dakikada dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahluk için tabiî bir haldir.
Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları
dinlendirmeden yürütür. Sizler, yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip
edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeğe karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk
gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.” 22
Hiç şüphesiz Atatürk’ün gayesi insanlık idealidir. İnsan sevgisidir. İnsanlığın barış, huzur, güven
ve refahıdır. O’nun dinamik idealini benimseyenler için bu apaçık bir gerçektir. O, bu büyük ve
asil düşüncelerini daha önceleri şu şekilde ifade etmiştir: “Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı
prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve
ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve ediyor
olmak bizim için övünülecek bir harekettir.”23
Atatürk, dünyanın bir büyük savaşa hızla aktığını görmüştür. Çeşitli nedenlerle dünya
devletlerini uyarmıştır. Nitekim, bu durumu daha 1932 yılında ünlü Amerikan Generali Mac
Arthur’a açıkça anlatmıştır.24 İlerleyen yıllarda ise: “Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı bir
barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın
refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, aç gözlülük ve kinden
uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”25 Bu ileri görüş, sahibi Atatürk’ün sevgiye dayanan en
samimî duygusudur. Yüreği insanlık aşkı ile yanan büyük insanın insanlığa feryadıdır. Ama ne
yazık ki, hırsları akıllarını fersah fersah aşanlar, bu sevgi dolu, insanlık dolu sese kulaklarını
tıkamışlardır. Beyin, kulak, ağız üçlüsü ile denge sağlayamayanlar, halâ da bunu anlamamakta
ısrar ederler. Daha da edeceklerdir. Oysa, Atatürkçü düşünce sistemine, Atatürk’ün eşsiz sevgi
felsefesine göre insanlığın kurtuluşu, Atatürkçü ideoloji ile mümkün olabilecektir. Gel gör ki,
bugün de insanlıkta, insan sevgisinde nasibi olmayanlar vardır. İnsanları ve milletleri birbirlerine
sevdirmek yerine düşman etmeğe uğraşmaktadırlar. İnsanoğlu çirkin tutkulara, bencil
düşüncelere kurban edilmektedir. İnsan sevgisine dayanmayan egemenlik hayalleri sürüp
gitmektedir. İnsanlık ise, yücelmesi gereken yerde düşmektedir, zavallılaşmaktadır. Kutsal
inançlar bile pis hırsların elinde oyuncaktır.
Yüce Atatürk, bu koca dünyaya insanî duygu ve düşüncelerin ışık tutsun. Sevgi felsefen,
insanlığın uyanışı olsun.
1 Yusuf Hikmet Bayur; Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 3-5.
2 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 10.
3 a.g.e., s. 12.
4 a.g.e., s. 114-117.
5 Hüsrev Sami Kızıldoğan, Belleten, c. 1, s. 621-622.
6 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eserleri, s. 24.
7 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, Ziraat Bankası Yayını, s. 20.
8 Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, s. 41.
44
9 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar, Belgeler, s. 182.
10 Afet inan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 369-370.
11 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 323.
12 Yekta Ragip Önen, Dünya Gazetesi, 10.12.1953.
13 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 61.
14 Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 22.
15 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, s. 11.
16 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 353.
17 Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 36-37.
18 a.g.e., s. 37.
19 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s. 522.
20 a.g.e., s. 529-531.
21 a.g.e., s. 509-510.
22 Cumhuriyet Gazetesi, 1.4.1937.
23 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, c. IV, s. 560.24 Bekir Tünay, Atatürk’ün Üstün Kişiliği, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 3, s. 85..25 Ayın Tarihi, sayı 19, 1935.
Bekir Tünay
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985
45
ATATÜRKÇÜLÜĞÜN EVRENSELLİĞİ
Atatürk ve Atatürkçülüğün en az incelenen yönü, diğer uluslar üzerindeki etkileridir. Bu konuda
münferit yayınların dışında, bütünlüğü olan araştırmalar ve bu araştırmalara dayanan yorum ve
değerlendirmeler yapılmamıştır.
Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönü ile ilgili araştırmalar, ağırlığı üçüncü dünya ülkelerinde
olmak üzere, her ülke ayrı ayrı ele alınarak yapılabileceği gibi, askerî, ekonomik, sosyal ve
politik konular ele alınarak, bütün üçüncü dünya ülkeleri için topluca da yapılabilir.
Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün, teorik ve uygulamaya yönelik olarak incelenmesi
gerekmektedir. Konunun teorik açıdan incelenmesi şu başlıklar altında yapılabilir:
a. Millî nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçülüğün, yeni bir
dünya görüşü olarak özellik ve unsurlarının araştırılması ve değerlendirilmesi;
b. Atatürkçülüğün diğer büyük düşünce sistemleriyle karşılaştırılması;
c. Düşünce sistemleri tarihi içerisinde Atatürkçülüğün yeri.
Atatürk ve Atatürkçülüğün evrensel yönünün teorik incelemesi ile birlikte, aşağıdaki hususlarda
uygulamaya yönelik incelemesi de yapılabilir:
a. Atatürk düşünce sisteminin uluslar arası yankıları. Hangi görüş ve uygulamanın, hangi ülke
veya ülke grubunda etki ve yankı yaptığı;
b. Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasının dünyadaki siyasî olaylar üzerindeki etkisi ve
katkısı;
c. İstiklâl Harbi’nin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma değeri;
d. Atatürk ve Atatürkçülüğün geleceğe yönelik olarak değerlendirilmesi.
46
Teorik veya uygulamaya yönelik incelemeye başlamadan, dış dünyanın, Atatürk ve
Atatürkçülüğü, zamanında ve bugün nasıl değerlendirdiğinin araştırılması, şüphesiz, vazgeçilmez
ilk adımdır. Bunun için Sayın Bilâl Şimşir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı 4 ciltlik derlemesi
mutlu ve örnek bir başlangıçtır. Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili yabancı yayınların
kütüphanelerimize kazandırılması da zorunludur.
Konu büyüktür, saha boştur ve araştırıcılarını beklemektedir. Şüphesiz, bütün bu araştırmalar en
iyi olarak Türk bilim adamları tarafından gerçekleştirilebilir. Araştırma için, konunun kendi özel
metodolojisinin belirlenmesi de gerekir. Metodoloji tespit edilirken, Atatürkçülüğün bütünlüğü
olan bir düşünce sistemi olduğu ve sosyal, ekonomik, politik, askerî unsurları dikkate alınmalıdır.
Evrensel incelemede, ana olay ve unsurları ile birlikte Atatürkçülüğün Türkiye’deki
uygulamasında etkili, hâkim özelliklerin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bütün bu
incelemelerde aşağıdaki görüşler temel veriler olarak değerlendirilebilir.
Atatürkçülük, bütünü ile millî devlet kurulmasının, bu millî devletin çağdaşlaşması ve her çağda
çağdaş olabilmesinin ilkelerini, uygulama esaslarını ve yönetimini belirler.
Türkiye’deki uygulama, üç büyük olayın bütünüdür. Bunlar; İstiklâl Harbi, inkılâplar ve millî
egemenliğin sağlanması olaylarıdır. İktidar değiştirilerek gerçekleştirilen millî egemenliğin
sağlanması da inkılâplarımızdan birisidir. Fakat önemi ve etkisi sebebiyle ayrı olarak
düşünülmesi yararlı olacaktır. Millî egemenliğin sağlanması için iktidar kaynağının
değiştirilmesi, iktidar tabanının genişletilmesi, iktidarın millete devri gerekmiştir.
Bütün ilke ve inkılâplar, bir bütündür. Ancak Atatürkçülükte kesin bağlantı ve saplantılar yerine
şartlara ve ihtiyaçlara uygun olarak akim ve bilimin bulacağı cevaplar asıldır. Atatürk ilke ve
inkılâplarının, çağımız şartlarında, akıl ve bilimle bağdaşan en geçerli, en gerçekçi düşünce ve
uygulama sistemini oluşturduğu her geçen gün daha açık olarak anlaşılmaktadır.
Atatürkçülüğün uygulanmasında önemli üç büyük olay olan İstiklâl Harbi, millî egemenlik ve
inkılâpların her birisinin evrensel etki ve yankısı farklı olmuştur. Bunlardan İstiklâl Harbi’miz,
inkılâplarımıza ve millî egemenlik uygulamamıza nazaran diğer uluslar üzerinde daha fazla etki
yapmış ve daha fazla yankılanmıştır. İstiklâl Harbi’miz, sömürge durumunda olan ve işgal
edilmiş bulunan bütün mazlum milletlere güç ve ümit vermiştir. İstiklâl Harbi ile Türk milleti,
mazlum milletlere karşı tarihî sorumluluğunu da yerine getirmiştir. Türk gerilemesinin
başlamasından sonra -Viyana’dan sonra- doğu ülkeleri, Avrupalılar tarafından
sömürgeleştirilmeye başlanmıştır. Bundan üç yüzyıl sonra kazanılan İstiklâl Harbi’nin öncülüğü
ve sağladığı ortamdan sonra aynı ülkelerin kurtuluşları başlayabilmiştir.
Viyana’dan dönüşün durdurulduğu yer Sakarya’dır. Sakarya Meydan Muharebesi yalnız Türk
tarihinin değil, dünya tarihinin de büyük bir dönüş, büyük bir doruk noktasıdır. Batılılar, Türkleri
başlangıçta kendileri için bir tehdit olarak, daha sonra genişlemelerine ve yayılmalarına bir engel
olarak görmüşlerdir. Türk gücü bertaraf edilmeden doğuda hâkimiyet gerçekleştirilemeyecekti.
Bunun için Türkleri önce Avrupa’dan, sonra Anadolu’dan atmak gerekiyordu. Doğu sorunu ismi
verilen bu politika başarı kazandıkça üçüncü dünya ülkelerini sömürgeleştirmek, işgal etmek
kolaylaşmıştır. Türklerin Karadeniz hâkimiyetini, Akdeniz hâkimiyetini kaybetmeleri, Hint
Okyanusu’nda Portekiz savaşlarıyla kaybettiği üstünlüğü, batının işgal ve sömürgeciliğine yeni
sahalar açmıştır. Dünya tarihine Sakarya Meydan Muharebesi kadar değişiklik getiren meydan
muharebesi sayısı çok fazla değildir. Birinci Dünya Harbi’nin gururlu galipleri bu
galibiyetlerinden dört yıl sonra asırlardır görmedikleri yenilgiyi tatmışlardır. Batılılar bu
yenilginin geleceklerini çok yakından ilgilendirdiğini içlerinde hissederek kıvranmışlar, 30
47
Ağustos Zaferi’ni takip eden günlerde Trakya’yı Türklere vermemek için Balkanlar’dan
(Romanya, Yugoslavya), Uzak Doğu’dan (Yeni Zelanda, Avustralya, Hindistan) ve
birbirlerinden imdat istemişlerdir.
İstiklâl Harbi ile dünyada kurtuluş harpleri dönemi başlamıştır. İstiklâl Harbi millî tarihimizi
aşarak evrenselleşmiş, üçüncü dünyanın doğuşuna öncülük etmiş, örnek olmuştur. İstiklâl
Harbi’mizin öncülük ettiği kurtuluş harpleri, çeşitli politikalar ve dünya güçleri tarafından kendi
amaçlarına uygun olarak yönlendirilmek ve kullanılmak istenmiştir. Bu müdahaleler birçok
kurtuluş harbini amacından saptırmış ve mazlum milletlerin bir gücün etkisinden kurtulurken bir
başka gücün etkisi altına girmelerine sebep olmuştur.
Türk İstiklâl Harbi’nin en büyük özelliği ise, hiçbir dış gücün etkisi ve katkısı olmadan yapılmış
olması ve tam bağımsızlığa yönelik bulunmasıdır. İstiklâl Harbi’nin başlangıcında, henüz çok
zayıf bulunulduğu bir dönemde, Sovyetler Birliği yardım karşılığı olarak bağımsızlığımızı
gölgeleyecek bazı haklarla birlikte Van ve Bitlis’i istediğinde, kesinlikle reddedilmiş ve
Sovyetler emperyalizmle suçlanmıştır. Türk İstiklâl Harbi, bir kurtuluş harbi olarak, kendi
düşünce zeminini de kendisi hazırlamıştır.
Kurtuluş harpleri, bu mücadeleyi veren ülkenin kendi özel şartlarına, uygulandığı tarihteki dünya
güç merkezleri ve hâkim politikaların etkilerine bağlı olarak uygulamada farklılıklar gösterebilir.
Kurtuluş harpleri bu özel şartlar dikkate alınarak değerlendirilmelidir.
Türk kurtuluş hareketinin özelliğini oluşturan temel unsurlar; hareketin liderinin, Atatürk’ün
üstün kişiliği, Türk milletinin tarihî ve kültürel yapısı, Türkiye coğrafyası ve İstiklâl Harbi’nin
yapıldığı tarihteki dünya politik durumudur.
Türk kurtuluş hareketini gerçekleştiren Türk milleti, dört asır önce asrına ismini vermiş bir
büyüklükten gelmektedir. Asya bozkır medeniyetinin temsilcisidir; İslâm medeniyetinin
gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Türk ve İslâm medeniyetlerinin sentezini
gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı olarak dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük
imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzeninin ve
medenî yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha gün yüzüne çıkmaktadır.
Türk milleti, 200’e yakın devlet kurmuştur. Bu milletin kültür birikimi, gelenekleri ve ruh yapısı
ile, ilk defa devlet kuran bir topluluğun milletleşmesinde, devletleşmesinde, şüphesiz, bazı
farklar olacaktır.
Kurtuluş hareketlerinin liderleri, hareketi şekillendiren ana unsurlardan bir diğeridir. Atatürk
kurtuluş harplerinin öncü lideridir. Büyük tarihî birikimin, Türk kültür çevresinin yetiştirdiği bir
dahidir. Diğer kurtuluş harplerinin liderlerinde bu büyüklüğü bulmak, şüphesiz, zordur. Ancak,
diğer kurtuluş harplerinin liderlerinin önünde Atatürk gibi bir örnek vardır. Atatürk’ün ise
önünde böyle bir örnek yoktur. Kurtuluş harplerinin incelenmesinde liderin değerlendirilmesi,
hareketin şekillenmesindeki etkisi sebebiyle önemlidir.
Bütün askerî, politik, ekonomik ve sosyal olayları etkileyen en önemli unsurlardan birisi de,
şüphesiz, coğrafyadır. Coğrafyalar altı ile, üstü ile, iklimi ile ülkelerin kaderinde birer emrivaki
olarak görülmelidir. Bu sebeple, kurtuluş harplerini yapan ülkelerin coğrafyalarının da olguyu
şekillendiren bir etken olarak incelenmeye alınması gerekir. Türkiye coğrafyasının
özelliklerinden birisi, batıya karşı doğunun kalkanı olmasıdır. Türkiye coğrafyası, yalnız doğubatı arasında değil, her yönden gelen etkilere karşı, gerisinde kalan bölgeye kalkan görevi yapar.
Türkiye coğrafyası, bütün ihtirasların yol kavşağı ve düğüm noktasıdır. Bu coğrafyanın
dünyadaki bütün mücadelelerde yeri ve ağırlığı vardır. Bütün kültürlerle ve dünyada teşekkül
48
eden bütün güç merkezleriyle teması ve ilişkisi vardır. Bu coğrafyada ancak her sahada güçlü
olmak şartıyla millet hayatı sürdürülebilir. Kurtuluş mücadelesi veren her ülke, coğrafî yapısı da
dikkate alınarak değerlendirilmelidir.
Ülkelerin kurtuluş mücadelelerinin verildiği tarihteki dünya politik yapısı, dünyaya egemen
güçlerin durumu, siyasî akımlar ve yayılma yöntemleri ayrıca dikkate alınması, incelenmesi
gereken unsurlardır. 1920’lerdeki dünya güçleri ile 1950’lerdeki dünya güçleri ve politik
akımlarının etkinlikleri, şüphesiz, aynı değildir. Belirtilen hususlar dikkate alınarak Atatürk ve
Atatürkçülüğün evrensel etkileri incelenirken görülecektir ki, her ülke, kendi şart ve ihtiyaçları
yönünde Atatürkçülüğü değerlendirmeye ve bu görüş ve uygulamalardan yararlanmaya
çalışmıştır.
Kendi şartları gereği Atatürkçülüğün yalnız bir yönünden faydalanmayı düşünen ülkeler ve
düşünürler de vardır. Örnek olarak, bir kısım Güney Amerika ülkelerinin düşünürleri, Atatürk’ün
millî devlet kuruculuğundan milletleşmek, devletleşmek, millî devlet olabilmek için
yararlanmayı düşünmektedirler. Onların gözünde Atatürk, bir millî devletler kurucusu, uluslar
yaratıcısıdır. Bazı Güney Afrika düşünürleri, kendi kültürlerinin bütünü ile yok olmasından
endişelenmekte, Atatürkçülükteki batılılaşmayı kabullenmeyip yalnız modernleşme ilkesini
savunmaktadırlar.
Atatürk’ü bir çağdaşlaşma önderi ve Atatürkçülüğü bir çağdaşlaşma yöntemi olarak görmeyi ve
bu düşünce sisteminin bütünlüğünün idrakine ulaşmayı çok kolay bir hadise olarak
görmemelidir. Bu düşünce sistemi ve uygulamaya temel teşkil eden ilkeler, çağımızın
gerekleridir. Çağa uyum, bugün için, bu ilkelerle mümkündür. Ancak Atatürkçülük, bunlardan da
önce akim ve bilimin yol göstericiliğini esas alan, aklın ve bilimin verilerinin şartlara ve
ihtiyaçlara göre kullanılmasını öngören bir düşünce sistemidir.Atatürkçülük, İkinci Dünya
Harbi’nden sonra daha fazla örnek değeri kazanmış ve Atatürk, bir dünya değeri olmuştur. Bu
sonuçta, İkinci Dünya Harbi sonunun şartları etkili olduğu kadar, işgal ve sömürge altındaki
mazlum milletlerde Atatürk örneğinin yerleşmesi ve yaygınlaşması için gerekli zamanın geçmiş
bulunması da önemli etken olmuştur.
Atatürk’ün mazlum milletler üzerindeki ilk etkisi, İstiklâl Harbi ile batılılara tattırılan yenilgi
sonucu olmuş, Müslümanlar Atatürk’ün gazilik yönünü özellikle benimsemişlerdir. İstiklâl
Harbi’ni takip eden halifeliğin kaldırılması ve inkılâplar, bu topluluklar için anlaşılması zor,
ulaşılması güç büyük hedeflerdi. Bu noktada batılıların yanlışa dayanan propagandaları ile
Atatürkçülüğe bağlılıkta duraklama görülür. Ancak zaman, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü tekrar
yüceltmiş ve Atatürkçülüğün yaygınlaşmasını sağlamıştır.Savaşlar, askerî değerleri ile birlikte,
geleceğe yönelik etkileriyle değer kazanırlar. Şüphesiz, İstiklâl Harbi askerî açıdan büyük bir
değer taşır. Fakat askerî değeri kadar önemli yanı, sonucundan yararlanılarak gerçekleştirilen
atılımlardır. Savaş amaca giden yolu açar, genişletir ve güvenliğini sağlar. İstiklâl Harbi,
bağımsızlığımızın, egemenliğimizin, özgürlüğümüzün, çağdaşlaşmamızın, millî devletimizi
kurabilmemizin vaz geçilmez ilk adımıdır. Ancak İstiklâl Harbi’ni inkılâplar izlemeseydi, millî
devleti kurmak da, çağdaşlaşmak da mümkün olamazdı. Bağımsız millî devletin kurulması,
İstiklâl Harbi ile, çağdaşlaşmanın gerçekleştirilmesi ise inkılâplarla mümkün olabilmiştir.
İstiklâl Harbi, Türk-İslâm sentez medeniyetinin yücelttiği Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu sentez
medeniyetin kendi kendisini yenileme gücünü yitirip yenik düştüğü noktadaki savaştır. İstiklâl
Harbi ve inkılâplar, Türk-İslâm sentez medeniyetinin batı medeniyeti ile yeni bir senteze
ulaşması amacına yöneliktir. İnkılâplar, batı medeniyeti ile yeni bir sentezin yolunu açmıştır. Bu
sebeple, Atatürkçülüğü bütünü ile yeni bir medeniyet hamlesi olarak görüyoruz.
49
Türk bilim adamının ve Türk aydınının büyük sorumluluğu Atatürk ve Atatürkçülüğün diğer
uluslar üzerindeki yankı ve etkilerini incelemek ve Atatürkçülüğü bir düşünce sistemi olarak
dünyaya bütün unsurları ve özellikleri ile anlatmaktır. Atatürk ve Atatürkçülüğün daha açıklıkla
ortaya konması ve yayılması, Türkiye’ye olduğu kadar dünyaya da katkı sağlayacak; daha
insancıl, daha onurlu, daha barışçı bir ortamın yaratılması gerçekleşebilecektir. Türk insanında ve
kurumlarımızda Atatürkçülüğün yerleştirilmesi ve yaşatılması, gücümüzün ana unsurunu
oluşturacak, gelişmiş ülkelerle aramızdaki dengesizliği giderecek, bizi zayıf milletlere yaşama
hakkı vermeyen Türkiye coğrafyasının gerektirdiği güce ulaştıracaktır. Çünkü Atatürkçülük, her
çağda, çağdaş olabilmenin yol ve yöntemini gösterir.
Suat İlhan
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985
ATATÜRK VE SORUMLULUK
Giriş:
Atatürk ve sorumluluk, biri ötekinde erimiş ve bütünleşmiştir. Atatürk’ün hayatının hiçbir
dönemi yoktur ki, sorumluluk bilincinden uzak kalsın. Aynı zamanda sorumluluğu iliklerine
kadar duymasın.. Tertemiz bir hava örneği ciğerlerine doldurmasın.
Atatürk, her konuda olduğu gibi, sorumluluk konusunda da en yakın arkadaşlarından en sade
vatandaşa kadar daima örnek olmuştur. Daima önder kalmıştır. O nedenle de, her Türkün,
memleket ve millet sorunlarında, daima, sorumluluğun bilinci içinde bulunmasını istemiştir.
Diyebiliriz ki, Türk insanından beklediklerinin en başta geleni de bu olmuştur. Çünkü, O’na
göre; sorumluluğun idrakinde akıl vardır. Gerçek vardır. Sağlam bir mantık, engin bir bilinç
vardır.
Daha incelememizin başında bir noktayı aydınlatmak zorundayız. Hiç unutmayalım ki, millet ve
memleket sorunlarında, her çeşit sorumluluk duygusu aile ocağında başlar. Bu ocak, gelecekteki
kişisel, toplum ve millet çıkarları bakımından ilk ve büyük etkinliği taşır. Batı görüşünde bir
deyim vardır. Çocukta en önemli yaş, ilk yedi yaştır. Herhalde bu ifade yanlış olmasa gerektir. O
nedenle, çocuklarımıza ilk sorumluluk duygusunun bu süre içinde verilmesi, gelecek için büyük
yararlılıklar sağlamış olacaktır.
50
Her çeşit okul, bu işin ancak ikinci dönemi olur. İlkinden sonuncusuna değin, öğretici ve eğitici
insanlarımızın sorumluluğun bilincine varması en önemli konumuzdur. Hele, aile ocağı
yapılarımız da göz önünde tutulunca bu işin ciddiyeti ve ağırlığı kendisini daha iyi gösterir. Bu
uğurdaki görevlerimizin ve yükümlülüklerimizin ciddiyeti bütün görkemliliği ile belirir.
Hiç kuşkumuz olmasın ki, böyle bir hava içinde yetişecek çocuklarımız toplum içinde hızla
gelişir. Aynı zamanda, kitlelerin bu konuda eğitilmelerine büyük katkı sağlar. Bir başka açıdan
bu hizmet, millete yapılabilecek en büyük, hatta; en kutsal görev olmuş olur..
Atatürk’ün sorumluluk anlayışı:
Hiç kuşkusuz, her görev bir sorumluluğu beraberinde getirir. Aynı biçimde, her yetkide bir
sorumluluk vardır. Ne görev, ne yetki çıplak olarak düşünülemez. Kişisel ve özel yaşantı içindeki
sorumluluklar konumuzun dışında kalır. Görev ve yetki sorumlulukları da döner, dolaşır millet
ve memleket sorunları üzerinde toplanır.
Aslında, büyük Atatürk’te baştan sona kadar görebildiğimiz ve görebileceğimiz sorumluluklar da
budur. Hemen belirtelim ki, bu çok ağır bir sorumluluktur. Bu da, O’nun üstün kişiliğinin en
başta gelen niteliğidir. Aynı zamanda da, O’nun başarılarının temel dayanaklarından en
güçlüsüdür.
Nitekim; Mustafa Kemal’in, daha çocuk denecek yaşlarda sorumluluk duygusuna sahip
olduğunu, yaşamı içinde görebilmekteyiz. Yalnız bunu, o günlerde, O’nun hayat zinciri içinde
bazan heyecan, bazan cesaret, bazan da hüzün halinde görmekteyiz. Örneğin; Türk - Yunan
savaşında, bu savaşa katılma istek ve heyecanıyla sarsılmıştır. Mustafa Kemal’in o yıllarda on
beş yaşında bulunduğunu söyleyen yakın arkadaşı, rahmetli General Ali Fuat Cebesoy, bu
savaştan söz ederken:
"Gençlik hayatımın en heyecanlı günlerini yaşadım. Yaşımın küçük olmasına rağmen bu savaşa
katılmayı çok istemiştim. Az daha gönüllü müfrezelerin arasına katılıp gidecektim." dediğini
belirtir.
Mustafa Kemal’in Harp Okulu yaşantısı, meslek kitapları dışında, bir çok eserlerin
incelenmesiyle geçer. O yıllarda, daha çok padişahın zulmü üzerinde durmaktadır. Hürriyet
konusu üzerine çok fazla eğilmektedir. Bunlarla beraber hiç şüphesiz eriyen, çürüyen, yok
olmaya mahkûm bir imparatorluğa çareler araması ve gazete bile çıkarması, ondaki sorumluluk
duygusunun ne derece ilerde bulunduğunu göstermektedir.
Hele kurmay subay olduktan sonra teşkilât kurma çabaları, İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki
mücadeleleri sorumluluk bilincini apaçık işaretlemektedir. 31 Mart Olayı ise, baştan sona O’nun
sorumluluk anlayışını yansıtır. Çanakkale Savaşları da bu anlayışın en kesin belgelerini verir. Bu
savaşlarda geçen bir olayı Mustafa Kemal şöyle dile getirir.
“...Üçüncü Kolordu Kumandanı2 Hazretleri de ahvali ‘durumu’ yakından görmek üzere, ilk defa
olarak bugün bulunduğum Kemalyeri’ne gelmişlerdi. Kumanda ettiğim kuvvetler meyanında
bütün Beşinci Tümen de mevcut olduğundan, mezkûr fırka kumandanı Albay Kaninkiser Bey de
mevcut bulunuyordu3.
Alman kumandan Kaninkiser, kıtaların taarruza girişmesinden sonra Kemalyeri’ne gelmiş ve
rütbesi Albay olmak hasabiyle Tümenin emir ve kumandasını üzerine almamış veya Kolordu
Kumandanının bizzat gelip muharebeyi idare etmesi veyahut kendisinin umum Arıburnu
51
Kuvvetleri Kumandanlığını deruhte eylemesi suretiyle kumandanın tanzimi lâzım geldiğini
mevzu-u bahsetmiş ise de, Kolordu Kumandanı ‘Esat Paşa’ davete selâhiyettar ‘yetkili’
olmadığını ve doğrudan doğruya vatanın pek önemli bir hayatî meselesini teşkil etmekte bulunan
ve tarafımdan başlanıp bugüne kadar idare edilmekte olan muharebelerin ve bilhassa bugün
başlamış olan taarruzun sorumluluğunu kendiliğimden, henüz askerî yeteneğini tanımadığım yeni
gelmiş bir zata vermekte mazur olduğumu ve kendisinin seyirci olarak yanımda bulunmasından
başka bir şeye müsaade edemiyeceğimi beyan ile vazife-i mes’uleme ‘görev sorumluluğuma’
devam edilmiştir.
...19.2.1331 günü düşmanın bir karşı taarruzu halinde yenileceğimizi ve binaenaleyh bu günkü
vaziyetin pek tehlikeli olduğunu göstererek ‘Alman Albay’ geriye Conkbayırı - Kemalyeri genel
hattına çekilmenin münasip olacağı fikrini ileriye sürmüştü.
Kolordu Kumandanı Paşa Hazretleri durumu müşahade ettikten sonra bundan sonraki kararımın
ne olacağını sordu. Bulunulan hattı muhafaza ve tahkim ve kıtaatın yeniden tertip ve tanziminden
ibaret olduğunu ve çünkü 12 Nisandan beri düşmanı denize atmak azim ve niyeti ile harp eden ve
on metreden yüz elli metreye kadar bir mesafe dahilinde düşmanla yakın ve sıkı bir temas tesis
eden ve düşmanın işgal ettiği mevziler önünde adeta bir ihata hattı teşkil eden kıtaatımızı geri
almak cihetini asla münasip görmediğimi bildirdim.
...Kolordu Kumandanı Paşa Hazretlerine; 12 Nisandan beri bu kuvvetlerin başında ve her türlü
sorumluluğu kemal-i fahr ‘büyük bir gurur’ ile deruhte ettiğim bu cephede, bir erin bir adım geri
alınmasına kesinlikle razı olamam. Burada, bu şart dahilinde sorumluluğu deruhte edecek yalnız
bir kumandan bulunmalıdır. Müşavere ile kumandanlık olmaz.”4
Açıkça görüldüğü üzere Mustafa Kemal sorumluluğu iliklerine dek duymaktadır. Daha doğrusu,
yaşamaktadır. Bunu da 20.2.1331’de verdiği tümen emrinde, bütün çıplaklığı ile şöyle ifade
etmektedir:
“..Benimle beraber burada savaşan bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, üzerimize tevdi
vazife-i namus-ı vatanı üzerimize verilen vatanın namusu vazifesini’ tamamen yerine getirmek
için, bir adım geri gitmek yoktur. Bu sırada hab-ı istirahat ‘dinlenme uykusu’ aramanın, bu
istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet
verebileceğini hepinize hatırlatırım.”5
Yine gördüğümüz üzere, Mustafa Kemal’i sorumluluktan ve sorumluluğu da Mustafa Kemal’den
ayırmaya imkân yoktur. Sanki, iki sevgilidirler. O’na devamlı olarak kucak açmaktadır. Bu
tavırda; O’nun görev anlayışı kadar karakterinin de çok büyük rolü ve yeri vardır. Hiç şüphesiz,
eşsiz memleket ve milletseverliğinin de yüksek etkisi canlılığını ve tazeliğini korunmaktadır.
Mustafa Kemal’e göre kumandanlıktaki başarı, sorumluluk yüklenmekle doğru orantılıdır.
Daima gerçekleri ele alan, gerçeklerden hareket eden bir kumandan için yanılgı payı da çok az
olur. Ya da, hiç olmaz. Bütün sorun; en uygun ve en geçerli kararı hızla alabilmektedir. Hiç
kuşkusuz alınan kararın da göz kırpmadan uygulanması gerekir. Başarıya bu tür bir tutum ve
davranışla varılabilir. Düşmanla yüz yüze, boğaz bağaza yapılan savaş gerçeğin tam kendisidir.
Gerçekler karşısında hızlı muhakeme, hızlı karar, hızlı uygulama başarının en güçlü
güvencesidir. Onun içindir ki, savaş usul ve kurallarını çok iyi bilen, onları yerinde ve
zamanında, eksiksiz uygulayan Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları’nın en başarılı kumandanı
olmuştur. Akıllı cesaretiyle de, hiç kuşkusuz büyük bir kahramandır. Tarihin hükmü de budur.
52
Elbette bir savaş, bütün olanları yakından görerek, izleyerek ve anında gerekli tertipleri alarak en
iyi biçimde yönetilebilir. Bunun için de çare, cephede bulunmaktır. En geçerli bilgiyi dolaylı
değil görerek almaktır. Bu da işlerin doğru, hızlı, verimli ve etkin biçimde yürütülmesini sağlar.
İşte; bütün Çanakkale Savaşları süresince, biz de Mustafa Kemal’i daima cephede ve ön saflarda
görmekteyiz.
Ama gel gör ki, çoğu zaman olduğu gibi, bu kez de cephede rahat bırakılmamaktadır. Fakat
Mustafa Kemal her zaman aldığı görevin yüksek bilinci içinde olmuştur. Ağır sorumluluğunu
daima ruhunda ve vicdanında duymuştur. Nitekim; Baş Kumandan Vekili Enver Paşanın, 16/17
Haziran 1331 savaşları için:
“Orduda insan ve cephanece bazı ifrat nazarı dikkati celp etti. Örneğin, 16/17 Haziran 1331
gecesi 19. uncu Tümen5 cephesine düşmanın icra ettiği taarruz ve tarafımızdan yapılan karşı
taarruzun bize yaklaşık olarak bin kişiye mal olduğunu işittim. Düşman sırf bir ateş baskını
yapmış ve ciddiyetle taarruza da kalkmamış iken, hazırlanmadan tarafımızdan yapılan karşı
taaruz beyhude telefata malolmuştur. Fırsatlardan istifade doğaldır. Fakat önemli telefata malolan
taarruzlar maksatsız yapılmasın.”7
Başkumandan Vekili’nin emirleri özeti olarak, Kuzey Grubu Kumandanlığına “Esat Paşaya”,
Beşinci Ordu Kumandanı Liman von Sanders’in gönderdiği bu emir, usule uygun olarak On
Dokuzuncu Tümen Kumandanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’e ulaştırılır. Önce o günlerin
savaşlarına değinilerek şöyle denilir.
“.... Bu sebeple Kumandan Vekili Paşa Hazretlerinin emir buyurdukları veçhile insan ve
cephanece lüzumsuz israftan madud olmasını ‘çekinilmesini’ tasdik etmek icap eder. Bütün bu
inceleme ve açıklamalarımla sizde varlığını büyük bir övünçle ve memnuniyetle gördüğüm
fedakârlık duygusunun ve taarruz ruhunun kırılmasını arzu etmem. Ancak her fırsattan istifadeye
daima hazır olmakta devamınızı görmek isterim.”8.
Mustafa Kemal’in hiç beklemediği bir anda, kendisine ulaşan bu emre tepkisi ise şöyle
olmaktadır:
“Bu ihtarnamenin olayın cereyan ettiği tarihten on dört gün sonra yapılmış olması, Baş
Kumandanlık Yüksek Vekâleti’nin tevcih ettiği sorumluluk yükünü benim omuzuma atmak
tedbirine tevessülden başka bir ifade ve anlamı yoktur. Ben bu hususta savunma sebeplerini
araştırmak yoluna gitmekten ise, gerçekten pek ağır olan bu sorumluluğu üzerime almakta azim
derecede vicdan huzuru ve hazzı ile duygulanmıştım. Ve bu haz, bütün asker hayatımda daima ve
tatlı bir hatıra bırakacaktır.”
Mustafa Kemal durumun gereği olan düşüncelerini sıralayarak:
“... Ancak düşman ile temasta bulunan bir kumandanın, düşmanın ahvalinde gördüğü şüpheli ve
mucibi istifade durumlardan yararlanmak üzere hareket edeceği de hakkı teslim etmek olur.
...Taarruzu yüksek sırta yöneltişim, bu noktanın düşman için can alacak bir yer olduğu ve burada
kazanılacak mevzii bir başarının, düşmanın Arıburnunda hal ve durumunu tehlikeye düşüreceği
ve bizi kesin zafere ulaştırabileceği idi..”9
Mustafa Kemal, özellikle kritik zamanlarda, ağır sorumluluklar yüklenmenin en büyük onur
belgesi olduğu örneklerini, hemen her zaman ve her yerde, en güzel bir biçimde sergilemiştir.
Nitekim Conkbayırı durumu nazik bir safhada iken de:
53
“... Durumun nezaketi devam etmekte olduğundan, Conkbayırı emir ve kumandası için üst
karargâhların dikkat nazarlarını çekmekten geri kalmadım. Ordu Kurmay Başkanı Kazım Bey,
Ordu Kumandanı Liman Paşa Hazretleri tarafından, telefon başına çağırarak, Kumandanın ahvali
nasıl gördüğümü ve düşüncelerimi sorduğunu bildirdi. Buna da, Conkbayırı durumunun nezaketi,
bunun için daha bir an mevcut olduğunu, bu an da yitirildiği taktirde bir felâket karşısında
kalmaklığımız pek muhtemel olduğunu söyledim. Durum genelleşmiş, Anafartalar’a çıkmış ve
çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini dikkat nazarına almak ve ona göre genel tedbirler
alarak sevk ve idareyi birleştirmek ve güvence altına almak gerektiğinden... söz etmesi üzerine; ..
kendisinin, çare kalmadı mı sualine verdiğim cevapta; bütün mevcut kuvvetlerin kumandam
altına verilmesinden başka çare kalmadığını söyledim. O da; çok gelmez mi sözleriyle karşılık
verdi. Az gelir, dedim.”10
Hiç kuşkusuz bu bir ölüm-kalım anıdır. Büyük kumandanın ağır sorumluluğu bilerek, anlayarak
ve severek yüklenmesidir. Elbette bunun sonucu, başta İstanbul olmak üzere, koskoca bir yurt
parçasının kurtuluşu olmuştur. Bu da; çok ağır olan sorumluluğun, gerçekten eşsiz bir başarısı
olmuştur. Haklı olarak da, tarih sayfalarında şerefli yerini almıştır.
Mustafa Kemal için sorumluluk; millet için, vatan için olduğu zaman, gerçekten çok ağır bir
yükümlülük ifade eder. Onun içindir ki, bu sorumluluğu beyninin, ruhunun ve tüm varlığının
hemen her noktasında, akıp giden zamanın her anında duymaktadır. Bu sebepledir ki, Arıburnu
Anafartalar Kumandanlığı kendisine verilince, derin bir nefes almış, derin bir iç çekişiyle:
“Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.”11 demiştir.
Tarih ve sorumluluk:
Elbette insanlar, olayları kendi isteklerine, kendi görüş açılarına göre yazmamalıdır. Yazamazlar
da. Hele, hiçbir zaman böyle bir amaç güderek yorumlamamalıdırlar. Gerçekten her şeyi olduğu
gibi görmek, dile getirmek büyük bir erdemliliktir. Kusurlarını bile itiraf, bir yerde, en büyük
cesaret ve fazilettir. Aslında büyük olaylar içerisinde, doğrudan rol almış insanlar için, kendileri
kasıtlı olarak olayları saptırsa da, tarih apaçık ortaya çıkaracaktır. Bu konuda, doğumundan
ölümüne kadar, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğrulardan sapmadığını, gerçekleri ifade etmekten
asla kaçmadığını, hemen her girişiminde bu yolu, titizlikle izlediğini görmekteyiz. Bu durum,
onun için adeta bir inançtır. Nitekim:
“Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir durumda bulunmak
gerektir.”12 demektedir. O nedenle de, üç büyük cilt tutan Nutuk’ta her şeyin hesabını vesikalar
halinde dile getirmektedir. Gerçekten de, o büyük insanın hayatının hiçbir noktası için
veremiyeceği bir hesabı da yoktur.
Bu doğruluk ve gerçekçilik yanı, Mustafa Kemal’in en güçlü niteliklerini oluşturmaktadır. O;
sadece yaptıklarının değilyapmadıklarının, yapamadıklarının da hesabını, önce vicdanına, sonra
da milletine karşı daima, açık olarak vermiştir. Bütün bunlar da, O’ndaki, erişilmez dürüstlük ve
engin sorumluluk duygusunun yüceliğini gösterir. O; hemen her zaman kamu oyunu
düşünmüştür. Milletine karşı sorumluluğunun ağırlığını daima iliklerine kadar duymuştur. Aynı
zamanda, halkın da büyük bir sorumlukla kendi yaptıklarını görmesi, gözetlemesi ve vicdanında
tartması düşüncesiyle yaşamıştır. Bu görüşlerini daha da ileri götürerek tarihe karşı duymaktadır.
Onun içindir ki, bir konuşması sırasında:
“Yapmamıza imkân hasıl olan işleri yapmazsak, tarih bizi tenkit eder.”13 diyecektir.
54
Bütün bunlardan çıkartılacak tek ve doğru olan çözüm; Mustafa Kemal’in üzerine aldığı her
görevin büyük bir sorumluluk olduğu düşüncesidir. Gerek uygarlık yolunda yapılması zorunlu
hamleler için olsun, gerekse halk arasında, halk içinde bulunduğu zamanlarda olsun sezdikleri
istekleri yerine getirmek için devamlı ve sürekli çaba harcamıştır. Derin görüş ve düşüncelerinin
kendisine ilham ettiği bütün doğru, iyi ve güzel şeyleri yurduna getirme, milletine vermek için,
adeta çırpınmıştır. İşte bütün bunlar; O’ndaki sorumluluk duygusunun ne derecede güçlü ve ağır
bulunduğunu gösterir. Hepsi de, yaşadığı devir dünyasına, milletine ve insanlara, insanlığa, her
şeyi çırılçıplak aktaran tarihe karşı doğru olarak aktarılmıştır. Onun içindir ki, yüce Atatürk:
“Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir.
Fakat, yalnız bir şey düşünmemişlerdir. Türkiye’yi Bu düşüncesizlik yüzünden, Türk Vatanı’nın,
Türk Milleti’nin uğradığı zararları ancak bir şekilde telâfi edebiliriz. O da; Türkiye’den başka bir
şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü kurtuluş ve saadet hedeflerine
erişebiliriz.”14
Atatürk’e göre sorumluluğun ne rütbesi, ne makamı, ne de derecesi vardır. Sokaktaki adamdan
Cumhurbaşkanına kadar sorumluluk vardır. Hem de, yerine ve zamanına göre de “Ölümden de
ağır”dır. Bütün sorun; her alanda ve her yöndeki sorumluluğun idraki içinde ve bilincinde
bulunmaktadır. O nedenle, Atatürk’ün çeşitli zaman ve yerlerdeki görüşlerinden, her insan
kendine düşen payı çıkarmalı ve alabilmelidir. Vatan ve milletseverliğin, hizmet anlayışının,
toplum yaşamının ve nihayet insan olmanın, insan sevgisinin ölçüsü de, sorumluluk anlayışı ve
duygusundan geçer.
Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, büyük Atatürk’ün milletimiz için duyup dile getirdiklerini asla
unutmamak gerekir. Milletimizi yüceltmenin de, varlığımızı güçlendirmenin de yolu Atatürk’ten
ve Atatürkçülükken geçmektedir. Hele bu yurt varlığının bu duruma ulaşmasındaki Atatürkçü
düşünce sisteminin yerini hiçbir zaman akıldan çıkarmamak icap eder. Bu nedenle de Atatürk’ü
anlamaya çalışmak, kendimizi bilmek, anlamak ve öğrenmek olur. Bu da, uygarca yaşamayı
öğrenmektir. Uygarlık dünyasına ulaşmak ve onun üzerine çıkmak olur. Nasıl olmasın ki; büyük
Atatürk, daha Millî Mücadele biter bitmez:
“Yeni Türkiye Devleti, kesinlikle emin olasınız ki, eski muazzam Osmanlı imparatorluğundan
daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle olduğunu ispat için, yakın olaylara baş vurmaya da gerek
yoktur. Akıl, mantık bize gerçeği gösterebilir. Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde büyük
bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez sınır içindeki insan kütleleri hiçbir
vakit, temel unsurun lehine bir varlık değillerdi. Belki aleyhine... Bu küçük unsur, geniş bir alana
dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları korumaya
zorunluydu. Yani bekçilik ediyordu. Her hangi bir maddeyi, gayet geniş bir alanda dağıttığımız
vakit o madde yoğunluktan, kuvvetten yoksun olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, varlığıyla
orantılı boyutlarda bir doğal çevreye koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur.
Bundan başka, milleti ve memleketi kudretli yapan bir şey vardır ki, o da; idare tarzıdır.
Görülüyor ki yeni Türkiye Devleti’nin teşekkülünden evvel millet hiçbir vakit kendi tarihine,
kendi hayatına, kendi refah ve mutluluk araçlarına malik olmamıştı. Hatta bu, kendisine
düşündürülmemişti bile.... Sanki milletin görevi, her hangi bir padişahın hırs ve hevesini, her
hangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını temin için, sürüler halinde şuraya buraya gitmekten
ibaretti. Fakat bugün öyle değildir. Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi idrak ediyoruz.
Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da
imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün dimağımızı,
55
çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Amacımız budur. Bu amaç
için varlığımızı bile ortaya atmaya hazırız.”15 diye seslenmiştir.
Dikkatle okununca, bu konuşmanın baştan sona kadar her cümlesi, burcu burcu bir sorumluluğu
duyurmaktadır. Hem de, uzun uzadıya tahlil ederek, anlam çıkarmaya çalışmaya bile gerek
olmadan... Milletine ve yurduna karşı sorumluluğu vicdanında duyan her insanın öz düşüncesi de
budur. Daha doğrusu bu olmalıdır. Kitlelere huzur, güven, geçim genişliği ve mutluluk
verebilmek için; kişi olarak da, toplum olarak da, millet olarak da, her zaman sorumluluk
duygusuyla dopdolu olmamız gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir düşünce ve yaşantı gönül
rahatlığının, hizmet onurunun, kişi haysiyetliliğinin yüksek bir belgesi olur. İşte o zaman, yüce
Atatürk’ün göstermiş bulunduğu büyük amaca çağdaş uygarlığa ulaşmak imkânına kuvuşulur.
Böylece de aziz Atatürk’ün yüce ruhu şadolur.
Hiç unutmayalım ki, böyle bir tavır, böyle bir tutum ve davranışla ulaşamıyacağımız hiçbir hedef
kalmaz. Artık, bütün engeller birer birer yok olmuş demektir. Çünkü sorumluluk anlayışında ve
bilincinde birleşmekle millî birlik ve bütünlüğümüz de, en hızlı biçimde gerçekleşir. Türkiye
Cumhuriyeti millî sınırları içinde çeliklesin Onun içindir ki, hayatı boyunca gerçekçilik ve
sorumluluktan sapmamış olan büyük Atatürk:
“Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz.”16 der.
Bunun açık anlamı; millî amacımızdır. Yüklendiğimiz, yüklenebileceğimiz görevlerdir. Ve de
bütün bunların gereği yüce sorumluluktur. Memleket ve milletini sevenler için sorumluluk, hava
kadar, su ve ekmek kadar gerekli ve doğaldır. Hiç kuşkunuz olmasın ki bunu duymayanlar, er ya
da geç yollarını yitirirler. Bencil bir gidişin karanlığında, küçüle küçüle yok olurlar. Bu gibiler,
hiçbir zaman, nereden gelip, nereye gideceklerinden haberli olamazlar. Maddî ve manevî
varlıklarını bile düşünemiyecek kadar hiçtirler. Öyle ki, yalnızlıklarını bile düşünemezler. Oysa;
toplum hayatı, millet hayatı bu değildir. O nedenle, aile yaşantılarında bile, çoğu zaman
mutluluktan uzaktırlar.
Politika ve sorumluluk:
Sorumluluk konusunu birçok alanlarda ele almak mümkündür. Fakat bu tür araştırmaların çeşitli
bilim dallarına bırakılması hem daha doğru olur, hem de daha yararlıdır. Yalnız, bir de büyük
gerçek vardır. Bu da; demokratik düzen içerisinde, girmediği hiçbir alan bırakmayan politikaya,
bir parça da olsa, değinmenin gerek ve zorunluluğuna inanıyoruz.
Gerçek şu ki; politik etkenler, yerli yersiz hepimizi, az çok etkilemektedir. Gönül ister ki bu
etkilemeler her zaman, çoklukla memleket ve millet yararına ve çıkarına olsun.. Milletimi olumlu
yönde etkilesin. Her politikacı, daima, millî sorumluluğunun bilincinde olsun. Bu davranışıyla,
hem milletin yetişmesine hizmet etsin; hem de, alacağı görevin ne derece yüce ve yüceliği
ölçüsünde de sorumluluk ve yükümlülük getireceğinin bilincini yaşasın. Bir başka nokta da, çoğu
zaman, hemen hepimizin yakındığı demokrasinin gerek ve gerçeklerinin oluşması ve gelişmesi
sorunun, zamanla olumlu bir sonuca ulaşmış olmasıdır.
Büyük Atatürk’ün bütün bunları daha Cumhuriyetin ilk yıllarında düşünmüş olduğunu
görüyoruz. Sadece düşünmek de değil, O’nun temel prensibi olan; düşünceyi harekete
dönüştürmek çabalarına tanık olmaktayız. Bakınız aziz Atatürk ne demiştir:
“Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak
hiyanettir.”17
56
Milletçe üzerinde daima ısrarla durmamız gereken en önemli sorunumuz; millî birlik ve
beraberliktir. Atatürk’ü düşündüğünüzde, benliğimize kadar bizi sarması, sarsması gereken de
budur. Güç bundadır. Huzur, güven ve başarının kilidi budur. Mutluluğa giden yol bundan geçer.
Elbette bütün çalışma ve çabalarımızın yegâne amacı bu olacaktır. Millet ve memleket
yükseltilmedikçe, çağdaş uygarlık geçilmedikçe, biz aydın geçinenlerin yükselmiş olacağını
düşünmek bile abestir. Hızla bundan sıyrılmanın etkin yolu Atatürkçü düşünce sistemine dört elle
sarılmaktır. Onun içindir ki bunu en başta sorumluluk kabul eden Atatürk:
“Milletin birleşik arzu ve eğilimine değinmek ve onun gereklerine hayatını vermeyi hareket
kuralı bilmek, gerçek yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin fertlerinde hakim olan,
uyulması gerekli olan milletin birleşik arzusu, maşerî ‘ortaklaşa’ fikridir. Bir insan memleketine
ve milletine faydalı bir iş yaparken göz önünden bir an uzak bulundurmamaya zorunlu olduğu
kural, milletin gerçek eğilimidir.” l8 demektedir.
Doğal olarak bir milletin birleşik istekleri olacaktır. Vardır da. Ama hiç unutmayalım ki, bu
birleşik istek de kişi, toplum ve millet olarak bize daima yükümlülüklerimizi hatırlatmalıdır.
Yükümlülük ise; kısa ve açık anlamı ile, ağır sorumluluklarımızı işaret eder. Bütün bunları
politikanın akışı içinde düşünmek, açıklıkla doğrular ve gerçekler üzerinde çaba harcamayı
zorunlu ve gerekli kılar. Bunu gerçekten büyük ve ağır bir sorumluluk sayan büyük Atatürk :
“Milleti aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar
hakkında kandırarak, geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adî politikacılar
gibi yalancı vaadlerde bulunmaktan nefret ederiz.” 19 demektedir.
Gördüğümüz, anladığımız kadarı ile politikayı sanat olarak hizmet olarak seçenlerin, gerçekten
sorumluluk bilincine ulaşmış olmaları gerekmektedir. Bu gereklilik, onu hayatın her noktasında
duymakla mümkün olur. Elbette bu onurla yapılacak hizmet, hizmetlerin de en asillerinden birini
oluşturur. Millet tarafından asla unutulmaz. Biz, bu kısmı da büyük Atatürk’ün şu ölümsüz ve
engin görüşü, duyuşu ve yaşayışıyla noktalamak istiyoruz. “Millet tarafından, millet adına devleti
idareye yetkili kılınanlar için gerektiği zaman millete hesap vermek zorunluluğu lâubalilik,
kayıtsızlık, umursamazlık ve keyfi hareketle uzlaşamaz.”20
Görev, sorumluluk ve vicdan:
Yüce Atatürk’ün hayatında iki öge çok egemendir. Biri, görev, öteki de, sorumluluk. O; bu iki
sesi daima vicdanında duymuştur. Hem de, en güçlü biçimde.. Vicdanında, her zaman duymuş
olduğu bu iki sesin de iki kaynağı vardır. Biri, vatan diğeri ise, millettir. İşte o büyük insanın her
alanda ve her yöndeki sonsuz çabaları, girişimleri, bitmiyen fedekârlıkları hep bu iki ana
kaynaktan gelmektedir.
Atatürk’ün zevk ve eğlencelerinde, düşünce ve kederlerinde, daima bu iki kaynak görülmektedir.
Daima, vatan ve millet çıkar ve yararı heybetleşir. Olayların akışına hep bu açıdan bakar. Daima
yeni yeni görevler çıkarır. Her zaman yepyeni sorumluluklarla bilenir. Başarıya ulaşan her görev
ise, O’nda yepyeni bir sorumluluğun başlangıcı olur. Büyük Atatürk’e, hiçbir şey, sorumluluk
kadar güç vermez. Bu da O’na, daima büyük bir mutluluk verir. Bitmez, tükenmez bir güç
kaynağı olur. Daima milletine karşı büyük bir sorumluluğun bilinci içindedir. Nitekim,
Cumhuriyetin ilk yıllarında der ki:
“Ben görevimin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum.
Arkadaşlar; bu görev bitmiyecektir. Ben toprak olduktan sonra da devam edecektir. Ben seve
seve, sevine sevine, bütün varlığımı bu kutsal göreve vereceğim. Ve onun yüksek sorumluluğunu
57
yüklenmekle mutlu olacağım. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz
bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük bir kuvvettir. Büyük
yetkidir.”21
Hepimizin de çok iyi bildiği üzere Mustafa Kemal için millet ilham kaynağı, güç kaynağı ve
güven kaynağıdır. Hiç kuşkusuz milletimiz için de, yaşadığı günlerde ve o günün kuşaklarına da
Mustafa Kemal güç, kuvvet ve güven kaynağı idi. O altın yılları yaşayanlardan biri olarak, bütün
bunları gördüm. İliklerime kadar, ruhumun her zerresinde yaşadım. En büyük sorumluluğu yüce
milleti için duyan Atatürk, milletinin de, millî sorumluluğun bilincine ulaşmasını çok isterdi.
Bugün bunun acısını ne derece ağır olarak duymak mecburiyetindeyiz. Eğer duyabiliyorsak, hızla
kendimize gelmemiz umudu vardır. Onun içindir ki, 1919 da Millî Mücadeleye başlarken:
“Biz eğer millet ve tarih önünde her hangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdan ve
sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.”22 diye,
millete sesleniyordu. İşte açıklık da budur. Ölümden ağır olan sorumluluk da budur.
Hiç unutmayalım ki Atatürk’ün attığı her adım anlamlı ve ileriyedir. Ağzından çıkan her kelime
vatandan ve milletten yanadır. Yükselmemiz ve uygarlık dünyası içindeki uygar yerimizi, onurla
almamız içindi. Onun içindir ki O; memleket ve millet için yapılması gereken her doğru, etkin ve
verimli işi bir kutsal görev bilinci içinde ele alırdı. Millete hizmetten sonsuz bir zevk duyardı.
Asla da, bu hizmetlerden dolayı ne bir karşılık beklerdi. Ne de böyle bir düşünce aklının
köşesinden geçerdi. O günleri yaşayanlar bunu apaçık görmüşlerdir. Yaşamışlardır. Onun içindir
ki, her şeye ulaştığı, her başarıya kavuştuğu vakit bile:
“Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer
Cenab-ı Hak beni bunda başarılı kılmışsa, şükür ve hamdler ederim. Bugün olduğu gibi,
ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla iftihar edeceğim.”23 diyebilmiştir.
Atatürk’ün hayatının değil her noktası, bir noktası bile bizi sarsmaya, kendimize getirmeye
yetebilecek kadar millî, vatanî ve insanîdir. Yalnız milletimiz için değil, bütün insanlık âlemi için
de böyledir.
Nasıl böyle olmasın ki, çağında unutulmayan büyük insan olarak yaşamaktadır. İnsanlığa tuttuğu
güçlü ışıkla da, daha yüzyıllar boyu yaşayacaktır. O’nu yakından gören, tanıyan bizler ise, O’nu
anlatamamanın ızdırabını daima çekmeye mecbur ve mahkûm olarak yaşamakla yükümlüyüz.
Çünkü görevimizi yapmadık.
Türk milleti ve Atatürk:
Ne Atatürk’ü Türk milletinden, ne de Türk milletini Atatürk’ten ayırmak mümkün değildir. Biri
ötekinde erimiş bir bütündürler. Bu gerçekten hareket edince de, O’nun inkılâp ve ilkeleri
hepimizin olur. En az O’nun kadar, bu inkılâp ve ilkeler üzerine titremek görevlerin en büyüğü,
hatta en kutsalı olur.
Büyük Atatürk yaşadığı süre içerisinde, başından sonuna kadar aldığı görevlerin gereğini, doğru
ve tam olarak yerine getirmiştir. Her birinin üzerine büyük bir dikkat ve itina ile eğilmiştir. Bu
görevlerde sorumluluğun ağırlığını her an yaşamıştır. O’nun için, küçük - büyük her görev bir
kutsal emanettir. Bu sebepledir ki, 1927 seçimleri için yayımlamış olduğu genelgede:
“Hayatımda en büyük dayanak ve kuvvetim vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ‘inan ve güven’
ve müzaharet ‘gerçek yardım’ dır. Bütün görevlerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem
emanetinizin saygınlık ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.” 24demektedir.
58
Atatürk yaşamı boyunca, sorumluluktan kaçmamış, aksine onu çok sevmiş, onu daima bağrına
basmıştır. Her zaman büyük bir sorumluluk bilinci içinde yaşamıştır. Milletine de, daima bu
anlayışı telkin etmiş, göstermiş ve istemiştir. Çünkü başarının yegâne anahtarının sorumluluk
olduğu inancındadır. Biz de, başarının vatan ve milletimiz için olacağını düşünerek o yolu
seçmek zorundayız. Atatürk’ün sorumluluk konusundaki düşüncelerini Prof. Dr. Afet İnan şu
biçimde dile getirir.
“Sorumluluğu üzerine almak cesaret ve hevesi her işte en çok gerekli olan bir yetenektir. Birçok
insanlar sorumluluğun başkalarında olduğunu bildikleri zaman, en cesur ve cüretkâr olurlar.
Fakat; eğer sorumluluk kendilerinde olursa, bu cesaret ve cüretin azaldığı ve çekingen oldukları
görünür. Halbuki, sorumluluğu bilerek, hesaplayarak üzerine alan insanlar, küçük ve büyük,
aldıkları işlerde başarı gösterirler.”25
Biz de, büyük Atatürk’ün bu düşüncelerinden ilham olarak diyoruz ki; eğer yurdumuzu ve
milletimizi seviyorsak, eğer uygar olmayı, uygar yaşamayı kabul ediyorsak, eğer bütün bir âleme
“insanız” diyebileceksek, aile hayatından başlayarak toplum içindeki yerimize değin, her çeşit
sorumluluğumuzun bilinci içinde bulunmak sorundayız. Ancak böyle bir anlayış ve idrak bizi
devlet kademelerinde, serbest çalışmalarımızda başarılı kılar. Aksi halde ne kendinize, ne
toplumumuza, ne de bu yüce milletimize yararlı hizmetler verebiliriz.
Bu sebeple de, Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk’e atfettiği düşüncesini şu şekilde belirlemektedir.
“..Atatürk, Türk milletinin uygar varlığına inanmış, onu üstün bir düzeye yükseltmek için bütün
millet fertlerini çalışkan ve üzerlerine aldıkları görevlerde, sorumluluklarının idraki içinde
bulunmalarını, daima, telkin etmiştir.”26
Hiç şüphesiz yüce Atatürk; bütün canlıların gayesi olan yavrularını yetiştirmek, besleyip
büyütmek çabası ve sorumluluğu içinde yaşamıştır. Onun yegâne amacı, milleti yetiştirmekti.
Kendisindeki bu sönmiyen ateşi, yurt ve millet sevgisi ateşiyle milletini tutuşturmaktı. Böylece
de Türkün devamlılığını ve ebediliğini sağlamaktı.
Sonuç:
Atatürk’ün sorumluluk hakkındaki düşünce ve görüşlerini daha da örneklemek mümkündür.
Millî Mücadele yılları ve Cumhuriyet dönemi bu örneklerle dolup taşmaktadır. Takdir
buyrulacağı üzere bunların her biri bir ayrı araştırma konusu olabilecek nitelikte ve değerdedir.
Ciddi tutulan her işin âşıkı olan büyük Atatürk de bu araştırmaları beklemektedir. Atatürkçülük
için de gerekli ve zorunludur. Atatürk’ün fikirlere saygı, tartışmalara açık ve hoş görülü görüşleri
de bunu istemektedir. Yeter ki, bilim, akıl, deney üçlüsünden sapılmasın. İnsanları hor görmiyen,
gurur ve kibir bilmiyen, daima öğrenme ve öğretme ateşiyle yanan Atatürk’e yakışalım.
Aslında Atatürk’teki sorumluluk bilinci, bir başka açıdan, onun üstün niteliklerine de
bağlanabilir. Ama, burada da hatırlanması gereken önemli bir nokta var. O da; Atatürk’ün
demokrasiye, demokratik kurallara ve meşruiyete inanmış bir insan oluşudur. Bu nitelikler; bir
yandan görevin yüceliğini destekler. Öte yandan da sorumluluğun ağırlığını işaretler.
Bilim ve bilimden kaynaklanan gerçekçilik, O’na daima doğruları buldurmuştur. Olgun ve
dolgun kültürü ile de iyiyi, güzeli seçmiştir. Böylece, yapılan hizmetlerin etkinliği ve verimliliği
artmıştır. Yüksek sorumluluk bilinci ise ona, her zaman, başarı kapılarını ardına kadar açmıştır.
59
Bilinçli ve bilgiden kaynaklanan cesareti ise, bütün bunların devamlılığını sağlamıştır. Şahsından
çok milleti ve vatanı için çalışmanın, yaşamanın engin zevkini tattırmıştır.
