SİYASİ TARİH, bir ülke siyasetinin tarihini incelemez. Bu disiplin devletlerden, devletlerin ortaya çıkışından, değişme, gelişme, yıkılışlarından ve devletler arasındaki siyasal ve bir dereceye kadar ekonomik ilişkilerinden söz eder. Bu açıdan bakıldığında bu disipline Batı’da uluslararası ilişkiler tarihi de denilmektedir. Siyasi tarih, devletlerin kuruluşlarını, geçirdikleri değişiklikleri, gelişmeleri, devlet içindeki insanların, sınıfların, grupların birbirleriyle çatışmalarını ve devletlerin genel dünya tarihi ve dünya devletler mozaiği içindeki yer ve önemini inceler. Bu kısım political history kısmıdır. Bağımsız devletlerin yani uluslararası sistemin temel birimlerinin birbirleriyle olan ilişkilerinin tarihini inceleyen kısım ise diplomatic history kısmıdır. Modern devletlerin kuruluşu ve bu devletler arasında diplomatik ilişkilerin başlangıcı daha çok 19. yy olgusudur. Bu durum, Avrupa’da 30 yıl savaşları sonrasında 1648 yılında imzalanan Westfalya anlaşması ile ortaya çıkmış bir durumdur. Fakat 19. yy genel olarak Avrupa’nın egemen olduğu bir yüzyıl olduğu için böyle bir değerlendirme yapmak tarihi Avrupa merkezli bir hale sokar. Siyasi tarih, uygarlığın global bir nitelik kazanmaya başladığı Avrupa üstünlüğü dönemini başlangıç noktası olarak almakta ve bugüne kadarki siyasi gelişmeleri incelemektedir. 19. yy’a gelmeden insanoğlunun tarihini kaba bir biçimde 3 ana bölüme ayırıp incelemek mümkündür. 1- Tarıma dayalı uygarlıklar ya da Ortadoğu bölgesinin üstün olduğu dönem. Bu dönem MÖ 5000’lerden MÖ 500’lere kadar olan 4500 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde Mezopotamya bölgesi ön plandadır. 2- Uygarlığın global bir nitelik almaya başladığı dönem. Bu dönem MÖ 500 ile MS 1500’lere kadar olan süreci kapsar ve üç ayrı alt bölüme ayrılabilir a- Grek uygarlığı ve bu uygarlığın Makedonyalı İskender tarafından Helenizm adıyla genişletildiği dönemdir. MÖ 500 ile MS 500 arasında 1000 yıllık bir dönemdir. b- İslamiyet’in doğuşu ve dünya üstünlüğünü sağladığı 600-1000 yılları arasındaki dönemdir. c- Steplerin dünya üstünlüğünün tarihi başlar ve 1000 ile 1500 arasındaki Moğol ve Türklerin başat güç oldukları dönemi kapsar. 3- Bu dönem 1500’lerden başlar ve şuan içinde bulunduğumuz döneme kadar sürer. Bu dönem Avrupa’nın dünya egemenliğini sağladığı dönemdir. Avrupa önce 1500-1700 yılları arasında denizlerde hakimiyet sağlamıştır. Daha sonra dünya dengesi sarsılarak 1700-1850 yıllarında uygarlıkların globalleşmesi süreci başlamıştır. 1850-1950 arasında ise Avrupa kesin üstünlüğünü sağlamıştır. 1950’den bu güne kadar olan süreç ise Avrupa’nın dünya üstünlüğünün sarsıldığı bir dönemdir. 1. Dönem MÖ 5000- MÖ 500 İnsanoğlu tarım devrimi ile göçebelikten yerleşik hayata geçmiştir denilebilir. Bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirilmesiyle yerleşik hayata geçen tarıma dayalı toplumlar uygarlıklarının 1 global ya da dünya çapında bir kapsam göstermemektedir. Bunlar bir bakıma kendi kendilerine yeterlidir ve dış dünya ile anlamlı ve bilinçli bir temasları yoktur. Ortadoğu’nun ve dünyanın ilk yerleşik toplulukları olan Mezopotamya ile Mısır uygarlıkları ne kadar üstün olurlarsa olsunlar böyle uygarlıklardı. Yerleşik toplulukların oturdukları merkezlerin dışında yaşayan göçebe kavimlerin, zengin kent devletlere karşı giriştikleri yağmaya yönelik saldırılara karşı savunma ihtiyacı, Mezopotamya’da düzenli ordu kurulmasını gerektirmiştir. Bu durumun kent devlet içinde otoriteyi güçlendirici etkisi olmuştur. Diğer yandan, Mezopotamya bölgesinin göçebe saldırılara açık olan topografyası ve kent devletler arasındaki sınırların belirsizliği bölgede savaşlara sebep olmuştur. Bu durum, bir yandan yöneticilerin otorite ve baskılarının artması, öte yandan siyasal istikrarsızlıkla birlikte güçlü ve geniş bir imparatorluğun kurulamaması ya da çok kısa ömürlü olması sonucunu doğurmuştur. İnsanoğlunun ilk kent devletleri arasında siyasal örgütlenmesi ve üstün uygarlıklar olması sebebiyle önemli olanlar; Sümer kent devletleri, Akadlar, Asur kent devletleri, Babiller ve Hititler ve Nil nehri boyunca kurulan Mısır devletleri ve uygarlığıdır. Mısır uygarlığının özgün bir yanı, coğrafyası sayesinde dış güçlerin özellikle göçebelerin saldırılarından korunması ile bölgede siyasal birliğini uzun süre sürdürmesidir. 2. Uygarlığın küresel bir nitelik almaya başlaması MÖ 500- MS 1500 İyonya: Özellikle bilimsel çalışmalara ağırlık verilen bir dönemdir. Grek Uygarlığı: MÖ 5. ve 4. yüzyıllara gelindiğinde eski Mezopotamya uygarlığının kurulduğu topraklarda, tarımla uğraşan edilgen, siyasete karşı kayıtsız ve yönetici aristokrasi tarafından ezilen köylülerin bulunduğu toplumsal ve siyasal bir düzen egemen olurken, Grek yarımadasında kent devletlerinde ilk demokratik yönetimlerin kurulduğu görülmektedir. Burada kırsal kesim etkin ve yoğun bir şekilde devlet sorunlarıyla uğraşmakta ve siyasal bir canlılık hüküm sürmekteydi. Greklerin askerlik alanında sık saflarda yürüyen mızrak ve kalkanlı asker alayını yaratmaları önemli siyasal ve toplumsal gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Saflardaki askerler arasında toplumsal statü ve zenginlik farkları ortadan kalkmış, bunların yerine güç, cesaret ve disiplin önem kazanmıştır. Bu da doğal olarak kentin askerleri arasında dayanışma duygusunu artırmış ve eşitlik anlayışına yol açmıştır. Bu eşitlik ruhu ve toplumsal dayanışma duygusu, Grek kent devletlerini dönemin öteki uygarlıklarından ayırmıştır. Grek kent devletleri şarap ve zeytinyağı gibi kolay taşınabilir maddeleri üreterek çevre kavimlerle canlı bir ticaret başlatmıştır. Dolayısıyla ticari tarıma geçiş, Atina, Milet, Efes ve Sparta gibi kent devletlerde demokrasi eğilimini güçlendirmiştir. Bu ticaret ilkel de olsa demokrasinin ortaya çıkmasını ve bu dönemde önemli düşünür ve tarihçilerin yetişmesini sağlamıştır. Grek uygarlığının klasik döneminde toplumda hiçbir hakka sahip olmayan tutsakların bulunması, demokrasiyi bugünkü demokrasiden ayıran bir özellikti. Ayrıca Grekler kent 2 devletin ötesinde geniş bir siyasal örgütlenme ufkuna sahip değildiler. Bu geniş ufku Makedonyalı İskender sağlayacaktır. Makedonya ve Helenistik dönem: İskender, Makedonya kralı Philip’in oğludur. MÖ 334 yılında Çanakkale boğazını geçip, Asya’ya girdi. Anadolu’yu geçip Suriye ve Mısır’ı işgal etti. Sonra İran’a, Hindikuş dağlarını aşıp Buhara ve Taşkent ve Keşmir’e kadar yayıldı. Bu askeri kampanyalarla Grek dünyasının ufkunu genişletti. Grekler artık yerel bir topluluk olan kent devlet değil, gittikçe genişleyen Helen dünyasının, bir bakıma geniş bir kozmopolisin üyesi olduklarının bilincine vardılar. Fakat aynı İskender, özgür ve bağımsız olan ve giderek olgunlaşan Grek bölgesini yıkmış ve bunun yerine geniş ve merkeziyetçi bir imparatorluk kurmuştur. Kısa süre içinde dağılmasına rağmen kurduğu imparatorluk, globalleşmeye başlayan yeryüzünün ilk habercisi olmuştur. Roma imparatorluğu: MÖ 200 ve 146 arasında yeni bir imparatorluk gücü Roma, Grek yarımadası ve Makedonya’ya kadar denetimini genişletti. Kartaca ile yaptığı savaştan sonra Kuzey Afrika’yı, daha sonra Makedonya, Grek yarımadası, Batı Anadolu ve Suriye’yi ele geçirdi. MÖ 130’a gelindiğinde bugünkü Fransa ve İberik yarımadası dahil Akdeniz’e kıyısı olan tüm toprak şeridi üzerinde egemenlik kurdu. MÖ 90-89 yılları arasında bütün yarımada halklarına Roma yurttaşlığı hakkının tanınmasıyla İtalya siyasal açıdan birleşti. Roma insanlık tarihinin ilk büyük cumhuriyeti olup, Batılı anlamda modern devletin öncüsü sayılabilir. İmparatorluk barbarların saldırıları neticesinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Roma’da özgür ve özgün düşünce kök salamadı, zenginliğe değer verilip bilim aşağılanmıştı. Büyük ama bilgisiz ve yaratıcılıktan yoksun imparatorluk ileriyi görüp değişen koşullara ayak uyduramadı. İslam Dünyasının üstünlüğü MS 600-1000 İslamiyet’in doğuşu ve Hz. Muhammed’in Mekke ve Medine’de verdiğin mücadelelerden sonra Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte halifeler dönemi başlamıştır. Sırasıyla, Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali Müslüman dünyasının hem dini hem de siyasal önderleri oldular. Halifeler İslamiyet’i Arap yarımadasında, Bizans imparatorluğu ve İran’da Sasani devletinin Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran topraklarını ellerine geçirmiştir. Ali’nin ölümünden sonra Emeviler hanedanlık kurarak halifeliği devraldılar. Emeviler İslam dünyasına önemli değişiklikler getirmiştir. Başkent Şam’a taşınmıştır. Devletin sınırları içine Kuzey Afrika, İspanya ve Asya’nın bir bölümünü kattılar ve yönetimi yeniden düzenleyerek seçimle işbaşına gelen halifelik yerine irsi bir sistem kurdular. Ayrıca iktidarları süresince İslam topluluğunun tümüyle Arap olan yapısını değişmeye ve başka ırkları da içermeye başladı. Emevi önderleri aleyhindeki çürüme ve dine aykırı hareket suçlamaları, Hz. Muhammed’in soyundan gelen Abbasîlerin hilafet üzerindeki iddialarını güçlendirdi ve 750 yılında Abbasîler, Emevileri yenerek Abbasî hanedanlığını kurarak başkenti Bağdat’a taşıdılar. Emeviler ise varlıklarını bir süre İspanya’daki Endülüs Emevi devleti ile sürdürdüler. Abbasi dönemi İslam uygarlığının gerçek dünya üstünlüğünü her yönüyle vurgular. Bilimde diğer uygarlıkların gelişmeleri İslam potasında eritilmiştir. İslam dünyasında Arap olan ve olmayan Müslümanlar arasındaki ayrım etkili bir şekilde ortadan kaldırılmıştır. Abbasi dönemi Moğol saldırıları sonucu sona ermiş, Mısır’da Türk asıllı Memlukler 1260’ta yönetimi ellerine geçirdiler ve 1517’de Osmanlı 3 Türklerine yenilene kadar eski İslam-Arap kültürünü bölgede yaşattılar. Bu tarihten sonra hemen hemen 400 yıl bölgeyi Osmanlılar yönetmiştir. 3. Steplerin Egemenliği: Moğollar ve Türkler 1000-1500 1000’li yıllarda kavimler batıya göç etmeye başlamıştır. 11. ve 12. yüzyıllarda İslam dünyasında kurulan Türk devletleri kısa ömürlü olmuştur. En istikrarlısı sayılan Selçuklular, varlıklarını ancak elli yıl kadar sürdürebilmişlerdir ve sonunda çeşitli beyliklere bölünmüşlerdir. Selçuklular ülkelerini Abbasî halifeleri adına yönetmiştir. 13. yüzyılda ise İslam toplumunun dengesi askerlerinin çoğunluğu Türklerden oluşan Moğolların istila dalgasıyla alt üst oldu. Bağdat 1258’de alınarak Abbasî halifeliği tümüyle sona erdirildi. İstilacılar çok geçmeden İslamiyet’i kabul ederek, İslam toplumunun içinde eridiler. Moğol istilalarının en çarpıcı sonucu, Türk kavimlerinin Batı Asya’ya geniş çapta yayılması oldu. Moğol akınları sonucunda Selçuklu Devleti’nin zayıflaması sonucu Anadolu’da beylikler bağımsızlıklarını kazanmaya başlamıştır. Bu beylikler içinde en önemlisi Osmanlılar olmuştur. Osmanlı devleti Türklerin 14. yüzyılın başlarında kurdukları ve varlığın 600 yıl sürdüren Türk devletlerinin en uzun ömürlüsü olmuştur. Osmanlı beyliği Anadolu’nun batısında Rumlara komşu bir bölgede yer almaktaydı. Akınları genelde batıya, Rumlara doğru yaptığı için bir Gazi Cemaati olarak diğer Türk beyliklerin de desteğini almıştır. Devletin kuruluşunu izleyen ilk yüzyıl içinde iktidar mücadelesi olmamıştır. Devlette siyasal birlik sağlamdı. Devlet sınırlarını batıya doğru genişlettiği için Hristiyan bölgeleri fethetmekteydi. Devletin sınırları içine giren Hristiyanların zorla dönüştürülmesine başvurulmamış, dinlerini ve kültürlerini sürdürmelerine izin verilmiştir. Osmanlıların genişleme politikası rastgele bir istiladan ziyade belirli bir program içinde bilinçli bir yayılma olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı devleti sadece batıya doğru değil, Yavuz Sultan Selim döneminde de doğuya doğru yönelerek 1571’de Memluklu yönetimine son vererek halifeliğin Osmanlı Devleti’ne geçmesini sağlamıştır. 