Prof.Dr.Berin ERGİN İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK AÇILIMINDA

advertisement
Prof.Dr.Berin ERGİN
İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK AÇILIMINDA
DEMOKRASİ VE LAİKLİK
GENEL AÇIKLAMA
Akdeniz ülkeleri bölgesel niteliklerden ve tarihi geçmişten kaynaklanan nedenler ile
yaşam, düşünce, kültür açısından birbirleri ile yakınlaşma konusunda sıcak ilişkiler
içindedirler. Bu ilişkiler ekonomik kültürel ve eğitim konularında olduğu gibi, çeşitli
amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş sivil toplum örgütleri bağlamında da son yıllarda
çeşitli platformlarda ülkelerin sivil toplum örgütlerinin bir araya geldiğini görmekteyiz.
Toplumlar arasındaki bu yakınlaşma gelecek nesillerin bölgede daha mutlu ve refah
içinde yaşamasını sağlayacak adımlar olarak tarihe geçecek niteliktedir.
Bugün bu toplantılardan biri Istanbul’da gerçekleştirilmektedir. Son yılların üzerinde en
fazla durulan konularından belki de en önemlisi İNSAN HAKLARI ,DEMOKRASİ VE
LAİKLİK konularını gündeme getirerek Akdeniz ülkeleri arasındaki sıcak ilişkilerin
gerçekleşmesine katkıda bulunmak istenmiştir. Panelin konusu olarak İnsan Hakları
Demokrasi ve Laiklik konularının seçilmiş bulunması tesadüf değildir. Bu konular çok
geniş bir yelpazede insan yaşamının her katmanı ile doğrudan ilgilidir. Bu nedenle
toplumlar kendi yapılarına göre bu kavramlar ile ilgili uygulama ve yorumlama açısından
çalışma içindedirler. Toplumlararası birliktelik ilişkilerin istikrarlı bir zemine oturmasını
sağlar bu nedenle insan yaşamında önemli yeri olan bu kavramlar üzerinde tekrar tekrar
durmak fikir üretmek ve gelişmesini sağlamak aydın insanların görevidir.
Kavramların
içeriği
her
toplumda
gereği
gibi
özümsenemediğinden
ve
yorumlanamadığından uygulamanın istenen boyutta olamadığı bir gerçektir. Bu
kavramlar ulustan ulusa tarihi seyir içinde farklı yorum ve uygulamaların konusu
olmuştur. Felsefi açılımında farklı görüşlerin oluşması bir bakıma zenginlik teşkil
etmektedir. Demokrasi ve insan hakkı birçok ülkede kaynağı gereği batı tipi olarak ele
alınmaktadır[1]. Ancak siyasi istikrarın olmadığı gerek askeri rejimlerde ve gerekse sivil
rejimlerde bu ülkeler bağlamında kuralların paralelliğinden bahsetmek mümkün
olamayacaktır.
Demokrasi laiklik ve insan hakkı konuları birçok uluslararası sözleşmenin, belgenin
içeriğidir[2]. Kimin için, nasıl, neden, hangi şartlarla bu kavramlar ile yaratılmak istenen
uygulamanın sağlanacağı, hak ve imkânların na olduğu refah ve en önemlisi özgürlük
bağlamında önemli çalışmalar yapılmaktadır. Uluslararası kuruluşların sürekli çalışmaları
halklara ve devletlere örnek olmaktadır. Bu çalışmalar aydınlanmanın devam ettiğinin en
önemli göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her şey insan için olduğu ve insanın en değerli varlık olduğu varsayımı ile heyecanla
üzerinde çalışılan tüm bu haklar onca uğraşa rağmen nasıl bir manzara göstermektedir?
Baktığımızda insanlık var olduğundan beri şiddet, savaş, istila, sorgusuz sualsiz
savunmasız infazlar, kuralsız yönetimler, feodal sistemlerin uygulamaları, çağ dışı
sistemler, yasa tanımayan uygulamalar, uluslararası anlaşmalara uymayan devlet
uygulamaları ve ihlallerin hepsinin olumsuz faturası değerli varlık, insana çıkmıştır ve
çıkmaktadır.
İnsan hakkı ihlallerinin demokrasiye aykırılık nedeni ile ve insan temel hak ve
özgürlüğünün ve demokrasinin sağlanması adına gerçekleştirildiğini nasıl yorumlanmak
gerekecektir?
Aydınlanma yaşamamış savunmasız, bilimsel ulusal savunma sistemi bilinçli olarak
kurulmamış, veya zayıflatılmış ülkelerde, devletlerde insanların üçüncü bin yılda vahşet
yaşaması nasıl açıklanacaktır?
Eski çağlardaki vahşet insanların doğa ile savaşması ve doğanın karşısında var
olabilmek için mücadele etmesi içindi. Sevgi barış adalet hislerinin olmadığı dönemlerin
aydınlanma çağı ile çoktan gerilerde bırakılmış olması gerekmez miydi?
Ancak eşitsizlik adaletsizlik zulüm sefalet gibi birçok unsurun halen sonuçlandırılamadığı
gerçeğini yadsıyamayız. Uluslararası önemli belgeler ile varılmak istenen insana insan
olduğu için değerli varlık olduğu için ona yaraşır bir şekilde hak ve imkânlar sağlanması
için yaratılmış belgelerin uygulamadaki sonuçları hakkında kesin olumlu bir yargıya
varmak hiçbir zaman mümkün olamamaktadır. Neden olamadığı hakkında kısa bir
açıklama yapmak gerekir se bu kuralların uygulamasının değerli varlık insan tarafından
yapılmakta olduğu için demek yanlış olmayacaktır. J J Rousseu’nun bir deyişine göz
atarak, insanın doğuştan iyi sonradan kötü hale geldiğini[3] belirtmesini esas alarak ve
insanların gelişmesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu gibi akıl ve
bilim rehberliğini kabul etmeleri ile ancak yanlışlardan kurtulmalarının mümkün
olabileceğini söyleyebiliriz. Demek ki, insanın hak ve onuruna yaraşır bir düzen içinde
yaşamını sürdürebilmesi için demokratik düzen bağlamında öngörülen kuralların
uygulanabilmesinde insanlar ancak doğru ve bilimsel bilgiye özgür düşünen bireyler
olarak sahip oldukları takdirde kavuşabileceklerini ve bu kuralların insan yararı ve hakkı
için uygulanabileceğini kabul etmemiz gerekmektedir.
Demokratik düzen uygulayıcısı iktidarlar en iyi sistemi bulmak için çalışma gayretindedir.
Demokrasi ve laiklik vazgeçilmez kurallar olarak üçüncü bin yılda geçerliliğini
korumaktadır. En iyi sistemin demokratik ve laik sistem olduğu yadsınamaz, çünkü
dünyada insanlığın var olduğundan beri süre gelen vahşetin önüne set çekmeyi
başarabilen şimdiye kadar yaratılmış yönetim biçimi içinde daha iyisi henüz
bulunamamıştır.
Demokrasinin günümüzde kazandığı içerik doğduğu yüzyıldan itibaren büyük
değişiklikler kazanmıştır. Değerli varlık insan için haklar çağdaş devletler tarafından
sağlanmak istendiği için bu konuda çeşitli sözleşmeler yapılmış ve devletler bu
sözleşmeler ile ülkelerinde insan haklarını uygulamak ve korumak için çalışmaktadırlar.
Özgür düşünen insanı, insan hakkını ve demokrasiyi ve laiklik konularını bir kaideye
oturtabilmek için kısaca insan ile iç içe olan Devlet kavramı üzerinde durmak gerekir.
Asırlar boyu çeşitli filozoflarca bir takım açıklamalar verilerek devletin varlığı bir temele
oturtulmak istenmiştir. Bu görüşlerin olumlu ve olumsuz yanları bulunduğu gerçeği
karşısında toplum için çok önemli bir kurum olarak DEVLETİN varlığını ve kaynağını en
iyi nasıl açıklamak olasıdır diye düşünürsek;
Tüm görüşlerden çıkan sonuç şudur ki; Devletin kuruluş probleminin halli ancak teorik
olarak açıklanabilmektedir. Genel anlamı ile ve her türlü Devlet yapısını ifade etmek
üzere denebilir ki:
“Devlet sosyal bir yapılanma olarak insana hizmet vermek için ve insanın refahı ve
mutluluğunu amaç edinmiş ve kötülükler, yağma, gasp, mücadele terör, haksızlıklar
karşısında istikrarlı bir düzen içinde güvenliğin sağlandığı bir sistemi kurabilmek için
insanların bir araya gelerek üzerinde yaşadığı bir vatanı ve ülkesi olan aynı veya farklı
kültür din ,ırkta ve yapıdakilerin oluşturduğu bir kuruluştur. Bu kuruluş doğa olayı
olmayıp sosyal bir olay olarak ve sosyal bir varlık olan insanın doğumundan itibaren
egoistçe varlığını sürdürmesi gelişmesi, sulh ve sükûn içinde yaşamayı sağlamak ve en
önemlisi sevgiye olan gereksinimi sebebiyle büyük bir aile içinde birlikte yaşamak için
oluşturulmuş kurumdur. “
İnsan sosyal bir varlık olarak toplumda bir takım görevleri olduğunu idrak etmiştir.