1 G. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk S. 9 – 10
2 Mirliva Esat Paşa
3 O zaman Mustafa Kemal’in rütbesi yarbaydır...
4 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 87 – 88
5 Mustafa Kemal Arıburnu Muharebatı, s. 93
6 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in kumanda ettiği Tümen
7 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı s. 16
8 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 166
9 Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı, s. 167
10 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu Muharebatı s. 186
11 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Anafartalar Muharebatı’na Ait Tarihçe s. 24
12 Prof. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri s. 228
13 Hakkı Tarık Us, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları Sayı 6 s. 60
14 Herbert Melzig, Atatürk’ün Başlıca Nutukları s. 84
15 1923 Mahmut Soydan, Gazi ve İnkılâp, Milliyet gazetesi, 4 Şubat 1930.
16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt I, sayfa 213
17 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 224
18 Atatürk’ün Millî Eğitim İçin Söyledikleri s. 23
19 Sadi Borak, Bilinmiyen Yönleriyle Atatürk, s. 87
20 Prof. Dr. A. İnan, Medeni Bilgiler, Atatürk’ün El Yazıları s. 415
21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 236
22 Mazhar Müfit Kansu Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürkle Beraber s. 160
23 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 129
24 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri s. 532
25 Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler s. 317 – 318
26 Prof. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler s. 296
Bekir Tünay
60
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987
ATATÜRK VE LİDERLİK
Aslında Atatürk’ün liderliği tartışılmaz. Gerek kurduğu muhtelif teşkilâtlarda, gerekse olayların
akışı içindeki tavırlarıyla bunu ispatlamıştır. Atatürk’ün liderliği, düşünürlerce kabul edildiği
gibi, büyük devlet adamlarınca da tasdik edilmiştir. Bilimsel esaslar içinde aranan niteliklerin
fazlasıyla bulunduğu da bir gerçektir. Küçük-büyük yüzlerce olaydaki tutum, davranış ve
tavırları tarihi dolduran apaçık belgelerdir. Biz burada birkaç örnek vererek bunu, bir kere daha
ortaya koymaya çalışacağız. O büyük insanın liderliğini anlatmak için hiç de fazla çabaya gerek
yoktur. O, lider yaratılmıştır. Liderliğini devamlı ve sistemli olarak geliştirmiştir. Böylece de,
liderlerin lideri durumuna geçmiştir.
Bilindiği gibi, zorla lider olunmaz. Zorla lider olmaya yeltenenlerin acıklı sonlarını, hemen
hemen bilmeyen yoktur. Atatürk’ün liderliği için, liderlerde aranan bir yığın şartı sıralamaya da
hiç gerek yoktur. Onu, zamanın akışı içinde ve olayların zincirinde göstermeyi daha uygun
bulduk.
O, sadece Türk Millî Kurtuluş Hareketi’nin lideri değildir. Eğer böyle olsaydı, bu şimşek deha,
Anadolu’nun dört yanından sonra; Afrika’da, Asya’da, Uzak ve Yakın Doğu’da ve de dünyanın
dört bucağında böylesine etkili çakamazdı.
Bilindiği gibi insanlık tarihi çok eskidir. Tarihin akışı içerisinde çağımıza ulaşmış büyük insan da
az değildir. Bunların her biri bir zirvedir. Kimi plancılığı ile, usta. Kimi kanunculukta büyük.
Kimi kumandanlıkta üstün. Kimisi teşkilâtçılıkta yüce. Kimisi cesarette, kimisi devlet idaresinde
zirvedir. Kimi akıl, kimi de basirettir. Bu kimi’leri çoğaltabiliriz. Hiç şüphesiz, her biri ayrı ayrı
zirvelerdir. Birli, ikili, hatta üçlü olarak da birleşebilirler. Ancak hepsinin kucaklaşarak birleştiği
ve bütünleştiği zirve Atatürk’tür. Atatürk, her türlü nitelikleri kişiliğinde toplayabilmiş çok ender
insanlardan biridir.
61
Atatürk’ün Liderliği İçin Dışta Söylenenler:
“Atatürk adı, bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihî başarılarını, Türk milletine ilham
veren liderliğini, modern dünyayı ileri görüşle anlayışını ve bir askerî lider olark kudret ve
yüksek cesaretini hatırlatmaktadır.” 1
“Kemal Atatürk’ün boyun eğmez önderliği altında Türk Ulusunun azimle yaptığı ilerleme
mücadelesine biz Amerika’da, ta başından beri büyük bir hayranlık duymuşuzdur.” 2“
...Şu geçen birkaç yılın sıkıntılı günlerinde, dünya sorunları çözümü için kendi büyük kudret ve
kabiliyetini bize bağışlamış olabilmesini ne kadar isterdim” diyen Amerikan Generali Mc.
Arthur, sonra da: “Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. O, Türklere, bir
milletin büyüklüğünün temel taşı olan kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir”
demiştir 3.
“Yeni Türkiyenin büyük ve dâhi yaratıcısıdır ki, talihin terk ettiği ve kaderin çöküntüye uğrattığı
o zamanki müttefiklerine, kalkınma için ilk muhteşem örneği verdi.”4
“Büyük Yunan filozofu Platon’un: -Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtlarına
otursaydı...- şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa
olarak Atatürk’ün şahsında Platon’un istediği gibi, kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz.
O, bir dâhi, bir fikir adamı olarak bir milletin, yani Türk Milletinin mukadderatını ele almış ve bu
milletle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medenî durumunu değiştiren bir inkılâp ve diğer
milletlerin haklarını da koruyan bir barış ile insanlığa muhteşem’ bir örnek vermiştir.” 5
“...Türk milleti, Atatürk’ün ölümüyle, kurtarıcısını, dirilişinin sembolünü, kurtuluş için yaptığı
eşsiz savaşın kahramanını ve yükselişinde kendisine önderlik eden yaratıcısını; dünya ise, tarihin
kaydedeceği en büyük insanlardan birini kaybetmiştir” 6.
“...Atatürk’te aslında çok yönler vardır. Atatürk’te olan, her zaman kolay bulunmayan ve her
liderde görülmeyen bir yön daha vardır. Atatürk, her zaman akılcı, ileriye dönük, gelişmeden
yana, demokratik düzenden yana bir lider olmuştur.” 7
“...Mustafa Kemal Atatürk, ülkesini hürriyet ve demokrasiye kavuşturmak uğrunda savaşarak
başarı kazanan büyük Türk önderi hakkındaki engin duygularımı ve hayranlığımı iletmek isterim.
Atatürk’ün hayatı ve eseri yalnız Türkiye için değil, dünyanın bütün hür milletleri için ilham
kaynağı olmakta devam edecektir.” 8
“... Yüce insan, açtığı bu devir içinde, dünya siyasetinde yakından izlediğimiz ve saptadığımız,
herkesi hayran bırakan zaferleri gibi Asya ve Avrupa’yı yeni Türkiye ile birleştirerek gerçek,
insanî ve ilmî bir birlik meydana getirecek ve her çeşit mutlulukların zirvesine çıkaracaktır. Bu
başarı, bu Yüce İnsan’ın şahsiyetinde bulunmaktadır.” 9
“... Atatürk gibi, milletiyle kaynaşan, onun için didinen, acı çeken ve birçok güçlüklere rağmen
onu asıl alınyazısını gerçekleştirmeye yönelten bir öndere tarihte pek az rastlanır.” 10
“Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar
ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.” 11
“Atatürk, tarihte görülmüş olan büyük adamların hiçbirine benzemez. Çünkü O’nun yaptıkları,
insanoğlunun yapabilecekleri şeylerden değildir.”12
62
“Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan’da O’nu,
gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz.Askerî bir deha.,
doğuştan bir lider ve büyük bir vatansever olan Kemal Atatürk, ülkenizi yeniden büyüklük
yoluna koydu.” 13
“...Atatürk gibi bir önder, önlerinde bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde, Hint Müslümanları
bugünkü durumlarına hâlâ razı olacaklar mı?” 14
“Atatürk yalnız Türk Tarihi’nin büyük bir adamı değil, aynı zamanda büyük bir insandır. O’nun
yeni Türkiye’yi yaratan mucizesi, yüzyılları geride bırakan bir anıt olarak kalacaktır.” 15
“Mustafa Kemal, bir halk kahramanı, eşsiz bir liderdir, ilerleme ile uygarlığa da gönül vermiştir.”
16
“Mustafa Kemal, uyanık, doğru görüşlü, sarsılmaz derecede sağlam kararlı, kendisinden çok
ülkesi için ihtiraslı, sağlam karakterli ve otokratik disiplinli bir liderdi.” 17
Bütün bunlar, daha yüzlercesini sayabileceğimiz yabancı devlet adamı ve generallerin Atatürk
hakkındaki görüşleridir. Elbette bu görüşler O’nun liderliğinin birer belgeleridir. Biz burada, bu
kadar örnek vermekle yetineceğiz. Bundan sonraki kısımlardan Atatürk’ün gençlik yıllarını ele
almak istiyoruz.
Gençlik Yılları:
Elbette Büyük Atatürk için yerli yazarlarımızın, devlet adamlarımızın, sivil asker her kademeden
insanlarımızın, bilim adamlarımızın da çok dikkate değer yazılan vardır. Ama biz, Atatürk’ün
liderliğini kabul ve tescil ettirdiği olaylardan bazı örnekleri sergilemek istiyoruz.
Mustafa Kemal, rahmetli General Ali Fuat Cebesoy’un çok yakın arkadaşıdır. Bu vesile ile, Ali
Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa ile de tanışmıştır. Paşa O’nda büyük nitelikler
bulmaktadır. O’nu arkadaşı Osman Nizami Paşa’ya da tanıtır. Eski büyükelçi ve bakan, Osman
Nizami Paşa, uzunca bir süre Mustafa Kemal ile görüşür. Sonra da: “Mustafa Kemal oğlum, sen
bizler gibi, yalnız bir kurmay subay olarak hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek
kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde çok etkili olacaktır. Sende, memleketin başına gelen
büyük adamların, daha gençliklerinde gösterdikleri eşsiz kabiliyet ve zekâ işaretlerini
görmekteyim” 18 der.
Mustafa Kemal, kurmay yüzbaşı olmuştur. Tayin beklemektedir. Bazı arkadaşları ile birlikte
buluşup görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmeler Abdülhamit yönetimi üzerinedir, istibdat ve
padişahlık üzerinedir. Bu konuşmalar, sarayca haber alınır. Birkaç arkadaşı ile birlikte tutuklanır.
Arkadaşlarının bir kısmı bir süre sonra serbest bırakılır. Ali Fuat Cebesoy: “Mustafa Kemal lider
olduğu için bizden on gün kadar sonra bırakıldı.” 19 der.
Mustafa Kemal Şam’a tayin edilmiştir. Topçu stajına gitmeden önce, Beyrut’ta, arkadaşlarıyla
bir görüşme yapar. Bu görüşmede onlara: “...Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan,
önce bir Türk Devleti çıkarmaktır.” 20 der.
1906’dan itibaren Atatürk’ün tavırlarında, tutum ve davranışlarında bu büyük düşünce
parlamaktadır. Bu sebeple Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni Selanik’te de kurar.
O kuruluşta daha sonra ittihat ve Terakki’de büyük rol oynayanlar arasında bulunan Ömer Naci
gibi arkadaşları O’nun liderliğini kabul ederler. Bu ihtilâl cemiyetinde çalışırlar.
63
Daha sonra Selânik’e tayin edilir. Bu, Türk Devleti kurma fikrini daha da etrafıyla anlatır.
Atatürk, İttihat ve Terakki’deki arkadaşlarına der ki: “Meşrutiyetin ilânı yeter çare olamaz.
Cemiyet, bir siyasî parti haline gelmelidir. Meşrutiyetin ilânından sonra da hükümeti ele
almalıdır. Bu vazifeye önceden hazırlanmak gerek. Bunun için derhal bir plân ve program
hazırlanmalıdır. Aksi takdirde, ikinci Meşrutiyet de birincinin akibetine uğrar.” Ve devam eder:
“... Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı imparatorluğunun gövdesi
üzerine değil, aksine Türk çoğunluğun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalıdır. Düşmanların, yani
büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilâl idaresi kendi başına bir Türk Devleti
kurmalıdır.” 21
Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun yıkılacağını kesinlikle görüyordu. Bütün korkusu, bu
yıkılışın altında Türklerin kalarak ezilmesiydi. Görünüşe göre, koskoca imparatorluğun
müdafaası sadece Türk çocuklarının omuzlarına yüklenmişti. Milliyetçilik akımı dolayısıyla
azınlıklar kendi menfaatlarını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıca da komşu ve aynı ırktan olan
devletlerle birleşmek için fırsat kollamakta idiler.
Gel gör ki Atatürk’ün bu şekilde bir muhakeme yürütmesi ve bunu hemen her yerde apaçık
söylemesi, ittihatçı arkadaşlarının hiç de hoşlarına gitmiyordu. Onlar için asıl olan temel görüş,
Osmanlı Birliği’ni sağlamaktı. Osmanlılık’tı. Oysa, milliyetçilik akımı, Hıristiyan azınlıkların
ayrılma çabaları ve yeni devlet kurma istekleri gibi sebepler dolayısıyla Osmanlıcılık mümkün
değildir.
Atatürk, ittihat ve Terakki mensubu arkadaşlarına, hep bir Türk devleti kurma fikrinden söz
ediyordu. Kurulmasını düşündüğü Türk Devletinin hudutlarını bile çiziyordu. O’na göre hudutlar
şöyle olmalıydı: “Doğu ve Batı Trakya bizde kalmalı. Edirne kuzey sınırı Bulgaristan’a doğru
genişlemeli. Arnavutluk bağımsız olmalı. Bosna-Hersek, Sırbistan ile Avusturya-Macaristan
arasında adaletle taksim edilmeli. Anadolu kıyılarına yakın olan adalar Türk devleti’nde kalmalı,
diğerleri Yunanistan’a bırakılmalı. Hatay - Halep - Musul vilâyetleri bizde kalmalı. Diğer yerler
ise Araplara terk edilmeliydi, içeride kalacak Türkler azınlıklarla mübadele edilmeliydi.” 22
Büyük Atatürk’ün, birçok defa çeşitli vesilelerle yapmış olduğu sohbetlerde: “Eğer ben bu işin
başında olsaydım Rumeli elden gitmezdi” dediğini Hikmet Bayur ifade etmektedir. Atatürk,
inandığı hususları açıkça söyleyen, gerçekleri nerede, ne durumda olursa olsun pervasızca ifade
eden şahsî ve medenî cesarete sahip bir insandı. Hatta bir gün, Selanik’te, Yonyo Gazinosu’nun
üzerindeki küçük salonda bu konu tartışılır. Bir ara söz İran’daki hürriyet mücadelelerine intikal
eder. İran’da Muzafferettin Şah’ın parlamentoyu açmak zorunda bırakılması olayına değinilir.
Girit’te Venizelos’un da benzeri dava için mücadeleleri dile getirilir. Ali Fethi Okyar: “Bizde
neden böyle adamlar çıkmaz?” diye bir soru sorar. Bu anda Mustafa Kemal derin bir düşünceye
dalmıştır. Arkadaşlarından biri O’na, “Ben senin ne düşündüğünü biliyorum. Neden ben
çıkmayayım? diyorsun” der. Bunun üzerine Mustafa Kemal: “Evet, öyle düşünüyorum. Neden,
neden bir Mustafa Kemal çıkmasın?” 23 der.
Hiç şüphesiz devamlı bir lideri bulunmayan, zaman zaman lider gözüken ittihat ve Terakki ileri
gelenleri bu ifadeyi hoş karşılamayacaklardı. Karşılamadılar da. Bu hal ise, onların kişisel
ihtiraslarının tipik örneği idi. Sadece bu da değil. Kıskançlıkla, kendi aralarındaki tekelleşmenin
de rolü olmuştur. Bir de, Mustafa Kemal’in daima akıldan ve bilimden yana görünmesinin
samimiyeti karşısında, en azından gocunmuşlardır. Hele ittihat ve Terakki’nin Selanik’teki ikinci
kongresindeki görüşleri ve bu görüşlerin her türlü” mücadeleye rağmen kabul edilmesi O’nun
birden lider olacağı korkusunu yaratmıştır. Nitekim, kongre genel sekreterliğini yapan merhum
Tevfık Rüştü Araş: “... Ancak Kongre’de ileri sürdüğü düşünceler, topladığı ilgi ve sağladığı
64
başarı dolayısıyla Fiilî Baş Mustafa Kemal’di... Bu toplantıda Mustafa Kemal’in yurt çapında bir
adam olduğu görülmüştür.” 24 demektedir.
İkinci Meşrutiyet ilân edilmiştir. Bir süre sonra, İstanbul’da 31 Mart isyanı başlar. Mustafa
Kemal Selanik’teki Redif Tümeni Kurmay Başkanıdır. Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa,
İstanbul’dan “hepimiz iyiyiz” şeklinde bir telgraf alır. Bundan kuşkulanır. Telgrafı Mustafa
Kemal’e gösterir. Fikrini sorar. Mustafa Kemal, sabaha kadar İstanbul’dan gelen öteki telgrafları
da inceler. Kesin kararını kumandana şöyle bildirir: “İstanbul’da mühim hadiseler cereyan
etmektedir. Yalnız Meşrutiyetin ilânını temin eden İttihat ve Terakki Cemiyeti değil, Meşrutiyet
rejimi de tehlikeye girmiştir. Vakit kaybetmeden, isyan ateşi etrafı sarmadan İstanbul üzerine
yürümeliyiz.” 25
“Talât Paşa ise: “Geceleyin, Ali Fethi ile Mustafa Kemal bana geldi. Mustafa Kemal dedi ki: Görüyorsunuz, silahını kapan yola düşüyor. Nizamî kuvvetler harekete geçmezlerse çok kan
dökülür. Kumanda zinciri altında, derhal harekete geçilmelidir.”26
İşte gerçek lider budur. Herkesin hareketsizlik içinde, ne yapacağını bilmediği anda, en uygun
zamanda, en akılcı ve gerçekçi çareyi bularak süratle hareket edebilen insandır. Kaldı ki, bu işin
bir de öteki yüzü var. O da; gerek tümen kumandanını ve gerekse ordu kumandanını, bu yüksek
karara ikna da Mustafa Kemal’in eseridir. Hareket Ordusu adını veren de Mustafa Kemal’dir. 1718 Nisan gecesi, Mustafa Kemal İstanbul kapılarına dayanır. İşte o zaman genç yaştaki Mustafa
Kemal, liderliğin şaheser örneklerini verir. Bunlar, Atatürk’ün bizzat kaleme aldığı ve İstanbul
halkı ile Genelkurmay Başkanlığına yazıp yayınladığı ve gönderdiği bildirgelerdir. İstanbul
halkına yayımladığı bildirge özet olarak şöyledir:
“1. Millet, yıllardan beri zulüm yapan kuvvetleri parçaladı. Meşrutiyeti kurdu. Zarar görenler
geçmiş halin geri dönmesi ve çıkarları için isyan çıkardılar. Her türlü alçaklığa başvurdular. Kan
döktüler.
2. Millet, Anayasa’nın çiğnendiğini gördü. Bu alçakça hareketi bastırmak ve cezalandırmak için
Merkez Ordusu İstanbul’a geldi.
3. Amaç, meşrutiyeti sağlamaktır. Anayasa’dan üstün bir kanun bulunmadığını göstermektir.
4. Zulüm gören halk ve tarafsız erler korunacaktır.
5. Faziletli din adamları baş tacımızdır. Çıkar için din adamı kılığına girerek yüce Hazreti
Muhammet dinini çürütmeye, küçültmeye kalkanlar kanunun eline teslim edilecektir.
6. Milletvekili ve bakanların hak ve yetkileri korunacaktır.
7. Yabancıların ve sefirlerin huzursuz olmaları önlenecektir.” 27
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, daha o zamandan her şeyi millete mal etmektedir. Anayasa’nın
üzerinde hiçbir kuvvet tanımamaktadır. Meşruluk prensiplerine son derece bağlıdır. Halkla
beraber olduğunu belirlemektedir. Hızlı, doğru ve güvenilir biçimde, gerçek bir lider olarak
harekâtın isteklerini yerine getirmektedir.
Hele bir de Genelkurmay Başkanlığına çektiği şifre var ki, Mustafa Kemal’in lider hüviyeti onda,
âdeta heybetleşir. Henüz kolağasıdır. Binbaşı bile değil, kıdemli yüzbaşıdır. Bu şifrede, sanki
65
Mustafa Kemal, Genelkurmay Başkanının üstündeki bir makam sahibi gibi görünür. Bu şifre,
özetle şöyledir:
“Otuz üç yıllık uzun ve uğursuz bir istibdat döneminden sonra, bütün Osmanlı Milleti’nin
koruyucu coşkunluğu ile sağlanan ve geri alınan meşru Meşrutiyetimizi, yine istibdat celladının
eline vermek amacıyla, bin bir türlü melunca oyun ve karıştırmalarda bulunmuş ve sonunda sanki
şeriat istiyormuş gibi, gerçekte şeriata tüm karşı olarak, kanlı bir askerî ayaklanmaya sebep
olmuş bulunan hain ve vicdansız istibdatçılarla, birtakım alçak çıkarcıların şeytanca öğütlerine
kapılmış, başkentin ve Millet Meclisi’nin al kanlara boyanmasına ve milletin temiz bağrına
giderilmesi zor lekeler sürülmesine sebep olmuş bulunan Hassa Ordusu erleriyle, deniz ve
tophane erlerinin geçmiş harekâtı altı yüz yıllık lekesiz bir namus ve itaat taşımakta olan kutsal
Osmanlı Ordusunu büyük bir utanca uğratmış ve bu lekenin olağanüstü bir hızla temizlenmesi,
Yeşilköy ve Çekmece’ye gelmiş olan 2. ve 3. Ordulardan ayrılan muntazam Osmanlı kuvvetleri
Anayasa’nın bundan sonra her türlü saldırı ve zedelenmeden korunması, dirlik ve düzenliğin
yeniden sağlanması, hafiyelerle alçak çıkarcıların cezalandırılması maksadıyla girişilen her türlü
eylemde serbest olabilmek ve böylece Osmanlı Ordusunun namusunu tamamlamak için,
İstanbul’da bulunan kara ve deniz silah arkadaşlarından aşağıdaki hususları ister:
1. 31 Mart gününden önce, İstanbul’daki deniz ve kara kıtaları ve gemilerde görevli bütün
general, amiral, üstsubay ve subayların yeniden kıtalarına iade olunmalarına engel olmayarak,
bunların bütün amirlerine körü körüne itaat edeceklerine, siyasi işlere karışmayacaklarına, yalnız
askeri görevleriyle uğraşacaklarına yemin ettirileceklerdir.
Ordumuzca alınacak ayaklanmayı bastırma tedbirlerine karışılmayacak. Kendilerini aldatanlarla
hafiyeleri kendi subaylarına bildireceklerdir.” 28
Görüldüğü üzere, millet için ölüm-kalım hali baş gösterdiğinde Mustafa Kemal, üstün yetenekli
bir lider olarak meydana çıkmaktadır. Düşünür. Tatbik eder. En güzel ve verimli sonucu da alır.
Trablusgarp savaşları ile Balkan Savaşından da, O’nun liderliği için örnekler verilebilir. Ancak
daha fazla uzatmakta bir yarar görmüyoruz.
Birinci Dünya Savaşından Millî Mücadeleye Kadar:
Atatürk, Çanakkale Savaşlarından büyük zaferler kazanır. Kurulmakta olan bir tümenin
kumandanı olarak gittiği Çanakkale Savaşlarında on bir tümen bir süvari tugayı gibi büyük
kuvvetlere kumanda eder. Hem de, bu kuvvetlerin kumandanlığını, adeta zorla alır. ilk
başarılarından sonra, Arıburnu ve Anafartalar kumandanlığını ister. Cephe kumandanı Almandır.
Telefonla konuşulur. Durumu soran Alman kumandanına: “Bir anlık vaktimiz var. Bunu iyi
kullandığımız taktirde başarıya ulaşırız. Bunun için de cephedeki kuvvetlerin tamamının benim
emrime verilmesi icap eder” der. Alman kumandan; “Çok gelmez mi?” der. Mustafa Kemal ise;
“Az gelir” diyerek, tekmil kuvvetlerin kumandasını eline alır.
Lider, neyi, nerede, nasıl kullanabileceğini çok iyi bildiği için, böylece bir anlık zamanı yüce
liderliğinin verdiği güvenle kullanır. Büyük insiyatif gücüyle de başarıya ulaşır. Kumandanlık
emri ise, bu 11 tümen ve bir süvari tugayına bilfiil kumanda ettikten bir süre sonra gelecektir.
Mustafa Kemal doğuya, II’nci Kolordu Kumandanlığına tayin edilir. Kolordu ile beraber
Edirne’den hareket edilir. Her yerde olduğu gibi subayları ve erleri O’na hayrandır. Doğuda,
Ruslar, Bitlis ve Muş’u almışlardır. Mustafa Kemal bir süre sonra general olur. Hazırladığı
kolordu ile, Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alır. Hem de ordu kumandanının muhalefetine
66
rağmen. Çünkü O, duruma ve zamana hükmetmesini bilir. Olaylara yön verebilecek güce
sahiptir. Sanatında ise, eşi bulunmaz bir ustadır.
Sonra 2’inci Ordu Kumandanlığına atanır. Bir süre 7. Ordu Kumandanlığı da yapar. Güney
Cephesinde de bir Alman generali vardır. Türk çocuklarını Güney Cephesinde su gibi
harcamaktadır. Teklifleri ise, Başkumandanlıkça daima tasvip görmektedir. Mustafa Kemal Paşa
Alman generalinin stratejisinin ve taktiklerinin yanlış olduğunu ve orduların Arap topraklarını
bırakıp geri çekilmelerinin gerektiğini söyler. Dinlemezler. O da 20 Eylül 1917 tarihli ünlü
Rapor’unu yazar. Bu Rapor, olayları değerlendiriş, siyasal duruma hâkimiyet ve askerî alanda
O’nun dehasının apaçık ifadesidir. Satırları arasında, liderliğinin muhteşem tablosu görünür.
Hele bozulan ordular yanında ordusunu mucizevî bir manevra ile Halep’e çekebilmesi, O’ndaki
çok üstün liderlik yeteneğinin en açık belgesini teşkil, eder. Tek erin bile feda edilemeyeceği
düşüncesinden hareket eden Mustafa Kemal, sonunda işin Türk çocuklarına düşeceğini anlar.
Bütün hesaplarını buna göre yapar.
Birlikler son olarak Îskenderun-Belen-Dircemal ve sonra da Antakya hattındadır. Bu hat,
sonraları Erzurum, Sivas Kongreleriyle İstanbul Meclisince kabul edilen Misakı Millî için sınır
kabul edilen hattır.
Mustafa Kemal Paşa, artık bir mütarekeye doğru gidildiğini görmektedir. O, daima kafasındaki
Türk Devleti’ni düşünmektedir. Bu yüzden de, zaman zaman yakın arkadaşlarına yapılacak işleri
telkin etmektedir. Nitekim, Gaziantep’e giden Ali Cenani Bey’e: “Teşkilât yapın. Kendinizi
savunun. Ben istediğiniz silâhı veririm.” 29 der.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Kumandanlığına tayin edilmiştir. Adana’ya gelir. 5
Kasım’da Adana’ya gelen Ali Fuat Paşa’ya da: “Padişah artık kendi tahtını düşünecektir. Bundan
sonra millet kendi hakkını kendi savunacaktır. Bizim ve ordunun ona yardım etmemiz ve yol
göstermemiz gerekir.” 30 der.
Ekim’de de, Yıldırım Orduları Kumandanlığını Alman generali Liman Von Sanders’ten tesli-m
alır. Bu devr-i teslimde, Alman generalinin: “Yenildik... Bizim için her şey bitti” sözüne karşılık
olmak üzere Mustafa Kemal Paşa da: “Savaş, müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi
ilgilendiren savaş, kendi istiklâlimizin savaşı ancak şimdi başlıyor.” 31 der.
Mondros Mütarekesi imza edilir. Mustafa Kemal ateş püskürmektedir. Ama, Ondan başka herkes
mütarekeden memnundur. O:
“... Büyük Osmanlı Devleti bu mütarekename ile kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeye
muvafakat etmiştir. Düşmanlara, memleketin istilası için yardımcı olmayı da vaat etmiştir” 32
demektedir.
Mütareke üzerine İstanbul hükümetini uyarmak ister. Birçok yazışmalar cereyan eder. özellikle,
Toros tünellerinin işgali, Kilikya ve Suriye sınırları, Suriye’deki kuvvetlerin İtilâf Ordusu
kumandanlığına teslimi ve silâhsızlandırılmaları keyfiyeti üzerinde durur. Mustafa Kemal ne
oyun oynanacağını bilmektedir. İngilizlerin çabalarının amacını kestirmektedir. Adana’yı işgal
edeceklerini düşünür. İngilizler, İskenderun-Halep yolunun kendilerine açık olmasını ister.
Sadaret de bu yolda Mustafa Kemal Paşa’ya talimat verme peşindedir. Bu yazışmalar sırasında,
Mustafa Kemal Paşa son olarak Harbiye Nazırına:
67
“... İngilizlerin asıl amacı, İskenderun’u işgaldir. İskenderun-Halep yoluyla 7. Ordunun çekilme
yolunu keserek onu teslime zorlamaktır. İngiliz murahhasının mütarekedeki centilmenliğine
kanarak, buna karşı cemilekârlık göstermeyi uygun bulmuyorum. Her ne sebeple olursa olsun
İskenderun ve havalisine çıkacak birliklere ateşle karşı konulması için orduma emir verdim.” der.
Sonra da:
“... İngilizlerin kandırıcı muamele, teklif ve davranışlarını İngilizler-den çok, haklı ve nazik
göstermeye ve buna karşı hoşgörülü olmayı aşılayan emirleri uygulamaya yaratılışım elverişli
olmadığından... Yüksek Genelkurmay Başkanlığı’nın görüşlerine hareketimi uyduramadığım
için, kumandayı devralacak kişinin hemen gönderilmesini dilerim.” 33 cevabını verir.
Yaratılışının engel oluşu, elbette ki O’nun çok yüksek olan liderlik yeteneğinden gelmektedir.
Büyük bir ileriyi görüşle, çizdiği yolda, gerçeklerden şaşmadan yürümektedir. Atatürk,
tekliflerinin reddedilmesi sonucu düşündüklerinin gerçekleşmiş olmasından, daima memleketi ve
milleti için en büyük üzüntüyü duymuştur. Nasıl duymasın ki, artık İngilizler ve Fransızlar, Irak
cephesinde Musul’dan; Filistin cephesinde İskenderun’dan çıkarak Anadolu’yu işgale
başlamışlardır. Olanları ve daha da olacakları çok iyi bilmektedir. Bu nedenle de, bir yandan
millî yapıyı kuvvetlendirmek, silâhlı kuvvetleri yıpratmamak, sağlam bulundurmak ve ülkenin
kaderini öz evlatlarına teslim etmek çare ve yolları üzerinde ısrarla durmuştur. Aslında Millî
Mücadele’yi de bu günlerden başlatmak daha doğru olur kanaatindeyim.
Atatürk’ün Millî Mücadele’deki Liderliği:
Atatürk, bilindiği üzere, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkar. Bu tarihten itibaren O’nun liderliğini
dört dönem halinde görüyoruz. Elbette her tavrında liderdir. Ama biz bunu, teorik olarak
ayırmakta yarar görmekteyiz:
Birinci Dönem:Erzurum Kongresine kadarki süre.
Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa durumu şöyle görmektedir: “...Millet yorgun ve fakir.
Ordunun elinden silâhları alınmış ve alınmakta. Memleket her tarafından işgale başlanmış.
Zamanın iktidarı âciz ve kararsız. Halk, zulmet ve müphemiyet içinde. Ordu, ismi var, cismi yok
halde.”34
Atatürk Samsun’a Milli Kurtuluş Hareketinin Lideri olarak çıkmıştır, îki harekete birden
yönelerek işe girişmiştir. İki hareketin amacı tektir. Birincisi ülkenin kurtuluşu, ikincisi Türkiye
Devletinin kuruluşudur.
Bu amaca ulaşmak için de: Darmadağınık olan milleti “Millî Mücadele Ruhu” etrafında
birleştirmek, bütünleştirmek suretiyle bir millî güç yaratmak; parça parça, bölge bölge olan,
kendi başına buyruk direnmeleri birleştirmek, aynı mücadele ruhu içinde bütünleştirmek ve tek
amaca yöneltmek, bir yandan bu faaliyetlere hız verirken, öte yandan da düşman üzerinde kesin
sonucu alacak olan muntazam orduyu meydana getirmek gerekmektedir.
Bütün bunlar bir gerçek liderin başarabileceği işler değil midir? Kendine güvenen ve beraber
yola çıktıklarına güven veren büyük lider Atatürk, düşünen, düşündüğünü uygulayan, amacına
inançla koşan büyük insan olarak daima gerçekleri ispatlamıştır. Başarısının, büyük liderliğinin
en büyük kanıtı da budur. Gerçekte, birçok yerli ve yabancı devlet adamı ve yazarın dediği gibi,
O “liderler üstü bir lider”dir.
68
Bu nedenlerledir ki, “Ya istiklâl, ya Ölüm” haykırışı ile atılır. “Misakı Millî” bilinci ile yürür.
Onun içindir ki, Amasya’da “Milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını
dile getirip bütün dünyaya duyurmak için, her türlü tesir ve denetimden kurtulmuş, millî bir
kurulun varlığı çok gereklidir” diyecek ve “milleti yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” 35
beyanında bulunacaktır. Erzurum’da ise, “Millî gücü müessir ve millî iradeyi hâkim kılmayı”
temel ilke sayacaktır 36. Sivas’ta ise, millî birlik ve bütünlüğü dünyaya duyuracaktır. Kongre’de
alınan “Misakı Millî” kararını da bayraklaştıracaktır37. Bu suretle savaşın hedefi de, Misakı
Millî hudutlarına ulaşmak olacaktır.
Atatürk’ün Samsun’dan itibaren başlayan bu birinci dönem liderliği Erzurum Kongresine kadar
devam eder. Bu dönem, ordu müfettişliği, yani üniformalı dönemdir. Askerî ve mülkî makamlara
bu sıfatla emirler vermektedir. Geniş bir bölgede ve mevcut askerî güçlerin bir kısmı ile valilere,
müfettişlik hududuna komşu olan vilâyet ve sancaklarla ilişki ve irtibat kurmaktadır.
Gerektiğinde, tedbirler için emirler verebilmektedir.
İkinci Dönem: Heyeti Temsiliye Dönemi
Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal Paşa, artık sine-i millete dönmüştür.Kongre Başkanlığına
seçilmiştir. Siyasî göreve başlamıştır. Kongrede milletin idaresi için bir Temsili Heyet
seçilmiştir. Heyeti Temsiliye Başkanı ise Atatürk’tür. Heyete, fikir olarak, düşünce olarak
Mustafa Kemal hâkimdir. Gerçekte lider, bu Heyeti Temsiliye teşekkülü ile kendisine Yürütme
Yetkisi’nin yolunu açmıştır. Çünkü, Heyeti Temsiliye bir icra organı gibi telâkki edilebilir. Harp
yönetimini de yüklenebilir. Böylece batıdaki kuvvetleri güvenilebilir bir başa bağlar. Ali Fuat
Cebesoy’u “Batı Anadolu Kuvayi Milliye” kumandanlığına tayin için onay alır. işte bu suretle
yürütme yetkisinin yolunu açar. Olaylara hâkim oluşu ve onlardan millet için en büyük yararı
sağlamadaki ustalığı ile de liderliğin eşsiz örneklerini belgelemiş olur.
Nitekim, Sivas Kongresinin basılması meselesinden de kolaylıkla yararlanacaktır. Bunu bir koz
olarak kullanır, İstanbul Hükümeti ile ilişkileri keser. Ortaya, hemen bir hükümet sorunu çıkar.
Anadolu hükümetsiz kalmıştır. Atatürk bu boşluğu doldurmak için, kesinlikle uygulanması
kaydıyla bir genelge yayımlar. Bu genelgede:
— Devlet işlerinin padişah adına yürütüleceğini,
— Yeni yönetime uymayan memurların ve halkın cezalandırılacağını,
— Asayişi sağlayıcı tedbirlerin alınacağını,
— Sivas Kongresi gezisi, İstanbul’da yeni bir hükümet kuruluncaya kadar, bunun devam
edeceğini bildirir38.
Bu cesur davranışı ile de, Heyeti Temsiliye’ye bir nevi hükümet görevini icra etmesi imkânını
sağlamıştır.
İstanbul’da hükümet düşer. Yeni hükümet kurulur. Atatürk, bu yeni hükümetin temsilcileriyle de
Amasya’da görüşür. Bu görüşmede İstanbul hükümeti temsilcilerine şunları kabul ettirir:
— Erzurum ve Sivas Kongresinin tanınması,
— Meclisin toplanması kararında, milletin kendi kaderi üzerinde söz sahibi olması,
69
— İstanbul hükümetinin ana kararları almaması ve barış görüşmelerine katılacak delegelerin
yetkili kişilerden seçilmesi.
Adım adım, sağlam ve güvenli biçimde hedefine ilerleyen Lider bu tavrı ile de ülkenin
yönetiminde söz sahibi oluyordu. Elbette bütün bunlar, O’nun üstün liderlik belgeleri oluyordu.
Her şey, önce Mustafa Kemal’in kafasında yoğruluyor. Doğum için gereken zamanı avucunda
tutan Lider, derhal fikirle, düşünceyle hareketi birleştiriyordu. Böylece de, başarıdan başarıya
doğru, hızlı ve güvenli biçimde cesaretle ilerliyordu.
Liderliğin Üçüncü Dönemi: Meclis
12 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi, “Misakı Millî”yi kabul eder. 16
Mart’ta İstanbul işgal edilir. Meclis de dağılır. Atatürk, olağanüstü bir meclisin Ankara’da
toplanmasına karar verir. Seçimler yapılır. 23 Nisan 1920’de Meclis Ankara’da toplanır. Bir gün
sonra da Mustafa Kemal Paşa Meclis Başkanlığına seçilir. Derhal Meclise bir hükümet kurmayı
teklif eder. Bunun ilkelerini de şöyle sıralar:
— Hükümet kurmaya mecburuz.
— Geçici olduğunu bildirerek bir hükümet başkanı tanımak ya da bir padişah vekili ortaya
çıkarmak uygun değildir.
— Mecliste beliren millî iradenin yurdun kaderine doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek
temel ilkedir.
— Türkiye Büyük Millet Meclisinin üstünde bir güç yoktur.
— Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır.
Teklif kabul edilir. On bir bakandan oluşan bir bakanlar kurulu teşkil edilir. Genelkurmay
Başkanı da bakanlar kuruluna dahildir. Atatürk bir genelge yayınlayarak “...Emir ve kumanda
yetkisinin Meclisin manevî kişiliğinde bulunduğunu” bildirir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin
başkanı, bakanlar kurulunun da başkanıdır. Atatürk, başkumandanlık yetkisini alıncaya kadar
askerî harekâtı yakından izler. Gerekli direktifleri verir. İcap eden tavsiyelerde bulunur. Fakat
esas olarak harbin yönetimi ile doğrudan ilgilenmez. Başkumandanlık yetkisinin verilmesiyle,
harekâtın yönetim sorumluluğu da Atatürk’e geçer.
Liderliğinin Dördüncü, Başkumandanlık Dönemi: 5 Ağustos 1921’de başkumandanlık
yetkisi, Meclis tarafından verilir. Karargâhını Ankara’da kurar. Türkiye Büyük Millet Meclisi
kurulduktan sonra yasama ve yürütme yetkisi de Büyük Millet Meclisinde toplanır. Meclisin
başkanı Atatürk’tür. Aynı zamanda bakanlar kurulunun da başıdır. Genelkurmay da bakanlar
kurulu içerisindedir. Böylelikle de tam koordinasyon ve işbirliğini gerçekleştirmiş olur. Bu ise,
O’ndaki gerçek üstün liderlik niteliklerini kanıtlamaktadır.
SONUÇ:
1. Atatürk meşruiyetçidir. Her şeyin yasalardan yana yürütülmesini ister. Meşruiyet sınırlarını
zorlamaz. Engelleri kendine has ve üstün liderliğinin verdiği yetenekle ustaca aşar. İmkân ile
imkânsızlığın sınırlarını son derece dikkatle, doğru ve kesin olarak çizer.
70
2. O’nun büyük dehası ile üstün liderliğidir ki, bir milleti bir tek fikir etrafında toplayabilmiştir.
Millî Mücadele ruhunu yaratarak bir millî güç sağlamıştır.
3. Atatürk’ün doğuştan getirdiği erişilmez nitelik ve yeteneklerini kendi amacı yönünde, devamlı
ve sistemli olarak besleyip geliştirdiği de bir gerçektir. Bu sayede de, bir insanın sahip
olabileceği en üstün ve en seçkin yeteneklere sahip olmuştur. Bu da O’nun liderliğini
abideleştiren büyük bir faktördür.
4. Atatürk, daima içerisinde bulunduğu şartları doğru, hızlı, güvenli, dengeli ve verimli bir
biçimde şaşmaz bir doğrulukla değerlendirmesini bilmiştir. Bu değerlendirmeleri, zamanı da
avucunun içinde tutarak, en uygun anda, yerinde ve millet yararına en güzel şekilde kullanmıştır.
Bu, O’ndaki liderlik yeteneğini ne derece ustalıkla kullandığının apaçık belgesidir.
5. Son derecede cesurdur. Bu cesaret, medenî olduğu kadar da şahsîdir. İnsanın bilgisi nisbetinde
cesur ve hür olduğunu söyleyen yazarlar sanki Mustafa Kemal’den ilham almışlardır. Aslında,
büyük bir lidere yakışan da budur.
6. Amacından asla taviz vermez, ilkeleri açısından serttir. Dostluklarına son derecede vefalıdır.
Eşi bulunmayacak kadar insancıldır. Mahcubiyete varan bir utangaçlık O’nun tevazuunu belirler.
Hoşgörülüdür. İleri görüş sahibidir. İnsanları çok iyi tanır. Kimi, nerede, nasıl vazifelendireceğini
çok iyi bilir.
7. Halkı çok iyi bilir. Halkı sever ve onlara güvenir. İsteklerini doğrudan değil, halkın istekleri
olarak, ince ustalıklarla kabul eder ve ettirir. Gerçekte ise, halkın nabzı her dakika elindedir.
Birçok meseleleri nabız yoklayarak, teklifler yaptırarak ortaya koyar. Görüşerek kabul ettirir.
Üstün zekâsı, düzenli bir düşünce sistemine sahiptir. Akıl ve mantık ölçülerini çok iyi kullanır.
Büyük bir ikna gücü vardır.
8. Atatürk, tarihte çok az görülen büyük öngörüye sahip insanlardan biridir. Olayları önceden
görür. Olayları, zamanı; bu olay ve zaman içinde insanları, tarihin akışına yön vererek amacına
çevirmede ustadır. Bu büyük yeteneği iledir ki, milletini “Millî Mücadele” de birlik ve
beraberliğe ulaştırmış; bunun bilincine vardırarak da zafere kavuşturmuştur. Bu ise, bir lider için
güven verebilme gücünü gösteren, büyük yetenektir.
9. İzmir’in işgali, Mustafa Kemal Paşa’ya millî iradeye dayanan bir hükümetin kurulması
yolunda ilk adımı attırmıştır. Bunu da; Erzurum Kongresinde “Kuvayı Milliyeyi âmil ve iradeyi
milliyeyi hâkim kılma” şeklinde izah etmiştir, İstanbul’un işgali olayını çok iyi değerlendirerek,
meclisin de kapanışını görerek, padişahın hareket hürriyetinden yoksunluğunu belgeledi.
Ankara’da Büyük Millet Meclisini açarak, hükümeti de kurdu.
10. Atatürk, çok geniş ve derin bir kültüre sahipti. Batının kurumlarını ve kültürünü en iyi
anlayan insandı. Onları herkesten iyi değerlendirerek yürümesini bilen büyük bir “fikir” adamı
idi. Bu anlayışla her tavrın önce halka benimsetilmesi suretiyle halkla birlikte yürümenin başarılı
olacağı inancına vardı. Amacına halkla bütünleşerek yürüdü.
11. Büyük Atatürk, milleti için savaş veren büyük bir kahramandır. Gerçekleri kendi ideali ve
amacına yöneltecek kadar da güçlüdür, öyle ki, onlara hâkim olmak istediği anda, hâkim olur.
Milliyetçidir. Milliyetçiliği ırkçı bir milliyetçilik değildir. Daima toplayıcı, birleştirici,
bütünleştirici ve yücelticidir. Türk Milleti’nden söz ettiği zaman, yüreğinde ve gözlerinde
insanlık duygusunun en yücesini ve sevgilerin en incesini hissetmek mümkündür. Bütün
insanlığa ve bütün milletlere saygı duyar.
71
12. Her şeyin kaynağına inmeyi bir ihtiyaç sayar. Kendisini olayların akışına hiçbir zaman
kaptırmaz. Aksine, onları kendi lehine çevirir. En iyi biçimde de yararlanır.
13. Büyük Atatürk’ün eserleri, insanlığın karşısında heykelleşmiş bir heybetli gerçektir. Bu
yüzden O’nun engin dehasını ve yüce liderliğini süsleyen fikir cephesi tam ve doğru olarak,
daima gözden kaçmaktadır.
14. Ordu Millet haline gelişimizin de sembolü Atatürk’tür.
15. Daha Millî Mücadele yıllarında, temelleri sağlam bir devlet yaratılmasının akılcı, bilimci ve
milliyetçi bir eğitimle mümkün olabileceğini görmüştür, inançla göstermiştir. Bunun için de,
Türk insanının zihin yapısında değişiklik gereğini ileri sürmüştür.
16. O devirde, bir milletin ölüm-kalım sorununda bile dinin geçer akça olduğunu bilmesine
rağmen, bir an ondan yararlanmayı düşünmemiştir. Ancak, daha başlangıçtan itibaren lâiklik
ilkesine bağlılığı en büyük güç saymıştır. O’nun siyasî ve toplumsal kurumları lâikleştirmesi,
kötü niyet sahipleri tarafından daima istismar edilmiştir. Bu husus bugün de düşünülmeğe değer.
17. Kanaatimiz odur ki: Bütün bir insanlık dünyası, daha yüzyıllar boyu Büyük Atatürk’ü
aşamayacaktır. O ki, hayatta en hakiki mürşit ilimdir. O ki, amaç Çağdaş uygarlıktır ve onun da
üzerine çıkmaktır. Bütün bunlar bilim demektir, hareket demektir, uygarlık demektir. Daima ve
durmadan ilerlemek, dinamizm demektir. O halde, bize ve dünyaya düşen görev Atatürk’ün
düşüncelerini benimseyerek yüceltmektir.
18. Bir hususu daha işaret etmeden geçemeyeceğim. Atatürkçü İdeoloji’nin babası Büyük
Atatürk, Millî kurtuluşun Lideri olarak Atatürkçülüğün en büyük ve en sağlam temel taşını
Başkumandanlığında koymuştur.
Başkumandanlık belli süre için verilmiştir. Süre bitiminde uzatılması gerekmektedir. Atatürk
uzatılmasını ister. Meclis ise, uzatılmaması yolunda karar alır. Atatürk kürsüye çıkar. “...Düşman
karşısında bulunan ordumu başsız bırakamazdım. Bırakmadım. Bırakamam ve bırakmayacağım”
der. Başkumandanlık da böylece yeniden bir defa daha uzatılır. Bunun üzerinde bir an duralım.
Atatürk hayatının hiçbir döneminde meşruiyetten ayrılmamış. Demokratik kurallardan şaşmamış.
O halde bu nedir, diyenler bulunabilir.
Bu, bir milletin ölüm-kalım anında, meşruiyetin ve demokratik kuralların üstündeki tavrıdır. Bu
tavır Atatürkçü ideolojinin temel taşıdır. Bu gibi tavırlar Atatürk’ün ordu ve devlet hayatında
daima Kutupyıldızı örneği parlar. Böylece, Atatürkçü İdeoloji, birden bire değil, zamanın akışı
içinde, olayların zincirinde, Türk’ün hasletleriyle yoğrularak gerçekleşmiştir. Bu nedenle de öteki
ideolojilerden ayrılır. Onlar karşısında muhteşem bir manzaradır. Dünyanın son umut kaynağı
olarak, yaşanır, yaşatılır, yaşatılmalıdır.
1 John F. Kennedy, A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963.
2 H. S. Truman, A.B.D. Başkanı, 1948.
3 Mac Arthur, A.B.D. Orgeneral, 1946-1963.
4 Adolf Hitler, Almanya Devlet Başkanı, 1938.
5 Prof. Dr. Herbert Melzig, Atatürk Dedi ki, 1942.
72
6 Dr. Eduard Schaefer, Kemal Atatürk, 1939.
7 Prof. Dr. Candido Mendes, 1981.
8 Çeng-Kay-Şek, Milliyetçi Çin Cumhurbaşkanı, 10 Kasım 1963.
9 Prof. C’hi Tzu-Hsi, Çin Tarihçisi 1933.
10 Eduard Herriot, Eski Fransız Başbakanı, 29 Ekim 1933.
11 Sir Charles Towshend, İngiliz Generali 1922.
12 Mısır El - Ehram Gazetesi 1938.
13 Eyüp Han, Pakistan Cumhurbaşkanı 10 Kasım 1963.
14 Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Devlet Başkanı 1954.
15 General Metaksas, Yunanistan Başbakanı 1938.
16 Thomas A. Vaidis, Kemal Atatürk 1967.
17 Toynbee, İngiliz Tarihçisi.
18 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 37.
19 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 78.
20 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk s. 114.
21 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 114.
22 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 48-49.
23 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 120, 122.
24 Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, s. 43.
25 Celal Bayar, Ben de Yazdım, s. 212, 213.
26 Talat Paşa, Gurbet Hatıraları, Cemal Kutay, s. 574.
27 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 77, 281, 282.
28 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 283, 284.
29 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 108.
30 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 3.
31 Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. an.
32 Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, s. 69.
33 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, s. 19, 20.
73
34 Atatürk, Nutuk, s. 1, 30.
35 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 30, 32.
36 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 61, 66.
37 Kemal Atatürk, Nutuk, s. 88, 90.
38 Harp Akademileri, Atatürk’ün Jeopolitik ve Stratejik Görüşleri, s. 139.
Bekir Tünay
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985
ATATÜRK İLKELERİ, ATATÜRK’ÜN
SİYASİ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ
(Konferans Metni)
Bu konferans, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi’nce
düzenlenmiş olup, Merkez tarafından bu konferansı vermekle görevlendirilmiş bulunmaktayım.
Konferansın konusu, başlığından da anlaşıldığı gibi, üç ayrı konudan oluşmaktadır. Yani üç ayrı
konferansta anlatılacak konulardır. Ben, öncelikle Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi verip,
Atatürk’ün askerî ve siyasî kişilik özelliklerini ayrı ayrı ele almayı düşündüm. Ama, Millî
Mücadele Döneminde Atatürk’ün askeri ve siyasi kişiliği birlikte ve aynı anda etkili olmuştur.
Dolayısıyla Millî Mücadele döneminde bu iki özelliğini birlikte vermeyi uygun gördüm.
Ancak önce, Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum:
Atatürk’ün, millî istiklâlimizi ve millî bağımsızlığımızı, vatanımızın bütünlüğünü korumak için
başlattığı Millî Mücadele’nin, askerî ve siyasîalanda başarıya ulaşmasından sonra, 29 Ekim
74
1923’te kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin dayandığı 6 temel ilkeyi tespit
etmiştir.
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Lâiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık’tan oluşan 6 ilke;
hem Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem de Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temellerini
oluşturmaktadır.
1937’de Anayasamıza giren 6 ilke Anayasa’nın 1., 2., ve 3. maddelerinde yer almaktadır. Daha
sonraki 1961 ve 1982 Anayasalarımızda da yine Atatürk İlke ve İnkılâpları, yasa ile benimsenip,
koruma altına alınmıştır.
Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması; devletin,
millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş
uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile, temel esasları yine Atatürk tarafından belirlenen, devlet
hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi
faaliyetlere, ilkelere ve inkılâplara “Atatürkçülük” ya da “Atatürkçü Düşünce Sistemi” denir.
Diğer bir ifade ile İnkılâplarına ve İlkelerine inanmak, benimsemek, korumak ve gerçekleştirmek
Atatürkçülüktür ve bu sistemin tümüne de Atatürkçü Düşünce Sistemi denir.
Atatürkçülüğü veya Atatürkçü Düşünce Sistemini oluşturan altı ilke ve Atatürk’ün 1922-1934
yılları arasında gerçekleştirdiği inkılâplarının dayandığı temel nitelikler nelerdir?
Bir bütün olan, hiçbir yabancı akım ve ideolojiye dayanmayan; kaynağını ve gücünü Türk Tarihi
ve Türk Millî Mücadelesi’nden alan; tamamen Türkiye ve Türk Milleti gerçeği olan Atatürk İlke
ve İnkılâplarının dayandığı temel nitelikleri şöyle sıralanabiliriz:
1- Vatan ve Millet Sevgisi,
2- İstiklâl ve Özgürlük,
3- Hâkimiyetin Millete Ait Oluşu,
4- Millî Tarih Bilinci,
5- Millî Dil,
6- Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üzerine Çıkma Hedefi,
7- Akılcılık ve Bilimsellik,
8- Millî Kültürümüzü Geliştirme,
9- Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek,
10- Millî Birlik ve Beraberlik Anlayışı,
11- Gerçekçilik ve Anti Emperyalizm,
12- Ordunun, Okulun ve Dinin Politika Dışı Kalması.
75
Bugün ve yarın, yurdumuzda ve tüm dünyada Atatürk’ün ilke ve inkılâplarının daha iyi
anlaşılması, yaygınlaştırılması ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için Atatürk ve Atatürkçü
Düşünce Sistemi’nin şu açılardan incelenmesi gerekir.
1- Millî nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçü Düşünce
Sistemi’nin yeni bir dünya görüşü olarak, özellik ve unsurlarının araştırılması ve
değerlendirilmesi
2-Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin diğer büyük düşünce sistemleri ile karşılaştırılması ve düşünce
sistemleri tarihi içinde “Atatürkçülüğün” yeri.
3-Atatürk’ün Düşünce Sistemi’nin milletler arası yankıları, hangi görüş ve uygulamanın, hangi
ülke ve ülke grubunda etki ve yankı yaptığı,
4-Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasının, dünyadaki siyasi olaylar üzerindeki etkisi ve
katkısı,
5-Atatürk İnkılâplarının örnek alındığı ülkeler ve ne derece etkili olduğu,
6-İstiklâl Harbimizin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma değeri.
Bu konuların bilimsel boyutta ve ciddi çalışmalarla araştırılması, Atatürk’ün Türk milleti için bir
millî lider olmasının ötesinde, bir dünya lideri olduğunu gösterecektir.
Atatürk’ün siyasî kişilik özelliklerini anlatmadan önce, siyaset ve siyasî liderlik nedir kısaca
değinmek gerekir.
Siyaset genel anlamı ile, insan topluluklarını yönetme bilimi veya sanatıdır.
Siyasî liderlik ise; sezgi, kavrayış yeteneği, uzağı görme gücü, hesaplılık, zamanlama, kararlılık,
kitlelerle iletişim kurabilme gücüne ve sanatına sahip olmaktır.
Atatürk, Nutuk’un başında Mütareke sonrası Anadolu’nun genel askerî, siyasî, sosyal ve
ekonomik tablosunu çizerken bunun hiç de iç açıcı olmadığı görülüyordu. O, Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde başlayan mücadele kıvılcımlarını bir ateş haline getirip, bir millî mücadele başlatması
gerektiğine inanıyordu. Ancak, askerî ve siyasî şartlar, birbiri ile iç içe idi. Yani, askerî başarı
elde edilmeden, siyasî başarı olamaz; ya da, siyasî başarı elde edilemeden, askerî başarı
olamazdı.
Atatürk’ün liderliğinde, mutlaka askerî beceri ve dehası önemli bir etken idi. Üstelik,
gençliğinden beri içinde bulunduğu siyasî şartlar, onun öğrenciliğinden beri siyaset ile
ilgilenmesini sağlamıştı. Mesela; 1905’de tayin olduğu Şam’da, “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’ni
kurması, bu cemiyetin bir şubesini Selanik’te açması, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde olması;
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kongrelerine katılması gibi.
Şu da bir gerçekti ki, Atatürk’ün, askerî ve siyasî dehasından kaynaklanan ve tarihi şartların
ortaya çıkardığı siyasî liderliği, etrafındaki askerî ve siyasî kadroların yardımları ile gelişmiştir.
Atatürk’ün askerî ve siyasî gücü ve becerisi onu liderlikte rekabetsiz kılmıştır. Zaten bütün silah
arkadaşlarının onun liderliğini kabul edip, etrafında birleşmeleri bunun en güzel örneğidir.
76
Bazı kişiler, kendi şahsi karakterlerinden kaynaklanan bir özellikle, katıldıkları hareketlere bir
prestij kazandırırlar.
Atatürk’ün Samsun’dan başlayıp, Lozan’da tamamlanan Türk Millî Mücadelesi’ne bir prestij
kazandırdığı muhakkaktır. Şartlarını kendisinin tespit ettiği Amasya Tamimi ve başkanlık yaptığı
Erzurum ve Sivas Kongreleri, onun katılımıyla yeni bir prestij kazanarak millîlik özelliğine sahip
olmuşlardır.
Atatürk’ün siyasî kişiliği ve liderliği, demokratik mi yoksa diktatörce mi idi?
Öncelikle Atatürk, askerî ve siyasî liderliği zor kullanarak ele geçirmediği için, zor kullanarak da
sürdürmemiştir. Onun, herşeyi demokratik çerçeve içinde yapması onun asla diktatör
olmadığının en güzel ifadesidir. Mesela; Heyet-i Temsiliye’yi oluşturması, BMM’nin açılması,
Heyet-i Temsiliye’nin tüm yetkilerinin yeni bir hükümete devretmesi, TBMM’nin ilk anayasası
olan Teşkilat-ı Esasiye’yi hazırlatması gibi.
Atatürk 1919’dan itibaren Türk halkının desteğini almaya çalışmış ve yaptığı hizmetleri ve
fedakârlığı da Türk milletine mal etmiştir.
Yeryüzünde birçok lider, zaman içinde, kendisine inanan ve peşinden gelen insanların
güvenlerini ve sevgilerini kaybederler. Oysa güçlü bir siyasî kişiliği olan liderler, güçleri halktan
aldığı müddetçe, bu özelliklerini kaybetmezler.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, önce 9. Ordu Müfettişlik görevinin ardından askerlik mesleğinden
istifa ederek; “Sade bir vatandaş gibi olması dahi, onun güçlü siyasî ve askerî otoritesini,
liderliğini sarsmamıştır.
Sakarya Savaşı sonrası kendisine Mareşallik ve Gazilik unvanının verilmesi, “Milletin Atası”
olarak kabul edilerek ona Türklerin Atası demek olan Atatürk soyadının hatta, “Ebedî Şef”
unvanının verilmesi, onun siyasî ve askerî kişiliğinin oluşturduğu liderliğinin sürekliliğinin
ifadesidir.
Atatürk’ün siyasî liderliğinin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1-Ana ilkelerde Tavizsizlik, Uygulamada Tedricîlik.
O, her zaman ana ilkelerini ve temel hedeflerini en başından beri açıklıkla ve tutarlılıkla ortaya
koymuş ve bunlardan asla taviz vermemiştir. Onun temel hedefi tam bağımsızlık ve millî
egemenlik ilkesine dayanan, çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Ancak herşey, sırasında ve
zamanında yapılmalıydı. Bundan dolayı, ana hedeflerini tehlikeye sokmamak için bazen tedricî
ve ihtiyatlı bir tavır almış; ortamın hazır olduğu anda, muhaliflerinin toparlanmasına fırsat
vermeden hızlı ve kararlı bir şekilde hareket etmiştir. Saltanatın kaldırılması; Cumhuriyetin ilânı
ve halifeliğin kaldırılması gibi.
2-Gerçekçilik
Gerçekçilik, iç ve dış politikada uyguladığı temel prensibi idi. Hedef, ile hedefe ulaştıracak
araçlar arasında mantıklı bir denge kurmak; gerçekleşebilecek hedefler ile hayali hedefleri ayırt
edebilmek. İşte Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki en büyük fark bu idi.
77
Falih Rıfkı ATAY’a göre; “Enver Paşa, Mustafa Kemal’in yerinde olsa idi; Sakarya Zaferi’nden
sonra, zafer ve bağımsızlığı bir kenara itip; Suriye ve Makedonya’nın fethine girişirdi” demiştir.
Atatürk 1 Aralık 1921’de Meclis’te; “Büyük Hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri
yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi
görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleket ve millet üzerine
çektik” diyerek; Panislamizm ve Panturanizmin yapmadığımız halde; “yapıyoruz, yapacağız”
dediğimiz için “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim” diyen düşmanlarımızın sayılarını ve
baskılarının artmasına sebep olunduğunu ve bunun zararını gördüğümüzü belirtir.
Onun gerçekçi bir iç ve dış politika izlemesine bir diğer örnekte de; İtilâf Devletleri ile savaş
halinde olmamıza rağmen, savaş sonrası İtilâf Devletlerinin bağımsızlığımız ve toprak
bütünlüğümüzü kabul etmeleri şartıyla onların ekonomik, mâli desteklerini kabul edileceğinin
Erzurum, Sivas Kongreleri ve Misak-ı Millî kararlarında yer almasıdır.
3-Eyleme Yönelik Olma-Pragmatizm
Atatürk’ün siyasî kişiliğinde; soyut ve teorik fikirlerden önce, somut eylemler, faaliyetler gelir.
Herhangi bir konuda uygulayacağı siyaseti belirlerken aklın ve bilimin rehberliğinde toplumun
ihtiyaçlarını gözetmiştir. İhtiyaçların değişmesiyle, siyasetlerin de değişmesinden kaçınılmamış;
bu özellik onun düşünce ve faaliyetlerini dogmatik ve doktriner yani değişmez ve katı değil;
pragmatik ve esnek yapmıştır.