13. yüzyılın sonundan 15. yüzyılın başına kadar geçen üç yüz yıl içinde Hristiyanlığın gerilediği görülür. Bu yüzyıllar daha çok Moğol ve Türk halklarının yüzyıllarıdır. Batı’nın Yükselmesinin Temel Nedenleri a- Ağır Sabanın Bulunması: Koşulların zorladığı yaratma yeteneği ve adale gücünden başka ve daha üretken enerji kaynaklarının bulunması Batının çıktığı noktayı göstermektedir. Hayvan gücüyle çalışan ağır saban ve ürünün öğütülmesi için rüzgar gücünün kullanılması, Kuzey Avrupa düzlüklerinde gıda maddelerinin hızla artmasına ve bu da doğal olarak nüfusun birikmesine yol açmıştır. 11 ve 14. yy arasında tüm Avrupa’da ekilebilir alanlar genişledi ve bu sayede ortaya çıkan ürün fazlası, eski Akdeniz uygarlık merkezlerini çok aşacak olan Batı zenginliğinin, gücünün ve kültürünün temeli oldu. b- Feodalizm: Tarım ürünleri fazlası ile görece zenginleşen köylülerden alınan vergiler ve kirayla güçlü bir profesyonel ordu kurulabilmiş ve şövalyelik kurumu ortaya çıkmıştır. Bu zırhlı şövalyeler step akıncılarına karşı başarılı olmuş ve step insanı eski üstünlüğünü kaybetmiştir. Böylece bundan önceki dönemin ana teması olan Avrupa’yı birbirine katan step 4 istilaları, bu yeni askeri güç sayesinde çok azaldı. Bu sayede Avrupa, temel ekonomik ve siyasal kurumlarını kuracak enerji ve zamanı kazanmış oldu. Bu ortam içinde feodalizm ortaya çıktı. Feodalizmin özü, örgütlenmiş devlet yapısının bulunmadığı, yerel düzeyde bir çeşit hükümet görevinin yürütülmesidir. Belli bir toprak parçası üzerinde en önemli ve güçlü kişi, daha az toprağa sahip olanların koruyuculuğunu üstlenmiş ve onlar da bu kişiye bağlılık sözü vermişlerdir. Böylece feodal “lord” ile “vassal”, toprağa bağlı (serf), köylüleriyle feodalizm ortaya çıktı. Feodalizm lord ile vassal arasındaki karşılıklı hak ve görevler ilişkisine dayanır. Lord vassalı koruyacak, adaleti, toprağını işleme ve ürününü toplamasını sağlayacak, vassallar arasındaki toprak anlaşmazlıklarını çözecekti. Vassal ise yılda daha önce belirlenmiş süre içinde savaşçı olarak lordlara hizmet edecekti. Vassal, üç durumda vergi de verecekti. Bunlar; lordun çocuklarının evlenmesi, savaşta tutsak düştüğü zaman fidyesinin ödenmesi ve vassalın toprak mirası elde etmesidir. Feodalizmde hiç kimse tam anlamıyla hükümran değildir. Kral ile halk ve lord ile vassal bir çeşit mukavele ile birbirlerine bağlı idiler. Bu mukaveleye aykırı hareket edilirse, karşılıklı hak ve görevler sona ermekteydi. Bu durum, sık sık siyasal karışıklıklara ve istikrarsızlığa ve hatta savaşlara yol açmışsa da gelecek çağların anayasal hükümet anlayışı, feodalizmin bu mukaveleye dayanan niteliğinden doğacaktır. c- Ticaretin Doğuşu ve Kent Yaşamı: Avrupa’da göreli de olsa güvenliğin sağlanmasının önemli sonuçları olmuştur. Yerel güvenliğin sağlanmasıyla değer verilen madenlerin ele geçirilmesinde zora başvurma geçerli yol olmaktan çıkınca, bunların ticaretle sağlanması yoluna başvuruldu ve korsan gemilerinin yerini ticaret gemileri, haydutların yerini de tüccarlar aldı. Çoğu haydut ve korsan tüccar oldu. Böylece yeni bir sınıf ortaya çıktı. Şimdi tüccarlar da bağımsız ve özgür davranış alışkanlıklarına sahip oldular. Böylece kendi işlerini kendileri görürken, savunmalarını dahi kendileri yapmıştır. Zamanla bu tüccarlar ticarete uygun ve savunması kolay yerlere yerleştiler. Böylece Avrupa kentleri doğmaya başladı. Ticaret ve kentleşme dünya tarihinin en önemli iki dönüm noktası olan tarım ve endüstri devrimleri arasındaki zaman dilimi arasındaki basamak olmuştur. d- Siyasal Yetki Mücadelesi: 10 ve 11. yy’da yerel güvenlik göreli olarak kurulmuş ve barbar istilalarına son verilmiş olmakla birlikte Avrupa genelinde barış ve düzen sağlanamadı. Dış baskının azalması yerel lordların bu kez kendi aralarında savaşmalarına yol açtı. 11.yüzyılın karışıklıkları ve sürekli savaşları siyasal bütünleşme düzeyleri, yani bir bakıma yetki alanları çatışan dört temel birimin birbirleriyle giriştikleri yetki mücadelesinin ürünüdür. Bunlar; gücü giderek azalan Kutsal Roma imparatoru veya papa tarafından yönetilen Hristiyanlık, ulusal monarşiler, laik ya da dini feodal lordlar veya prenslikler ve ticaretin ortaya çıkardığı kent devletleridir. Büyük dinsel saygınlığı ve “aforoz” gibi manevi bir gücü olmasına rağmen, Papalığın kendine ait bir askeri gücü yoktu. Papalığın buyrukları monarşilerin uygulamaları ile çatışınca, uzun vadede kazanan üstün askeri gücü ile monarşiler oldu. 13. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de göreli olarak homojen ve güçlü ulusal krallıklar kurulurken, Almanya ve İtalya’da Kutsal Roma İmparatorluğu mirası üzerinde küçük kent devletler kuruldu. Daha önce var olanlar ise bağımsızlıklarını sürdürdüler. Fransa ve İngiltere’de kentliler monarklara vergi vererek, yerel 5 feodal lordlara karşı korunma ve bazı özgürlükler kazandılar. Belirli bir monarşi denetimi pahasına da olsa, monarşinin koruyuculuğu, İngiliz ve Fransız kent insanına Almanya ve İtalya’da hüküm süren yerel anarşiden daha çekici gelmiştir. Almanya ve İtalya’daki merkezi otoritenin yıkılmasıysa, belirli bir anarşi pahasına da olsa, bu bölgelerde kent devletlerin hakim birimler haline gelmesine yol açtı. 15. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’nın batısında ortaya çıkan ulusal devletler, gelecek yüzyıllarda parlak ve uzun bir gelişme ve güçlenme potansiyeline kavuşmuşlardır. İtalya ve Almanya bölgesinin kent devletleri ise, 14 ve 15. yüzyıllarda kültürel ve ekonomik önderliği ellerine geçirdiler. Yani 1300-1500 yılları arasında Avrupa’nın siyasal dengesi, çevrede ekonomik olarak geri olan ulusal devletlerle, Batı Hristiyanlığının ortasında küçük ama canlı ve gelişmiş kent devletleri arasında oluşmuştur. e- Rönesans: Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, eski Grek ve Roma başarılarının yeniden canlandırılması sürecini anlatır. Rönesans döneminin yaratıcılığı, yenilikçiliği ve canlılığının asıl yürütücü gücü kent insanları yani bir bakıma tüccarlardı. Bunlar ne kadar zengin olursa olsunlar, geniş kitlelerin efendisi olmadıklarından, enerji ve zamanlarını bu kitlelerin yönetimine değil, en karlı ticaretin nereyle ve nasıl yapılacağına harcadılar ve bu yolla sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine harcadılar. Rönesans’ı bir bütün olarak değerlendirirsek, şu temel anlayışlara dayandığı ve onlarla anlam kazandığı görülür: yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir, insan güçlüdür ve bu gücüyle büyük başarılar elde edebilir, insanın sürekli faal olması onurlu bir şeydir ve gerçek güzeldir. Rönesans bir bakıma insanın kendisini ve çevresini yeni bir algılama ve kavrama biçimidir. Bu anlayışa göre, yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekici bir yerdir ki, başka dünyaları düşünmenin ve ona hazırlık yapmanın bir anlamı yoktur. Sakin, toplumdan uzak, dünyevi zevklerden yoksun bir yaşam, hareketli, başarılı, serüvenlerle dolu ve dünyevi bir yaşamdan daha saygı değer değildi. İnsan tanrının koruyuculuğu altında bile olsa zayıf olamazdı; gerçekte büyük bir güce sahipti. Eskiden ideal olan dünya işlerinden belirli ölçüde uzak durmaktı. Yoksulluk, Hristiyan doktrininde, saygı uyandırmaktaydı. Rönesans’la birlikte, zenginliğin olanaklarından doğrulukla yararlanmanın erdem olduğuna inanılmaya başlandı. Ortak sorumluluk anlayışından vazgeçilerek, bireyin yetenekleri ve potansiyel gücü vurgulandı. Rönesans bireyciliğinde erdemli kişi, ister savaşta, ister sanatta, ister devlet yönetiminde olsun, ne yapacağını bilen potansiyelinden yararlanarak önüne çıkan fırsatları en iyi biçimde kullanan bireydir. Rönesans gerçeklik ve nesnellik anlayışını da beraberinde getirmiştir. Gerçek evrende görülen ve dokunulan kişi ya da nesneler olarak ele alındı. Nesnellik ise nesnelerin onları algılayan her normal insana aynı görünmesi ve hissedilmesi demekti. Sanattan ve bilimden beklenen bu gerçeği ve nesnelliği iletmesiydi. Bu uyanış, resimden müziğe, heykeltıraştan mimariye, edebiyattan doğa bilimlerine kadar tüm insan faaliyetlerinde kendini gösterdi. f- Dini Reform (Reformasyon): Kilise 15. yüzyıla gelindiğinde monarkların ve zenginlerin vicdanlarında sahip olduğu önemli yeri yitirmeye başlamıştı. Ama aynı zamanda sade vatandaşın güven ve inancı da sarsılmıştı. Monarklar ve zenginler üzerinde ruhani gücünün azalmasının etkisi, kendi iç işlerine karışmasına, manevi sınırlandırmalarına, iddia ettiği genel hükümranlığa ve koyduğu vergilere karşı çıkılmasıydı. Kilisenin güç ve mülküne itibar etmemeye başlamışlardı. Prenslerin kiliseye başkaldırmaları önemli bir gelişmeydi. Fakat asıl 6 önemli nokta, kilisenin siyasal mücadelede Kutsal Roma imparatoru ile açıkça işbirliği yapmaya başladığı zaman kiliseden ayrılmayı düşünmeye başladılar. Monarkların bu isyanı, kilisenin dünya yönetimine ve Kutsal Roma imparatorunun üzerlerindeki siyasal hükümranlık iddialarına karşı dini olmayan bir hareketti. Normal vatandaşın kiliseye isyanı ise dini nitelikteydi. Kilisenin gücüne değil zayıflığına isyan ediliyordu. Dini öğretiye uygun ve dürüst bir denetim istenmekteydi. Papa’ya Hristiyan dünyasının dini önderi olduğu için değil olmadığı için itiraz ediyorlardı. Papa, Hristiyanların ruhani lideri olacağına, varlıklı ve dünyevi bir prens haline gelmişti. Avrupa’da 14. yüzyılda kilisede reform isteyenleri göz önünde bulundurduğumuzda, üç yönlü bir mücadeleden söz edilebilir. Öncelikle monarklar, kendi toprakları üzerindeki ruhani otoriteye, eğitim sistemine ve kilisenin mal ve mülküne el koymak istiyorlardı. Monarkların reformu dinin başı olan papanın yerine monarkın, yani devletin geçmesi biçimini aldı. Amaçları tahta bağlı ulusal kiliselerin kurulmasıydı. Halk ise Hristiyanlığı zengin ve güçlü olanların haksızlık ve kötülüklerine karşı güçlü bir otorite haline getirmek istiyorlardı. Halkın yapmak istediği, kilisenin otoritesine karşı kendi İncil’lerine sahip olmak, kendi kiliselerini buna uygun olarak yönetmekti. Bu hareketin tipik örneği Martin Luther’dir. Luther, kiliseyi düzeltmek değil, onu alaşağı ederek yerine İncil’den çıkarılacak ilkeler üzerine yeni bir kilise kurmak istiyordu. Ona göre her Hristiyan İncil’i okumalı ve kendi vicdanına göre yorumunu serbestçe yapabilmeliydi. Din adamlarının Hristiyan cemaatinin öteki üyelerinden farkı kalmamalıydı. Roma ve Kutsal Roma imparatoruna karşı Almanya’da birikmiş bir tepkiden dolayı Luther ateşli taraftarlar toplamaya başladı. Ancak bu reformları yapabilmek için güce ihtiyacı olduğunu biliyordu ve bu yüzden Alman prenslerine seslenerek, din üzerinde hakları olan denetimi kurmalarını istedi. Prenslerin bu çağrıya uyması üzerine Luther’in öğretisi devletin otoritesine boyun eğmeye dönüştü. İyi bir Hristiyan, kurulu otoriteye sadık kalmalıydı. Reform hareketleri önemli siyasal sonuçlar doğmasına sebep oldu. Almanya’da bazı prensler ve kent devletleri bir birlik kurarak, Katolik Kutsal Roma imparatoruna karşı savaş başlattılar. Fransa kralı I. François ve başbakanı Kardinal Richelieu iyi bir Katolik olmasına rağmen, bu Protestan birliğini destekledi. Siyasal çıkarları, dinsel çıkarlarına üstüne gelmiştir. I. François Habsburgların evrensel monarşisine karşı Avrupa güç dengesini sağlamak için, Protestan Alman prenslikleriyle ve hatta Müslüman Osmanlı ile ittifaklar kuracaktır. Bunu izleyen süreçte Fransa’nın dış politikası ister dinsel ister siyasal olsun, Almanya’nın bölünmüşlüğünün sürdürülmesi üzerine kurulacaktır. Fransa’nın desteğiyle alman prenslikleri, Kutsal Roma’ya ve Katolik kalan prensliklere karşı zafer kazandılar. 1555 tarihli Augsburg Barışı Protestanlık davasının başarısını simgeler. Fakat aynı zamanda Almanya’nın, küçük ve bağımsız devletler mozaiği biçiminde parçalanmışına da yol açmıştır. Kilise içinde bazı azizlerin başını çektiği grup ise, kiliseyi doğru yola çekerek, kilisenin gücünü artırma peşindeydi. Kilise içindeki reformasyonun en önemli temsilcisi İspanyol Aziz Ingatius’tur. Ingatius, 1538’de İsa’nın Toplumu adıyla bir tarikat kurdu. Bunlara “Cizvitler” dendi. Bu tarikat kendini tamamen kilisenin emrine verdi. Misyonerlik faaliyetleriyle Hristiyanlığı Çin’e, Hindistan’a ve Kuzey Amerika’ya kadar yaydılar. Cizvitlerin asıl başarısı eğitim alanında olmuştur. Genel bilgi düzeyini yükseltmiş, tüm Katolik kilisesinin itibarını yeniden kazanmasını sağlamaya çalışmış ve onlarla rekabete giren Protestan Avrupa’nın da uyarıcısı olmuşlardır. 