Gelişen insan, akıl ve bilim ışığında görev bilinci ile donandığında istikrarlı bir toplum
oluşturma gereğini duymuştur. Sosyal hayatın dengeli olması asıl olup bu dengenin
sağlanmasında Devletin oluşmasında mutlaka aynı soydan veya etnik kökenden gelmek
gerekli değildir. İnsanlar dünyada çeşitli nedenler ile yer değiştirmiştir ve
değiştirmektedir. Savaşlar, göçler, evlenmeler, ekonomik nedenler, iklim şartları tabii
afetler gibi olaylar aynı soy veya etnik kökenden insanların yaşadığı yurtlar şeklinde
devlet oluşması devri geçmiş ve hatta hiç böyle tek soydan insanların oluşturduğu
devletler de var olmamıştır. Bu nedenle insanların farklı etnik köken veya soydan
olmaları, dillerinin, dinlerinin, inançlarının, felsefi görüş ve geleneklerinin ayrı olmasına
rağmen toplum içinde birlikte yaşayabilmek için kendi rızaları ile hak ve özgürlüklerini
devlet dediğimiz kurumun düzenlemesine terk ettikleri için, bireylerin oluşturduğu
kuralları olan ve hukuk devleti dediğimiz kurum oluşmuştur.
İnsanlar kurdukları ve hak ve özgürlüklere saygılı yönetilmek için, yönetim bağlamında
özgürlüklerini terk ettikleri bu kurumda karşılıklı olarak birbirlerinin hak ve menfaatlerine
saygılı olarak yaşamayı amaçlarlar. Böylece Devlet dediğimiz sosyal kurumun siyasi
otoritesinin koruması altına giren insanlar bir kısım haklarını bu otoriteye devir etmiş
olurlar.[4] Değerli varlık insanın hak ve özgürlüklerinin düzenlenmesi, korunması devlet
tarafından sağlanır. Korunması gereken insan hakkı nedir ve neden korunması
gerekmektedir?
II
) İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ [5] VE ÖZGÜR İNSAN
İnsan ve Hak kavramının birleşmesi ile günümüzün dilden düşmeyen kavramı İnsan
Hakları kavramı ortaya çıkmıştır. Nasıl bir tanım yapılabilir.
İnsan VE Hak birbirinden ayrılmaz olgu olarak, biri biyolojik bir varlık diğeri sosyal bir
değer olarak toplumda insanların birlikte yaşayabilmesini sağlayan ve insanlar tarafından
konulan kurallar bütünüdür.
İnsan hakları kavramı çok yalın bir kavram olmayıp içinde çok derin felsefe ve insanı
esas alan ve insandan kaynaklanan davranışları barındıran nitelikleri içerir.
İnsanoğlu dünya denen planette var olduğundan beri tüm bilebildiğimiz ve bilimsel olarak
algılayabildiğimiz tarihi geçmişinde sürekli mücadele halinde olduğudur.
Binlerce yıldır yaşadığımız bu planette çeşitli şekillerde yaşayarak gerek tabiattan
kaynaklanan nedenlerle ve gerekse insan faktörünün oynadığı veya toplumların birbirleri
ile ilişkilerinden kaynaklanan nedenler ile büyük yıkımların olduğu ve yeniden
yapılanmaların yaşandığı bir serüven içinde çeşitli uygarlıklar kurarak bugünlere
gelinmiştir.
Gelişmiş ve çağdaşlığı ilke edinmiş insanların ve toplumsal olaylara insancıl bakma
eğiliminde olan, özgür ve bilinçli insanların varlığı ve gerek yönetici ve gerekse
filozofların gayretleri ve etkinlikleri ile birçok ulusal ve uluslar arası kuralların doğması
mümkün olmuştur. İnsanların vahşet içinde kalarak hayattan ümitlerini kestikleri anlarda
hep bir kurtarıcı gelmiştir. Bu kurtarıcılar ya bir dini temsilen veya halkı zalimin elinden
kurtararak iktidar olmuş hanlar, krallar, prensler, imparatorlar, devlet adamları veya
iktidarlara akıl veren filozoflar, bilim adamları gibi kişilerdir.
İnsan Hakkı da insanların umutlarını yitirdikleri bir dönemde ortaya çıkan kurtarıcının
koyduğu kurallar ile çağdaşlığa yol alan bir gemi gibidir.
İnsan hak ve özgürlükleri insanın, insan haysiyet ve onuruna yaraşır bir şekilde
yaşamasını ve toplum içinde haklardan ve menfaatlerden eşit olarak yararlanmasını
sağlamak için yaratılan haklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şey insan için diyoruz
kim bu insan? Önemli varlık insandan bahsediyoruz ancak tarih sahnesinde görüntüsü
nedir? Nasıldır? Panaromik olarak baktığımızda, ortaçağa kadar ve ortaçağda da insanın
kim olduğu hiç önem taşımamış, çünkü insanın kim olduğu ve yeri Tanrı katından zaten
belirlenmişti.
Rönesans ile dinsel yaşantıya özgürlük getirilmiş ve tanrısal inancın vahiy ile değil,
bunun aklın bir ürünü olduğu, keza dini inançların aklın ürünü olduğu tarih boyunca
ortaya çıkan dinlerin akıl ile yaratıldığı tartışılır olmuştur. Tanrının varlığı ve ona saygılı
davranılması gerektiği, böyle düşünmenin insanı erdemli yapacağı olgusu da ileri sürülen
görüşler olarak insan ve din arasındaki ilişkinin yorumlanabildiğini görmekteyiz.[6]
Demokrasinin olmadığı eski dönemlerde esasen haklardan ve özgürlükten bahsetmek
mümkün değildi. Bu bağlamda, aydınlanma çağında akıl ile ve deneyle bilimsel bilgiye
ulaşmanın gereği ve konuların akıl ile çözümünde insanın temel alınmasının önemi
ortaya atılmıştır. İnsan canlı bir varlık olarak ilk temel gereksinmeleri için bireysel faaliyet
gösterirken, toplum içinde şekillendiğinde dini, ahlaki, hukuki siyasi ideallere sahip
olmuştur. İnsan önemi anlaşıldıkça, toplumun oluşmasında iyiyi gerçekleştirmek için
insan özgürlüğü ve güvenliğinin araştırılması önem kazanmıştır.[7]
İnsan hak ve özgürlüklerinin evrensel nitelik kazanması ile haklar hukuken sağlandığı
ölçüde geçerli olmuştur. Ancak belirtmek gerekir ki, her özgürlük hak olarak kabul
edilemez, hukuk düzenince kabul edilmiş haklar bağlamında özgürlükler söz konusu
olabilir. Hukuk düzeninin korumadığı hakların özgürlük bağlamında kullanılabilir olması
mümkün değildir. İnsan hak ve özgürlükleri Devletin koyduğu kurallar ile hukuken
güvence altına alınmış ayrıcalıklardır. Özgürlük bir hak olarak insanın davranışlarının
sınırlarını belirtir. Kişinin özgürlüğü kendisine verilmiş hakların kullanılmasında veya
kullanılmamasında sahip olduğu karar verme yetkisidir. İnsan sahip olduğu hak ve
özgürlükleri Devlet dediğimiz kurum içinde onun koyduğu sınırlar içinde
kullanmaktadır.[8]
Bu bağlamda insan ve Devlet iç içedir.[9] İnsan çağdaş evrensel değerlerle donanmış
olarak yaşamını sürdürebilmesi için toplum kurallarının insan doğasına uygun olarak da
gelişmesi kaçınılmazdır. İnanç ve tapınma insanların doğasında olan sosyal
yapılanmada göz ardı edilemeyecek konu olarak yüzyıllar içinde çeşitli eğriler göstererek
etkinliğini sürdürmüştür. Üçüncü bine geldiğimizde din faktörünün yeryüzünde artan bir
ivme ile toplumları yönlendirme performansı gösterdiğini de yadsımadan ve bu
gelişmenin rolünü de unutmadan açıklamak gerekir ki, insan usunu kullanmaktan
vazgeçerse gelişmesi durur ve makineleşir. İnsan sosyolojik bağlamda toplumun
ayrılmaz parçası olan din olgusundan ve dini otoritelerin baskıcı ve dogmatik tutumundan
tek renkli düşünce yapısından etkilenir düşünce yapısında dünyevi ve vicdani konuları
birbirine karıştırma alışkanlığını kolayca edinebilir. İnsanın kendisi ve toplum için olumlu
düşünce yapısına erişebilmesi için toplumun sosyal yapılanmasının önemi büyüktür. Aksi
halde din ve vicdan özgürlüğünün tüm haklar sarmalını etkilemesi ve yönetmesi insanı
dolayısıyla toplumu olumsuza götürür. Bu sonucun gerçekleşmemesi ve mutlu
özgürlüklerin olduğu eşitliğin ve adaletin sağlandığı bir toplum için insanların özgür
düşünce yapısında olması asıldır.
Özgür düşüncenin demokratik sistem içinde gelişebileceği idraki içinde insan, sahip
olduğu ve olmaya çalıştığı hak ve özgürlüklerin anlam ve değerini özümsemelidir. İnsan
toplumdaki olumsuz gidişattan kendini kurtarabilmeli, gerçeği araştırmada usunu
kullanmalı, sübjektif ve ezber olan ve bilimsel olmayan bilgileri ret etmelidir. Kulaktan
dolma ezber olarak öğretilen akıl ve bilim dışı söylem ve yorumları, dış âlemin etkisinde
kalmayarak yanlışa düşmeyerek akıl süzgecinden geçirmeyi öğrenmelidir. Ancak böylece
değerli varlık olabilecektir ve toplum kuralları olarak kendisine sunulan hak ve
özgürlükleri insana yaraşır bir biçimde kullanabilecektir.
