Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri 8-10 Mayıs 2015 Yüzüncü Yıl Üniversitesi İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Van İlim ve Kültür Vakfı tarafından ortaklaşa düzenlenmiştir. © Van, 2016 Tüm yayın hakları anlaşmalı olarak Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayınları’na aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz. ISBN: 978-975-7616-60-3 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yayınları - 60 Yayıncı Sertifika No: 21307 Kitabın Adı: Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri Editör: Prof. Dr. İshak Özgel, Yrd. Doç. Dr. Rahmi Tekin Metin Editörü: Özlem Başboğa Yayına Hazırlayanlar: Hakan Gülerce, Celil Taşkın, İhsan Altıntaş Kapak Tasarım: Abdullah Kul İç Tasarım: Abdullah Kul Baskı Yeri ve Tarihi: İstanbul, Baskı ve Cilt: Mega Basım Sertifika No:12026 Hristiyan Teizmi: Ontolojik Plüralizm, Akıl-İman Çatışması ve Risale-i Nur Yaklaşımı 1 HRİSTİYAN TEİZMİ: ONTOLOJİK PLÜRALİZM, AKIL-İMAN ÇATIŞMASI VE RİSALE-İ NUR YAKLAŞIMI Eyüp AKTÜRK* ‘Felsefe ve din arasında nasıl bir ilişki vardır?’ sorusu felsefî ve dinî düşüncenin başlangıç dönemine kadar geri götürülebilir. Gerek felsefî gerekse dinî düşünce ‘din ve felsefe arasında bir çatışma var mıdır? Akıl ve iman arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir? Tanrı nasıl bir varlıktır?’ gibi sorulara cevap bulmayı hedeflemektedir. Böylece ortak sayılabilecek birçok soru felsefi ve dinî tartışmalara konu olmuştur. Elbette ‘felsefe ve din arasında nasıl bir ilişki vardır?’ sorusu ‘felsefe’ ve ‘din’ kavramlarının içerikleri ile doğrudan ilgilidir. Bu açıdan ‘felsefe nedir?’ ve ‘din nedir? sorularına verilen yanıtlar her iki alan arasında kurulan (veya kurulabilecek) ilişkinin mahiyetini ortaya koyacaktır. Öncelikle her iki kavramın da herkes için aynı şeyi ifade etmediğini; bu kavramların birden fazla anlama gelecek şekilde kullandığını söylemekte fayda vardır. Bu açıdan ‘Felsefe nedir? sorusunun tek cevabının olmadığını söylemek mümkündür. Her şeyden önce entelektüel bir arayışı temsil eden felsefe, sözcük olarak, kökeni Grekçe olan ‘Philosophia’ kavramından türemiş ve ‘bilgelik/hikmet sevgisi’ anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır.1” Belki de felsefenin bunlar arasında genel geçer olabilecek tanımı onun varlık, bilgi ve değere ilişkin birtakım temel ve nihai soruları sadece aklın sınırları çerçevesinde, yani sadece akla dayanarak yanıtlama çabası olduğudur. Bu açıdan bir düşünceyi/ düşünce sistemini en temelde felsefi yapan şey onun doğruluk iddialarını eleştirel bir çözümlemeye açık tutması; deyim yerindeyse, bunu “ hikmet sevgisi”nin vazgeçilmez bir peşin kabulü olarak görmesidir.”2 Dolayısıyla bir düşünce siteminin felsefi olup olmaması takip edilen yöntem ile ilgilidir. Sorunların eleştirel bir yöntem ile ele alınarak tutarlı argümanlar geliştirmeye ihtiyaç vardır. * Mardin Artuklu Üniversitesi, İlahiyat Bilimleri Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü, Yrd. Doç. Dr. 1 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, (Ankara: Ekin Yay., 1996), S. 269. 2 Mehmet Sait Reçber, “Din ve Felsefe”, Din ve Ahlak Felsefesi, ed. Recep Kılıç, (Ankara: Ankuzem Yay., 2006), s. 3. 