Atatürk, Millî Mücadele’de özellikle halkın teşkilâtlanması ve tepki göstermesi yönünü
seçmiştir: Mesela; İzmir’in işgalinden sonra mitinglerin düzenlenmesini ve artmasını istemesi,
Erzurum ve Sivas Kongreleri, TBMM’nin açılması gibi.
O, her hareketini Meclise ve Türk milletinin iradesine dayandırmak istemiş; her zaman
yapacaklarını ve yaptıklarını hukuk sistemi üzerine oturtmuştur: “Ben istese idim, derhal askerî
bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için
modern bir devlet kurayım ve onu yaptım” sözleri bunun en güzel ifadesidir.
Millî Mücadele dönemi sona erdikten ve Cumhuriyetin ilânından sonra, inkılâp hareketlerine
yönelen Atatürk, bu özelliği ile ait olduğu toplumun ihtiyaçlara cevap veren; toplumun her
alanda kalkınmasını hedefleyen idealist bir siyasî lider olduğunu da gösteriyordu.
17 Temmuz 1921’de United Telgraph Muhabiri Atatürk’e “İsktikbalde ne gibi bir siyaset takip
edeceksiniz? Sorar. Mustafa Kemal’in cevabı şudur;
“Memleketimiz haraptır, milletimiz fakirdir, maarifimiz dundur, iktisadîyatımız zayıftır.
Memleketimizi imar ve milletimizi tenvir ve terfih yegâne katî emelimizdir”
Nitekim kısa sürede toplumun sosyal, siyasî, kültürel alanlarında gerçekleştirdiği inkılâplar ve
başarısı tüm dünyada hayranlık ve hayretler uyandırmıştı.
Millî sınırlarımız içinde, millî bütünlüğümüze ve istiklâlimize saldırı söz konusu olduğunda
gereken cevabın verilerek, en sert şekilde karşı konulacağı fikrinde idi. Savaşı, gerekli olmadıkça
bir vahşet olarak gören Atatürk, bu özelliği ile barışçı bir siyasî liderdi.
İstiklâlimiz ve toprak bütünlüğümüz için yaptığımız mücadelemizin ezilen ve sömürülen tüm
milletlere örnek olacağını onların da davası olduğunu söylemesi ise; onun, ne denli başka
78
milletlere de saygılı ve sevecen ruhlu bir siyasî lider olduğunu göstermesi açısından çok
önemlidir.
Tüm bu anlatılanlardan sonra Atatürk, siyasî ve askerî kişiliğinden kaynaklanan özelliklerinden
dolayı, acaba karizmatik bir lider miydi?
Karizma, bir kişiliğin alelâde insanların erişemeyeceği bazı niteliklere sahip olmasıdır. Bu
nitelikler, Allah vergiyi veya örnek ve güçlü bir kişiliğin sonucu olarak görülür. Toplum da, bu
kişilere lider gözü ile bakar.
Karizmatik liderlerin takipçileri, ona itaati bir “çağrı” bir manevi görev bilirler. Özellikle
karizmatik liderler, milletin hayatının önemli dönemlerinde, kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar ve
bir boşluğu doldururlar. Yani, karizmatik liderler, kriz liderleridir. Bir başka deyişle; geleneksel
otoritenin iflâsı, akılcı ve hukukî otoritenin henüz kurulmadığı bir ortamda otorite boşluğunu
doldururlar, ihtilâlcidirler.
Bu yönlerden bakıldığında; onun siyasî liderliğinde, karizmatik özelliklerin varlığı
görülmektedir. Ama o, kişisel iktidarın sadece kişisel karizmatik temele dayanmasına
güvenmediğinden, yani, körü körüne ifratı kabul etmediğinden; o liderlik otoritesini akılcı ve
hukukî temellere dayandırmaya dikkat etmiştir. Ama Millî Mücadele yıllarında karizmatik
otorite, akılcı ve hukukî otoritenin yanında, bazen geleneksel otoriteyi de kullandığı olmuştur.
Amerikalı Siyaset bilimcisi Dankwort A.Rustow, Atatürk’ü kendisini karizmatik bir durum
içinde bulmuş bir teşkilat adamı olarak nitelendirerek, onu;
“Kurum kurucusu olarak” nitelendirir ve şöyle der; “Herşeyden önce Atatürk, organik bakımdan
geçmişin mirası üzerine inşa edilen, bugünün ihtiyaçlarına etkin biçimde cevap veren ve belirsiz
bir geleceğin tehlikelerine karşı koyan bir dizi kurum yaratmıştır."
Bu tamim, Atatürk’ün inkılâpçı ve siyasî lider olduğunu göstermektedir.
Atatürk’ün askerlik hayatından örnekler vererek onun askerî kişiliğini anlatmaya çalışacağım.
Askerî kişiliğine gelince;
Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlik hayatına atıldığı 1905 yılından 1922 yılına kadar ki askerlik
hayatının her devresini ayrı ayrı ele alıp incelemek, anlatmak lazım. Ben askerî kişilik
özelliklerini, askerlik hayatını çeşitli dönemlerinden örnekler vererek anlatmaya çalışacağım.
Atatürk’ün askerî meslek hayatı 1893 yılında 12 yaşında askerî öğrenci olarak başlamış;
1893 Selanik Askerî Rüştiyesi,
1899 Manastır Askerî İdadisi,
1899-1902 Harb Okulu,
1902-1905 Harp Akademisi’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. İlk görev yeri 1905 Şam,
1907 Manastır-Selanik,
1911 Trablusgarb,
79
27 Ekim 1913 Sofya’da Askerî Ataşe,
1915 Çanakkale’de 19.Tümen ve Anafartalar,
1916’da Grup Kumandanı 16.Kolordu Komutanlığı Diyarbakır, Bitlis, Muş,
1917’de 2.Ordu Komutanı Diyarbakır,
1917 ve 1918’de iki kere 7.Ordu Kumandanı olarak Suriye-Filistin Cephesi’nde,
1918 Yıldırım Orduları Grup Kumandanı,
Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak geniş ve kapsamlı askerî ve mülkî yetkilerle Samsun’a
gönderilmiş,
3 Temmuz 1919’da 3. Ordu Müfettişi olarak Erzurum’da,
8-9 Temmuz 1919’da Erzurum’da askerlik mesleğinden istifası ile askerlik hayatı kesintiye
uğramış,
5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi tarafından Türk Ordularının Başkomutanı olarak
atanması ile tekrar üniformasını giyerek aktif olarak başlamış; Sakarya ve Başkomutanlık
Meydan Savaşları’ndaki zaferler ile hem Millî Mücadele’nin askerî cephesini, kendi askerlik
mesleğinde de son savaşını yapmıştır.
Asker Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyanlara; I.Dünya Savaşı esnasında Çanakkale Cephesi’nde 19.
Tümen ve Anafartalar Grup Kumandanı olarak tüm İtilâf Devletleri’ne, 16.Kolordu Komutanı
olarak Bitlis, Muş bölgesinde Doğuda Ruslara karşı; Suriye, Filistin Cephesi’nde iki kere 7.Ordu
Komutanı ve Yıldırım Orduları Komutanı olarak İngilizlere ve onların kışkırttığı Araplara karşı
savaşın içinde bulunmuştu. Ama Millî Mücadele Savaşı’nda ise, savaşı bizzat yönetmişti.
İşte Atatürk, bu savaşta askerî dehası ile devlet adamlığı ve liderliğinin bir sonucu olarak
politikayı birleştirmiştir. Yani Millî Mücadele ve sonunda kurulan yeni Türkiye Devleti onun
askerî ve siyasî dehasının mucizevi bir ürünüdür.
Savaş sadece askerî bir faaliyet ve askerî harekâtın yönetilmesi değildir. Ya da en azından I.
Dünya Savaşı’na kadar bu böyle idi.
Atatürk Millî Mücadele Savaşı’nda Türk milletinin askerî ve siyasî lideri kimliği ile Harp
yönetimini eline tutarak; savaşın hedefini gerçekleştirmek için, politikadan; politikanın
hedeflerini gerçekleştirmek için de savaştan yararlanmıştır.
Harp yönetimi nedir? Askerî, ekonomik, sosyal ve politik harekat tarzlarının coğrafî platform
üzerinde karşı güçler ve savaş hedefleri dikkate alınarak ahenkli ve koordineli bir şekilde
kullanılmasıdır1.
Politikanın hedefi, ekonomik, siyasî, askerî, sosyal, kültürel, coğrafî ve stratejik güçlerinin
tümünün oluşturduğu mevcut millî güçleri ve hatta onları da geliştirerek, millî hedefleri
gerçekleştirmek için kullanmaktır.
80
Savaşın amacı ise, Mondros Mütarekesi sonrası dört bir yandan İtilâf Devletleri’nin işgaline
uğrayan ve anavatanın bağımsızlığını ve hürriyetini kaybetmekle karşı karşıya kalan, kısaca yok
edilmek istenen Türk milletinin varlık mücadelesi olup; millî sınırlar içerisinde hür ve bağımsız
yaşamasını sağlamaktı.
Dolayısıyla Atatürk’ün askerî ve siyasî dehası ile “Millî Mücadelede askerî ve siyasî hedefleri
birlikte, iç içe oluşmuş, gelişmiş ve gerçekleştirilmiştir.
Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı iken; İngilizler Anafartalara çıkmıştı. Bu buhranlı ve
tehlikeli zamanda Mustafa Kemal, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya doğrudan yaptığı
müracaatlardan bir sonuç alamamıştı.
5.Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i telefonla aradığında “Durumu nasıl
görüyorsunuz, nasıl bir tedbir düşünüyorsunuz?” dediğinde; Durumu nasıl gördüğü ve kademe
kademe nasıl tedbir alınması gerektiğini tüm ilgililere bildirdiğini, ama dikkate almadığını, bu
dakikadan itibaren tek bir tedbirin kaldığını belirtir.
Liman von Sanders Paşa sorar:
-O tedbir nedir?
-Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri taht-ı emrime veriniz, tedbir budur.
-Çok gelmez mi?
-“Az gelir” cevabını verir. Sonunda Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup
Kumandanlığı’na tayin eder. Bu, onun, Türk Ordusuna kumanda eden yabancı bir ordu
komutanından duyduğu rahatsızlığı ve güvensizliği gösterdiği gibi; kendine olan sonsuz güveni,
azmi ve cesaretini de göstermektedir.
Ancak daha sonraki gelişmeler üzerine Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup
Kumandanlığı’ndan affını isteyen 27 Eylül 1915 tarihli dilekçesi çok ilgi çekicidir.
5.Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sandres Paşa’ya yazdığı bir dilekçede; Sanders Paşa’nın
kendisine Anafartalar Grup Kumandanlığı’nı emanet ettiğini Başkumandanın (Enver Paşa)
Grubu ziyarete geldiğinde; kendisinden bir teşekkür işaretini bile esirgediğini; kendisini
Anafartalar gibi geniş bir cepheyi yönetemeyeceğine dair karar vererek; kendisine güvensizlik
gösterdiğini, yine Başkomutanın kuzey, güney ve Asya gruplarını ziyaret etmesine rağmen
Anafartalar Grubu’nun varlığını tanımak istemediğini ve ziyaret etmediğini; Başkomutanın
şahsına beslediği duygulardan dolayı, bu koşullar altında hizmet veremeyeceğini ve tayinini ister.
Sanders Paşa’nın, Enver Paşa’ya Albay Mustafa Kemal’in dilekçesi hakkında yazdığı 17 Eylül
tarihli yazıda şu ifadeler kullanılıyordu.
“...Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey, vatanın bu büyük savaşta
hizmetlerine muhakkak muhtaç olduğu, bu müstesna kabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak
taşımayı ve takdir etmeyi öğrendim.
Albay M. Kemal Bey, 5 ay önceki ilk karaya çıkış hareketinden beri XIX.Tümen’in başında
parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafartalar kanadında son büyük çıkartma hareketleri
esnasında müşkül bir anda kumandayı üzerine almak zorunda kalmıştır. Çünkü bu hususta
81
görevlendirilmiş olan XVI.Kolordu Komutanı, VII. ve XII. Tümenlerle hücuma geçmesi yolunda
verilen mükerrer emri yerine getirmemişlerdir.
Albay Mustafa Kemal Bey, burada da görevini büyük bir cesaret, iyi ve açık tertibat alarak ifa
etmiştir. Öyleki, kendisine –vazifem icabı olarak- takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ettim”2
diyerek, Mustafa Kemal’e sırf zaman yetersizliğinden dolayı ekselânslarının (Enver Paşa’nın)
ziyaret edemediğini ve kendisini hizmetlerinden dolayı takdir ettiğini belirttiğini ifade ederek;
ayrılma dilekçesini ekselânslarının (Enver Paşa) ona güvenini belirtmek suretiyle reddetmesini
rica eder.
Enver Paşanın Anafartalar Grubu Kumandanı Albay Mustafa Kemal Beye hitaben gönderdiği 21
Eylül tarihli telgrafta; rahatsızlığına üzüldüğünü; vakit kalmadığından kendisini ziyaret
edemediğini belirterek “bugüne kadar kumanda ettiğiniz kıtanın başında başarılı olarak göreve
devam etmesini” ister3.
Alman Prof. Dr. Hans Georg Majer; “Mustafa Kemal’in bu mektubu öz güven, mevki, hırs,
alınganlık, onur, gurur ve dürüstlük, sebat ve azim doludur. Bunlar, onu fevkâlade bir asker, hatta
daha sonra “Atatürk” yapacak olan özelliklerdir”4 der.
O askerlik hayatı boyunca gururunu ve sorumluluğunu hiçbir şey ile değişmemiş; hep dürüst ve
kendinden emin davranmıştı.
Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Alman General Falkenhayn’ın emrinde 7.Ordu’ya tayin
edilmişti (Diğer bağlı kuvvetler ise 6.Ordu Komutanı Halil Paşa ve 8.Ordu Komutanı Van Kres
Paşa idi.
İstanbul’dan Halep’e gideceği gece, Falkenhayn’ın karargahından bir Alman ve bir Türk subay
gelerek, General Falkenhayn’ın bir miktar altın gönderdiğini söyleyerek birkaç ufak sandığı
odasına getirirler.
Mustafa Kemal Paşa, kimseye ihtiyacından bahsetmediğini, General Falkenhayn’ın bu altınları
ordunun ihtiyacına harcanmak üzere gönderdiğini düşünerek; “Bu sandıklar bana yanlış geldi.
Ordunun levazım reisine gönderilmek lazımdı. Benim için fazla külfettir” der. Alman subayı, “O
da başka” cevabını verir5. Mustafa Kemal Paşa, Türk Subayı Tevfik Bey’le “Paranın miktarını
bu zabitten iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver imza edeyim” der.
Alman subayının senedi almak istememesi üzerine Tevfik Bey’e, “Bu zabit bilmiyor, senedi alsın
ve Mareşal’e versin ve siz de bu paraları gelip almaları için levazım reisine haber gönderiniz”
der.
Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı teşkil ederken ona bağlı 7.Ordu Kumandanlığı’na Enver
Paşanın muhalefetine rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın getirilmesinde ısrar eden Falkenhayn,
belli ki Çanakkale’den beri yükselişe geçen askerî başarılarını biliyordu ve bu nedenlerle tercih
etmişti. Şimdi de bu davranışı ile Mustafa Kemal’e rüşvet vererek kendisine bağlamak istemiş,
ancak amacına ulaşamamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 7.Ordu Komutanlığı’ndan ayrılırken de, yerine vekil bıraktığı Ali Rıza
Paşa’ya bu sandıkları senet karşılığı teslim ederek; kendisinin imza ettiği senedin alınması için
yaverleri Cevad Abbas (GÜRER) ve Salih (BOZOK) Beyleri görevlendirir. Yaverleri, Mustafa
Kemal’in Ali Rıza Paşa’dan aldıkları teslim senedini, Mareşal Falkenhayn’a vererek, Mustafa
82
Kemal’in imzaladığı senedi alacaklardır. Ama Almanlar kendilerinde böyle bir senedin
olmadığını söyledikleri gibi, Ali Rıza Paşa imzalı senedi de kabul etmezler.
Bunun üzerine Mustafa Kemal, yaverlerinden; Mareşal Falkenhayn’ın odasına girerek; verdiği
altınların muhafaza edildiğini, verilen senedi inkâr etmenin, altınları yok saymayacağını; eğer
verilen senet gerçekten kayıp ise, o zaman altınların iade edileceğini ve alındığına dair bir senet
vermeleri gereğinin belirtilmesini ve şöyle demelerini ister; “Bizi buraya gönderen kumandan,
altın mukabili memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını
çoktan öğrenmeli idiniz. Hala bunda tereddüdünüz varsa kumandanımız size ve efkâr-ı
umumiyeye daha başka türlü ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok
kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz...” sonunda Almanlar senedi, yaverlerle geri
gönderirler.
Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordu Komutanı iken, Halep’ten Başkomutan Vekili Enver Paşaya,
Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya ve Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı Cemal
Paşalarla yazdığı 19 Eylül 1917 tarihli beş maddelik ve 20 Eylül tarihli 4 maddelik uzun zeyl
raporları gerçekten dikkate şayandır.
Raporun başındaki ifade çok ilgi çekicidir. “Genel durum hakkındaki şahsi fikirlerinin,
memleketin genel mukadderatını, idareden mesul ve methaldar (?) olan ifadelerimi hiçbir
bedbinliğe ve telaşa meydan vermeden, olgunlukla ve ciddiyetle değerlendireceklerini
umduğunu”6 ifade etmektedir.
Ne kadar kendinden emin ve vakur bir ifade tarzı. Kendisinden ne istenirse onu yapmak, zamana
ve şartlara göre davranmak, sorunları görmemezlikten gelmek, sorumluluktan kaçmak yok.
Aksine sorunları çok önceden seziyor ve çözmek için üzerine gidiyor, dikkatleri o yöne çekiyor
ve tüm bunları yapmak için kendini sorumlu ve yetkili görüyor.
Bu raporda, sadece askerî açıdan bir değerlendirme yok. Ülkenin içinde bulunduğu duruma
dikkati çekerek, halk ile idare arasındaki bağların sarsıldığını, idarî hükûmetin ve askerîyenin
kendi hayatlarını devam ettirecek hali olmayan halktan açlık ve ölüm karşılığında tüm
varlıklarını istediğini; idari hükûmetin aczinden dolayı, hayatın anarşiye sürüklendiği ve halkın
hukukunun korunamadığı, hükûmetin aczin içinde olmasının güvenlik kuvvetlerinin de
suistimaller içinde olup, keyfi davranması ve adlî işlerin mutlak suretle işlememesine sebep
olduğu; bu sebeplerin, genel hayatı her yerde çürüttüğünü, genel ihtiyaçların, ticarî işlerin ve
iktisadi çöküntülerin bunların işareti olduğunu belirtir.
“Binaenaleyh harp devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan
çürüyen binay-ı muazzama-i saltanatın dahilen birden bire ve heryerden çökmesi ihtimalidir”
diyerek ileriye dönük çok önemli bir teşhiste bulunur.
Raporunda Türkiye’nin askerî durumunun gerçekçi bir değerlendirmesini yaparak; vatanın
mukadderatı söz konusu olduğunda kendisinin seyirci kalamayacağını ve buna tahammül
edemeyeceğini belirtir ve şöyle der:
“Velhasıl gerek hükûmet-i mülkiye ve gerek ahali içinde yapılacak işlerin alelâde bir memleket
meselesi değil, en birinci bir müdafaa-i memleket meselesi olduğu bu devirde memleketin hiçbir
köşesinin herhangi bir ecnebi taht-ı nüfuz ve idaresine verilmesi, hayat-ı saltanatı katiyyen ihlâl
ve iptal eder. İşte benim mütalaatım bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki dolayısıyla bunları
tasvir etmekle vicdanım üzerinden reff-i bar (yük kaldırmış) olduğuna kaniim7.
83
Askerlik mesleğinin inceliklerine vâkıf, bu büyük asker yetenekli aynı zamanda siyasî sezgi gücü
ile ülkenin bir yıl sonra Mondros Mütarekesi ile nasıl işgale uğradığını ve bütün bunların da
Saltanatın sonunu hazırlayacağını daha önceden anlamış ve yetkilileri uyarmıştır.
Alman İmparatoru Kayser Wilhelm’in daveti üzerine Veliahd Vahdettin’in Almanya seyahatine
refakat eden Mustafa Kemal Paşa’ya Vahideddin şöyle demiştir: “Ben sizi çok iyi bilirim.
Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat ve kazandığınız muvaffakiyetler tamamen
malûmumdur. Siz İstanbul’u ve herşeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte
olduğum için çok memnun ve müftehirim8.
Veliahd Vahideddin’in Avrupa’ya yapacağı üstelik müttefiki olan bir ülkeye yapacağı seyahatte,
Mustafa Kemal gibi genç ve yetenekli bir generalin seçilmesi tesadüfî olmasa gerek.
Üstelik Veliahd Vahiddeddin’in refakatinde bulunan Mustafa Kemal’i İmparatora takdim
ettiğinde; İmparator Almanca,
-"Onaltıncı Kolordu... Anafarta” dediğinde, imparatorun ne demek istediğini anlayan Mustafa
Kemal’in mahçup ve mütevazi halinden yanlış bir hitapta bulunduğu sanan imparator tekrar.
“-Siz Onaltıncı Kolordu Kumandanlığı’nı ve Anafartaları yapmış Mustafa Kemal değil misiniz?”
diye sorar.
Evet, Mustafa Kemal’in askerî başarılarını Almanlar da gayet iyi biliyorlardı.
Bu gezi sırasında Mustafa Kemal’in Alman General Ludendorf ve Mareşal Hindenburg’a
yönelttiği sorulardan, Suriye Cephesi’nde bizzat kendisinin gördüğü ve bildiği gerçeklerle,
Almanların kendisine söylediklerinin doğru olmadığını ve kaçamak cevaplar verdiklerine şahit
olur. Zaten Osmanlı Başkomutanlığı’nın Alman subaylara bu derece tavizkâr tutum içinde
olmalarından ve Almanların büyük ordu komutanlıklarını ellerinde bulundurmalarından
rahatsızlık duymakta idi. Bu gezi sırasında edindiği tecrübeler, onun nedenli haklı olduğunu bir
kez daha ıspatlamıştı.
Hatta, Veliahd Vahdeddin’e, duyduğu bütün endişeleri, Alman İmparatoru’na söylemesini ister
ve şöyle der; “Eminim ki o sizden memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de hakikati
görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır”9.
Yani, müttefikimiz olan Almanların, gerçek niyetlerini ve yaptıklarının farkında olan, bilinçli ve
sorumluluk sahibi, akıllı Türk subayları da vardır ve Almanlar da bunu bilmelidirler.
Yine bu gezi sırasında yaşanan bir başka olay, Mustafa Kemal Paşanın bir asker olarak, devletin
sorunlarını ve Türkiye’ye yönelik tehditleri çok iyi bildiğini göstermektedir.
Almanya’nın Alsas Valisi’nin misafiri oldukları bir gece, Vali, Veliahd Vahideddin’e; “Türklerin
Ermenilere karşı feci tecavüzatta bulunduğundan fakat Ermenilerin bu tarz hareketlere müstahak
olmadığından bahsetmiş ve Veliahd Vahiddeddin ona cevap verdiği gibi, “Cephelerde bulunmuş,
memleketi tanıyan bir kumandan yanımdadır, isterseniz onu da dinleyiniz” demiştir.
Mustafa Kemal Paşa, bir Alman valisinin Türkiye’nin Müstakbel Padişahı’na karşı böyle
ciddiyetten uzak konuşmasına şaşırır ve Valiye:
84
“Türkiye’nin Veliahdı ile Almanya’nın müstesna bir mıntıkasında kıymetli olduğuna şüphe
etmediğim bir valisini bulabildiği mükâleme (konuşma zemini) beni mütehayyir (şaşırttı) etti.
Evvela sizden şunu anlamak istiyorum: Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi
tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye’ye karşı tarihin bilmem hangi devrinde mevcut
olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyetini ihya etmek için dünyaya iğfale çalışan Ermeniler
lehine konuşma fikri, size nereden geliyor?”
Mustafa Kemal Paşa, valinin bizim hakkımızda olumsuz fikirlere sahip olduğunu, bütün
fedakârlıklarımıza karşılık, hâlâ Türkiye topraklarında bir Ermeni hakkı olabileceği düşüncesinde
olan bu vali ile eğlenerek alaylı konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bunun üzerine, vali bütün
söylediklerinin, söylenen ve duyduklarından ibaret olduğunu, bu fikri savunmadığını söyleyerek
Mustafa Kemal Paşa’yı yumuşatmaya çalışır.
Ama Mustafa Kemal, şu sözlerle, valinin pervasızca konuşmasına son noktayı koyar:
“Vali Hazretleri, biz cepheleri dolaşan bir heyetiz., Buraya Ermeni meselesi konusunda
konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine istinat etmekte olduğumuz Alman
ordusunun hakikî vaziyetini anlamaya geldik. Onu anladık, kâfi bir vukuf ile memleketimize
dönüyoruz.”
Sultan Reşad’ın ölümü ile Vahidettin’in Padişah olması üzerine Mustafa Kemal Paşa, tedavide
bulunduğu Viyana-Karlsbad’dan İstanbul’a acele çağrılır. Padişah Vahideddin tarafından,
vaktiyle istifa ederek, haklı sebeplerle bıraktığı ve bugün mağlup olmuş olan 7.Ordu’ya komutan
olarak yeniden atanır.
Mustafa Kemal’e göre, Suriye’de ordunun ve kuvvetin varlığı sadece isimden ibarettir ve
kendisini buraya tayinini sağlayan Enver Paşa ondan intikam almıştır10. Ve bunu Enver Paşa’nın
da yüzüne söyler.
Hatta o gün yaşanan bir olay, Mustafa Kemal Paşanın önce kendi askerlik gücüne ve yeteneğine,
sonra da komutasındaki askere duyduğu güveni göstermesi açısından önemlidir. Şöyleki,
7.Ordu’ya tayinini bizzat Padişahtan öğrenip dışarı çıktığında; bazı komutanların sohbetine tanık
olur. Bu komutanlardan birisi, Türk neferlerini cepheden kaçmakla suçlaması ve hakaret yollu
konuşması üzerine;
-“Paşam biz de askerîz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz, kaçmak
nedir bilmez. Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul edilmelidir ki, onun
başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınız, zilletini Türk neferlerini
tahmil (yüklemek) etmek istiyorsanız insafsızlık ediyorsunuz” diyerek; Türk askerinin iyi sevk
ve idare edildiği takdirde, başarısının kesin olacağını vurgulamıştır.
Cephede görevine başlayan Mustafa Kemal, geniş bir cephede zayıf, dağınık ve sadece isimleri
kalan üç ordunun tek bir ordu halinde, kendi emrinde toplanmasını istemişse de, bu fikri kabul
edilmemiştir.
Mustafa Kemal daha büyük felâketlere engel olmak ve ordunun cephede yok olmasına daha fazla
izin vermeden, binbir güçlüklerle orduyu Nablus’tan Şam’a, daha kuzeye çeker11.
Suriye Cephesi’nde hem İngiliz hem de ihanet eden Araplarla savaşan Türk kuvvetlerinin, zaten
tutulması imkânsız hale gelen bu cephedeki kuvvetleri, Halep’e çekerek ordunun eriyip yok
85
olmasına engel olur ve cephe gerisini de emniyete almaya çalışır. Halep’te, İngilizler ve
Araplarla çarpışır ve onları mağlûp eder ve nihayet düşman bu hattın gerisine geçemez12.
Askerlikten ve savaştan anlamayanlar; askerî, siyasî, coğrafî şartları ve insan kaynaklarını
değerlendiremeyenler, Mustafa Kemal Paşa’nın bu cephedeki hizmetlerinin zorluğunu, orduyu
yok olmaktan korumak adına aldığı riskleri anlayamazlar.
Mustafa Kemal Paşa’nın askerî ve siyasî dehası değil midir ki, onu Millî Mücadele’nin lideri
yapmıştı.
Millî Mücadele’nin üst düzey askerî kadrosunu oluşturan, Atatürk’ün silah arkadaşları, değerli
komutanları bakın ne diyorlar?
Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde; “Paşa’ya başımıza geçmesini daha
İstanbul’da teklif eden benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan
daha hamiyetli ve değerlisini İstanbul’da iken aradım. Bulamadım”13 demektedir.
Mareşal Fevzi Çakmak, “Her zaman Mustafa Kemal Paşayı takdir ettim. Çok çetin geçen Millî
Mücadele yıllarında onun yapabildiğini başka hiçbirimiz yapamazdık14 diyerek onun liderliği
hakettiğini doğrulamaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin lideri olduğundan sadece askerî kimliğinden dolayı
askerî konularla uğraşmamış; aynı zamanda gerek Türk milletine gerekse şahsına karşı yöneltilen
her türlü düşmanca ve olumsuz tavırlar karşısında siyasî mücadelesini de sürdürmüştü.
İsmet İnönü’nün, “Asıl ıstırabı çeken Atatürk’tü, iç ve dış bütün menfi etkilerle uğraşan onların
tesirlerinden, gazabından cepheleri kurtaran, yön veren Atatürk’tür15.” şeklindeki sözleri, asıl
yükün ve sorumluluğun kimde olduğunu göstermesi açısından önemli idi.
Yine İsmet İnönü, “Onun Millî Mücadele sırasında askerî konularla uğraşmaktan mı daha çok
eziyet çektiği, yoksa siyasî meselelerin siyasî anlaşmazlıkların kaldırılmasında veya teskin
edilmesinde mi daha çok eziyet çektiği kestirilemez. Büyük adamın siyaset sahasında çektiği
ıstıraplar gerçekten dayanılmazdır”16 der ve ilâve eder; “Mustafa Kemal Paşa, mücadelenin
askerî tarafıyla uğraştığı kadar, siyasî tarafını da idare ediyordu17.
Mustafa Kemal Paşa, Halep’teki ordu karargahında sık sık Ali Fuat Paşa ile buluşuyor, hem
askerî durumu hem de memleketin istikbali hakkında görüşüyorlardı.
İstanbul’da olup bitenleri ve ülkenin içinde bulunduğu durumu gayet yakından ve doğru bir
şekilde tahlil ediyordu.
Derhal barış teşebbüslerinde bulunulmasını, bunu da yıpranan Talat Paşa Hükûmeti’nin değil de
Ahmet İzzet Paşa’nın kuracağı bir hükûmetin yapmasını ve kendisinin de Harbiye Nazırı
olmasını istiyordu. Fakat, Padişahın, Tevfik Paşa’yı hükûmeti kurmak ile görevlendireceğini
öğrenince, Padişaha çektiği telgrafta da, bu görüşü ile birlikte kabine de yer alacak birkaç isim
(Fethi Okyar, Rauf Orbay, Hayri Canbulat, Azmi, Tahsin Uzer) bildirmişti.
14 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşanın kurduğu kabinede Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiye ettiği
birkaç isim (Fethi, Rauf Bey ve Hayri Efendi) yer almış; Harbiye Nezareti’ne kimse
atanmayarak, bu görevi sadrazam üstlenmiştir. Ahmet İzzet Paşa, yakında Almanların Türkiye’yi
terkedeceklerinden güney cephesinde Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olan Liman von
86
Sanders Paşa’nın yerine Mustafa Kemal Paşa’yı getirmeyi düşündüğünden, Mustafa Kemal
Paşanın bu görevi çok istemesine ve Enver Paşanın “Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası
idare edemez” 18 demesine rağmen Harbiye Nezareti’ne onu atamamıştı. Ali Fuat Cebesoy’un
ifadesine göre; Ahmet İzzet Paşa, bu görevde uzun süre kalabilse idi, Harbiye Nezareti’ne
Mustafa Kemal Paşayı getirecekti.
Nitekim Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de, Mustafa Kemal Paşa, Liman
Von Sanders Paşa’nın yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’nı devralmıştı19.
Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal Paşa ile Adana’da yaptıkları görüşmede Mustafa Kemal
Paşanın “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi,
bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraberce yardım
etmemiz lazımdır” dediğini ve kendisinin de aynı görüşte olduğunu yazar.”20
Mondros Mütürekesi hükümlerini, 2 Kasım 1918 günü Sadrazam ve Başkomutanlık Erkân-ı
Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’dan öğrenen Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım’da verdiği cevapta;
Mondros Mütarekesi ile ilgili (Toros tünellerinin hangilerinin İtilâf Devletleri’nce işgal edileceği,
Kilikya’nın hangi toprakları içine aldığını ve Suriye sınırının kesin olarak belirtilmesi gibi)
birtakım muallâktaki soruların cevaplarını istemişti21.
İngilizlerin, İskenderun’u işgal etme teşebbüsleri ile ilgili olarak Başkomutanlık Erkân-ı Harbiye
Riyaseti ile yapılan 3-6 Kasım tarihli yazışmalarda Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin mütareke
hükümlerine aykırı olarak İskenderun’u işgal etme fikrini kabul etmiyor, şehre zorla girmeye
çalışıldığı takdirde silahla karşılık verileceğini bildiriyordu22.
Gelen emirde, İngilizlerin buna hakkı olmamakla beraber, İngilizlere karşı sert davranılmaması,
üzerimize ateş açılsa bile ateşle cevap vermeyip, İngilizler nezdinde olayın protesto edilmesi
emrinde ısrar ediliyordu23.
6 Kasım’da verilen emre itiraz eden Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin asıl amaçlarının
İsktenderun’u işgal ederek, kuzeye çekilmekte olan 7.Ordu’nun arkasını keserek abluka altına
almak olduğunu, “İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile” olursa olsun, İngiliz askerleri
çıkartıldığında ateş açılacağını kesin bir dille bildirerek İngilizlerin tekliflerini ve bu konuda
verilecek emirleri yerine getiremeyeceğini belirterek yerine başka bir komutanın atanmasını
isterdi24.
Ancak, 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı ve 7.Ordu lâğvedilip Mustafa
Kemal İstanbul’a çağrılınca25, İngilizlerin önündeki engel de kalkmış oldu.
Tüm yazışmalar ve gelişmeler, onun sadece savaşan ve kendisine verilen emirleri, düşünmeden,
irdelemeden tartışmadan kabul edip uygulayan sade bir asker olmadığını gösteriyordu. O, ülkenin
içinde bulunduğu siyasî, askerî şartları, İtilâf Devletleri’nin işgallerinin sadece kontrol ve geçici
amaçlı olmayıp; ülkeyi kalıcı işgal etmek olduğunun farkında idi. Ve bunun da, Türk
hâkimiyetinin ve istikbalinin tamamen yok edilmek istendiği anlamına gelindiğini biliyordu. O,
ordunun, daha fazla yıpranmasını ve Türk milletinin daha fazla rencide edilmesine, gururunun
kırılmasına daha fazla izin veremezdi. Hep olabilecek sorunları engellemek veya sorunlara
çözüm yolu bulmak için düşünüyor, mücadele ortamı yaratmaya çalışıyordu.
İşte bütün bunlar, onun askerî kişiliğindeki tartışmasız deha ve bir lider portresi çizen siyasî
kişiliğinin, karizmasının bir işareti idi.
87
10 Kasım’da Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım’da
İstanbul’a ulaşmıştı. Fakat çok ilginç bir tesadüf, İtilâf Donanması o gün İstanbul’a girmişti.
Donanmayı gördüğünde, “Geldikleri gibi giderler” demişti.
Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’dan İstanbul’a gelirken; şu andaki mevcut ve dağınık bulunan
ordunun derlenip toparlanmadan başarılı olamayacağını anlamıştı. O, artık düşündüğü ve teklif
ettiği askerî tedbirlerinin ve uyarılarının dikkate alınmadığını anlamıştı. Bundan sonra, siyasî
çözüm aramak gerektiğini düşünüyordu.
Nitekim O, henüz 7 Ordu Komutanı iken, olabilecek siyasî gelişmeler hakkında fikirlerini
belirttiği gibi, olması gerekenler hakkında da fikirlerini belirtmekten çekinmemiştir.
Bu, onun, devletin içinde bulunduğu duruma, sadece askerî değil, siyasî çözümler bulunması
gerektiğine inandığını gösteriyordu.
Nitekim İsmet İnönü, Mustafa Kemal Paşanın ilk anlardaki plânının; “Türkiye’yi siyasî yoldan,
siyasî tedbirlerle kurtarmak esasına dayandırıldığını”26 ifade etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa, 16 Kasım 1918’de Pera Palas’ta Vakit, Minber ve Zaman gazetesi yazarları
ile yaptığı görüşmede; “En iyi politika ve en kuvvetli olmakla mümkündür. En kuvvetli olmak
demek ise; manen, ilmen, fennen ahlâken kuvvetli olmak demektir: Askerî kuvvet en sonda gelir.
Yukarıda sayılan meziyetler bir millette mevcut değilse, bu milletin bütün fertleri en son
silahlarla donanmış olması hiçbirşeyi ifade etmez. Bugünkü topluluklar içinde insan olarak yer
alabilmek için elbette silah elde olması yeterli değildir” demiştir27.
Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekten de İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919
tarihleri arasında, çözümü siyasî faaliyetlerde aradığını görüyoruz.
İstanbul’a geldiğinde, istifa etmiş olan Ahmet İzzet Paşa’yı yeniden hükümeti kurması gerektiği
şeklinde iknaya çalışmış; Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa Hükûmeti’nin güven oyu almaması
için uğraşmış, ancak başarılı olamamıştır.
Padişah Vahideddin ile görüşerek, onun düşüncelerini anlamak ve yol göstermek istemiş; fakat
padişahın öncelikle saltanatı ve saltanat merkezinin geleceğini düşündüğünü anlamış, bir sonuç
elde edememiştir.
Ayrıca Meclis-i Mebusan da dağılmış olduğundan, meşru yollardan bir çözüme ulaşılmayacağı
düşüncesiyle; bir ihtilâlle padişah ve hükûmeti devirmek için arkadaşları ile görüşmeler yapmış;
bundan da bir sonuç elde edilemeyeceği anlaşılınca vazgeçilmiştir: Bu siyasî teşebbüslerin
yanısıra herşeyden önemlisi, devamlı silah arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir Paşa
ve İsmet Beylerle sık sık bir araya gelerek görüşmeler yapmıştır.
Ali Fuat Cebesoy ile yaptığı görüşmelerde şunları tespit etmişlerdi:
1- Terhis işlemi derhal durdurulacak,
2- Cephane ve silahlar düşmana teslim edilmeyecek,
3- Genç ve enerjik komutanların iş başına getirilmesi sağlanacak,
4- Millî mukavemete taraftar yöneticilerin değiştirilmemesine çalışılacak,
88
5- Particilik mücadelesine engel olunacak,
6- Halkın maneviyatı yükseltilecek.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, askerî ve siyasî dehası sayesinde millî mücadelenin
başından itibaren siyasî ve askerî örgütlenmeyi birlikte yapmayı plânlamakta ve millî mücadeleyi
halka dayandırmak istemektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik hayatında Çanakkale’den sonraki en kritik ve askerî dehasını
uygulama fırsatı bulduğu an 5 Ağustos 1921’de TBMM’nin Başkomutanlık Kanunu ile kendisine
Başkomutanlık görevinin verilmesidir.
Derhal Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın elemanlarını birleştirerek,
Başkomutanlık karargahını kurmuş28 o zamana kadar tüm dünyada uygulanan “Hat Savunma
Stratejisi” yerine “Satıh Savunma Stratejisi”ni geliştirmiştir.
Çünkü O; savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıkları ile ve
bütün var-yokları ile, bütün maddi ve manevi güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile
vuruşması demektir: Buna göre, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar, fikir duygu ve
hareket bakımından ilgilendirmeliydi” diyordu.
Cephelerde askerlerin, cephe gerisinde sivil halkın, erkeği, kadını, yaşlısı, genci, çoluğu, çocuğu
ile vatanın tüm sathında topyekûn bir savaş düşünüyordu. İşte bunun içindir ki 7-8 Ağustos
1921’de Türk Milleti’ne “Tekalif-i Millîye Emirleri”ni yayınladı.
Bu emirler “bir harbin kazanılması için ne derece hurda şeylerin bile nazarı dikkate alınması
lazım geldiğine dair bir fikir vermek”29 açısından önemlidir.
Çünkü bu emirlerde tüm Türk halkı üzerindeki çamaşırını, çorabını, çarığını; elindeki kağnısını,
hayvanını, ipliğini, çivisini, telini, tenekesini, nalını, mıhını; mutfağındaki bir avuç pirincini;
buğdayını, ununu, gazyağını, tuzunu, şekerini; her türlü tamir malzemesinin bir kısmını orduya
veriyordu.
Bu emirlerin yayınlanmasından sonra Anadolu’nun her yanında halkın bu emirler karşısında
büyük bir fedakârlık ve elindeki avcundaki ordusuna bağışladığını, verdiğini30 ve Mustafa
Kemal Paşa’nın da vatanın tüm sathından topyekün savaşı gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın askerî hedefe ulaşmak için, ülkenin maddi ve manevi
kaynaklarından azamî ölçüde yararlanmaya çalışırken; diğer yandan millî mücadelenin ta
başından beri, İtilâf Devletleri’ne karşı dış destek sağlama çabaları içinde olduğunu da
görüyoruz.
Her ne kadar BMM, açılıncaya kadar yabancılarla gayri resmi görüşmeler yapmışsa da; asıl
resmi teması BMM’nin açılışı ile başlamıştır. Askerî cephelerde savaşın organizasyonu ve
denetimi yaparken; diğer yandan da, gerek Anadolu’da gerekse Avrupa’da uluslararası
konferanslarda, Türk millî mücadelesine siyasî destek arayışlarına yönelmiştir. İşte bundan
dolayıdır ki, Millî Mücadele döneminde Atatürk’ün siyasî ve askerî kişiliği birlikte ve aynı anda
etkili olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa’nın Meclisteki silah arkadaşlarının büyük bir kısmı cephede idi. Ancak
Meclis’te hiçbir zaman tek kalmamış olmasına rağmen, dostça ve düşmanca muhalefete maruz
89
kaldığı da bir gerçekti. Ancak, organize bir muhalefetin olmaması, Mustafa Kemal’in Meclis’teki
faaliyetini kolaylaştırıyordu.
Onun üstün siyasî yeteneği sayesinde Meclis görüşmelerini sakin ve soğukkanlı yönetmesi,
parlamento taktiklerini ustaca kullanması, kulis hazırlığını iyi yapması, olayların akışından
yararlanmayı bilmesi ve kuvvetli bir hatip olması31 onun Meclis’te etkili olmasını, Meclis
çalışmalarını istediği doğrultuda yönlendirmesini sağlıyordu.
Mustafa Kemal akşam sofralarında milletvekillerin, asker arkadaşlarının, bilim adamlarının,
sanatçıların kısaca her kesimden insanların, kendisinin belirlediği konu hakkında neler
düşündüklerini öğrenir; onların eğilimlerini tespit ederdi. Her zaman ihtiyatlı davranır, hiçbirşeyi
şansa bırakmaz, zamanın ve şartların olgunlaşmasını beklerdi. Benimsenmesini istemediği
görüşlerin, Ankara basınında çürütülmesini sağlar; fikirlerin bölündüğü, herkesin yorulduğu ve
önerilerinin sakıncalı taraflarının ortaya çıktığı anda, çoğunluğu dilediği yöne çekebilirdi32.
Atatürk, ilkeleri olan ve düşünce sistemi yaratan bir fikir adamı idi. O, gerçek ve başarılı bir
asker, başkomutan idi.
O, gerçek ve millî bir siyasî liderdi.
Bu özellikleri ile, dost ve düşman; ona karşı, hayranlık ve takdirlerini gizleyememiş; onun dünya
lideri olduğunda hemfikir olmuşlardır. Böyle bir liderin Türklerin içinden çıkmasına gıpta bile
etmişlerdir.
NOT: Bu konferans Atatürk Araştırma Merkezi Adına 29 Kasım 2002 tarihinde Ağrı ilinde
verilmiştir.
1 Kur. Alb. Suat İlhan, “Harp Yönetimi ve Atatürk” Atatürk Konferansları, III, 1969, TTK,
Ankara, 1970, s. 45.
2 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, I, s. 258-260; Enver Paşa III, s.261-262; Mustafa Kemal
Atatürk, 1881-1981 Almanca’dan Çevirenler: G. Aytaç, Ö.Karadana, Mu. Kahraman, K.
Kızıltan, M. Y. Sağlam, M. Ünlü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, s. 16-17.
3 Ş.S.Aydemir, Tek Adam I, s.281-282; Enver Paşa III, s.262-263; Mustafa Kemal Atatürk, s.17.
4 Mustafa Kemal ATATÜRK, s.19.
5 Hakimiyet-i Milliye, 18 Mart 1926, Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi III/3,TTK, s.
396.
6 Y.B.Bayur, a.g.e. III/3, s.400.
7 Bayur, a.g.e. III/3, s.407.
8 Enver Behnam Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Ankara, 1994, s.139.
9 Şapolyo, a.g.e. s.145.
10 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.154.
90
11 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.156.
12 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.159-160.
13 Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.373.
14 bak. Fevzi Çakmak, Hatıralar.
15 İsmet İnönü, Hatıralar I. Kitap, Ankara, 1985, s.227.
16 İ. İnönü, a.g.e. s. 227.
17 İ. İnönü, a.g.e. s. 227.
18 Celal BAYAR, Ben de Yazdım I, s. 21.
19 A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 26.
20 Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.29.
21 HTVD, Sayı:27, Belge No:714.
22 HTVD, Sayı:28, Belge No:719, 735; TİH, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, I, Ankara, 1992,
23 HTVD,, Sayı:28, Belge No:721, TİH, I, s.65-66.
24 HTVD,; Sayı:9, (Eylül 1959), Belge No:743.
25 TİH I, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 81.
26 Bkz. İ. İnönü, Hatıralar.
27 TİH I, s. 81.
28 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.614.
29 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.615.
30 Daha geniş bilgi için bkz. Serpil SÜRMELİ, Milli Mücadele’de Tekalif-i Milliye Emirleri, S.
Esin Dayı, “Milli Mücadele ve Türk Halkı”, Atatürk Üniv.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, Sayı:10, Erzurum, 1998, s.237-238.
31 Feridun Ergin, Kemal Atatürk, 1978, s.108.
32 F. Ergin, a.g.e. s.109.
Prof. Dr. Esin Derinsu Dayı*
* Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 55, Cilt: XIX, Mart 2003
91
ATATÜRK DÜŞÜNCESİNDE SOSYAL
YAPI UNSURLARI
Atatürk’ün toplumla ilgili görüşleri çok ihtiyaç olmasına rağmen pek fazla işlenmemiştir.
Atatürk düşüncesinde sosyal yapı unsurlarına geçmeden önce sosyal yapı kavramıyla ilgili birkaç
açıklama yapmak istiyorum.
Sosyal yapı kavramı her tür sosyolojik analize temel teşkil eder. Yapısal analizlerde ilişkiler
sosyal yapının temel birimleri olarak görülür1.
Bazı sosyologlara göre, sosyal yapı bir tür sosyal bütün anlamında kullanılır. Bu sosyal bütün en
azından kavramsal olarak birbirine bağlı parçalara bölünebilir ve bu parçalardan bazılarındaki
değişiklikler diğerlerinde de değişmelerle birliktedir. Bu anlamda yapı yığından ayrılmıştır.
D. Lockwood’a göre, sosyal sistem bir aksiyonlar sistemidir ve yapısal özellikleri fertlerin ortak
normlar çerçevesinde devamlı etkileşiminden oluşur. Sosyologların görevi, dinamik süreçler
vasıtasıyla hangi fonksiyonun sosyal yapıyı beslediğini, bu süreçlerde bireylerin normatif
değerlere uymasını sağlayan, onları motive eden şeylerin neler olduğu soruları ile uğraşmaktır2.
Merton’a göre, sosyal ve kültürel yapı birçok unsurlardan meydana gelir. Bu unsurlardan biri
kültürel farklılıklardan ortaya çıkan fikirler, amaçlar, hedefler ve ilgiler, diğeri bu amaç ve
hedeflere ulaşmak için kültürün tayin ettiği meşru yollardır3.
Sosyal yapı hakkında bir başka görüş, sosyal yapının belli kimselerden toplumsal statülere bağlı
olarak istenen rolleri saptayan normlar üzerine kurulu olduğunu öne sürer4.
Sosyal hayat alanında irili ufaklı binlerce bütünlükten her biri bir sosyal yapıyı yansıtır. Bütün bu
bütünlüklerin hepsi en büyük sosyal yapı olan toplumu meydana getirirler5.
Sosyal yapı içinde fertler birbirleriyle yüzyüze ve formel ilişki içindedirler. Her sosyal yapı bu
ilişkilerin bütünüdür.
92
Atatürk’ün insan ve toplum anlayışı O’nun yeni Türkiye’yi kurarken tüm uygulamalarına
yansımıştır6.
Atatürk için gerekli gerçek potansiyel, insan potansiyelidir. Bu nedenle insana önem vermiş ve
kalkınmanın temeline insanı ve sosyal yapının temel taşları olan insan ilişkilerini yerleştirmiştir7.
Atatürk, toplumun yapısı, düşünüşü, hukuk düzeni değişmedikçe uygarlık yoluna adım
atılamayacağı kanısındadır. Bu inancını şöyle dile getirir; “Bir ulusun yıkımlara uğraması demek,
o ulusun güçsüz, bakımsız, hasta olması demektir. Bunun için asıl kurtuluş, sosyal yapıdaki
hastalığı bulmak, iyileştirme yollarını aramakla elde edilir ve ancak bilimsel yol tutulmuş olursa
sağlık gerçekleşir”8.
Görüldüğü gibi Atatürk, toplum yapısını çok iyi incelemiş, insan ve toplumla ilgili bütün düşünce
ve uygulamalarında rasyonelliği temel hareket noktası ve zorunlu şart olarak almıştır. Toplumsal
olayları bir matematikçi gibi sistematik olarak incelemiştir ve bütün uygulamalarında objektif
hareket etmiştir.
Otoritesinde güçlü karizmatik unsurlara rağmen, Atatürk karizmasından yararlanmak istememiş
ve başlangıçtan itibaren otoritesini akılcı-hukuksal kalıplar içerisinde kurumsallaştırmaya
çalışmıştır. Tarihte pek az karizmatik lider otoritesini kurumsallaştırmayı başarabilmiştir.
Gene Rustow “Kurum Kurucusu Olarak Atatürk” isimli makalesinde şöyle diyor; “Her şeyden
önce Atatürk, organik bakımdan geçmişin mirası üzerine inşa edilen, bugünün ihtiyaçlarına etkin
biçimde cevap veren ve belirsiz bir geleceğin tehditlerine karşı da halkını koruyan bir dizi kurum
yaratmıştır”9 (T.B.M.M Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtı, Halk Fırkası gibi).
Atatürk otoritesini milletin iradesinden almıştır. Atatürk, Türk ulusunu bağımsızlığa
kavuşturduktan sonra, çok iyi incelediği ve problemlerini yakından bildiği sosyal yapıyla ilgili
değişmelere, devlete yeni bir şekil vererek başladı10.
Çünkü onun kullandığı değer ölçüsüne göre önce devlet gelir, sonra ekonomi ve sonra da sosyal
yapı11.
Atatürk’e göre, devlet toplum kültürünün ürünüdür. “Her toplum kendi kültürünün gereği bir
devlet yapısı oluşturur.” Devlet güçlü olmalı, meşruiyetini halktan almalı ve toplumdan ileride
olmalı ki toplumu bu yönde etkileyerek onu daha ileriye, daha iyiye götürebilsin diyerek, devlet
ve toplumun bir etkileşim süreci içinde olduğunu, kaynağını, gücünü milletten almayan, bir
devletin devamlı ve etkin olamayacağını ifade eder. Bunların yanında Atatürk düşüncesinde
devlet ve millet birbiriyle bütünleşmelidir. Ancak bu şekilde güçlü bir devletten söz edilebilir.
Zaten Atatürk her vesile ile sosyal yapının bütün unsurlarının bütünleşmesinden söz eder.
Atatürk, devlet düşüncesinde kuvvetlerin ayrımından yana değildir. Ona göre, tek bir kuvvet, tek
bir irade vardır: Halk. Her şey halktan kaynaklanır halkın iradesi bölünemez, başkasına
devredilemez12. Bu iradeyi Atatürk kendi şahsında yaşatmıştır.
Çünkü, Atatürk devletin güçlü ve sürekli olmasının 1 - Tam bağımsızlık 2 - Millî egemenlik gibi
iki önemli temele dayanarak gerçekleşeceğine inanır. Bu iki unsurdan millî egemenlik devletin
sürekliliğini sağlar.
93
Bunlara ek olarak millî birliğin devlet yapısı için ne kadar önemli olduğunu şu sözleriyle dile
getirir: “Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardır. O da millî egemenliğe dayanan,
kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti tesis etmek”13.
Hatta i Aralık 1921’de Ankara’da yaptığı bir konuşmasında özetle şöyle demektedir: “İlm-i
içtimaî noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse Halk Hükümeti deriz” 14.
O halde, çağdaş ve güçlü bir devlet yaratmak zorunda olan Atatürk’ün düşünce sisteminin
temelinde devletçilik yer alır.
Atatürk düşüncesinde devletçilik, özel teşebbüs özgürlüğünün kısıtlanması veya piyasa
ekonomisinin reddedilmesi demek değildir15. Çünkü Atatürk, devlet ve toplum ilişkisini
açıklarken devleti toplumun özelliklerinden bağımsız bir yapı olarak almamış tam tersine devlet
ve toplumun fertlerinin birbirlerinin zıddı değil, tamamlayıcısı olarak görmüştür. Güçlü ve
çağdaş bir ekonomiye ulaşmak için devletin gerektiğinde üretici, yatırımcı veya üretim ve
yatırımı teşvik ve yardım edici olarak ekonomik yaşama çeşitli şekillerden müdahale etmesinin
zorunluluğuna inanır.
Sosyal yapıda kurumların yapısı ve fonksiyonlarını iyi bilen Atatürk, ekonomi kurumuna önemli
bir yer vererek Türkiye Devleti’ni ekonomik bir devlet olarak tanımlar ve devletin ilerlemesi ve
güçlenmesinde ekonomi ve bilimin yardımlarına başvurur. Bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade
eder: “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle
taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler sürekli olmaz, az zamanda söner.” “Ekonomik
kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin
belkemiğidir” diyerek ekonominin toplum kalkınmasındaki önemli fonksiyonunu vurgular16.
Atatürk’ün devlet görüşü ile ilişkili olarak, düşünce sisteminde yer alan bir başka önemli kavram
da halkçılık kavramıdır. Atatürk, Millî Mücadele’nin başından beri halkçılığı savunmuştur. Bu
kavram sadece halk yönetimi siyasî demokrasi anlamında değil, Türk toplumunun yeni sosyal ve
ekonomik düzenini belirtmek için kullanılmıştır17.
Halkçılık, Atatürk düşüncesinde milliyetçilik fikrinin bir sonucu ve aynı zamanda da onun sosyopolitik yönden bir gerekçesidir. Böylece halkçılık milliyetçilik idealleri etrafında toplum
bütünlüğünün sağlanmasında bir araçtır18.
Atatürk, halktan seçkinlere doğru oluşacak bir siyasal organizasyon modelini ideal olarak ele
almıştır. Bu organizasyonun her aşaması halkın katılımı ile gerçekleşir19.
Bu anlayış temelde sosyal adalete, sosyal güvenliğe, toplumun ekonomik yönden zayıf
kesimlerinin korunmasına ve güçlendirilmesine ve adaletli gelir dağılımına büyük önem verir20.
Görüldüğü gibi Atatürk, toplumun bir bütün olarak her sektörüyle kalkınmasına önem verir.
Halkçılık halkın halk tarafından, halk için idaresidir. Halkçılıkta devletin siyasal rejimi halk
tarafından ve halkın yararı doğrultusunda kullanılır. Çünkü, Atatürk düşüncesinde toplumun
bütün fertleri, ayrıcalık gözetmeksizin eşittir. Hiç kimseye, hiçbir aileye, hiçbir cemaate ayrıcalık
tanınmamıştır. Bu ilkenin uygulanması konulan yasalarla da güvence altına alınmıştır. Görülüyor
ki, halkçılık Cumhuriyet kavramı ile özdeştir. Atatürk daha sonra Demokrasi kavramına geçer ve
bu münasebetle ekonomiye büyük önem verir. Demokrasi halka bağlı olacaktır. İdare milletin
bütününe aittir. Böylece Atatürk düşünce sisteminde Cumhuriyet-Demokrasi-Halk çember
şeklinde bir bütün oluşturmaktadır.
94
Atatürk düşüncesinde, üzerinde önemle durulan bir başka konu millettir. Atatürk, milletin çağdaş
düşüncelere uygun bir tanımını yapmıştır. Bu tanımda Türk milletini meydana getiren faktörler
şöyle sıralanır:
1 - Siyasî varlıkta birlik
2 - Dil birliği
3 - Yurt birliği
4 - Irk ve menşe birliği
5 - Tarihî karabet (yakınlık)
6 - Ahlâkî karabet (yakınlık)21
Bu tanıma göre millet: “Dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği
siyasi ve içtimaî bir heyettir”22.
Bu tanımdan anlaşıldığı gibi millet yığından farklı olarak aynı amaçlar, doğrultusunda devamlı
bir beraberlikleri olan insanların meydana getirdiği bir bütündür.
İnsanların ortak özellikleri ve ortak amaçları çerçevesinde bir araya gelmeleri ve sürekli olarak
bir arada yaşama istekleri tarihin ilk çağlarından beri var olan bir durumdur, bir sosyal olaydır.
İnsanlar bu yolla bir araya gelerek bir paylaşma duygusu yaşamakta ve aralarında dayanışma
doğmaktadır.
Toplumun gelişmesinde de ulaşılan son aşamanın millet olduğu kabul edilirse, milleti meydana
getiren temel özelliğin sosyal dayanışma olduğu gerçeği ortaya çıkar. Çünkü daha önce de ifade
edildiği gibi milleti meydana getiren fertler aynı ideali paylaşmaktadır23. Atatürk millî şuuru
vurguluyor.
Millet, tarihsel, siyasal, hukuksal ve sosyal bir gerçektir.
Atatürk kısaca “bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir”
şeklinde bir tanım yaptıktan sonra bu tanımı şöyle detaylandırıyor:
a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,
b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatle samimi olan,
c) Ve sahip bulunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan
insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet adı verilir. Bu tarif tetkik olunursa, bir
milleti teşkil eden insanların rabıtalarındaki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle insanî hisse
gösterilen riayet kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten, maziden müşterek zafer ve yeis mirası,
istikbalde gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri
beslemiş olmak, bunlar elbette bugünün medenî zihniyetinde, diğer her türlü şartların üstünde
mana ve şümul alır24.
Tanımdan da açıkça anlaşıldığı gibi sosyal dayanışma, duygu birliği, ortak geçmiş ile gelecekten
ortak beklentiler özellikle vurgulanmıştır. Toplumda sosyal dayanışma bütünleşmenin temelidir.
95
Atatürk’e göre, milleti bir arada tutan, dayanışmayı, sosyal refah ve düzeni sağlayan önemli bir
öge millî ahlâktır. Onun kaynağı da toplumdur, millettir. Bu ahlâk tek tek fertlerin üstünde ancak
sosyal ve millî olabilir. Bu düşüncelerini ve kavramı Atatürk şöyle açıklar:
“Ahlâkın millet teşkilinde yeri çok büyüktür, mühimdir.” Gerçekten ahlâkiyet, hususî fertlerden
ve bunların üstünde ancak içtimaî, millî olabilir.” “Milletin içtimaî nizam ve sükûnu, günümüzde
ve gelecekte refahı, saadeti, selâmeti ve güvenliği medeniyette ilerlemesi ve yükselmesi için
insanlardan, her hususta ilgi, gayret, nefsin feragatini gerektiği zaman seve seve nefsinin fedasını
isteyen millî ahlâktır”25.
Bu sosyolojik ifade ile sosyal benliğin oluşması, kollektif bilincin, biz duygusunun gelişmesidir.
Atatürk millet olma sürecini açıklarken iki önemli kavram kullanmış ve bunların fonksiyonlarını
açıklamıştır. Bunlardan biri millî kültür, diğeri de devlet görüşmelerini açıklarken de sık sık
değindiği ‘egemenlik’ kavramıdır.
Millî egemenlik ve millî irade kavramlarının siyasal yaşama girmesi, Millî Mücadele ile birlikte
olmuştur. Atatürk, Amasya’dan yayınladığı genelge ile “milletin istiklâlini yine milletin azim ve
karan kurtaracaktır” parolasını bildirmiştir.
Millî egemenlik prensibi 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM’nin temelini oluşturmuştur. Atatürk,
egemenliği en üstün bir güç, siyasal bir güç olarak kabul etmiştir.
Görüldüğü gibi, egemenlik kavramını tanımlarken millî irade ve hâkimiyetten söz etmiş ve her
ikisinin de demokratik bir toplum için millette olması zorunluluğunu dile getirmiştir. Bu irade ve
hâkimiyet, devlet ve vatandaşın birbirlerine karşı olan görevlerini hakkıyla yapma yolundaki
düzenlemede kullanılmalıdır.
Atatürk, bir toplumu diğerinden ayıran, özel bir hayat tarzım belirleyen millî kültürü milleti
oluşturan bir diğer önemli öge olarak açıklıyor.
Kültürü şöyle tanımlıyor; “İnsan topluluğunun devlet hayatında, fikir hayatında yani ilimde...,
güzel sanatlarda, iktisadî hayatta yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.”
Bir başka tanımı; “Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak,
intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir”26.
Millî kültür böylesine önemli bir unsur olarak millet olma sürecini pekiştirir. Kültür birliği (aynı
değerleri, duyguları, kültürü paylaşıyorlarsa) sosyal yapının güçlenmesini ve devamlılığını
sağlar. Ortak kültür değerleri fertleri bütünleştirici rol oynarlar27. Atatürk, kültür ve medeniyeti
bir süreç olarak kabul etmiştir. O nedenle ikisini birleştirmiş, bütünleştirmiştir. Bu sosyolojide
modernleşme anlamına gelir, onun için modern Türkiye’den söz etmiştir. Yeni Türkiye
Devleti’nin istenilen düzeye ulaşabilmesi için Atatürk düşüncesinde çok önemli yer tutan bir
kurum eğitim kurumudur.