Değerli varlık için toplumda onurlu yaşamasını sağlamak adına çağdaş devlet kurumları,
insan hakları üzerinde odaklanmaktadır. Bu hakların neler olduğu konusunda bir liste
yapılması mümkün değildir. Bazı anayasalar bunu listelemek istemişler ancak
listelenmesi hakların sınırlanması niteliğinde olacağı açısından böyle bir girişim
olumsuzdur. Devlet esasen kamu yararı açısından özgürlüklere yasal sınırlama
getirebilmektedir. Uluslararası belgeler insan hak ve özgürlüklerini düzenlemeye gayret
etmektedirler. Esasen toplumsal her konu insan hakkı bağlamındadır. Bu haklar da
zaman ve mekân içinde tekâmül ederek gelişmekte ve genişlemektedir. İnsanın özgür
düşünme ve düşünce yapısı içinde olması bu hakların sınırlarının sürekli gelişmesini ve
değişmesi sonucunu birlikte getirmektedir. İnsanlık tarihinin incelenmesi ile insana
yönelik hak ve özgürlüklerin neler olduğu ve olabileceği zaman mekân ve gerek
ekonomik ve gerekse teknolojik gelişme sürecinin etkisinde kalan bir olay olduğu
görülmektedir.
İnsanı demokratik düzen içinde mutlu sevgi dolu ve kardeşlik duyguları ile bezenmiş ve
özgür düşünebilen hale nasıl getirileceğini akıl ve bilim yolu ile çözmek yine insana
düşen bir görevdir.
Hangi düzen kabul edilirse edilsin kuralların uygulanmasında, kuralları uygulayacak
insan olduğuna göre insanın kendisini geliştirmesi yetiştirmesi gerektiği bir gerçektir.
İnsanın aklını kullanarak kendini yönetecek kuralları koymuş olması yetmemektedir.
Kuralların uygulanmasında da akıl ve özveri ve bilinç gereklidir.
Akıllı insan özgür
düşünen ve düşünme sanatına vakıf kimsedir. Bilgi sahibidir, deney yapar ve akıl ile
doğru bilgiye ulaşır. Ancak sosyal ortamdan etkilenerek yanlışlıklar yapabilmektedirler.
İşte sosyal varlık insanın olumsuzlukları nedeni ile insanı insana karşı korumak adına
insan hakkı, yaratıcı özgür düşünceli ve gelişmiş düşünce üreten insanların aklı olarak
ortaya çıkmıştır.
Bilgi ve bilimsel bilgi için insanın özgür düşünebilen nitelikte olmalıdır. Devletin sağladığı
ve güvence altına aldığı özgürlüklerin kullanılması da özgür düşünceli olmayı gerektirir.
Gerçeğin ve insanlık için olumlunun bulunmasında etki altında kalmayacak ve bilimsel
düşünceden ayrılmayacak insan tipinin oluşması Avrupa’da ancak Rönesans ile mümkün
olmuştur ve insana değer verilmesi gerektiği bilinci ile haklar ortaya çıkmıştır.
Buradan çıkarılacak sonuç şu ki, insanın özgür olması gerekiyor ki, kendisine sunulan
fikirleri tartabilsin ve gerek kendisinin ve gerekse toplumun yararına olup olmadığı
sonucuna varabilsin. Öyle ise insanı tanımlarken öncelikle vurgulanması gereken nitelik
ÖZGÜR olmadır.
Çağımızda insanın özgür olmak istediğini ve her kalıptaki düşüncesine ve davranışlarına
sınırlama getirilmesine tepkili olduğunu görmekteyiz. Tüm güçlerin ve düşüncelerin
yaratıcısı insanın, çağın üstüne çıkabilen niteliklere sahip olduğu kadar, rasyonel akıl
süzgecinden geçirmeden açığa çıkmış bilgiyi, bilimsel bilgi olup olmadığı ayırdına
varamadığını ve bağnaz niteliğini idrak edemediğin görmekteyiz. Bilginin toplumun yok
olmasına varan unsurları da içerdiğinin ayırdına varamayarak ve umursamayarak,
toplumda sadece tüketen ve hiçbir yararı olmayan kişilik de sergileyebilmektedir.
Bağnazlığı yaygınlaştırmak adına fiil ve davranışlarını özgürlük adına kullanabilmektedir.
Bunun sonucu olarak ta insan, içinde yaşadığı toplumun ulusal, dini, siyasal ekonomik
değer hükümlerinin bir ürünü olmaya kolayca yönlenebilir ve akıl ve bilim dışı niteliklere
sahip özgür düşünceli olmayan kimlikleri olan insanlar üreyebilirler.[10]
Hak ve özgürlükleri kullanabilecek insanda olmasını aradığımız özellikler ne olmalıdır?
Bir genelleme yapmak gerekirse, öncelikle insanın iç ve dış özgürlüğe sahip olması
gerekir. Özgür insan, dogmalarla uğraşmayan bağnaz olmayan ve bilgi edinmek için
çalışan bilimin üstünlüğüne inanan, tüm dinlere aynı mesafede olan, saygı duyan, boş
inançlar ile uğraşmayan, kaba güç kullanmayan ve kaba gücün tutsağı olmayan,
düşünceli iyi nitelikli ve kültür düzeyi yüksek olan bir görüntüye sahip olmalıdır.
Olması gereken niteliklerini belirtmeye çalıştığımız insan sosyal konumu itibari ile
toplumda diğer bireylere eşit davranmayı, sevecen olmayı, saygı duymayı bilen ve diğer
bireylerin haklarına saygılı olma konularında kendini yetiştirebilendir.
Hak ve özgürlükleri kullanacak insana sağlanmak istenen haklar açısından genelleme
yapmak gerekir se; yasalarda açılımını bulan temel haklar Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinde yer almış haklar gösterilebilir. Bunlardan bazıları; Yaşama Hakkı (md 2 )
Özgürlük ve Kişinin Güvenlik Hakkı (md 5) Adil Yargılanma hakkı (md. 6)Özel Hayata ve
Aile Hayatına Saygı gösterilmesi Hakkı ( md 8) Düşünce Vidan ve Din Özgürlüğü (md
9)
İfade Özgürlüğü ( md. 10) Mülkiyet Hakkı ( 1. Nolu protokol 1. Mad) İşkencenin
Yasaklanması ( md 3) Toplanma ve Örgütlenme özgürlüğü (md 11) Ayırımcılık Yasağı (
Md 14) önemli haklar olarak düzenlenmiştir. Bu hak ve özgürlüklerin sağlanabilmesi ve
korunabilmesi için en önemli husus Devletin hangi sistem içinde kurulmuş olduğudur.
Devlet rejiminin Demokrasi olmaması ve Laik bir sistem söz konusu değilse insan hak ve
özgürlüklerinin uygulanabilir olması ve insanlara değer verilmesini beklemek olası
değildir.
Hak ve özgürlüklerin sağlanması üçüncü kişilerin ve iktidarların tecavüzüne uğramaması
ile mümkündür. Haklar hukuken düzenlendiği ölçüde korunur. Haklar ve özgürlükler
toplumdan topluma ülkeden ülkeye ve farklı zaman dilimlerine ve devlet yönetim
biçimlerine göre değişirler. İlk çağlardan günümüze kadar olan yelpazede filozofların
üzerinde durduğu tartışmalı konulardan en önemlisi olarak, çağdaşlaşma sürecinde,
ahlak anlayışı, eğitim, örf ve adetler, ekonomik değerler, gelişmişliği etkileyen unsurlar
olarak hak kavramının tanımında rol oynamıştır.
Bu bağlamda Hukuk Felsefesinin tartışmalı konusu hak kimilerine göre, doğuştan var
olduğu insanların haklara doğum ile sahip olduğu şeklinde açıklanmış, bir başka görüşe
göre, hakkın Tanrı tarafından verildiği kabul edilmiş, bir diğer görüşe göre, hakların
doğanın ürünü olduğu belirtilmiş hak olgusu doğa ile bütünleştirilmiştir.
Birçok farklı görüşlerdeki hak tanımı toplumun yapısı ve hakkın yapılandırıldığı
dönemlere göre değişken olacağından her tanım açıklandığı dönem bağlamında geçerli
olabilir. Tanımlar içinde yaşanılan zaman dilimi ile paralel nitelikte olmaktadır. Haklar da
toplumların tarihsel süreç içinde, halkın gereksinimi, kültürü ve gelişmişliği oranında
doğarlar ve gelişirler.
Bu bağlamda hak tanımının düşünce yapısı ve inançlara göre şekillendiğini görmekteyiz.
Düşünce yapısının düşünce özgürlüğüne sınır tanımayan sistem içinde olup olmadığı
düşünen insanların özgür düşünceye sahip olup olamadıklarına göre ve toplumdaki
özgürlük anlayışı çerçevesinde, hak ve özgürlükler belirlenir. Haklar hukuk devletinde
hukuk kurallarının verdiği, sağladığı yetkiler ve menfaatler olarak tanımlanabilir.