2 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri Felsefe kavramının ortak bir tanımı olmadığı gibi ‘din’ kavramının herkes için geçerli olan bir tanımı yoktur. Dine ilişkin çok ve birbirinden farklı tanımlar yapılmıştır. Hick’in ifadesi ile (i) psikolojik, sosyolojik nitelikli din tanımlarına rastlamak mümkündür. Psikolojik-sosyolojik nitelikli tanımlara bakıldığında dinin temel referansı insan (veya toplum) olarak kabul edilir. Natüralistik bir din tanımı olarak ifade edilebilecek bu yaklaşımlara göre din insan-toplum tarafından meydana getirilen bir olgudur; nihai bir temeli yoktur. (ii) fakat dinî bir düzlemden hareketle ‘din nedir’ sorusuna ilkinden daha farklı bir cevap verilmektedir. Bu yaklaşıma göre din insan-toplum ürünü bir olgu değil; insanı-toplumu aşan nihai varlığın bir tezahürüdür. Bu açıdan din, mutlak varlığa (kutsal olana) verilen bir tür cevap olarak kabul edilmektedir.3 Yani, burada aşkın ve metafiziksel bir varlık söz konusudur. Kaldı ki bütün teistik dinlerin din tanımının bu şekilde olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim bu çalışma da bu din tanımını temel almaktadır. Peki, insanı-evreni aşan nihaî bir gerçeklik bu din tanımının merkezinde bulunmasına rağmen bütün teistik dinlerin söz konusu nihai gerçekliğe aynı anlamı yüklediklerini söylemek mümkün müdür? Başka bir deyişle bütün dinlerde nihaî gerçekliğin referansı aynı şey midir? Dinlerin nihai gerçekliğe (Tanrı) yükledikleri anlam ile söz konusu dinlerin birbirinden ayrılmaları arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Çünkü dinlerin Tanrı tasavvurları arasında önemli farklılıklar bulunduğu dikkate alındığında farklı dinler arasındaki ayrışmanın burada başladığı görülmektedir. Her ne kadar bütün teistik dinler Tanrı’yı her-şeyi-bilen, her-şeye-gücü-yeten ve iyilik sahibi bir zat olarak tanımlasalar da ‘Tanrı’nın doğası nedir?’ sorusuna verdikleri yanıtlarda ayrışmaktadırlar. Sözgelimi, İslam inancı tevhid inancını bütün dinî düşüncenin temeli olarak almakta ve Tanrı’nın ‘bir’ olduğunu iddia etmektedir. Tanrı’nın bir olduğuna ilişkin Kur’an’da çok fazla ayet vardır. (Bkz. Muhammed: 47/19; Bakara: 2/163; Tevbe: 9/31; Nisâ: 4/171) Fakat Hıristiyan teolojisinin temel inançlarından olan ‘teslis’e bakıldığında İslam inancının Tanrı tasavvuru ile Hristiyan inancının Tanrı tasavvuru arasındaki ayrışma daha da belirgin olmaktadır. Örneğin, Teslis inancı (üçlü Tanrı) Hristiyan dininin temel esaslarından kabul edilmekte; ve yine Tanrı’nın İsa’da hulul ederek (cisimleşerek) var olması inancı Hristiyan olmanın ön koşulu sayılmaktadır. Fakat İslam dinî Hıristiyanlığın (üçlü) Tanrı tasavvuruna karşı çıkmakta ve Tanrı’nın İsa’da cisimleştiği düşüncesini kesin bir şekilde reddetmektedir.4 Kur’an’a bakıldığında (Tevbe: 9/30-31, Maide: 3 John Hick, “Din Felsefesi Nedir?”, çev. İsmail Çetin, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 4, C. 4, (1992), s. 340. 4 Bkz. William L. Rowe, “Religious Pluralism”, Religious Studies, Vol. 35, No. 2 (Jun., 1999), s.142; Brian Davies, Thomas Aquinas on God and Evil, (Oxford: Oxford University Press, 2011), 100-101. Hristiyan Teizmi: Ontolojik Plüralizm, Akıl-İman Çatışması ve Risale-i Nur Yaklaşımı 3 5/18), Maide:5/17,72 ) Hristiyan dininin teslis/üçlü Tanrı inancı eleştirilmekte deyim yerindeyse bu iddiada bulunanlar ‘kafir’ olarak tasvir edilmektedir. Buna karşılık Tanrı’nın bir’liğine vurgu yapılmaktadır. Böylece İsa’nın doğası söz konusu olduğunda hem Müslümanların hem de Hristiyanların aynı anda doğru olmaları düşünülemez. İsa’nın çarmıha gerildiği konusunda da Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında bir görüş ayrılığı söz konusudur. Örneğin Kur’an, “Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” demeleri yüzünden onları lanetledik. Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat öldürdükleri onlara İsa gibi gösterildi.” (en-Nisa: 4/ 157) diyerek İsa’nın çarmıha gerildiği düşüncesini (inancını) reddetmektedir. Bu açıdan bütün dinler için geçerli olacak bir din tanımından söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Peki, felsefe-din (akıl-iman) arasındaki çatışmanın nedeni Hristiyan teolojisin temelini oluşturan teslis inancı olabilir mi? Elbette akli ve eleştirel bir irdelemeden geçmeyen birtakım inançların felsefe tarafından eleştirilmesi mümkündür. Eğer iman olgusu bütünüyle akli soruşturmayı bir kenara itecek şekilde kabul edilecekse bunun felsefe tarafından kabul edilmesi düşünülemez. Nitekim böyle bir iman anlayışı bütünüyle dogmatiktir. Bir inancın doğruluğunu akıldışı veya aklı aşan bir yolla temellendirmeye çalışması ile söz konusu inancın dogmatik olması arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Nitekim bir inancın doğruluk iddialarını epistemik bir sürece kapatması ve temel mantık ilkeleri ile çelişen olguları imana konu yapması söz konusu inancı felsefî açıdan tutarsız (kabul edilemez) kılmaktadır.5 Daha önce de ifade edildiği gibi Hristiyan teolojisinin temel inançlarından bir tanesi teslis inancıdır. Tanrı’nın ontolojik anlamda birden fazla olması (ontolojik plüralizm); yine Tanrı’nın hem tanrısal bir doğaya sahip olması hem de insani bir doğaya (Hz. İsa) sahip olması rasyonel değildir. Hristiyan inancının Tanrı tasavvuru mantıksal/aklî olmayan unsurlar içerdiği için birtakım akıl-dışı yöntemlerle ile iman olgusu teminat altına alınmasına neden olmaktadır. O nedenle Tanrı inancını bilginin değil imanın konusu olarak gören yaklaşımlara fazlasıyla rastlamak mümkündür. Dolaysıyla “iman ile aklı köklü bir şekilde birbirinden ayırıp, uzlaşmasını bir bakıma imkân dâhilinde görmeyen yaklaşımın kökenlerini en azından ilk dönem Hristiyan düşünürlerinden olan Tertullianus’un “inanıyorum, çünkü saçma’ sözüne kadar geriye götürmek mümkündür.”6 Benzer biçimde Kant da ‘imana yer açmak için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldığını’7 söyleyerek Tanrı inancı 5 Reçber, “Din ve Felsefe”, s. 10-11. 6 Mehmet Sait Reçber, “Din Felsefesi”, Din Felsefesi, ed. Recep Kılıç, Mehmet Sait Reçber, (Grafiker Yay., Ankara, 2014), s. 17. 7 Immanuel Kant, Critique of Pure Reason, ed. ve çev. Paul Guyer, Allen W. Wood (Cambridge: Cambridge University Press, 1998),s. 117. 4 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri hakkında epistemolojik argümanlardan yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bu da ‘ben Tanrı’nın var olduğuna inanıyorum’ fakat ‘inandığım şeyin ne olduğunu bilmiyorum’ gibi bir çıkarımla sonuçlanmaktadır. Neticede “akılla izah edilemeyecek bir şeye inanmayı/iman etmeyi öngörüyor gibi görünen böyle bir dinî yaklaşım ile özü itibariyle akla dayanan bir faaliyet olan felsefe arasında bir çatışmanın olması kaçınılmaz görünmektedir.”8 Açıkça görüldüğü gibi “teslis başta olmak üzere Hıristiyanlığın bazı temel inançları aklı aşan, dolayısıyla akıl tarafından kavranılması mümkün olmayan hakikatler olarak ileri sürülmüş ve bu inanç da dogmatik bir yönelime neden olmuştur. Buna karşılık İslam’da imanın ihtiva ettiği unsurlara bu şekilde yaklaşılmamıştır. Örneğin, Kur’an’da insan bilgisinin eksikliği, yani bilememesi veya akledememesinin imkânı vurgulanmakla beraber ondan aklı aşan bir şeye inanması değil, gereğince ve yeterince akledilmesi beklenmiştir. Öyle ki Kur’an’ın kendisi başta Allah inancı olmak üzere ortaya koyduğu inançlarının doğruluğunu gerekçelendirme yoluna gitmiştir.”9 Bu açıdan bakıldığında İslam dininin temel inançları akla rağmen değil akli bir sürece olan gerekliliğe vurgu yapmaktadır. İslam dininin kendi temel inançlarını akli bir sürece kapalı