7 Reform hareketlerini önemli bir sonucu, kilisenin hemen hemen bugünkü halini almasıdır. Papalık, bu tarihten sonra devlet yönetiminden ayrı dinsel bir örgüt olarak faaliyet gösterecektir. Bir başka önemli sonuç ise, ister devletler arasında, ister devlet sınırları içinde olsun, Hristiyan dininin gerçeği üzerinde anlaşamamalarının, laiklik ve modern bilime giden yolu açmasıdır. Rönesans ve reform arasındaki karşılıklı etkileşim, Avrupa kültürünün özünde bulunan pagan Helen ve Hristiyan geleneği arasındaki temel çelişkiyi belirgin hale getirmiş ve Avrupa insanının yaratıcılık potansiyelini artırarak, Avrupa’nın entelektüel ve manevi enerjisini yükseltmiştir. Batı’nın Denizlerde Üstünlük Sağlaması 16. yüzyıla tüm dünyada önce Portekiz, sonra da İspanya’nın dönemi demek yanlış olmaz. Portekiz krallığı Atlantik’te keşfi teşvik edip mali destek sağlayınca Vasco de Gama, Afrika’nın güneyinden dolaşıp kendisini daha önce bilmedikleri Arap ticaretinin tam ortasında buldu. Sonrasında Goa, Aden ve Hürmüz Boğazı ve Doğu Afrika’da sürekli ticaret istasyonları kurdu. Portekizliler buradan Malaka Yarımadası, Çin limanları ve Yeni Gine’ye kadar uzandılar. Böylece Avrupa’nın ateşli silahlar ve deniz gücüyle desteklenen ilk sömürge imparatorluğu kuruldu. Kısa vadede bu hareket, doğu kökenli malların, çok el değiştirmeden Avrupa’ya ulaşması oldu. Böylece fiyatlarda esaslı değişiklikler meydana geldi (düşüş yaşandı). Kraliçe İsabella’nın desteği ile Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika kıtasını bulması, Portekiz’den sonra İspanya’yı da denizaşırı imparatorluk kurmaya itti. Doğuda Portekiz’i dengelemek için İspanyollar Amerika’nın içlerinde keşfe başladılar. Kilise yeni bir “haçlı ruhu” ile Hristiyanlığı yeni kıtada yaymak içim hemen misyonerliğe başladı ve sömürgeciliği destekledi. İspanyol fatihlerinden Cortez, Meksika’daki Aztek, Pizarro ise Peru’daki İnka uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. Bu uygarlıkların altın heykel ve süs eşyalarını eriterek paraya çevirdiler. Yerlilerin zorla çalışmasının yanı sıra, Afrika’dan 1560’ta sayıları yüz bine ulaşan kara derili tutsak Amerika kıtasına getirildi. Doğu ile Batı’nın denizlerine tam yüz yıl Portekiz ile İspanya egemen oldular. Bu iki devlet 1494’te yaptıkları bir anlaşmayla yeryüzünü ikiye bölerek paylaştılar. Magellan’ın keşfettiği Filipinler İspanya’ya, Portekiz tarafından bulunan Brezilya ise Portekiz’e verildi. Bunun dışında İspanya tüm Amerika’yı, Portekiz ise Asya ve Doğu Hint adalarının ticaret hakkını elde etti. Fransa, İngiltere ve Hollanda gibi denizcilik potansiyeli olan devletler 1600’lere kadar Portekiz ve İspanya gibi denizlere açılamadılar. Bu devletler iç sorunlarını ve din savaşlarını atlattıktan sonra okyanuslara açılmaya başlayacaktır. 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İberik yarımadasının deniz üstünlüğü tehdit edilmeye başlandı. Önce Hollanda (1568) sonra da İngiltere’nin (1588) İspanyol deniz güçlerine karşı zaferleri İspanya’yı tahtından indirdi. Hollanda hemen arkasından Portekiz’in Hint Okyanusu kıyılarındaki ticaret merkezlerine yerleşti. Fiyat Artışı ve Merkantilizm: 10 ve 15. yüzyıllar arasında gelişen ticaret, 16. Yüzyıla varıldığında devletlerin en önemli uğraşı oldu ve bugün bildiğimiz niteliğini kazandı. Kapitalist ekonominin ortaya çıkışı ve kent merkezli ekonomik sistemden ulus merkezli ekonomik sisteme geçiş. Bu dönüşümün önemli bir özelliği, 12. Yüzyılda başlayan, ama 16. 8 Yüzyılın ikinci yarısında hızlanan fiyat artışıdır. Bu durum enflasyon yaratmıştır ve halklar üzerinde olumsuz etkiye sebep olmuştur. 16. Yüzyıl enflasyonunun sebebi, Amerika’dan Avrupa’ya akan yeni bulunmuş değerli madenlerdir. Maden miktarı üretilen mal ve hizmetlerin hacminden daha hızlı arttığı için madenin değeri azaldı. Bu da fiyatların yükselmesi demekti. Özellikle 13.yüzyıldan sonra sürekli artan nüfus, ekime daha az uygun toprakların da tarıma açılması zorunluluğunu doğurdu. Böylece üretim masrafı ve maliyeti yükseldi. Nüfusun artması sonucunda tarım ürünlerinde yaşanan fiyat artışı karşısında hükümetler paranın değerini düşürdü. Bu uygulama kısa vadede kralın gelirini artırdıysa da uzun vadede enflasyonu körükledi. Bazı hükümetlerin vergi artırma yoluna gitmesi buna izin vermeyen parlamenter nitelikteki kuruluşlarla çatışmaya sebep oldu. Yani mali bunalımlar anayasal bunalımları tetikledi. Bu anayasal bunalımlar sonucunda 17.yüzyılda İngiltere’de parlamento zafer kazanmış, diğer Avrupa ülkelerinde ise kraliyet despotizmi kurulmuştur. Fiyat artışlarının bir başka sonucu ise merkantilizmin ortaya çıkışıdır. Kralların altın ve gümüşün kendi ülkelerine akması için tedbir almaları, merkantilist düzenlemenin iticisi oldu. Bu uygulamaysa giderek güçlü ve kendi kendine yeten ekonomi kurma düşüncesine yani merkantilizme yol açtı. Merkantilist düşüncenin temel noktaları; mamul maddelerin ihracatını artırmak, hammaddelerin ihracatını azaltmak, yaşamsal olan ham maddelerin dışında ithalatı yasaklamak ve böylece ticaret dengesini kendi lehlerine çevirmektir. Fransa daha 16.yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti ile bu yönde bir anlaşma yapmıştır (kapitülasyonlar). Tüm bu gelişmelerle biriken zenginlik, Avrupa tarihinin gelecek yüzyıllarının en önemli siyasal birikimi olan ulus devleti doğuracaktır. Çünkü 16. yüzyılla birlikte dünya ekonomisinin gidişi, ulus devlet çapında bir ekonomik düzenlemenin en başarılı düzenleme olduğunu gösterecektir. Ayrıca yine bu zenginlik sayesinde devletler güçlü ve sürekli ordular besleme imkânına kavuştular ve güçlerini artırdılar. Bu iki gelişme, ekonomik ve askeri olanaklar, ulus devletin kuruluşunu kolaylaştırmıştır. Üstünlüğün Kuzeybatı Avrupa’ya Geçmesi Başat Güç Kavramı: George Modelski tarafından geliştirilen kurama göre, 15. yüzyılla birlikte dünya tarihi, belirli devletlerin belirli süreyle yeryüzünde başat güç durumuna yükselmeleri ve sonra bu statülerinden düşmeleri zinciri içinde bugüne doğru akmaktadır. Bu başat güç durumuna yükseliş ve düşüş kabaca yüz yıllık sürelerle olmaktadır. Belirli bir devlet yükselerek dünya denizlerinde egemen duruma geçmekte ve bu egemenliğini hemen hemen yüz yıl sürdürmektedir. Bu süre içinde başat güce meydan okuyan başka bir güç çıkmakta ve ikisi arasında, belki sistemin öteki üyelerinden bir kısmının da katıldığı, büyük bir savaş yeni başat gücün belirlenmesini sağlamaktadır. Bu büyük savaştansa genellikle başat güç veya meydan okuyan güç değil, üçüncü bir devlet kazançlı olarak çıkıp dünya egemenliğini kurmaktadır. Örneğin, 15 ve 16. yüzyıllar önce Portekiz sonra İspanya’nın başat güç oldukları yüzyıllardır. 1568 Hollanda-İspanya savaşları, Portekiz ve İspanya’yı başat güç statüsünden düşürmüştür. 17. yüzyılda Hollanda, 18. yüzyılda Fransa, 19. yüzyılda İngiltere başat güç olmuştur. 20. yüzyılda iki dünya savaşına yol açan Almanya’nın meydan okuması vardır. 9 İngiltere ve Almanya mücadelesi ABD’nin işine yaramış ve başat güç ABD olmuştur. Bu üstünlüğe meydan okuyan ise Sovyetler Birliği olmuştur. Fransa’nın Bütünleşmesi, Almanya’nın Parçalanması; Otuz Yıl Savaşları ve Westfalya Barışı 1648: Fransa’da IV. Henri uzun ve yıkıcı savaşlardan sonra monarşinin otoritesini sağladı. Devlet resmen Katolik olmakla birlikte, Fransa’nın ulusal çıkarları papalığın çıkarlarından hep ayrı düşünüldü. 13. Louis’in saltanatı sırasında kralın başbakanı ve kilisenin kardinali olan Richelieu (raison d’etat-ulusal çıkar), orduyu merkezi otoriteyi kabul etmeyen kale ve kentleri ortadan kaldırmada başarılı bir şekilde kullandı. Böylece monarşi otoritesini hemen hemen Fransa’nın tamamında tam olarak sağladı ve Fransa tipi mutlakıyetçi monarşi, Avrupa’nın modern hükümet biçimi olarak başarı kazandı. Kardinal Richelieu, çıkarları gerektiği zaman, Alman Protestanlarının yanında olmaktan kaçınmadı. Böylece Fransa, 15621598 yılları arasında dini nitelikli iç savaşlar sonrasında bütünlüğünü sağlamış, Almanya ise 1618-1648 yılları arasındaki aynı nitelikte Otuz Yıl Savaşları’ndan parçalanmış olarak çıkmıştır. 1555 tarihli Augsburg Barışı, her devletin vatandaşlarının dinini belirleme yetkisi tanımıştı. Ancak bu hak uygulamada yürümedi ve 1608’de Protestan devletler haklarını savunmak için aralarında bir birlik kurdular. Dışardan destek sağlamak için Hollanda, İngiltere ve Fransa ile görüştüler. 1609’da ise Katolik alman devletleri Kutsal Roma İmparatorluğu’nun desteği ve Bavyera’nın önderliğinde birleştiler. Bunlar da İspanya’nın desteğine güveniyorlardı. Böylece Almanya dini bir savaş hazırlığına girişiyor ve birbirlerine karşı dış destek arayan iki kampa bölünüyordu. Bu savaş bir kere, Katolik ve Protestan davası üzerine Alman iç savaşıydı. İkinci olarak siyasal birliğini korumak isteyen Kutsal Roma İmparatoru ile bağımsızlıklarını sağlamak isteyen üye devletler arasında bir iç savaştı. Üçüncü olarak Otuz Yıl Savaşları, Alman topraklarında sürdürülen Fransa ile Habsburlar, İspanya ile Hollanda arasında ve Danimarka, İsveç ve Transilvanya’nın da karıştığı uluslararası bir savaştı. Otuz yıl Savaşları, Fransız Devrimi öncesinin en büyük Avrupa savaşıdır ve Protestanların zaferi ile 1648 tarihli Westphalia (Vestfalya) Barışı ile sonuçlanmıştır. Barışı hazırlayacak olan konferans, Avrupa’nın en büyük konferansı sayılabilir. En önemli özelliklerinden biri daha önceki toplantılar dini nitelikliyken, Westfalya’nın devlet, savaş ve iktidar sorunlarının tartışıldığı laik bir konferans olmasıdır. Papalık temsilcisine söz hakkı verilmemiş, anlaşma papaya imzalatılmamıştır. İkinci olarak kilisenin gücü tam olarak sınırlandırılmış, Augsburg Barışı’nın hükümleri yenilenmiş ve Almanya’da Katoliklik, Protestanlık ve Calvinizm geçerli dinler haline gelmiştir. (Calvinizm, Hristiyanlıktaki batıl inanışlara ve görkemli törenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Luther’in aksine dinin devlete boyun eğmesini eleştirmiştir). Üçüncü olarak uluslararası hukuk bakımından Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçalanmış olduğu doğrulanmıştır. Westphalia (Vestfalya) Barışı ile 300 kadar alman devleti hemen hemen bağımsız siyasal birimler oldular. Üye devletlerin rızası olmadan imparatorluğun vergi ve asker toplayamayacağı, kanun koyamayacağı, savaş ilan edemeyeceği ve barış anlaşması imzalamayacağı hükme bağlandı. Böylece Avrupa’nın öteki devletleri mutlakıyetçi monarşi 10 altında birleşip güçlenirken, Almanya, ömrü tükenmiş bir feodal karışıklık içine itildi. Avrupa kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik içinde ittifak kuran ve bozan, savaş ve barış arasında güç dengesine göre durum değiştiren bağımsız ve özgür devletlerden oluşacaktır. Sonuç olarak Vestfalya Barışı’nın Katolik Habsburgların Avrupa’ya egemen olma tehdidini ortadan kaldırdığı söylenebilir. Barış ayrıca, Almanya’yı küçük devletlere bölerek Fransa’nın dünya üstünlüğünü eline geçirmesine de yardımcı olmuştur. Fransa’nın Üstünlüğü ve Güç Dengesi Politikası: Fransa’da 14. Louis döneminin ikisi iç ve biri dış politika olmak üzere, üç önemli özelliği vardır. 14. Louis, ortaçağdan kalma soyluların (aristokrasi) feodal özgürlüklerini sona erdirerek, Avrupa sahnesinde doğmakta olan güçlü ve mutlakiyetçi ulus-devletin üstünlüğünü sağlamış ve son zamanlarda gelişmekte olan güçlü ve disiplinli ordu anlayışını Fransa’da tam olarak yerleştirdi. Bu ordular yeni doğmakta olan modern devletin iki önemli unsuru olacaktır. Dış politika açısından ise, genişlemeci ve saldırgan dış politikasına karşı öteki devletler bilinçli bir “güç dengesi” (balance of power) politikası izlemeye başlayacaklardır. Güç dengesi, bu noktadan sonra önce Avrupa’nın sonra giderek tüm dünyanın uluslararası ilişkilerini düzenleyen bir kavram olacaktır. 