Bireye verilmiş bir hakkın kullanılmasında onun iradesi ve verilen hakkı tasarruf etmesi
menfaati için kullanması, dilediği gibi hakka dayanarak tasarruf etmesi, bireyin gücünü ve
yetkisini açıklar.
Ancak burada açıkladığımız GÜÇ ün anlamı HAKKIN sınırsız ve vazgeçilmez bir güç
olarak ortaya çıktığı şeklinde yorumlanamaz ve kullanılamaz.
Hak ve özgürlüklerin sınırsız olarak kullanılması mümkün değildir. Devlet sistemi hangi
biçimde olursa olsun, hakların kullanılması sistemin kuralları bağlamında sınırlanmalıdır.
Bu sınırlama zaman bakımından mekân bakımından iyi niyet çerçevesinde ve hukuk
kuralların çizdiği çerçeve içinde olabilir.
Kısaca denebilir ki hak bireyin, diğer birey veya canlıların hayatlarına varlıklarına
eşyalarına ve egemenliği altında olan ve korudukları malvarlıklarına ve canlarına zarar
vermeksizin ve müdahale etmeksizin kendi hayatlarını ve başkalarına zarar vermeyerek
yaşamak özgürlüğüdür.
İnsan hakları ve özgürlüklerden bahsedebilmek için tekrar edelim ki. Devlet kurumunun
gerekliliği tartışmasız olduğu gibi Devletin sadece var olması yeterli değildir bu hakların
sağlanması için Devletin pozitif yükümlülüğü de [11] bulunmaktadır.
Devlet adaletin sağlayıcısı olarak toplumsal birliği sağlamakla görevlidir.[12] Devlet
topluma özgü bir yapılanma olarak, birçok unsurun bir araya gelerek oluşturduğu
bütündür. Devletin amacı sadece insanları bir araya getirmek değil onların bir arada iyi
yaşamalarını sağlamaktır.
Demokratik laik bir devlet anlayışı içinde Devletin
vatandaşına karşı Anayasalar ile belirlenmiş ve sosyal niteliği ağır basan görevleri
bulunmaktadır.
Devlet çağdaş yapılanmada pozitif yükümlülükler adı verilen ve vatandaşların refahını
eşitlik içinde adil bir düzen içinde her türlü tecavüz ve haksızlıklara karşı korumak için
konulmuş hükümlerin uygulanmasının sağlanması bağlamında yükümlülükler de
üstlenmiştir. Devlet yönetim erkini kullanırken düzenin gereklerinin ifasında onların
takipçisi durumundadır. Yasalar ile bir takım hak ve menfaatlerin sağlanmış olması
devletin vatandaşlara karşı görevini ifa ettiği anlamını taşımamaktadır. Yasaların gereği
gibi uygulanmasına ilişkin yükümlülükleri de vardır. Devlet kuralların yanlış
uygulanmasından ve bireylere zarar vermesinden dolayı sorumludur.
Bunun anlamı devletin kuralları uygulamakla yetkili ve görevli kıldığı organlarının,
bireylerin işlerini yaparken kurallara uygun olarak işlem yapıp yapmadığını ve fertlere
zarar verip vermediğinin esaslı bir şekilde denetlenmesi gerektiğidir. Devletin pozitif
yükümlülüğünün içeriği yukarıda açıklandığı gibidir.[13]Pozitif yükümlülük aslında
devletin yasalarda belirtilmiş görevlerinin yerine getirilmesi ile ilgilidir. İnsan Hakları
Sözleşmesindeki hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusu Devletin pozitif
yükümlülüğü olarak betimlenir.
Sonuç olarak açıklamak gerekir ki, insan için ve özgürlüklerin sağlanması için demokratik
bir yapılanma içinde kurulmuş DEVLET in olması asıldır.
Örgütlü olarak yaşamak gereği ve bilinci ile Devletin varlığı kaçınılmaz olup onun yerine
ikame edilecek başkaca bir kurum düşünmek bugün için mümkün değildir. Ulus Devlet
bilinci yok edilmeden ve ülke sınırlarının varlığı korunarak uluslararası ilişkilerin insancıl
politikalarla en iyi düzeye getirildiği bir sistem içinde din dil ırk cins renk inanç felsefe
ayırımı gözetmeksizin insanlara mutlu bir gelecek vaat etmek doğru bir yoldur. Özgür
devlet politikası özgür insanın olmasını sağlar ki, devleti meydana getirmek için bir araya
gelmiş insanların, insancıl, bilimi esas alan, eşitliğe inanmış, özgür düşünceli olmaları
gerekir.
İnsan hak ve özgürlüklerin toplumda genel kural olarak kabul edilebilmesi hukuken ileri
sürülebilmesine bağlıdır. Yüksek nitelikli özgür düşünceli insanlardan oluşmuş
toplumların oluşması için, insandaki nitelikler gereği insan haklarına ilişkin toplumsal
kurallar gereklidir. İşte burada en önemli unsur, hukuk kuralı ortaya çıkmaktadır. Hukuk
tarafından bir hakkın tanınması ve kullanılmasına izin verilmesi hakkın meşru olduğunu
gösterir. Yasa ile hak korumaya alınır. Böylece hakkın kullanılması yasal olmayan bir
nedenle engellenmez. Yasanın tanıdığı kurala göre hak ve özgürlüklerin kullanılması
toplum için zararlı nitelik taşımaz toplumun kabul ettiği yasa kuralları ile hak ve
özgürlüklerin meşruluğu tescil edilmiş olur. Tüm bu kuralların varlığı ancak Demokratik
sistem içinde gerçekleşebilir. Bu nedenle hak ve özgürlüklerin en iyi gerçekleşebildiği
sistem Demokrasiden geçer.
Demokratikleşme toplumlarda bir süreçtir, ulusal iradenin belirmesi ve iktidar erkini
kullananların yapılanmasında özgür düşünceli akıl ve bilimi kullanan, insancıllık esasını
benimsemiş seçilmiş temsilcilerin aracılığı ile halk egemenliğinin kullanılması ile
demokrasinin varlığından söz edilebilir. Başka deyişle yönetim erkini elinde bulunduran
insanın çağdaş düşünce yapısına sahip olması gerektiği açıktır. Özgürlükler insan hakları
ancak Demokratik bir devlette gerçekleşebilin. Demokrasi de egemenliğin ulusta olduğu,
laik hukuk kuralları ile yönetilen bir sistemin varlığı demektir.[14] Laik hukuk kuralları,
Laik bir devlet sistemi içinde gerçekleşebileceğinden bu kavramlar üzerinde duralım.
III
) DEMOKRASİ ve LAİKLİK
A ) DEMOKRASİ: Anadolu tarihçisi HEREDOT tarafından MÖ. 5 yüzyılda kullanılmış
olan Demokrasi kavramı halk ve iktidar egemenlik kavramlarının birleşmesinden
yaratılmıştır. Demos halk demek olup kratos egemenlik demektir. Demokrasi[15] eski
Yunanda sitelerde uygulanan sistem olarak karşımıza çıkmıştır. Halkın devlet işlerine
karışması şeklinde uygulaması sürdürülen bu sistem günümüze kadar halkın iktidarda
egemen olmasını sağlayan yasaların gelişmesini sağlamıştır. Sürekli gelişme
kaydederek ve çeşitli dönemlerde filozofların eski ve yeniçağda [16]farklı görüşler ve
farklı halk kitlelerini esas alarak oluşturdukları anlatımlara göre değişiklikler göstererek
üzerinde olumlu ve olumsuz fikirlerin üretildiği bir sistem olarak en mükemmel devlet
yönetimi olarak şekillenmiştir.
İnsanın, insan onur ve haysiyetine yaraşır bir şekilde ve çağdaş kurallar ile yönetildiği bir
devlet sistemi içinde yaşaması ve özgürlüklere sahip olabilmesi demokratik yönetim
biçimi ile ve akıl ve bilimin esas alındığı dünyevi kuralların hâkim olduğu sistem içinde
ancak mümkün olabilmektedir. Bunun için Demokrasi ve Laiklik dışında bir sistemin
düşünülmesi bu yüzyıl açısından olası değildir. Olası değildir demekteyiz çünkü şimdiye
kadar Demokrasiden başka bir sistemin daha iyi işleyebileceğine dair bir kural
geliştirilememiştir. Demokrasi ve laiklik tanımları bilimsel olarak filozoflarca ve devlet
doktrinleri üzerinde çalışanlarca birçok tanımı yapılmış ve üçüncü binyılda halen
demokrasiden daha iyi bir sistem önerilmemiştir. Bu bağlamda toplumlar toplumu
oluşturan aydın özgür bireyler sivil toplum örgütleri demokrasinin yaygınlaşması ve
özümsenmesi için sürekli faaliyet göstermektedir ve nesiller boyunca da gösterilmeye
devam olunacaktır.
Demokrasi istikrardır. Demokrasi eşitliktir. Bu iki kuramın yer aldığı daha iyi bir sistem
yaratıldığı takdirde demokrasi yerine başka bir sistemin geçmesi belki mümkün
olabilecektir. “Demokrasi, din, inanç ve düşünce özgürlüğünün sağlandığı; özgür
düşüncenin yeşerdiği; hoşgörü ve uzlaşma kültürünün geliştiği; bir çağdaşlık kriteri olarak
sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin gerçekleştirildiği yegâne rejimdir.