tutmayarak felsefi bir düşünceyi dışlamadığını söylemek mümkündür. Bu durumda felsefe-din (akıl-iman) çatışmasının menşei İslam dinî değildir ve felsefe-din (akıl-iman) çatışmasını başka yerde aramak gerekir. Risale-i Nur ve Felsefî Yaklaşımı Said Nursi’nin Felsefi Tutumu Nedir? Öncelikle Said Nursi’nin felsefeye ilişkin düşüncelerini Sözler adlı eseri ile sınırlı tuttuğumu ifade etmek isterim. Said Nursi’nin konuları işleyiş biçimi dikkate alındığında onun mantıksal/rasyonel bir yöntem ile meseleleri ele aldığını söylemek mümkündür. Said Nursi’nin bir felsefeci olarak tarif edilmesi elbette doğru değildir. Fakat önemli olan onun izlediği rasyonel/ felsefi yöntemdir. Herhangi bir meselenin tartışılması sürecinde onun takip ettiği mantıksal çözümlemeler dikkatten kaçırılmamalıdır. Daha sonra ifade edeceğimiz gibi Said Nursi’nin eleştirdiği şey ‘felsefî yöntem veya felsefe’ değil, belli bir felsefi (materyalist-natüralist) düşünce biçimidir. Felsefe ile din arasındaki ayrışma noktalarından bir tanesi Tanrı anlayışıdır. 8 Reçber, “Din Felsefesi”, s. 17. 9 Reçber, “Din ve Felsefe”, s. 11. Kur’an’da akla atfedilen önemin mahiyetine ilişkin bkz. Muammer esen, “Kur’an’da Akıl-İman İlişkisi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:2(2011). Hristiyan Teizmi: Ontolojik Plüralizm, Akıl-İman Çatışması ve Risale-i Nur Yaklaşımı 5 Bilindiği gibi teistik dinlerde Tanrı her-şeyi-bilen, her-şeye-gücü-yeten ve iyilik sahibi olan bir varlıktır. Söz konusu niteliklere sahip olan Tanrı istediği zaman evrene müdahale edebilir ve varlıklar da böyle bir Tanrı’ya ibadet ederler. Fakat bazı felsefi düşüncelerde teistik dinlerin öngördüğü Tanrı anlayışı olmayabilir. Sözgelimi, Aristoteles’in ilk muharrik olarak tarif ettiği Tanrı’sı ile kişisel niteliklere sahip olan teistik Tanrı anlayışı arasında derin bir fark vardır. Said Nursi’nin bazı yerlerde eleştirdiği ve ahiret hayatı açısından bir anlam ifade etmez dediği felsefi yaklaşım, ölüm sonrası hayata ilişkin kaygılar taşımayan felsefe ve Tanrı tasavvurlarıdır. Ona göre bu şekildeki bir felsefi anlayış kişiye ahiret hayatı sürecinde yolculuk etmeyecektir; deyim yerinde ise kişiyi yalnız bırakacaktır.10 Nitekim Said Nursî, kendi ifadesi ile ‘ felsefe şakirdleri ile Kur’an’ın tilmizleri’ biçiminde kategorik bir ayrıma gitmekte ve felsefe şakirdlerini Tanrı’yı tanımayan/bilmeyen milett-i küfriye ve nefs-i emarenin sınıfına (başka bir yerde de ehl-i tabiata) dâhil etmektedir. Fakat Said Nursi bu sınıflamayı yaptıktan hemen sonra evrenin içerdiği düzen ve gayeyi anlatmakta; belli bir düzen ve gaye içeren bu evrenin kendi kendine var olmasının olanaksızlığına vurgu yapmaktadır. Bundan hareketle Said Nursi söz konusu evrenin ancak bir Tanrı’nın iradesi sonucunda ortaya çıkabileceğini ortaya koymaktadır. Kaldı ki gerek varlığı gerekse varlıkta bulunan düzeni bir nedene (yaratıcıya) bağlamayan felsefeyi şu sözlerle eleştirmektedir: Felsefeciler evrene baktıklarında/incelediklerine ‘ne güzel yapılmış’ demek yerine ‘ne güzeldir’ diyerek evrendeki güzelliği çirkinleştirirler.11 Aslında konunun sistematik işleyişine bakıldığında onun ‘milett-i küfriye ve nefs-i emare ve ehl-i tabiat’ sınıfına dâhil ettiği felsefe, natüralist-materyalist felsefedir. Çünkü Said Nursi’nin burada sorunu irdeleme biçimi ile felsefi bir argüman olan ‘nizam ve gaye’ delilinin (veya teleolojik delilin) yöntemi arasında önemli benzerlikler vardır. O, evrende bulunan her bir varlığın bir amaca hizmet ettiğini; her bir varlığın derin bir mana içerdiğini söylemektedir. Oysa ona göre felsefe(ci) her ne kadar evreni (varlığı) çok iyi tasvir etse de evrenin (varlığın) içerdiği derin manayı çıkaramadığı için başarısızıdır. Açıkçası Said Nursi’nin ‘evren hakkında rasyonel düşünme’ ‘evrendeki her-bir varlığın ardındaki manayı keşfetme’ arayışı ile İbn Rüşd’ün ‘felsefenin gerekliliğine ilişkin nedenleri arasında da bir benzerlik vardır. İbn Rüşd, felsefeyi daha çok dinsel bağlamda yaratıcının eserlerini daha iyi anlamak ve böylece Tanrı hakkındaki bir bilginin imkânı olarak ele almıştır. İbn Rüşd’e göre, felsefe varlığa ilişkin çözümlemelerde bulunmaktadır. Ona 10 Bkz. “Yedinci Söz”, Sözler, (İstanbul: Zehra Yay., 2005), s. 40-41. 11 Bkz. “Onuncu Söz”, Sözler, s. 69-70, 94-95; “On İkinci Söz”, s. 142-143; “On Dokuzuncu Söz”, s. 259. 6 Din, Bilim ve Felsefe İlişkisi Risale-i Nur Yaklaşımı Sempozyum Bildirileri göre varlık hakkında detaylı bilgi sahibi olmak ile varlığı meydana getiren faili bilmek arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Böylece, kişinin varlık hakkındaki epistemik derinliği onu Tanrı’ya götürecektir. Kaldı ki dinin kendisi de insanların varlık üzerinde düşünmelerini; araştırma yapmalarını emretmektedir. İbn Rüşd’e göre buna ilişkin olarak Kur’an’da çok sayıda ayet vardır. Bunun için bkz. (Haşr: 59/2; A’raf: 7/185; Gâşiye: 88/17-18; Âl-i İmrân: 3/191)12 Said Nursi açısından felsefenin (veya felsefecilerin) en temel sorunlarından bir tanesi de varlık alanını fiziksel olan evrenle sınırlı tutmaları; evreni aşan gerçek varlığın farkında olmamalarıdır. Nursi’ye göre, kendi ifadesi ile ehl-i felsefe hakikat olarak gözlemlediği, tecrübe ettiği evreni hakikatin kendisi olarak görmekte; bunun dışında bir hakikatti kabul etmemektedir. Oysa insanın sınırlı bilgisi hakikatin sınırını belirleyecek güce sahip değildir.13 (Aslında bakıldığında Said Nursi’nin düşüncesinin merkezinde ‘tevhid’ inancı yer almaktadır) Said Nursi’ye göre, ‘baba’ ve ‘oğul’ gibi sıfatlarla nitelenen bir varlığın ilah/uluhiyetleri söz konusu değildir; bu tür nitelikleri taşıyan varlıklar ibadet edilmeye layık da olamazlar. Said Nursi haklı olarak der ki, zamanla değişime uğrayan, çoğalan veya üreyen, parçalanan veya bölünen-onun ifadesi ile tecezzi eden- (ki din felsefesinde ‘ilahi basitlikDivine simplisity- başlığı altında da ele alınan önemli konudur) bir varlığın yaratıcı veya ilah olarak tanımlanması mümkün değildir. Bir varlığın Tanrı olarak ifade edilebilmesi için O’nun zorunlu (vacip), ezeli ve ebedi bir varlık olması özsel bir durumdur. Said Nursi, haklı olarak, Kur’an’ın bütünüyle tevhid öğretisini temel aldığını (bahr-ı tevhid olarak ifade eder) ve evrendeki her bir nüvenin Tevhidi işaret ettiğini söylemektedir. 14 Netice itibariyle denilebilir ki Said Nursi’nin bütünüyle felsefeye mi yoksa felsefenin belli bir biçimine mi karşı çıktığı önemlidir. Sözler adlı eserinden hareketle bakıldığında onun tam anlamıyla felsefeyi mi yoksa sadece felsefenin belli bir biçimini mi (materyalist-natüralist felsefe) hedef aldığı birtakım belirsizlikler içerse de felsefeyi eleştirirken kullandığı dil ve argüman geliştirme biçimi onun genel anlamda materyalist-natüralist felsefeye karşı olduğu söylenebilir. Bu açıdan Said Nursi için, ‘konuları çözümlemeci/ mantıksal bir yöntemle ele alan bir teolog’ tarifi uygun bir tanımlama olabilir. 12 İbn Rüşd, “Felsefe ve Kur’an’nın Uyumu”, çev. Nebi Mehdiyev, Din Felsefesi Seçme Metinler, ed. Michael Peterson, William Hasker vd., çev. Rahim Acar, Nebi Mehdiyev vd., (İstanbul: Küre yay., 2013). (s. 132-133). 13 “Yirmi Dördüncü Söz”, s. 370. 14 Bkz. “Yirmi Beşinci Söz”, Sözler, s. 439; “Lemeat”, Sözler, s. 737-740.