16. yüzyılın din savaşları ve 1648 ayaklanmaları, Fransa halkına, toprak aristokrasinin üstünlük iddialarına karşı kralın güçlü yönetimini tercih etmeleri gerektiğini gösterdi. Bu koşullar altında “devlet benim” diyecek kadar ileri gidecek olan 14. Louis, sınıflar ve dinlerle bölünmüş bulunan Fransa’da bütünleştirici gücün ulusal monarşinin mutlakiyetçiliği olduğunu anlamıştır. 14. Louis, merkezi otoriteyi sağladıktan sonra orduya çekidüzen verdi. Daha önce ordu, bir çeşit özel teşebbüs gibiydi. Para ya da çeşitli siyasal araçlarla istedikleri hükümete hizmet eder durumdaydılar. Nitekim 1648 ayaklanmalarında soyluların yanında yer almışlardı. Dolayısıyla bu askerlerin yaptıkları savaşlar devletin bir eylemi değildi. 14. Louis’in bu alandaki en önemli başarısı, savaşı devletlerin bir eylemi biçimine sokması olmuştur. Bunun için Fransa’da her askerin yalnız kendisi için savaşmasını sağladı. Kendisi en tepede olmak üzere, tam bir askeri hiyerarşi, emir komuta zinciri kurarak, askerlere tek tip üniforma giydirdi, sürekli oturacakları barakalar kurdurdu. Kısaca, orduyu disiplin ve denetim altına aldı. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ordunun hala belirli bir hanedana (Bourbon) bağlı kılınmasıdır. Ancak, 19. ve 20. yüzyılların “yurttaş ordu” ya da “ulus ordu” anlayışı ancak 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkacaktır. Dış Politika ve Güç Dengesi: 14. Louis dış politikada genişlemeci bir siyaset izlemiştir. Fransa’nın genişleyebileceği iki alan vardı. Doğuya ve Ren bölgesine doğru genişlemek ve İspanya Hollandası’nı (Belçika) ilhak etmek ki böylece, Kutsal Roma İmparatorluğu parçalanacaktı. Diğer alan ise İspanya idi ve İspanya topraklarına veraset yoluyla sahip olmak istiyordu. (İspanya kralının kız kardeşiyle evliydi). Böylece 14. Louis’nin dış politika amacı açıkça ortaya çıkıyordu. İspanya ile Fransa’nın kaynaklarını birleştirerek Fransa’yı Avrupa’da, Amerika’da ve denizlerde üstün kılmak. Bu amacında başarı kazanırsa, kuracağı “evrensel monarşi”, Avrupa’nın öteki devletlerinin bağımsızlıklarının sonu olurdu. İşte bu noktada Avrupa’nın öteki devletlerinin bu evrensel monarşiye karşı taktiği, güç dengesi 11 politikasıdır. Daha 10-15 yıl önce, Habsburg üstünlüğüne karşı, başını Fransa’nın çektiği bir güç dengesi politikasıyla mücadele edilmişti ve Otuz Yıl Savaşları sonunda imzalanan Westfalya Barışı bu politikanın başarısını simgeliyordu. Şimdi aynı tehlike Fransa’dan geldiğine göre, güç dengesi politikası da Fransa’ya karşı yöneltilecekti. 17. ve 18. yüzyıllarda güç dengesi politikası izleyen devletlerin amacı, kendi hareket serbestliklerini en üst düzeyde tutmaktır. Amaç, barışı korumaktan çok, olası saldırılara karşı Avrupa devletlerinin bağımsızlık ve hükümranlıklarını korumaktı. Bu politika başarılı oldu denilebilir. Bunun sebebi ise bağımsız dış politika izleme yeteneğine sahip çok sayıda devletin uluslararası sistem içinde bulunmasıdır. Devletler serbestçe bir ittifaktan ötekine geçebilmekteydi. Din savaşları bittikten sonra kendilerini katı dış politika kalıpları içine sokacak ideolojilerin de olmaması, güç dengesi politikasını izlenmesini kolaylaştırmıştır. İspanya Veraset Savaşları ve Utrecht Barışı (1713): Büyük bir miras bırakacak olan İspanya Kralı II. Charles’ın 1700 yılında ölmesi Avrupa’yı bir dizi savaşa götürdü: İspanya Veraset Savaşları. Veraset Savaşları, dünya tarihi açısından bazı özelliklere sahiptir. Bu savaş, 18. yüzyılın gelecek savaşlarının tipik örneğidir. Bu savaşlar tüm halk tarafından değil, profesyonel ordularca yürütülen savaşlar dizisidir. Ayrıca dinin çok az rol oynadığı ilk büyük çaplı savaştır. Asıl önemli olan ticaret ve deniz gücünü de içermesiyle birlikte, dünya savaşı denilebilecek ilk savaştır. Avrupa’nın önde gelen devletlerinin yanı sıra denizaşırı dünyayı da kapsamıştır. II. Charles’ın kız kardeşiyle evli olan Fransa Kralı ile Habsburg İmparatoru İspanya mirası üzerinde hak sahibiydiler. II. Charles yaptığı planla, İspanya topraklarını parçalamadan bütün olarak 14. Louis’in torununa bıraktı ve iki tahtın hiçbir zaman birleştirilmemesini şartı koştu.14. Louis bunu kabul etmezse, aynı şartlar altında miras Habsburg imparatorunun oğluna bırakılacaktı. 14. Louis, Fransa’nın etkisinin genişleyebileceğini düşünerek bu mirası ve şartları kabul etti. Bu noktadan sonra 200 yıldır Avrupa içindeki siyasal dengenin tehdit edildiği bir ortam doğdu. Güç dengesi politikasına uygun olarak, 1701’de İngiltere, Kutsal Roma İmparatorluğu, Hollanda, Portekiz ve Brandenburg ve Savua dükalıklarının katıldığı bir “Büyük İttifak” kuruldu. Fransa’nın yenildiği İspanya Veraset Savaşları’nda sonra imzalanan Utrecht Barışı’nın maddeleri, siyasi tarihin ana konusu olan 19. Yüzyılın büyük çaplı olayları açısından çok önemlidir ve belki de “modern dünya” Westfalya’dan çok Utrecht ile kurulmuştur. Anlaşmanın asıl önemli konusu İspanya dünyasının paylaşılmasıdır. İngiltere Cebelitarık ve Minorka Adasını, Savua Dükalığı Sardunya adasını aldı. İspanyanın Akdeniz’deki öteki toprakları (Milan, Napoli ve Sicilya) ile İspanya Hollandası (Belçika) Avusturya Habsburglarına bırakıldı. 14. Louis’in torunu İspanya tahtına II. Philippe adıyla geçti. Bundan sonra İspanya tahtı, belirli aralıklarla 1931’deki cumhuriyetçi devrime kadar Bourbonlar tarafından idare edildi. Fransa savaştan sonra Amerika’daki iki kolonisini (Newfoundland ve Nova Scotia) İngiltere’ye devretti. Utrecht Barışı ile Fransa’nın etkisi sınırlandırıldı. Fransa’nın İspanya’daki etkisi artarak devam ederken, dil ve uygarlığı Avrupa’ya yayılmaya devam etti. 12 Utrecht Barışı’nın önemi şuradadır: Daha önce adı çok az duyulan iki küçük devlet Savua ve Brandenburg Avrupa siyasetinde yükselmeye başladı. İki ülkenin yöneticisi galip tarafa katılmış oldukları için kral kabul edildiler. Bundan sonra Savua’ya Sardunya ya da Piyomente, Brandenburg’a ise Prusya denilecektir. İkinci olarak, Westfalya ile kurulan uluslararası sistem yeniden doğrulandı. Üçüncü olarak, Almanya hala feodal bir karmaşa içinde, İtalya hala parçalanmış, İspanya ise Fransa’nın etkisi altına girmiş olduğu için, Utrecht Barışı’ndan İngiltere ve Fransa güçlü iki devlet olarak çıkmıştır. Savaştan asıl kazançlı çıkan İngiltere olmuştur. İngiltere, savaş sırasında İskoçya ile birleşmiş, Minorka ve Cebelitarık’ı alarak Akdeniz gücü olmuş ve Amerika’da iki toprak parçası almıştır. Ayrıca İspanya Amerika’sına köle taşıma ayrıcalığı elde etmiş ve Bristol ve Liverpool gibi kentlerin gelecek dönemde zenginleşmesinin temelini bu dönemde atmıştır. İngiltere’de Parlamenter Sistem: 17. Yüzyılda İngiltere tarihi modern devletin doğuşunda rol oynayan üç unsurun mücadelesine sahne olmuştur: monarşi, özel mal ve mülk sahipleri ve ortalama halk. Avrupa’nın hemen hemen her monarşisinde halkın temsili bir organı vardı. Ancak hiçbiri İngiltere’deki kadar güçlü olmamıştır. Bu sonucu doğuran ve İngiliz ve Kıta Avrupası parlamentolarını birbirinden ayıran önemli özellikler vardır. Bunlar: İngiliz parlamentosunun arkasında belirli temel ve evrensel hakları içeren belge ya da bildiriler vardı. İkinci olarak, İngiliz parlamentosu yalnız toprak sahibi şövalyeleri değil, aynı zamanda seçimle gelen kentlileri de kapsıyordu. Üçüncü olarak, İngiliz parlamentosunun hemen hemen tüm üyeleri mal ve mülk sahibiydi. Tüccarlar tarafından desteklenen toprak sahipleri, monarkın vergileri artırması halinde zenginliklerinin tehlikeye gireceğini biliyorlardı. Dolayısıyla, krala karşı direnmek için nedenleri vardı. Dördüncü olarak, tüm ülke içinde tek bir parlamento vardı ve bu yüzden etkili olabiliyordu. Diğer ülkelerde görülen, yerel nitelikte ve meclis gibi çalışan kuruluşlar olmadığı için muhalefet bir noktaya odaklanabiliyordu. Son olarak da, parlamento içince Lordlar ve Avam olmak üzere iki “kamara” vardı. Toprak çıkarları ikisini de temsil ediyordu. Soylular Lordlar kamarasında, yukarı orta sınıf ise Avam kamarasındaydı. Aristokrasinin büyük bir bölümünü oluşturan bu sınıf, Avam kamarasından tüccarlar ve kent temsilcileri ile bir aradaydı. Dolayısıyla İngiliz parlamentosu, Kıta Avrupa’sındakilerin aksine sınıf farklarını keskinleştirmiyordu. Ayrıca, Avrupa’nın aksine din adamları ayrı bir güç olarak parlamentoda yer almıyordu. Tüm bu özellikler İngiliz parlamentosuna monarşiyle mücadelesinde güç vermiştir. Parlamentonun etkinliğini sağlayan ilk belge 1215 tarihli Magna Carta idi. Daha 13. Yüzyılın başlarında kralın yurttaşın özgürlüğü ve kişisel malı üzerindeki yetkisini kaldırarak, İngiltere’yi bir hukuk devleti yapma yolunu açmıştı. İngiltere’deki siyasal çatışmanın önemli bir özelliği de Kıta Avrupası’nı birbirine katan Katolik-Protestan çatışmalarına pek sahne olmamasıdır. İngiltere’deki mücadele dini olmaktan çok, özel mülk sahiplerini içeren parlamento ile kralın arasında siyasal nitelikte bir mücadeledir. İngiltere’deki siyasal mücadele I. Charles zamanında (1625-1649) bir iç savaş haline dönüştü. Kral, Avrupa tipi bir monark gibi hareket etmeye başlayıp, parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa’ya savaş ilan etti ve savaşı finanse etmek için vergileri artırınca, İngiliz parlamentosu 1628’de dünya tarihi açısından önemli bir belge yayınladı: “Haklar Bildirgesi” (Petition of Rights). Bu bildiri, kralın yetkilerine sınır getirerek, hukuk sürecinden 13 geçilmeksizin kralın kimseyi suçlamayacağını, cezalandıramayacağı ve halka karşı orduyu kullanamayacağını belirtmekteydi. Bu bildiriye kralın tepkisi sert oldu ve parlamentoyu kapatarak 11 yıl toplamadı. Fakat vergileri artırması ve izlediği sert tedbirler sonrası yaşanan gelişmeler kralı parlamentoyu tekrar toplamaya zorladı. Parlamentonun bakanlardan birini idama mahkûm etmek gibi faaliyetlere başlaması ve kralın uyguladığı baskı durumu artınca İngiltere’de ortam iyice karıştı. Bu karışıklıktan ise Oliver Cromwell’in başında bulunduğu bir halk ordusu ortaya çıktı ve bu ordu 1642’den itibaren krala karşı mücadeleye girişti. Bu arada parlamento kralı “vatana ihanet” suçundan yargılamaya başlamıştı. Halkın monarkı yargılaması insanlık tarihinde ilk kez görülüyordu. Lordlar Kamarası’nın muhalefetine rağmen Avam Kamarası kralı yargıladı, suçlu buldu ve 1649’da idam etti. İngiltere bir cumhuriyet oldu ve “Commonwealth” adını aldı. Cromwell, disiplinli ordusu sayesinde sadece İngiltere’deki duruma egemen olmakla kalmadı, aynı zamanda İrlanda ve İskoçya’daki ayaklanmaları da bastırdı. Deniz savaşları sonunda Hollanda’yı yenerek İngiliz denizlerinden çıkardı. Cromwell ile birlikte İngiltere yükselen bir deniz gücü oldu. Cromwell’in 1658’de ölümü üzerine İngiltere alışılmış olana geri döndü ve monarşi yeniden kuruldu. Hatta idam edilen kralın oğlu, II. Charles adıyla tahta çıktı. Sonrasında tahta çıkan Katolik olan kardeşi II. James kral olduğunda işler tekrar karıştı ve kral ile parlamento arasındaki mücadele yeniden başladı. II. James, İngiliz tahtının sınırlarını anlamayarak mutlakiyetçi bir monark gibi hareket edince parlamento karşısına çıktı ve üç yılın sonunda kral ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Parlamento 1689 yılında “Haklar Yasası”nı ( Bill of Rights) yayınladı. Buna göre hiçbir yasa, kral tarafından yürürlükten kaldırılmayacak, parlamentonun izni olmadan vergi ve asker toplanmayacak, hukuk sürecinden geçilmeden kimse tutuklanmayacaktı. Böylece İngiltere 1688 yılından sonra modernleşmeye başlayan dünyada gerçek bir aristokratik yönetimin en iyi örneği oldu. Toprak sahibi aristokrasi krala karşı yalnız bazı ayrıcalıklara sahip olmakla kalmamış, hükümete de egemen olmuştur. Dolayısıyla, parlamenter hükümet ve hukukun üstünlüğü gibi 19. Yüzyılın önemli ilkeleri önce İngiltere’de yerleşmiş ve uygulama alanı bulmuştur. Devrimler Dönemi (1776-1848) 13. yüzyılda İngiltere’de başlayan anayasal süreç, Avrupa kıtasının geriye kalan bölümlerinde değişik formlar aldıktan sonra okyanusu aşarak kuzey Amerika kıtasına ulaştı. Burada özellikle, kuzey Avrupa ülkelerinden göç eden ve Avrupa düşünce ve teknolojisine sahip insanlar arasında hem güçlendi hem de değişik biçimler aldı. Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik gibi üç kavram, Amerika Devrimi ile yeni kıtanın kuzeydoğusundaki 13 koloniye iyice yerleşti. 18. Yüzyılda ise buradan Avrupa’ya geri döndü ve burada Fransız Devrimi ile büyük bir patlamaya sebep oldu. Amerikan Devrimi 1492’den itibaren Amerika kıtası, Avrupa sömürgeciliğinin hücumuna uğramıştır. Amerika’ya ilk olarak 1492’de Kolomb’un gelmesiyle kazançlı çıkan İspanya’dır. 1500’de Portekizler, 1534’te Fransızlar ve 1603’te İngilizler kıtaya gelmişlerdir. İngiltere, Amerika’daki koloniler üzerinde kimin denetim kuracağı sorununu Yedi Yıl Savaşlarında Fransa’yı yenerek çözmüş ve 1763 Paris Antlaşması ile Kuzey Amerika’nın neredeyse 14 tamamını eline geçirmiştir. Yedi Yıl Savaşlar ile Fransa’nın yenilmesi, İngiliz kolonilerini güçlü bir devletin istilası korkusundan kurtarmıştır. İspanya’nın da gücünün azalmasıyla birlikte artık Kuzey Amerika’da İngiliz kolonilerinin genişlemesini engelleyecek bir güç kalmamıştır. Yedi yıl savaşlarının yarattığı bu yeni güvenlik duygusu Amerikan devrimine yol açan bağımsızlık ruhunun genişlemesini büyük ölçüde etkilemiştir. Kuzey Amerika Halkının Ayırıcı Özelliği: Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri Avrupa tipi toplumun yeni topraklar üzerinde ve benzersiz koşullarda örgütlenmesidir. Amerikan bağımsızlık mücadelesi, gerçekte İngilizlerin yenidünyaya getirdikleri ilkelere dayanılarak yürütülmüştür. Kuzey Amerika kolonileri feodal ve mutlakiyetçi bir biçimde değil, liberal bir temele dayanılarak sömürge haline getirilmişti. Kuzey Amerika’ya göç edenler, bu kıtanın güneyine göç edenler gibi, altın, elmas bularak zengin olup, ülkelerine dönme hırsıyla değil, dinsel baskılardan, işsizlik ve yoksulluktan kurtulmak, kendilerine özgürce yaşayacakları yeni bir ortam yaratmak umuduyla göç etmişlerdi. Daha göç etmeden özgür yaşama fikri akıllarda yer etmişti. Ayrıca temelli göç etme duygusu ile hareket ettikleri için aileleriyle birlikte gelmiş ve bölgenin yerel halkıyla fazla kaynaşma ihtiyacı duymamışlardır. Böylece bütünlüklerini korumayı başarmışlardır. İkinci olarak, İngiltere ve öteki Avrupa ülkelerindekinin aksine kolonilerde aristokrasi yoktu ve monarşinin gücü hem uzakta hem de etkisizdi. İlk yerleşim bölgelerinde nüfus artınca, hemen bölgenin ötesinde yeni boş toprakların bulunması, toprak kıtlığının yarattığı baskıları ortadan kaldırarak, son derece eşitlikçi çiftçi topluluklarının oluşmasını sağlamıştı. Ama ilk yerleşim bölgelerinde ve özellikle liman kentlerinde 18. Yüzyılda mal sahipleri ve başarılı tüccarların oluşturdukları, İngiltere’dekine benzer bir oligarşi de bulunuyordu. Böylece, çiftçi topluluklarının yanı sıra, girişimci ruha sahip İngiltere’deki iş sahipleri de Amerikan toplumunun temel dokusunu oluşturdu. Üçüncü olarak, çeşitli kolonilerde birbirinden farklı dinlerin varlığı daha başlangıcından kabul edilmişti ve hiçbir siyasal birim ya da kişi, tüm İngiltere Kuzey Amerika’sına tek bir dini zorla kabul ettirmeyi düşünmemiştir. Ayrıca, 18. Yüzyıl ilerledikçe, dini toplulukların üyeleri atalarının dinsel heves ve coşkularından uzaklaşmış ve o dönemde Avrupa toplumunu dönüştürmekte olan laikleşme anlayışını paylaşmışlardır. Bazı din adamları belirli dinsel bölüntülerin en aşırı biçimde propagandasını yapabiliyordu fakat bu İngiltere koloni topluluğu, tek bir kilise veya doktrin baskısı altında olmamakla övünmeye başlamıştı. Bu kolonilerdeki insanlar anayurtları dinsel baskılardan kurtulmak için terk etmişti. Dördüncü olarak, 13 koloninin çok değişik çevrelerden gelen insanlarını birleştiren, iki unsur vardı. Birincisi, Fransa’nın yarattığı askeri ve ekonomik baskıya karşı öfkeydi, ama 1763 yılında İngiltere’ye yenilip kıtadan çekilince bu tepki ortadan kalktı. İkinci unsur, Kızılderililere karşı duyulan öfkedir. Bu gerçek Amerika kökenli göçebe kabilelerin, beyazların yerleşim bölgelerine sürekli bir tehdit oluşturmakla birlikte, arkalarında Avrupa saldırganlığı, hızla üreme yetenek ve isteği, acımasızlığı ve gelişmiş silah teknolojisi olan beyaz Amerikalılara karşı pek şansları yoktu. Ayrıca diplomatik bilgi ve becerilerinin de gelişmemiş olması da etkinliklerini azaltmıştır. (İngilizlere karşı Fransızları kullanma veya tüm kabileleri birleştirme gibi). 15 ABD’nin Bağımsızlığı ve Sonuçları Kuzey Amerika’da nüfus artınca, özerk devletler haline gelme, kendilerine anayasa hazırlama ve eşit haklarla birlik kurmak kararlaştırıldı. Kuzey Amerika kolonilerinde bağımsızlık yönünde böyle bir gelişme yaşanırken, Yedi Yıl Savaşlarında dünyanın en büyük sömürge ve deniz devleti olarak çıkan İngiltere, sömürge imparatorluğu ile bağlarını güçlendirmek istedi. Ayrıca kendi vergi yükümlüsünün yükünü hafifletmek için, Yedi Yıl Savaşlarının giderlerini kolonileriyle paylaşmak niyetindeydi. Yeni vergiler biçiminde ortaya çıkan bu baskı, 13 koloniyi huzursuzluğa ve direnişe itti. Yedi Yıl Savaşlarını kaybeden Fransa da yenilginin acısını bu bağımsızlık hareketini destekleyerek çıkarmak istemiştir. 1774’te başlayan Amerikan bağımsızlık hareketi Fransa’nın yardımlarıyla 1776 yılında resmen bağımsızlık ilanına vardı. İngiltere George Washington komutasındaki savaşan kolonilerle başa çıkamayacağını anlayınca, 1782’de ABD’nin bağımsızlığını tanıdı. Bağımsızlıktan sonra ABD sınırsız doğal kaynaklarıyla hızla gelişti ve Rusya’dan Alaska’nın satın alınmasıyla 1867 yılında hemen hemen bugünkü sınırlarına ulaştı. Amerikan devrimi önemli sonuçlar doğurmuştur. Fransa Amerikan bağımsızlık mücadelesine yardım ederken büyük ekonomik yük altına girdi. Bunun doğurduğu ekonomik sorun 1789 Fransız devriminin en önemli nedenidir. Böylece Avrupa’da belki de bugüne kadar sürecek olan liberal ve demokratik devrimler çağını açacaktır. Amerikan devrimi, Avrupalıların genişletmek için birbirleriyle yarıştıkları sömürge sistemine, bunun eninde sonunda elden çıkacak tehlikeli ve güvenilmez bir mal olduğunu vurgulayarak ilk darbeyi indirdi. Amerikan bağımsızlığı, sömürge bağlarını koparmak isteyen öteki halklara, yani önce Latin Amerikalılara, sonra İngiliz sömürge imparatorluğundakilere ve 20. Yüzyılda da Asya ve Afrika’nın bağımlı insanlarına aydınlatıcı örnek oldu. ABD’nin kuruluşu, Avrupalılara aydınlanma çağının birçok düşüncesinin gerçekte uygulanabilir olduğunu göstermiştir. Özellikle Fransızlar, bir grup Amerikalının eyalet anayasalarını yazmak için, özgürlük içinde bir araya gelmelerini ve tartışmalarını unutmayacaktır. Bu anayasalar ve Bağımsızlık Bildirgesi çevrilerek, 1778 yılında basılacak ve Avrupa’nın hemen hemen tüm entelektüel çevrelerinde tartışmalara konu olacaktır. Avrupa’daki gelişmelere eklenen Amerikan etkisi, 19. Yüzyılın düşünce iklimini daha demokratik hale getirmiştir. Düşünürler artık model olarak İngiltere’yi değil Amerika’yı almaya başlamıştır. Amerikan anayasaları, Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin uygulamaları gibi gözüküyordu. Başlarından yabancı saydıkları bir hükümeti atmış, oturup devlet mekanizmasını yasama, yürütme ve yargı güçlerini en iyi ve birbirlerini denetleyecek biçimde kurarak, yeni bir hükümet kurdular. Bağımsızlık Bildirgesi ile hükümetin halk tarafından yaratıldığına, yalnızca kendisine verilen yetkiyi kullandığını, insanların kendilerinden esirgenemeyecek hakları olduklarını ilan etmişlerdi. Bunlar, din, basın, toplantı özgürlüğü, keyfi tutuklamanın olmaması ve yasa önünde eşitlik gibi haklardı. ABD’nin böyle bir örnek sunması, 1789’da Fransızların, devrimlerine insan haklarıyla ilgili bir bildiri ve yazılı anayasa ile başlamalarına neden olmuştur. 16 Amerikan İç Savaşı ABD, 1861-1865 yılları arasında kuzey ve güney eyaletleri arasında büyük bir içi savaş ve parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu savaşın nedenlerinden birisi, insancıl duygular olmuştur. Temel insan hak ve özgürlüklerinin savunucusu, eşitlik anlayışının yerleştiği ve bu yönleriyle öteki ülkelere örnek olan ABD’de zencilerin hala tutsak olarak çalıştırılması, özellikle Abraham Lincoln gibi bir başkanın yönetimi altındaki ülkenin liberal çevrelerinde büyük bir sorun olarak değerlendiriliyordu. Ancak bunun yanında önemli bir diğer neden de zenci köleliğinin ekonomik yanıdır. Ekonomisi tarıma özellikle de pamuk ekimine dayanan güney eyaletlerinde çalıştırılmak üzere, Afrika’dan zenci köleler getirilmişti. Bu insanlar son derece ağır koşullar altında çalıştırılıyordular. Ekonomisi büyük ölçüde endüstriye dayanan kuzey eyaletleri ise köleliğin yasaklanmasıyla serbest kalacak ve kuzeye göç edebilecek zencilerle bol ve dolayısıyla ucuz el emeği sağlamayı amaçlıyordu. Zenci köleliğiyle, kuzeyin ekonomik çıkarlarına uygun olmayan bir ortam oluşmuştu. İngiltere, siyasal baskıyla Afrika’dan ABD’nin güney eyaletlerine ucuz zenci tutsak getiriyor ve bunun karşılığında tekstil endüstrisi için gerekli olan pamuğu alıyordu. Şimdi zenci el emeğinin yanında, kuzey eyaletlerinin gelişen tekstil endüstrisinin bu pamuğa ihtiyacı da artmıştı ve bu malın ucuz fiyatla İngiltere’ye ve öteki Avrupa devletlerine satılması işine gelmiyordu. Bu düşüncelerle, Lincoln’un başkanlığı sırasında, kuzey eyaletleri, köleliğe son vermektense birlikten ayrılmayı yeğleyen güney eyaletleriyle savaştılar. 1865’te kuzeyin savaşı kazanmasıyla kölelik yasaklandı ve ABD’de kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmekten kurtuldu. ABD iç savaş badiresini atlatıp birliğini kurduktan sonra kıtada hızla gelişmeye ve ekonomik olarak büyümeye başladı. Bunun nedenleri, ABD’nin ekonomik büyüme süreci açısından öteki ülkelerde bulunmayan avantajlara sahip olmasıdır. Bir kere endüstrileşmek için gerekli olan nüfus ve doğal dengeye sahipti. Zengin ve hiç sömürülmemiş doğal kaynaklar ve bu kaynakları işleyip tüketecek nitelikte nüfusu vardı. İkinci olarak, Avrupa ve Asya’dakinin aksine düşük üretkenliğe sahip değildi. Üretime yeni teknolojiyi yerleştirmesi ABD’ye büyük bir avantaj sağlamıştır. Bu da endüstriyel üretkenliğini çok artırdı. Ayrıca toprak mülkiyetinde feodal sistem yoktu. Üzerinde hak talep edilen ve miraslar yoluyla bölünerek küçülmüş topraklar yerine geniş ve rasyonel biçimde işlenecek toprakları vardı. Dolayısıyla hem endüstri hem de tarım alanında üretkenlik çok yüksekti. Son olarak dört yıl süren iç savaş, savaş endüstrini tetiklemişti. Savaşın bitmesi, ABD’de hem üretimi başka alanlara kaydırabilecek çok sayıda fabrika hem de silah fazlalığı ortaya çıkardı. Bu fabrikaların başka amaçlarla devreye girmesi, silah endüstrisinin canlandırdığı ekonomik faaliyeti ve savaş artığı silahların dış ülkelere ihracının sağladığı lehte ticaret dengesi, endüstriyel gelişmenin çıkış noktaları oldu. Böylesine bir temelden hareketle ABD, kısa süre içinde üç aşamadan geçerek ekonomik olgunluğa erişti: 1- kıtayı boydan boya geçen demiryolunun yapılması ve iç savaşın bitmesiyle birleşik bir ulusal pazara sahip oldu. 2- tekstil endüstrisinden sonra, maden işleyen makinelerde hızlı bir gelişme ortaya çıktı. 3- 1890’lardan sonra elektrik, kimya, otomobil endüstrileri gelişti ve sonuç olarak 20. yüzyıla girildiğinde ağır sanayi kurulmuş oldu. 17 Amerika yaşanan bu gelişmeler neticesinde büyüyerek 19. Yüzyılın sonlarında iç ekonomik durumun da iyileşmesiyle birlikte sınırlarını genişletme politikası izlemeye başladı. Dönemsel ekonomik depresyon, sermaye üzerinde baskı yapan endüstri işçisinin ortaya çıkışı ve hükümetin denetimi dışındaki büyük tekelci şirketler sömürge faaliyetlerini teşvik etti. Ülke bu durumdayken, Küba’da İspanya’ya karşı ayaklanma çıkması işi kolaylaştırdı. Önceleri maddi destek sağlanmasına rağmen, giderek İspanya’nın Amerika’dan atılması görüşü güç kazandı. 1823’te başkan Monroe kendi adıyla anılan doktrini yayınlayarak, Avrupa devletlerinin ellerini Amerika’dan çekmesini ve iç işlerine karışmaması söyledi. Bu şartlar altında Amerika da Avrupa’nın işlerine karışmayacaktı (Monroe Doktrini). 