Devletler eşitlik ve özgürlük ilkesini gerçekleştirdiği ölçüde demokratik olabilirler.
Demokrasinin sağlanabilmesi demokrat düşüncenin özümsendiği toplumlarda
mümkündür.
Demokrasi
ve
Cumhuriyet kavramları egemenliğin ulusa ait olduğunu ve insan hak ve özgürlüklerinin
hiç bir şekilde yok edilemeyeceğinin koruyucusu olarak betimlenir. Demokrasi insanı
esas alır ve insanın aklına güvenir ve aklın gelişmesini özgür iradenin önemini kabul
eden sistemdir. Özgürlüklerin önemini özümseyen sistem sevgiye akla laikliğe sarılıp
akılcılık ve bilim yolunu seçip dini kurallara göre yönetim esasının olmadığı bir sistemin
adıdır demokrasi.
Toplumlar özellikle Batı toplumları uzun soluklu çözümlerle Devlet sistemini Demokratik
düzene oturtabilmişlerdir. Toplumun insan haklarına aykırı kurallarından kurtularak
demokratikleşme bilincine kavuşturulması kolay olmamıştır. Demokraside siyasal iktidar
vatandaşın iradesine uygun kurallar yapmak ve uygulamakla yükümlüdür. İktidarın
kaynağı halkın iradesidir. Siyasal demokrasi halkın iradesinin söz konusu olduğu bir
sistem olarak, seçim ile iş başına gelen iktidarlara geniş serbesti verilen bir sistem
olmayıp insan hakları ile de sınırlanmış bir sistemin adıdır. Demokrasi hukuk devletinin
varlığı ile kendini gösterir. Devletin ve siyasi iktidarın Demokratik kavramı ile anılabilmesi
için siyasal iktidarın hukukun üstünlüğünü kabul etmiş olması asıldır. Siyasal iktidarın
anayasa ve evrensel hukuk ilkelerine uygun bir yapılanma içinde olması yanında
kuvvetler ayrılığı sistemini de uygulamakla yükümlüdür. Demokrasi geniş ve kapsamlı bir
kavram olarak insan hakları ve hukuk devletinin varlığı ile açıklanır. Kuvvetler ayrılığının
demokrasinin işleyişindeki önemi dengelerin sağlanması açısından kendini gösterir.
İnsan faktöründen yukarıda bahsettik, her şeye rağmen insanın erki elinde tutmasından
kaynaklanacak olumsuzlukların en aza indirilmesi devletin yönetiminde Yasama Yürütme
ve Yargı erkinin tek elde toplanmaması ile mümkündür.
Demokratik sistemde kişisel özgürlükler kamu yararı dışında olarak korunur. Ulusal
faydacılık esastır. Bu sistemin cazibesi insanların ihtiyaçlarının tatmin edilmesi ve mutlu
bir yaşamın sağlandığı ölçüde istenen bir sistem olarak geçerliliği devam
edecektir.[17] Ancak bu açıklamadan insanların hiç bir emek sarf etmeden çalışmadan
ihtiyaçlarının görülmesi ve devlet tarafından mutlu edilmesi gibi bir anlayıştan
bahsedilmediğini de vurgulamak gerekir. İnsanın mutlu olması için çalışması ve emek
sarf etmesi asıldır. Emek ve insan çalışma birbirinden ayrılamaz. İnsanı insan yapan
çalışma ve emektir. Çalışmanın insanın varlık nedeni gücü mutluluğu ve onuru olduğu
bilinci ile Demokrasinin insana sağlamakla yükümlü olduğu refah ve mutluluğu
değerlendirmek gerekmektedir.
Bu arada cumhuriyet kavramından da bahsetmekte yarar vardır. Çünkü Cumhuriyet ve
Demokrasi birlikte kullanılan kavramlar olarak kısaca ifade edilen; Cumhuriyette, Devlet
Başkanının irsiyet dışı yol ile göreve geldiği bir sistemin adıdır. Başka deyişle Devlet
başkanının seçim ile veya zorla iş başına gelmesi önemli değildir. Sadece irsiyet yolu ile
devlet başkanı olmamak gerekmektedir dar anlamda Cumhuriyetten bahsedebilmek için.
Ayrıca geniş anlamda cumhuriyet ile de; egemenliğin toplumun tümüne ait olduğu bir
sistem modeli belirtilmek istenmiştir. Burada cumhuriyet ve demokrasi kavramları
özdeşleştirilir. Oysa tarihi açıdan incelediğimizde bu ikisi arasında zorunlu bir bağ yoktur.
Demokrasinin olmadığı cumhuriyetler olabilmektedir. Dar ve geniş anlamlı cumhuriyet
demokrasi ile iç içe geçebilir. Şöyle ki, halkın egemenliği ile seçimle iktidara gelen
hükümet başkanı seçimle halkın başına geldiğinden dar ve geniş anlamda cumhuriyet
birleşecektir. Cumhurun Başkanı olacaktır, başka deyimle Cumhurbaşkanı diye
adlandırılır. Halkın geleceğini kendi tayin etmesinde doğrudan doğruya veya temsilciler
marifeti ile yönetilmek geniş anlamda cumhuriyet olarak demokrasi ile iç içe
çalışmaktadır. Cumhuriyetin nitelikleri farklı toplumlarda anayasalarda değişik açılımlar
sergileyebilir. Ancak kısa ve öz olarak batı düşünce sistemi içinde, irsiyet darbe veya
devrim ile iktidara gelme ve “ cumhuriyet” kelimesinin kullanılması ile ilgili konu ayrık
olarak, bir tanım yapmak gerekirse; Halkın refahının huzurunun adalet anlayışı içinde
gözetildiği demokratik laik hukuk kuralları olan, egemenliğin seçim sistemi gereği
temsilen cumhur adına kullanıldığı sosyal bir sistemin kast olunduğu şeklinde
Cumhuriyeti betimleyebiliriz.
Bu bağlamda Cumhuriyet ve Demokrasi ve laiklik kardeştir. Birbirini tamamlarlar. Biri
olmadan diğerinden bahsedilemez. Aydın insanlar olarak ve insan özgürlüğünün en
değerli sosyal kuram olduğunun bilinci ile, yaşadığımız toplumlarda bilimselliğin
insancıllığın ve laikliğin ne denli gerekli kurumlar olduğunu bilmemiz asıldır. Bu bilinç ile
çalışmalarımızı bu yönde sürdürmek gayreti içinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarında
emek vermemiz ve demokrasi laiklik mücadelesinin mutlu insan varlığı için kaçınılmaz
olduğunu yaymayı amaç edinmemiz aydın güçlü sevecen insan olarak yüksek bir
ülküdür.
B ) LAİKLİK İLKESİ VE TANIMI[18]
Demokratik devlet yapılanmasında gerçekleşebilen laiklik ile ortaya konulan kurum
hakkında öncelikle kavramın ilk çağlardan beri ifade etmek istediği anlamlar üzerinde
durmakta yarar vardır.
Lâik-laiklik kelimeleri eski Yunanca’da “laikos” Fransızca’da “laicite” “laicisme”
“laic” sıfatı karşıtıdır. Halk kitle anlamına gelen. “ laos” kelimesi kökünden oluşur.
Laikos halka topluma ait olan demektir. Hıristiyanlığın yayılması ile kilise adamları ve
bunlara inananlar gelişmiş bunların dışında olanlar da din dışı olarak nitelenmiştir. Ancak
laik olmak dinsiz veya inançsız demek değildir. Din işleri ile uğraşmayanı betimlemek için
kullanılmıştır. Bunları açıklamak için kullanılan Laiklik aynı zamanda sekülarizm ile de
ifade edilmektedir. Laikos, toplumsal nitelikleri ne olursa olsun RUHBAN SINIFINA
MENSUP olmamayı açıklamak için kullanılmıştır.
Genel ve bilinen basit tanımı ile laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olması
halini anlatır. Laik devletlerde din olgusu devletin yapısına karışmaz. Dini kurumların
devlet yönetiminde yeri yoktur. Laik kurallara göre yönetilen devletlerde din, devletin
olağan görev ve yetkileri içinde sosyal bir olgu olarak ele alınır ve diğer sosyal kurumlar
ile aynı düzenlemeye tabi kılınır. Bunun için de çağdaş ölçü esas alınır.
Laik Devlet, laik eğitim, laik olma, laik ahlak gibi sıfatlar ile anlatılmak istenen, ahlaki
sistemin herhangi bir dinden kaynaklanan normlara göre değil, çağdaş akılcı ve insan
haklarına saygı içinde, kamu düzeni ile bağdaşır nitelikte kurallar ile düzenlendiğini, Laik
eğitim ile, eğitim sisteminin herhangi bir dinden kaynaklanmayan bir sistem içinde akıl ve
bilimin çağdaşlığın esas alındığı sistem içinde gerçekleştiği açıklanmak için kullanılır.