Bilindiği gibi akılcılık ve bilimsellik Atatürk’ün temel hayat felsefesini teşkil etmiştir. Bunu şu
sözleriyle örneklemek mümkündür: “Bizim akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek şiarımızdır.
Bütün hayatımızı dolduran vakalar bu hakikatin delilleridir”28.
Sosyal refah ve ülke kalkınması, konusundaki çalışmalarının başlangıç noktasına eğitim ile ilgili
düzenlemeleri yerleştiren Atatürk, her şeyden önce halkın bilgisizliğini gidermenin gerekliliğini
96
görmüş, çağdaş uygarlık düzeyine ancak eğitim düzeyini yükselterek ulaşabileceğimizi kabul
etmişti. Çünkü O’na göre, bize yol gösterecek olan bilim ve tekniktir. Zaten bunun temeli
Atatürk’te de olduğu gibi kültürdür. Refah bir kültürdür.
Günümüzde sosyal gelişme için zorunlu iki öge olan bilim ve teknolojinin gerekliliğini Atatürk
yaşamı sırasında farketmiş ve bunların gelişmesi için çalışmıştır.
Ayrıca, bilgiyi yalnızca teorik olmaktan çıkarıp onu sosyo-ekonomik yaşamda uygulamaya
yönelik hale getirmenin zorunluluğundan söz etmesi onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez
daha kanıtlar. Çağdaş sosyologlardan W.G. Simmel’e göre eğitilmiş olmak insanın kendini daha
iyi yönetmesine yardım eder, yoksa diğerleri tarafından nasıl yönetileceğimiz konusunda bize
yardım etmez.
Eğitim konusunda da Atatürk, diğer alanlardaki uygulamalarında olduğu gibi eşit davranıyor ve
toplumun bütünü ile eğitilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Kalkınmanın ancak akıl ve bilim önderliğinde gerçekleşeceğine inanan Atatürk’ün eğitime büyük
önem vermesi elbette doğaldı.
“Milleti millet yapan, ilerletip, yükselten kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler...
Fikirler manasız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal
hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa
felce uğrar...
Evvelâ işe fikrî ve sosyal kuvvetlerin kaynaklarım arıtmadan başlamak lâzımdır. Memleketi,
milleti kurtarmak isteyenler için vatanseverlik, temiz yüreklilik, fedakârlık gerekli
özelliklerdendir. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumu asrın
gereklerine göre ilerletebilmek için bu özelliklerin yanında ilim ve teknik lâzımdır. İlim ve
teknikle ilgili teşebbüslerin faaliyet merkezi ise mekteptir. Bu sebeple mektep lâzımdır... Mektep
genç beyinlere insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir.
Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en doğru yolu
belletir...”29 diyerek eğitimin gençlere ve onlar vasıtasıyla topluma olumlu etkilerini açıklar.
“Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve
teknik olacaktır” diyen Atatürk için her alanda değişme kaçınılmazdır. Toplumsal yaşamımız da
zaman içinde değişecektir. Sosyal ve ekonomik yaşamda başarılı olmak bilim ve teknolojide
ilerlemek için yenilikleri öğrenmek ve uygulamak gerekir.
Siyasal ve sosyal yaşamda bilimin ve fenin liderliğini şart koşan Atatürk, eğitimin önemini
vurgularken toplumun bütün fertlerinin, kadını, erkeği, çocuğu, köylüsü, işçisiyle eğitilmesi
gerektiğini ifade ediyor ve sosyalizasyon sürecinin aileden başladığını belirterek çocuğun ilk
eğitiminde çok önemli bir yere sahip olan annenin eğitilmesini, hatta kadınların erkeklerden daha
çok feyizli, daha bilgili olmasını aydın bir nesil yetişmesi için bir zorunluluk olduğunu sık sık
vurguluyor, eğitimle ilgili düzenlemelerini de bu amaçları gerçekleştirme doğrultusunda yapıyor.
Çünkü, Atatürk toplumda aileyi temel kurum, ailede de kültürel değerlerin kuşaktan kuşağa
aktarılmasında önemli bir fonksiyon gören, çocuğun temel eğitimini veren kadını temel unsur
olarak kabul ediyor ve ona her alanda haklar veriyordu. Bu günümüzde de hemen hemen bütün
toplumlarda genel kabul gören bir gerçekliktir.
Atatürk, her alanda cinsiyet ayrımına karşı olduğunu her vesile ile tekrarlamıştır. Bu görüşünü şu
sözleri çok güzel açıklamaktadır; “Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri
97
edinmesiyle yetinirse, o toplum yandan fazla kuvvetsizlik içinde kalır... Bizim toplumumuz için
ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek, hem de kadınlarımızın edinmeleri
lâzımdır
Bu noktadan hareketle Atatürk’ün sosyal yapının devamlılığı, toplumun genel refah ve düzeni
için çok önemli gördüğü iş bölümü kavramının Atatürk düşüncesindeki yeri ve önemine geçmek
istiyorum.
Sosyal organizasyon ve iş bölümünün sosyal yapı için gerekliliği, insanların birlikte yaşamaya
başladıkları ilk dönemlerden beri bilinmektedir. Bu husus Atatürk’ün sosyal düşüncesinde net bir
şekilde görülmektedir. Atatürk sosyal yapının devamlılığı ve sosyal düzen için sosyal
organizasyonun ne kadar önemli olduğunu görmüş ve toplum kalkınmasında iş bölümünün yeri
ve önemini açıkça belirtmiştir. Hatta iş bölümünün yalnız maddi işlerde değil, bilimsel,
yönetimsel ve politik işlerde de gerekli olduğunu, farklı bilim dallarının ortaya çıktığını ve bilim
adamının bilimin tümünü kavramasının imkânsızlığı karşısında belli dallarda uzmanlaştığını
ifade etmiştir.
“İnsanlar ferdi olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara
öyle bir muhtaçlık vermiştir ki, her insan hemcinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur.
Bu iştirak faaliyeti âdeta ilahî ihtiyaç olunca, maksatları birleştirmenin nasıl bir zaruret olduğunu
kolayca anlarız”30.
“İş bölümü insanlar arasında mevcut olan tabii ve tarihî bağlara yeni birçok kuvvetli bağlar ilave
etmiştir. Bu yeni bağlar insanlara birbirlerinin eksiklerini tamamlatan, yalnız bugünü değil, yarını
da temine çalışan bağlardır”31. Sözleri iş bölümü ve organizasyonun toplumların her aşamasında
var olan bir gerçek olduğunu açıkça gösteriyor.
Atatürk, iş bölümü hakkındaki görüşlerini açıklarken cinsler arasında ayrım yapılmamasını
istemiş, sosyal refah ve kalkınma için toplumun her ferdinin üzerine düşen görevi dayanışma
halinde en iyi şekilde yapmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Toplumun her bir parçasının, hatta
kendi ifadesi ile “her bir organının” faaliyette bulunması gerekir, aksi halde o toplum felç olur,
diyerek organizmaca bir benzetme yapmış ve her bir parçanın toplumsal fonksiyonunun önemini
belirtmiştir. “Bütün insanlar bir toplumsal vücudun azalandır ve bu sebeple birbirlerine
bağlıdır”32.
Bu görüş, A. Comte ve H. Spencer ile temelleri atılan organizmacı yaklaşımda, Durkheim ile
netleşip günümüz çağdaş teorilerinde yapısal fonksiyonalizm olarak şekillenen yaklaşımlarda ana
temadır. Buna göre toplumun her parçası ayrı fakat diğer parçalarla etkileşim içinde fonksiyon
gören, parçalardan birinin yapısı, fonksiyonu ve sürecinde değişme olduğu zaman diğer
parçalardan ve onlar yoluyla sonuçta toplumun tümünde de değişme yaratabilen bir
organizmadır. Bu organizmacı görüşe göre, toplum aynı zamanda Durkheim ile birlikte açık ve
detaylı tanımı yapılan Platon ve Aristo’dan beri toplum düzeni için gerekli bir öğe olarak
düşünülen ‘iş bölümü’ esasına dayalıdır.
Çağdaş teoriler arasında üç temel yaklaşımdan biri olan yapısal fonksiyonalizmin tabiatçı tipinin
önemli temsilcilerinden biri olan sosyolog Talcott Parsons, sosyal sistemini açıklarken sosyal
sistem denilen stabil kalıplar içinde kültürle sınırlandırılmış ve kişilik tarafından özümsenmiş
kurumsallaşmış etkileşimin önemini vurgulamıştır. Ayrıca bir yanda sosyal sistemin içinde ve
sosyal sistem ile kültürel kalıplar arasındaki diğer yanda sosyal sistem ve kişilik sistemi
arasındaki bütünleşme için en az iki fonksiyonel zorunluluk vardır:
98
1) Bir sosyal sistem rolü gereği uyum içinde davranan yeterli sayıda aktöre sahip olmalıdır,
2) Sosyal sistem düzenin bir kısmını tanımlamayan veya insanlar üzerinde gerçekleşmesi
imkânsız taleplerde bulunan ve bu yolla sapma ve çatışmaya yol açacak kültürel kalıplara
taahhütten kaçınmak zorundadır.
Bu fikirler Atatürk’ün sosyal yapı ve sosyal bütünleşme görüşlerine çok benzerdir. Parsons’in
1950’lerde yaptığı sosyal yapı, fonksiyon ve bütünleşme ile ilgili açıklamalarının büyük bir kısmı
Atatürk tarafından sistematik şekilde 1920’lerde Parsons’tan 30 yıl önce yapılmıştı.
Çağdaş toplum teorilerinin ilgi odağını teşkil eden sosyal değişme-bütünleşme konulan
Atatürk’ün o dönemde ilgisini çekmiş ve bütünleşmenin nasıl sağlanacağı, yapının devamlılığı
için neler yapılması gereği üzerine düşünmüş ve gerekli önlemleri almıştır. Mevcut sosyal
yapının devamlılığı için millî hareketin nasıl teşkilatlandırılacağı ve lider-halk ilişkisinin nasıl
sağlanacağı hususunu aydınlatmış ve bunu şu sözleriyle açıkça ifade etmiştir:
“Teşkilatın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından
yani fertten başlıyoruz. Fertler düşünür olmadıkça, haklarını müdrik bulunmadıkça, kütleler
istenilen istikamete, herkez tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini
kurtarabilmek için her ferdin mukadderatıyla bizzat alâkadar olması lâzımdır. Aşağıdan yukarıya,
temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin
başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukarıdan aşağı olması zarureti vardır.
Birincisinin gerçekleşmesi halinde bütün beşeriyet gayesine varmış olurdu. Böyle olmanın pratik
ve maddi imkânı henüz bulunmadığından, bazı müteşebbisler, milletlere verilmesi gereken yönün
çizilmesinde yardımcı oluyorlar. Bu suretle yukarıdan aşağıya teşkilat kurulabilir. Biz
memleketimiz içindeki seyahatlerimizde şüphesiz birinci tarzda başlamış olan millî teşkilatımızın
gerçek kaynağa kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru gerçek teşkilatlanmanın
başladığım kemali şükranla gördük. Bununla beraber olgunlaşma derecesine eriştiğini iddia
edemeyiz”33. Sözlerinden de gayet iyi anlaşıldığı gibi, Atatürk bir sosyolog gibi çok sistematik
bir toplum analizi yapmıştır. Bilindiği gibi sosyal değişme basitten-karmaşığa her sosyal yapıda
kaçınılmaz bir olgudur. O halde değişme sonucu yeniden organizasyon ve bütünleşme nasıl
sağlanabilir? Sağlanamazsa ne gibi sosyal problemler ortaya çıkar?
Sosyal yapıların dengesi çeşitli süreçler ve mekanizmalar yardımıyla sağlanır. Bunların
başarısızlığı değişik derecelerde dengesizlik ve bütünleşme bozukluklarına neden olur34.
Bilindiği gibi, Atatürk sosyal bütünleşmeyi sağlayan unsurların temeline diğer unsurlarla birlikte
eğitimi, iş bölümünü ve kültürü yerleştirmiştir. Eğitim ile ilgili düşüncelerini anlatırken
değindiğimiz gibi Atatürk toplumun her ferdinin eğitilmesi gerekliliğini vurgulamış hatta
aydınları halk düzeyine indirmek yerine halkı aydınların düzeyine yükseltmenin amaç olması
gerektiğini ifade etmiştir. Hatta sosyalizasyon sürecinde en önemli statüyü işgal eden kültürel
unsurların nesilden nesile aktarılmasında en büyük paya sahip kadınların çok iyi eğitilmesini
istemiş olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Atatürk’ün düşünce sisteminde kültür ve özellikle onun dil gibi sembolik unsuru sosyal
bütünleşmeyi sağlayan bir diğer faktördür. Ayrı görüşe Parsons’ta da rastlamak mümkündür.
Parsons’a göre sembolik kaynaklar olmaksızın iletişim ve etkileşim mümkün olmaz. Böylece
tüm bireylere genel kaynakları sağlayarak etkileşimi sağlayan ve bu yolla bütünleşmeyi
kolaylaştıran kültürdür. Ayrıca kültürün etkileşim üzerindeki bir başka etkisi kültürel kalıplar
içindeki değerler, inançlar, fikirler ve ideolojiler yoluyla olur. Bunlar bireye W.I.Thomas’in
dediği gibi durumun ortak tanımını kazandırır. Özetle Atatürk, toplumun ortak bir kültürü ve
99
ortak bir hayatı paylaşan kişilerden meydana geldiği gerçeğini başından beri kabul ederek bu
paralelde çalışmıştır.
Atatürk’ün sosyal değişme faktörleri arasında günümüzde de önemli kabul edilen eğitim,
ekonomi, bilim ve teknoloji ile liderliğe önem vererek çalışmalarında bu faktörleri temel aldığı
açıktır.
Atatürk genel refah ve düzenle daha önce de söz ettiğimiz gibi çok yakından ilgilidir. Toplumu
meydana getiren fertler arasında karşılıklı hoşgörünün toplumsal huzur ve düzen için ne kadar
önemli olduğunu sözlerinde ve uygulamalarında sık sık vurgulamıştır. O’na göre “toplumda
farklı fikir ve görüşlerin varlığı doğaldır, önemli olan bu farklı fikir ve görüşlerin bir diğerine kin
ve nefret beslemeden, bir hoşgörü ortamında toplumun ortak amaçları ve çıkartan doğrultusunda
birarada olmalarıdır”35.
Sonuç olarak Atatürk’ün sosyal yapı düşüncesi halktan devlete bir bütünlük arz eder. Yapının
bütünlüğünün sağlanmasında ekonomi, eğitim, kültür, aile, kurumları büyük önem taşır. Ve bu
sosyal bütünlük kayıtsız şartsız halkın iradesine, hâkimiyetine dayanır. Sosyal gelişme gruplar
arası iş bölümü ve dayanışmaya bağlıdır. Görüldüğü gibi Atatürk düşüncesinde hiç boşluk
yoktur, bütün fikirleri ve uygulamaları sistematik olarak bir bütünlük arz eder.
İnsanların ilk dönemlerinden itibaren birlikte yaşamalarının temel nedenlerini açıklayan ve
modern toplumu çok güzel tanımlayan Atatürk’ün iki toplum tanımı ile konuşmamı bitirmek
istiyorum.
"Bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur. Bu sebeple topluma ehemmiyet vermek, onu
kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır. Bunun için her türlü gelişme, huzur ve güven kaynağı
toplumdur.”36
"İnsanlar, dünya yüzünde insan sıfatını aldıkları tarihten önceki zamandan bugüne kadar, yalnız
yaşayamayan ve mutlaka topluluk halinde yaşamak tabii nasibinde yaratılmış olduklarını
bilmelidirler. İşte bu itibarla hepimiz söyleriz, hepimiz şerefleniriz, hepimiz bu şerefi kendimize
bağlayabiliriz, fakat hakikat şudur ki her ferdî şeref ve haysiyet ve kahramanlık hiçbir ferdin
değildir, bütün bu fertlerden meydana gelen toplumundur.”37.
NOT: Bu konferans, Atatürk Araştırma Merkezi’nin tertiplediği “Atatürk Konferansları” dizisi
içinde 28 Aralık 1990 günü verilmiştir.
1 Barry Wellman and S.D. Berkowitz ed. Structures, A Network Approach, University of Cambridge Press, New
York 1988, s.15.
2 David Lockwood, System, Change and Conflict, ed. Demerath and Peterson, The Free Press, New York 1967,
s.283.
3 Robert K. Merton, Social Theory and Social Structure, The Free Press, New York, 957. S.I32-I33.
4 George Lundberg, C. Schrag and N. Larsen Çeviren: Özer Ozankaya, Sosyoloji, cilt: I, Işın Yay., Ankara 1970,
s.166.
5 Nihat Nirun, Sosyoloji, II Kitap, Yaykur Yay., Ankara 1977, s.108.
6 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Aydın Matb., Ankara 1981, s.20.
100
7 İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Evrensel Boyudan, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yay., Sevinç Matb., Ankara 1988, s.
126.
8 Bedia Akarsu, Atatürk Devrimi ve Yorumlar, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1969,
s. 12.
9 Ahmet Mumcu, Ergun Özbudun ve diğerleri, Atatürk tikeleri ve İnkılâp Tarihi II- Atatürkçülük (Atatürkçü
Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek öğretim Kurulu Yay., Ankara 1986, s.83.
10 Bedia Akarsu, a.g.e., s. 14.
11 İsmet Bozdağ, a.g.e., s. 128.
12 İsmet Bozdağ, a.g.e., s.40.
13 Ahmet Mumcu, a.g.e., s.19.
14 Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihî, Savaş Yay., Ankara 1990, s. 420.
15 Ergun Özbudun, a.g.e., s.69.
16 Ergun Özbudun, a.g.e., s.69.
17 Ergun Özbudun, a.g.e., s.64.
18 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.420.
19 Ergun Özbudun, a.g.e.,s.85.
20 Ergun Özbudun, a.g.e., s.66.
21 Yusuf Sarınay, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1990,
ss.5-8.
22 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.391.
23 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.389.
24 Ergun Özbudun, a.g.e., ss.47-48.
25 Ergun Özbudun, a.g.e., s.49.
26 Ahmet Mumcu, a.g.e., s.24.
27 Yusuf Sarınay, a.g.e., s.61.
28 Hamza Eroğlu, a.g.e., s.487.
29 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Olgaç Matb., Ankara 1984, s. 102.
30 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.339.
31 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.339.
32 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.206.
101
33 Ergun Özbudun, a.g.e., s.84.
34 David Lockwood, a.g.e., 5.283.
35 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.207.
36 Utkan Kocatürk, a.g.e, s.204.
37 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.204.
Prof. Dr. Tülin Günşen İçli
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 20, Cilt: VII, Mart 1991
ATATÜRK LİDERLİĞİNİN
SOSYOPSİKOLOJİK ANALİZİ
Giriş
I.- Atatürk’ün hayat hikâyesine, özellikle tarihî yönden değinen Türkçe’de ve yabancı dillerde
oldukça kabarık sayıda kitap, makale ve araştırma yayınlanmıştır. Bunlar arasında, milletler arası
edebiyat alanında ün yapmış olanları da vardır. Biz, bu denememizde bir hayat hikâyesini
nakletmenin ötesinde Atatürk’ün liderliğini sosyopsikolojik bir olay sıfatıyla analize tâbi tutmayı,
sosyoloji ve sosyal psikoloji, patolojinin verileri karşısında âdeta bir olay (case) sıfatıyla
Atatürk’ün liderliğini, bilimsel ölçülere göre belirlemeyi, olayın böylece teori ve verilere göre
analizini yapmayı arzuluyoruz.
Böyle bir analizin, duygusal etkiler dışına çıkarak tam objektif ve bilimsel bir tutum içinde
yapılması iki yönden güçlük arz etmektedir: Bir kere böyle bir analizin yapılabilmesi, liderlik
olgusuna nispetle sosyoloji, sosyal psikoloji, patoloji, tıp, tarih bilimlerine aynı derecede vukufu
gerektirdiğinden disiplinler arası bir işbirliğini zorunlu kılmaktadır. İkinci olarak Atatürk liderliği
olayının, özellikle bizim neslimize mensup bilim adamları tarafından tam bir objektiflik içinde
incelenip belirlenmesi de ayrıca pek güçtür. Zira Atatürk’ün dönemini yetişkin gençler olarak
102
idrak etmiş ve ona meftun olmuş bir nesil, Atatürk liderliğine karşı sübjektif bağlılık duyguları
dışına çıkarak tam objektif olamaz.
Karizmatik otorite ve liderlik
2. - Özellikle yabancı yazarlar ve sosyal bilimciler günümüze dek Atatürk’ün liderliğini, Max
Weber’in ünlü eserine dayanmak ve 1919’lardan sonra Anadolu’da oluşturulan siyasî otoritenin
açıklanmasında, bu eserde yer alan bilgileri1 o dönemin Anadolu Türk toplumunun oluşturduğu
sosyal gruba uygulamak suretiyle, otoriteyi ve bunu kullanan lideri karizmatik olarak
nitelendirmek yolunu tutmuşlardır; Atatürk’ün bir karizmatik lider olduğunu belirtmek suretiyle,
yukarda sözünü ettiğimiz analizin yapılmış bulunacağını ifade etmek istemişlerdir2.
Bilindiği gibi Max Weber, insan ilişkilerinin açıklanmasında otorite, cebir gücü, iktidar, fizik
kuvvet üzerinde önemle durmakta ve sosyal olguyu izah ederken bunları bir nevi mihver gibi
kullanmaktadır. Otorite, insan faaliyetlerinde cebredici, zorlayıcı gücün, fizik kuvvetin
kullanılması demektir. Hukukî bakımdan egemenlik ve iktidar, söz konusu otoritenin
kullanılabilmesi yetkisini ifade eder. Weber’e göre grup, bir bakıma, otoriteye nispetle rollerin
farklılaşması demektir. Grubun normal, mutad üyeleri dışında sorumluluk taşıyan ve bu sebeple
otorite kullanan kişiler vardır ve bunlarda en yüksek otoriteyi taşıyan şef ve bazı yönlerden şefin
otoritesi altında bulunan ve diğer üyeler üzerinde otorite kullanan idare ediciler yani idarî
kadrodur3. Weber’e göre çağdaş batı toplumlarındaki otoritenin karakteri aydınlatıcı bir unsur
olarak ele alınmalı ve değerlendirmede bir atıf unsuru olarak kullanılmalıdır. Bu tip, rasyonelyasal otoritedir.
Söz konusu otorite, özetle, düzenin genelleştirilmiş, evrensel, gayrı şahsî kurallara bağlı olmasını
ifade eder. Otoritenin temel kaynağını kurallar oluşturur. Böylece kullanılan otoritenin
meşruluğunu egemen olan, şefleri ve idarî kadroyu da bağlayan söz konusu kurallar sağlar.
Otoriteyi kullanan idarî kadro ise bürokrasiyi oluşturur. Böylece sosyal düzen geniş ölçüde
olmak üzere bürokrasi ile bağımlıdır.
İkinci temel otorite tibi, geleneksel otoritedir. Bu tip otoritede meşruluk, geleneksel nitelikteki
otoritenin her zaman mevcut bulunmuş olmasına dayanmaktadır. Geleneksel otoritede de statüler
vardır. Ancak bunlar, geleneksel düzenin somut ve geleneksel kurallarına bağlıdırlar. Statülerin
üstünde, diğer bir kısım kişilerin hiyerarşik ve keyfî, serbestçe lûtufta bulunmak yetkisini de
veren güçleri, otoriteleri mevcut bulunduğu gibi bu kişilere sadakatle uymak mecburidir. Ayrıca
otorite alanı ile bunu kullanan kişinin özel alanı arasında açık bir ayırım yoktur.
Rasyonel-yasal ve geleneksel otorite tipleri yerleşmiş, sürekli sosyal sistem örgütlenme
biçimlerini oluşturmaktadır. Sistemler belirli bir alışılmış düzen çerçevesinde işleyip giderler.
Üçüncü otorite tipini, karizmatik otorite oluşturur. Karizmatik tip Waber’e göre, “tarifi gereği
tamamen kurumsallaşmış, yerleşmiş bir düzenin meşruluk temelleriyle çekişme halinde bulunan
bir nevi otorite talebidir”. Bu otoriteyi taleb eden, tesis eden lider de karizmatik lider olur ve bir
anlamda ihtilâlcidir. O halde karizmatik lider bir nevi sapıcıdır; içinde yer aldığı, çalıştığı
toplumun yerleşmiş yönlerine karşı bilinçli bir muhalefet yürütmekte ve bunu yerleştirmeye
çabalamaktadır.
Açıkladığımız gibi karizmatik lider yukarda açıklanan nitelikte bir davranış biçimini ortaya
koyan, buna uyulmasını kesin bir görev olarak yerleştirmek isteyen, kendisini izleyenlerden
meşruluk ve moral destek taleb eden kimsedir.
103
Dikkat edilmelidir ki, Weber’e göre karizmatik otorite ve karizmatik liderlik birbirinden ayrılmaz
kavramlardır. Liderin karizmatik vasfı onu takib edenler tarafından kabul edilecektir. Ancak bu,
demokratik anlamda, lideri takib edenlerin açık iradeleriyle belirlenmiş bir nza değildir ve fakat
onların borcudur; görevidir. Bu tanıma, aslında liderin otorite talebinin meşruluğunu oluşturan
unsurdur. Liderin etrafında yer alan idarî kadronun mensupları adeta birer havari gibidirler;
onlarda da bir hedefe ulaşmanın heyecanı veya lidere olan sadakat duygusu yahut her ikisi
birlikte vardır. Sözü geçenlerin faaliyetlerine lider sınırlar koyar. Karizmatik hareketler ücret
veya ganimet dağıtmak yollarıyla desteklenir.
Böylece, Weber’e göre, ihtilâlci bir güç olarak, kurumsallaşmış düzenlerin istikrarını bozmak
amacını taşıyan karizma, meşru bir otorite kaynağı olmaktadır. Karizma, kurulu düzende
statülerde rasyonel veya geleneksel olarak sahip olanlara karşı bir ferdin otoritesini tesis
etmektedir. Ancak karizmatik otorite zamanla, rutinleşme yoluyla giderek, liderin kişiliğinden
ayrılacak ve objektif bir kurumsal yapı haline dönüşüp yerleşecektir.
Yukarda da açıklandığı üzere, bir kısım yazarlara göre4 Atatürk, karizmatik otorite kullanmış
olan karizmatik bir lider tipindedir.
Karizma ve karizmatik liderlerin nitelik ve karakterleri üzerinde yazılmış eser ve düşünceler
küçük bir kısım farklarla birlikte esasta birbirine çok benzemektedir; özetlemek gerekirse:
Karizmatik otorite kullanımından kaynaklanan karizmatik otorite istisnaî bir kutsallığa, liderin
kahramanlığına ve örnek teşkil edecek karakterine, getirdiği düzene toplumun üyelerinin
yürekten bağlılığına dayanmaktadır5. Karizmanın kendisi ise, kişiyi diğer insanlardan ayıran ve
böylece onun ilâhî veya hiç olmazsa çok istisnaî kudret ve vasıflara sahip bulunduğuna inanılan
kişilik nitelikleridir6. Lider, bir misyonla ilâhî yönden görevlendirildiğini açıklayarak taleplerde
bulunduğunda karizmatik sayılacağı gibi, onu takib edenler adı geçenin herkeste bulunmayan
karakteristiklere, becerilere, kişilik özelliklerine sahip bulunduğuna inanıp bunu kabul ettikleri
takdirde de karizmatik sayılır. Ancak karizma liderin sıfatından, kişiliğinden kaynaklanır; yoksa
bu tâbir liderin ulaşmak üzere mücadele ettiği amaca atıf suretiyle kullanılmaz. Bu sebepledir ki,
hedefleri birbirinden çok farklı olan Hitler, Napolyon, Roosvelt karizmatik liderler sayılmışlardır.
Gene yukarda açıkladığımız gibi, karizma sosyolojik yönden kişiyi değil ve fakat belirli bir
otorite tipini ifade için kullanılmıştır7. Özellikle Weber’in yaklaşımı böyledir.
Yine yukarda Weber’i açıklarken belirttiğimiz gibi, karizmatik otorite geçici, istikrarsız ve
ekseriya ihtilâlci sosyal durumlara tekabül etmektedir. Karizmatik otoriteyi ve liderleri meydana
çıkaran olgular; bu itibarla, toplumsal değer ve inançlarda değişmeler, siyasî ve ekonomik
istikrarsızlıklar ve sosyal buhranlardır. Bu sebeple karizmatik otorite demokrasi dışı
yöntemdedir.
Merlin Krüger-Frieda Sivert’in açıkladıkları gibi lider meşruiyetini aramaz; bunu talep eder, yani
bu sözün anlamı liderin meşruiyet kazanmak için ayrıca çaba göstermediğidir. Ancak karizmatik
lider misyonunu yerine getirebildiği takdirde ve sürece otoritesini muhafaza edebilecektir.
Rasyonel-yasal ve geleneksel otoritelerden farklı olarak burada idare eden ve edilen arasındaki
bir ilişki ve bu ilişkide de alan ve veren vardır. Hattâ bu alışveriş karşılıklıdır.
Karizmatik otorite geçici ve şahsî olduğu için zamanla siyasî devamlılık ve süreklilik problemleri
mutlaka ortaya çıkacak ve karizmatik otoritenin rasyonel-yasal veya geleneksel otoriteye
dönüşmesi zarurî olacaktır.
Karizmatik otorite ve liderlik mi?
104
3. - Karizmatik otorite ve liderlik hakkındaki bu açıklamalardan sonra Atatürk’ün liderliğinin ve
kullandığı otoritenin karizmatik karakterde olup olmadığını gözden geçirmek gerekmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya savaşı sonunda mağlûbiyetinden sonra ülkede büyük bir
otorite buhranı, boşluğu meydana gelmişti. Ülkesi düşman tarafından işgal edilmiş, kendisi
düşman tehdidi altında bulunan Halife-Padişah’ın ülkedeki otorite ve liderliği sadece nominal
hale gelmişti. Padişah’ın kullandığı otorite 19. yüzyılın ikinci yarısında ve yirminci yüzyılın
başındaki anayasa hareketleri dolayısıyla, Max Weber”in tasnifine göre rasyonel-yasal ve
geleneksel otoritelerin karışımı niteliğinde idi. Mağlûbiyet ve meydana gelen sosyal olaylar
sebebiyle, bu otoriteyi veraset yoluyla elde etmiş bulunan ve fakat gerçekte fiilî liderlik
yeteneklerine sahip bulunmayan Padişah acınacak halde idi. Ayrıca otoriteyi kullanacak durumda
da değildi.
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bu dönemde düşmana karşı kısmî mukavemet hareketleri
başlamıştı. Hareketler çerçevesinde kullanılan otorite cebir şeklindeki güç ve kudret idi7. Oysa
kaynağı sadece cebir ve güce dayalı iktidarlar da, otorite zamanla erimeye ve çözülmeye
mahkûmdur8. Mustafa Kemal Atatürk’ün daha işin başlangıcındaki temci misyonu bu
mukavemet hareketlerini güçlendirmek, sosyolojik anlamda hemen yapılaştırmak ve meşru bir
otoriteye bağlamak olmuştur. Bu maksatla da hiç vakit geçirilmeksizin hukuk araçlarına
başvurulmuştur: Seçim veya seçime benzer bir usul ile millî iradeyi temsil edecek bir meclis
kurmak ve onun tarafından kullanılacak meşru bir kudrete dayalı otoriteyi yapılaştırıp tesis
etmek.
Dikkat edilmelidir ki, Atatürk millî hareketin daha başlangıcından itibaren bir karizmatik
iktidarın tesisi peşinde olmamıştır. Çanakkale savaşlarından kaynaklanan kişisel karizmasını
kullanmak suretiyle karizmatik otorite tesisi çabasında bulunmamıştır. Karizmaya dayalı kişisel
otorite ve liderlik tesisi yolunda ise hiç olmamıştır. Bir kere başlangıçta Padişahın kurallara ve
geleneklere dayalı otoritesini reddetmiş değildir. Hal ve şartların ortaya çıkardığı korkunç otorite
boşluğu bertaraf edilmeden millî mukavemetin teşkilâtlandırılmasının mümkün olamayacağı,
Atatürk ve arkadaşları tarafından, sahibi oldukları engin savaş tecrübeleri dolayısıyla
bilindiğinden, Padişahın otoritesini açıkça reddetmeden boşluğun doldurulmasına girişilmiştir.
Bu boşluk nasıl doldurulacaktı?
Mustafa Kemal ve arkadaşları söz konusu otorite boşluğunu daha başlangıçtan itibaren şahsî
karizmalarına dayalı ve otorite ve kudret elde etmenin bütün şekillerini de kullanmak suretiyle
doldurmaya çalışmak yerine, Max Weber”in otorite tasnifinde birinci sırada ifade ettiği rasyonelyasal otorite tipini kurmaya çalışmışlardır. Yetkilerin, ne kadar üstün kişisel vasıflar taşımış
olsalar da, liderde ve etrafındakilerde değil ve fakat millî iradenin temsilcisi olduğu imajı her
zaman vurgulanan bir meclisin meydana getireceği objektif kurallarda bulunmasına çalışılmıştır.
Bizce Büyük Millet Meclisi’nin mutlak olarak uyguladığı otorite rasyonel-yasal nitelikte
olmuştur. Mustafa Kemal’in kişiliğindeki karizmanın böyle bir otoritenin oluşmasını, tesisini
kolaylaştırdığını, elbette ki, ifade etmelidir.
Bizim görüşümüz şudur ki, İstiklâl Savaşı’nın zaferle sona erişine kadar geçen dönemde tesis
edilen otorite rasyonel-yasal niteliktedir ve bunun uygulanışında Mustafa Kemal’in kişisel
liderlik karizması temel faktör olmamıştır; ama elbette ki, etkili bulunmuştur.
İstiklâl Savaşı’nın sona erişinden sonra Cumhuriyet’in ilânı ve inkılâpların teker teker
gerçekleştirilmesi, rasyonel-yasal nitelikteki otoritenin karizmatik karaktere dönüşmesini ifade
etmiş midir?
105
Bilindiği üzere Max Weber’e göre çağdaş yapısal düzenin karakteristiği rasyonel-yasal otoritenin
nisbî egemenliğidir. Kişi özgürleri, piyasa ve pazar ekonomisi, akademik hürriyetler ve basın
hürriyeti ve diğerlerinin varlığı böyle bir otoritenin yürütülebilmesine bağlıdır. Ancak bu çeşit
otoritenin de meydana çıkarabileceği bir kısım sakıncalar mevcuttur; rasyonel-yasal otoritenin
parçalanması, otoritenin karakterinde giderek değişmelerin meydana çıkması mümkündür.
Rasyonel-yasal otorite sanayi işçisini, işverenin keyfi otoritesinden kurtarırken, işçi kuruluşları
liderlerinin sultası altına da sokabilmektedir. Rasyonel-yasal otorite değişirken karizmatik
hareketler de ortaya çıkabiliyor. Meselâ yerleşmiş bir düzen yaygın nitelik almış suçlarla sarsılıp
yerleşmiş rutinler, beklenti ve semboller çözülmeye başladığında yaygınlaşabilecek psikolojik
güvensizlik insanları karizmatik hareketlere bağlanmaya, bunlarla bütünleşmeye yatkın hale
getirebilir.
Rasyonel-yasal otorite düzeninde meşruiyetin temelinde serbest seçim vardır. Serbest seçim ise
kişisel çekicilikleri, karizmaları ile kitlelere yaklaşabilen parti liderlerini ortaya çıkarmakta ve adı
geçenler belirli derecede karizmatik lider tipine yaklaşmaktadırlar. Dikkat edilmelidir ki,
günümüzde de seçimlerde parti liderleri belirli bir ölçüde ihtilâlci, hiç değilse toplum düzenini
değiştirici önerilerle halkın huzuruna çıkıp oy istemektedirler.
Bu girişten sonra yukarda açıkladığımız sorunun cevabına geçelim.
1924 Teşkilâtı Esasiyesi ile cumhuriyet rejimi kurulduktan ve Osmanlı siyasî düzeni tasfiye
edildikten sonra, birbirini izleyen ve toplum bakımından yapıyı değiştirmek amacını güden
inkilâplar yapılmıştır. Ancak bütün bunlar bizce rasyonel-yasal otoritenin karizmatik otoriteye
dönüşmesini ifade eden hareketler olmamış, bütün değişme teklifleri hukuk çerçevesinde yani
kurallar marifetiyle ve kuralların egemenliği altında gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kullanılan
otorite meşru kudrettir. Fakat bunun yanında iletişim gücü, özdeşleştirme gücü ve bazan cebir de
kullanılmıştır. Ancak bunların hepsi yasal nitelikte olmuştur9.
4. - Düşüncemizin tam anlaşılması için şu hususu bir kere daha vurgulamak istiyoruz: Atatürk’ün
liderliği rasyonel-yasal bir otorite düzeninin liderliğidir. Atatürk’ün kişiliğinde çok güçlü bir
karizma vardır ve fakat otorite münhasıran bu karizmaya dayanmakta değildir. Tam tersine
Atatürk ve arkadaşlarının bu karizmaya dayanmak yerine hemen rasyonel-yasal bir otorite tesis
etmek, başlangıçta kesinlikle ihtilâlci gözükmemek ve bu otoritenin araçlarıyla hedefe ulaşmak
amacını güttükleri aşikârdır. Rasyonel-Yasal otoriteden ayrılmak eğiliminin ortaya çıktığından
şüphe edildiği andan itibaren, Atatürk ile en yakın arkadaşları arasında çözülme ve ayrılmaların
meydana çıkmaya başladığı görülüyor.
Yetiştirilen liderler ve kendi yollarını açan liderler
5. - Bilindiği üzere toplumsal gruplar içinde belirli sektörlerde, bu kısımlara özgü becerilere
sahip liderler çıkar. Liderler, belirli kişisel vasıfları ve içinde bulundukları hal ve şartların
sağladığı imkân ve fırsatlar dolayısıyla ortaya çıkmaktadırlar. Aslında, insanda iktidar ve güce
sahip olmak, otorite kullanmak ihtiyacı esasen vardır. Toplum, sosyal grup bakımından da, çeşitli
alanlar itibariyle, liderlik vazgeçilmez bir ihtiyaçtır ve bu sebeple gruplar içerisinde mutlaka
iktidara dayalı farklılıklar olacaktır. Bazı kişilerin diğerlerine nazaran daha fazla karar vermek
iktidarına sahip bulunmaları, böylece toplum içerisinde bir farklılığın ortaya çıkması zorunludur.
Eğer herkes birbiri üzerinde eşit iktidara sahip bulunsa idi, toplum istikrarlı bir örgütlenme olarak
varlığını sürdüremezdi.
106
İşte bu sebepledir ki, toplum, geniş ölçüde olmak üzere, belirli usullere göre, liderlerini ortaya
çıkarmakta yani seçilmiş, tayin edilmiş liderler belirlenmekte ve fakat bunların yanında yine bir
kısım liderler kendi hazırlıkları, çabaları, mücadeleleri sonucu statülerini kazanmaktadırlar.
Sosyal psikolojinin belirttiği üzere lider, liderlik vasıflarına sahip olan kişidir. Bu nitelikler ise
tesadüfi değildir; sistematik bir eğitim veya hayatta kazanılan tecrübeler ve yetişkinlik
sonucudur. Bu sebepledir ki, toplumsal gruplar çok sayıda kişiyi lider olarak yetiştirmektedirler.
Amerika’da Harward, Columbia, İngiltere’de Oxford ve Cambridge Üniversiteleri, Türkiye’de
tarihen Enderun, sonra Mülkiye, Haip Okulu ve Harp Akademileri bu fonksiyonu yerine
getirmişlerdir ve bugün de diğer eğitim kurumlarıyla birlikte getirmekte devam etmektedirler.
Atatürk, bu bakımdan hem yetiştirilmiş ve hem de otorite ve iktidar yolunu kendi güç ve
mücadelesi ile açmış bir liderin vasıf ve özelliklerini aynı zamanda taşımaktadır. Bir kere Silâhlı
Kuvvetler mensubu olarak, her subay için olduğu gibi, eğitimde liderlik vasıflarının geliştirilmesi
temel unsur teşkil etmiştir. Subaylar rütbelerini giderek, yavaş yavaş ve liderlik vasıflarım
belirtebildikleri ölçüde kazanırlar veya kazanmalıdırlar. Böylece liderlik vasıfları adı geçenlerde
sistematik bir eğitim sonucu teessüs eder. Atatürk aynı zamanda savaşlarda aslî roller alıp
birliklere kumanda ederken de liderlik vasıflarını ve karizmasını pekiştirmiştir, özellikle
Çanakkale Savaşları’nda kişisel liderlik vasıflarını geniş kitlelere tanıtmış ve kabul ettirmiştir.
Kişisel liderlik vasıfları ve Atatürk
6. - Burada kişisel liderlik vasıflarının nelerden ibaret bulunduğunu belirtmek için ayrıntılı
izahlarda bulunmak tebliğimizin amacını aşacaktır. Ancak şu kadarını belirtelim ki, değişik
alanlarda liderlik ayrı vasıf, özellik ve becerileri gerektirmektedir ama, bütün liderlik alanlarına
ortak özellikler de vardır. Bu özelliklerin Atatürk’te çok ileri derecede mevcut bulunduğu
görülüyor:
Elde edilmesi istenen hedefe ulaşmak hususunda yüksek derecede güdülenmiş olmak başta
gelmektedir. Bu güdülenme hattâ bazan bir sapma niteliğinde ve kişiyi hayatın diğer alanlarına
karşı ilgisiz kılacak surette güçlü de olabilir. Eğlenceden, aile sorumluluklarından uzak kalmak,
sadece hedefe yönelik faaliyetlere konsantre olmak, bu sebeple hayatın birçok basit zevklerinden
uzaklaşmak şeklinde tezahür edebilir. Hayat hikâyesi, bu özelliklerin Atatürk’ün kişiliğinde yer
tutmuş bulunduğunu göstermektedir. İstiklâl Savaşı’nda temel motivasyon vatanın kurtarılması,
düşmanın millî misak sınırları dışına atılmasıdır. Bu hedefe ulaşılmasından sonra ikinci temel
hedef medenî bir hukuk devleti rejiminin kurulması ve buna yönelik güdülenmedir. Bununla
birlikte toplumun çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması hususunda yapılacaklara ilişkin
olmak üzere değişik alanlara yönelik güdülenmeler söz konusudur. Böylece Atatürk aralarında
bir irtibat bulunsa da çok sayıda hedeflere yönelik olarak güdelenmiş bulunuyor.
Liderliğin ortak kişisel özelliklerinden birisini oluşturan değişik faaliyet alanlarının birisi
üzerinde gerektiğinde konsantre olmak özelliği de, Atatürk’te en ileri derecededir. Ortak
özelliklerinden en önemli birisini oluşturan azim ile ve hiçbir istisna yapmaksızın, bıkmadan bir
faaliyeti sürdürebilmek yeteneği de Atatürk’ün kişi özelliklerinden birisi olarak hayat hikâyesinin
muhtelif aşamalarında yer almaktadır.
Ancak, kendini devamlı olarak işe verebilmek, azimkârlık kavramları ile katılığı birbirinden
dikkatle ayırmak uygun olacaktır. Katılık gerektiğinde davranış biçimini değiştirmek
hususundaki yeteneksizlik olarak tanımlanabilir. Atatürk’te azim yeteneği, belirli güdülenmelere
bağlı olarak, eski deyimiyle “ikdam” üzere hareket edebilme şeklinde tezahür etmektedir. Bu
107
davranış, yanlışlığın tespit olunduğu hallerde, davranış biçimini değiştirmeyi de içerir.
Atatürk’ün dil konusundaki tutumu buna ait çok güzel bir misal teşkil etmiştir.
İki çeşit liderlik ve Atatürk
7. - Yukarda da açıkladığımız gibi Atatürk hayat dönemleri içinde hem belirli bir alan için
yetiştirilmiş liderdir ve hem de siyasette liderlik yolunu kendi azim ve iradesiyle açmış bulunan
bir liderdir. Bu sebepledir ki, bu iki nevi liderlik özelliklerinin bir nevi sentezini şahsiyetinde
gerçekleştirmiş bulunmaktadır: Yetiştirilmiş ve tabir yerinde ise, devşirilmiş olan liderler az
saldırgan, aslında muhafazakâr olurlar. Bir yazarın dediği gibi bunlar “yem bir savaşı eski
silâhlarla yapanlar gibidirler ve statükonun devamını isterler”10. Yollarını kendi güçleriyle açmış
bulunan liderler ise bunların tam antitezini oluştururlar. Dikkat edilmelidir ki, Atatürk’te temkinli
davranış tipi, hareketlerinde gidilecek ve durulacak yeri isabetle ve basiretle tayin etme kabiliyeti
en yüksek derecededir. Kadın konusunda gerçekleştirilen inkılâp hamlelerinin son derecede
dikkatli olarak yürütülmüş bulunması ve bu alanda Türk toplumunda yerleşmiş tutumlarla
zıtlaşılmaması, yetiştirilmiş liderlik özelliklerini yansıtıyor. Buna karşılık yeni devlet düzeninin
kurulmasındaki cesur hamleler, inkılâplar gerçekleştirilirken bunlara karşı dirençlerin
kırılmasındaki kararlılık, kendi yolunu açan liderin özelliklerini yansıtıyor ve böylece ortaya bir
sentez çıkmış oluyor.
Dikkat edilmelidir ki, yetiştirilmiş liderlerin kişisel özellikleri belirli bir eğitim plânına göre adeta
inşa edildiği halde, kendi yolunu azimve iradesi, mücadele kabiliyeti ile açan liderlikte hem
kişisel özellikler faktörü ve hem de içinde bulunulan tarihî dönemin ortaya koyduğu hal ve
şartların ortak etkisi, adeta iki nevi faktörün bir nevi sentezi söz konusu olmaktadır: Bugün
üzerinde uzlaşma olan teorik görüşe nazaran kişinin sahibi bulunduğu liderlik vasıflarıyla
toplumun o anda içinde bulunduğu durumun şartları, sorunları bir etkilenişim (enteraksiyon)
halindedir. Zamanın karakteri, kişiliklerinde belirli özellikler bulunan kişilerin lider olmalarını
sağlamakta ve bu potansiyeli taşıyanlardan hangisinin lider durumuna geçebileceğini tayin
etmektedir. Aslında sosyal psikolojide kişilerin ne suretle kudret, otorite kazandıkları hususunda
iki ayrı yaklaşımı ve bu ikisinin sentezini belirten görüşü sunmuş bulunuyoruz. Bugün genel
görüş bu ikisinin birbiriyle bütünleştirilmesidir.
Bu bakımdan Atatürk’ün liderliğinde bu sentezin ne surette gerçekleştiği kolaylıkla tespit
edilebiliyor. Atatürk’ün liderlik potansiyelinde beceri önce kendisini Çanakkale’de gösteriyor ve
onun yüksek derecede karizma elde etmesini sağlıyor. Gençlik döneminden itibaren yetişmesi
süreci içerisinde askerî kadro, Atatürk’ün liderlik yeteneğine esasen inanmıştır. Nitekim 1919’un
paşaları Anadolu’daki mukavemet hareketlerini örgütlendirmek fikri üzerinde birleştikleri zaman
liderin tayininde hiçbir zorluk ortaya çıkmıyor.
Her dönem, liderlik potansiyelini taşıyanlardan hangisinin lider olacağını belirlediğine göre,
1919’ların Türkiye’sinin sosyal şartları yani o dönemdeki siyasî kaos, uygun bir askerî strateji ile
yurdun kurtarılması sorunu, Atatürk liderliğini ortaya çıkarmıştır. Bir yazarın dediği gibi “belirli
bir zaman süresi içinde lider olacak kişi, bu belirli zamanın özel şartlarına göre liderliği
oluşturacak vasıflara sahip bulunandır”11. Tarih liderlerin hayat hikâyeleri değildir; fakat tarih
liderleri imal etmektedir.
Liderlik stilleri ve Atatürk
9. - Burada liderlik stilleri üzerinde bir miktar durarak Atatürk’ün liderlik stilini belirlemeye
çalışmak uygun olacaktır:
108
Fiedler, stilleri arasındaki tezatlara işaret ederken liderleri iki kısma ayırmıştır12: Bir kısım
liderler amacı vurgularlar13. Buna karşılık diğer bir kısım ise ilişkileri vurgulamaktadırlar™.
Amacı, görevi vurgulayanlar kendilerini bütünüyle amaçlara adamışlardır ve liderlik
faaliyetlerinde iletişim, eksperlik, ödül ve cebir güç ve kudretlerini kullanırlar15. Buna karşılık
ilişkiyi vurgulayanlar, başta insanlar ve kitleler arasındaki pozitif münasebetleri muhafaza
hususunda çaba sarf ederler ve kitleleri kendileriyle özdeşleştirmek suretleriyle otorite kullanmak
eğilimindedirler16.
Bu iki ayrı stildeki liderlik olaylar karşısında hal ve şartlara ve kişisel karakterlere bağlı olarak
aynı derecede başarılı olabilir. Bazı kişilerde ise, her iki stilde de lider olmak kabiliyeti vardır ve
Atatürk bu nadir yetenekli kişilerdendir. Atatürk her iki liderlik stilini, kendisindeki potansiyel
sayesinde yerine göre kullanabilmiştir. Kitlelerle pozitif ilişkilerini başarı ile sürdürmekle
beraber amacına yönelik olarak otoritenin bütün şekillerini kullanmış, hiçbir zaman idarei
maslahat yoluna gitmemiş, amacına düz yoldan ulaşmayı ve daima kitlelere doğru söylemeyi
tercih etmiştir. Atatürk’ün her iki stili de birlikte olarak kullanabilmesi yeteneği, kişilik yapısının
özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Atatürk’ün kişiliği sosyal psikolojide (İnternal)
içsel ve (external) dışsal olarak kavramlaştırılmış iki tipten birincisini yansıtır gibi
gözükmektedir: depresyonlara düşmenin nadiren meydana gelmesi gibi özellikler ve fizik
sağlığın esasta iyi olması gibi. Ancak bu tipteki belirli maddelere tutkunluğun az olması özelliği,
alkollü içkiler bakımından Atatürk’te mevcut değildir. Bu tipte kişi kötü ihtimalleri önleyici
stratejiler üretebilmektedir. Atatürk’te bu yetenek yüksek derecededir ve askerlikteki eksper
gücünden kaynaklanmaktadır.
Yine bu tipte kendine inanç çok güçlüdür. Atatürk’teki nefse güven yeteneğinin ne derecede
güçlü olduğu ise bilinmektedir. Atatürk esasen kendine güveni Türk milletinin fertlerine en temel
ilke olarak sunmuş bulunmaktadır. “Türk, övün, çalış, güven” derken kendi ruhundaki özelliği,
toplumu kendi şahsiyeti ile özdeşleştirmek amacı ile hareket etmektedir.
İçsel tipte olanların politik gruplara ve hareketlere katılma eğilimlerinin de güçlü olduğu
bilinmektedir. Nitekim Atatürk’ün siyasete olan ilgisi, otorite kullanma hususundaki ihtiyacının
gücü, daha gençliğinden itibaren kendisini gösteriyor ve lider olarak yetişmesinde çok etkin bir
faktör teşkil ediyor. Çanakkale Savaşlarında daha yüksek derecedeki kıt’aların komutanlığını
taleb ederken Alman komutanının (fazla gelmez mi) sorusuna cevap olarak (az gelir) cümlesiyle
hitap etmiş bulunması bu otorite ihtiyacının yoğunluğuna delâlet eden önemli bir misaldir.
Beceri-liderlik ve Atatürk
10. - Liderlik bütün beşerî ilişki alanlarında söz konusudur. Liderlik bakımından çok önemli
unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz o alana özgü beceri (ekspertise) dir. Bu itibarla liderlikte
başarı sadece gösterilen çabalara, fizik gayretlere bağlı değildir. Tam tersine zihnî faaliyet ile
zihnî yeteneğin üstünlüğü ile ilgilidir. Bir yazarın dediği gibi müzik âletinin ne derecede, ne
kadar güçle ve ne kadar süreyle üflendiği önemli değildir; önemli olan üflenirken çıkarılan sesin
niteliğidir. Ancak sağlık ve yüksek enerjinin çok önemli bir unsur olduğu muhakkaktır.
Bu bakımdan Atatürk’ün kişiliği analize tabî tutulduğunda durumun şöylece tespit edilmesi
gerekeceği görüşündeyiz: 1919 yılında ülkenin durumu Büyük Nutkun başlangıcında belirtildiği
gibidir. Yurdun muhtelif yerlerinde başlamış olan mukavemet hareketleri birleştirici bir lider
beklemektedir. Herşeyden önce savaşmak söz konusu olduğundan, elbette ki, birleştirici liderin
becerili bir asker olması gerekiyordu ve o sırada tarih, bütün hayatı süresince liderlik için
yetişmiş, yetiştirilmiş, Çanakkale’de zafer kazanarak üstün derecede karizma kazanmış bir paşayı
toplumun önüne çıkarmıştır. Tarihî şartlar, askerî ve siyasî sorunları bir araya getirmiş, içice
109
koymuştu. Siyasî şartları kontrol etmeden askerî başarı elde etmek mümkün değildi. Askerî
basan elde etmeden de siyasî şartları düzeltmenin imkânı yoktu. Bu sebeple askerî ve siyasî
liderliğin aynı şahısta birleşmesi gerekiyordu. Görülüyor ki, Atatürk liderliğinde askerî beceri en
başta gelen faktörü oluşturmuştur. Siyasî liderliğin temelinde böylece askerî beceri vardır. Siyasî
liderlik, kendisi ile beraber bulunan sivil ve askerî kadronun yardımlarıyla böylece gelişmiştir.
Siyasî liderliğin gelişmesinde ayrıca yine bizzat Atatürk’ün gençliğinden beri içinde bulunduğu
siyasî hareketlerin etkili olduğu hususunda da şüphe yoktur. Ayrıca şu hususa da işaret edelim ki,
kişisel vasıfların ve tarihî şartların Atatürk liderliğini, rekabetsiz olarak, nasıl sağladığını ifade
etmiş olmamız, bu liderliğe ulaşmak için Atatürk’ün çabalarını göz ardı etmiş bulunmayı ifade
etmez. Atatürk 1919 ve sonrası döneminin liderliğini, toplumun bir ödülü olarak üstlenmiştir ve
fakat Atatürk’de, bu istiklâl hareketine karşılık teşkil eden ödülü vermiştir. Bu ödül harekete
sağladığı prestij gücüdür. Bazı kişiler isimlerinin dikkat uyandırıcı gücüyle katıldıkları
hareketlere prestij getirirler. Atatürk’ün Anadolu’da mukavemet hareketinin başına geçişi, bu
hareketin liderliğini üslenişi ve hele belirli bir anda bütün resmî sıfatlarından vazgeçerek bir
milliyet ferdi sıfatıyla hareketin başarısı için çalışmaktan başka bir emeli bulunmadığını ifade
edişi, Anadolu’daki yeni örgütlenmeye büyük prestij getirmiş ve bazılarındaki tereddütleri yok
ederek toplumun güven ve cesaretini büyük ölçüde arttırmıştır.
Böylece liderliği oluşturan davranış biçiminin, geçirilen sosyal tecrübeler sonucu elde edilmiş ve
tarihin getirdiği şartlarla bütünleşmiş kişilik ve vasıf ve özelliklerinin bir tezahürü olduğu
Atatürk liderliğinde de açık ve seçik olarak doğrulanmakta ve yine liderlik davranışının kişiye
özgü vasıfların ve bu vasıfları yaratan sosyal şartlarla birlikte belirli bir zamanın fonksiyonu
olduğu anlaşılmaktadır.
Demokratik ve diktatör liderlik ve Atatürk
II.- Sosyal bilimde liderliğe ilişkin çeşitli tasnifler vardır17. Bunlardan önemli birisi hiç kuşkusuz
demokratik ve diktatör liderlik ayırımıdır: Liderlik mevkiinin kuvvet kullanma dışında, mevcut
yasal örneklere uygun surette kurumlaşmış demokratik sürece ve ilerleme usullerine uyularak,
kuralına uygun rekabet çerçevesinde elde edildiği ve liderin hukuk kurallarına tam uygun surette
hareket ettiği hallerde demokratik liderlik söz konusudur. Buna karşılık siyasî liderin, liderlik
mevkiini kuvvet kullanarak sağlamış ve sürdürmekte bulunmuş olduğu hallerde diktatör liderlik
vardır. Diktatör lider de halkın bir kısmının desteği olmadan yerini koruyamaz. “Bu itibarla
diktatörlük sosyal çözülme ârâzındandır”18; bir sosyo-psiko-patoloji şeklidir.
Bir kısım batı yazarları Atatürk’ü diktatör olarak tanımlamaktadırlar. Bizce bu tanımlama sosyal
durumları, halleri, belirli ve katı modellere uydurma gayretinden kaynaklanıyor. Oysa toplum
olay ve olguları bu derecede katı modellerle ifade olunamaz.
Atatürk’ün liderliği herşeyden önce bir sosyo-psiko-patoloji şekli değildir; tam tersine bütünüyle
sağlıklı bir sosyal gelişmeye işaret etmektedir. Atatürk’ün 1919 dan başlayan siyasî liderliği ne
kuvvet kullanılarak sağlanmıştır ve ne de kuvvet kullanılarak sürdürülmüştür. Tam tersine
yukarda da açıklandığı üzere rasyonel-yasal otorite düzeni kendisini hiç tartışmasız olarak
liderliğe getirmiştir; liderlik için onunla rekabete girişmek hiç kimsenin aklına dahi gelmemiştir.
Kurulan düzen daima demokrasiyi hedeflemiştir ve bütün gayretler demokrasiye ulaşmak üzere
sarf olunmuştur. Suistimal ve liderlik
12. - Kısaca değindiğimiz bu hususu, liderlik ve kudretin kötüye kullanılması olgusu yönünden
ele alacak olursak, Atatürk liderliğinin yukarda tarifi yapılan diktatör liderlik biçiminden olan
farkı daha da açık şekilde ortaya çıkabilir:
110
Kudret ve iktidarın suistimal yolunu da nefsinde taşıdığı ve mutlak iktidarın mutlak suistimale
götürebileceği hususları sosyal bilimin verilerindendir. Bu sürecin ne suretle geliştiği ve işlediği
sosyal psikoloji eserlerinde ayrıntılı biçimde izah ediliyor19. Bu izahlar arasında en önemlileri,
kudret sahibinin, iktidarı taşıyanın zamanla hedefin faaliyetleri bakımından kendisinin çok etkin
olduğuna inanması, böylece hedefi daha az değerli görmeye başlaması, hedefle arasına mesafe
koyması, nefsine biçtiği değeri abartması, kendisi dışında kalanları çok küçük görmeye alışması
ve hattâ kendisini ortak ahlâkiyet sınırları dışında mütalâa etmesidir. Bu sebepledir ki, bazı
kuruluşlarda liderlik mevkiinin aynı kişi tarafından ancak belirli sürelerle işgal edilebileceği
hukuk kurallarına bağlanmıştır. Bir zamanlar üniversitelerimizde uygulanan ve bizce çok uygun
sonuçlar vermiş bulunan dekanlıkta, rektörlükte rotasyon sisteminin temelinde de bu gerçek
vardır.
Atatürk 1919’dan ölümüne kadar sürdürdüğü liderlik dönemi çerçevesinde gerçekleştirilen bütün
başarıları Türk toplumuna maletmek, bütün bunların onun eseri olduğu hususunda daima çaba
göstermek ve bu hususu vurgulamak yolunu tutmuştur. “Ne mutlu Türküm diyene” diye
haykırdığı zaman sürekli savaşlardan yıpranmış, ekonomik gücü çok azalmış Türk halkı,
dünyanın en gururlu bir toplumu olarak kendisini bütün cihanla başa çıkabilecek bir güçte
görmekte idi. Diktatörlere has olan kendini hergün biraz daha büyük görme, ilâhlaştırma, herşeyi
kendi hesabına kaydetme eğiliminin zerresi Atatürk’te mevcut değildir ve kendisini kudretin
kötüye kullanılması sürecine hiç bir suretle kaptırmamıştır.
Lider ve toplum arasında alışveriş
13. - Fiedler’in liderlik konusunda açıkladığı önemli bir hususa Atatürk liderliği bakımından da
eğilmek suretiyle bu incelememizi bitirmek istiyoruz:
Fiedler’e. göre liderle kendisini takib edenler arasındaki ilişki, çok nadir haller müstesna, sabit
değildir. Liderlik ile onu izleyenler arasında adeta bir iş anlaşması, bir alışveriş ilişkisi vardır. Bu
ilişkinin devam edebilmesi için her iki tarafın da mümkün olduğu kadar çok kazanması şarttır.
Siyasî liderlik bakımından tarafı oluşturan millet yönünden kazanç iyi, yerinde politikaların
üretilmesi, askerî bakımdan zaferdir. Lider, amaçların gerçekleştirilmesi hususundaki katkısına
göre yerini koruyabilir. Zira statü, şöhret, itibar, prestij ve hattâ bazan maddî karşılıklar grubun
lidere verebileceği ödüllerdir. Lider, grubu, amaçlarını gerçekleştirmek suretiyle ödüllendirdikçe,
grup da buna karşılık onu iktidarın yetkileriyle ödüllendirir. Toplumun otorite yapısı ne olursa
olsun, bu süreç geçerlidir.
Türk milleti Mustafa Kemal’e Atatürk soyadını verdiği zaman öksüz kalmışlığın ortaya çıkardığı
noksanlığı gidermek üzere bunu yapmış değildir. Tüm tersine dünyanın en gururlu milleti
liderine kendisine sağladığı ödüller karşılığı en büyük ödülü vermiş, onu bütün Türklerin atası
sıfatıyla taçlandırmıştır.