1898 yılında başlayan savaşla hem Pasifik hem de Karayiplerde İspanya donanması yenilerek bölgedeki İspanyol etkisi ortadan kaldırıldı. Filipinler, Guam adası, Porto Rico ve Hawai topraklarını ele geçiren Amerika, böylece Latin Amerika üzerinde büyük bir ekonomik ve siyasal nüfuz kurarak, denizaşırı ülkelere sahip sömürgeci bir devlet durumuna geldi. Bir sömürge devletiyken, artık güçlü bir sömürgeci devlet oldu. Büyük Fransız Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısında dünya tarihi açısından Fransız Devrimi “eskidünyada” 25 yıllık bir karışıklık doğurmuştur. Amerikan Devrimi, Fransız aydın kamuoyunda bir uyanışa yol açmıştır. Daha önce İngiliz anayasa hareketlerinde ve Amerikan Devrimi’nde olduğu gibi, Fransız Devrimi’nin kökeni de monarşinin aşırılıklarında aranabilir. 14. Louis ve sonrasında izlenen genişlemeci politikalar ve yapılan savaşlar, döneminin toplanabilecek vergi kapasitesinin ötesinde bir askeri harcama getirmiştir. Bu durum bir yana, sarayın harcamaları bile toplanan verginin çok üzerindeydi. Fransa’da vergi gelirleri soylular ve kilisenin vergi ayrıcalıkları olması dolayısıyla azdı. Bu ortamda monarşi iflasın eşiğine geldi ve bu duruma bir çare bulunması için soyluların toplanması istendi. Toplantıda tüm toprak mülkiyetinden vergi alınması gerektiği ortaya atılınca soylular bunu kabul etmedi ve 1614 yılından beri toplanmayan parlamentonun toplanmasını istediler. 1789 Mayısında soylular, din adamları ve halkın oluşturduğu üç kamaralı parlamento toplandı. Parlamento toplanmasına rağmen, gerek kralın tanrısal yönetim gücü, gerekse parlamento içinde soyluların ve ruhban sınıfının etkin olması, buna karşın ticaretle zenginleşip güçlenen burjuvazinin etkin olamaması parlamento içinde sorunlara sebep olmaktaydı. Devrimin Fransa’da başlamasının nedenlerinden biri de, bu devletin yüzyıllar boyunca monarşi tarafından sağlanan siyasal birliğidir. Toplumsal ve ekonomik koşullar ne olursa olsun, huzursuzluklar, ancak ulus olarak siyasal bakımdan birleşmiş bir ülkede, ulus çapında kamuoyu, duyarlılık, politika ve yasama gereği yaratabilirdi. Fransızlar, 18. yüzyılda adına Fransa denen bir siyasal birimin üyesi oldukları duygusuna sahiptiler. Fransa’daki gibi bir “devlet” orta ve doğu Avrupa’da yoktu. Bu şartlar altında temsil organına sahip çıkan orta sınıf, monarşiye karşı savaş açtı ve ana hatlarıyla şu isteklerde bulundu: 1- bir anayasa ile monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması, 2vergilerin düzene konması ve azaltılması, 3- iç gümrük duvarlarının indirilmesi, 4- basın özgürlüğü. Bu istekler isyanın burjuvazi niteliğini ortaya koyuyordu. Genel olarak bakılacak olursa Fransız Devriminin nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Amerikan devriminin etkisi, mutlak monarşinin halka baskı yapması ve siyasal özgürlüklere yer 18 vermeyişi, Fransa’nın uzun süren savaşlarda yıpranmasından dolayı mali durumunun kötüleşmesi ve ekonomik yozlaşmanın faturasının halka ödettirilmek istenmesi, halkın vergileri ödeyemez hale gelmesi, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot gibi fikir adamlarının halkı etkilemesi, halkın çeşitli sosyal sınıflara ayrılması ve bu sınıflar arasında uzlaşmazlıkların artması, kilise ve soyluların devlete egemen olması fakat burjuvazi ve orta sınıf halka yönetimde söz hakkı tanınmaması, İngiltere ve ABD’deki demokratik yönetimlerin Fransız halkını etkilemesi olarak sıralanabilir. 14 Temmuz 1789’da halk ayaklanarak despotizmin simgesi olan siyasi tutukluların bulunduğu Bastille hapishanesini basarak isyanın fitilini ateşledi. Buradan ele geçirilen cephane ile isyancılar silah temin etmiş oldular. Bu gelişmelerden hemen sonra oluşturulan ve toplanan Kurucu Meclis, Amerika’daki yolu tabip ederek, önce bir “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayınladı. Bu bildiri, insanların özgür olduklarını, yasalar önünde eşitlik, herkese memur olabilme hakkı, söz ve basın özgürlüğü, özel mülkiyetin dokunulmazlığı ve vergilerin toplumda dengeli bir biçimde dağıtılması gibi temel hak ve özgürlükleri içeriyordu. Kurucu Meclis, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir anayasa hazırlayarak, kralın yetkilerini sınırlandırdı ve siyasal iktidarı halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırdı. 1791 yılında anayasanın yürürlüğe girmesiyle Kurucu Meclis kendisini feshetti. Fransa ve devrim yanlısı gruplar, Avrupa’nın hemen her ülkesinde boy göstermeye başlamıştı. Amerikan ve Fransız devrimlerinin doktrinleri rahatlıkla Avrupa’nın her yerine ihraç edilebilecek evrensel bir felsefe biçiminde gelişti. Zaman, yer, ırk ya da ulus farkı gözetmeksizin insanların temel hak ve özgürlüklerinden söz etmekteydi. Bu durum karşısında, Fransa’dan kaçan soylular, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleştiler ve devrime karşı bir çeşit kutsal savaş açma hazırlığı içine girdiler. Fransa’da burjuvazi iki yıl boyunca siyasal sahneye egemen olarak, gücünü Fransa’nın mülki, askeri ve dini kurumlarını yeniden düzenlemekte kullanmıştı. Niyeti, aristokrasinin liberal kesimleri ve kral ile işbirliği yapmaktı. Fakat gerek aristokrasinin düşmanca faaliyetleri gerekse öteki Avrupa devletlerinin Fransa’ya müdahale edebileceklerini gösteren gelişmeler bunu imkansız hale getirdi. Böylece 1792’de bir istila tehdidi ile karşı karşıya kalan devrimciler, Avusturya ve Prusya’ya karşı savaş ilan ettiler ve çok geçmeden Avrupa’nın birçok ülkesiyle savaşır duruma geldiler. Yaşanan yenilgilerin yarattığı panik bazı önlemlerin alınmasına sebep oldu. Bunlar arasında, Ocak 1793’te 16. Louis’in tahttan indirilip öldürülmesi ve kuşku duyulan siyasilerin ortadan kaldırılması da vardı. Ayrıca Fransa’da “Ulusal Konvansiyon” dönemi açılmıştı (1792-1795). Bu sırada Fransa’nın dış tehditlere karşı birleşmesinde radikal devrimci bir kanat olan ve iktidarı daha demokratik temele oturtup, muhaliflere karşı şiddet uygulayarak destek kazanan Jakobenler ve bunların lideri Robespierre önem kazanmıştır. Ulusal savaş için seferberlik sağlanmış ve coşkulu orduların kurulması başarılarak istilacılar püskürtülmüştür. Belçika Fransa’nın doğal sınırlarının güvenceye alınması için ilhak edildi. Kısa sürede Fransa’nın egemenliği Hollanda, İsviçre ve Kuzey İtalya’ya kadar genişledi. Sadece İngiltere’ye karşı girişilen saldırı başarısız oldu. 19 Dışarda bu gelişmeler olurken, Robespierre gibi aşırı Konvansiyon liderleri içerde üç yıl tam bir terör rejimi kurdular. Devrimin bu yola girmesinin nedenleri, bir yanda Avrupa devletlerinin Fransa’ya karşı uyguladıkları askeri ve siyasi baskılar, diğer yanda devrimde aradıklarını bulamayan ve ihanete uğradıklarına inanan köylü ve işçilerin ülkenin hemen her yerinde rejime karşı ayaklanmalarıdır. Toprak reformunu gerçekleşmemiş, siyasal istikrarsızlık ve savaş koşullarında paranın değeri düşerek, temel maddelerin fiyatı artmıştı. Bu durum, Konvansiyon yöneticilerini aşırı baskıya itmişti. Ulusal Konvansiyon’un terör yönetimi, Fransız ordularının savaş alanlarında kazandığı başarılar sonucu, dikta rejimine artık tahammülü kalmayan halkın baskısıyla 1795’te yıkıldı ve Fransa 1799 yılına kadar sürecek olan Anayasal Cumhuriyet ya da Direktuvar yönetimine girdi. Bu yönetim savaş alanlarındaki başarıları sürdürdü. Fakat Direktuvar yönetimi, içeride dar bir tabana dayanması ve köylü ve işçilerin sıkıntılarını hafifletecek önlemler alamaması ve dışarıda da askeri başarıların sınırlı olması sebebiyle kısa sürmüştür. Bu ortamdan Napolyon faydalanmıştır. Devrimin sonuçlarına gelindiğinde ise, Fransız Devrimi Avrupa’da bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda, soyuna ve inançlarına bakılmaksızın kişinin değerinin savunulması, tüm insanların besin kaynağı oldu ve dünyanın her tarafındaki düşünce ve kurumları etkiledi. Liberalizm ve milliyetçiliğin patlayıcı güçler olarak Avrupa’ya yayılması, ulus-devlet anlayışının tam anlamıyla yerleşmesi ve yurttaş ordu olgusu ile kitle savaşı kavramlarının ortaya çıkması, Fransız devriminin doğrudan sonuçlarıdır. En önemlisi de, hükümetlerin tanrının ya da doğanın değil, insanoğlunun yarattığı kurumlar olduğunu ortaya koymasıdır. Napolyon ve Napolyon Savaşları Napolyon Bonapart, 1796-1797 İtalya kampanyasında sağladığı başarılar sayesinde ünlü bir general oldu. Antik Roma hakkında yazılanları okuyan Napolyon, büyük bir imparatorluk kurma rüyasına sahipti. Bu dönemde Fransa, 800 bin kişilik mükemmel bir orduya sahipti ve bu Avrupa’da herhangi bir devletin toplayabildiği en büyük ordu idi. Bu ordu, liyakatlerine göre yükselen subayların görev aldığı, belirli ve benimsedikleri bir dava için savaşan yurttaşlardan oluşan ve silaha sarılıp halkı temsil eden, ulusal bir orduydu. Fransa büyük ordusuna rağmen Avrupa’da başarısız savaşlar veriyordu. Yenilgilerin yanı sıra, durumları düzelmeyen köylülerin tepkileri Napolyon’u bir kurtarıcı gibi görmelerine sebep olmuştur. Napolyon Direktuvar yönetimini yıkarak, kendisinin büyük yetkilerle başında bulunduğu bir “Üç Konsül” yönetimi kurdu. Bunu gerçekleştiren anayasa, 1800’de 3 milyon oy ile halk tarafından kabul edildi. Fransız halkı geleceğini Napolyon’a teslim ederken, Napolyon da zengin ve düzenli bir Fransa yaratmak için çalışmaya başladı. İlk olarak Fransız Kilisesini yüzyıllardan beri bağımsız hareket ettiği Roma Katolik Kilisesi ile barıştırdı. Devrimin ve cumhuriyetin dinsizliği ortadan kaldırılmış, Roma’nın dini otoritesi sağlanmıştı. Napolyon’a göre Roma’ya bağlı din, ortalama yurttaşı uslu tutacak mükemmel bir kurumdu. Napolyon’un kurduğu bu rejim aslında hiçbir kesimi açıkça temsil etmiyordu. Böylece muhalefet en alt düzeye inmiş oluyordu. Güçlü ve merkezi bir yönetimle iç barış sağlayan Napolyon, toprak reformu ve hukuk düzeniyle de köylüleri rahatlattı. Konsüllük yönetimi ile Fransa’da devrim de bitmişti. Birinci konsülün durumu o kadar sağlam ve halkın desteği o 20 kadar güçlüydü ki, 1804 yılında bir plebisit ile konsüllük imparatorluğa dönüştü ve Napolyon da I. Napolyon adıyla imparator oldu. Tüm Avrupa kıtasına siyasal birlik sağlamaya en çok yaklaşan ve hatta bu konuda Hitler’den daha başarılı olan Napolyon’dur. Napolyon, milliyetçiliği ve Fransa’da uygulamadığı liberal düşünceleri silah zoruyla Avrupa’ya yaymak istemiştir. Zaferleri sonunda işgal ettiği ülkelere kendi kardeşlerini kral olarak yerleştirerek milliyetçilik ilkesine ihanet etmiştir. Napolyon’un Avrupa’da tek güç haline gelme yönündeki faaliyetlerine karşı Avusturya, Prusya, Rusya ve kıtada bir devletin üstün duruma geçip güç dengesini bozmasını istemeyen İngiltere, aralarında koalisyon kurarak mücadeleye giriştiler. Napolyon bu koalisyonlara karşı Avrupa kıtasında kazandığı zaferlerle bir “Kıta Sistemi” kurmayı amaçlamaktaydı. İngiltere bu sisteme deniz ablukasıyla cevap vermiş ve kıta ile her türlü ticareti yasaklamıştır. Napolyon’un Rusya üzerine harekete geçmesi ise sonunu getirmiştir. 600 bin kişilik bir ordu ile Rusya üzerine savaşa girişen Napolyon Moskova’ya kadar ilerlemesine rağmen 150 bin askerini kaybetmiş ve stratejik durumu tehlike içerisindeydi. Rus Çarı Alexander barışa yanaşmayınca geri çekilmek zorunda kalan Napolyon’un ordusu rakipleri tarafından vur kaç savaşları ile eritilmiş ve 600 bin kişilik ordusundan sadece 1500 kişi Paris’e geri dönebilmişti. 