Sekülarizm kavramı ise dinden etkilenmeyen anlamında Anglo –Sakson dünyasında
kullanılan bir kavram olarak devlet yönetimi biçimlerinden teokrasinin karşıtı olarak
kullanılan bir kavramdır. Din ve devletin birbirinden ayrı bağımsız kurulumlar olduğunu
açıklamak için de kullanılır. Teokrasi dine dayalı tanrısal devlet modeli olarak laik devletin
karşıtıdır.[19] Özetle denebilir ki, Fransız ihtilali ile batı kültüründe laiklik din ve devlet
ilişkisinde farklı kurum olarak gerçekleştirmiştir.[20] Sekülarizm Devlet yönetiminin din
kurallarından etkilenmediği ruhban sınıfın dışındalığı açıklar. Başka deyişle Hristiyanlığın
karşısında bir devlet yapılanması için kullanılan kavramdır. Göksel egemenlik yerine
dünyevi egemenlik anlayışının hâkim olduğu devlet sistemi açıklanır.
Sekülerizm laiklikten daha geniş bir kavram olarak, laiklik kavramı ile açıklanan din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrı olması prensibinden daha fazla nitelikleri taşımaktadır. Bu
iki kavram birçok eserde eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki,
klasik ifadesinde laikliğin din ile uğraşanların devlet işlerinin işleyişine müdahalesinin
olmaması asıl olup, aynı şekilde devlet de din işlerine müdahale etmemektedir.
Bu kavramlar yeniçağda felsefi ve hukuki yapılanmada evrim geçirerek, devlet ile din
işleri arasındaki ilişkileri açıklamak için kullanılmaktadır. Aydınlanma çağı ile insanların
temel hak ve özgürlükler ve eşitlik bilincine varmaları ile kavramlar batı demokrasisi içine
yerleşerek bugünlere gelinmiştir.
Kaynağı Avrupa olan laiklik Avrupa ülkeleri bağlamında ancak 19 yüzyılda tam anlamı ile
uygulamaya geçmesi ile din ve mezhepler arasındaki çatışmalar bitmiş ve devlet din ve
mezhepler bağlamında tarafsız hale gelmiştir.
Kilisenin katı tutumu karşısında insanların dinlerin koyduğu kurallara zorla uymak
zorunda bırakılmaları din adamlarının baskıcı tavırları, din adamlarının güçlenmesine
neden olarak devlet ile özdeşleştiklerinden aydınlar ve halkın tepsi ile dinin devlete ve
devletin de dine karışmaması gerektiği bilincine akıl ile varılmıştır. Böylece dinden
bağımsız olarak devlet örgütlenmesi yasal zemin bulmuştur.[21]
Laik ve Seküler kavramlarının Türkçe de eşanlamlı kullanıldığını görmekteyiz. Din ve
dünyevi işlerin egemenlik alanlarının birbirinden farklı olduğu yetki ve görevlerinin
ifasında bağımsız olunması olarak algılanmaktadır.
Her ülkenin kendi, kültür ve birikimine göre laiklik ve sekülerlik farklılık göstermektedir.
Bu farklılıklar uygulamadaki kurallar açısından da değişiktir. İnanış ve kuramsallık
perspektifi açısından farklı motiflerin ortaya çıkması da bundandır. Bu nedenle aynı
dinsel geleneği paylaştıkları halde Fransa, Almanya Anglo Sakson ülkeleri bağlamında
laiklik ve sekülerlik farklı tanımlara sahne olmaktadır. Uygulamada farklı tanımların varlığı
karmaşaya neden olmamalıdır. Ancak belirtelim ki, sekülarizm veya sekülarizasyon veya
seküler kavramlarında laiklikte olmayan başka bir anlam daha vardır. Şöyle ki,
(SAECULARİS) yüzyıla ait demektir Başka anlatımla ÇAĞ kelimesinden türemiştir.
Çağdaşlaşma anlamında kullanılır. Böylece laiklik ve sekülarizm birbirini tamamlayan
fikirlerdir.
Bu kurumlar insanlığın ulaştığı çağdaş niteliği açıklamaktadır. Laiklik kavramı bir devletin
örgütlenmesi ve işleyişinde dine dayalı olmayan niteliklerin neler olduğunu açıklar.
Sekülarizm kavramı ise, bu niteliklerin belirlenmesinde çağın felsefesinin oluşturduğu
bilgilerin neler olduğunu, başka deyişle aydınlanmanın gereklerini ortaya koyarak, neden
çağdaşlaşmanın önemli ve gerekli olduğunu ve neden devletin hukuk oluştururken
aydınlanma teorilere dayanılması gerektiğinin içeriğini açıklar. Aynı fikrin iki yüzünü
açıklayan bu kavramlar çağdaş olmanın laiklikten geçtiğinin açıklamasıdır. Çağdaş bir
devlet laiklik olmaksızın söz konusu olamaz. [22]
İnsan doğayı ve toplum kurallarını kendi aklı ve algılaması ile kavrayarak kendi gücü ve
aklı ile doğaya ve topluma egemen olma yolunu rasyonel düşüncenin sonucu olarak
seçmiştir. Akıl rehber alınmıştır. Bilim dışı açıklamalar ile toplumun yönetilmesi ve
Devletin bu şekilde oluşturulmasının yanlışları görülmüş ve din adamlarının dinsel içerikli
açıklamaları ile değil akılcı ve bilimsel nitelikte olmak üzere toplumun kabul edeceği
kurallar göre ve aklın rehber alındığı bir yöntemin uygulanmasına geçilmiştir.[23] İşte
bunun adı laikliktir. Atatürk’ün de gerçekleştirmek istediği bu nitelikteki bir anlayış ürünü
devlet sisteminin kurulması idi. Laik aşamaya batıda çok zor gelinmiştir.[24] Aristokrasi
ve din kurumlarının burjuvanın mülkiyet hakkını tehdit etmesi ve buna karşı savaşmak
bilinci ile din kurumlarına karşı laiklik gerçekleşebilmişti. Bu çağ aydınlanma çağı olarak
nitelenmektedir. Aydınlanma “Lumieres” Fransızca kelimeden alınma olup, ışık anlayış,
bilgi, açıklığı olarak yorumlanır. Aydınlanma çağı düşünürleri insan aklının her şeyden
üstün olduğunu ve hukukun kaynağının da akılda olduğunu aklın düşünce ürettiğini ve bu
nedenle din adamına ve krala gereksinme olmadığı bilincine erişmişlerdir.[25] Esasen
sosyolojik açından birçok olumsuzluklarına rağmen Fransız ihtilali olmasaydı batıda Laik
sistemin yerleşebileceğini zannetmek hayal olurdu.[26] Batıda Devletin resmi bir dini
bulunmamaktadır. Din hizmeti kamu hizmeti olarak verilmeyerek kiliselere bırakılmıştır.
Bazı Anayasalarda Yunan ve Danimarka da kilisenin devlet koruması altında olduğu gibi
hükümler varsa da, devlet sisteminin dini kurallara göre gerçekleşmediği ilgili maddelerde
belirtilmiş ve yumuşak ifadeler kullanılarak din ve devlet işlerinin farklı olduğu kilisenin
devlet işlerine karışmayacağı ancak bazı ritüellerde kilise ve ruhban sınıf görevlilerine
sosyal görevler verilebildiği anlaşılmaktadır.[27]
Akıl ve inancın birbirinden ayrılmasının sağlanması insan hakları açısından doğru
olandır.
Laiklik ile, dinler ve inançlar karşısında eşitlik ve din özgürlüğünün
sağlanması mümkündür. Demokratik sistemde temel sorun, dinsel ve dünyevi ayrımının
arkasında yer alan, akıl-inanç ayırımını gerçekleştirebilmektir. Zira dinler, dünya islerine
karışıp siyasi bakımdan güç kazandıkça asıl ruhani erklerini göz ardı edip, “güç için güç”
ilkesini gütmeye başlarlar. Lâiklik ise, dinsel eşitlik ve din özgürlüğünü sağlayan, böylece
akıl ve vicdanın kölelik zincirlerini kırdığı bir siyasal örgütlenmeyi öngörür.
Lâiklik ile devlet içinde din değil, din içinde devlet reddedilir ve dinin siyasi, hukuki
güç olması engellenir, Lâikliğin tek tip bir tanımının yapılması ve her ülke açısından aynı
nitelikte bir tanım verilmesi olası değildir ve gerçekçi de olamaz. Bu nedenle ülkeden
ülkeye değişen bir uygulama gösteren LAİKLİK ülke şartlarına göre tanımlanmalıdır.
Ancak bu demek değildir ki dini nitelikte olmak üzere aklın dinsel gelenekleri öne
çıkaracak boyutta yapılanmaya gitmesi ve akıl ve bilim yolu ile ruhani ve göksel kurum ve
kurallar ile devlet yönetiminin düzenlenmesine cevaz verilebilmesi laik devlet anlayışı ile
örtüşebilir.