Liderlik kredisi ve Atatürk
14. - Başarılı liderin toplum için gerçekleştirdiği ödüller, özellikle bunların ekonomik tabiatta
olanları, gruba dahil olanların beklentilerini arttırır; yeni beklentileri ortaya çıkarır. Liderliğe
bağlanan insanlar her şeyi ondan beklemeye başlarlar. İnsanlara herşeyi vermek mümkün
olmadığına göre başarılı olan lider adeta kendi eliyle sonunu hazırlamış olur.
111
Hollander20 bu paradoksu çözmek için özetle şöyle diyor: Liderliğin zaman içerisinde gruba
sağladığı faydalar adeta bir bankaya yatırılmış para gibidir; böylece kredi almak üzere bir fon
oluşturulmuştur. Bu kredi, liderliği halkın beklentilerinden sapmak hususunda iktidarlı kılmış
olur. Ancak sapmanın birikmesi bir yandan da krediyi azaltıp hattâ tüketebilir.
Bu bakımdan Atatürk liderliği değerlendirildiğinde bir kere birikmiş kredinin çok yüksek olduğu
görülüyor. O kadar ki, İstiklâl savaşından sonra kendisine edebî başkanlık, padişahlık dahi teklif
olunabiliyor. Sonra “milletin atası” sıfatı tevcih ediliyor. Türk geleneğinde atanın kredisi hiç
bitmez. İstiklâl savaşının zaferle bitmesi ve insanların bütün dünya karşısında başları dik olarak
gururla yaşamak imkânına kavuşmalarında Atatürk’ün oynadığı rolün azameti bu krediyi
arttırıyor. Türk milleti gibi, gururlu olmanın kültürünün en önemli parçasını oluşturduğu bir halk
için, bu durumun önemi olağanüstüdür ve bu bakımdan açılan kredi de sonsuz olmuştur. Atatürk
inkılâpları olarak ifade edilen sosyal değişme önerilerinin aslında bir iki münferit direnme
dışında ciddî bir mukavemet görmeden gerçekleşebilmesi, Atatürk liderliğine açılmış bu kredi
dolayısıyladır. Ayrıca İstiklâl savaşından başı dik çıkmış Türk milleti ekonomik yönden
gerçekten yoksul durumda idi; bundan sonra da “nisbî yoksunluk” teorisinin işlemesini
sağlayacak bir gelişme ve bunun neticesi olarak da beklentilerin yükselmesi olayı
gerçekleşememiştir. Beklentilerin yükselmesi olayının gerçekleşmesi için Atatürk’ün gösterdiği
yolda 1960’lara kadar gelmek gerekmiştir. Atatürk’ün hayat süresi bu beklentilerin
gerçekleşmesini mümkün kılacak derecede uzun da olmamıştır. Atatürk daha uzun süreler yaşasa
ve beklentiler, bugün olduğu gibi çok kabarsa idi olaylar nasıl şekil alırdı? Bu hususta
tahminlerde bulunmaya girişmek bilimsel bir tutum olmayacaktır. Sonuç
15. - Biz bu incelememizde Atatürk araştırmaları bakımından yeni bir alana sadece işaret etmek
ve genç araştırmacıların ve özellikle sosyolog ve sosyal psikoloji uzmanlarının dikkatini konuya
çekmek istedik. Değerlendirmelerimiz, teşhislerimiz ve vardığımız sonuçlar eleştirilirse
herkesten çok biz mutlu olacağız.
1 Max Weber, The Theory of Social and Economic Organization (Edited with an Introduction by
Talcoot Parsons), The Free Press, New York, fourth printing) 1966.
2 Bu konuda kısmen Dankwart A. Rustow, Devlet Kurucusu Olarak Atatürk (Prof. Dr. Yavuz
Abadan’a Armağan s. 573 ve son); Matta Doğan, Atatürk ve de Goulle “Karizmatik nitelikli iki
insan arasındaki benzerlikler” (Türkiye İş Bankası Uluslar Arası Atatürk Sempozyumu 17-22
Mayıs 1981).
3 Talcott Parsons, The Social System (The Free Press, New York second printing, 1964, s. 136
ve son.).
4 Frank Tachau, (Atatürk as a charismatic Leader) bu yazarlar arasında sayılmalıdır.
5 Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 10. bası, İstanbul 1990 s. 298 ve son.
6 Merlin Krüger-Frieda Silvert, Charisma, (Ancyclopedia Americana, c.6, s. 296).
7 İktidar, Kudret başkalarının fiil ve hareketlerini etkileyerek değiştirme yeteneği olarak da tarif
edilmektedir.
8 Bilindiği gibi liderlerin kullandığı iktidarın muhtelif şekilleri vardır: İnsanların ilişkilerinde
kullandıktan etkileme kudret ve gücü sosyal psikolojide beş grupta toplanmaktadır:
112
İletişim gücü: Elde bulunan iletişim araçlarıyla, kişileri etkilemek suretiyle, onların fiil ve
hareketlerini değiştirmektir. İnsanların, genel olarak inanç ve tutumlarına uygun surette hareket
etmeleri dolayısıyla ve inanç ve tutumlar da geniş ölçüde olmak üzere insanların tasarruf etmekte
bulundukları iletişim araçlarıyla belirlendiğinden, iletişim gücü çok önemli bir kudret kaynağı
olmaktadır. İletişim araçlarını beceriyle kullanmak suretiyle iktidarda bulunan kimseler fertlerin
inanç ve tutumlarını, kendilerinin arzu ettikleri şekilde hareket etmelerini sağlayacak surette
değiştirebilirler.
Kişileri kendisiyle özdeşleşmeye yöneltme kudret veya gücü: Bir kişinin ve tabiî olarak liderin,
diğer kişilerce pozitif bir yollama konusu haline getirilmesini ifade eder. Kişide tahrik edilen
liderle özdeşleşme duygusu, onun davranış ve eylemlerini etkileyecek ve lidere belirli bir miktar
kudret sağlamış olacaktır. (Bu hususta bk. Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 10. bası 1990 s. 104 ve
son.) Meşru kudret ve güç: Meşru kudret, değişik hal ve şartlar içerisinde, kişilerin davranışlarını
sevk ve idare etmek hususundaki sosyal anlaşmalardan kaynaklanan güce verilen isimdir. Bu
kudret sınırlıdır. İnsanların kudreti kullananların belirli bir hususta karar vermek ve toplumun
bunları kabul etmek mecburiyetinde bulunduğuna inandıkları hallerde kuvvetli ve güçlü olur.
Eksper kudret ve gücü: Belirli işleri yapabilmek hususundaki beceriler, kişilere maddî imkân
sağlamakla beraber prestij ve kuvvet de temin ederler.
Ödül verme ve cebir kullanma kudret ve gücü: Liderin kullandığı araçlarından birisini de diğer
kişileri ödüllendirmek veya cezalandırmak, onlar üzerinde cebir ve kuvvet kullanabilmek
otoritesi yeteneği oluşturur. Ödüllendirme ve cezalandırmanın kişilerde psikolojik değişme ve
davranış uyumu veya uyumsuzluğu sağladığı bilinmektedir. (Bu bilgiler hakkında bk. Kenneth J.
Gergen-Mary M. Gergen, Social Psychology, Harcourt Brace Jovanrvich, s. 312 ve son; Sulhi
Dönmezer, Sosyoloji s. 301 ve son.) 9 Bak. not 8.
10 La Pierre-Farnsworth, Social Psychology, third edit, 1949, s. 256 ve son.
11 La Pierre-Farnswort, s.g. eser.
12 Zikreden J. Gergen-M. Gergen, s. g. ecer, s. 325.
13 Task Oriented.
14 Relationship Oriented.
15-16 8 No.lu nota bak.
17 Sulhi Dönmez.tr, Sosyoloji, s. 296 ve son.
18 La Pierre-Famsuıorth, s.g. eser s. 256 ve son.
19 David Kipnis, The Powerholclers, Chicago University Press 1976.
20 Hollander, Competence, Status and Idiosyncracy Credit (Psychological Review, 1958;
zikreden J. Gergen-M. Gergen, s. 8. eser).
Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 22, Cilt: VIII, Kasım 1991
113
ATATÜRK'TE "GENÇLİK" KAVRAMI ve
ATATÜRKÇÜ GENÇLİĞİN NİTELİKLERİ
Atatürk’ü yücelten önemli bir yönü de toplumumuzda gençliğe verdiği değerdir. Memleketin
geleceğini oluşturan “gençlik” kavramı, Atatürk’te en güzel anlamını bulmuş, en yüce değer
yargısına erişmiştir. Büyük Adam, daha Millî Mücadele’nin başından itibaren köhnemiş fikirlere,
milleti geriye götürmek isteyenlere karşı, yegâne çarenin gençlikte ve genç fikirlerde olduğunu
görmüş, çağdaş zihniyetle yetişecek kuşakların, gelecekte eserini daha da geliştireceğini, onu her
türlü tehlikeden koruyarak ebediyen yaşatacağını hissetmişti. Onun içindir ki Atatürk, Türkiye
Cumhuriyeti’ni kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, Millî Mücadele’yi başlatmak
üzere Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs tarihini “Gençlik ve Spor
Bayramı” olarak Türk gençliğine mal etmiştir.
Gençlik kavramı, biyolojik anlamda kullanıldığı zaman şüphesiz ki belli bir yaş dönemini ifade
eder. Bu dönem genellikle gençlikle, gençliğin yetişme devresinin iç içe olduğu çok kıymetli bir
safhadır. Atatürk de gençliğin yetişmekte olduğu bu devreye çok önem vermiş, Türk gençliğinin
bu devrede Cumhuriyet’i yaşatacak bir ruhla beraber, mesleklerinde de iyi yetişmelerini ısrarla
istemiştir. Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki Atatürk’te gençlik kavramı, genel anlamda, bu
biyolojik dönemi kapsamakla beraber zaman zaman yaş sınırlarını aşarak, fikrî bir anlam
kazanmakta, bir diğer ifade ile fikrin yeniliği ile el ele gitmektedir. Atatürk’ün “Genç fikirli
demek, doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir”1 sözü bu anlamda kullanılmıştır.
42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını gerçekleştiren, 48
yaşında Arap harfleri yerine yeni Türk harflerini koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği,
ruhundaki enerji tazeliği sebebiyle yaşamının her çağında genç idi. O’na göre genç olmanın
ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında koyduğu ilkelere, başardığı inkılâplara inanç ve bağlılık
idi. Onun içindir ki kendisi: “Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve ideolojisini
benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz
ihtiyar, yetmiş yaşında bir idealist ise zinde bir gençtir” 2 diyordu. Bu bakımdan Atatürk’ün “Ey
Türk gençliği” hitabında bir anlamda yaş sınırlarını aşarak bir fikir gençliği, bir ideal gençliği
aramak, bu gençliği görmek, bu gençliği düşünmek lâzımdır. Çünkü Atatürk’e göre, ancak ilke
ve inkılâplarına bağlı bir gençlik, kurduğu rejimin teminatı olabilir.
114
İlkelerine bağlı, çalışkan ve vatansever bir gençlik, Atatürk’ün ideali idi. “Gençler! Benim
gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni
anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum”3 derken Türk gençliğine
olan sarsılmaz güvenini dile getiriyordu. Bu bakımdan gençlerimiz Atatürk’ü gerçek anlamıyla
kavramak, onun istediği, ona layık evlâtlar olmaya çalışmalıdır. Esasen kendisi: “Beni görmek
demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve
hissediyorsanız, bu kâfidir”4 demişti. Bu sebeple gençler için Atatürk’ü tanımak; ancak onun
fikirlerini, düşüncelerini ve duygularını gerçekten iyi bilmek ve bunları benimsemekle
mümkündür.
Atatürk bize, memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında dogmalara
kapılmaksızın, aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden gerçekçi bir ideoloji bıraktı. Atatürkçülük
adını verdiğimiz bu ideolojiye sarılmalı, Türk gençliği olarak onu söz halinden eser haline
getirmeliyiz. Çünkü, O’nun gençlere bıraktığı Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan
sıyrılmış, akılcı bir dünya görüşüdür. Genç kuşaklara aklın ve mantığın yollarını açan bu
gerçekçi görüş, bugünün olduğu kadar yarının da gereklerine cevap veren, kendisini daima
yenileyen çağdaş bir görüşü simgeler.
Atatürkçü görüşte Atatürk ilke ve inkılâpları Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine en kısa
zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Türk gençliğine
hedef olarak gösterilen Atatürkçülük, daima ileriye, daima doğruya, daima faydalıya yönelmek,
çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında daimî bir atılımın, daimî bir gelişmenin içinde
olmaktır. Ama, bu atılım, bu gelişme kaynağından uzaklaşmayacak, bu gelişmeye yön veren
Atatürkçü fikir kaybolmayacak, Atatürkçü görüş saptırılmayacaktır.
Gençler unutmamalıdır ki Cumhuriyet Türkiye’si Atatürk’ün görüşleri üzerine kurulmuştur.
Mesut ve kuvvetli bir Türkiye ideali, Türk gençliğinin Atatürkçü düşünce ile yoğrulmasına ve bu
düşüncenin kuşaktan kuşağa inançla devredilmesine bağlı bulunmaktadır. Esasen kendisi: “îki
Mustafa Kemal vardır. Biri ben fanî Mustafa Kemal, diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa
Kemal’ler idealidir” 5 demişti. Bu idealin gerçekleşmesinde bugün gençlere düşen görev ve
sorumluluk, Atatürkçü düşünceye sarsılmaz bir inançla bağlanmak, Atatürk’ün ilke ve
inkılâplarına bütünüyle sahip çıkmak ve onları ebediyen yaşatmaktır. Türk gençliği için
Atatürkçülük, gerçek Atatürk sevgisi, bu olmalıdır.
Atatürk’e göre gençlik, millî şuura sahip ve modern kültürlü olarak yetişmelidir. Gençlerin
sağlam ve olumlu bir karakter taşımaları bilhassa önemlidir. Atatürk’e göre gençler, almakta
oldukları eğitim ve kültür ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli
sembolü olacaklardır. Gençler çağdaş eğitim ve öğretim içinde yetişecekler, müspet ilmin
ışıklarıyla donanacaklardır.
Atatürkçülükte vatanın bütün ümit ve istikbali genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.
Zira Cumhuriyeti yükseltecek ve devam ettirecek olan, gençlerdir. Bu sebepledir ki Türk
istiklâlini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek koruma görevi onlara emanet edilmiştir.
Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik, ayrı ayrı idealler peşinde koşan, bölünmüş ve
parçalanmış bir gençlik değildir. Aksine, bütünüyle Türk milletinin müşterek eğilimlerini temsil
eden, Atatürkçülük dışında hiçbir yabancı akımın, hiçbir yabancı ideolojinin esiri olmayan bir
gençliktir. O gençlik ki memleketin geleceğini çizecek, yarınki Türk toplumunun temellerini
daha da sağlamlaştıracaktır. Bunun içindir ki Türk gençliği bir fikir gençliği, bir inanç gençliği,
bir ideal gençliği oluşturmalıdır.
115
Atatürk, gençliğin bu niteliklerle, bu duygularla yetişmesinde, bu kutsal ödevi yerine getirme
şerefini özellikle Cumhuriyet öğretmenlerine bırakmıştı. Şu sözleri bu bakımdan büyük değer
taşımaktadır: “Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yükseltmek, milletimizin
her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve
olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın
kuvvetlerin arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar.”6
Büyük Adam, yine 1937 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşmamız için gerekli yolları göstermiş, memleket davalarının ideolojisini anlayacak,
anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumların yaratılması üzerinde durmuş ve sözlerini
şu cümle ile tamamlamıştı: “İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk
milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza
düşen başlıca vazifedir.”7
Atatürk’ün bu sözlerini asla unutmamalıyız. Onun ideallerini kendi mevcudiyetimiz için hararetle
müdafaa etmeli ve yerine getirmeye çalışmalıyız. Gençlerimiz ve her gelecek kuşak bilmelidir ki
bu kutsal vatan, bu vatanda kurduğumuz Cumhuriyet yönetimi çok büyük fedakârlıklarla
kazanılmıştır. Bu büyük başarının arkasında -bize bugünü rahat teneffüs imkânı veren- binlerce
şehidin, binlerce gazinin harcı olduğu unutulmamalıdır. Sınırları Atatürk ve Atatürkçüler
tarafından çizilen bu topraklarda, onların idealine ters düşen hiçbir akım yeşermek imkânı
bulmamalıdır, bulamamalıdır. Gerçek şudur ki, bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk ekmiş,
gelişmesini ve korunmasını bize bırakmıştır. Bu bakımdan, gençliği yetiştirmekle görevli Türk
öğretmeninden defalarca istediği ve Prof. Şemsettin Günaltay’a bir çalışma esnasında söylediği:
“Hocasın, profesörsün! İsterim ki daima idealimi gençlere telkin edesiniz ve daima korumak
hususunda çalışasınız!” 8 sözleri Cumhuriyet çocuğu her Türk öğretmenine -gençliğin
yetiştirilmesi hususunda- Atatürk’ün bir vasiyeti kabul edilmelidir.
1 Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan: Utkan Kocatürk, 3. Basım 1984, s. 76.
2 a.g.e., s. 165.
3 a.g.e., s. 164-165.
4 a.g.e., s. 342.
5 a.g.e., s. 342.
6 a.g.e., s. 105.
7 a.g.e., s. 178.
8 a.g.e., s. 107.
Prof. Dr. Utkan Kocatürk *
* Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Eski Başkan Vekili ve Atatürk Araştırma
Merkezi Eski Başkanı
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 4, Cilt: II, Kasım 1985
116
Sivas Kız Lisesi'nden çıkarken. (20 Kasım 1930)
ATATÜRK'TE DEVLET ADAMLIĞI
DUYARLILIĞI
Parlak bir geçmişe dayanan milletlerin, tarihleri boyunca, yüksek yetenekli siyaset ve devlet
adamları ya da üstün nitelikli askerler yetiştirdikleri oldukça sık görülen bir olaydır. Türk Milleti
de, bu bakımdan, seçkin bir örnek oluşturur. Fakat, toplumların çok değişik alanlarını kapsayan
hayatlarında, asker ve devlet adamlığı nitelik ve yeteneklerini, hele köklü reformları
gerçekleştirme başarısını bir bütün olarak, kendi kişiliğinde toplamış bulunan çok yönlü liderin
varlığına pek az rastlanır. Atatürk, dünya tarihinde, bu müstesna kişilerden biridir. Hele, Milli
tarihimizde, “Tek” insandır.
Atatürk, Türk bağımsızlık savaşının askeri lideri olduğu kadar, siyasi lideridir ve sadece bizim
gözümüzde değil, dünya kamuoyunca da “Çağdaş Türk Devleti’nin Kurucusu”dur.
Genç yaşından beri, askerlik yönünden olduğu kadar, toplum yaşamının siyasal, sosyal,
ekonomik ve kültürel koşulları bakımından da kendini bunalımlı bir ortamda bulmuş;
İmparatorluğun hemen her köşesine uzanan askerlik hayatı, O’nu çökmekte olan bir devletin iç
ve dış sorunları ile yüzyüze getirmiştir. Uyanık ve araştırıcı zekası O’nu ülke sorunlarına çözüm
bulmaya yöneltmiştir. Hatta, bir ara, kendisini aktif politikanın içinde bulmuş; fakat, kısa
zamanda sıyrılmayı başarmıştır. Bununla beraber yüksek komuta kademelerinde bulunduğu
dönemlerde, siyaset ve stratejinin iç içe oluşu nedeni ile, Osmanlı Hükümeti’ni ve kamuoyunu
uyarıcı düşünce ve önerilerini açıklamaktan da geri kalmamıştır.
Özellikle Millî Kurtuluş Savaşı ve sonrası Onun devlet adamlığı vasıflarının bütün parlaklığıyla
ortaya çıktığı dönemdir. Birbirine yol veren bu vasıfları içerisinde en barizi,
“İnsanları iyi tanıması ve kimi nerede, nasıl görevlendireceğini bilmesidir”.
117
Milli Mücadelemizin zaferle sonuçlanmasından sonra barış görüşmelerinde Türkiye’yi kimin
temsil edeceği sorun olmuştu. Kamuoyunun beklentilerine göre en güçlü aday Rauf Orbay’dır.
Rauf Orbay’da bu konuda isteklidir. Ancak Atatürk, “Başmurahhas” olarak Rauf Orbay’ı değil,
İsmet İnönü’yü Lozan’a gönderdi. Herkeste bir sükut-u hayal!
Atatürk der ki; “Siz, İsmet Paşa’yı tanımıyorsunuz. Çünkü ömrü cephede geçti. Ankara’da pek az
müddet kaldı. Tanımaya vakit ve imkan bulamadınız. Bu adam, zekidir, müdebbirdir. Bilhassa
görüş ve tetkik hassası kuvvetlidir. Meselâ içinizden birini, şu masayı devirmeye memur etsem,
iki-üç nihayet dört şekilde devirebilir. İsmet Paşa, bunu sekiz, on şekilde devirmek iktidarına
mâliktir.1 Bir başka Örnek:
T.B.M.M.’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra, asiler Nallıhan’da Kaymakamı balta ile keserek
öldürürler. Ankara üzerine yürümeleri söz konusudur. Mecliste bir tedirginlik havası esmeye
başlar. Meclis üyeleri, hemen Mustafa Kemal’a başvurdular. O da tereddütsüz “Refet Bey’i
gönderelim, başka çaremiz yok. Bu işin hakkından ancak o gelebilir” dedi. Refet Bey, heyecan
ve ümitle uğurlandı. Gitti... Hayret edilecek bir süratle isyanı bastırdı.2
Devlet adamının vasıflarının başında vatan ve millet aşkı gelir. Aşksız adam pörsümeye, aşksız
toplum sönmeye mahkumdur. Tarihte devlet ve toplumların çöküş sebepleri sadece aşkını
kaybetme yüzündendir. Eski Roma ve Abbasiler... Kanuni’den sonraki Osmanlı Devleti ve daha
neler, neler! Aşka en güzel örnek, Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar milletine karşı
duyduğu sonsuz aşktır.
Zaferden sonra bir akşam yemeği yeniyor. Herkesin yüzünde zaferin mutluluğu ve tatlı bir
tebessüm var. Bir ara Ruşen Eşref, Izmir’li bir gencin yazdığı şiiri okuma müsaadesi ister. Şiir,
(işte tarihte yeri) Ordular! Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri! sözleriyle bitmektedir. Herkes şiiri
beğenir. “Yazanı bulduralım”, “Teşvik edelim” diyenler olur. Gözler Mustafa Kemal Paşa’ya
çevrilir. Acaba ne söyleyecektir? Ata, kısık bir sesle düşüncesini açıklar; Bu şiir, hemen baştan
sona benim değersiz varlığımı övüyor, oysa ben övünülecek bir iş yapmadım. Zafer milletindir.
Hepimizindir... Ben sadece sizlerin görüntüsüyüm. Övülmesi gereken millettir. Sakarya’dan
İzmir’e kadar çarıksız koşan yüzbinlerce Mehmet’tir. Bu genç arkadaşımıza deyin ki, bundan
sonra Mustafa Kemal Paya’yı değil, ulu Türk Milleti’ni öv... Çünkü bütün bunları yapan
millettir. Atatürk’e bu sözleri söyleten sonsuz millet aşkı değil midir?
Devlet adamının ana vasıflarından biri, gözü kara olmaktır. Gözü kara olmak, devlet adamının,
inandığı şeyi hayata geçirebilmesi için biricik vasıtadır. Her tedbir alındıktan ve basiret planında
herşey pişirildikten sonra mutlaka cürete, gözü karalığa ihtiyaç vardır. Atatürk, hayatı boyunca
bu vasfını sık sık harekete geçirir.
Erzurum’a geldiğinin beşinci günü makina başına çağrılır. Çağıran doğrudan doğruya padişahtır.
İstanbul’a dönmesi emrediliyor, uzun bir tebdili hava ile istediği yere gidebileceği vaad
ediliyor... Paşa, reddediyor, padişah ısrar ediyor... Konuşma giderek sertleşerek sürüyor.. Geride
bıraktığı köprülerin hepsini yakmış olan Mustafa Kemal’in; “Katiyyen reddediyorum, İstanbul’a
dönmeyeceğim...” demesinden sonra padişah da; “O halde resmi vazifeniz sona ermiştir...”
tebliğini yapar... Paşa, o anda demir bir iradenin, sonsuz bir cesaretin örneğini verir...”Onlar beni
azlediyorlar fakat ben, hem memuriyetimden, hem de canım kadar sevdiğim mesleğimden,
askerlikten de çekiliyorum...” Hemen saraya ve harbiye nezareti’ne istifasını bildirir. Telgrafların
çekilmesinden sonra, en küçük bir tereddüt ve hatta teessür göstermeyerek yanındakilere döner;
“Aziz arkadaşlarım, bu andan itibaren hiçbir resmi sıfat ve memuriyetim yok, bir millet ferdi
olarak ve milletten kuvvet ve kudret alarak vazifeye devam edeceğim” der.3
118
Devlet adamı muhteris olmalı... İhtiras, devlet adamına dinamizm kazandıran güçlü bir etken...
Atatürk’de bir ihtiras adamıdır. Nedir bu ihtiras? Bir Mussolini, bir Hitler’inki gibi milletlerini
uçuruma yuvarlayan sefil bir ihtiras değil, Türk Milleti’ni zafere, başarıya, refaha ve mutluluğa
götüren kutsal bir ihtiras... Tarihin en eski, en uygar milletini devletsiz bırakmama ihtirasıdır.
Kainat üzerinde bulunan bundan daha yüce daha ihtişamlı ne olabilir?
Devlet adamı davasında samimidir. Samimiyet; derin, büyük, katıksız bir samimiyet, büyük
adamların başlıca özelliği... Samimiyetten kasıtımız, samimiyeti kendinden menkûl bir
samimiyet değil... Böyle bir samimiyet, boş bir böbürlenmeden ibaret... Atatürk’ün şahsına
baktığımızda örnek bir samimiyet görürüz. Sakarya Meydan Muharebesi öncesi cepheye hareket
eder. Çevreye hakim olan Karadağ’a çıkar. Amacı, düşmanın izlemesi muhtemel hücum yönünü
görmek... Bir sigara yakıp atına biner. Hayvan, kibritinin alevinden ürkerek geri tepince Mustafa
Kemal şiddetle yere düşer... Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştır; bir an için ciğerlerini
sıkıştırarak nefes almasına ve konuşmasına engel olur. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde
uyarır: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer”. Mustafa Kemal, “Savaş bitsin, o zaman
iyileşirim. Bu, Tanrının bir işaretidir. Kemiğim nasıl kırıldı ise, düşmanın mukavemeti de aynı
yerde kırılacaktır” deyip orduya başkasının komuta etmesi tekliflerini geri çevirir. Ve o halde
Sakarya Meydan Muharebesi’nde Türk ordusuna komuta eder.4
Devlet adamı çok güzel konuşmasını bildiği kadar dinlemesini de bilir... Atatürk, çevresindekileri
davaya inandırmaya çalışırken sürekli konuşan biridir. Halbuki O, konuştuğu kadar dinlemesini
de bilir. O’na sorarlar; Kuvvetinizin sırrı nedir? “Durur dinlerim” der. Sonra tekrar eder;
“Dinlerim” ve susar.
Zamanı en iyi kullanmak, her zaman kararlı olmak, herşeyi yerinde ve zamanında yapmak,
inandığı davadan ödün vermemek Atatürk’ün en karakteristik özelliklerindendir.
Harf inkılâbı çalışmaları başlamış ve bir de komisyon kurulmuştur. Başbakan İsmet Paşa da dahil
olmak üzere herkes, bu işin gerçekleşmesi için yedi yıllık bir geçiş süresine ihtiyaç olduğu
kanaatindedir. Büyük inkılâpçı süreyi tayin eder. 3 ay.5 Daha süre dolmadan yeni Türk Alfabesi
yurdun her tarafında kullanılmaya başlanır.
Uzakgörüşlülük, tarihe yön veren devlet adamlarının altın vasıflarındandır. Atatürk, çevresindeki
dünyayı, o kendine özgü derin bakışıyla izlerken, ilerde neler olacağını bütün açıklığıyla
görmüştür. 1932 yılında kendisiyle görüşen Amerikalı General Mac. Arthur’la yaptığı uzun
konuşmalarda, geleceği adeta bir kahin gibi önceden bilerek söylemişti. 1932 yılındaki bu
görüşme sırasında Atatürk’ün şu değerlendirmeyi yaptığını görüyoruz. “Almanya kısa sürede
büyük bir ordu meydana getirebilecek ve Rusya hariç, bütün Avrupa’yı işgal edebilecek
kabiliyettedir. Fransa büyük bir askeri güç oluşturmak yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere, artık
adaların savunması bakımından Fransa’yı hesaba katmaz... İtalya’nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü
oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya’nın bir askeri güç olmaktan çok uzak olduğu
gerçeğini hemen ortaya koyacaktır... Amerika, tarafsız kalmayacak ve Almanya, Amerika’nın
savaşa katılması sonucu yenilecektir. Eğer Avrupa devlet adamları ulusal alandaki bencil ve
bölücü duygularını bir kenara atmazlarsa; temel siyasal sorunu, tüm Avrupa’nın yararına olmak
üzere, içtenlikle, kararlılıkla çözüme bağlamaya çalışmazlarsa; korkarım ki yeni bir felaketten
kaçınmak imkansız olacaktır.... Bugün, medeniyeti, hatta bütün insanlığı tehdit eder şekilde,
Doğuda yeni bir güç ortaya çıkmıştır. Bu güç, maddi ve manevi bütün kaynaklarını bir dünya
ihtilali için seferber ettikten başka; Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından henüz bilinmeyen
yöntemler de uyguluyor... Avrupa’da patlayacak savaşta zaferi kazanacak olan, İngiltere ile
Fransa veya Almanya değil; fakat Bolşevik Rusya olacaktır.” Ve öyle olmuştur.6
119
O, tarihte pek çok devlet adamının yakasını bırakmayan, bizde de Enver Paşa’da somutlaşan
maceraperestlik hastalığından da pek uzaktı. Bu yüzden, hesapsız ve lüzumsuz bir tek Türk’ün
hayatını tehlikeye sokmamak davasından sonuna kadar şaşmamıştır. Bir gün, Edirne’ye kadar
gittiniz, Selanik bir kurşun ötesiydi, doğduğunuz yeri alamaz mıydınız? diye sordular. Atatürk;
sokaklarında çember çevirdiğim, aşık oynadığım ve ölülerimin yattığı güzel Selanik’i nasıl almak
istemezdim. Biz, İstiklâl harbini yaptığımız günlerde kavak ağacına benziyorduk. Biliyorsunuz,
kavak kökleri satıhta, toprağa yakındır. Ya düvel-i muazzama bir daha geriye dönüş bizimle
uğraşmaya kalksaydı belki Anadolu’da tehlikeye düşerdi. Ben o zaman hissimi değil aklımı
kullandım, demiştir.7
Ömrünün sonlarında Hatay meselesi yüzünden uykusuz ve sinirliydi. Bir gün bir arkadaşı, paşam
niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz. Bir Tümen yollasanız Hatay’ı alırsınız.
Fransızlar Suriye’nin bir sancağı için sizinle muharebe mi edecekler, dedi. Öfke ve siniri dalga
gibi dinerek sesi yavaşladı. Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam Hatay’ı alabiliriz.
Fakat bu durum Fransızların haysiyetlerine dokunupta karşı koyacakları tutarsa! Sual sorana
dönerek, Ben bir sancak için altmış şu kadar Türk vilayetini tehlikeye sokamam. Böyle olduğu
için M. Kemal Atatürk kurtardığı vatanına yeni topraklar katarak ölmüştür. Halbuki Hitler, kül
yığınları haline gelen vatanın bir harabesinde düşmana esir olmamak için kendini öldürmek
zorunda kalmıştır.
O, devlet adamlarının söz ve davranışlarında dikkatli olmaları gerektiğini, devletin şeref ve
haysiyetini kollamaları lüzumunu inançla uygulamıştır. Yalnız kendi ülkesinin değil, karşısındaki
ülkelerin de bu değerlerini saygıyla korumuştur.
Barış savaşçısı büyük Atatürk, Başkumandanlık zaferinin sabahı, yaveri Muzaffer Kılıç’la harp
meydanım gezerken gördüğü manzaradan son derece müteessir olmuştu. Yaverine, “şu gördüğün
manzara insanlığın yüzünü kızartacak bir şeydir. Fakat bunu biz yapmadık, bizi mecbur ettiler,
demiş ve biraz sonra yerde gördüğü bir Yunan bayrağını işaret ederek, “Bunu derhal kaldırınız,
Bir milletin istiklâl alameti yerde sürünemez” emrini vermiştir.
Onu çok yakından tanıyan Başkanlık ettiği Millet Meclisinde bulunan, riyaset ettiği hükümette
bulunan, sofrasında, seyahatlerinde bulunan H. Suphi yalnız kendi nesli için değil, birbirini takip
edecek nesiller için de koskoca bir manevî servet ve koskoca maddî bir sermaye olarak gördüğü
ve bizzat Atatürk’ün yüksek şahsında müşahede ettiği devlet adamlığı vasıflarını şöyle
sıralamıştır.
- Kıymetleri tanımak ve kıymetleri yerinde kullanmak,
- Sevmek ve sevindirmek,
- İnanmak ve inandırmak,
- Başkalarım yenmek için evvela kendini yenebilmek,
- Bitmez, tükenmez bir sabır,
- Takip fikri,
- Hitabet kabiliyeti,
120
- Kuvvetli hafıza, yani temas ettiğimiz adamları unutmamak, başlanılan işleri unutmamak,
mazinin ihtarlarını unutmamak,
- Seziş kabiliyeti,
- Verilen sözü tutmak,
- Meslekî bilgiyi devamlı artırmak,
- Kararlı olmak,
- İstikbalde elde edilecek zaferi, günün geçici zaferlerine tercih etmek.8
Son söz olarak şunu söylemek istiyorum;
Hemen eşiğinde bulunduğumuz şu yeni dönemde, 21. yüzyılda kendi ulusumuzu olduğu kadar
diğer ulusları da idare etmeye talip olan devlet adamları o imkansızlıklar ve pek güç şartlar
altında Atatürk’ün yaptıklarını hatırlamalıdırlar. Eminim ki hem biz hem de diğer dünya
milletleri barış ve mutluluğun sırrına bu sayede ereceklerdir.
Bu vesileyle, Cumhuriyetin temelini biz burada attık dediği Sivas’ta bu büyük insanı bir defa
daha minnet ve şükranla anıyorum.
1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, İst. 1955, s. 85.
2 Niyazi Ahmet Banoğlu, A.g.e., s. 85.
3 Mazhar Müfid Kansu,4 Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, T.T.K.Yay.,
Ank. 1966, s. 38.
4 F. Rıfkı Atay, Çankaya, Batış Yay., 1st. 1984, s. 292.
5 F. Rıfkı Atay, A.g.e., s. 563.
6 “Atatürk ve Mac. Arthur”, Yeni Forum, S. 324, s. 39. The Caucasus Dergisi’nden çev.: Murat
Aygen.
7 Şükrü Elçin, “Hissimi Değil Aklımı Kullandım”, Türk Kültürü, Yıl XXX, S. 346, s. 91.
8 “Devlet Adamının Esas Vasıflan”, Türk Yurdu Dergisi, Mart 1955, Sayı 242, s. 649-652.
Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 35, Cilt: XII, Temmuz 1996
121
GERÇEKÇİ ATATÜRK
I. GİRİŞ
Çağımızın başarı ile sonuçlanmış ilk ulusal bağımsızlık hareketi olan Türk Bağımsızlık
Savaşı’nın Ulu Öderi Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), hiç kuşkusuz, ulusal ve evrensel
nitelikli büyük bir liderdir. Bu değerlendirmede yalnız olmadığını için mutluyum. Çünkü; birçok
otorite bu görüşü paylaşır. Örneğin; tanınmış İngiliz tarihçi Lord Kinross, Atatürk ile ilgili
kanısını şu kesin ifade ile belirtir: “... Kemal Atatürk’ün çağımızın en büyük adamlarından biri
olduğu hakkında en ufak bir kuşkum yoktur..?”1. Türkiye ve Atatürk ile ilgili incelemeleri ile
tanınan Amerikalı bilim adamı Prof. Dr. Dankwart Rustow ise, Atatürk’ün büyüklüğünü şöyle
tanımlar: “... Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümünde Kemal’in
oynadığı rol, Weber’ce (Max Weber) bir terimle, çok kez karizmatik olarak anılan türdendir. Bir
karizmatik lider, izleyicilerinin gözünde normal insan değer ölçülerini aşan ve onların yararına
mucizeler yaratma yeteneğinde olan bir kişidir... Kemal’in büyüklüğü ülkesinin savunucusu,
Cumhuriyet’in kurucusu ve köklü reformcu, olarak, üçlü başarısında yatar...”2.
Yukarıdaki değerlendirmelerin ortaya koyduğu doğal sonuç, Kemal Atatürk’ün üstün nitelikli bir
lider olduğudur. Çünkü; liderlik, en geniş kapsamı ile, toplumları sevk ve idare sanatıdır.
Dünya literatüründe yer alan liderleri simgeleyen değişik sayı ve özellikte birçok nitelik göze
çarpar. “Gerçekçilik”in de dahil bulunduğu bu nitelikler sayesinde, liderler, “Liderlik
Prensipleri” olarak bilinen kavram ve kuralları yerinde ve zamanında kullanmasını başarırlar.
Atatürk, çok yönlü tarihî kişiliği içinde, her şeyden önce, meslekten yetişmiş bir asker olarak,
Askerlik Sanatı’nı ve bunun en önemli unsuru olan Savaş Prensipleri’i kavramış, yerinde ve
zamanında uygulamasını bilmiş yüksek bir strateji, usta bir taktikçi, insan gücü ve lojistik
konularında büyük bir teşkilâtçı olduğunu kanıtlamış seçkin bir komutan, daha özgün bir deyişle
“askerî deha sahibi” bir önderdir. Bu görüşü vurgulamak için, hiç değilse, iki örnek vermek
isterim. I. Dünya Savaşı’nda (1914-1918) Çanakkale Muharebeleri (1915) ile ilgili olarak bir
Avustralyalı yazarın Gelibolu adlı eserinde şu dikkate değer satırları görüyoruz: “... Çanakkale
Harekâtı’ın başlangıcı, Entente (İtilâf) devletleri bakımından seferin en acı olayıdır. Çünkü; ilk
çıkarma anında (25 Nisan 1915 sabahı) bölgede deha sahibi genç bir komutan (Mustafa Kemal)
122
hazır bulunuyordu. Bu komutan olmasaydı, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar (ANZAK
Kolordusu) Conk Bayırı’ra pekâlâ o sabah ele geçirebilirler ve Çanakkale Harekâtı’nın kaderini
daha o zaman ve o yerde tayin edebilirlerdi...”3.
Atatürk, askerî dehasını kısa sürede siyasal dehaya dönüştürebilen nadir liderlerden biridir. Bu
gerçeği, Lord Kinross şöyle dile getirir: “... Atatürk, her şeyden önce, büyük bir askerdi; fakat,
zamanla büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin bize anlattığı pek çok büyük “askerler ve büyük
adamların yanında, bu iki özelliği kendinde toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek
görülür kişilerdendir. O, büyük bir asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan, savaş adamı; öte
yandan da, barış adamıdır. İçindeki büyük askerî deha, ulusunu çökmekten kurtarmış ve yine,
içindeki devlet adamı özelliği, hayatına ışık saçtığı ulusunun yeniden doğuşunu sağlamıştır...”4.
Bu konuda, sanırım, en yetkili otorite, Atatürk’ün en yakın silah ve devrim arkadaşı olan rahmetli
İsmet İnönü’dür. Kendisi de seçkin bir asker ve devlet adamı olan İsmet İnönü’ye göre, “...
(Atatürk’ün) büyük vasıfları vardır. Karar sahibidir, kararları açıktır ve bir defa karar verdikten
sonra, onu uygulatmak için kişiliği çok etkileyicidir... Bu, bir kumandan için en büyük
niteliklerden biridir. Askerî vasıfları hakikaten yüksektir. Her millette, her devirde yüksek vasıfta
kumandan sayılır... (Ama) siyasî vasıflarının daha büyük olduğu görülür. Bu ikisi birleşince,
Atatürk’ün kişiliği müstesna bir ölçüye çıkmış oluyor...”5.
Bu giriş bölümünü bitirirken; yazımın asıl bölümüne ışık tutabilir nitelikli bir pasajdan
yararlanmak isterim: “... Bu büyük basan, insanlarda az rastlanan yetenek birleşimlerinin eseridir.
Atatürk, milletine derin bir sevgi ile bağlı bir vatanseverdi. Yapıcı idi, enerji dolu idi. Olaylar
karşısında kendini çabucak toparlayabilirdi. Yılmak bilmez bir irade ve direnme gücüne sahipti.
Sezgiyi ve mantığı az rastlanır bir yetenekle zihninde bütünleştirebilen bir insandı, ülkesinin
bünyesine ve halkının yaşayış şekline reform getirmek isteyen bir idealistti. Bütün bu yapıcı ve
hayat verici özellikleri arasında bir tanesi, Churchill’de ve o çağda yetişen pek az kişide bulunur.
Bu, “gerçekçilik”tir. Atatürk’ün pratik alandaki başarılarını onun gerçekçiliğine bağlamak
gerekir... Gerçekçilikten çok uzak bir çağda yetişmiş olan Gerçekçi Mustafa Kemal, olmayacak
şeylerin peşinde koşan düşmanı, mantık ve sağduyunun emrettiği gerçeklerle yenerek vatanını
kurtardı ve güvenlik içine aldı...”6.
II. ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİLİĞİ
Ünlü Alman şair ve yazan Johann Wolfgang von Goethe. “... Deha için gerekli ilk ve son şey,
gerçeğe duyulan aşktır...” der7. Bu şair tanımlaması, hiç kuşkusuz, Atatürk’ü de kapsamına alır.
Çünkü; Atatürk, deha sahibidir ve “Gerçek, ne kadar acı olursa olsun, olduğu gibi kabul
edilmelidir” diyecek kadar, gerçeğe tutkundur.
Atatürk’ün gerçekçiliğinde en büyük etken, hiç kuşkusuz, bütün düşünce ve davranışlarına, her
zaman, aklın, bilimin ve sağduyunun önder olmasıdır. Çünkü; Atatürk’e göre, “Akıl ve mantığın
halledemeyeceği mesele yoktur” ve “hayatta en hakikî mürşit ilimdir”. Atatürk’ün sağduyusunu
bir örnekle belirtmeyi tercih ederim. Atatürk Çağı’nın tanınmış yazarlarından Falih Rıfkı Atay’ın
Çankaya adlı eserinde şu öyküyü görüyoruz: 1920lerin başlangıç yıllarında Atatürk, sık sık
İzmir’e girmektedir, Yine böyle bir gezi sırasında, İzmir’de Kordon Boyu’nda kendisine ayrılan
evde, arkadaşları ile yaptığı fikir alışverişi ile ünlü akşam sofrası düzenlenir. Sofra, yoldan
geçenlerin görebileceği bir odadadır. Yoldan geçen halk, pek tabiî, ilgilenir ve merakla seyre
başlar. Bunun üzerine Vali, perdelerin kapatılmasını emreder. Atatürk, bu duruma müdahale
ederek şöyle der: “... Vali Bey, dışarıdaki halk, acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki
içtiğimizden şüphesi yok. Fakat; şimdi, kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı
zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdeleri açtırınız”.
123
Atatürk, bütün yaşamı boyunca, gerçeklere bağlı kalmış; onları, kafasının hayal ettiği veya
gönlünün arzuladığı gibi değil, oldukları gibi görmüştür. Her şeyin yok olmuş gibi göründüğü bir
dönemde, I. Dünya Savaşı’nı hemen izleyen o çöküntü ortamında, Türk Bağımsızlık Savaşı’na
girişmesi, başkalarının sezemediği, gerçekçiliğine dayanır, hayalciliğe değil. Atatürk, bazı
yazarların “kuzum Mustafa, sen deli misin?” diyecek kadar kendisini hafife aldıkları o bunalımlı
dönemde, gölgelerinden bile ürkülen Büyük Devletler’in hükümetlerini değil, kamuoylarını
değerlendiriyor ve savaş yorgunu o kitlelerin, kendileri için hayatî derecede önemli bir durum
olmadıkça, yerlerinden kıpırdamayacaklarını seziyordu. Atatürk’ü müstesna kılan da, bu sezgi
gücü, bu ileri görüşlülüktür.
Evet, Atatürk, tam bir gerçekçi idi. Fakat, hemen belirtmeliyim: Kendisi, olumsuz gerçekler
karşısında asla yılgınlığa kapılmaz; aksine, iradesi daha da bilenir ve gerçek duruma çözüm
bulma yolunda en uygun ve kararlı bir tutuma yönelirdi. Bu önemli noktayı bir örnekle
aydınlatmayı yararlı görüyorum. Bağımsızlık Savaşımızda “Direnme (yıpratma) Safhası”nı
oluşturan 1921 yılında, Türk Batı Cephesi Kuvvetleri, 8-23 Temmuz günlerinde cereyan eden
Kütahya-Eskişehir Muharebeleri sırasında, Eskişehir doğusuna çekilmek zorunda kalır. Beliren
bu kritik durum üzerine, 19 Temmuz 1921’de savaş alanına gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Mustafa Kemal Paşa, durumu yakından inceledikten sonra, ordunun Sakarya Nehri
gerisine çekilmesi emrini verir. Bu, gerçekten, cüretli bir karardır. Çünkü; esasen KütahyaEskişehir Muharebeleri yenilgisi ve Kütahya, Afyon, Eskişehir gibi önemli yerleşme
merkezlerinin kaybedilmesi, ülkede moral gücü sarsmıştır. Şimdi de, Eskişehir doğusu
bölgesinde Sakarya kesimine kadar 100-150 km. çekilmekle, geniş bir yurt parçası daha, bile bile
düşmana bırakılmış oluyordu. Bunun doğal sonucu olarak, ordunun ve halkın morali daha da
bozulabilirdi. Fakat; fiziksel ve ruhsal cesareti kadar, gerçekçi bir karakter sahibi de olan Mustafa
Kemal Paşa, “... askerliğin icaplarına uyalım...” demiş ve bu cüretli karan vermiştir. Aslında bu
karar, gerçekçi ve ileri görüşlü bir komutanın, askerî dehası örneklerle kanıtlanmış bir önderin
sağlam durum muhakemesine dayanıyordu. Atamızın bu durum muhakemesindeki
değerlendirme, eminim, askerlik tarihimizde eşsiz bir örnek teşkil eder. Nitekim, Bağımsızlık
Savaşımızın hayatî önemde bir dönüm noktasını oluşturan Sakarya Meydan Muharebesi (23
Ağustos-13 Eylül)’nin basan ile sonuçlanması, Atatürk’ün kararının doğruluğunu kanıtlar.
Olumsuz durumlarda sükûnet ve itidalini kaybetmeyen Atatürk, zafer sırasında da kişisel
kontrolünü yitirecek bir lider değildir: çünkü, gerçekçiliği, gereğinden fazla coşkuya kapılarak
sağduyudan uzaklaşmasına engeldir. Bu hususu da bir örnekle vurgulamak isterim. Bağımsızlık
Savaşımızın “Kesin Sonuçlu Safhası”nı oluşturan 1922 yılında, 30 Ağustos Başkumandan
Meydan Muharebesi’ni zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal Paşa, takip harekâtı sırasında (31
Ağustos-18 Eylül), Çanakkale Boğazı kesimini tutmakta olan ve Türk Ordusu ile ciddî bir
çatışmaya hiç de istekli görünmeyen, ama durumu kurtarmaya çalışmaktan da geri kalmayan
İngiliz Kuvvetleri ile çarpışmayı göze alarak, daha sert bir tutum izleyebilirdi. Öyle yapmadı.
Sadece, boğazlar doğrultusunda ileri harekete devam ederek, gücünü göstermekle yetindi ve ilk
uzlaşma eğilimini gördüğü zaman, ordularını durdurdu. Çünkü; asıl savaşı, Türk Bağımsızlık
Savaşı’nı kazanmıştı. Amacı, artık, yeni savaşlar peşinde koşmak değil; barışı, “ülkeye uygarlık,
kalkınma ve çağdaşlaşma sağlayacak barışı” kazanmaktı, kazandı da... Atatürk’ün bu tutumunda
gerçekçi ve caydırıcı bir strateji ve devlet adamım hâkim kişiliği göze çarpar. Bu hâkim kişiliği,
tanınmış İngiliz tarihçi Bemard Lewis’in şu değerlendirmesinde belirgin şekilde görebiliriz. “...
(Lozan Antlaşması ile) Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın yenilmiş devletleri arasında tek olarak,
kendi perişanlığından ayağa kalkmayı başardı ve galipler tarafından kendisine dikte edilen barışı
reddederek, kendi şartlarının kabulünü sağladı.... Askerî savaş kazanılmıştı. Milliyetçiler’in
siyasal programı başarılmış, uluslararası bir antlaşma ile kabul edilmişti. Bundan sonra ne
yapmalı idi? Mustafa Kemal, gerçek büyüklüğünü, işte bu soruya verdiği cevapta göstermiştir.
Bu nokta, Türk gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal ile Enver Paşa arasındaki bir
124
karşılaştırmasında iyi belirtilmiştir: “Enver’in niteliği cüret, Mustafa Kemal’in niteliği ise uzak
görüşlülüktü. Mustafa Kemal, 1914’te, Harbiye Nazırı olsaydı, Devlet’i I. Dünya Savaşı’na
sokmazdı. 1922’de Enver Paşa İzmir’e girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üstüne yürür,
kazanılanı da kaybederdi”. Cidden, o zaman, bir savaş kahramanını baştan çıkarabilecek birçok
çekici şey vardı... 1923’te, zaferi sırasında, bir komutanı daha çok şan ve şeref aramaya veya bir
milliyetçi liderde yeni ihtiraslar uyandırabilecek birçok fırsat mevcuttu. O, bunların hepsini
reddetti ve kahramanlar arasında pek az görülen gerçekçilik, kendini tutabilme ve ılımlılık ile bu
çeşit sarhoşça maceralara karşı halkını uyardı...”8.
Atatürk’ün gerçekçiliği ile ilgili olarak, bir başka İngiliz yazar da benzer görüşler taşıyor.
Ülkemizde sekiz yılı aşkın bir süre ile aramızda yaşayarak bizi oldukça yakından tanımak
fırsatını bulmuş olan gazeteci-yazar David Hotham’a göre; “... Bütün milletlerin büyük adamları
vardır; fakat. Atatürk’ün eşsiz kişiliğine benzer bir varlığın başka bir yerde bulunduğundan
kuşkuluyum. O, ebedî Önderdir... Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı sonundaki karmaşık ortama
tam zamanında müdahale eden bir devdi ve Türkiye’nin alınyazısını tam anlamıyla değiştirdi...
Morali bozulmuş ve parçalanmış ülkesine bağımsızlık ve gururunu yeniden kazandıracak şekilde,
askerî yenilgiyi zafere dönüştürdü. Temelde başarılı bir komutandı. Sonraları giriştiği bütün
hareketler başarıya ulaştı. Çünkü; ordu bütünü ile arkasında idi... (Atatürk) toprak işgal etmek
veya diğer ülkelere saldırmak gibi hiçbir girişimde bulunmadı. İstanbul’u ve Boğazları’nı da
kapsayacak şekilde Türkiye’nin yeni sınırlarını tespit ettikten sonra, bununla yetindi. Bu
bakımdan, erişilmez bir gerçekçi idi...”9.
Atatürk, hiçbir zaman hayalci olmamış, hayal peşinde koşmamıştır. Bununla beraber; sağlam
kararlara varabilmek için, durum değerlendirmelerinde her ihtimal üzerinde dururdu; bu da
hayalen zengin olmayı gerektirir.
Ata’mız, “hayatın gerçekleri”ne tutkundur; şu sözleri bunu kanıtlar “... Biz ilhamımızı gökten ve
gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde
yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve
ızdırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir...”10. Bununla beraber; burada, bir
nokta üzerinde durmalıyım. Atatürk, realist olduğu kadar, idealisttir de. Uğrunda hayatın bile
feda edilebileceği değerlerin varlığına inanır. Ulusumuzu egemenliğe ve bağımsızlığa kavuşturan
Bağımsızlık Savaşımıza girişmesi bu inançtan kaynaklanır. O’nun idealizminin özünde medenî
cesaret ve özveri önde gelen niteliklerdir. Bu hususu bir örnekle vurgulamak isterim. Yıl 1919,
Atatürk (Mustafa Kemal Paşa olarak) Sivas’tadır. Sivas Kongresi (4-11 Eylül)nin sona erişinden
sonra, 20 Eylül’de, şehre bir Amerikan heyeti gelir; heyet başkanı, tecrübeli bir asker olarak
bilinen Tümgeneral James G. Harbord’tır; ABD Başkanı Woodraw Wilson tarafından “Doğu
Anadolu’daki durumu ve Ermenistan Sorununu incelemek” ile görevlendirilen heyet başkanı
Harbord aynı gün (20 Eylül) Mustafa Kemal Paşa ile görüşür: “... Kemal, sıtmadan rahatsız
bulunuyor ve yorgun görünüyordu. Fakat; iki buçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve
rahatlıkla konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürdü... Harbord, ‘şimdi ne
yapmak niyetindesiniz?’ diye sordu. Konuşmaları sırasında; Mustafa Kemal, ince parmakları
arasında çevirdiği bir tespihle oynamakta idi. Bu anda, sinirli bir hareketle, tespihin sicimini
koparmıştı. Taneler yere düşüp dağıldı. Kemal, taneleri teker teker topladı ve bunun, General’in
sorusuna cevap olduğunu söyledi. Böylece; memleketin dağılmış parçalarını bir araya getirmek,
çeşitli düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet yaratmak isteğini belirtmiş
oluyordu. Harbord, ‘bu türlü bir umudun ne mantığa, ne de askerî gerçeklere uyduğunu’ söyledi.
‘Birtakım insanların kendi canlarına kıydıklarını biliyoruz. Şimdi de, bir milletin intiharına mı
şahit olacağız?’ Mustafa Kemal, ‘söylediğiniz doğrudur, General’ dedi. ‘İçinde bulunduğumuz
durumda, yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan izah edilebilir.
Fakat; her şeye rağmen yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan
125
gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu.’ Avucu yukarıya doğru dönük olarak, elini masanın
üzerine koydu. ‘Başaramazsak’ diye devam etti, ‘bir kuş gibi düşmanın avucunun içine düşecek
ve ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde konuştuğu sırada parmaklarını yavaş yavaş
kapatıyordu Atalarımızın çocukları olarak, döğüşerek ölmeyi tercih ederiz’. Önünde, yumruğu
tamamen kapanmıştı. Mustafa Kemal’in kararlılığı, yılmazlığı Harbord’u etki altında bırakmıştı.
‘Her şeyi hesaba katmıştım, fakat bunu değil’ dedi. Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi
yapardık.”11.
Atatürk, stratejinin “amaç ve araç arasında dengeli bir uyum sağlanması” kuralını siyaset
hayatında da geçerli kılmış ve gerek iç, gerek dış siyasetinde tam bir gerçekçi olduğunu ortaya
koymuştur. Bu bakımdan, Osmanlı yönetimini eleştirerek “... iç siyasetlerini dış siyasetlerine
göre düzenlemek zorunda kaldıklarını” belirtir ve “halbuki, gerçek, bunun tersi olmalıdır; yani,
dış siyaset, iç siyasetin dayanabileceği ölçüde yürütülmelidir....” der.
Atatürk’ün gerçekçiliğe verdiği önem, şu sözlerinde açıkça yansır: “... Milleti aklımızın
ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak
geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, âdi politikacılar gibi, yalancı vaatlerde
bulunmaktan nefret ederiz”12.
Atatürk’ün Gerçekçiliğinde “özeleştiri”, dikkate değer bir ölçüdedir. Bu konuda da bir örnek
vermek isterim. Çağdaşlaşma ve bunun kesin gereği olan sosyo-ekonomik kalkınma çabaları,
Atatürk’ün büyük tutkularıdır. Bu alandaki çalışmalarını durup dinlenmeksizin sürdürür ve
çalışma arkadaşlarını kesintisiz yönlendirir, özendirir, destekler ve gerekirse zorlardı. Bu arada,
Türk İnkılâbım gerçekleştirme yolundaki reform hareketlerinin akışını yakından izlemek üzere
sık sık yurt gezilerine çıkardı. Büyük Millet Meclisi Gizli Zabıtlarında bulunan bir örneğe göre;
1930 yılındaki bir yurt gezisinde, kendi sözleri ile “... Çankaya Köşkü’nün sıcak ve rahat
koltuklarına dönüşünde” Atatürk, çevresindekilere şu hikâyeyi anlatır: “... Biz Harbiye’de (Harp
Okulu) öğrenci iken, Okul’un sobaları yanmazdı. Bütün kış titreşir dururduk. Nihayet, bir gün,
arkadaşlar, beni (ve bir iki arkadaşı) Müdür’e çıkmak için seçtiler. Müdür, Zülüflü İsmail Paşa
adında bir saray adamı idi. Müsaade aldık, huzura çıktık; önce Padişah’a, sonra Müdür’e
dualarımızı sunduk. Nihayet, maksada geldik: Meseleyi anlatmak istedik. Fakat (ne mümkün!),
müdür, daha ilk cümlelerde kükredi, ‘ne soğuğu be nankörler. Padişah nimeti gözünüze dizinize
dursun; görmüyor musunuz? sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan!’ Gerçekten,
Müdür’ün sobaları gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu; sıcaktan göğsünü
bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu
Çankaya köşkünde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi, kendimizi aldatıyoruz.” Görülüyor
ki; Atatürk, tam bir gerçekçidir, hatta klasik ölçüleri aşarak özeleştiriden çekinmeyen uygar ruhlu
bir gerçekçi. Bu bakımdan, elbette, daha da yücelir. Bununla beraber; burada, bir noktaya hemen
açıklık getirmeliyim. Atatürk, gerçekleri sadece görmek veya sezmek ile; ya da, gerekiyorsa
özeleştiride bulunmakla kalmaz; olayları derinlemesine inceleyip her yönü ile kavrayarak,
gördüğü aksaklıkları giderici, muhtemel bozuklukları önleyici tedbirleri sorumlulara bildirir, bu
önlemlerin uygulanmasını ve sonuçlarını kontrol eder veya ettirirdi. Bu bakımdan, tam bir
“pragmatist”, diğer bir deyişle “çare bulma ve sonuca varma adamı” idi.
III. SONUÇ
Sonuç olarak diyebilirim ki; çok yönlü tarihî kişiliği, ulusal yaşamımıza ışık tutan ilkeleri ve
yarattığı Türk İnkılâbı ile yücelen ve ulusumuzu da yücelten bir “Atatürk Gerçeği” vardır. Bu
gerçek, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın benimsediği sözlerle, “... bütün insanlık dünyası için bir
onur simgesi...” oluşturur13.
126
Atatürk Gerçeği’nin yapısında, düşünsel ve eylemsel niteliği ile “Atatürk’ün Gerçekçiliği”nin
katkısı büyüktür. Ulu Önder Atatürk, bu gerçekçi yanı ile kendisini tanımlarken, “İki Mustafa
Kemal vardır: Biri, ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal...” diyerek, onu bir kenara bırakır ve
hemen devam eder; “Öteki Mustafa Kemal, onu ben kelimesi ile ifade edemem, O, ben değil,
bizdir. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve
savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların
özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici
olmayan, yaşaması ve başarması gereken Mustafa Kemal odur.”14.
1 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, Ankara, 1981, s. 8.
2 Dankwart A. Rustow, Atatürk as Founder of a State, p. 208
3 Alan Moorehead, Gallipoli, Hong Kong. 1975, p. 97.
4 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Couııcil, Ankara, 1981, s. 8.
5 Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul, 1968, s. 35.
6 Lord Kinross, Gerçekçi Atatürk, The British Council, 1981, s. 11.
7 Tryon Edwards D.D., The New Dictionary of Thoughts, U.S.A., 1957, p. 230. 1988, s. 254255.
8 Bernard Lewis, (The Rebirth of Turkey), çeviri: Modern Türkiye’nin Doğuşu. Ankara,
9 David Hotham, The Turks, London, 1978. p. 23, 61.
10 Utkan Kocatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 189-190.
11 Lord Kinross, (çeviri) Atatürk-Bir Milletin Yeniden doğuşu, 1972, s. 297-298.
12 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 235.
13 Turkish National Commission for UNESCO, Atatürk, 1963, p. 215.
14 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 1984, s. 342.
Emekli Korgeneral Cemal Enginsoy
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 27, Cilt: IX, Temmuz-Kasım
1993
127
ATATÜRK'TE ULUSAL ve EVRENSEL
BOYUTLARIYLA BARIŞ KAVRAMI
İnsan varoluşu ile birlikte, kendisini savaş içinde bulmuştur. İlk kez doğaya sonra çevresine karşı
verdiği bu savaş, özde yaşamını, özlemini duyduğu en ideal biçimde sürdürmeye yönelikti.
Giderek boyut kazanarak, bireyin doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerinin yanısıra bu değerlere
saygılı olunmasını arzulayan niteliği ile belki toplum açısından verilen savaşların en mutluluk
verici olanı idi. Çünkü, bireyin ve toplumun geleceğinin sağlıklı, huzurlu ve güvence altında
olmasına süreklilik kazandırma ana temasını oluşturuyordu.
Acaba, özlemi duyulan, en ideal ölçülerde bir yaşam yaratma savaşı, başarısızlığa mahkûm mu
idi? Veya “ideal” ne idi? Ne değildi? “İdeal” belki bir ütopya, ulaşılması güç bir kavram olarak
algılanabilir. Ama, tüm güçlüklere karşın, hiç olmazsa “ideal” olanın en yakınlarına ulaşabilmek
de olanaksız mıdır?