1814 yılındaki son askeri mücadelelerle Fransa işgal edildi ve Napolyon Elbe adasına sürüldü. Napolyon, Avrupa’da yeni bir düzen kurmak için toplanan Viyana Kongresi sırasında kaçarak tekrar Fransa’nın başına geçmiş fakat Waterloo’da 1815 yılında İngiltere’ye yenilerek bu kez 1825 yılında ölünceye kadar kalacağı St. Helena adasına sürüldü. Viyana Kongresi Napolyon 19. Yüzyılın ilk on beş yılını içinde liberalizm ve özellikle milliyetçilik akımlarını silah zoruyla Avrupa kıtasına yayarken, çıkarları çatışsa da bu duruma dur denmesi gerektiğini düşünen İngiltere ve Avusturya, barış ve istikrarın korunması için bir düzenin ve yaygın bir meşruiyetin kurulmasını öngörmüştü. Castlereagh’ın İngiltere’si kıtadaki müttefiklerinden değişik bir ülkeydi. Bir kere geniş ve hala genişlemekte olan Avrupa dışı çıkarları vardı. İkinci olarak, Napolyon tarafında hiç işgale uğramamıştı. Son olarak da en tutucu hükümetler zamanında bile parlamenter sistemi ve kişi hak ve özgürlüklerini korumasını bilmişti. Fakat savaş ve Avrupa’nın yeniden kurulması çabaları İngiltere’yi kıtaya çekmiştir. Bunun yanı sıra Castlereagh ve Metternich arasında doğan karşılıklı saygı ve anlayış iki ülkeyi birbirlerine yaklaştırmıştır. Viyana düzenlemesinin sağladığı göreli barış ve istikrar, yani bu düzenlemenin başarısının sırrı, Castlereagh ve Metternich’in cezalandırma yerine denge, intikam yerine meşruiyet yönünde hareket etmelerinde ve çıkar çatışmalarını bir kenara itmelerinde yatmaktadır. Bunun sonucu olarak çıkan anlaşma intikamcı olmayınca, Fransa’da yenilgi anıları uzun sürmedi. Eğer Fransa eziklik ve yenilginin acısıyla baş başa kalsaydı, yeni kurulan uluslararası düzeni meşru görmeyebilir ve düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkabilirdi. Galip devlet ya da devletlerin uzun vadeli çıkarları için kendilerini sınırlandırarak, yenik ya da yenikleri yeni oluşan uluslararası sistem içine almaları ve böylece meşru bir uluslararası düzen kurma çalışmalarına özellikle çağdaş tarihte az rastlanır. 30 Mayıs 1814 tarihli barış anlaşması, galip devletlerin kendi kendilerini sınırlandırmalarının en güzel örneğidir. İntikam yerine güç 21 dengesi merkeze alınmıştır. Asıl amaçları, Fransa’nın savaşta ele geçirdiği toprakları geri almak ve Napolyon’un tahtlarından indirdiği meşru monarşileri yeniden kurmaktı. Fransa, Avusturya ve İngiltere ile Rusya ve Prusya bir denge unsuru olarak görülmüş ve barış anlaşması hafif olmuştu. Metternich ve dolayısıyla Viyana Kongresi’nin meşruiyet iddiası şu idi; mevcut devletlerin sınırları kutsaldır, dokunulamaz ve her devlet kendi kutsal sınırları içinde istediği gibi hareket edebilir ve istediği rejimi kurmakta özgürdür. Özet olarak, Viyana Kongresi’ne göre, Avrupa barış ve refahı, ilgili halkların sözde isteklerine uyularak değil, meşru otoriteye titiz bir itaat sağlanarak korunabilirdi. Viyana Düzenlemeleri Fransa’da tekrar Bourbon Hanedanlığı iktidara getirildi ve Fransa eski sınırlarına çekildi. Fransa’ya savaş tazminatı veya tamirat borcu yüklenmedi. Napolyon’un kıta sisteminin yıkılması, endüstri devriminin İngiliz üreticilerine buhar gücü ile çalışan makineler sağlaması, deniz aşırı sömürgecilikte ciddi bir rakibin kalmaması ve deniz gücü tekeliyle İngiltere yüz yıl sürecek olan dünya üstünlüğü dönemine girdi. Kongreye egemen olan ve nihai kararları alan yine dört büyük devlet, İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya, oldu. Delegelerin tümü, Avrupa özgürlüklerinin korunması, yani Avrupa devletlerinden birinin tüm sisteme egemen olmaması konusunda aynı görüşteydiler. Napolyon’un Avrupa çapında kurmak istediği sisteme verilen ad olan “evrensel monarşi”, toprak düzenlemeleri, bazı devletlerin sahip olabilecekleri asker sayısının sınırlandırılması gibi tedbirlerle önlenecekti. Hollanda ve Belçika birleştirilerek, Fransa’nın olası bir genişlemesine karşı güçlü bir devlet kurulmak istendi. Ren’in batısındaki Alman toprakları Prusya’ya verilerek, bu devlet Avrupa’nın ortasında doğuda Rusya, batıda Fransa’ya karşı denge oluşturabilecek güce kavuşturuldu. Sayıları 39’a indirilen ve Avusturya ile Prusya’yı da içeren Alman devletleri gevşek bir Germen Konfederasyonu biçiminde örgütlendi. Kongrenin toplantı yaptığı sırada Napolyon’un Elbe’den kaçarak Fransa’nın başına geçmesi ve Waterloo’da yenilmesi üzerine Fransa ile ikinci Paris Barış anlaşması yapıldı. Birincisine göre biraz daha ağır şartlar olan anlaşmaya göre Fransa 700 milyon frank tazminat ödeyene kadar işgal altında tutulacaktı. Kasım 1815’te bu anlaşmanın hükümlerini uygulamak ve gerekirse barış için uluslararası askeri önlemler almak üzere, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında “Dörtlü İttifak” kuruldu. Bu dört ülkenin ittifakının yanında Avrupa’da kral ve imparator arası Hristiyan barışına içten bir bağlılığı olan Çar Aleksander’ın girişimiyle, yükümlülüğü belirsiz bir “Kutsal İttifak” kuruldu. İttifakı imzalayan monarklar, Avrupa’da Hristiyanlığın barışçı ilkelerini koruyacaklar ve her konuda birbirlerine yardım edeceklerdi. Bu ittifak, Osmanlı padişahı, Papa ve İngiltere dışında tüm monarklar tarafından imzalandı. 1830 ve 1848 Devrimleri 1789 Fransız Devrimi’nin doğrudan sonucu olarak liberal ve milliyetçi düşünceler, Napolyon’un diğer Avrupa devletleriyle savaşları ve işgalleri ile hemen hemen tüm Avrupa’ya taşınmıştır. Fransa’daki devrim, bazen eski siyasal sistemleri yıkan, bazen işgal ve savaşa yol açan ve bazen de daha verimli toplumsal ve siyasal kurumların kurulmasını sağlayan dirik ve patlayıcı güçleri Avrupa sahnesine sokmuştur. Bu yeni güçlere karşı 22 mücadelede, Avrupa’ya yayılan liberalizm ve milliyetçilik düşüncelerini anlamayan ya da anlamak istemeyen yöneticiler, ilk aşamada Napolyon’u yendiler ve 1815 Viyana Kongresi kararlarıyla eski düzeni sürdürmeye çalıştılar. Fakat Viyana Kongresi’nden sonra, Avrupa sahnesine değişiklik getiren yeni güçlerle, bunlar endüstri devrimi, liberalizm ve milliyetçiliktir, süreklilik güçlerinin, bunlar ise monarşi, kilise ve feodalizmdir, çatışması, Avrupa’ya Fransa’dan başlamak üzere bir dizi devrim daha getirmiştir. 1830 yılındaki liberal ayaklanmaları anlayabilmek için dönemin ekonomik ve toplumsal durumuna bakmak gerekmektedir. Teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkan yeni buluşların üretime uygulanmasıyla Batı Avrupa’da makineleşmiş endüstri dönemi başlamıştır. 1830lara gelindiğinde bu ekonomik değişikliğin en önemli toplumsal ve siyasal sonucu, imalat, iş ve ticaretle uğraşanların sayı, zenginlik ve etkinliklerinin artmasıdır. Bu noktada endüstrileşme ile liberalizmin güçlenmesi arasında doğrudan bir bağ kurulabilir. Zenginleşen ve etkinliği artan burjuva, kendi çıkarlarına daha uygun bir hükümet biçimi doğrultusunda çalışmaya başlamıştır. Ancak şimdi bu süreçte yeni makineleri çalıştırmak için yetişmiş, üstün nitelikte işçi gerekmemekte, fazla ücret istemeyen kadın ve çocuklar işe alınmaktaydı. Böylece işçi piyasasının niteliği değişmeye başladı. Kentler işçi aileleriyle doldu, fazla çalışma saatleri ve az ücret ortaya yeni ve büyük toplumsal sorunlar çıkardı. Oluşan rekabet ortamında işverenler etkili yasaların da bulunmamasıyla birlikte çalışma saatlerini uzatıyor ve ücretleri düşürüyordu. Hemen hemen tüm Avrupa’da ortaya çıkan yeni ortamda mevcut yönetimlere karşı hem işverenlerin hem de işçilerin hoşnutsuzluğu devrimlere sebep olmuştur. Bu ortamda yönetici sınıfları iki sınıftan tehdit algıladılar: orta sınıf ve işçi sınıfı. İşçi sınıfının kesin, köklü ve kendilerine göre aşırı isteklerinden korkan yöneticiler, genel olarak orta sınıfa ödün vererek, onların desteğini sağlamaya çalıştılar. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, Avrupa’da Fransız devrimi ile hızlanan liberal akım, temelde, halkın egemenliğinden çok parlamenter kuruluşların egemenliğini savunmuştur ve bu açıdan bugünkü demokrasi anlayışından farklıdır. Yalnız Fransa’da değil, tüm Avrupa ülkelerinde liberaller, hemen hemen tüm 19. Yüzyıl boyunca seçme hakkının mal ve mülk sahibi yurttaşları içine alacak şekilde sınırlandırılmasını, bunlara sahip olmayanlara bu hakkın verilmesini savunmuşlardır. Kurmaya çalıştıkları düzen, meclis gibi parlamenter kurumların egemen olduğu düzendir. Ayrıca, yine bugünkü demokrasiden farklı olarak, eşitlikten çok özgürlüğün savunuculuğunu yapmışlardır. Kısaca mutlak monarşiye karşı siyaset, ekonomi ve din alanlarında özgürlük, liberalizmin asıl amacı haline gelmiştir. Fransa’da 1830 ve 1848 Devrimleri Fransız devrimi sonrasında, Fransa’da anayasalı meşruti rejim kurulmuş, millet ve ayan meclislerine dayanan iki meclisli bir yasama sistemi kabul edilmiştir. Ancak, meclislere seçilmek ve seçmek için mal ve mülk üzerinden vergi vermek gerekiyordu. Üstelik ayan meclisinin üyelerini kral seçmekteydi. Böylece kurulan sistem burjuvaziye olanak sağlamaktaysa da, asıl soyluların eline geçmişti. Bu koşullar altında kral kısa bir süre içinde tekrar mutlak yönetimi seçti; özgürlükleri kısıtladı, basına sansür koydu, üniversiteleri denetim altına aldı. 23 1824’te 18. Louis’in yerine geçen 10. Charles, baskıyı daha da artırınca halk ayaklandı ve 1830’da Paris sokaklarında üç gün süren şiddet olayları yaşandı. Kral ülkeden kaçarken, yerine Orleans Hanedanlığından ve liberal eğilimli olarak tanınan Louis Philippe Fransa tahtına oturdu. Liberalizm Fransa’da başarı kazanmış gibi görünse de bu kısa süreli oldu. Kral iktidarını 1848 yılına kadar zengin burjuvaziye dayanarak sürdürdü. Ülkede 1848 yılında yeni bir isyanın patlak vermesinde kralın yönetim biçimi yine etkili olmuştur. Avrupa’da işçi sınıfının ortaya çıkması ve işçilerin, fazla iş saati, az ücret, fabrikalardaki kötü koşullar, kadın ve çocuk işçilerin çalıştırılması gibi ekonomik ve toplumsal sorunlar işçileri greve yönlendiriyordu. Louis ise buna karşı sert tedbirler aldı ve kişi özgürlüklerini her gün daha da kısıtladı. Bu davranış ise, liberaller ve yavaş yavaş seslerini duyurmaya başlayan sosyalistlerin krala karşı güç birliği yapmalarına sebep oldu. Bu birliktelik yeni bir çatışmaya sebep oldu ve Louis de 10. Charles gibi ülkeden kaçında ülkede, sosyalist Louis Blanc’ın başkanlığında bir geçici hükümet kuruldu. Geçici hükümet gerek burjuvazinin yaptıkları, gerekse gizli örgütler içinde faaliyet gösteren aşırıların baskısı altında kaldı ve çalışamaz duruma geldi. Aşırıların bu hareketleri tutucuların tepkisine sebep olurken, 1848 yılında yapılan seçimde tutucular tepkilerini açık bir şekilde gösterdi. Cumhuriyet rejiminin en büyük hatası, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin desteğini kazanmak için bir tarım programının olmamasıdır. Yönetim, köylülerin biriken borçlarını hemen ödemelerini istemiş ve toprak üzerindeki vergiyi artırmıştır. Bu durum da, köylüleri çareyi Louis Napolyon’da aramasına sebep olmuştur. 1848 yılında yapılan seçimde, Napolyon Bonapart’ın yeğeni Louis Napolyon gibi bir otokrat, 7,5 milyon oyun 5,5’ini alarak cumhurbaşkanı oldu. Louis Napolyon 4 yıl sonra diktatörlüğünü kurarak III. Napolyon adıyla imparatorluğunu ilan edecektir. Fransa dışında, İspanya ve Portekiz’de liberal anayasalar hazırlanıp yürürlüğe konmuş, İtalya’daki liberal bir ayaklanma ise Avusturya tarafından bastırılmıştır. 1830 yılındaki ayaklanma dalgası İngiltere’yi de etkilemiştir. İngiltere’de ticaret ve sanayi burjuvazisinden gelen baskılar sonucunda, 1832 yılında çıkarılan bir yasayla seçim bölgeleri burjuvaziye daha geniş bir temsil olanağı sağlayacak şekilde düzenlenmiş, oy kullanma hakkı genişletilmiş ve seçim yasası değiştirilmiştir. Bu yasa büyük burjuvaziyi hoşnut etmişse de, küçük burjuvazi ve işçiler bununla yetinmemişler ve “Chartism” denen bir hareketi başlatmışlardır. Bu, sınırlı oy kullanma hakkından genel oya geçilmesini, gizli oy açık açık sayım ilkesinin benimsenmesini, milletvekili seçileceklerde belli bir zenginlik düzeyine erişmiş olma koşulunun aranmamasını savunan bir hareketti. Böylece, 1830’larda İngiliz liberalizmi, Avrupa devletlerinde henüz filizlenmekte olan liberalizmi çok aşan bir düzeye ulaşmıştı. Avrupa’da 1848 Devrimleri 19. yüzyılı önceki yüzyıllardan ayıran temel öğelerden biri ulusçuluktur. Bu yüzyıla kadar Avrupa, feodal bir temel üzerinde bir araya gelmiş birçok siyasal birimden oluşuyordu. 19. Yüzyılda ise bu küçük siyasal birimleri bir araya getirmekte ve büyük bir imparatorluk içinde yaşayan ulusların bağımsızlıklarını sağlamakta, endüstrileşme ve liberalizmin yanında önemli bir payı olan diğer bir etken ise ulusçuluk akımı olmuştur. 