Genel olarak açıklamak gerekirse, teokratik devlet anlayışının kökenindeki
tanrısal iradenin yerini, laik devlette akıl ve bilime dayalı yönetim almıştır. Zira insan
doğa ve toplum kurallarını kendi becerisi aklı ve gücü ile algılamakta ve kavramakta ve
yine kendi gücü ile topluma ve doğaya egemen olmaya çalışmaktadır. Bunu da insan
akılcılık ile yapmaktadır. O nedenle laiklik akılcılıktır. Akıl rehber alınmıştır. Artık safsata,
hurafe bilim dışı açıklamalar terkedilmiştir. Akılcı yöntemin kullanıldığı devlet yönetiminde
bunun adına laiklik denmektedir. Devlet yönetiminde din adamlarının yorumlarına
dayanan dinsel nitelikteki ve eleştiriye kapalı uygulamaların varlığı , devlet yönetiminin
teokrasi olduğunu belirler. [28]
Özetlersek:
Laiklik genel ve alışılmış tanımıyla; din ve devlet işlerinin
birbirinden ayrı tutulduğu, din ve vicdan özgürlüğünün olduğu, dini inanç ve tercihler
karşısında tarafsızlık ilkelerinin gerçekleştirildiği ilkeler olarak kabul edilen bir Devlet
yönetim sistemidir. Laik devlette din, devletin anayasal düzenine karışmamaktadır. Dini
ilkeler hükümet ve idare işlerinin kaynağını oluşturmaz. Laik düzende din devletin
görev ve yetkileri içinde sosyal bir olgu olarak mütalaa edilir. Laiklik akıl ve bilime
dayalı rasyonel bir devlet anlayışıdır.[29] Laiklik, aslında devletin bir inancın diğeri
üzerindeki baskısını önlemesi görevini üstlendiği rejimdir. Devletin görevi sadece
din ve devlet işlerinin ayrılmış olması veya devletin tarafsız olması demek
değildir. Devlet görevini tarafsız olarak yapmak durumundadır. Aksi halde farklı
inançlarda olanlar arasında ve inanç açısından azınlıkta olanların, çoğunlukta ve güçlü
olanlara karşı korunması görevini ihmal etmiş ve yerine getirmemiş olur. Çoğunluktaki
inanç sahiplerinin azınlıktakilere baskı uygulamasına da laik düzende izin verilmez.[30]
Konuyu LAİK SİSTEM ve LAİK İNSAN kavramları üzerinde durarak sonlandırırsak,
Laiklik yukarıda açıkladığımız gibi din ve devlet işlerinin farklı platformlarda yer aldığı
birinin vicdan özgürlüğü diğerinin sosyal nitelikli ve dünyevi olduğunu belirteceğiz. Bazı
düşünür veya toplum bilimcileri Laik İnsan kavramı üzerinde durmuşlardır. Şunu
belirtmek gerekir, insan laik olur mu? Veya devlet sistemi laik olur gibi kesin çizgiler ile
konuyu açıklamak yerine , LAİKLİK kavramının çıkış noktası olan LAIKOS kelimesinin
anlamını hatırlarsak LAIKOS bir sıfattır ve din işleri ile uğraşmayan kişiyi betimlemek için
kullanılır. Başka deyişle LAIKOS devlette din kurallarının öğreticisi veya din adamı olarak
görev almayan kişiyi tanımlar. O halde din işleri ile uğraşanlar ve bunu meslek edinmiş
olanların laikos olmadığını kabul etmek mümkün olabilir. Bu kişiler laik bir devlet sistemi
içinde din görevlisi olarak mabetlerde hizmet verdikleri için kavramın ilk çıkış
noktasındaki anlamı ile laik değillerdir diyebiliriz. Ancak günümüzde laik bir sistem içinde
laikliği red ederek dini kurallar ile devletin yönetilmesini isteyenlerin laik insan olma veya
olmama konusundaki tanımları kavramın açıklamasından uzaktır.
Sonuç olarak insanın laik olup olmadığını laik sistem içinde kelimenin ilk çıkış
noktasındaki anlam ile tanımlama dışında laiktir veya değildir şeklinde betimlemenin
insan haklarına aykırı olduğunu ve ayırımcılık niteliği taşıdığını belirtmek doğru olacaktır.
Özgür düşünebilen ve mutlu insan olabilmenin refah toplumu olarak yaşayabilmenin,
insan haklarına saygılı devlet sistemine sahip olabilmenin yolunun demokrasiden ve
laiklikten geçtiğinin altını çizerek, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük mirasın da
özgürlük olacağını söyleyerek sözlerime son veriyorum.
BERİN ERGİN
2012 Mayıs
[1] Tanör Bülent: Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu,Ist. 1994, s. 149 vd.
[2] Bu kaynaklardan bazıları: Kadınlara Karşı Hertürlü Ayırımcılığın Önlenmesi
Uluslararası Sözleşmesi (1979),Çocuk haklarına Dair sözleşme (1989),Medeni ve
Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ( birleşmiş Milletler 1996)Ulusal azınlıkların
korunması Çerçeve Sözleşmesi ( Avrupa konseyi 1995)Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (1950)ve bunlara ilişkin deklarasyon ve ek protokoller sayılabilir. Ancak
belirtmek gerekir ki, İnsan hakları ile ilgili yüzlerce sözleşme vardır bunlardan bir çoğu
Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından imzalanmış ve onanmıştır.
[3] Hançerlioğlu Orhan :Felsefe Sözlüğü,İstanbul 1999, s. 187
[4] Okandan Recai Galip: Umumi Amme Hukuku,Ist. 1959,s. 137-151
[5] Şeraiti Ali Dr.: Dinler Tarihi, İstanbul 2001(çeviri)s.253 vd.
[6]Gökalp Ziya: Ziya Gökalp Diyorki- Ist.1950s,3 vd; Serter Nur: Giydirilmiş İnsan Kimliği,
Ist. 1996, s.183 vd.133 vd.; Gökberk Macit:Aydınlanma Felsefesi Devrimler ve Atatürk,
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1986 ,Eczacıbaşı Yayını, s. 286 vd.
[7] Kaboğlu İbrahim;Özgürlükler Hukuku,2002, s.268 vd
,Locke,Motesquieu,Rousse bu konuda fikirler üretmişlerdir.
.Liberalizm
düşünürleri
[8] İbid., s. 16 vd,
[9] İbid., s. 67 vd. Platon ve Sokrates açıklamalarından esinlenerek yazar açıklamalarda
bulunmaktadır.
[10] Serter N: a.g.e., s. 344. vd daki açıklamalar. insanın nasıl kimlik giydirildiğinin
açıklaması açısından tüm kitabın okunması tavsiye olunur.
[11] Tanör Bülent-Yüzbaşıoğlu Necmi: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku,
İstanbul 2004 s 84 vd.
[12] Cassirer Ernst: Devlet efsanesi,İnsan Üzerine bir Deneme,Cev. Prof. Dr. Necla Arat,
Ist. 2005,s. 278 vd
[13] Devlet organları ve görevliler görevlerini ifa ederken bireylere saygılı olmak
durumundadırlar. Devletlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin tarafı olarak sözleşme
hükümlerini iç hukuklarında kabul etmiş bulunmaları pozitif yükümlülükleri de yerine
getirdikleri anlamını taşımamaktadır. Devletin yükümlülükleri Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararlarında, pozitif ve negatif yükümlülükler olarak belirtilmiş olup,
Devletlerin sözleşme ile güvence altına alınmış hakların korunması için görevlerini pozitif
yükümlülük olarak tasnif etmiştir. Aslında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin içindeki
hükümlerde Devletin pozitif yükümlülükleri vardır ancak bu yükümlülüklerin yerine
getirilmesinde devletin başka görevleri bulunmaktadır. Örneğin ETİK DAVRANMA ile ilgili
mevzuat düzenlenmiş bulunması bunun bir örneğidir .Devletin kamu organlarının insan
haklarını güvence altına alması için makul ve uygun önlemler alması gerektiği pozitif
yükümlülüktür. Örnek vermek gerekirse hapishanede tutukluların intihar etmelerinin
önüne geçilmesi, tutuklular arasında İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranışları
önlemek, bireylerin haberleşme hakkının sağlanmasında önlemler almak, aile hayatını
korumak için her türlü önlemi almak yükümlülüğü pozitif yükümlülüklerdir.
Devletin kendi yetki alanında olan tüm işlemlerinde organlarından sadır olan kötü
muameleye sebebiyet verilmemesi pozitif yükümlülüğüdür. Sağlık konusunda devletin
ciddi pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır. Bireylerin bilgi edinme hakkı bulunmaktadır.
Buna aykırı olarak işlem yapılması Devletin organlarının görevlerini yerine getirmedikleri
anlamında olarak pozitif yükümlülük ortaya çıkar. Şiddet içeren gösterilere karsı halkın
korunması işinde de Devletin fertleri koruma yükümlülüğü vardır. Meydana gelebilecek
olan maddi manevi cismani zararlardan toplumu korumak Devletin sadece yasalar
çerçevesinden kural koyması ile sağlanabilecek fiiller olmayıp bu konuda devlet
kuralların işlemesinin mümkün kılacak önlemleri ve uygulamaları da yerine getirecektir.
Devletin tarafsız olması prensibi ve toplumda yükselen tansiyonu azaltma görevi
bulunmaktadır. Devlet organlarının tansiyonu arttırıcı fiil ve eylemlerde bulunması pozitif
yükümlülüğe aykırılık teşkil eder. Sendika özgürlüğü açısından da Devletin sivil toplum
örgütlerinin örgütlenmesi ve faaliyetini sürdürmesi için gerekli önlemleri alma
yükümlülüğü bulunmaktadır.