Aslında, kişinin böyle bir savaşı başlatması doğası gereğidir. Bilinmeyeni araştırma ve öğrenme
içgüdüsü...Bu doğal olarak onu, araştırmaya, bulmaya, değerlendirmeye, öğrenmeye ve giderek
“ideal”e ulaşmaya itecektir. Bu süreç içinde kişi kendini eğitirken aynı zamanda çevresini de
eğitmekte ve bilinçlendirmektedir.
Çevrede ve dünyada özlenen “barış”ı bir ütopya olmaktan çıkarıp, gerçekleştirmek düşüncesi,
kişiyi aynı yukarıdakine paralel bir süreci zorunlu kılan çalışmaya iterken, ona, aynı zamanda
mutlu bir savaşı da başlatmış olmaktadır.
İnsanları mutluluğa ulaştırabilmenin, onları doğal ve yaşamsal hak ve özgürlüklerine sahip
kılarak, insan olmanın onuruna yaraşır bir biçimde, uzun görünen ama gerçekte kısa olan
yaşamlarını birlik ve beraberlik, huzur ve güven içinde geçirmelerinin ancak ve ancak “barış”
ortamında olanaklı olduğuna inandırma ve buna sahip çıkma savaşıdır bu. Ve niteliği ile
savaşların en mutlu olanıdır : Barış için Savaş...
“Savaş”ı da “barış”ı da başlatıp bitiren “insan”dır noktasından hareketle : “Savaş insanların
fikirlerinde başlamaktadır. Bu nedenle “barış”ın savunması da insanların fikirlerinde inşa
edilmelidir” yaklaşımıyla “barış”ın gerçekleşmesinde eğitimin kaçınılmazlığına yasasında yer
veren UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim-Bilim-Kültür Kurumu)’dan çok önceleri Atatürk
1937 yılında dünya barışının sağlanmasının temel öğelerini ve bunda “eğitim”in rolünü şöyle
vurgulamaktaydı : “...eğer devamlı barış isteniyorsa insanların, insan kütlelerinin durumlarını
iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının
128
yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde
eğitilmelidirler...”1
İnsan varlığına sevgisi, O’nun yaşamsal hak ve özgürlüklerine olan saygısı, O’nda “dünya
vatandaşlığı” kavramının doğması sonucunu beraberinde getirmiştir. Zaten O, tüm yaşamını,
kendini adadığı bu idealin gerçekleşmesi yolunda verdiği savaşımla geçirmemiş midir?
Mustafa Kemal, savaş denen felâket değil, felâketler zincirinin içinde yetişmiştir. Savaşların tüm
yıkıcılığını, sefaletini, insanları nasıl insanlıklarından uzaklaştırdığını görmüş, yaşamıştır.
Sonuçta umutla bağlanılmış beklentilerin, geleceklerin yerine yıkıntılar ve yıkıntıların altında
kaybolup giden umutsuz, mutsuz, karamsar tablolara şahit olmuştur. İçinde yaşadığı ortam ve
geçirdiği deneyimler, O’nu sadece ülkesinde değil dünyada “barış”ı gerçekleştirmeyi ilke edinen
uzun bir savaşın içine itecektir. Bu da savaşların yıkıcılığından, toplumunu ve toplumları uzak
tutmayı amaçlayan ve “barış”ın özlemini duyan insanın doğal tepkisidir.
I. Dünya Savaşı’nın bitimini takiben Mustafa Kemal, bu kez ülkesini haksız işgallerden, ulusunu
tutsak edilmişlikten kurtarmak için başlattığı Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın stratejisti ve
yöneticisidir.
O’nda yeni bir devlet kurma ve bu devletin niteliklerinin ne olacağı fikri gençlik yıllarına uzanır.
İmparatorluğun felâketli yıllarında, 1907’de “en iyi çözümün, dağılmakta olan imparatorluktan
önce bir Türk Devleti çıkarmak”2 olduğunu arkadaşlarına söylemektedir. Ve 1908’de Bulgar
Türkoloğu Manolofa, “hayal kabul edilebilecek şeylerin hepsini bir gün başaracağını söyleyerek”
kurmayı plânladığı yeni Türk Devleti’nin niteliklerinin ne olacağını şöyle sıralamaktadır :
“Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet
birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.
Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı
uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız- Latin alfabesini kabul etmeliyiz.
Kıyafetimize kadar her noktada Batı ‘ya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere
ulaşacağız. “3
O’nda daha gençlik yıllarında ideale dönüşmüş olan çağdaş ve uygar devlet kurma yolundaki
düşüncelerini gerçekleştirebilmesi, başlangıçta “ulusal sınırlar içinde özgür ve bağımsız
yaşamak”4 koşulunun sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu amaçla başlattığı Ulusal
Bağımsızlık Savaşı’nın en sıcak yıllarında, 1921 ‘de izleyeceği dış politikanın temel çizgisini,
“Baylar, dış politikamızda dost bir devletin hukukuna saldırı yoktur. Ancak, hakkımızı,
hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz, edeceğiz… Türkler bütün medenî
milletlerin dostudur... “5 şeklinde belirtmektedir.
İtilâf devletlerin oyunlarıyla Anadolu’ya çıkan ve işgale cüret eden Yunan ordularını, 9 Eylül
1922 tarihinde, ilk ayak bastıkları yere doğru püskürtürken, İsmet Paşa’ya söylediği sözler,
O’nun, izleyeceği dış politikanın temel esprisini ve “barış” kavramına olan özlemini
yansıtmaktadır : “Ta uzaklarda kılıç artığı perişan Yunan askerlerinin, silâhlarını alıp canlarım
kurtarmak için Ege kıyılarına doğru koşuştuklarını görüyorum. İsmet şunu bil ki : Yunan
ordusunu perişan etmek suretiyle onlarla hesaplaşmış olduk. Fakat bu iş burada bitecek, ben,
yakında Yunan lideri Venızelos’u memleketimize davet ederek Türk-Yunan dostluğunun
temellerini atacağım. Çünkü, Ege’nin ve bütün dünyanın selâmeti için Türk ve Yunan
milletlerinin dostça ve yan yana yaşamaları gerekir...6
Açtığı savaşla batının yayılmacı emellerine set çeken Atatürk, bunun bir gün tüm dünyadan yok
olacağının inancı içinde, “Sömürgecilik yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslar arasında
129
hiçbir renk, din ve ırk ayrılığı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”1
derken, tüm insanları sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamında bir araya getirecek olan evrensel
boyutlara ulaşmış bir “barış” kavramının özlemini çekmektedir. Böylesine kaynaşmış bir
dünyada insanlar, kendi sorunları olsun olmasın tüm sorunlara sahip çıkacaklar ve tüm insanlığı
tehdit edici boyutlara ulaşmadan çözümleyeceklerdir.
Sadece kendi ülkesi için değil, diğer ülkelerin de ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirebilmeleri
için “barış” kaçınılmazdır. Çünkü, köklü ıslahat ve gelişmeler içinde bulunan bir memleketin
hem kendisinde, hem çevresinde barış ve huzuru arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir
durum olamayacağına8 kendisini inandırmıştır.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitimini takiben bu düşünceleri doğrultusunda, birkaç sene
öncesine kadar ülkesini işgal ederek bağımsızlığına kastetmiş olanlar da dahil olmak üzere uzak
yakın bütün ülkelerle dostluk ilişkilerini başlatmıştır.
Lozan Barış Konferansı’nda çözümlenememiş sorunlar, izlediği dış politikanın temel esprisine
uygun olarak, dünya siyasî konjonktüründeki gelişmeler yakından takip edilip değerlendirilerek,
uluslararası plâtformlarda girişilen diplomatik taarruzlarla barışçıl yollardan çözüme
ulaştırılmıştır. Yunanistan’la ekalliyetler sorunu, İngiltere ile Musul sorunu, boğazların yeni
statüye kavuşturulması, diplomatik girişimleri O’nun sağlığında başlatılmış ama, çözümü ölümü
sonrasına uzamış olan, Fransızlarla Hatay sorunu örneklerden sadece birkaçını oluşturmaktadır.
Dış politikasında hiçbir devletin hukukuna saldırı ve yayılmacılığın yer almadığını vurgulayan
Atatürk, bu nitelikte olduğunu tarihsel örnekleriyle gördüğü İslamcılık ve Turancılık siyasetlerini
reddetmektedir : “İslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama
alanı yapabildiğine tarihte rastlanmamaktadır. Soy ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlığı
kapsayan tek bir dünya devleti kurma hırslarının sonuçları tarihte yazılıdır...insanlara her türlü
özel duygularını ve bağlantılarını unutturup onları kardeşlik ve tam eşitlik içinde birleştirerek
insancı bir devlet meydana getirme kuramının da kendine özgü koşulları vardır. Dünyanın
bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler
karşısında düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz, tarihin dediği budur, bilimin, aklın,
mantığın dediği böyledir”9 diyerek tüm dikkatini ülke içinde gerçekleştirilmesi gereken amaçlar
üzerinde toplamaktadır : “... Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze
dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak
ve gelişigüzel ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak
uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışı ve karşılıklı dostluğunu beklemektedir... “10
Çevre ve dünya ülkeleriyle kurulacak iyi komşuluk ve dostluk ilişkilerinin belirlediği barışçı
politika, ülkede toplumun yaşam düzeyini yükseltici, geleceğini güvence altına alıcı, huzurlu ve
mutlu bir toplum yaratma yolunda sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınma girişimlerinin de
dinamiğini oluşturacaktır.
İşte bu noktada O, iç politikayı dış politikadan soyutlamamakta, tam tersine, birbiriyle devamlı
etkileşimde olduklarını, birincinin ikinciye dayandığı ayrıca onunla uyumlu olması gerektiğini
vurgulamıştır.11
Atatürk’ün iç politikada toplumsal barışın sağlanmasında temel gördüğü kavram “özgürlük” tür.
Çünkü, ancak özgürlükçü bir ortamda, kişi üretebilecek, ülkenin düşün yaşamına, ekonomik
yaşamına katkıda bulunabilecektir.
130
O’nda “özgürlük” kavramının ortaya çıkışı Harp Okulu’nu bitirip kıtaya çıktığı günlere uzanır.
Baskıcı yönetime karşı olan tepkilerde yerini alırken ulaşmaya çalıştığı kavram “özgürlük” tür.
1906’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik şubesini kurarken söylediği şu sözler
anlamlıdır: ...”Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin kurtuluşun anası
özgürlüktür...”12
Aklı ve bilimi temel alan çağdaş uygarlıklara ulaşabilmenin ilk ve kaçınılmaz koşulu budur.
Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve ulusun tutsak edilmesi karşısında “özgürlük” kavramına bu
kez “bağımsızlık” kavramı eşlik etmeye başlayacaktır. Aslında bu iki kavram O’nda etkileşim
halindedir, birbirinin tamamlayıcısıdır.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın bitmesini takiben her bakımdan özgür bir toplum yaratılması
konusunda çalışmalar başlayacaktır. Burada temel hedef: Çağdaş olmanın gereği, kişinin
vazgeçilmez doğal ve yaşamsal, hak ve özgürlüklerini tarif edip saptamaktır.
Ancak bu da, demokratik sistemin bilimsellik sınırları içinde özgür irade ve akılcı düşünüşün
sentezinin ürünü olan yasaların, devlet, toplum ve kişi ilişkilerinin, karşılıklı hak ve görevlerinin
uyumlu bir biçimde saptanması ve titizlikle uygulanması ile olanaklıdır.
Bu uyumu bilinçli bir şekilde kuran ve koruyan toplumlarda huzur, mutluluk ve ilerlemenin
olduğununl3 inancı içinde ulusal egemenliğin “özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak
noktası olduğunu”14 vurgulamaktadır.
Yurtta barışı gerçekleştirmeye çalışırken ulusal egemenlik kavramından, başka deyişle kişiyi
özgürleştirmekten yola çıkmaktadır. Çünkü, egemenliğin ulusta olduğu demokratik rejimlerde,
kişi özgürce düşünecek, araştıracak, değerlendirecek sonunda gerçeğe ulaşacak ve eğitecektir.
O halde, ortaya bir soru çıkmaktadır : Özgürlük nedir?...
Atatürk, “başkalarınınkine tecavüz etmeden kişinin her türlü tasarrufta bulunmasıdır”15 şeklinde
tarif ettiği özgürlüğü ikiye ayırmaktadır : i) Kişinin nesnel çıkarlarıyla ilgili özgürlükler. Örneğin
: Kişisel, meskenin saldırıdan korunması, mal-mülk edinme, ticaret, çalışma, zanaat v.b.,2)
Kişinin düşün yaşamındaki haklan. Örneğin : İnanç, toplanma, basın, cemiyet kurma, eğitim.16
Burada özellikle üzerinde duracağımız inanç özgürlüğü, herkesin istediğini düşünmek, istediğine
inanmak, kendisine mahsus siyasî bir fikre sahip olmak, mensup bulunduğu bir dinin icaplarını
yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Ancak, âyinlerin, kamu düzenine ve ahlâk
kurallarına karşı olamayacağı gibi siyasî gösteri şekline dönüştürülemeyeceği de 17
vurgulanmıştır.
Eleştiri, toplanma ve basın özgürlükleri gibi demokratik sistemin temelini oluşturan
özgürlüklerin tarifi titizlikle yapılmış ve sınırları belirlenmiştir.18 Bu özgürlüklerden herhangi
birinin sınırlanması, baskı altına alınması veya daha kötü bir ihtimalle ortadan kaldırılması
toplumsal rahatsızlıkları davet ederek iç barışı tehdit edebilecektir.
İşte tüm bu özgürlüklerin ifadesini bulduğu Halkçılık İlkesi yeni Türk Devleti’nin niteliklerini
oluşturan diğer beş ilkenin tamamlayıcısı, sosyal dayanışma ve toplumsal bansın vazgeçilmez bir
koşulu olarak Anayasa’daki yerini almıştır.
131
Atatürk’ün ölümünü takiben, yeni Türk Devleti O’nun “Yurtta Barış, Dünyada Barış” prensibi
doğrultusunda, iç ve dış politika ilkelerine titizlikle sadık olarak hem toplumsal barışa sahip
çıkmakta, hem de bölgesel barışa katkılarını sürdürmektedir.
1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III., 3B., Ankara, 1981.s.99
2 A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967.s.108
3 Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, Atatürk-Bir Çağın Açılışı, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 1984.S. 5
4 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I.,3B. Ankara, 1981.s. 184.5 A.g.e.,s.236.
6 Sadi Irmak, Atatürk’ün Dünyadaki Yankıları. Harp Akademisi Atatürk Özel Bülteni, Ankara,
1981.
7 Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası. Meb. Yay. İstanbul, 1973.
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I., 3B.Ankara, 1981.S.356.
9 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk (Söylev).C.II (1920-1927). Ankara, 1984.S.586.
10 A.g.e., s.587.
11 A.g.e., s.585.
12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.H., 3B. Ankara, 1981.S.I.
13 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. C.I. 3B. Ankara, 1981.S.308
14 A.g.e., s.308.
15 Prof. Dr. Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. K. Atatürk’ün El Yazılan. Ankara, 1969.S.50.
16 A.g.e.,s.56.
17 A.g.e., s.56.
18 A.g.e., s.57. v.d.
Prof. Dr. Ünsal Yavuz
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 16, Cilt VI, Kasım 1989
132
ATATÜRK'ÜN BARIŞÇI POLİTİKASI
Atatürk’ün dış politikasının temel hedeflerinden biri olan “barış” Atatürk’ün hedef olarak
gösterdiği temel politikalardandı. 1911 - 1912 döneminde cepheden cepheye koşan, durmadan
savaşmak zorunda kalan Mustafa Kemal, her zaman barış özlemiyle yaşamış, Türkiye’nin millî
sınırlar içinde egemenliğini güvenlik altına alan bir barışı sağladıktan sonra da onu korumak için
elinden geleni yapmıştır.
Bazı şeyleri sadece ele geçirmek değil aynı zamanda ele geçen şeyleri ne denli koruyabiliyoruz,
onu ne denli yaşatabiliyoruz işte o önemlidir. O’nu daha 1923 Şubatı’nda; “Savaş zorunlu ve
hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” dediğini
görüyoruz. Nitekim, savaşı yasaklayan 1928 Briand Kellogs Antlaşması’na ve ertesi yıl bu
Antlaşmayı Doğu Avrupa’da hemen yürürlüğe koyan Moskova protokolüne Türkiye’nin
katılmasını isteyen O’dur.
Numan Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanı bulunduğu sırada bir resmi davet sonrasında
diplomatlara öğüt veren Atatürk, “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” demekle de hem barışı,
hem de onun sağlanması için diplomasi yolunun önemini belirtmiş oluyordu.
Atatürk, barış ve devletler arasında ilgi, ilişkiler kurulması özlemiyledir ki, Lozan Barış
Antlaşması’yla yetinmemiş, Türkiye’nin başta komşular olmak üzere, tüm devletlerle dostça
ilişkiler sürdürmesi için bir dizi antlaşma bağlılığı istemiştir. 1925 - 1930 döneminde bunların en
önemlileri Sovyetler Birliği ile 1921 Dostluk Antlaşması’ndan sonra, 1929 yılında Saldırmazlık
Paktı; Bulgaristan ile 1925 yılında bir Dostluk Antlaşması, ertesi yıl Fransa ile, Türkiye - Suriye
ilişkileri konusunda, bir iyi komşuluk sözleşmesi ki 1930’da bunu bir de Türkiye - Fransa
Dostluk Antlaşması izleyecektir. Daha sonra İtalya ile bir Tarafsızlık Antlaşması ve 1930 yılında,
Yunanistan ile Dostluk Antlaşması olmuştur. Böylece Türkiye’nin etrafında dostluk çemberi
tamamlanmıştır.
Atatürk 20 Nisan 1931 günü, milletvekilleri seçimleri öncesi, Cumhuriyet Halk Partisi lideri
olarak, açıkladığı bir bildiride: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh için çalışıyoruz” demiştir. Atatürk’ün
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi barışa verdiği değerin ifadesidir. Atatürk, içeride de dışarıda
da barışın korunmasını temel amaç almıştı.
Bu anlayış, “her ne pahasına olursa olsun barış” demek değildi. Kurtuluş Savaşı sırasında
görüldüğü gibi Atatürk, ancak Türkiye’nin temel hedeflerine ulaşıldığında, yani haklları kabul
edildiğinde barışa razı olacağını ortaya koymuştu.
133
Atatürk, dünyada gerçek barışın kurulmasından yanaydı. Yani, savaşların nedenleri üzerinde
durarak, bunları ortadan kaldırmadan gerçek barışa ulaşamayacağının bilincindeydi.
Atatürk bu özdeyişi yalnız bir dilek sayılmazdı. “Barış için çalışıyoruz” demek, “Onun
sürdürülmesi için gerekli güvenlik önlemlerini alacağız” demekti. Başka bir deyişle, O’nun
barışçılığı pasif, hareketsiz, sessiz bir tutum değildi. Tehlikeler karşısında uyanık kalınmalı,
tedbirli olunmalıydı. Gerçekçilik bunu gerektiriyordu Kısacası, Atatürk için barış ve güvenlik
birbirinden ayrılmayan kavramlardı.
Şimdi, 1933 yılında bulutlar kararmaya başlarken, Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin
güvenliği için, Atatürk’ün tutumuna değinebiliriz. Batının sanayi ülkeleri başta olmak üzere,
dünya 1929-34 ekonomik bunalım içindedir. Milletler Cemiyeti üyesi büyük devletlerden
Japonya 1931 Eylülü’nde Mançurya’da Çin’e saldırmıştır. Buna karşı bir eyleme geçmeyen
Milletler Cemiyeti’nin güvenirliği sarsılmıştır. Mussolini İtalya’sı emperyalist emeller
peşindedir. İlkin Habeşistan’ı ele geçirmeğe hazırlanmaktadır. Almanya’da 1933 başlarında
başbakanlığa getirilen Hitler ki Ağustos 1934’de Hinderburg’un ölümü üzerine devlet
başkanlığını da üstlenip Almanya’nın Führer’i olacaktır. Versailles Barış Antlaşması’nın
bağlarını koparmak üzeredir. Amerika Birleşik Devletleri ise 1921’den beri, silahsızlanma
konuları dışında, dünya işlerine pek karışmamaktadır. Sovyetler Birliği, Hitler’in Mein Kamp
adlı kitabında Doğu Avrupa’da Almanya’nın genişleme emellerinden söz etmesi nedeniyle kaygı
içindedir.
Bu durumda, Versailles Antlaşması’na ve onu bütünleyici nitelikteki 1925 Lorcarno
Antlaşması’na ve 928 Briand / Kellegg Paktı’na saygıyı sağlamak, dolayısıyla Milletler
Cemiyeti’nin toplu güvenlik sistemini ayakta tutmak sorumluluğu İngiltere ile Fransa’ya
düşmektedir. Oysa, her iki ülkede kamuoyu yeni bir savaş hazırlığına karşıdır.
Atatürk, dünya barışı için sorumluluklar alınması ve barışı sağlayan toplu önlemlere katılınması
gerektiğine inanmıştı. Örneğin, 1937’de bir gün diyor ki; “Barış yolundan nereden bir çağrı
gelirse Türkiye, onu candan karşıladı ve yardımını esirgemedi.” Aynı yıl bir başka konuşmasında
şunları söylüyordu: “Dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi esenlik ve
mutluluğuna çalışmak demektir. Beşeriyeti bir vücut ve bir ulusu, onun bir uzvu saymalıdır. Bir
vücutta parmağın ucundaki acıdan bütün öbür uzuvlar da acı duyar. Dünyanın şu yerinde bir
rahatsızlık varsa bana ne, dememeliyiz. Onunla ilgilenmeliyiz.”
Nitekim, 1935 Ekimi’nde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması üzerine Türkiye, Millet Cemiyeti
çerçevesinde İtalya’ya karşı ekonomik tüm yaptırımlara katıldığı gibi, ertesi yıl İspanya iç savaşı
sırasında Akdeniz’de İtalyan korsan deniz altılarına karşı Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere
de katılmaktan kaçınmamıştır.
Atatürk, Montreux sözleşmesi yapılır yapılmaz, Türkiye’nin ikinci büyük davası olarak Hatay
sorununu ele almış ve bu çetin davayı da barışçı yoldan son aşamasına getirdikten sonra
aramızdan ayrılmıştır.
Hatay bölgesi Misak-ı Millî sınırlan içindeydi. 1921 Türk - Fransız Ankara Antlaşması’yla
Hatay’ı Türkiye’ye bağlamak olanağı bulunamamışsa da, orada çoğunlukta olan Türkler yararına
özel bir yönetim rejimi kurulması, Türkler’in kültürünün geliştirilmesi ve Türkçe’nin resmi bir
nitelik taşıması sağlanmıştı.
Atatürk’ün dış politikada ön yargıları yoktu. O, değişen uluslararası durum içinde, barışçı
Türkiye’nin çıkarları ne ise onu yapmıştı. Nitekim, 1421-1935 döneminde Sovyetler Birliği ile
134
dayanışma içinde kalmış, 1936’dan sonra İngiltere ile yakınlaşma sağlayıp Türk dış politikasında
Sovyet etkisini dengelemiş, Dünya Savaşı yaklaşırken saldırgan niyetleri belli olan devletlere
karşı batılılarla (İngiltere ve Fransa) ittifak hazırlığına girişilmesini onaylamıştı. Eğer yaşasaydı,
kanımızca savaştan hemen sonra, Türkiye’yi tehdit eden Sovyetler Birliği’ne karşı Nato’ya
katılmasından da, toplu güvenlik uğruna, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, 1950’de Kore’ye
asker gönderilmesine duraksama göstermeyecekti.
Atatürk zamanında Türkiye’de yabancı devletlerin temsilcilerinden kimileri de anılarını
yazmışlardır. Fransızlar’ın ilk temsilcisi Alb. Jeanmovingin, ilk Büyükelçi Sarrault, daha sonra
Chambrun, ilk Amerikan Büyükelçisi Grew, daha sonra Sherril bunlar arasındadır. Ancak,
yapıtlarında analizler yoktur.
1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Türkiye’de olduğu gibi, dışarıda da Atatürk
üzerinde yeni kitap ve makaleler çıkmıştır. Bunlar arasında, Fransa’da Türk İncelemelerini
Geliştirme Birliği’nin “Turcia” adlı dergisinin Atatürk özel sayısı özellikle belirtilmeğe değer.
Şu da var ki, henüz batıda yeterli analizler yapılmış değildir. Özellikle Atatürk’ün uluslararası
ilişkiler, barış ve güvenlik üzerindeki düşünceleri ve izlediği yol gereğince anlaşılamamıştır.
Arşiv belgelerine dayalı incelemeler yapıldıkça, O’nun devletler arasındaki ilişkilerde egemen
olmasını dilediği ilkelerin değerinin öğrenileceğine kuşku yoktur. Örneğin, ancak günümüzde
1970’lerde Birleşmiş Milletler çerçevesinde gündeme getirilebilen zengin kuzey - yoksul güney
diyalogu konusunda Atatürk’ün 1935 Haziranında Amerikal’lı Baker’e şu sözleri ibret vericidir:
“Eğer sürekli barış isteniyorsa, halkların durumunu iyileştirecek uluslararası önlemler
alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı açlık ve baskının yerine geçmelidir.”
Atatürk yabancı devlet adamlarının Türkiye’yi ziyaret etmelerine büyük özen gösterdi. 1928
Mayısında Afgan Kralı Emrullah Han, 1931 Temmuzunda Irak Kralı Faysal, 1937 Haziranında
Ürdün Kralı Abdullah ve 1938 Haziranında Romanya Kralı Karol gibi devlet başkanlarının yanı
sıra, Yunanistan Başbakanı Venizelos, Türkiye’ye görüşmeler yapmak ya da Atatürk’ü tanımak
üzere gelmişlerdir. Bunların olumlu izlenimleri ve basında çıkan haberler Türkiye’nin her zaman
olduğu gibi imajını yükseltmiştir.
1933 yılında şöyle diyecekti: “Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünde yok olup yerine uluslar
arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen
olacaktır”.
Şunu hemen belirtelim ki, O, bu düşüncelerini yaymak için hiçbir propagandaya başvurmamıştır.
Etki kendiliğinden olmuştur. Bunu ortaya koyduğu örneğin, her şeyden önce batı emperyalizmi
ve sömürgeciliği altında ezilmiş uluslara bağımsızlık ve özgürlük umudu vermesinde görüyoruz.
Etkinin, Fas’tan, Endonezya’ya dek uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde
ne denli derin olduğu önceleri anlaşılamamıştır. Ama bu ülkeler bağımsızlıklarına kavuştukça
içlerindeki duygulan açıklama olanağı bulmuşlar, daha önce yabancı yönetimin korkusuyla
gizledikleri Atatürk hayranlığını dile getirmişlerdir.
Atatürk “Ülkeler çeşitlidir, ama uygarlık birdir” diyor ve; “Uygarlığın bir ateş olduğunu, ona
yabancı kalacakları yakacağını, yok edeceğini” söylüyordu. Bundan anladığı çağdaş uygarlıktı.
Bu uygarlık içinde kültürlerin korunacağına da inanıyordu.
Bugün batımızdaki ülkelerde sık sık Türkiye’nin hiçbir zaman tam batılı olamayacağı sanki
temenni edilircesine söylenirken, doğumuzdaki ülkelerde de Türkiye’nin İslâm’dan uzaklaştığı
yolunda iddialar vardır. Bunlar Atatürkçülüğü iyi anlamamaktan kaynaklanmaktadır.
135
Doğumuzdaki kardeşlerimiz merak etmesinler. Türkler İslâm dinine bağlıdır. Türklerle onlar
arasında, kökü bin yıl öncelerine dayanan kültür bağlan vardır. Ama, çağdaş dünyada toplum
yaşamının çağdaş koşulların gereklerine göre düzenlenmesi zorunluluğu da ortadadır. Türkiye
Atatürk’ün ortaya koyduğu toplum düzenini kimseye model, örnek olarak göstermiyor
propagandasını da yapmıyor ama ona inanıyor. Şuna da inanıyor ki bu düzen Haçlı
Seferleri’nden beri bin yıldır süregelen İslâm - Hıristiyan savaşımına son verip doğu ile batı
arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğine erişmenin tek yoludur ve Türkiye bu yol üzerine köprü
kurmuştur.
Atatürk, dış politika hedeflerine ulaşılmasında, diğer önemli hedeflere ulaşılmasında da barışı
savaşa tercih eden bir kişiliğe sahipti. O, savaşın ne demek olduğunu yakından bilen, bu sebeple
de bansın özenle korunmasına inançla çalışan üstün nitelikli bir askerdi. Bizde bu Ulu Önder’in
göstermiş olduğu yol bulmada kullandığı pusulayı kendimize düstur edinmeliyiz.
Elif Aydın
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 44, Cilt: XV, Temmuz 1999
YURTTA SULH, CİHANDA SULH
I. Genel Olarak Sulh ve Harp
İnsanlar arasındaki ilişkiler ya çarpışma, zorlama veya uyumdur. Menfaat çarpışmalarının tabiî
sonucu, mücadeledir, harptir. Menfaatlerin uyuşması ise sulhtur. Sulh (barış) ve harp (savaş)
birbirine taban tabana zıt iki ayrı müessesedir.
Barış kısaca sosyal düzendir, güvenliktir, hukuk ve kazanılmış haklara saygıdır. Toplum
hayatında dengenin sağlanmasıdır.
Mücadele, en vahimi olan harp ise anarşidir, karışıklıktır, kararsızlık ve dengesizliktir.
136
İnsanlar değişik sebeplerden ötürü sulhu veya harbi menfaatlerinin karşılanması amacı ile tercih
ederlerı.
Teknik anlamı ile harp, düzenli bir insan topluluğunun (Devlet), iradesini zorla kabul ettirmek
amacı ile diğer bir insan topluluğuna (Devlet) karşı zor kullanarak yaptığı silâhlı mücadeledir 2.
İnsan toplulukları harbi ya bir amaç bilirler veya bir amaca yönelik vasıta olarak kullanırlar. Harp
her zaman ve her devirde tehlikeli olmuş, insanların ölümüne, sefaletin artmasına, ıztırapların
çoğalmasına âmil olmuştur.
Harp ve sulh sosyal birer olay olarak toplum hayatının gelişme seyrini takip eder. Harp ve sulh
anlayışında değişiklikler, bu müesseselerin muhtevalarında da değişmelere ve gelişmelere neden
olmuştur.
Çağımızda harbin topyekûn mahiyet alması, mağlupları olduğu kadar galipleri de yıpratması,
harbin dışında kalan devletleri de etkilemesi, harbin millî siyaset aleti olarak kullanılması
yolundaki ihtirasları azaltmış, önce harbin Briand-Kellog Paktı ile kanun dışı sayılmasına, daha
sonra da, Birleşmiş Milletler Şartı (Antlaşması) ile daha geniş ve şümullü şekilde yasaklanmasına
neden olmuştur.
Alexander Rustow’a göre, “Harp insan tabiatının iktizası değildir. Harp, daima mevcut
olmamıştır ve daima mevcut olması da lâzım gelmez. Dünya sulhu boş bir hayal değildir.” 3
Harp nasıl topyekûn bir mahiyet almışsa barış da yeni teknik terakkiler karşısında dünyanın çok
küçülmüş olması nedeni ile bir bütün teşkil etmektedir. Bu bütünlük yalnız devletler arası
ilişkiler bakımından değil, her milletin iç hayatı itibariyle de varlığını ve mahiyetini bütün
insanlara duyurmaktadır. Barışı iç barış ve dış barış olarak ayırmak mümkün değildir. Aynı
zamanda, Avrupa barışı, Amerika barışı, İngiltere barışı, Sovyet barışı diye ayırmak da mümkün
değildir.
“Aile teşekkülünden itibaren, cemiyet hayatının en yüksek basamağını teşkil eden devletler
camiasına kadar her türlü cemiyet içinde barış problemi, gerek prensibi ve gerek tekniği
bakımından bir ve aynıdır4.
Yirminci yüzyıl öncesi dönemde, sulh ve harp yalnız bir siyaset işi olarak telâkki ediliyor, onunla
da siyaset adamları meşgul oluyordu. Bu dönemde asıl önemli sorun, siyaset adamlarının
girişimlerinin Devletler Hukukuna uygun olup olmaması idi.
Bugün ise sulh ve harp yalnızca bir diplomasi sorunu, konusu olmaktan çıkmış, toplumda
yaratılan bunalımlar bakımından sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik bir sorun olmuştur.
Sulhun sağlanması için yalnız diplomasi faaliyetleri yetmez. Öncelikle harbe sebebiyet verecek
âmilleri ortadan kaldırmak gerekir. Bu tedbirlerin en önemlisi kuvvete ve kuvvet tehdidine
müracaat etmemek, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemek, ekonomik ve sosyal işbirliğini
sağlamak, her ülkede insan ana hak ve hürriyetlerini garanti altına almaktır. Bunun dışında
ayrıca, millî düzenleri, birbirine düşman ideolojilerin ve hayat telâkkilerinin tesirlerinden
kurtarmaktır.
Temel hak ve hürriyetlerine sahip olan insanlar işbirliği içinde adaletli bir menfaat dengesi ile
gerçek bir barış sağlarlar.
137
İnsan hayatı, aile hayatı, şehir hayatı, millet hayatı ve milletlerarası camianın hayatı, birbiri ile
çok girift bir mahiyet arzeder ve birbirine bağlıdır. Bunlardan herhangi birinin temellerinin
sarsılması ve yıkılması diğerlerini de hemen etkiler ve dengeyi bozar. Bugün kurulması istenen
barış, toplum hayatının her safhasını, her çeşit faaliyetini ilgilendiren ve bunlara dayanan bir
sulhlar sentezi veya senfonisidir5.
Cumhuriyet Türkiyesi, daha ilk günlerden beri bu gerçeği sezmiş, kendi iç ve dış politikasına ona
göre yön vermiştir. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi, Türkiye’nin barış meselesi ile ilgili
düşünce ve politikasını pek güzel ifade etmektedir.
II- Yurtta Sulh ve Cihanda Sulhun Anlamı ve Kapsamı.
Yurtta sulh, cihanda sulh, Türk İnkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır.
1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan, devlet yönetiminde ve her türlü devlet faaliyetlerinde
yönlendirici bir nitelik taşıyan, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh,, ilkesi, sadece bir parola değil, aynı
zamanda bir üstün hukuk kuralıdır.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi bir taraftan yurt içinde huzur ve sükûnu, güven içinde
yaşamayı, diğer taraftan da milletlerarası barış ve güvenliği hedef tutar, ilke, hem iç politikanın,
hem de dış politikanın temel dayanağıdır.
Atatürk’ün belirttiği gibi, “Haricî siyaset bir heyet-i içtimaiyenin teşekkülü dahilisi ile sıkı surette
alâkadardır. Çünkü teşekkül-ü dahiliyeye istinat etmeyen haricî siyasetler daima mahkûm
kalırlar. Bir heyet-i içtimaiyenin teşekkül-ü dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi
de o nisbette kavi ve rasin olur.” 6
Yine Atatürk’ün dile getirdiği gibi, “Haricî siyaset, dahilî teşkilâtla mütenasip olmak lâzımdır.” 7
Bu bakımdan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini iç ve dış politika ile birlikte, bir arada
incelemek ve değerlendirmek lâzımdır.
“Yurtta Sulh” insanın huzur ve güven içinde, insan kişiliğine yakışır şekilde yaşamasını ifade
eder. “Yurtta Sulh” herşeyden önce ülkede, o insanın, insanca yaşamasını, insanlık tıynetinin
gereğinin tanınmasını ifade eder.
“Yurtta Sulh” toplum hayatındaki düzeni, vatandaşın devlete güvenini, devletin de ülkede asayiş
ve otoriteyi sağlamasını öngörür. Ülkede kanun hakimiyeti ve hukuk hükümranlığı,”Yurtta Sulh”
ilkesinin en tabiî bir sonucudur. “Yurtta Sulh”, Devletin, vatandaşına karşı huzur ve güven içinde
yaşama imkânına kavuşması için yükümlülükler de yükler.
Atatürk barış içinde Türk insanını mutlu kılmanın yolunu, Cumhuriyette bulmuştur. Atatürk’e
göre, Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslariyle, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna
koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın
müjdecisi olmuştur8.
“Cihanda Sulh” ise, milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasını ve sağlanmasını, milletlerarası
barışın bölünmezliğini, insanlığın da hepsini bir vücut ve her milleti de onun bir uzvu addetmeyi
amaç bilir. “Cihanda Sulh” milletlerarası ilişkilerde kuvvete ve kuvvet tehdidine başvurmamayı,
milletlerarası uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümlenmesini öngörür.
138
“Cihanda Sulh” bütün milletleri barış içinde, refaha, saadete ve daha ileri uygarlık çağına
yöneltmeyi ifade eder.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilkesinin temelinde yatan, insan sevgisi ve insanlık anlayışıdır.
Atatürk, “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız”9
derken eşsiz bir insan sevgisinden, insan saygısından bahsetmiştir.
Atatürk’ün barış ve güvenlik içinde insanlık ailesine verdiği değer, 1937’de Romanya Dışişleri
Bakanı Antenesku ile yaptığı konuşmada en açık şekilde dile getirilmiştir:
“insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin
huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya
milletlerinin saadetine hadim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya
milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak
demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa bir millet
kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurundan mahrumdur... En uzakta zannettiğimiz bir
hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz.” 10
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” en geniş ve yaygın anlamı ile, teknik bir deyim olan kollektif
güvenliği, milletlerarası barışın korunmasını ve devamlılığını da ifade eder.
III- İç ve Dış Politikada Uygulamalar ve Değerlendirmeler.
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilk defa C.H.P. Genel Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın
(Atatürk’ün) 20. Nisan 1931’de seçim dolayısıyla millete beyannamesinde dile getirilmiştir11.
“Cumhuriyet Halk Fırkasının müstakar umumî siyasetini şu kısa cümle açıkça ifadeye kâfidir
zannederim:
“Yurtta sulh, cihanda sulh için, çalışıyoruz” 12.
Atatürk’ün imzası ile yayınlanan bu beyanname, Atatürk’ün de başında bulunduğu bir partinin,
bir siyasî iktidarın içerde ve dışarıda güttüğü politikanın esaslarını belirtmektedir.
Atatürk 1933’te, A.B.D. Cumhurbaşkanı Roosevelt’in Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümü
dolayısı ile Türk Milletine gönderdiği mesaja verdiği cevapta da, yurtta sulh, cihanda sulh
ilkesine değinmektedir:
“Türkiye Cumhuriyetinin en esaslı umdelerinden biri olan yurtta sulh cihanda sulh gayesi,
insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı âmil olsa gerektir. Buna elimizden
geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için iftihara medardır.” 13
Atatürk bu mesajında sadece, yurtta sulh, cihanda sulh ilkesine deyinmemekte, bu ilkenin
insanlığın ve uygarlığın refah ve gelişmesinde de en esaslı âmil olduğunu da vurgulamaktadır.
Ayrıca bu ilkeye hizmet etmiş olmanın da iftihara değer olduğunu belirtmektedir.Açıkça
belirtmek gerekirse, barışa inanmak, ona politikada değer vermek, insanlığa hizmet etmek
demektir. Bunun bir devlet başkanı ile yapılan karşılıklı mesajlarda dile getirilmesi, dünya
siyasetinde rol oynayan bir devlet başkanı ile aynı konu üzerinde ortak amaçlara hizmet etmeyi
de ifade etmektedir.
139
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi yeni Türkiye’nin bir devlet politikası olarak, kuruluşundan
itibaren izlenmeye başlamıştır. Ancak burada dikkatimizi çeken önemli nokta, Millî Mücadele
yıllarında esas hedef, ilk hedef, Misâk-ı Millîde sınırları belirlenen vatan topraklarını işgalden
kurtarmak, millî bağımsızlığı sağlamak, Türk millî menfaatlerine saygılı âdil bir barış yapmak,
öncelikle izlenmesi gereken bir politik tutum olmuştur.
Millî Mücadele yılları içinde Atatürk konuşmalarında öncelikle vatan kurtuluşuna önem vererek,
devamlı ve istikrarlı bir barışın sağlanmasını buna bağlamıştır. Çeşitli konuşmalarında da bu
konuya ağırlık vererek, millî siyasetimizin esaslarını da belirlemiştir.
Bir misal olmak üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın 8 Temmuz 1920 TBMM’de yaptığı bir
konuşmada belirttiği gibi, “Efendiler, biz bir maksat takip ediyoruz. Bu maksadımız öteden beri
muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi onu tekrar ediyorum. Milletin, devletin istiklâlini
muhafaza etmek. Bunun içinde namus ve şeref tamamen mündemiç olacaktır. Müstakil olarak
milletimizin muayyen hudutlar dahilindeki tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için
muharebe ediyoruz” 14 sözleri bu gerçeği ifade etmektedir.Başkumandan Mustafa Kemal Paşa,
TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılmasından sonra, harp
tarihine misâl olabilecek Meydan Muharebesinin kazanılmasından sonra, TMMM’de 19 Eylül
1921 günü şu açıklamada bulunmuştur:
“Şüphesiz, hukukumuzu temin edinceye kadar silâhımızı elden bırakamayız. Fakat, bundan bizim
müfrit harp taraftarı olduğumuz zannolunmasın. Böyle bir telâkki kadar büyük haksızlık olamaz.
Biz bilâkis herkesle sulh yapmak istiyoruz. Efendiler! Sulhen hukukumuzu temin etmek için her
vasıtaya tevessül ettik. Bu hususta hiçbir kusur etmedik. Fakat, bizim bütün hüsnü niyetlerimizi,
ciddiyetimizi âlem-i medeniyet nazarında gizlediler. Ve ancak akvam-ı iptidaiyeye tatbik
edilebilir muamele ile ve çocukça birtakım mânâsız tehditlerle bizi karşıladılar. Efendiler! Bütün
cihanın bilmesi lâzımdır ki: Türkiye halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükümeti,
uşak muamelesine tahammül edemez. Her medenî millet ve hükümet gibi varlığının, hürriyet ve
istiklâlinin tanınması talebinde katiyen musirdir. Ve bütün davası da bundan ibarettir. Biz cenkçi
değiliz. Sulhperveriz. Ve bir an evvel sulhun teessüsünü girmek ve ona yardım ve hizmet etmek
isteriz 15.
Bu açıklamalar, çok geniş yetkileri olan TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından açıkça ilân
edilmektedir. “Biz cenk değil, sulh istiyoruz. Sulh yapmaya hazırız ve bence buna mâni hiçbir
sebep yoktur” 16 diyerek de bir defa daha aynı konuşmasında konuyu dünya kamuoyuna
duyurmuştur.
1 Mart 1922’de, henüz kesin zaferin kazanılmasından önce, T.B.M.M.’de, Meclisin açılışı ile
ilgili olarak yaptığı konuşmada Atatürk, millî sınırlarımızı belirleyen ve bağımsızlığımızı
öngören Millî Misâk’a bağlılığımızı da şöyle dile getirmiştir:
“Siyaset-i dahiliyemizde olduğu gibi siyaset-i hariciyemizde de umde-i esasiyemiz Misâk-ı Millî
mevadından ibarettir. Misâk-ı Millîyi kabul ederek, maddiyat ve maneviyat sahasında istiklâl-i
tamımızı tasdik edenleri derhal dost telâkki ediyoruz,, ve devamla, “Efendiler! Siyaseti
hariciyemizde ahar bir devletin hukukuna tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı,
memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edecegiz”17
Büyük zafer kazanılmıştır, silâhlı çatışma son bulmuştur. Ancak batı Avrupa ile görülecek
yüzyılların hesabı vardır. Lozan’da barış konferansı toplanmış, birinci dönemde ise sonuç
alınamamıştır. 1 Mart 1923’te, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı vesilesi ile yaptığı
konuşmada Mustafa Kemal Paşa, ısrarla barıştan, şerefli bir barıştan bahsetmiştir.
140
“Hayat ve istiklâl için milletin vaz eylediği mütevazi esasat dairesinde bir sulha kavuşursak, o
zaman bütün menabii kuva (kuvvet kaynaklarını) ve semere-i istihsalâtımızı (üretim ürünlerini)
inkişafat-ı dâhiliyeye müteveccih mesai üzerinde teksif edeceğiz.”18
Atatürk bir an önce sulha kavuşarak ülkenin iç düzenine yönelineceğini de açıkça belirtmiştir.
Aynı konuşmasında özellikle dış politikadan bahsederken, “Malûmdur ki takip ettiğimiz siyaset,
siyaset-i sulhperverane-dir. Memleketimizi hiçbir hak ve adalete istinat etmiyerek çiğnemek ve
çiğnetmek teşebbüsü muzaffer ordumuzun fedakârane ve cansiparane gayretiyle lâyık olduğu
akamete uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir kaydettiği bir muzafferiyat iktisap ederek sevgili
yurdumuzu kurtarmıştır.
Sulh-u âlemi tesis için her fırsattan istifade arayan hükümetimiz büyük muzafferiyetten sonra da
harekâtı tevkif ederek mütarekeyi temin etmiş ve uzun teahhurlar ve müşkilât ile ancak
teşrinisaninin yirmisinde (20 Kasım) açılan Lozan Konferansına hakikî bir arzuyu itilâf ile iştirak
eylemiştir.” 19
24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edilen barış antlaşmasından sonra barışın korunması ve
andlaşmalara riayet bir esas gereği sayılmıştır 20.
Atatürk açıkça, 1 Kasım 1929’da, TBMM’i açış konuşmasında, “Hariciyede dürüst ve açık
siyasetimiz bilhassa sulh fikrine müstenittir. Beynelmilel herhangi bir meselemizi sulh
vasıtalariyle halletmeyi aramak bizim menfaat ve zihniyetimize uyan bir yoldur. Bu yol haricinde
bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, emniyet prensibine ve onun vasıtalarına çok ehemmiyet
veriyoruz. Beynelmilel sulh havasının mahfuziyeti için Türkiye Cumhuriyeti iktidarı dâhilinde
herhangi bir hizmetten geri kalmıyacaktır.” 21 Yeni Türkiye kendi millî menfaatlerinin de
gerektirdiği gibi, Lozan’dan sonra barış idealini samimî ve dürüstçe savunmuştur. Ancak çok
gerçekçi bir açıdan politik olayları değerlendiren Atatürk, gerek dış politikada barışı sağlamada
ve gerekse iç politikada vatandaşa huzur sağlayacak bir düzenin konulmasında, güçlü bir orduyu
vazife ve hizmette bulundurmanın en doğru yol olduğunu görmüştür.
Atatürk, 1 Kasım 1928’de, T.B.M.M.’i açarken, dış politika ile ilgili olarak şu hususları
açıklamıştır.
“Efendiler, Haricî siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin emniyetine ve inkişafının
masuniyetine dikkat, şiarı hareketimize kılavuz olmaktadır. Esaslı ıslahat ve inkişafat içinde
bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu
etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz. Bu samimî arzudan mülhem olan
haricî siyasetimizde memleketin masuniyetini, emniyetini, vatandaşların haklarını herhangi bir
tecavüze karşı bizzat müdafaa edebilmek kudreti de bilhassa gözde tuttuğumuz noktadır. Kara ve
deniz ve hava ordularımızı bu memlekette sulhu ve emniyeti masun bulunduracak bir kuvvette
muhafazaya bunun için çok ehemmiyet veriyoruz. Cumhuriyet hükümeti, milletler arasında
emniyet misâkları akdi için hususî bir gayret göstermektedir. Bize teklif olunan Kollog misâkına
iltihak için de aynı samimiyetle muvafakatimizi bildirdik.” 22
Atatürk’e göre, “beynelmilel siyasî emniyetin inkişafı için, ilk ve en mühim şart, milletlerin hiç
olmazsa sulhu muhafaza fikrinde, samimî olarak birleşmesidir.”23
Atatürk, milletlerarası barışın temel şartını milletlerarası anlayışta ve zihniyette görmektedir.
Devletlerin sulhu muhafaza fikrinde samimî olarak birleşmesi ile barışın korunacağına kanidirler.
1932 yılında yapılan bu konuşma, Atatürk’ün barışın geleceği bakımından birtakım tereddütleri
141
olduğunu belirtmektedir. Bu tereddütler, 1934 yılı Meclisi açış konuşmasında daha açıkça ortaya
konmuştur:
“Uluslararası siyasa acunu, geçen yıl içinde korunma kaygısına düştü; bu yüzden bütün ülkelerde
silahlanmaya hız verildi.
Cumhuriyet hükümeti de, bundan dolayı, bir yandan, ulusal koruma gücünü pekiştirmeye
çalışırken bir yandan da barışın sarsılmaması için, ulusların birlikte çalışmasına umut veren
yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir.” 24
Atatürk, 9 Mayıs 1935’de ise CHP Dördüncü Büyük Kurultayını açarken, “Cumhuriyetin dış
siyasada özenle güttüğü amaç, arsıulusal barışı korumak ve güven içinde yaşamaktır” 25
demiştir.
Lozan Barışından sonra, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin özellikle “yurtta sulh” ilkesi büyük
gelişmeler göstermiş, Türk insanını mutlu etmenin, güven altında tutmanın yolları araştırılmıştır.
Bu mutlu gelişmeleri, Atatürk 1 Kasım 1937’de TBMM’de, Meclisi açış konuşmasında şöyle
dile getirmiştir:
“Memnuniyetle görmekteyiz ki Cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve sükûnun en iyi
yerleşmesini temin etmiş bulunuyor. Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet kanunlarının
eşit şartları altında kendileri için hazırlanan hürriyet, refah ve saadet imkânlarından azamî
istifade etmektedirler.
Milletimizin lâyık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir
engel düşünmeğe yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım.”
26
Atatürk, aynı gün, aynı konuşma içersinde, yurt içinde güvenliğe de çok geniş yer verildiğini dile
getirmiştir:
“Bilindiği gibi, biz yurt emniyeti içinde fertlerin emniyetini de, lâyık olduğu derecede göz
önünde tutarız.
Bu emniyet, Türk Cumhuriyeti kanunlarının, Türk hâkimlerinin teminatı altında, en ileri şekilde
mevcuttur.”27
Atatürk, 1937 yılında yaptığı konuşmada dış politika açısından, Türkiye’nin milletlerarası barışa
katkısını ortaya koymaya çalışmıştır:
“Cumhuriyet Hükümetinin, komşularıyla ve diğer büyük,
münasebetlerinde, ahenkli bir istikrar ve inkişaf göze çarpmaktadır.
küçük
devletlerle
olan
Sulh yolunda nereden bir hitap geliyorsa, Türkiye onu, tehalükle karşıladı ve yardımlarını
esirgemedi.” 28
Keza aynı konuşmasında, milletlerarası barış ve güvenliği sağlamakla görevli Milletler
Cemiyetine de atıf yaparak, sulh idealine yardımcı olmayı amaç edinmiştir:
142
“Milletler Cemiyetinin geçirmekte olduğu çetin safhalarda, Cumhuriyet Hükümeti, bu arsıulusal
kuruma olan bağlılığını her sahada göstermek suretiyle, sulh idealine en uygun yoldan
ayrılmamıştır.” 29
Türkiye, milletlerarası uyuşmazlıklarını barışçı yollarla çözümlemeye çalışmakla, kuvvete ve
kuvvet tehdidine müracaat etmemekle barışa hizmet etmiştir.
En önemli iki uyuşmazlık, Hatay Dâvası ve Montreux Boğazlar Sözleşmesi ilgili devletlerin
karşılıklı rızaları ile çözümlenmiş, Türkiye milletlerarası hukuk kurallarına saygılı olmuştur.
Lozan’da düzenlenen Boğazlar Sözleşmesinin yetersizliği, yeniden bir düzenlemeyi gerekli
kılmış, ilgili devletlerin uygun bulmaları ile Montreux’de toplanan konferans 20 Temmuz
1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesini kabul etmişti.
Konferansın gerek açılışında ve gerekse kapanışı sırasında konferansa katılan devletlerin
delegeleri, Türkiye’nin barışçı tutumu ile Boğazlar Sözleşmesini, tarafların karşılıklı rızaları ile
değiştirmek için çabasını dile getirmiş ve övülmüştür.
Bu konuşmalar içerisinde en enteresan olanlardan biri de, konferansın başkan yardımcısı,
Devletler Hukuku Profesörü Yunanlı temsilci Politis’in sözleridir:
“Dostlar, kavgaya atıldığında, onlara başarı dilenir; onların yanı başında, davranışlarını,
eylemlerini kolaylaştıracak ve olanak ölçüsünde kendi gücünü onların gücüne katarak, işi iyi yola
yöneltmeğe çalışılır. Benim gözümde yıllardan beri ülkeme sarsılmaz dostluk bağlarıyla bağlı
bulunan Türkiye’den daha çok böyle bir yardımı hak etmiş ülke olamazdı. Bu başarıdan sonra,
Türkiye, buradan, dünya gözünde moral açıdan daha da yücelmiş olarak, uluslararası haklılığın
sancaktarı, uluslar arasında uzlaşmanın koruyucusu ve barışın düzenlenmesinin savunucusu
olarak çıkmaktadır. Türkiye’yi dünyanın gözünde yücelten her şey, dostları için bir kazançtır;
işte bana burada elimden geldiğince çalışma gücünü veren, açıkça söylemek isterim ki, bu duygu
olmuştur; çünkü, Türkiye’nin kazancı, dolaylı olarak benim ülkemin de kazancıdır.” 30
Montreux Boğazlar Konferansında Türkiye’nin örnek alınacak barışçı tutumu, birçok delegeler
tarafından parlak sözlerle dile getirilmiştir. Dileğim, savaşı değil, barışı arayan ve onda insanlığın
mutluluğunu bulan ve Türkiye gibi barışı savunan bir ülkeye dost gözü ile bakan, değerli bilgin
ve diplomat Politis gibi devlet adamlarının ülkelerini yöneltmeleri ve insanlığın yararına olan
barışa hizmet etmeleridir.
Montreux Boğazlar Konferansının açılışında Türkiye’nin temsilcisi Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras’ın, Boğazlarla ilgili tasarımız hakkındaki konuşması, barışçı Türkiye’nin dünya
barışına hizmete ne ölçüde hazır olduğunu da göstermektedir:
“İnanıyorum ki, Kemalist Türkiye’nin politikası, gerçekçi düzeyde bir barış ve iyi geçim
politikası sayılmak için kanıtlarını yeterince ortaya koymuştur. Tasarımız, işbirliği yolunda
beslediğimiz içten isteğimizi bir kez daha görebilmemizi sağlayacaktır.”31
Barışçı Türkiye, “yurtta sulh, cihanda sulhu”, sadece bir ilke olarak değil, bir politik düstur
olarak uygulamakta, onda insanlığın mutluluğunu da aramaktadır.
Atatürk’ün dile getirdiği gibi sulh, millet hayatında ve milletlerarası ilişkilerde, ayrı bir dikkat ve
itina ister.
143
“Sulh, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu mefhum bir defa ele geçirilince
daimî bir ihtimam ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.” 32
SONUÇ
İnceleme konumuz olan “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” hakkında yapmış olduğumuz
açıklamaların ışığı altında bir sonuca varmamız gerekmektedir.
1 - Sulh, bugün milletlerarası hayatın kaçınılmaz bir düzenidir. Yurtta Sulh ile Cihanda Sulhu
birbirinden ayırmak, bu iki sosyal düzeni birbirinden koparmak demektir. Sulh bir bütündür,
parçalanamaz, bölünemez. İçerde barışı sağlayan ülkenin dışardaki politikası başarı ile
sonuçlanır. Millî hayat ile milletlerarası hayatın karşılıklı etkileri barışı bir bütün olarak
değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Devletin kendi ülkesindeki düşmanlığın kaldırılması ile,
düzen ve güvenlik hâkim olmakta, bir tek kelime ile ülkede barış sağlanmaktadır. Ülkede barışın
sağlanması ise, medeniyetle birlikte gelişmektedir.
Barış, hukuk düzenini, haklılığı ve adaleti gerekli kılar. Barış, kuvvete ve kuvvet tehdidine
başvurmayı değil, kanunî ve meşru yollara müracaatı öngörür.
Andre de Maday’a göre, “bugün mahkûm ettiğimiz harp geçmişte gerekli bir kuram idi, bunu
insan aklı icat etti. Bugün aynı insan aklı harbin yerine barışı ikame edecektir.” 33
Sulh bugün insan hayatı için gereklidir. Huzurlu ve rahat yaşamanın yolu ise ancak barıştır.
2- “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesini devletler arasında münasebetlerde kılavuz yapan
inkılâp Türkiyesi kadar Devletler Hukukuna, hem inanı, hem de hareketi ile bağlı bulunan ve ona
samimî olarak riayet eden başka bir devlet yoktur.
Türkiye millî menfaatinin gerçek ve sağlam dayanaklarını, ancak insanlığın umumî menfaatinin
sağlanmasında görmektedir.
Atatürk inkılâbının umumî hedef ve manası, hem içerde, hem dışarda hukuk düzeninin
kurulmasına çalışmak ve yardım etmektir.” 34
Prof. Mesut Alsan’ın haklı olarak dile getirdiği bu sözler, bir bilimsel değerlendirmenin tabiî bir
sonucudur.
Aynı görüş ve değerlendirme, ünlü Ord. Prof. Dr. Alexander Rustow tarafından, “Harbin
Sosyolojik Mahiyeti” adlı incelemesinde de yapılmaktadır.
Aynı yazar, 1939 yılında yazdığı incelemesinde, harbin kaldırılması ve insanlığın birliğinin
kurulması için henüz şartların gerçekleşmediğini belirterek, harbin her an tehlike teşkil ettiğini
dile getirmektedir. Ancak dünya sulhu için nelerin yapılabileceği de bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır. Ünlü bilgin, her ne pahasına olursa olsun sulhun korunması için ortaya koyacağı
tehlikeye de değinerek bu yolla sulha hizmet edilemeyeceğini açıklamaktadır. Bu durum, A.
Rustow’a göre, kendi zayıflığımız yüzünden harbi, başkaları için kolay ve tehlikesiz bir hale
getirir, demektedir35.
Ünlü hoca A. Rustow, bu açıklamalardan sonra, Türk milletinin tarihî mücadelesine
değinmektedir:
144
“Bir millet, hak ve istiklâli uğruna hayatını feda etmeğe hazır bulunarak, aynı zamanda hakkını
sulhperver vasıtalarla, makul anlaşmalar, mertçe müzakereler yoluyla ve aktedilmiş muahedeler
ve deruhte edilmiş mükellefiyetler çerçevesinden dışarı çıkmamak suretiyle korumakla, sulha en
iyi hizmet etmiş olur.
Türkiye’den başka, dış siyaseti bütün bu ideallerin tahakkuku ve telifi hususunda yüksek
mikyasta bir örnek teşkil eden bir memleket yoktur.
Yeni Türkiye, kendisini hiç de kolay bir vaziyette bulmamıştı. Haksız muahedelerle mahrum
edildiği birçok haklarını geri isteyecekti. O, bu haklardan hiçbirisini feda etmedi. Ancak, sulhu
muhafaza, akit sadakatine hürmet ve Devletler Hukuku bakımından mutlak olan meşruiyete
riayet etmek suretiyle bu hakların hepsini geri almanın yollarını bildi. Bu başarıdan hakikî bir
gurur duyması onun hakkıdır. Ve bu başarı karşısında, yeni Türkiye’ye, dirayetle ve mesuliyeti
müdrik olarak harbe hazırlıklı bulunmak yolunda, bundan sonra da şerefli ve muvaffakiyetli bir
sulh nasip olması dileğini candan dileriz.” 36
3- Türkiye’nin barış politikası izlemesi, “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” parolası ile bunu
değerlendirmesi, kendi millî çıkarlarının sonucudur.
Türkiye’nin Millî Mücadele’nin başında esas hedefi, daha önce de belirtildiği üzere, ülkenin
düşman işgalinden kurtarılması, millî bağımsızlığa kavuşması ve Millî Misâk’ın öngördüğü
hedeflerin gerçekleştirilmesi idi.
Lozan’da sağlanan basan, Türkiye’yi barış politikası izlemeye yöneltmiştir, yöneltmiştir.
Z.M. Alsan’a göre, “Lozan Antlaşması, galip ve mağlup diye iki zümreye ayrılmış devletler
arasında değil, haklarını ve menfaatlerini savunma hususunda aynı hak ve yetkileri haiz taraflar
arasında aktedilmiş olduğu için, her taraf için faydalı bir barış kurmuş ve dünya çapındaki
sarsıntılara rağmen, feyizli varlığını muhafaza etmiştir. Boğazlar meselesi, Hatay meselesi gibi,
enternasyonal hayatın yeni şart ve zaruretlerine göre değişmesi gereken durumlar da, yine barış
içinde ve tarafların rızaları ile mümkün olmuştur. Bunda İnkılâp Türkiyesinin “Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh” umdesinin ve insanlık ideallerinin ve hususî menfaatlerinin, ancak umumî
menfaatlere saygı göstermekle sağlanabileceği yolundaki kanaatin büyük rol oynadığına şüphe
yoktur.” 37
Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, Türkiye’ye barış getirdiği gibi ülkede huzur ve güvenliğin
sağlanmasına da imkân vermiştir. Bu politika, millî menfaatlerimizle insanlık menfaatini
birleştirmiştir.
4- Türkiye’nin barış politikası, hayalî ve nazari değil, gerçekçi, uygulamada başarı sağlayan ve
sağlam temellere dayanan bir politikadır.
Atatürk, uluslararası kuruluşların dünya barışını sağlamada güçsüzlüğünü görerek, barışın
sağlanmasında millî kaynaklara, milletin kendi kuvvetine güvenmesinin gereğini ifade etmiştir.
Millî siyasetin tarifinde de açıklandığı gibi kendi kuvvetine güvenmek ordunun vazife ve hizmete
hazır olmasını ifade eder.
Atatürk’ün bir konuşmasında da bu durum açıkça İfade edilmektedir:
145
“Vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp en geniş ve hakikî manasıyla bir sulh âmili ve
bir eğitim ve öğretim ocağı olan yenilmez ordumuzun geçen sene de işaret ve izah ettiğim gibi
son sistem silâh ve motorlu vasıtalarla cihazlandırılması yolundaki çalışmalara hız verilmiştir.”38
Atatürk’ün bu gerçekçi görüşü, milletlerarası barışın garantisini, milletlerarası teşekküllerin
müeyyidesinde arayan görüşlerin yetersizliğinde olduğu gibi, meşru müdafaa harplerinin de etkili
olmasında aramalıdır. Ayrıca güçlü orduya, 1950 Kore örneğinde olduğu gibi, mütecavize karşı,
milletlerarası müeyyidelerin uygulanmasında başarı sağlamak için de gerek vardır.
Atatürk, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”, ilkesinin gereğini, millî ordu ve millî güce güvenmekle,
hem daha gerçekçi, hem de daha sağlam ve emin bir politikanın izleyicisi olmuştur.
Nitekim aynı değerlendirme A. Rustow’un daha önce değindiğimiz sözlerinde de yer almaktadır.
Ünlü Profesör, sonuç olarak, Türkiye’nin bundan sonra da, harbe hazırlıklı olarak şerefli ve
başarılı bir sulh yolunda hizmetler yapacağını candan dilediğini ifade etmektedir.
1 Andre de Maday, Sociologie de la Paix, Introduction â la Philosophie du droit international,
Paris, 1913, s. 1-9.
2 Charles Rousseau, Droit International Public, Paris, 1953, s. 537 ve devamı. Louis Delbez, Les
Principes generaux du Droit International Public, 3. bası, Paris, 1964, s. 509 ve devamı.
3 Alexander Rustow, Harbin Sosyolojik Mahiyeti, Profesör Cemil Bilsel’e Armağan, İst, 1939, s.
521.
4 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, Ankara, 1948, s, 206-207.
5 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, Ankara, 1948, s. 116.
6 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1966, s. 123. Metnin bugünkü dile
aktarılmış şekli için bk. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, 3. Baskı, Ankara,
1984, s. 313.
7 Enver Ziya Karal, a.g.e., s. 123. Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 313.
8 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 59.
9 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 323.
10 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 327-328.
11 Mehmet Gönlübol, Atatürk’ün Dış Politikası; Amaçlar ve ilkeler, Atatürk Yolu, 1981, s. 269.
12 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, C. IV, (1917-1938), s. 549-552.
13 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, IV, (1917-1938), s. 560.
14 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 78.
15 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 180-181.
146
16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 181.
17 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 229.
18 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 274. 19 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s.
290-291.
20 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 319.
21 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 347.
22 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 342-343.
23 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 357.
24 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 364.
25 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 367.
26 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 377.
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 378.
28 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 388.
29 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 388.
30 Montreux Boğazlar Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, (Çevirenler: Seha L. Meray, Osman
Olcay), Ankara, 1976, s. 272.
31 Montreux Boğazlar Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, (Çevirenler: Seha L. Meray ve Osman
Olcay), Ankara, 1976, s.
25.
32 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 396.33 Andre de Maday, Sociologie de la Paix,
Önsöz, s. VIII.
34 Zeki Mesut Alsan, Devletler Hukukunda Yeni Gelişmeler, önsöz, s. VII-VIII.
35 Alexander Rustow, Harbin Sosyolojik Mahiyeti, s. 521.
36 Alexander Rustow, a.g.e., s. 521-522.
37 Zeki Mesut Alsan, a.g.e., s. 209-210.
38 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I., s. 395.
Prof. Dr. Hamza Eroğlu
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985
147
ATATÜRK ve BARIŞ
1.Bölüm
UNESCO Genel Konferansı’nın Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümü dolayısıyla 27 Kasım
1978’de kabul ettiği karar suretinde, Atatürk’ün “Dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın,
sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek oluşturduğunu ve eylemlerinin
her zaman barış, uluslararası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden” gerçekleştiğini beyan
etmesi çok yerinde olmuştur. Zira Atatürk sadece büyük ve muzaffer bir komutan değil, çok
başarılı bir barışçı politikanın izleyicisi de olan büyük bir devlet adamıdır. Diğer tarafta
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1986 yılım (Dünya Barış Yılı) olarak ilân ettiğini
görüyoruz.
Atatürkçülüğü karakterize eden ilkelerden birisi de : “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”tur. Zira O,
Türk ulusuna ana hedef olarak gösterdiği “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma”nın ön koşulunu
yurtta ve cihanda barışta görmüştür. Çünkü O, çok iyi biliyordu ki, Osmanlı împaratorluğu’nda,
daha Selim III ve Mahmut II dönemlerinden beri yapılması düşünülen yeniden düzenlemeler; iç
çekişmeler, isyanlar, sokak kavgaları gibi olaylarla başarıya ulaşamamıştı. Atatürk’ün “Cihanda
Sulh”u da içeren ilkeyi, 1931 yılında, Avrupa’da dünya barışının açık seçik olarak tehlikeye
girdiği bir dönemde ortaya attığını görüyoruz. Milletçe, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı
amaçlayan Atatürk, bozulacak bir dünya barışının Türkiye’nin modernleşme ve çağdaşlaşma
atılımında yapabileceği olumsuz etkileri biliyor, Türk ulusunun kısa zamanda eksikliklerini
tamamlayabilmesi için dünya barışının devamında zaruret görüyordu.
Ayrıca dünyanın en hassas ve kritik yerinde bulunan Türkiye’nin, dünya ölçüsünde çıkabilecek
bir çatışmaya her zaman kolaylıkla karıştırılabileceği ortadaydı. Bu nedenle Atatürk, ulusal
mücadelenin başından itibaren dünya barışının oluşumuna katkıda bulunacak bir politikayı
izlemiştir.
Dış politikada da bir gerçekçi ve pragmatist olan Atatürk ulusal mücadelenin başında Türk dış
politikasının temel ilkeleri olarak ulusal bir devlet kurmak ve uluslararası gerçeklerin gerektirdiği
bir dış politika izlemek ilkelerini benimsemiştir. Türkiye’nin jeopolitik durumu, büyük ve güçlü
devletlerin yayılma ve ulusal çıkarlarına giden yollar üzerinde bulunduğuna göre, dış
politikamızın uluslararasındaki ilişkilerin gelişmesine göre ayarlanması zorunlu idi.
148
Atatürk’ün, dünya barışma verdiği önemi birçok konuşmalarında vurguladığını görüyoruz.
Nitekim 1 Kasım 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “Karşılıklı
güven ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir.
Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe genel bir barışma sağlamaktan çok,
sömürülmek istenen bir takım uluslara karşı bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve
ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah
alışverişinin bir takım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak tedbirlerin alınması bu
kuşkuyu artırmaktadır”. Atatürk bir diğer konuşmada da, “Barış ulusları refah ve saadete
eriştiren en iyi yoldur. Memleketimizi hergün daha çok kuvvetlendirmek, her türlü ihtimallere
karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık
içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır” demiştir.
Barışı seven ve onu sonuna kadar muhafaza etmek isteyen Atatürk, ne pahasına olursa olsun bir
barıştan da yana değildir. Nitekim 1923’te yaptığı bir konuşmada “Behemehal şu veya bu
sebeple milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim, Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Gerçek
kanaatim şudur : Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım, “öldüreceğiz" diyenlere
karşı “ölmeyeceğiz” diye savaşa girmeliyiz.
1928’de bu konuda şöyle demiştir : “Esaslı ıslahat ve gelişme içinde bulunan bir memleketin,
hem kendisine hem çevresine barış ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay izah
olunabilecek bir keyfiyet olmaz. Bu samimi arzudan esinlenen dış politikamızda memleketin
dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını herhangi bir tecavüze karşı bizzat
savunabilmek kudreti de özellikle gözde tuttuğumuz bir noktadır”.
Atatürk, uyuşmazlıkları barışçı yollarla çözümden yanadır. I92g’da şöyle der : “Uluslararası
herhangi bir problemimizi barış vasıtaları ile halletmeyi aramak bizim menfaat ve düşüncemize
uyan bir yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki güvenlik prensibine ve
onun araçlarına önem veriyoruz”. 1931’de; "Türkiye’nin güvenliğini amaç tutan, hiç bir ulusun
aleyhine olmayan bir barış istikameti bizim düsturumuz olacaktır" demiştir.
Bu dış politika, Türkiye’nin itibarını dış dünyada arttırmış ve 1932’de Milletler Cemiyeti’ne
girmesine vesile olmuştur.
2.Bölüm
Atatürk iç barışı sağladıktan sonra komşulardan başlayarak, dost ve müttefik sağlamaya girişmiş,
1930 larda Avrupa’daki huzursuzluğu çok iyi gören lider, Amerikalı gazeteci bayan Gladys
Baker ve General Mac Arthur ile görüşmelerinde bu huzursuzlukları ve bunların nereye
varacağını, dünyanın başına neler getirebileceğini belirterek, dünyayı idare edenleri uyarmak
istemiştir. Türkiye’ye yakın bölgelerin güvenliği için, 1934’de Balkan Antantı ile 1937’de
Sadabat Paktı’nı da oluşturduğunu biliyoruz.
Büyük bir asker olan Atatürk savaş değil, barış adamıdır. İzmir’in 9 Eylül 1922’de düşman
işgalinden kurtulmasından sonra 26 Eylül 1922’de “Daily Mail” gazetesinin İzmir’deki
muhabirine verdiği demeçte; “Ben gerçek biçimde barış isterim. Son taarruzu yapmağa isteğim
yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan kovmak için başka çıkar yol bulamadım. Zaferde
gösterdiğimiz ölçülük, Yunanlıların yıkıcılıkları ile çelişmektedir, İngiliz milletinin de artık
Türkiye ile ticaret ve dostluk ilişkilerine gireceğine güveniyorum”. Nitekim ilk fırsatta hem
Yunanlılar, hem İngilizlerle dostluk ve hatta ittifak ilişkilerinin kurulduğunu biliyoruz.
149
Atatürk 1935’te, dünyada milletler bir apartmanın sakinleri gibi kabul edilir. Eğer bir apartman,
sakinlerinden bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına
imkân yoktur, demiştir.
Atatürk’ün dünya barışma ilgisini ortaya koyan bir diğer beyanı 17 Mart 1937 tarihinde
Romanya Dışişleri Bakanı Victor Antonesco’nun Ankara’yı ziyareti dolayısı ile söylediği şu
sözlerdir : “En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için
insanoğlunun hepsini bir gövde ve bir ulusu bunun organı saymak gerekir. Bir gövdenin
parmağının ucundaki acıdan öteki bütün organlar etkilenir... Dünyanın filân yerinde bir
rahatsızlık varsa, bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş
gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir, işte bu
düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır”.
Uzak görüşlü devlet adamı Atatürk’ün, 28 Eylül 1932 günü kendisini ziyarete gelen General Mac
Arthur’a Dolmabahçe Sarayı’nda söylediği ve daha sonra Generalin anılarında yayınlanan sözleri
kehanet derecesine ulaşan derin bir sezinin ürünüdür:
“... Bence dün olduğu kadar yarın da Avrupa’nın kaderi Almanya’nın alacağı duruma bağlı
bulunacaktır. Olağanüstü bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet,
üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî akıma kendini kaptırdı mı ergeç Versay
Andlaşması’nın kaldırılmasına kalkışacaktır”. Atatürk aynı konuşmada İtalya için de şöyle
konuşmuştur: “... Korkarım ki İtalya’nın bugünkü önderi (Mussolini), Sezar rolünü oynamak
hevesinden kendini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak
olduğunu derhal gösterecektir.”
Atatürk, Amerika’nın geçen savaşta olduğu gibi bu savaşta da tarafsız kalamayacağım ve
Almanya’nın ancak Amerika dolayısıyla yenileceğini söylemiş ve sözlerine şunları eklemiştir:
“Avrupa Devlet adamları başlıca anlaşmazlık konusu olan önemli siyasî sorunları her türlü millî
bencillikten uzak ve yalnız genel yarara uygun olarak son bir çaba ve tam bir iyi niyetle ele
almazlarsa korkarım ki felaketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi, İngiltere, Fransa,
Almanya arasındaki anlaşmazlıklar sorunu olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın
doğusunda bütün medeniyeti ve hatta beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün
maddî ve manevî olanaklarım tüm olarak dünya ihtilali amacı uğruna seferber eden bu korkunç
kuvvet üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen yepyeni siyasî yöntemler
uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile en iyi olarak yararlanmasını
bilmektedir. Avrupa’da olacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de
Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülke ile en çok savaşmış
olan biz Türkler, oradaki olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı ile görüyoruz.
Uyanan doğu milletlerinin zihniyetlerini istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve
kinleri depreştirmesini bilen Bolşevikler yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı tehdit eden başlıca
kuvvet halini almışlardır.”
Daha sonra anlaşılmıştır ki eğer bütün dünya ve özellikle A.B.D. ve Britanya yöneticileri,
Atatürk’ün görüşünü anlayabilse idi, insanlık, İkinci Dünya Savaşı ve sonraki ıstıraplı
gelişmelerin çoğunu yaşamazdı.
150
3.Bölüm
12 Eylül 1980 öncesi en sık sorulan sorulardan birisi de “Atatürkçü dış politika ile Paktların
bağdaşıp bağdaşamadığı ve bunların Atatürk’ün “Bağımsızlık” ilkesi ile nasıl telif edileceği”
hususu olmuştur.
Çok defa kamuoyunda yapılan maksatlı ve sürekli propaganda ve telkinlerden kaynaklanan,
bazen de gerçekten sadece öğrenme merakına dayanan bu tür sorulara verdiğim cevapları şöyle
özetlemek mümkündür:
Bağımsızlık, hiçbir devletin ulusal çıkarlarının gerektirdiği antlaşmaları yapmak hakkından
vazgeçmesi anlamına alınamaz. Bilakis bağımsızlık, bağımsız devlet iradesine dayanarak, bir
millet ve devletin çıkarlarının gerektirdiği her türlü ilişkilere girmesi anlamını taşır, önemli olan
bu girişimlerin, dışardan yapılan zorlamalarla değil, ulusal otoriteye dayanarak yapılması ve
ulusal çıkarların gerektirdiği ölçüde ve sürece sürdürülmesi ve yine sadece devletin serbest
iradesine dayanarak bu ilişkiye gerekiyorsa son verilmesidir.
Atatürk döneminde ve bizzat Atatürk’ün girişimi ile, Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’nın
sonunda imzalanan andlaşmalara karşı beliren revizyonist akımlara karşı Türkiye, Yunanistan,
Romanya ve Yugoslavya arasında bu ülkelerin sınırlarını karşılıklı olarak garanti altına alan
Balkan Antantı’nın, 9 Şubat 1934’te kurulduğunu bilmiyor muyuz? Bunun gibi İtalya’nın
Habeşistan’ı işgali ile Doğu Akdenizde ve önanayasa’da ortaya çıkan Mussolini’nin yayılmacı
politikasına karşı, yine Atatürk’ün önayak olması ile 8 Temmuz i937’te, Tahran’da Sabadat
Sarayı’nda Türkiye-İran-Afganistan ve Irak arasında “Sadabat Paktı” olarak bilinen andlaşmanın
imzalandığı hâlâ hatırlardadır. Böylece Atatürk Türkiye’si, Balkan Antantı ve Sadabat Paktı ile
Batı’da ve Doğu’da birer güvenlik sistemi kurmak ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede
beliren tehlikeli ve yayılmacı eğilimleri durdurmak istemiştir.
4.Bölüm
Atatürk’ün gerek Büyük Nutkunda, gerekse çeşitli zaman ve yerlerde yaptığı konuşmalarda ve
verdiği demeçlerde, askerî görüş ve ilkelerini açıkladığını biliyoruz. Büyük Komutan harbi ve
savaşmayı zarurî ve hayatî olmadıkça uygun kabul etmemiştir. O ancak öldürmek isteyenlere
karşı ölmemek, özgürlük ve bağımsızlığını korumak için harbi kaçınılmaz kabul ederdi.
Daha 1919’da “Ulusun bağımsızlığı tehlikeye girdiği zaman, ulus ordularını kendi toplar ve
yalnız bir hareket tarzı kabul eder. O da kurtuluş uğrunda sonuna kadar kanını dökmek”tir
demiştir. “Kurtuluş için, bağımsızlık için düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten
başka karar ve çare yoktur” diyen Atatürk, savaş sebebi konusunda da şunları söylemiştir: “Şu
veya bu sebepler için, ulusu harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalıdır.
Gerçek kanaatim şudur: Ulusumuzu harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım.”
“Öldüreceğiz” diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Fakat ulusun hayatı
tehlikeye girmeyince harp bir cinayettir.”
Atatürk, 30 Ağustos 1924’de Büyük Zaferin Üçüncü Yıldönümünde Dumlupınar’da yaptığı
konuşmada savaşı şöyle tanımlamıştır:
“Harp, muharebe, hele meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması
değildir, ulusların çarpışmasıdır. Ulusların bütün varlıkları ile, bilim ve teknik alandaki
seviyeleri ile, başarıları ile, ahlakları ile, kültürleri ile, faziletleri ile kısacası göz ile görülür
bütün güçleri ve varlıkları ile, her türlü araçları ve olanakları ile çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu
151
alanda çarpışan ulusların gerçek güçleri ve değerleri ölçülecek demektir. Sonuç yalnız göze
görünür güçlerin değil, bütün güçlerin özellikle ahlaktan ve kültürden gelen güçlerin
üstünlüğünü ortaya koyar. Bu nedenledir ki meydan muharebesinde yenilen taraf ulusça ve
ülkece bütün güçlerince ve varlıklarınca yenilmiş, alt edilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne
korkunç olabileceğini kestirebilirsiniz. Dağılıp çökme yalnız savaş içindeki orduda kalmaz. Asıl o
orduyu çıkaran ulus bu korkunç sonuca uğramış olur. Tarih başlarındaki Haçlılarla hırsını
yenemeyen politikacılar elinde bir takım boş ve yersiz isteklere oyuncak olmuş istilacı ulusların,
istilacı orduların uğradığı bu tür korkunç sonuçlarla dopdoludur”.
İkinci Dünya Savaşı’nda dünya askerî litaratüründe ortaya çıkıp işlenen “topyekün savaş”
kavramını Atatürk’ün çok daha önceleri Ekim 1927’de okuduğu “Büyük Nutuk”ta şu şekilde
tanımladığını görüyoruz:
“Bilirsiniz ki harp ve muharebe demek iki ulusun yalnız iki ordusunun değil, iki ulusun bütün
mevcutları ile ve bütün maddî ve manevî güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile
vuruşması demektir. Bu nedenle bütün Türk ulusunu cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen
ve fiilen ilgilendirmeliydim. Ulus fertleri, yalnız, düşman karşısında bulunanlar değil, köyde,
evinde, tarlasında bulunan herkes silahla vuruşan muharip gibi, kendini görevli duyarak bütün
varlıklarını mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte
yavaş davranan ve görmezlikten gelen uluslar, harp ve muharebeyi ciddiye almış ve
başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”
Atatürk 17 Şubat 1923’de İzmir iktisat Kongresi’ni açarken ise şöyle demiştir: “Ulus tüfeksiz,
topsuz, araçsız, parasız işe başlayıp dünyanın en güçlü ordularından birini kurabilmiş ve bu
ordu daha kuruluş halindeyken Birinci İnönü, ikinci İnönü ve Sakarya Muharebelerini kazanmış
ve sonunda kutsal yurdumuzu çiğneyen düşman ordularını, son erine kadar yok etmiştir.”
5.Bölüm
Doğu ve güney komşularımız olan iki dost ve kardeş ülke İran ve Irak’ın birbirlerini sadece
askerî yönden değil ekonomik bakımdan da tahribe yönelik savaş ile ilgili haberleri okuyup
resimleri görenlerin büyük Komutan Mustafa Kemal Atatürk’ün barışseverliğini ve zarurî
olmayan savaşları cinayet olarak niteleyen görüşünü hatırlamamalarına imkân yoktur.
Mustafa Kemal’e göre ancak bir ulusun özgürlük ve bağımsızlığı tehlikeye düştüğü zaman silaha
başvurulabilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Birinci kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak 22
Nisan 1921 tarihli “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinde çıkan bir mülakatında gazetecinin; “Paşa
Hazretleri, Türk ulusu’nun bütün dünyaya gösterdiği bu temiz ve soylu direnme düşüncesi,
yüksek kişiliğinizde önce nasıl doğdu?” sorusuna Mustafa Kemal’in verdiği cevap şudur :
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun ve büyük atalarımın en değerli
mirası olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar aile, özel
ve resmî yaşamımın her dönemini yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinmektedir. Bence bir
ulusta onurun, saygınlığın, namusun ve insanlığın varlığı ve kalıcı olabilmesi, kesinlikle o ulusun
bağımsız ve özgürlüğüne sahip olması ile ayakta durur... Ben yaşayabilmek için kesinlikle
bağımsız bir ülkenin ferdi olmalıyım.Bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. Ulus ve ülkenin
çıkarları gerektirdiği zaman, insanlığı oluşturan uluslardan herbiri ile, uygarlık gereği olan
dostluk ve politik ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla değerlendiririm. Ancak benim ulusumu esir
etmek isteyen herhangi bir ulusun da, bu isteğinden vazgeçinceye kadar uzlaşmaz düşmanıyım”.
152
5 Ağustos 1921 ‘de kendisine Başkomutanlık verilmesini öngören kanun ile ilgili olarak Mustafa
Kemal şunları söylüyor: “Efendiler, yoksul ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları, Tanrının
yardımı ile kesin olarak yenilgiye uğratacağımıza dair güven ve inancım bir dakika olsun
sarsılmamıştır. Bu dakikada bu inancımı yüksek heyetinize karşı, tüm ulusa karşı ve tüm dünyaya
karşı açıklarım”.
Sakarya Meydan Savaşanın kazanılması üzerine de, 19 Eylül 1921’de Başkomutan Mustafa
Kemal TBMM’de şunları söylüyor : “Haklarımızı sağlayıncaya kadar silâhımızı elden
bırakamayız. Ancak bundan bizim aşırı savaş yanlısı olduğumuz sanılmasın. Böyle bir anlayış
kadar büyük haksızlık olamaz. Biz tam tersine herkesle barış yapmak istiyoruz. Barış yolu ile
haklarımızı almak için her yola baş vurduk... Biz döğüşçü değiliz, barışçıyız. Bir an önce barışın
kurulmasını görmek ve ona yardım etmek isteriz... Yüce Heyetinizin başkanı olarak bildirmeliyim
ki, biz savaş değil, barış istiyoruz. Bir an önce barışın kurulmasını görmek ve ona yardım etmek
isteriz... Barış yapmaya hazırız... Eğer Yunan ordusunun bizi haklı olan davamızdan
vazgeçireceği düşünülüyorsa imkansızdır”.
Yine Atatürk 18 Nisan 1922’de T.B.M.M’de şöyle diyor : “Arkadaşlar, yüce meclisinizin,
bilinen güçlükler içinde yaratmayı başardığı ordular, gerçekte Viyana surlarına dayanan eski
Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak kendisinde bulunan yüksek insancıl ülkü bakımından,
onlardan daha üstün nitelikte ve değerde bir çelik parçasıdır. T.B.M.M. hükümetinin ordusu,
topraklar ele geçirmek, ya da devletler yıkmak, devlet kurmak için şunun bunun elinde ihtiras
aracı olmaktan arınmıştır”.
30 Ağustos 1922’de Büyük Zafer’in kazanılması üzerine Mustafa Kemal İngiliz gazetesi “Daily
Mail”in İzmir’deki muhabirine 26 Eylül i922Jde şu demeci verir: “Artık muharebenin
sürdürülmesine neden kalmamıştır. Ben gerçek biçimde barış isterim. Son taarruzu yapmaya
isteğim yoktu. Fakat Yunanlıları Anadolu’dan kovmak için başka çıkar yol bulamadım. .. Zaferde
gösterdiğimiz ölçülülük, Yunanlıların yıkıcılıkları ile çelişmektedir. İngiliz ulusunun artık Türkiye
ile ticaret ve dostluk ilişkilerine gireceğine güveniyorum”.
4 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şunları söylüyor: “... Geçen yıl Ağustosun
beşinci günü, kürsüden, beni Başkomutan atamış olduğunuz zaman teşekkürlerimi sunarken
demiştim ki: “Ülkemizi çiğnemek üzere ülkemize giren Yunan ordusunu kutsal ocağımızda
boğacağız” Bu sözümde yanılmamış olduğumu olaylar kanıtladı sanırım. Gerçekten Yunan
ordusu kutsal toprağımızda tümü ile boğulmuştur... Arkadaşlar ulusumuz tek bir adam gibi
gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba ile bu başarıyı kazanmıştır. Ulusumuzun barış işlerinde de,
barıştan sonraki işlerde de, aynı yardım ve çaba ve birliği göstererek, bu zaferi
tamamlayacağına kuşkum yoktur. Bu zafer bize bir imkan veriyor biz bu imkanı ülkemizin,
ulusumuzun aydın, mutlu ve müreffeh geleceği için kullanacağız”.
Nihayet Mustafa Kemal 1 Kasım 1930’da T.B.M.M’yi açarken şunları söylüyor: Dış
politikamızda barış ve iyi ilişkiler amacı içtenlikle izlenmektedir. Umarım ki uluslararası
ilişkilerde, dostluklara gerçekten bağlı olan ve hiç bir ulusun karşısında bulunmayan açık ve
sağlıklı tutumumuz gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. İsmet Giritli *
*Atatürk Araştırma Merkezi Bilim Kurulu Eski Üyesi
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 6, Cilt: II, Temmuz 1986
153
ATATÜRK ve BARIŞ - 2
Uzun yıllar boyunca Osmanlı Devletinin cephelerde uğradığı acı yenilgilerin yakın tanığı olan ve
bizzat kendisi de senelerce cephelerde savaşan Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin içte ve dışta barışçı bir politika izlemesi gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.
Çünkü bu uzun savaşlar, Türk milletinin refaha ve saadete kavuşmasına büyük bir darbe
indirmiş; yurt toprakları işlenemediği, teknoloji ve sanayileşme sağlanamadığı gibi; yığınlar
halinde Türk çocukları cephelerde harcanmıştır. Bu acı tabloyu Atatürk Nutuk’ta, geçmiş
dönemlerde izlenmiş olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık politikalarını eleştirirken canlı
bir biçimde ortaya koymuştur1. Çünkü bu politikalar, Türk milletinin gerçek mutluluğuna hizmet
eden politikalar değildi. Atatürk’ün kendisinin vurguladığı gibi, hepsi birer hisse ve hayale
dayanıyordu2. Oysa, kurulan yeni Türk devletinin en önemli ilkelerinden birisi olarak gördüğü
ve yorumladığı “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesini, yalnızca Türk Milleti’nin değil, diğer
dünya milletlerinin de gerçek mutluluk ve refahı için mutlaka hakim kılınması gereken bir
politika olarak görüyordu. Atatürk’e göre, insanlığın gerçek kurtuluşu barıştan geçmekteydi.
Barış için yapılması gereken çok şeyler olmakla birlikte, tarihin acı bir gerçeği olarak, bunu
sağlamanın ne denli güç olduğunun da farkındaydı.
Türk Milleti, uzun yıllar başka milletlerle harp halinde yaşamıştı ve arka arkaya yapılan büyük
yanlışlar onu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yok olmanın eşiğine getirmişti. Milletin
mutluluk ve saadetinden çok, kendi kişisel mevkilerini düşünen ve hayallerini gerçekleştirmeye
çalışan politikacılar, Türk milletinin maddî gücünü aşan politikalarla, çok geniş amaçlar uğruna
Türk milletini idam sehpasının karşısına getirmişlerdi. Bu yanlış politikaların hepsi, millîlik
vasfından uzak politikalardı; millî olmayan politikaların da, tarihin en eski milletlerinden birisi
olan Türk milletinin gerçek hasletleri, amaçları ve beklentileri ile uyum içinde olması da
mümkün değildi. Oysa, Atatürk’ün sahip olduğu felsefenin özünde, millî çıkarları aşan dış
politikanın yeri yoktu. Büyük Nutuk’ta; “Millî siyaset dediğim zaman kasdettiğim anlam ve öz
şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı
koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak…Genellikle milleti uzun
emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medenî dünyadan, medenî, insani ve karşılıklı
dostluk beklemektir” diyordu3… Türk Kurtuluş Savaşı’nda Türk milleti, tam bağımsızlığını ve
özgürlüğünü gerçekleştirmek, egemenliğine sahip çıkmak için savaşmak zorunda kalmıştı. Bütün
154
bunlara rağmen Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan ve Türk milletinin kaderini eline almış olan
Büyük Millet Meclisi, savaş halinde olduğu batılı devletler nezdinde, Türk milletinin tam
bağımsızlık ve kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkından taviz vermeden, barış
sağlanabilmesi için gerekli teşebbüslerde sürekli bulunmuştu. Mecliste kurulan hükümetler, batılı
başkentlere gönderdiği temsilcileri aracılığıyla savaşı sona erdirmenin ve kalıcı bir barış ortamı
yaratmanın zeminini araştırmıştır. Bu girişimlerde güdülen amaç, daha fazla kan dökmeden, Türk
milletinin gasb edilmek istenen haklarını elde etmekti. Savaşa gerek kalmadan bu hakların
kazanılması, en çok arzu edilen bir sonuç olacaktı. Ne var ki, Türk milletinin düşmanı olan
devletler, tutum ve tavırlarıyla buna imkan vermiyorlardı; tarihsel kinleri ve insanlık dışı
yaklaşımlarıyla, en aşağı yedi bin yıllık tarihi olan Türk milletini tarihten silmeye çalışıyorlardı.
Lord Kürzon, bir entrika ve fesat kaynağı olarak gördüğü Türkleri Avrupa’dan sürüp atmaktan ve
İstanbul ile Boğazlar’ın Cemiyet-i Akvam’a verilmesinden sözederken; Lloyd George,
Perikles’ten sonra Yunanistan’ın yetiştirdiği en büyük devlet adamı olarak gördüğü Venizelos’un
düşüncelerini, İngiliz politikalarıyla uzlaştırarak destekliyordu4. Fransa Başbakanı Clemenceau
ise, Türkler’in Avrupa’dan atılmalarıyla da yetinmiyor, bütün Küçük Asya’daki varlıklarının
silinmesini ve Ortaasya’ya sürülmelerini öngörüyordu.
Türk milleti, Atatürk’ün önderliğinde, dünyanın ilk kapsamlı bağımsızlık ve özgürlük savaşına
girişti. Batı ülkelerinin bütün askerî ve siyasî baskılarına büyük bir fedakarlıkla ve kahramanlıkla
göğüs gerdi. Zamanla gerçek durumu, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerine göre daha erken
kavrayan Fransa, Türkiye’nin haklı davasının özelliklerini anlayarak, eski düşüncelerini bir yana
bıraktı. Türklerin onurlu bir yaşama hakkı ve barış istediğini anlamıştı. Sakarya Savaşı’ndaki
Türk başarısından sonra Fransa adına Türkiye’ye gelen Franklin Bouillon Türkiye’nin barış esası
üzerine yürüyen politikalarına olumlu karşılık vermiş ve bu devletle 20 Ekim 1921’de “Ankara
İtilafnamesi” imzalanmıştı. Böylece; “Ankara İtilafnamesi güçlü bir düşmanın daha fazla kan
dökülmeden safdışı kalmasını sağlamış oluyordu”5. Buna karşın öteki ülkelerin uzlaşma kabul
etmez tutumları devam etmiş, Misak-ı Milli ilkelerini kendisi için bir yaşam nedeni sayan
Türkiye’nin barışçı yaklaşımlarının önü tıkanmıştır. Bundan sonraki süreç, barış isteyen bir
halkın, zorunlu olarak istiklâli için savaşması sürecidir.
Bu sürecin başından buyana Atatürk, gerek Türkiye içindeki kimi söylevlerinde ve eylemlerinde
ve gerekse diplomatlar aracılığıyla Batı hükümetlerine gönderdiği mesajlarda, Türk milletinin
bağımsızlığı için yok olana kadar savaşacağını tam bir kararlılıkla belirtmekle birlikte, gerçek
amacın barış ve barıştan doğacak refah ve saadet olduğunu vurgulamıştır. Milli Mücadele’nin
daha başlangıcında, Büyük Millet Meclisinin açılışından bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de,
Meclisin gizli oturumunda, yayılmacılık esasına dayanan politikaları şiddetle red etmiştir.
Atatürk “Hakikaten bütün gayemiz bu hudud-u milli dahilindeki milletimizin istirahatini, refahını
ve bu hudud-u milli ile muayyen vatanımızın tamamiyetini masun bulundurmaktan ibarettir”
sözleriyle, gerçekçi bir dış politikanın çerçevesini çizmiştir6. Bu dış politikanın en temel
özelliğini, gerçekçiliği oluşturmaktadır. Öyle ki Misak-ı Milli ile Türk ulusunun varlığını
sürdürmesine imkan verecek istekler, çağdaş ulus kavramının tanımıyla ortaya konulan
özelliklerden ilham alınarak belirlenmiş; siyasal yönden dayanağını ise Wilson Prensiplerinden
almıştır. Temel amacı, millî sınırlar içinde Türklerin bağımsız ve özgür olarak yaşaması, barış
içinde kalkınma amacına yönelmesidir. Bu nasıl sağlanacaktı? O günkü şartlarda emperyalizmin
amaç ve yöntemleri elbet de modern bilimin belirlediği çerçeveyle uzlaşmıyordu. Emperyalizm
modern bilimin ortaya koyduğu millet kavramının tanımını, kendi yöntemlerine uydurmaya
çalışıyordu. Nitekim Wilson prensiplerinin bile bir süre sonra aldatmaca olduğunu Atatürk,
özellikle General Harbord’un Amerikan mandasının Türkiye şartlarını belirlemek üzere
Anadolu’da yaptığı temaslar sırasında pek net biçimde görmüştü7. Dayandığı esaslar ne kadar
sağlam görünürse görünsün, büyük devletlerin ve bu arada Amerika’nın siyasî alanda bu ilkeleri
istenildiği gibi yorumlandığı ve kullanıldığı ortadaydı. Bu durumda, Türk milletine onurlu bir
155
yaşam hakkı verecek sonuçlara savaş yöntemine başvurmadan kavuşmanın imkanı
bulunmuyordu. Nitekim Atatürk, Meclis gizli oturumlarından birinde; “… her zaman arzedildiği
üzere, Büyük Millet Meclisinizin takip ettiği siyaset harp siyaseti değildir; müslihane (barış
yoluyla) temin-i menafii etmektir” demişti8. Ne var ki, barış yolu şimdilik tıkanmış görünüyordu.
Atatürk, Türk milletinin emperyalist politikaların sonucu olarak tutsaklığına karar verenlere
karşı, önderlik ettiği milletinin başında, tarihin görmediği fedakarlık örnekleriyle dolu
bağımsızlık savaşını verirken, ne büyük bir askerî dehaya ve strateji bilgisine sahip olduğunu
göstermişti. Türk ulusunun bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşılan bu dönemlerde bile, Atatürk
bu büyük fedakarlıkların barış için gerekli olduğuna kendisini inandırmıştır. Bunu en güzel
anlatan örnek hiç şüphesiz, 30 Ağustos Başkomutan Meydan Muharebesi sonrasında savaş
meydanını gezerken hissettikleridir. Lord Kinross’un aktardığına göre, Mustafa Kemal Paşanın
çadırı savaş alanına yakın, harap olmuş bir köyde, bir ahırın damına kurulmuştu. Çevresine
toplanan köylü kadınlar ona bakıyor, kendisinden Yunanlılardan çektiklerinin öcünü almasını
istiyorlardı. Aşırı neşesi gitmiş, yerini kara düşünceler kaplamıştı. Sessizce inerek yolun
kenarında bir sandalyeye oturmuştu. Üstleri paramparça, kan toz içinde gelen Yunan esirlerine
bakmaya başladı. Savaşın vahşiliğine ne kadar alışık olursa olsun, bu yıkıntı sahnesi onu
sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına bundan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Bütün insan
topluluklarının, özellikle Yunanlıların aksak yönleri üzerinde düşünce yürüttü. Sonra yerde
gördüğü bir Yunan bayrağının oradan kaldırılmasını ve bir Yunan tüfeğine sarılmasını emretti9.
Aynı şekilde İzmir’in kurtuluşu sırasında, atının kuyruğuna Yunan bayrağını bağlamış olan
Çolak İbrahim’i şiddetle azarlamış ve bayrağı atın kuyruğundan çözdürmüştü. Oysa Yunan Kralı
Konstantin İzmir’e geldiğinde, kendine ayrılan ikametgahına giderken, Türk bayrağını fütursuzca
çiğnemişti. Oysa Atatürk, haksızca Türk milletine tarihteki en büyük kötülüğü eden, Anadolu’da
taş üstünde taş bırakmayan istilâcı bir ordunun sahibi olan milletin şerefiyle, savaş ortamında
oynamayacak kadar büyük bir asalete sahipti. Yunan Kralı Konstantin’in Türk bayrağını
çiğnemesine karşın, o hasım bir milletin bayrağını, bir kin uğruna çiğnememiş ve; “Arkadaşlar!
Bir milletin orduları mağlup edilebilir, komutanları esir edilebilir; fakat bir milletin şeref
sembolü olan bayrağı asla çiğnenmez!” diyerek insanlığa mümtaz bir ders vermiştir10. Bu istilâ
ordusuna kumanda etmiş olan General Trikopis esir olarak karargahına getirildiği zaman ne
kadar dostane ve nazik davrandığını olayın tanığı Halide Edip şöyle anlatır: “Sırtını yere getirdiği
pehlivanın elini sıkan galip bir pehlivan gibi, Trikopisin elini yakaladı; alalade bir el sıkışı
müddetinden fazla tuttu; ‘Oturun General! Yorulmuş olacaksınız’ dedi. Sonra sigara tabakasını
uzattı. Kahve ısmarladı. Diyanis’e de nazik muamele etti. Fakat gözleri Trikopis’in
gözlerindeydi. Trikopis ona, açık bir hayranlıkla bakıyordu. Konuşma bitince Mustafa Kemal
ayağa kalktı: ‘Sizin için bir şey yapabilir miyim?’ diye sordu. Trikopis: ‘İstanbul’daki karıma
durumumdan haber verilmesini isterim’ diye cevap verdi. O zaman Mustafa Kemal Paşa,
Trikopis’in elini yine uzunca bir süre elinde tutarak dedi ki: “Savaş bir tarih oyunudur. General;
bazen en beceriklisi de yenilir. Siz görevinizi yaptınız. Sorumluluk şanstan geliyor,
üzülmeyiniz!”11…
Atatürk, 4 Ekim 1924 tarihinde, Büyük Millet Meclisinde, büyük zafer hakkında bilgi verirken
de bu barışçı ve insancıl duygularını belirtmiş, üzüntüsünü şu satırlarla aktarmıştır: “Hakikaten
arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi gün gezdiğim zaman, teessürden men-i nefs edemedim. Bir
asker için, herhangi bir asker için bu vaziyet mucib-i teessürdür. Fakat Allah’ın bunu bunlara
mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler asker değildir. Bunlar her halde
caniler ve katillerdir”12. Nitekim Atatürk savaş meydanını gezerken, parçalanmış insan bedenleri
karşısında çok duygulanmıştı. Yer yer cesetlerden toprak görünmüyordu. Yakınındakilere;
“Allah bir daha bize ve insanlığa bir daha böyle feci bir akıbet göstermesin. Bu insanlık adına
yüz kızartıcı bir manzaradır. Ne yapalım ki bizi buna mecbur ettiler; çünkü onlar birer
caniydiler” demiştir.
156
Atatürk, hayatının her döneminde, “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesini ısrarla vurgulamış ve
bunu yalnızca bir düşünce olarak görmeyip, bizzat izlenen politikalarda uygulamıştır. Nitekim,
savaşı yasaklayan 1928 tarihli Briand-Kellogg Andlaşması’na13 ve ertesi yıl bu andlaşmayı
Doğu Avrupa’da yürürlüğe koyan Moskova Protokolü’ne Türkiye’nin katılmasını istemiştir14.
Bu nedenle “Yurtta Barış Dünyada Barış” özdeyişi bir slogan değil, Atatürk’ün öngördüğü
çağdaş Türk dış politikasının en değişmez prensibidir. Nitekim O, “Yurtta Barış Dünyada Barış”
prensibini, Türkiye Cumhuriyetinin en önemli umdelerinden birisi olarak sayar ve bu prensibin
amacını, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı amil olarak yorumlar. Bu
ilkeye elden geldiği kadar hizmet etmiş olmayı ve hizmete devam etmeyi, kendisi ve ulusu çin
bir iftihar nedeni sayar15. Atatürk, Yurtta Barış Dünyada Barış prensibini dış politikanın temel
prensibi haline getirmek için yoğun bir çaba harcarken, uluslararası diplomaside yeni
gruplaşmalar ortaya çıkmaktaydı. Özellikle Avrupa’da Nazizim ve Faşizm gibi diktatörlük
rejimleri, akıl almaz bir çılgınlığa doğru giderlerken, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, akılcı
politikalar ve barışçı siyasetlerdi. İtalya’da Mussolini’nin Faşist Rejimi, Almanya’da Hitler’in
Nazi Rejimi, Sovyetler Birliği’nde Stalin’in Komünist Rejimi ve bu sistemlere toplumlarını
tutsak etmiş liderler, kendi muhteris amaçları uğruna dünyayı hiç çekinmeden büyük felaketlere
sürüklüyorlardı. 1932 yılında Amerikalı General Mc Arthur’u konuk eden Atatürk, dünyanın
içinde bulunduğu kaosa ve büyük tehlikeye dikkati çekerek; “Avrupa devlet adamları, başlıca
ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü egoizmden uzak ve yalnız umumun
nef”ine olarak, son bir gayret ve tam bir hüsnüniyetle ele almazlarsa, korkarım ki felaketin önü
alınamayacaktır” diyor, Amerikalı General de Atatürk’e katıldığını belirtiyordu16. Atatürk, bu
dönemde bile hem Türkiye’nin kendi iç siyasetinde barış içinde olmasını istiyor, hem de dünya
ülkelerinin barış unsurunu ön plana çıkarmalarını arzuluyordu. Bu prensibe dayanarak, tüm
dünya devletleriyle Türkiye barış esasına dayanan ikili ilişkiler geliştirmeye özellikle dikkat
etmişti; ama bu ilişkilerde, barışı baltalamak isteyen ülkelerle ilişkiler, daha sınırlı bir seviyede
gelişmekteydi. Nitekim Revizyonist devletler grubunda olan İtalya’nın 1935 yılında Etiyopya’ya
saldırmasından sonra, Milletler Cemiyeti’nin aldığı yaptırım kararına zaten iyi olmayan ilişkileri
tehlikeli noktalara getirme pahasına Türkiye’de uymuştu17. Ayrıca, bu haksız saldırı karşısında
ekonomik yaptırımlara destek veren Türkiye, ertesi yıl İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’deki
İtalyan korsan deniz altılarına karşı, Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere katılmaktan da geri
kalmadı.18
Atatürk, savaş durumu sona erer ermez, kalıcı barış için genç Türkiye Cumhuriyetinin aktif bir
rol oynamasını sağlamıştır. Önce komşularıyla barış ortamı yaratacak Türkiye’nin, istikrarlı bir
bölge oluşturabileceğini düşünmüş; bölgesel istikrarların, dünya istikrarına büyük katkılar
sağlayabileceğini etkin bir biçimde göstermiştir. Bu nedenle önce Türkiye’nin komşularıyla
dostça ilişkiler sürdürebilmesi için antlaşmalar yapmıştır. Lozan Barış Antlaşması’nı izleyen
dönemde gerçekleştirilen bu bir dizi antlaşmanın ilk ve en önemlisi, Sovyetler Birliği ile 1925
yılında imzalanan dostluk ve saldırmazlık paktıdır. Aynı yıl Bulgaristan’la da böyle bir antlaşma
imzalanarak, Balkanlar’da bir barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. 1926’da İngiltere ve dolayısıyla
Irak ile sınır ve iyi komşuluk antlaşması, İran ile bir dostluk ve güvenlik antlaşması; 1928’de
Yakın Doğu ve Afrika’da modası geçmiş, klâsik sömürgeler kurma emelinde olan İtalya ile bir
tarafsızlık antlaşması imzalanmıştır.
Bu süreçte, Balkan Paktı ve Sadabat Paktı Projeleri, onun bölge ve dünya barışına katkı
konusundaki en ciddi girişimleridir. Bu iki paktı oluşturmaya dönük bir dizi antlaşmalar serisi,
Türkiye’nin kendi bölgesinde bir dostluk ve güven ortamı yaratma çabalarının açık göstergeleri
olmuştur. Bu çaba o kadar etkili ve istekli olmuştur ki, o dönemde de neredeyse gelenekselleşmiş
olan Türk - Yunan anlaşmazlığının sona erdirilerek, aradaki meselelerin çözümlenmesi ve
Venizelos ve Atatürk arasında tarih kitaplarına geçen bir dostluk ortamı yaratılarak, bunun ülke
ilişkilerine yansıtılması son derece anlamlıdır19. Atatürk’ün düşündüğü şey, özellikle Osmanlı
157
Devletinin dağılmasıyla ortaya çıkan Balkan ve Ortadoğu kökenli devletler arasında
oluşturulabilecek sıcak ilişkileri geliştirebilmekti. Bu devletler arasında o dönemde derin bir
güvensizlik duygusu hakimdi. Bu politikaların sonuç vermesiyle, saldırgan ve yayılmacı
politikaların önünde Türkiye’nin aynı paktlar içinde yer aldığı devletlerle ciddi bir engel ve
caydırıcılık unsuru oluşturulabileceğini düşünüyordu. Üstelik bölge devletlerinin birbirlerine
dönük tehdit unsuru olma özellikleri ortadan kalkacaktı. Bu bloklar, Avrupa’daki ırkçı ve
Sovyetler Birliği ve çevresindeki kuşakta oluşan gelişmelere karşı da bir denge sağlayabilecekti.
Böylece ilk önce Balkan Birliği projesi gündeme geldi. Atatürk’ün çabalarıyla, 10 Haziran
1930’da Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma, tarihin derinliklerinden buyana
gelen azınlıklar sorununu çözümlediği gibi, Balkan Birliği Projesi’ne yönelişte de en önemli
adım olmuştu. Bu antlaşma ile Yunanistan’la Etabli sorunu çözülmüş, barış esasına dayanan yeni
bir dönem başlatılabilmişti. Venizelos’un Türkiye’yi ziyareti bu girişimleri daha da güçlendirdi.
Zamanla bu pakta Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’un da katılması
düşünülüyordu. Bu amaçla, Balkan devletleri 1930-1933 yılları arasındaki bir çok konferanslar
gerçekleştirdiler. Ne var ki Bulgaristan’ın statükodan hoşnut olmaması nedeniyle, Balkan Paktı
Projesi resmi bir nitelik alamadı ve dolayısıyla da caydırıcı bir bloka dönüşemedi.20
Doğu ülkelerine yönelik yakınlaşmada, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliğinin önemli
katkıları olmuştur. Özellikle Hilâfet Kurumunun kaldırılması, Türkiye ile Ortadoğu ülkeleri
arasında ciddi sayılabilecek soğuklukların oluşmasına yol açmıştı. Bu anlaşmazlığın temelindeki
neden duygusaldı. Bunun dışında, doğu komşularıyla Türkiye’nin sınır anlaşmazlıkları ya da
hayati değerde olan siyasal ve sosyal sıkıntıları bulunmuyordu. 1926’da İran’la, 1928’de de
Afganistan’la yapılan anlaşmalar, bu sorunları aşmada ilk büyük adımlar oldu. Musul
Meselesi’nin çözümünden sonra da Irak ile Türkiye arasında önemli bir sorun kalmamıştı. 1934
yılında İran Kralı Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti, bu ülkeyle olan sıcak ilişkileri daha
da geliştirdi. Bu gelişmeler sonucunda, bu ülkelerle Türkiye 1937 yılında Sadabat Paktı’nı
imzaladı. Bu pakt, askerî bir nitelik taşımamakta, ilgili ülkelerin dostluk esası üzerinde ilişkilerini
sürdürmelerine zemin hazırlamaktaydı. Bununla birlikte, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine
karışmayacakları yönündeki taahhütleri, birbirlerine dönük güven duygularının gelişmesine
neden olmuştu. Böylece Türkiye, Balkan Paktı ile Balkan ülkelerine, Sadabat Paktı ile de
doğudaki komşularına, Osmanlı Devletinin uzantısı olarak, bu ülkeler üzerinde bir siyasî
emelinin olmadığı mesajını veriyordu.
Eğer dünya milletleri Atatürk’ün bu sesini duysalardı ve buna uysalardı bugün olduğu gibi kan,
barut, gözyaşı, ağıt ve yarınından emin olmayan insanlar yerine insanlık alemi huzur içinde, barış
rüzgarlarının estiği mutlu insanlar olurlardı. Atatürk’ün anlayışına göre, savaş bir ulusun ancak
zorunlu kalması durumunda başvuracağı bir çözüm yolu olabilir. Nitekim; “Savaş zorunlu ve
hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikelerle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözü
onundur. Savaş ortamına gelinceye kadar, diplomasinin bütün inceliklerini kullanmanın önemine
Atatürk; “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” sözleriyle değinmiştir.21 Çünkü Atatürk, kendi
çağının liderleri olan Hitler, Mussolini gibi millî sorunlarını olup bittilerle değil, diplomasi yolu
ile ve görüşmelerle çözüme kavuşturmaktan yana idi. Örneğin, 1936’da Boğazlar’ın statüsünü
belirleyen Montreux Konferansı’na gidişteki uzun siyasî yolda ya da 1939’da Hatay’ın Fransa
mandasından alınarak Türkiye’ye bağlanmasında, diplomasinin bu inceliklerini görmek
mümkündür.
Atatürk; bütün insanlığı bir insan vücuduna benzetir. Bir insan parmağındaki acıdan nasıl ki biraz
sonra müteessir olursa, dünya milletleri arasındaki herhangi bir huzursuzluk da bir süre sonra
diğer milletlerin huzursuzluğu olacaktır. Uzakdoğuda da olsa bir kıvılcıma neme lazım diye
sırtınızı dönemeyeceğimizi; çünkü, bir süre sonra bu kıvılcımın kendi memleketimizde bir
158
yangın olarak tezahür edebileceğini söyler. Ona göre, dünya milletlerinin saadetine çalışmak,
diğer bir yoldan kendi milletinin huzur ve saadetine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya
milletleri arasında sükun, vuzuh ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın,
huzurdan mahrumdur. Bu noktada Atatürk şöyle devam ediyor: “Onun için ben sevdiklerime
şunu tavsiye ederim: Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii evvela ve evvela kendi
kitlelerinin mevcudiyet ve saadetinin amili olmak isterler. Fakat aynı zamanda, bütün milletler
için aynı şeyi istemek lazımdır. Bütün dünya hadiseleri bize şunu açıktan açığa isbat eder: En
uzakta zannettiğimiz bir hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için
beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder. Bir vücudun
parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur”.22 Bir konuşmasında da şunları
söylemiştir: “Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla
alakadar olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lazımdır. İşte bu
düşünüş, insanları, milletleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsi olsun, millî olsun daima fena
telakki edilmelidir. O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağız: Tabii olarak kendimiz
için bütün lazım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya
ile alakadar olacağız”.23
Atatürk’ün barışa ne büyük değer verdiğini, 1935 yılında Çanakkale’de dünya analarına hitaben
Şükrü Kaya’ya okutturduğu notları pek güzel anlatır. Şükrü Kaya aracılığıyla Atatürk,
Çanakkale’de Mehmetçiğin eşsiz direnişi karşısında hayatlarını yitiren yabancı-istilâcı askerlerin
annelerine, artık gözyaşlarını dindirmelerini öğütlerken; “Bu topraklarda canlarını verenler artık
bizim çocuklarımız olmuşlardır” derken, onların Mehmetçikle koyun koyuna, huzur içinde
yattıklarını ve huzur içinde yatacaklarını söylerken, tarihte hiç bir devlet adamında görülmemiş
bir hoşgörüyü, hümanizmayı ve barış çağrısını dile getirmiş oluyordu.
1 Kemal Atatürk, Nutuk 1919 - 1927, (Haz. Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi yay., Ankara,
1991, s.
480-481; Atatürk’ün kendi söylevleri içinde, kendisini dünyanın hakimi zanneden politika ve
politikacıları gaflet içinde
gören sözleri çoktur: “Dünyanın durumunu ve dünyadaki gerçek yerimizi tanımamaktaki gafletle,
gafillere uymakla
milletimizi sürüklediğimiz felâketler yetişir”: Bkz. A.g.e., s. 481.
2 “Bu milleti bugün sehpayı idam karşısında bulunduran ef’al ve harekatın menşei hayaldir, hissiyattır”:
Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1961, s. 199.
3 Nutuk, C. II, s. 299.
4 Lord Kürzon, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar, t.y., s. 179 - 181.
5 Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Atatürk Araştırma
Merkezi yay.,
Ankara, 1987, s. 270; Ayrıca bkz: Seçil Akgün, “Ankara Antlaşması ve Önemi”, Prof. Dr. Ahmet Şükrü
Esmer’e
Armağan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi yay., Ankara, 1981.
159
6 TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. I, İş Bankası yay., Ankara, 1985, s. 2.
7 Konu ile ilgili olarak bkz: Seçil Akgün, General Harbord’un Amerika Gezisi ve Raporu, İstanbul, 1981.
8 TBMMGizli Celse Zabıtları, s. 454.
9 Lord Kinross, a.g.e., s. 379.
10 Bkz. M. Gönlübol, a.g.m., s. 272.
11 Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Atlas Kitabevi, s. 232-233; Ayrıca bkz: Şevket Süreyya
Aydemir, Tek
Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 598-599.
12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1961, s. 259.
13 Ersin Onulduran, “Kellog-Briand Paktı ve Barışçı Politika”, Milliyet, 30 Ocak 1981.
14 İsmail Soysal, “Atatürk’ün Barışçı Politikası ve Dünyadaki Etkileri”, Atatürkçü Düşünce, Atatürk
Araştırma Merkezi
yay., Ankara, 1992, s. 1075.
15 Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, TTK yay., Ankara, 1983, s. 149.
16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, Ankara, 1981, s. 94.
17 Mehmet Gönlübol, a.g.e., s. 274.
18 İsmail Soysal, a.g.m., s. 1078.
19 Bkz. a.g.m., s. 1075; ayrıca bkz; aynı yazar, “Balkan Paktı 1934 - 1941”, Yusuf Hikmet Bayur’a
Armağan, TTK yay.,
Ankara, 1985, s. 125-145; Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, İstanbul, 1938.
20 Mehmet Gönlübol, a.g.m., s. 272.
21 Dışişleri eski bakanlarından Numan Menemencioğlu’nun 1944 yılında bir resmi davette aktardığı
Atatürk’e ait bu
söz için bkz. a.g.e., s. 1075.
22 Arı İnan, a.g.e., s. 149-150.
23 Arı İnan, a.g.e., s. 150.
M. Vehbi Tanfer
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 52, Cilt: XVIII, Mart 2002
160
ATATÜRK İLKELERİNİN TÜRK DIŞ
POLİTİKASINA ETKİSİ
Çok tekrarlanan bir tarife göre, dış ilişkileri yönetmek anlamına gelen diplomasi için: “Mümkün
olanın sanatıdır” denilmektedir.
“Mümkün olanın elde edilmesi” şeklindeki tarif ilk bakışta, diplomasiye çok dar bir hudut çizdiği
intibaını verebilir. Oysa ki, devletlerin güçlerini oluşturan öğelerden, stratejik konum, nüfus ve
işgücü, doğal kaynaklar, endüstriyel ve tarımsal potansiyel ve gelişmişlik düzeyi, askerî güç gibi
objektif kıstaslar yanında; sübjektif öğeler diyebileceğimiz ulusal moral, halkın dış politikayı
desteklemekteki kararlılığı, topluma önderlik yapabilme bakımından ve halkın desteğini devamlı
sağlayabilmek yönünden kuvvetli sayılan hükümetler, ve dış ilişkileri yürüten diplomatların
kalitelerinin niteliği gibi hususlar işin içine girer. Diğer taraftan, devletlerin dış politikayı
uygulamadaki araçlarının, uluslararası hukuka uygun biçimde kullanılmaları da kabildir.. (Meşru
müdafaa, ambargo, barışçı bloküs, sıcak takip vs. gibi)
Bütün bu hususlar dikkate alınınca, sözünü ettiğim diplomasi tarifinin verdiği kısıtlayıcı
izlenimin doğru olmadığı, çünkü dış ilişkilerin meşru zeminlerde yürütülmesinin ve ulusal
çıkarların kollanıp elde edilmesinin çok emek, sabır, bilgi ve tecrübe isteyen, icabında
“hesaplanmış risk-calculated risk”leri de içeren, kısa ve uzun vadeli planlamaları, hatta siyasî ve
askerî ittifaklar dahil çeşitli çalışma ve girişimleri gerektiren çok karmaşık bir “process” olduğu
anlaşılır.
Dış ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili çalışma ve girişimlerde şu temel kriterleri de hatırlamakta
büyük yarar vardır. Şöyle ki; bu süreçte devamlı olarak, devletin kudretini oluşturan kaynaklar ile
dış politika uygulamaları arasında bir dengenin mevcudiyetini göz önünde bulundurmak gerekir.
161
Diğer bir deyimle, devletin varlığının bir saldırıya uğraması hali hariç, dış politika hedef ve
uygulamaları daima ulusal güç ile sınırlı tutulmalıdır.
Diğer taraftan, bu süreçte mümkün olabileceği derecede milletlerarası hukuk çerçevesinde ve
meşru zeminlerde bulunmaya azami itina gösterilmelidir.
Yukarıda altını çizdiğim, özetin de özeti denilebilecek tanımlamalar, bir bakıma dış ilişkilerin
ruhunu teşkil eder. işte kanımca “Kuvayi Milliye Ruhu”nun dış ilişkilerdeki yeri ve başarısı da
buradan kaynaklanır.
Gerçekten, Kuvayi Milliye’nin eşsiz önderi Mustafa Kemal’in dava ve silah arkadaşları ile 19
Mayıs 1919’da başlattığı “Millî Mücadele” ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da temsilcileri ile
birlikte yürütülen “İstiklal Savaşı” sürecinin 24 Temmuz 1923’te Lozan Andlaşması’nın imzası
aşaması ile sona ermesine kadar geçen 4 yıl içerisinde, yeni doğmakta olan Türk Devleti’nin dış
ilişkilerinin incelenmesi bu kanıyı doğrulamaktadır. Bu konuda, “insanlığın Barış İdeali ve
Atatürkçü Dış Politikada Bu İdealin Yansıması” adlı makalemden (**) kısa bir kaç alıntı ile
görüşümü biraz daha açıklamak isterim:
Daha T.B.M.M.’nin Ankara’da yeni toplandığı ve Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde,
Nisan 1920’de büyük ATATÜRK şöyle diyordu: “Hududu Milliyemiz dahilinde her şeyden
evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki
saadet ve ümranına çalışmak... Alelıtlak tûl emeller peşinde milleti işgal ve izrar etmemek...
Medenî cihandan medenî ve insanî muameleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir.”
1921 Aralık ayında da ilave ediyordu: “Efendiler, siyaset-i hariciyemizde ahar bir devletin
hukukuna tecavüz yoktur. Ancak, hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa
ediyoruz ve edeceğiz.” “Türkler, bütün medenî milletlerin dostudurlar”.
1931 yılının Kasım ayındaki şu sözlerini de nakletmek isterim: “Türkiye’nin emniyetini gaye
tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır.”
Diğer taraftan Atatürk’ün insanlık, istiklâl ve hürriyet için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu
sözleri ne kadar anlamlıdır: “Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün
ağarmasını nasıl görüyorsam, uzaktan Şark Milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklal
ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki
terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır... Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden
yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk
ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.” (Mart 1933)
Görüleceği üzere “Kuvayi Milliye Ruhu”nda kaya gibi, fevkalâde güçlü bir “Gerçekçilik”
yanında, ölçülü, olabilirliği kolayca ve olumsuz yönde tartışılamayacak dengeli bir “idealizm” de
mevcut bulunmakta ve ikisi de devamlı surette “aklın” emrinde tutulmaktadır. Millî
Mücadele’nin ana motoru olan “Kuvayi Milliye Ruhu”nda çok dinamik girişimciliğe,
gözüpekliğe, ataklığa yer vardır. Hatta bu nitelikler o ruhun, onsuz olmaz (sine qua non),
ayrılmaz birer parçasıdırlar. Ancak, şunu da hemen belirtmek gerekir ki, bu eşsiz ruhta, us dışı
hareketlere, maceracılığa asla yer yoktur.
Burada Yunan maceracılığına ilgi çekici bir örneği, Lozan Andlaşması’nı tahlil ederken vermiş
olan Yunan asıllı ve A.B.D. vatandaşı Profesör Harry J. Peomiades’in ifadelerini (***)
okuyucularımın yararlanacaklarını düşünerek aktarmak isterim: “Lozan Andlaşması Doğu
Akdeniz’de bir barış sürecini hemen başlatmadı ise de, böyle bir barışı destekleyecek temeli
162
oluşturdu. Lozan, Yunan-Türk ilişkilerinde, yeni statükonun içtenlikle kabul edileceğini ve
Megali-Idea emellerinin ilelebet terkedilmesi arzusunu gösteren bir temel taşı olmuştur. Modern
Yunan tarihinde ilk defa, Yunan halkının etnik hudutları ile Yunan Devlet hudutları genelde
yekdiğer ile uyuşmuş ve milletin “kurtarılamamış” parçalarının elde edilmesi yerine Devletin
güvenliği Yunan dış politikasının başlıca amacı haline gelmiştir. Böylece, Megali-Idea’yı
sağlamak bakımından gerekli olacak kaynaklar ile fakirleşmiş devletin mevcut kaynakları
arasındaki ölçüsüz farklar dolayısı ile Yunanistan beynelmilel gelişmelere olan eski bağımlılığı
sona ermiştir”.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızı başarı ile sona erdirmede, askerî gücün hazırlanması ve askerî bir
deha olan Mustafa Kemal’in tayin ettiği taktik ve stratejik çerçeve dairesinde kullanılması
kuşkusuz bu zaferin en önemli âmillerinin başında gelir.