Devlet etkili bir hukuk sistemini kurmak ve faaliyette bulunmasını sağlamak ile
yükümlüdür. Kararların zamanında verilmesi kararların infazı veya icrası için gerekli
denetimin yapılması, bazı kararların infaz edilmesi bazılarının infaz edilmemesi gibi
ayrıcalıklı işlem yapılmasının önlenmesi için tedbirler almak devletin pozitif
yükümlülüğüdür. Gözaltı veya tutuklamaların insan haklarına aykırı bir biçimde ve
yasada olmadığı bir şekilde uygulamalara muhatap olmaması için önlem alması ve
denetim yapması Devletin pozitif yükümlülüğüdür. Başka ifade ile yasa kurallarının
olması yeterli değildir. Bu kuralların uygulanmasında insan faktörü kullanıldığından insan
tarafından uygulanan veya verilen emir ve talimatların yanlış yanlı ve kötü niyetli sübjektif
olmasının da önlenmesi için Devletin organlarının faaliyetlerini denetlemek ve eğitmek
gibi yükümlülükleri pozitif yükümlülüklerdir. Sözleşmede güvence altına alınmış olan
hakların kullanılmasını mümkün kılmak için Devletin maddi ve manevi şartları sağlaması
asıldır. Burada devletin kolluk güçleri ile ilgili olarak bir takım yaptırımlarından
bahsedebiliriz. Devlet Polise pozitif yükümlülüklerin sağlanmasında görev vermiştir. Bu
görevin ifasının gereği gibi yapılıp yapılmadığı konusunda denetlemesi gerekir. Bu
nedenle de çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Örneğin Kamu görevlilerinin etik davranış ilkeleri
ile ilgili yasa ve yönetmelik gereğince kamuda etik davranış konusunda eğitim
başlamıştır.
[14] Tanör -Yüzbaşıoğlu: a.g.e., s.58 vd,96 vd.Tanör Bülent:Türkiye’de Demokratikleşme
Perspektifleri,Tüsiad yayını, sk.3 vd.
[15] Okandan R.G: Amme Hukuku 1959, s. 136,202 vd 277 vd
[16] Göze Ayferi: Siyasal düşünceler ve Sistemler, 1987, s, 181 vd,s, 193 vd s.,244
vd.,Halkın hem yöneten ve hem de yönetilen durumunda olduğu bir yönetim biçimi
olduğunu belirten Montesquieu , halkın egemen güç olduğunu ve bu egemenliğini
kullanma yöntemlerinin yasalar ile belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. J.J.Rousseau,
insanlar arasındaki eşitsizliği görerek bunun çözümü için görüş üretmiştir. Eşitsizliğin
toplumsal olduğunu belirterek köleliğin meydana getirdiği eşitsizliğin doğada olmadığını,
insanın iyi yaşamak istediğini karşılıklı yardım ile birleştiklerini, Sosyal Sözleşme de
belirttiği gibi insanların eşit doğduğunu toplum içinde eşitsizliklerin geliştiğini, bunun için
de insanların birlikte yaşamak adına devlet otoritesi meydana getirerek bireysel erklerinin
devlet lehine terki şeklinde özetlenecek bir sistemi önermiştir. Bu sistemde egemenlik
genel idarenin olmakta ve yasalar ile adaletin sağlanacağını yasaları halkın yapacağını
ve bu yasalara tabi olacağını toplum yararının bu olduğunu açıklar. Böylece eşit hak ve
imkânların sağlanacağını yasaların yapılmasında çoğunluk oyunun kabul edileceğini
belirtmiştir. Rousseau demokraside yasayı yapan ve uygulayanın toplumun çoğunluğu
olduğunu belirtir. Fakat ona göre mükemmel olan bu demokrasinin ancak Tanrılar
toplumunda uygulanabileceğini insanların böyle bir sistemi gerçekleştirmelerinin mümkün
olamayacağını ve esasen demokrasi hiçbir zaman olmamıştır şeklinde fikrini beyan
etmiştir. ; Aydın Nurullah: İnsan Hakları Laiklik ve Medya., Ist 2008, s. 97 vd.
[17] Dahl A.Robert::Demokrasi ve Eleştirileri,Ank.1993, s. 116 vd.
[18] Tanör B: 1982 Anayasasına Göre Türk anayasa Hukuku, Ist. 2004,. s 75 vd. :
Öktem Niyazi: Laiklik Din ve Alevilik Yazıları. Ist. 1995, s.44 vd ; Dinçkol Bihterin: Ticaret
Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından 5 şubat 2002 tarihinde düzenlenen. ”Lâikliğin
Anayasal ilke Haline Gelişinin 65. Yıldönümü Paneli’nde tebliğ olarak sunulmuştur.
:Kuçuradi İoana:Devrim Kavramı ve Atatürk’ün Kültür Devrimi, Muğla Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi İLKE, Özel sayı, 2006. s. 1-10.; Gökberk M: a.g.m., s. 328 vd.
[19] Laiklik ve teokrasi bağlamında konuya İslamiyet açısından bakıldığında, teokrasinin
Tanrı iktidarını elinde tutmak olarak açıklanması karşısında peygamber veya ilk
topluluklardaki azizler veya Yahudilikteki din adamlarının iktidar olduğu sistemde Hazreti
Muhammet ‘in iktidarının teokrasi olup olmadığı tartışmalıdır. Özellikle Hazreti
Muhammet’ten sonraki dönemde her ne kadar dinsel nitelik taşıyan Halifelik unvanı
kullanılarak yönetimsel faaliyet güdülmüşse de bunun bir monarşi sistemi olarak
açıklanabileceği ileri sürülmektedir. Hazreti Muhammet döneminde Teokrasiden
bahsetmek zordur, çünkü Hazreti Muhammet halkı Tanrı adına yönettiğini
açıklamamıştır. Kuran sosyal nitelikli kuralların uygulanmasında Tanrı adına bir
yönetimden bahsetmemektedir. Bu nedenle Hazreti Muhammet döneminin Teokratik
olduğunu kabul etmek zor olduğu şeklinde yorum yapılmaktadır. Tanrı adına yönetimde
bulunmadığı gibi Emir-Ülmümin kavramı ile de daha seküler (çağdaş)bir yaklaşım
sergilendiği belirtilmektedir.
[20] Kilisenin parasını devletten almasını engellemek ve kendi gelirini sağlamasını temin
etmek için Fransız ihtilali ve sonrası verilen uzun soluklu çabanın sonucu olarak gelinen
noktadır laiklik. Kilisenin dinin hükümdarlar ve devlet üzerindeki etkisini kaldırmak ve
kiliseyi devlet işlerine karıştırmamak demektir laiklik.
[21] Aydın Nurullah: İnsan Hakları Demokrasi ve Medya, Ist. 2008 s. 51 vd.
[22] Bkz ayrıntılı açıklama için Kuçuradi İoann:Devrim Kavramı ve Atatürk’ün Kültür
Devrimi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi İLKE, Özel sayı, 2006. s.6
vd.
[23] Aynı şekilde Ulus Devlet yaratan Atatürk esasen toplumda var olan aynı dili konuşan
ve birbiri ile ülkü birliği içinde olan ve Türk diye nitelendirdiği ve hiçbir zaman ethnos u
(soyu) çağrıştırmayan nitelikte olmak üzere hitap ettiği Türk halkına. ( Bkz. Nutku Uluğ:
Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevinin Felsefi Önemi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitusü Dergisi İLKE, Özel Sayı 2006, s. 11 ve dv.) “Hiçbir delil’i mantıkiye istinat
etmeyen birtakım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi
çok güç olur. Belki de olmaz” diyerek eğitim konusunda dini yapılanmanın çağdaş bir
devlet yapısı için tehlikesini açıklamıştır.
( bkz Kuçuradi : a.g.e. s. 8)
[24] Öktem N: a.g.e.s. 44 vd.
[25] Özcan Tevfik Mehmet: Laiklik ve Hukuk Devleti: Hukuk Sosyolojisine Giriş 2006 )Hof
Ilrich: Avrupa’da Aydınlanma, Ist. 1995, s.13 vd.
[26] Batının feodal sistemden vazgeçmesi ve toprak mülkiyetinin önemi yerine ticaretin
geçmesi ve mutlak monarşilerden sonra 1789 Fransız Devrimi ile laiklik konusundaki ilk
adımın atılması ile evrensellik iddiası ile kurumsal bir yapı içinde Roma Kilisesinin
egemenliğine karşı Fransız laiklik hareketinin oluşması uzun ve çalkantılı bir yol
izlemiştir. Dinin devlet işlerinden ayrı bir konuma gelmesi Fransa’da devrimci Jakoben ve
cumhuriyetçi usullerle gerçekleştirilmiştir. Devlet din işlerine karışmaktan vazgeçmiştir.
Ancak bu ilişkinin ayrıştırılması yavaş yavaş gerçekleşmiştir. (Özcan Tevfik M:a.g.m.,
Hukuk Sosyolojisi)
[27] Yunan Anayasası (Madde . 3 Relation of Church and State ve 13. maddesi.)
Danimarka Anayasası madde 4)
[28] Öktem N: a.g.e.s.b 44.
[29] İbid. s.43 vd. Göze Ayferi: Inkilap Tarihi. s. 361 vd.)
[30] Kongar Emre: Demokrasi ve Laiklik, 1997, s. 141 vd. Önder R.A: Laikliğin Sınırları,
Atatürk’ün Hukuk Devrimi, Ist. 1983, s. 101 vd. ; Karpat H Kemal Türk Demokrasi
Tarihi,1996, s. 224 vd.
Download