Diğer yandan, aynı süreçte dış ilişkilerin yukarıda özetlediğimiz öğeler ve kriterler içerisinde
yine Mustafa Kemal’in siyasî alandaki dehasının bir sonucu olarak optimal düzeyde kullanılmış
olması da, askerî zaferin yanında çok değerli bir yer tutar.
Türkiye, gerek Gazi Mustafa Kemal, gerek Mustafa Kemal Atatürk ismi altında eşsiz önderin
bizzat dış ilişkileri tayin ettiği yıllarda olduğu gibi, ondan sonraki devrelerde de, heyeti
umumiyesi itibarı ile, ATATÜRK’ün dış politika ölçülerini korumağa ve uygulamağa özen
göstermiştir. Nitekim Türk dış politikası, milletlerarası hukukun ve katıldığı BM-Avrupa
Konseyi vs. gibi uluslararası kuruluşların yasalarının öngördüğü meşru çerçeveler içerisinde,
ulusal hedef ve çıkarlarını korumuş, geliştirmiş ve mümkün olan hallerde gerçekleştirmiştir.
Bunu yaparken Devlet’in ve Ulus’un temel güvenliğinin muhafazasına en büyük dikkati
göstermiştir. Diğer bir ifade ile, hukuka saygının yanında uluslararası iklim ve şartlardaki uygun
durumları çok iyi değerlendirmeyi bilmiştir. Türk boğazlarındaki askerlikten arındırmayı
kaldıran Montreux Sözleşmesi’ni (1936), Misakı Millî hudutları içerisinde bulunan Hatay’ın
Anavatan’a katılmasını (1939), Yunanlı ve Rumlar’ın Enosis için Rum toplumuna tek taraflı selfdetermination taleplerini (1954-59) Birleşmiş Milletler’de mağlup ederek Zürih ve Londra
anlaşmaları ile Türk toplumunun Kıbrıs Devleti’ni Rumlarla eşit ortak statüsü ile kurmasını
(1959-60), esas itibarı ile müzakereler yolu ile sağlamıştır. Diğer taraftan, yine uluslararası
hukukun içinde kalarak, 1963 Noeli’nde Kıbrıs Rum toplumunun Türk toplumuna saldırısını
jetler ile ihtar uçuşu yaparak durdurmuş, meşhur Başkan Johnson Mektubu’ndan (Haziran 1964)
sonra Kıbrıs’ta Erenköy’deki mücahitlere 5000 kişilik bir kuvvetle saldıran Grivas’ı ve Rum
yönetimini, 7-8-9 Ağustos 1964 tarihlerinde icra ettiği “Sınırlı Hava Harekâtı” içinde jetler ile 3
gün bombalayarak durdurmuştur. BM Güvenlik Konseyi sadece ateşkes istemiş fakat Türkiye’yi
kınamamıştır.
Benzeri başka örnekler de verilebilir. Bunlara kısaca dokunmaktan amacım, bazen her türlü
ölçüyü aşıp millî çıkarları zedeleyebilecek eleştirilerde, tamamı ile güçsüz, inisiyatifsiz ve
tedbirsiz gibi bir tablosu çizilmek istenilen Türkiye Cumhuriyeti’nin, O’nun dış politikasındaki
uygulamalarının, “maceracı” olmak hariç, genellikle gereken meşru dış politika araçlarını başarı
ile kullanmakta olduğunu belirtmektir.
***
Şimdi, bir miktar da son yıllardaki gelişmelere göz atalım. 1985’ten ve özellikle 1989’dan bu
yana ortaya çıkan gelişmeleri incelediğimizde, görüyoruz ki, Demokrasi’ye, insan Hakları’na
daha fazla saygı göstermeğe ve serbest piyasa ekonomisini uygulamağa dayanan Avrupa’daki bu
yeni tablo şüphesiz çok olumlu bir gelişmedir. Desteklenmesi ve başarısı için ortak gayretler
sarfedilmesi fevkalâde isabetli, hatta kanımızca zaruridir.
163
“Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu gibi kapsamlı değişimler, yani intikal devreleri aynı
zamanda genel bir istikrarsızlığın da nedeni olurlar. Bu istikrarsızlık, kaypaklık yeni birtakım
“Riskler” oluşturur. Avrupa’da bu sürecin başlamasından bu yana gözlendiği gibi, pek çok devlet
arasında uzun süredir unutulmuş görünen etnik kökenli rekabetler, ayrılıkçılık mücadeleleri
birdenbire alevlenmiştir.”
“Aynı kökenli rahatsızlıklar bazı devletlerin iç bünyesinde çeşitli mücadelelere sebep olmuştur.
Bir taraftan demokrasi ve insan haklarının geniş çapta saygı görmesinden doğan güzel umutlar,
diğer taraftan da bu mücadelelerin ortaya çıkardığı parçalanmalar (fregmentation) tezatlı bir
manzara sunmaktadır. Bu durum intikal devresindeki “belirsizlikler”in kaynağını teşkil
etmektedir. Kaldı ki, insan hakları, azınlık hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeler ve
anlaşmalarda yer alan ilkelerin bazı devletlerce, kendi bencil millî ülkü ve hedefleri
doğrultusunda kötüye kullanılması önlenememektedir.”
“Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla görülecektir.
Örneğin, AGİK Paris Şartı’nın ilke ve hükümlerinin örtülü bir biçimde devletlerin iç işlerine
müdahale için kullanma istidatları görülmüştü. Esasen AT, Avrupa Konseyi, NATO, BAB,
AGİK gibi çeşitli kuruluşların yetki alanlarında mevcut boşluklar “Yeni Avrupa Mimarisi”ni
zorlamaktadır. Bu kuruluşlardan NATO ve Avrupa Konseyi daha ılımlı ve ihtiyatlı iseler de,
diğerleri daha fazla etkiye sahip olma temayülündedirler. Uluslararası toplantılarda diplomatik
üslûp içerisinde bu temayüller ve rahatsızlıklar mümkün mertebe gözden ırak tutulmaya
çalışılıyor ise de, bu konularda ihtisas sahibi kişiler için “görünen köye kılavuz istemez”
denilmesi isabetlidir. Diğer bir ifade ile 1945’ten beri esasen tüm etkin olamayan “Uluslararası
Düzen” (International quasi order) bu yeni hukuki ilâvelerle daha karmaşık bir hale gelmiştir. Bu
nedenledir ki, pek çok akademisyen ve devlet adamı bu durumu “Uluslararası Düzensizlik International Disorder” şeklinde nitelemektedirler.
“Bütün bu kaypak ve değişkenler üzerinde vücut bulan gelişmelerin ışığında, oluşmakta olan
Yeni Dengeler hakkında isabetli teşhisler koymak mümkün müdür?”
“Önce Süper-Devletler hakkında genellikle şu gözlem ileri sürülmektedir: Sovyetler Birliği
tasfiye olunmuş, geride gerçek tek Süper-Devlet olarak A.B.D. kalmıştır.”
“İlk bakışta çarpıcı olan bu gözlem, bazı ilâve mütalâaları gerektirmektedir. Çağımızda
“süperlik” vasfı, ekonomik refah ve dengede, eğitimde, bilimsel araştırma ve teknolojide,
üretimde, nükleer yeteneklerde, askerî güç ve onu idame ettirecek nüfus yoğunluğunda, coğrafî
konumda çok yüksek düzeyde nitelikleri gerektirmektedir. A.B.D. bu ölçeklerden, henüz, hemen
hepsine en tatminkâr cevapları vermektedir. Bununla beraber, ekonomik dengede oldukça uzun
süren önemli rahatsızlığını yenebilmiş gözükmemekte ve bazı ileri teknolojilerde de, özellikle
Japonya ve Almanya tarafından zorlanmaktadır. Ancak, halen ve görünebilir bir istikbalde,
özellikle de, nihaî tahlilde askerî gücün en yaptırımcı unsuru olan nükleer silahlardaki
sözgötürmez üstünlüğü kendisine bu süperlik vasfını kolayca vermektedir.”
“Almanya, 80 milyon nüfusu ile ve kapladığı coğrafî alan ile “etkileyici bir görünümde”,
ekonomisi ve teknolojisi ile de üstünlüğü bariz ise de, yayıldığı coğrafî alan ve nükleer
silahlardaki kısıntısı onu uzunca bir süre “Süperlik” vasfından yoksun bırakacaktır. Japonya da,
bu konuda, Almanya’ya pek çok bakımdan benzemektedir. Avrupa’da AB’ni bir bütün olarak
irdelersek, Fransız ve İngilizler’in mevcut nükleer silah teknolojisi yetenekleri ile birlikte ve
yayıldığı coğrafî alan bakımından, Almanya ve Japonya gibi Ekonomik Süperler’den olmakla
birlikte tam anlamı ile ve her yönden “Süper” olabilmesi zamana ve kendi içinde pek çok
istihalelere bağlıdır. Zira, ekonomik entegrasyondan sonra siyasî ve askerî entegrasyonda halen
164
15 devletten müteşekkil AB’nin gelecek 10 yıl içerisinde 20 devleti bulması hatta aşması çok
olası görüldüğünden, halihazır 15’li halinde bile, Fransız, İngiliz, Alman Milliyetçilik direnişleri
ile, İtalyan ve İspanyollar’ın da ilâvesi ile pek çok zorluklarla karşılaşan bu bölgesel topluluğun,
10 yıl sonra daha fazla sorunlarla karşılaşacağını söylemek bir kehanet değildir. AB, Altılar
Avrupası olarak, tanımladığımız Süper’liğe belki daha yatkındı. Önümüzde diğer bir bilinmez
daha mevcuttur. O da Rusya Federasyonu’dur. Nüfusu, yayıldığı alan ve nükleer silah teknolojisi
ve mevcut arsenali ile, halen de askerî bir “Süper”dir. Bu federasyonun içindeki milliyetler itibarı
ile ileride daha fazla iç sorunları, özerklik, ayrılıkçılık sorunları ile karşılaşması mukadderdir.
Bununla beraber, kendisine taahhüt edilen Batı malı ve iktisadî yardımlarını süratle ve etkili
biçimde kullandığı takdirde, birkaç yıl içerisinde çok başka bir Rus Federasyonu ile
karşılaşmamız da çok muhtemeldir. Ekonomik yönden de güçlü olacak bir Rusya
Federasyonu’nun, Ukrayna’yı o zaman daha başka etkilemesi söz konusu olacaktır. Orta ve Ön
Asya’daki 5 Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan’ı BDT’ye bağladıktan sonra yeşerttiği “Arka Avlu”
gelecekteki niyetlerini sergilemek için yeterlidir. Son defa Duma’da Sovyetler Birliği’nin
dağılışının “illegal” olduğunu ileri süren partilerin demokrat kimliği çok ilginçtir.”
“Şayet, tarih ve coğrafya bazı öğretiler veriyorsa, Rusya Federasyonu’na mim koymakta ve
gelişmeleri çok yakından takipte, yalnız Türkiye’nin değil, tüm Avrupa’nın büyük menfaati
vardır. Çin Cumhuriyetini de gelecek on yılın içerisindeki oluşumlar, ya daha yukarı bir süper
statüsüne götürecek, ya da Rusya’da olanlar orada da olacaktır.”
“Şu kısa izahattan anlaşılacağı veçhile, önümüzdeki on yılda en üstte A.B.D. olmak üzere,
Almanya, Japonya, tümü ile AB, Rusya Federasyonu, Çin, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve genelde
Akdeniz Havzası ve Asya çeşitli derecelerde oluşan ve oluşmak süreci içindeki ülke ve bölgeleri
teşkil edeceklerdir. Bu dengelerin oluşumunda, en sağlıklı süreci teminat altına alabilmek için,
mevcut uluslararası kuruluşlardan en etkilisi kuşkusuz “yeni NATO”nun hayatiyetini koruması
ile mümkün olacaktır.”
Ülkemiz Türkiye, bu yeni denge oluşumlarında, kendisi başlıbaşına etkin bir rol oynayacak bir
bölgesel güç haline dönüşecektir. Buna, coğrafyası, nüfus yoğunluğu, gelişme düzeyi, genel
ekonomisi ve yetişmiş kadroları ile güçlendirdiği demokrasisi ve askerî kuvveti imkân
vermektedir. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ile Orta Asya ve Kafkas Türk
Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanmaları ayrı bir “ivme” verebilecektir.
“Ancak, işaret ettiğimiz kaypak milletlerarası konjonktür dolayısı ile, yeni oluşmağa yönelen
dengeleri de dikkate alarak, Türkiye’nin çok özenli ve içeride de ulusal bütünlüğünü güçlendirici
bir tutum izlemesi gereklidir.”
Kuşkusuz Türkiye’nin geleneksel dış politikası, ülkenin güvenliğini mümkün olan en iyi biçimde
sağlayarak, milletimizin ekonomik ve sosyal gelişmelerine büyük imkânlar hazırlamıştır. Barış
ve işbirliğinin korunması ve kuvvetlendirilmesi için de katkıda bulunmuştur. Cumhuriyet
Türkiyesi Lozan’dan bu yana askerî bir saldırıya uğrayıp savaşmak zorunda kalmadan barışın
nimetlerinden yararlanmıştır. Başta Montreux Sözleşmesi, Hatay ve Kıbrıs Türk toplumunun
haklarını korumak gibi ulusal davalarımızı ve diğer önemli dış menfaatlerini genelde barışçı
yollarla gerçekleştirmiştir. Memleketimizin bu başarılı siyasetinde temelde bir değişikliğe ihtiyaç
yoktur. Ancak, son 73 yılda Türkiye büyümüş ve gelişmiştir. Nüfus itibarı ile halen Avrupa’nın,
Rusya Federasyonu dahil 6 büyük devleti arasındadır. Ekonomik ve sosyal gelişmeler
bakımından da, bölgesinin en güçlü ülkesi ve AB standartlarına namzettir.
“Bununla beraber, 20. nci yüzyılın sonuna kadar eğitim, sağlık, hızlı şehirleşme ve göç, işsizlik,
çevre ve nüfus planlaması alanlarında büyük bir kalkınmayı başarmak zorundadır. Keza
165
ekonomik alanda da, daha âdil bir gelir bölüşümü başta olmak üzere, başarılarını arttırmak
mecburiyetindedir. Bu gelişmeleri bir takım değişkenlerle geciktirmeye tahammülü yoktur. Keza
nükleer enerjide ve savunma sanayiinde yeterli düzeye büyük bir süratle erişmek zorundadır.”
“Bütün bu hususları gözönünde bulundurarak şunu belirtmek isterim ki, bu durumun kaçınılmaz
bir icabı olarak, hayatî ulusal çıkarlarımızı korumak veya elde etmek için, bundan böyle daha
belirgin “Ulusal Politikalar” oluşturmamız lâzımdır. Çoğulcu ve katılımcı demokrasimizi büyük
bir arzu ve azimle en yüksek düzeye ulaştırmak için sarfettiğimiz çabalar, kanımızca, siyasî
hayatımızda husule gelen ulusal “consensus’lerden güç almaktadır. Bu toplumumuzun bütün
kesimlerince desteklenmelidir. Kamuoyumuzun nabzını tutan basınımızda bu istek açıklıkla
belirtilmektedir. Siyasî partilerimizde de, genel olarak, aynı arzuyu müşahede etmekten mutluluk
duyuyorum. Bu ulusal politika özlemini, iç istikrar ve güvenliğimizin bir parçası olduğu için
öncelikle Güvenlik ve Dış-ilişkiler açısından ele alınca, görüyoruz ki, Güneydoğu bölgemizdeki
durum başta olmak üzere, AT’a tam üyelik, yabancı ülkelerde çalışan vatandaşlarımızın
hukukunun korunması, Batı ve Orta Asya ile Kafkasya’daki kardeş Türk Cumhuriyetleri’ne
yapacağımız yardımlar, onların demokrasi çabalarının desteklenmesi, kendi Anayasamızın
gerekli değişikliklerle donatılması, Yeni Avrupa Mimarisi’nin oluşmasındaki görüş ve
menfaatlerimiz, Orta Doğu’da Barış ve Güvenliğin kalıcı biçimde sağlanması, Türk Savunma
Sanayiinin en hızlı şekilde gereken düzeye getirilmesi konularında, vakit kaybetmeden, ulusal
politikaları tespit etmemiz bir zaruret haline gelmiştir. Bu politikaların tespiti için, ön
hazırlıklarda, üniversitelerimiz, ilgili kuruluşlarımız ve parlamenterlerimizle yüksek
bürokratlarımızdan ve bunların emeklilerinin de geniş bilgi ve tecrübelerinden yararlanılması
(Batıda çok kullanılan “Think-Tank”lar) isabetli olacaktır. Bunların organize edilmeleri ve
hazırlayacakları belge ve önerilerin nihaî şekillere getirilmesini içtenlikle Hükümetimize ve
siyasî partilerimize öneriyorum. Böyle hazırlanmış ulusal politikaların kesintisiz ve bilinçli
uygulanması yolu ile ülkemizde millî yararlarımız için tam bir birlik sağlanacağı gibi dış
ilişkilerimizde akılcı, etkin ve çağdaş nitelik kazanmış olacaktır.”
Yukarıda ( “ “ ) içerisindeki ifadelerim, bundan üç yıla yakın bir süre önce, 13 Nisan 1993
tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde “Değişen Dünyada Türkiye ve Türk Dünyası”
sempozyumunda “Dünyadaki Değişmeler ve Oluşan Yeni Dengeler” kısmında verdiğim
bildiriden alınmıştır. Bugün de bu görüşlerimin bir satırını değiştirmek ihtiyacını hissetmiyorum.
O tarihte etnik ve ayrılıkçılık nedenleri ile ortaya çıkan parçalanmalardan (fragmentation)
bahsederken, “Bunun örnekleri daha şimdiden görüldüğü gibi ileride de, maalesef daha fazla
görülecektir.” demiştim. Gerçekten o tarihten bu yana geçen sürede Bosna-Hersek’te,
Azerbaycan’da, Gürcistan’da ve sair yerlerde vukua gelen trajediler, insanlık dışı saldırılar bu
tahminimizi doğrulamıştır.
İşte bundan dolayıdır ki, Parlamentomuzda, Akademik çevrelerde, Medyamızda ve genelde
Kamuoyumuzda, zaman zaman “Kuvayi Milliye Ruhu”na atıflar yapılmakta, hatta
Parlamentomuzun Kurtuluş Savaşımızdaki T.B.M.M. gibi hareket etmesi arzuları dile
getirilmektedir. Bütün bunlar planlı, düzenli bir aksiyon için duyuları kuvvetli bir arzunun ortaya
çıkardığı sonuçlardır.
Türk Dışişleri, genellikle sanıldığının aksine, görevinin tabiatı icabı, kısa, orta ve uzun vadeli
planlarla çalışmaya mecbur ve buna geleneksel olarak alışmış değerli bir kuruluşumuzdur. O
kadar ki, Siyaset Planlama birimimizin A.B.D.’den sonra Türk Dışişleri’nde, 1959 yılında
kurulması üzerine, pek çok batılı devlet (Örneğin; Federal Almanya Cumhuriyeti, Kanada vs.)
bizdeki birim hakkında Hariciyemizden bilgiler aldıktan sonra kendi dışişlerinde bu birimi
kurmuşlardır.
166
Ancak unutmamak gerekir ki, “Dış Politika bir bakıma iç Politikanın bir uzantısıdır” gözlemi
tamamı ile aksiyon dışında tutulamaz. Bu yalnız bizim ülkemiz için değil tüm ülkeler için belirli
derecelerde geçerlidir.
Kuşkusuz, bu açıdan incelediğimizde, iç politikamızda ülkemize ve milletimize onur veren
büyük başarılar mevcuttur. Başta gerçekleştirdiğimiz inkılâplar olmak üzere çoğulcu
demokrasimiz bunun en çarpıcı delilleridir.
Esasen, bölgemizde çoğulcu ve katılımcı modern demokrasi ile idare edilen nadir ülkelerden biri
ve en önemlisi olmamız nedeni ile bu başarı uluslararası düzeyde de ilave bir saygınlık
kaynağıdır.
Yine diğer ülkeler için de varit olduğu gibi, kendi ülkemizde de iç politikamızdan bazı şikâyetler
olduğu gözlenmektedir.
Bu yakınmalar veya eleştiriler arasında, konumuzla ilgili olanı, dış ilişkilerde ve millî
yararlarımızın elde edilmesinde, kuşkusuz bunların en önemlilerinde, henüz “Ulusal Politikalar”
oluşturamadığımıza dair tenkitlerdir.
Yukarıda belirttiğim gibi Türkiye Devleti’nin Millî Politikaları bulunmadığı savı gerçek değildir.
Hayatî konularda devletçe oluşturulmuş, geleneksel hale gelmiş bulunan politikalarımız elbette
mevcuttur. Bu politikalar hep “Kuvayi Milliye Ruhu’ndan esinlenmiştir. Türk dışilişkilerinin
temel taşları, devamlı surette ATATÜRK’ün vazettiği ilkelerden oluşmaktadır. Ancak benim
halen ve önemle işaret etmek istediğim şudur: Kamuoyumuz, çok kaypak uluslararası ilişkilerde
daha ziyade “bilgilenmek” istemekte ve önemli dış sorunlarımızda Hükümeti ve Parlamentosu ile
yek vücut olmuş bir görünüm içerisinde ve Ulusal Politikalar oluşturmuş bir düzeyde
bulunmamızı şiddetle arzulamaktadır. Türkiyemiz’in ana menfaatlerini ilgilendiren sorunlar ya
da “fırsat”lar birkaç adet olmayıp, pek çoktur ve gayet günceldir. Ulusumuzun ve fertlerinin
yakın bir gelecekteki hayatlarına doğrudan etkiler yapabilecek niteliktedir. Bu hususları nazarı
dikkate alınca, bu arzu ve istekleri olumlu karşılamamızda hem milletin, hem de devletin büyük
yararları mevcuttur. Çok önemli dış konularda “Ulusal Politikalar” oluşturmanın, sağlayacağı
arzedilen menfaatler yanında ve belki de bunlar kadar önemli sayılması gereken diğer bir niteliği
de, ulusun millî birliği korumak ve arttırmaktaki özel etkisidir. Umut ediyorum ki, millet ve
devlet hayatımızda, artık bu başarıları da sağlayacak bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Böylece,
“Kuvayi Milliye Ruhu”nu en zor şartlarda ortaya koymuş bulunan büyük vatanperverlerimizin
ruhları da yeniden şâd olacaktır.
***
Muhterem dinleyiciler,
Atatürk’ün büyük dehasının dış ilişkiler ve güvenlik konuları ile ilgili olan kısmından
bahsederken, şu çok önemli konuya da değinmek isterim: Bilindiği veçhile toplumlar bir nüfus
dinamiğine de sahiptirler. Kuşaklar birbirini takip eder. Genç nesil yalnızca katı ve değişmez ya
da pek yavaş değişim gösteren veyahut da bunlardan kaçınmayı yeğler hale gelir. Bunun için
“gençlik ümidimizdir” denir. Bu nedenlerle gençliğin kanını harekete geçirecek idealler bu öğeler
için de çok mühimdir. îşte Mustafa Kemal, bu konuda da dehasını göstermiştir. Çünkü, dış
ilişkiler ve güvenlikte gerçekliğin yanında idealizme de emsalsiz bir değer vermiştir. Üstelik
Mustafa Kemal’in idealizmi yansıtan beyanlarının hemen hepsi bir kehanet halini almış, hepsi
doğru çıkmıştır. Elbette bu onun dehasının mahsulüdür.
167
Barış ve işbirliği hakkında Atatürk’ün 1937 yılının Mart ayında - hem de dünya savaşının
gelmekte olduğunu daha 1932 yılında kesin bir şekilde görmüş ve bunu ifade etmiş fevkalade
ileri görüşlü bir devlet adamı olmasına rağmen- yaptığı şu beyandan heyecan duymamak kabil
midir?
“Bugün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla,
insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin
huzur ve refahını da düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün
dünya milletlerinin saadetine hadim olmaya elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya
milletlerinin saadetine çalışmak diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak
demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa bir millet
kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur”. Ve ilâve ediyordu: “Beşeriyetin hepsini
bir vücut ve milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bu vücudun parmağının ucundaki acıdan
diğer bütün aza müteessir olur. Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne
dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar
olmalıyız. Hadise ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak lazımdır, işte bu düşünüş;
insanları, milletleri ve hükümetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun
daima fena telakki edilmelidir.”
Diğer taraftan, konuşmamın başında da değindiğim gibi, Atatürk’ün insanlık, istiklâl ve hürriyet
için yüceliği ve şaşmazlığı kanıtlanmış şu sözleri ne kadar anlamlıdır:
“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam,
uzaktan bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum, istiklâl ve hürriyetine
kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu şüphesiz ki terakkiye ve refaha
müteveccih vuku bulacaktır. Bu milletler, bütün güçlükler ve bütün manilere rağmen muzaffer
olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm
yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen
yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil,
sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususu bilhassa nazarı dikkatinize
celbederim.” (Mart 1933)
Burada bir parantez açacağız: insanlığın barış hakkındaki gerçek özlemlerini ve o yöndeki
muhtemel gelişmeleri uzak görüşlü ve samimi bir idealizm ile dile getiren Büyük Atatürk’ün,
dünyamızın içinde yaşadığı şartları gözönünde tutarak ve milletlerarası ilişkilerin mahiyetinin
uzunca bir süre ne şekilde devam edeceğini gayet iyi kestirerek yapmış olduğu uyarılarını, yani
onun idealizmi kadar sağlam gerçekliğini de burada tekrar vurgulamak isteriz. Filhakika:
“Harp zarurî ve hayatî olmalıdır. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda
azap duymamalıyım. “Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmeyeceğiz” diye harbe girmeliyiz. Lakin
“hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.” diyen büyük lider: “Vatanın
dahilî ve haricî herhangi bir tehlikeden en az fedakârlıkla, en kısa zamanda kurtulması için
yegâne çare, herhangi bir seferberlik davetine her vatandaşın derhal, bir an kaybetmeksizin
icabet etmesidir. Türk vatanperverliğinin birinci farikası vatan müdafaası karşısında her işi
bırakarak silah altına koşmaktır” sözleriyle hepimize ve tüm barışsever uluslara çok değerli bir
uyarıda bulunmaktadır. Diğer taraftan bir ulusun aksine yöndeki tüm dilek ve gayretlerine
rağmen, savaşmak mecburiyetinde kalabileceğini gayet iyi bilen gerçekçi lider: “Harp,
muharebe, nihayet meydan muharebesi yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması
değildir. Milletin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetiyle, bilim ve
fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, harslarıyla hulâsa bütün maddî ve manevî kudret ve
faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada çarpışan
168
milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür” demek suretiyle, ulusların barış içinde büyük bir
samimiyetle çalışmalarının lüzumu kadar, gerektiğinde kendi varlıklarını, bağımsızlıklarını
koruyabilmek için de daima ve en iyi şekilde hazırlıklı bulunmaları gereğini en veciz biçimde
hatırlatmıştır. Atatürk bu hazırlıkların yalnız ulusal alanda kalmayıp uluslararası bir nitelik
kazanması gerektiğine de şu sözleriyle işaret etmiştir: “Eğer harp bir bomba infilâkı gibi
birdenbire çıkarsa, milletler harbe mani olmak için müsellâh mukavemetlerini ve millî
kudretlerini birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En seri ve en müessir tedbir, bir mütearrıza
taarruzunun yanında kâr kalmayacağını açıkça anlatacak beynelmilel bir teşkilâtın kurulmasıdır.
(21 Mayıs 1938)”
Görüldüğü veçhile, Atatürk, dış ilişkilerde, uluslararası dayanışma zaruretini, dünyanın
değişmekte olduğunu, müstemlekeciliğin yeryüzünden yok olacağını, yeni kardeş ülkeler ortaya
çıkaracağını, insanlığın birbirinin dert ve problemleri ile daha yakından ilgilenmek aşamasına
geldiğini ve 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi bir kuruluşun vücuda
getirilmesi lüzumunu 1920’lerden 1938 yılına kadar beyan etmiş, bunların öncüsü olmuştur. Ve
unutmayalım ki, 1938’den bugüne tam 58 yıl akıp geçmiştir ve onun söyledikleri daima doğru
çıkmıştır.
Pek çok defa yanlış yorumlandığını -ya da kasıtla böyle davranıldığını-görerek derin üzüntü
duyduğum ve gereken her yerde bu konudaki düşüncelerimi açıkladığım bir hususu daha
belirtmek istiyorum. Genç arkadaşlarıma faydalı olacağına inandığım konu, ATATÜRK’ün
meşhur “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ile ilgilidir.
Hepiniz gerek uluslararası alanda, gerek ulusal çerçevede barışın korunması ve devamlı
kılınmasında önemli rolü olabilecek münakaşaların cereyan ettiğini bilmekte ve görmektesiniz.
Bunların arasında dikkati çeken bir görüş şöyle özetlenebilir. “Özgürlüğü eşitlikten öne alan,
yani eşitlikten evvel özgürlüğe önem veren toplumlar; eşitliği öne alıp özgürlüğü ihmal edenlere
kıyasla çok daha ileri gitmekte ve daha başarılı olmaktadırlar.” Bu görüş, bir bakıma toplumların
demokrasi ile idare edilmelerinin yararının diğer bir biçimde ifadesinden başka bir şey değildir.
Özgürlükçü demokratik sistemi, bilimsellik hudutları içerisinde özgür irade ile vücud bulan
yasaların titiz bir disiplinle uygulanması sayesinde toplum ve kişi yararlarını en ahenkli biçimde
dengelediği ve bu sistemi bu bilinçle uygulayan toplumlarda huzuru ve mutluluğu sağladığı,
sosyal adaleti yaygınlaştırdığı ve her yönden ilerlemeyi teşvik ettiği müşahede edilen bir
vakıadır. Bu itibarla “Yurtta Sulh” kavramının, en geniş anlamı ile ve hürriyet içerisinde
demokrasiye götürdüğünü söylemek gerçek dışı bir düşünce addedilemez. Diğer taraftan,
demokratik sistemin, bunun yanında -daha doğrusu bu niteliği dolayısıyla- uluslararası hakiki ve
devamlı bir barışın bir gün tahakkukunda en etkili ve özgürce seçilmiş bir vasıta olacağını
düşünmek de yine gerçek bir umut kaynağıdır.
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi modeli ile devlet şekli demektir” sözleri ile Türk ulusuna
demokrasi hedefini belirleyen büyük Atatürk: “Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanak
noktası ulusal egemenliktir” buyurmuşlar ve ulusumuz için şu unutulmaz teşhislerini dile
getirmişlerdir: “Türk Ulusu’nun doğal âdetlerine en uygun olan yönetim Cumhuriyet
yönetimidir.”
Genellikle kabul edilen bir tarife göre dış politika, iç politikanın bir uzantısı, eski deyimi ile
“temadisi”dir. Bu açıdan bakıldığı takdirde, Atatürk’ün Türk Ulusu için göstermiş olduğu
demokrasi hedefi nasıl “yurtta sulh”un en değerli ve devamlı dayanaklarından birini teşkil etmiş
ve edecek ise; aynı “demokrasi anlayışı” ve idaresi de dünya sathına yayıldıkça hiç şüphe yok ki,
“cihanda sulh”un da en güçlü temellerinden bir diğerini vücuda getirecektir.
169
Toplumların hür ve ortak iradesine dayanmak yerine, otoriter bir gücün veya güç merkezlerinin
baskısı ile kalıcı bir barışın sağlanamadığı tarihin acı tecrübeleri ile sabittir. Bu bakımdan
demokratik Türkiye, ister BM içerisinde, ister diğer uluslararası kuruluşlarda olsun, devamlı, adil
bir barış için en sağlam ve en sürekli katkıyı sağlayabilecek bir iç yapıya ve itici güce sahip
bulunmaktadır.
Bu münasebetle ve büyük bir içtenlikle belirtmek isteriz ki, Türk Ulusu’nun fertleri olarak yalnız
dış konularda değil, iç yaşamımızda da bunu iyi değerlendirmeli ve kadrini bilmeliyiz.
Demokrasi bir bakıma, belki de haklı olarak, çok güç ve karmaşık bir sistem olarak görülürse de,
onu yaşatmak ve geliştirmek aslında bazı temel unsurları yerine getirmekle kolaylaşır.
Demokrasinin ruhu, toplumun, bir toplumu teşkil eden insanların siyasî iradelerinde düğümlenir.
İnsan denen varlığın da insiyaki denilebilecek büyük bir tutkusu “özgürlük, hürriyet aşkı”dır. Bu
tutum ise demokrasinin en değerli ve en güçlü manevi hazinesidir.
İnsanın bu hürriyet tutkusunun devamı, fikrî, bilimsel ve yasal bakımlardan kendiliğinden
oluşmuş bir iç disiplin kadar, bazı temel ekonomik ve sosyal sorunların daha doğru bir tabirleihtiyaçların çözümleriyle de yakından ilişkilidir. Gerçekten, bir toplumda insanlar “özgürlük
karın doyurmuyor”, “bu sonsuz kargaşa nedir, niye durmuyor, durdurulmuyor?” gibi
karamsarlıklara düşürülmemelidir. Böyle bir temayülün ortaya çıkmasına meydan bırakmamak,
yeniden keşfedilecek önlemlere ya da teknolojilere bağlı bir keyfiyet değildir. Kısaca belirtmek
gerekirse yasal eşitliği sağlayan demokratik bir ortamda insana: Yaşamını onurlu bir biçimde
sürdürebilecek bir iş; geçici işsizliğe karşı sigorta; mütevazı fakat uygar ölçülerde bir konut;
hastalık veya kazalara karşı uygar ölçülerde tıbbî bakım; eğitimde okulsuz öğrenci bırakmamak
ve fırsat eşitliği sağlamak; gençlerin, üniversiteler ve yüksek okulların kapılarında yığılmalarını
önleyerek her birini yeteneklerine ve toplumun planlı ihtiyaçlarına uyan bir eğitime sahip kılmak;
süratli ve etkin bir adaleti sağlamak; bürokrasi elemanlarını halka hizmeti zevkle yapar hale
getirmek ve bürokraside yükselmeyi üzerinde tartışma yapılmayacak derecede objektif kriterlere
sıkıca bağlamak; maaş ve ücretlerin tesbitinde kıdemi, tahsili, sorumluluk derecesini gözönünde
tutmak; sosyal adaleti ve sosyal kesimlerdeki genel dengeyi korumak; âdil ve etkili bir vergileme
sistemi ile vatandaşlar arasındaki manevî tesanüdü pekiştirmek gerekir. Keza, eğitimde öncelikle
memleketin tarihinin, coğrafyasının başlıca çözülmüş ve çözüm bekleyen sorunlarının, bu
çözümlerin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğinin, demokratik haklarla, sorumluluklar dengesinin
öğretilmesine ağırlık veren ve ezbercilikten ziyade düşünme ve tartışmaya açık, dengeli
kıyaslamaları içeren bir sistemi oluşturmak, bu konuda başarının temel şartlarıdır denilebilir. Bu
yönlerden tatmin edilen fertleri, demokratik sistemin geniş özgürlüklerini zaman zaman kötüye
kullanmak sureti ile çıkarılan ve bazen kargaşa hissini veren tabloları âlet ederek demokratik
sistemden bezdirmek, otoriter sistemlere özendirebilmek, insanın hür iradesine saygı gösterildiği
sürece, kolay ve mümkün değildir. Zira değindiğimiz koşullarda yaşamını bir düzene koyabilmiş
olan fert, kendisinin bu hür ortamda tüm yeteneklerini geliştirebilmesi için kapıların açık
olduğunu görecek ve bu sistemin değerini ve kadrini kuşkusuz idrak edecektir.
Demokratik yöntemle idare olunan tüm toplumlarda olduğu gibi, bu temel şartlar ülkemiz için de
câridir. Kesinlikle eminiz ki Atatürk’ün Millî Mücadele’de yarattığı birlik ruhunu ve azmini
bugün yenilememiz zarurîdir. Ülkemizde, milletçe elele vererek ve tüm maddi, manevi, bilimsel
kaynak ve yeteneklerimizi seferber ederek, toplumumuzun insanlarına bu temel ihtiyaçları
normal sürede sağlayabiliriz. Hiç şüphe etmiyoruz ki, aziz ATATÜRK “Yurtta Sulh, Cihanda
Sulh” düsturunu vazederken, genel barışın, hür, temel ekonomik ve sosyal ihtiyaçları
karşılanmış, ilerlemeye açık, aydın ve netice olarak huzur içerisinde yaşayacak olan toplumların
varolacağı bir dünyada gerçekleşebileceği özlemini ve hakikatini de dile getiriyordu.
170
***
Bu ana hedefler, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış siyasetinde hiçbir zaman değişmemiştir. Bu
hedefleri gerek iç politikada, gerek dış politikada değiştirmeye, bozmaya yeltenenler veya
gafletleriyle buna sebebiyet verenler daima hüsrana uğramışlardır.
Nitekim bir iki misalle belirtmem gerekirse: 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan ilk Cumhuriyet
Hükümeti’nde bu konuda şöyle denilmektedir. “Cumhuriyet Hükümeti’nin münasebatı
hariciyede üç temel esası Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyetini ve tamamiyetini sağlam
tutarak, menafii hayatiyesini gözönünden ayırmamak esası dahilinde müsalemeti, huzuru, hüsnü
münasebatı mümkün olduğu kadar tevsi ve teyit etmekten ibarettir. Hem hudutlarımızla ve
kendileri ile muahedatı imza edip safahatını tatbik etmekte olduğumuz ve diğer taraftan ve henüz
münasebata girmediğimiz devletlerle samimi bir dostluk tesis için bütün kuvvetimizi sarf
edeceğiz. Göreceğimiz hüsnüniyete fazlasıyla mukabele edeceğiz.”
1937’de: Atatürk’ün yüksek irade ve irşadlarında temelini bulmuş, yürüyeceği yolu çizmiş olan
bu siyaset aynı sulh, dostluk ve teyakkuz yolunda devam edecektir.
1961’de: Dış politikamızın temelini, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi teşkil etmektedir.
Birleşmiş Milletler Yasası’na uygun olarak, bütün milletler için barış, hürriyet, adalet ve hak
eşitliği esaslarına dayanan devamlı bir dünya nizamının kurulması, başlıca hedefimizdir.
1973’de: Millî hüviyeti dolayısıyla milletimizce bir bütün olarak benimsenen dış politikamıza
Atatürk ilkeleri ilham vermeğe devam edecektir.
Bu politikanın uygulanmasında egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğüne saygı, içişlerine
karışmama gibi temel prensiplere bağlı kalınacak ve millî çıkarlarımız daima gözönünde
bulundurulacaktır. Keza ilişkilerimizin düzenlenmesinde Ahde Vefa prensibine riayet ve
Mütekabiliyet Esasları titizlikle gözetilecektir. Dış siyasetimizde ana hedefimiz, barış ve
güvenliğin korunmasıdır.
Bu örnekleri artırabiliriz. Fakat görüldüğü üzere bütün Cumhuriyet Hükümetlerinde yukarıda
belirttiğim esaslar, daima dış ilişkilerimizin temelini teşkil etmiştir.
Devletimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün bu konuda bize çizdiği yol, memleketimizce, en
çetin şartlar altında dahi, devamlı uygulanmaya çalışılmıştır. Büyük Atatürk’ün ebediyete
intikalinden sonra görev almış olan Cumhuriyet hükümetlerinin dış politikadaki uygulamaları,
zaman içerisinde, haklı ya da haksız pek çok eleştiriye şüphesiz tabi tutulmuştur ve demokratik
rejimlerde böyle olması da doğaldır. Ancak, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde devamlılık
gösteren bir özelliğinin, daima Barış ve Güvenlik kavramları yanında yer almasının teşkil ettiği
keyfiyeti pek tartışılmamaktadır. Tartışılan daha ziyade barışçı politikasında Türkiye’nin
Güvenlik unsuruna gereğinden fazla bir ağırlık koyup koymadığı hususudur. Her görüş
muhakkak ki muhteremdir. Ancak geçen 73 yıl süresince bütün Cumhuriyet hükümetlerinin bu
hususlara aynı titizliği gösteregelmiş olmasının da elbette bir anlamı olmak gerekir.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim ki: Türk dış politikasında, millî hedefler etrafında
genellikle ulusça sağladığımız birlik ve beraberliğimiz, diğer milletlerin gıptasını çekecek
derecede bir olgunluk örneği vermiş, yarım asrı aşan Cumhuriyetimiz devresinde başarılı
sonuçların alınmasında en kıymetli ilham kaynağı olduğu kadar en değerli güçlerimizden birisini
171
de teşkil etmiştir. Bu millî duyuş ve gücü kıskanç bir titizlik ve dikkatle korumak başlıca
vazifemiz olmalıdır.
NOT: Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nca düzenlenen bu konferans 23 Kasım 1995
tarihinde Türk Dil Kurumu konferans salonunda verilmiştir.
** Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yayınları, No. 8, ATATÜRK’e Armağan, s. 1-30. A. Ü.
S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, Ankara 1982.
*** The eastern Question: The Last Phase by Harry J. Psomiades, Thessaloniki 1968, pp. 106109.
Emekli Büyükelçi Haluk Bayülken
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 36, Cilt: XII, Kasım 1996
Amasya'da Milli Mücadele'nin faziletli müftüsü Abdurrahman Kamil Efendi ile görüşüyor. (22 Kasım 1930)
HALKIN İÇİNDEN HALKÇI BİR ÖNDER
Mustafa Kemal’in yaşam öyküsü, bağımsızlık için savaşan bir halkın öyküsüdür. Çünkü Mustafa
Kemal bütün yaşamını Türk halkının bağımsızlık savaşı için harcamıştır. Mustafa Kemal için
halk, bağımsız ve özgür bir ülke için çabalayan herkestir. Onun için halkın içindeki hiç kimsenin
bir diğerinden ayrıcalığı yoktur. Bağımsızlığı uğruna savaştığı Türk halkının içindeki din
adamları, gazeteciler, tarikat şeyhleri, avukatlar, askerler, mühendisler aynı zamanda 1920’de
kurulan ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde yer almıştır. Mustafa Kemal yaşamının hiçbir
döneminde, halktan uzak, aristokrat bir yurttaş gibi yaşamamış; hep halktan sıradan bir yurttaşın
172
yaşadığı koşullar içinde yaşamış, halktan bireylerle birlikte yemek yemiş, yurttaşlarla birlikte
gezip şarkı söylemiştir. Gittiği her yerde halk onu şehirden kilometrelerce önce karşılamıştır;
yaranmak için değil, kendilerinden olan bir parçaya kavuşmak için.
Çoğu zaman içine lirik unsurlar da katılarak epik bir öykü biçiminde anlatılan Mustafa Kemal
Atatürk’ün yaşam öyküsü aslında, halkın içinden, aklının ve zekasının gücüyle yaşayan ve bütün
yaşamını, kişiliğiyle özdeşleşmiş amacına ulaşmak için harcayan bir bireyin öyküsüdür. Onun
özelliklerini ve eylemlerini abartarak ortaya koymak, onun kişisel çabalarını ve emeğini hiçe
saymakla eş anlamlıdır. Kendisini her zaman halk kitlesinin tam ortasında duran bir bireyle aynı
konumda gören Mustafa Kemal’i anlatabilecek yaşam öyküsü, yine onu en iyi anlayabilen halkın
öyküsüdür.
Mustafa Kemal 10 Eylül 1922’de İzmir kıyılarından Ege Denizi ufuklarına bakar ve; “bir rüya
görmüş gibiyim” der.1 Mustafa Kemal’in gördüğünü söylediği rüya aslında, kendisinin halka
armağan ettiği düş gibi bir gerçekliktir. Tek başına yola çıktığı noktada başlayan bu öykü giderek
bir halk çığına dönüşerek kocaman anakaraları yıkıp geçmiş, savurduğu toprakların arasına
aydınlık gelecek tohumları ekmiştir.
Mustafa Kemal ufuklara bakarak bir rüya gördüğünü söylediği zaman 43 yaşındadır. Henüz orta
yaş çağında bir ordunun başkumandanı ve bir devletin başıdır. Bir cihan savaşı kazanmış, yeni
bir devlet kurmuş, belki de yeryüzünden yok olmak üzere olan bir halkı sarsarak yeniden diriliğe
kavuşturmuştur.
Halkların, devletlerin de, orduların da ve bütün diğer evrensel kurumların da özünde bulunan
temel bir hammadde olduğuna inanan Mustafa Kemal halkın aşamadığı bir engeli hiçbir gücün
aşamayacağına, halkın aşamayacağı hiçbir engel de bulunmadığına inanmaktadır. Bir halkın,
içine düşebileceği en olumsuz durumlara, tutsaklığa, aşağılanmaya, yoksulluğa çok yakından
tanık olan Mustafa Kemal ulusların gönenç içinde, onurlu bir biçimde yaşamaları için ilk koşulun
bağımsızlık olduğunu söylevinin başlangıcında belirtmektedir.2 Bütün yaşamını da böyle bir
amaç uğrunda, bir halkın bağımsızlığı için harcamıştır.
Halkı olmadan o, bağımsızlık ve özgürlük yolculuğunda bir adım bile atamazdı. O olmadan da,
binlerce yıllık tarihte adı geçen halkının hiçbir anlamı olmazdı, çünkü zaten o halk kalmazdı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün adı, onun halkının adını ve hacmini de kapsayan dev bir gerçeğin
adıdır. Onun başkomutan, efsanevi bir muzaffer veya devlet başkanı olması, çoğunlukla
ekonomik olarak halkın alt tabakasından bir birey gibi yaşaması gerçeğini hiçbir zaman
değiştirmemiştir.
Milli Mücadele yolculuğunda Sivas’ta iken yiyecek işleriyle ilgilenen arkadaşı karşısına dikilip
ona; “Paşam paramız bitti, bakkallar kasaplar da artık veresiye vermiyorlar” der. Sivas’tan
Ankara’ya yola çıkarken de temsil heyeti ve beraberindekilerin cebindekilerle ancak 20 yumurta,
1 okka peynir ve 20 ekmek alabilmişlerdir. Yolcuları taşıyan üç külüstür otomobilden ikisinin
lastikleri paçavralarla doldurulmuştur. Bu görüntü, savaşa hazırlanan bir halkın görüntüsüdür.
Mustafa Kemal için halk, bağımsız ve özgür bir ulus ve vatan için çabalayan herkestir. Onun için
halkın içinde hiç kimsenin bir diğerinden ayrıcalığı yoktur. Nisan 1920’de Anadolu’ her
yanından Kuvayı Milliye’ye katılmaya gelenleri Mustafa Kemal Ankara istasyonunda bizzat
karşılamıştır. Çünkü onlar, kendisiyle aynı amacı paylaşan, en sadık destekçileri olan halktan
bireylerdir. Birinci TBMM’nin 414 kişilik kadrosu içinde de halkın her kesiminden bireyler
vardır. Bunlardan 8’i tarikat şeyhi, 10’u aşiret reisi, 61’i din adamı, 6’sı gazeteci, 29’u avukat,
51’i asker, 2’si mühendis, 15’i hekim, 46’sı çiftçi, 36’sı tacir, 119’u memur ve emeklidir.3
173
Yıllardır halkının yaşadığı topraklarda dolaşıp insanları gözlemleyen, onların çektikleri acılara
tanıklık eden ve kendini anlar gibi onları anlayan Mustafa Kemal, halkla birlikte olmanın, onlara
seslenmenin, amacını onlara anlatmanın ve halkı yanına katmanın da en etkin yöntemlerini
bulmuştur. Halka bir mesaj vereceği zaman genellikle halkın yoğun olarak bulunabileceği,
söylenenleri açıkça anlayabileceği ve günlük yaşamda da halkın sık sık gelip gittiği yerlerde
halkla buluşmayı yeğlemiştir. Bunun için, Anadolu halkını işgalcilere karşı örgütlediği Milli
Mücadele yolculuğu sırasında sık sık camilerde konuşmuştur. 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Paşa
Camii’nde yaptığı konuşmada da camilerin halk için ne anlam taşıdığını ve nasıl bir işlev
üstlendiğini anlatmıştır. Camilerin, yüz yüze bakılmaksızın yatılıp kalkılan yerler değil, din ve
dünya işlerinin karşılıklı konuşulduğu yerler olduğunu vurgulamıştır. Camilerin hem tanrının
hem de halkın evleri olduğunu söylemiştir.4
Yüreğinde ve düşüncesinde sürekli, bütün yeryüzünü kaplayan bir halk kitlesinin içinde yaşayan
Mustafa Kemal, özel yaşamında genellikle yalnız olmayı, halkının geleceğini bu yalnızlık içinde
kurmayı yeğlemiştir. Tarihin en acımasız savaşlarına nisbet yapan bir savaşın stratejilerini ve
yeni bir devletin, hem de bir cumhuriyetin yapısını düşünüp biçimlendirmek de başka bir
ortamda olası değildir zaten. Mustafa Kemal’in bedeni daha çocukluğundan beri başka insanların
bulunduğu, hatta anne ve kardeşinin bulunduğu bir evde bile yaşamaya pek katlanamamaktadır.
Bu yüzden de Suriye’den İstanbul’a döndüğünde annesinin ve kardeşinin yaşadığı Akaretler’deki
76 numaralı eve yerleşmek istemez.5 Halkının bağımsızlığına ve özgürlüğüne dair plânlarını,
stratejilerini kendi bağımsızlığı içinde geliştirmek ister.
Mustafa Kemal’in halkının geleceği için düşünüp biçimlendirdiği esenlik dolu ülkenin
çekirdeğinin kökleri onun çocukluğuna, Selanik’e kadar uzanmaktadır. Onun yeni ülkesi, bir
ömrü dolduran deneyimler ve birikimler zenginliğinin üzerine kurulmuştur.
Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Selanik, o zamanki Osmanlı Avrupasının en büyük vilâyet
merkezi ve liman kentidir. Bütün Osmanlı şehirleri gibi Selanik’te de Müslüman ve Hristiyan
mahalleleri birbirinden ayrıdır. Selanik aynı zamanda Yahudiler için de doğudaki en önemli
merkezdir.
Yine bütün Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi Selanik’te de Müslüman mahallelerinin
diğerlerinden daha geri, harap, bakımsız bir görünüşü vardır. Müslümanların yaşadığı bölgelerde
mahallenin, mahalle halkı üzerinde tam ve kesin bir denetimi vardır. Mahallelerde görünmez bir
hiyerarşi ve resmî olmayan bir disiplin uygulanmaktadır.6 Bu geleneksel denetim de Mustafa
Kemal’e, kararlı bir özgürlük yolculuğuna çıkmak için ilk dürtüleri vermektedir.
Bütün doğu kentlerinde olduğu gibi Selanik’in Müslüman halkı için de şehirde yaşam erken
bitmektedir. Erkekler güneş batmadan işlerinden döner, kadınlar kendilerini erkekler için
hazırlardı. Ancak batan günün insanları alıştırdığı, erken biten gün heyecanı Mustafa Kemal’i
hiçbir zaman sarmadı. Onun için hiçbir zaman erken akşam olmadı. Mustafa Kemal hep, hiç
bitmeyen günler boyunca okudu, gözlemledi, düşündü.
Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım da babası Ali Rıza Efendi de halktan kişilerdi. O
dönemdeki bütün Türk aileleri gibi onların ailelerinin de bir veya iki kuşak ötesi
hatırlanamamaktadır. Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza memurluğu yaptığı Çayağzı, Yunan
mitolojisinin kutsal dağı olan Olimpos’un eteklerindeydi. Ancak Mustafa Kemal büyük olasılıkla
çocukluğunda Yunan mitolojisindeki efsanelerden hiçbirini dinlememiş, kendi halkının
öyküleriyle büyümüştür.
174
Mustafa Kemal’in kendi kararı ile ve annesine karşı bir olup bitti ile askerî okula girdiği yıllar;
haritada teorik olarak Osmanlı devletinin Bosna’dan Basra’ya, Ağrı Dağı’ndan orta Afrika’ya
kadar uzandığı, ama yönetimin egemenliğinin kalmadığı, ordunun çöktüğü, dağların, yolların
eşkiyanın eline geçtiği, hazinenin bomboş kaldığı, devletin iflas ettiği, kapitülasyonların, devletin
bütün egemenlik alanlarına hakim olduğu yıllardı.
Selanik’ten Manastır idadisine geçtiği yıllarda azınlıkların kaynaşması vardı. Azınlıklar
bağımsızlık istiyorlardı. Mustafa Kemal Manastır Askerî İdadisindeyken 1897 Türk-Yunan
savaşı da patladı. Savaşın Manastır’daki yankıları Mustafa Kemal’de de heyecan uyandırdı ve
tartışmalara katılarak hitabetini ve edebiyata ilgisini geliştirdi.
19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayan özgürlük yolculuğu sırasında Mustafa Kemal zaman
zaman bindiği Mercedes-Benz marka otomobilden inerek halkla, çiftçilerle söyleşir, sorular
sorar.7 Bu söyleşiler kurtuluş savaşı stratejilerinin ilk verilerini oluşturmaktadır. Onun ulusal
bağımsızlık yolculuğu sırasındaki ilk amacı halkı kazanmaktır. Çünkü ulusal bağımsızlık hareketi
bir halk hareketi olacaktır. Bunun için öncelikle ulema, tarikat şeyhleri, eşraf gibi halkın önde
gelenlerini kendi amacına inandırmaya yönelir.
Amasya’da halkı, hem İstanbul hükümetine hem de işgalcilere karşı ayaklanmaya çağırır. Çünkü
o günkü koşullar bunu gerektirmektedir. Böylece Milli Mücadele’nin ilk halk direnişi Amasya’da
başlar. Direnişin ilk prensipler belgesi de Amasya Kararları adıyla kaleme alınır.8
Kuvayı Milliye hareketinin iki yönünden biri bir örgütlenme düşüncesi ise, diğeri de bir halk
hareketi oluşudur. Mustafa Kemal bu düşünceyi ilk kez Erzurum Kongresi beyannamesinde dile
getirir: “Kuvayı milliyeyi amil ve iradei milliyeyi hakim kılmak esastır.” Mustafa Kemal’in
hedefi yalnızca halkın egemenliğidir. Halktan oluşan ordu ile silâhlı halk grupları olan çeteler
birbirinden çok farklıdır. Bu nedenle Mustafa Kemal halkı örgütleyip, düzenleyip disipline
ederek sömürgecilere karşı konulabilecek orduyu elde etmeye çalışmıştır. Tokat’tan Sivas’a
geçerken ordudan azledildiğini öğrenmesine karşın onun halkı kavrayan gücü, halkın çarıkla
ülkenin son kayasını savunmak için yollara dökülmesine yetmiştir.
Mustafa Kemal’in halkla olan iletişimi ve onlarla kullandığı ortak dil o kadar güçlüdür ki;
iletişim süreçlerinin yoğunluğu ve yöntemlerin çokluğu işgalcileri bile şaşırtmakta,
telaşlandırmaktadır. Samsun’da görev yapan İngiliz yüzbaşı Hurst, 12 Haziran 1919’da Mustafa
Kemal hakkında verdiği raporda şunları söylemektedir: “Çevredeki kasabalar ve ötesiyle
kurduğu telgraf iletişimi öylesine büyük boyutlu ki, neredeyse telgrafhaneyi tekeline almıştır.9
Kendisinin de bir parçası olduğu halkı en duyarlı noktasından kavrayabilen Mustafa Kemal,
kendi çabasıyla bir halk önderi olduğu gibi, halkın içinde de halktan bir önder olarak
efsaneleşmiş, her gittiği yerde halk tarafından coşkuyla, içtenlikle, görkemli törenlerle
karşılanmıştır. Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya gelirken Ankara’dan kilometrelerce önce
onu, saf saf dizilmiş halk toplulukları karşılamıştır.
Mustafa Kemal orta boylu, narin elleri ve ayakları bulunan, ince sesli bir insandı. Ancak bu
minyatür özelliklerine karşın her zaman, her durumda ön plâna çıkarak dikkatleri üzerinde
toplayan, karşısındakileri kolayca etkileyen bir karizmaya sahipti.10 Fazlaca heybetli olmayan
görüntüsüne karşın onun kitleleri ardından sürükleyen çekiciliğinin gizemini, halkla olan yakın
bağlarla ve toplumu oluşturan bireylerle tek tek kurduğu içten ve inandırıcı iletişim süreçleriyle
açıklamak gerekmektedir.
175
Ankara’yı bağımsızlık ve cumhuriyet için üs olarak seçip karargahını kurduktan sonra Ankara
bütün Anadolu’nun ve dış devletlerin ilgi odağı haline gelir. Ankara’ya girişinde halk tarafından
kentin epeyce dışında karşılanan Mustafa Kemal, 1919’da bağımsızlık yolculuğu sırasında
Erzurum’a girerken da kendin dışında coşkulu bir kalabalık tarafından karşılanmıştır. Halkından
kaynayan coşkunun kendi yüreğine yansımasıyla halkına olan güveni daha da pekişen Mustafa
Kemal Erzurum çıkışında ordudan istifa edip halkıyla birlikte hem İstanbul hükümetine hem de
işgalcilere karşı savaş verme kararı almıştır.
Halk yürüyorsa o da yürümüş, halk duruyorsa o da durmuş, halk acı çekiyorsa o da çekmiş, halk
gülüyorsa o da gülmüştür. Öyle bir nokta gelmiş ki, halkın her eylemiyle Mustafa Kemal’in
eylemleri bütünleşmiş, tek bir eylem haline gelmiştir. Yalnızca savaş için, cumhuriyet için,
devrimler için hazırlık yaparken değil, tarlada çalışırken, düş görürken, yemek yerken de halkın
ve onun eylemleri bütünleşmiştir. Mustafa Kemal hiçbir zaman tek başına yemek yememiş,
yemeğe otururken çoğunlukla arkadaşı olan veya halktan kişilerle birlikte oturmuş, sohbet ederek
yaklaşık iki saat boyunca sofrada kalmış, sıcak iklime sahip yerlerde yanındakilerin ceketlerini
çıkarmalarına izin vermiş, servis yapanları telaşlandırmadan acele etmeden yemek yenmesini
istemiştir.11
Cumhuriyet, halkın ve Mustafa Kemal’in ortak ürünüdür. Ancak cumhuriyet, kurulması için
harcanan çabadan çok, onu sonsuzluğa taşıyacak çabayı ve yöntemleri gerektirmektedir. Mustafa
Kemal bunun altyapısını oluşturmak için de çalışmaktadır. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşarak
cumhuriyeti sonsuzluğa taşımanın büyük adımlarından birinin halk aydınlanması olduğuna
inanan Mustafa Kemal, bir ulusun kendi dilini en uygun alfabeyle yazıp konuşarak yükselip
gelişebileceği düşüncesiyle 1928 haziranında bir komite kurdurarak Lâtin alfabesinin Türkçe
fonetiğe uygun olarak nasıl kullanılabileceğinin belirlenmesi amacıyla çalışmalar başlatır.
Mustafa Kemal ülkesinde, hiç istisnasız herkesin okur yazar olmasını istemektedir. İstanbul
Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşmada; her yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya yeni
Türk harflerinin öğretilmesini, bunun bir vatanseverlik olarak bilinmesini vurgulamıştır.12
Mustafa Kemal hiçbir toplumun ve ülkenin ilkel inanç ve uygulamalarla, hurafelerle
ilerleyemeyeceğine inanmaktadır. Bu nedenle onu en fazla öfkelendiren konu, çoğunluğu dine
atfedilen batıl halk inançlarıdır. Belki din değil ama din temeline dayandırılan hurafeler onun
öncelikle savaştığı düşmanlardır. Kastamonu’da yaptığı konuşmada, ilkel hurafelerle yürümeye
çalışan milletlerin mahvolmaya veya tutsak ve zelil olmaya mahkum olduklarını vurgulamıştır.13
Mustafa Kemal ışıltılarla parlayan yeni cumhuriyette sonsuzluğa uzanacak uygarlık yolunu
açarken, bu yolun en önemli aşamalarına, en değerli noktalarına güzel sanatların ilkelerini,
ürünlerini, güzelliklerini yerleştirmek istemiştir. Dünya gazetesinin 1935 yılında açtığı “Kimlerin
heykelleri yapılmalıdır?” yarışması için Mustafa Kemal’in görüşü çok açıktır: Halkına hizmet
etmiş tarihi kişilerin. Bunun için de öncelikle Türk Tarih Kurumu’na Mimar Koca Sinan’ın
heykelinin yapılması için emir verir.14
1 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998, s. 131.
2 Kemal Atatürk, Nutuk, Millî Eğitim Basımevi, Ankara 1987, s. 13.
3 Feridun Ergin, K.Atatürk, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul 1978, s. 102.
4 Aydemir, a.g.e., s. 76.
5 Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Hatıraları, T. İş Bankası Yay. Ankara 1965, s. 34.
176
6 Aydemir, a.g.e., s. 21.
7 Aydemir, a.g.e., s. 22.
8 Aydemir, a.g.e., C. 3, s. 38.
9 Andrew Mango, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul 1999, s. 222.
10 Vomık Volkan - Norman Itzkowitz, Ölümsüz Atatürk, Bağlım Yayınları, İstanbul 1998, s.
208.
11 Şükrü Tezer, Atatürk’ün Hatıra Defteri, TTK Yayını, Ankara 1972, s. 115.
12 Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, GNKUR Yayını, Ankara 1998, s.
72.
13 Volkan - Itzkowitz, a.g.e., s. 341.
14 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, T. İş Bankası Yayını, Ankara 1984, s. 183.
Doç. Dr. Sedat Cereci*
*Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 52, Cilt: XVIII, Mart 2002
Hazırlayan : Vehbi Moğol
177
Download