24 Ulusçuluk, yönetimsel bir birime sahip olmak isteyen herhangi bir coğrafi grubun, bağımsız tek bir devlet kurma hakkıdır. Dolayısıyla ulusun, sınıftan farklı olarak, ekonomik olmayan bir tanımı vardır. Bir dayanışma duygusuna sahip coğrafi bir gruptur. Bir dayanışma duygusu, ortak bir dilden, ortak geçmişten, ortak kültürden ya da ortak çıkar ve tehlikeden doğmuş olabilir. Fakat dayanışma duygusu ulus varlığının temelidir. Buradan hareketle, 1848 yılı şunu ortaya koymuştur; bilinçli toplumların kendi geleceklerini kendilerinin saptaması anlamındaki ulusçuluk, Avrupa’da en etkili güç olmuştur. Ulusçuluk, bu yönüyle liberalizmin mantıksal bir sonucu olmuştur. Liberal düşünceye göre, kendileri özgür ve başka ulusların da özgürlüğüne saygılı olan tüm uluslar, kendi ulusal değer ve refahlarını geliştirmek durumundadır. Bu milliyetçi güç, ulusun çeşitli bölümlerini birbirinden ayrı tutan hükümetleri, kapsamlı ulus devletlerin kurulabilmesi için yıkacak ya da kapsamlı hanedanlık devletlerini, daha küçük ve dar ulus devletlerin kurulması yolunda zorlayacaktır. Kökeni ve niteliği ne olursa olsun, 1848 yılında tüm Avrupa’yı düzenden hoşnutsuzluk duygusu kapladı. 1848 ayaklanmalarının Avrupa’da en önemli siyasal başarısı Metternich ve onun simgelediği “eski düzenin” yıkılması olmuştur. Doğu Avrupa açısından önemli ekonomik ve toplumsal sonucu ise, feodalizmin büyük ölçüde ortadan kaldırılmasıdır. Monarşinin yurttaşlar üzerindeki otoritesi 1789’da tanrısal temelini yitirdi, insan hakları Paris sokaklarında zafer kazanırken, ulusların hakkı Viyana sokaklarında kazanılmıştır. Gerek Fransız devrimi gerekse ulusçuluk temelini tanrıdan alan geleneksel hükümetin sonu olmuştur. Endüstri Devrimi 1800’lerden önce Avrupa dünya üstünlüğünü sağlamıştı ancak bu üstünlük Avrupa’nın her alandan dünya egemenliği biçiminde değildi. Dünya, ilk sömürgecilik faaliyetlerine ve kurulan sömürge imparatorluklarına rağmen, Avrupa’nın her köşede etkili olduğu, doğrudan ya da dolaylı olarak tek bir birim haline gelmemişti. 19. Yüzyıl bu egemenliğin kurulduğu yüzyıl olmuştur ve bunu sağlayan da endüstrileşme ve bunun yol açtığı emperyalizmdir. Endüstri devrimi iki aşamalı olarak gerçekleşmiştir denilebilir. İlk aşamada, demir ve kömürün asıl enerji kaynağını ve hammaddeyi oluşturduğu makineleşme çağıdır. Makine kullanımının yaygınlaşması sonucu, büyük fabrikalar ortaya çıkmıştır. Böylece Avrupa’da temelde tarım işçilerinin toplumundan, fabrikalarda eşya üreten nüfusa doğru düzenli bir değişim olmuştur. Kömür, temel enerji kaynağı olarak, Avrupa ve kuzey Amerika’da ekonominin her alanında asıl güç kaynağı olmuştur. Diğer taraftan buhar, kömür ve demirin birleşmesiyle birlikte demiryolu çağı başlamış oldu. Demiryolları hem ticareti hem de savaşı etkilemiştir. Karayollarına göre daha hızlı ve fazla malzeme veya insan taşınabilmesi sayesinde ticaret canlanmış ve savaşlar hızlanmıştır. Demiryolu, Rus hükümetinin mutlak otoritesini doğuda Pasifik ve güneyde Asya’nın içlerine kadar genişletmiş ve böylece totaliter tiranlığın temeli atılmıştır. Öteki ülkelerde ise ulusal benliği ve birliği güçlendirmiştir. Endüstri devriminin ikinci yarısında ise, temel hammadde ve enerji kaynaklarında değişimler ortaya çıkmıştır. Kömür ve demirin yanına, çelik, elektrik, petrol ve kimyasal maddeler de eklenince bugünkü anlamda düşünebileceğimiz endüstrileşme gerçekleşmiştir. Bu 25 gelişmelerin hem olumlu hem de olumsuz anlamda uluslararası alana ve tarihe yansımaları olmuştur. Sanayi Devrimi yeni buluşlarla birlikte buhar gücünün yerini makinalaşmış endüstrinin alması sonucunda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte sermaye birikiminin artışını ifade eder. İlk olarak 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi devriminin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz; - Rönesans ve reformla birlikte düşünce alanındaki gelişmeler - Avrupa’da görülen hızlı nüfus artışı - Tarım alanındaki gelişmelerle birlikte köylerdeki nüfusun kentlere göç etmesi, böylece kentlerde hazır iş gücünün oluşması Peki Sanayi Devrimi neden İngiltere’de ortaya çıkmıştır? İngiltere’de uygulanmakta olan anayasal monarşi, mülkiyet hakkıyla birlikte bireysel hak ve özgürlüklerin koruyucusuydu. Ekonomik açıdan da oldukça ileri düzeyde olan İngiltere’de özgür rekabet ortamı vardı. Ayrıca dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu konumunda olan bu ülke toprakları, sanayi için gerekli olan kömür ve demir gibi yeraltı zenginliklerine sahipti ve bu hammaddelerle üretilmiş malları satmak için geniş bir pazar imkanına da sahipti. Bir ada ülkesi olması dolayısıyla Avrupa’daki savaş ve kavgalardan uzak kalmış, sahip olduğu donanma gücü de taşımacılık faaliyetlerini kolaylıkla yapmasını sağlamıştır. Fabrikalaşmayla birlikte hızlı ve seri üretim ortaya çıkmış, buharlı makinenin icadıyla Sanayi Devrimi daha da gelişmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar İngiltere’nin tekelinde olan sanayi devrimi, bu dönemden itibaren Avrupa ve Amerika’ya hızla yayılmıştır. Sanayi Devrimi’nin sonuçları: - Toplumsal yapıda değişimler oldu. Burjuva sınıfı çok daha zenginleşti ve işçi sınıfı doğdu. İşçilerin birçok haktan mahrum olması sosyalizmi doğurdu. - Tarımda makineleşme arttı, köyden kentlere yoğun göçler yaşandı, nüfus artışı hızlandı. Alman ve İtalyan Ulusal Birliklerinin Sağlanması 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batı ve Orta Avrupa’da ulusal birliğini kuramamış ve merkezi bir hükümet biçimine sahip olmayan iki ülke kalmıştı: Almanya ve İtalya. Her iki ülke de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa’nın etki ve denetimi altında idi. Alman ve İtalyan ulusal birliklerinin kuruluşu iki devlet “Prusya ve Piyemonte” ile iki devlet adamının “Otto von Bismarck ve Kont Camillo Cavour”un mücadeleleri sonucu gerçekleşmiştir. Bu iki devletin öncülleri olarak Brandenburg ve Savua dükalıkları İspanya Veraset Savaşları’nda İngiltere, Kutsal Roma, Hollanda ve Portekiz ile birlikte “Büyük İttifak”a katıldı. Utrecht Barışı ile bu iki dükalığın lideri kral olarak kabul edildiler. Savua Piyemonte’nin, Brandenburg da Prusya’nın temelini oluşturmuştur. İtalyan Birliğinin Kuruluşu 26 Napolyon savaşlarının alt üst ettiği Avrupa haritasına bir düzen vermek, daha doğrusu 18. Yüzyıl düzenini sürdürmek için toplanan Viyana Kongresi kararlarına göre kurulmuş bulunan 36 devletli Germen Federasyonu ve İtalyan yarımadası büyük ölçüde Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun etkisi altına alınmıştı. Bu yüzden Alman ve İtalyan birlikleri kurulacaksa, Avusturya’nın etkisinin kırılması yani bu devletin savaş alanında yenilmesi gerekmekteydi. Piyemonte Başbakanı Kont Cavour, Avusturya’yı yenebilmek için Fransa imparatoru III. Napolyon ile ittifak kurdu. Napolyon dış politikasını Katoliklik ve milliyetçiliğin savunulması üzerine kurduğundan, İtalya’daki bu mücadeleyi destekledi. İki devlet 1859 Haziranında Magenta ve Solferino’da kesin zafer kazandı. Ancak, Piyemonte bu zafer karşılığında sadece Lombardiya’yı aldı. Nice ve Savoie’nin Fransızlara bırakılması karşılığında Toskana, Parma ve Modena’da plebisit (halk oylaması) yapılması kararlaştırıldı. Plebisitler sonucunda bu bölgeler Piyemonte ile birleştiler. Sicilya ve Napoli’nin de İtalyan birliğine katılmasıyla birlikte sadece Avusturya’nın elinde bulunan Venedik ve Fransız askerleri tarafından korunan Roma dışında hemen hemen tüm İtalya yarımadası Piyemonte’nin çevresinde birleşmiş oldu. İtalyan parlamentosu 1861’de Torino’da toplanarak Piyemonte monarkı II. Vittorio Emanuele’i birleşik İtalya’nın kralı ilan ettiler. İtalyanlar, Avusturya’nın 1866’da Prusya’ya yenilmesinden sonra Venedik’i ellerine geçirdiler. Yine Prusya’nın 1871’de Fransa’yı yenmesi ile Fransızlar Roma’dan çekildiler ve Roma İtalya’ya katıldı. Böylece İtalyan birliği sağlanmış oluyordu. Prusya’nın başarıları sonucunda İtalya üzerindeki Fransız ve Avusturya baskısı azalmıştır denilebilir. Alman Birliğinin Kuruluşu Yedi Yıl Savaşları ile birlikte Prusya Silezya bölgesini alarak Avrupa’da güçlü bir konuma gelmeye başladı. Viyana Kongresinde ise 39 ülkeli Germen Federasyonu’nun bir parçası oldu. Prusya, Alman ulusal birliğini kurmak için üç devletle, Danimarka, Avusturya ve Fransa, savaşmak zorunda kalmıştır. İlk olarak Danimarka’ya bağlı iki alman dükalığı olan Schlezwig ile Holstein için, Avusturya ve Prusya 1864 yılında Germen Federasyonu adına Danimarka’ya savaş açtılar. Savaştan galip ayrılan iki ülke daha sonra bu iki dükalık üzerinde güç mücadelesine giriştiler. Avusturya özellikle Holstein’da ayrı bir politika izlemeye ve Prusya’yı haklarından mahrum bırakmaya kalkınca, Prusya Başbakanı Otto von Bismarck, akıllı bir diplomasi ile Fransa ve Rusya’nın tarafsızlığını sağladıktan sonra Avusturya’ya savaş açtı. 1866’da Sadowa’da bu devleti yenerek Almanya’dan attı ve 1867’de Prusya denetiminde Kuzey Germen Konfederasyonunu kurdu. Bismarck, Sadowa savaşından sonra hiçbir direnci kalmayan Avusturya’nın başkenti Viyana’ya girebilir ve çok ağır bir barış anlaşmasını zorla kabul ettirebilirdi. Fakat Bismarck Almanya’nın, Avrupa’nın ortasında hınç duyguları arasında güçlü bir biçimde kurulamayacağını ve birliğini korumak için ileride müttefiklere ihtiyacı olacağını hesaplamıştı. Özellikle Fransa’ya karşı yanına alabileceği doğal müttefik, çoğunluğu aynı ırktan olan ve aynı dilin konuşulduğu Avusturya idi. Bismarck, Fransa’nın Katolik Alman devletleri üzerindeki denetimini kırmak için 1870 yılında Fransa’ya savaş açtı. Bu kez Avusturya ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlamıştı. Sedan Savaşı’nda III. Napolyon’u yenilgiye uğratan Almanya, 1871 Frankfurt Barışı ile AlsaceLorraine endüstri bölgesini ilhak etti. Bundan sonra Main akarsuyunun güneyindeki Katolik 27 Alman devletleri Prusya’ya katıldılar ve böylece Alman ulusal birliği kurulmuş oldu. Prusya kralı, Alman imparatoru, Bismarck ise alman şansölyesi unvanını aldı. Alman ulusal birliğini kurarak Viyana Kongresi düzenini yıkmış olmakla birlikte Bismarck, yenik devletlerin sistem içinde kalması ve bu devletlere karşı ılımlı davranılması, barış ve istikrarın sürdürülmesi ilkelerini sürdürecektir. Bismarck’ın tek hatası, Alsace-Lorraine bölgesini ilhak etmesidir. Çünkü Fransa, halkının çoğu Fransızca konuşan bu önemli endüstri bölgesinin kaybedilmesinin acısını unutmayacak ve bu sorun 20. yüzyılın ortalarına kadar sürecek olan Fransız-Alman düşmanlığının önemli bir nedeni olacaktır. Alman ulusal birliğinin sonuçlarına bakacak olursak, en önemli sonucu, Viyana Kongresi ile kurulmuş olan Avrupa güç dengesini temelinden bozmuş olmasıdır. Avrupa’nın en güçlü devletlerinden olan Fransa ile Avusturya, Prusya’ya yenildikleri ve güçlü bir Almanya’nın doğmasından sonra güç ve etkinliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Yenilen, toprak kaybeden ve doğusunda güçlü bir Almanya kurulan Fransa’nın Avrupa’da genişleme ve en azından prestijini yeniden kazanma umudu kalmadı. Bu durum, Fransa’yı deniz aşırı bölgelerde genişlemeye itecek ve böylece 1870’lerden sonra sömürge faaliyetleri hızlanacaktır. İkinci olarak, Prusya’ya yenilen Avusturya artık sırtını bu devlete dayayarak gözlerini Balkanlara çevirdi ve yayılma alanı olarak buraya yöneldi. I. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte Rusya ile Balkanlarda çatışma dönemi başlayacaktır. Üçüncü olarak, Rusya, Fransa ve Avusturya’nın güç kaybetmesiyle birlikte “Panslavizm” politikası ile Balkanlarda genişleme yolunu seçecek ve burada Avusturya ile anlaşmazlığa düşecektir. Böylece Balkanlar yeni çatışma alanı olacaktır. Emperyalizm Endüstri devrimi, sömürgeciliği emperyalizm biçimine dönüştürmüştür. Sömürgecilik, bir devletin egemenliğini başka toprak ve halklar üzerinde kurması ya da genişletmesidir. Emperyalizm ise, Avrupa devletlerinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerinde genişlemesine verilen addır. Avrupa’da kuvvet politikasının devletler arası sürtüşme ve ekonomik rekabetin denizaşırı bölgelere yayılmasıdır. Emperyalizmin temelinde yatan unsurlar ise; 1- Ekonomik unsur: Sömürgeciliğin yayılmasını ve emperyalizmin doğuşunu etkileyen ekonomik faktörler olarak şunlar sayılabilir; a) Avrupa’da biriken sermaye fazlasına yeni yatırım olanak ve alanları, b) makineleşmenin ürünü olan üretim fazlasına yeni pazarlar yaratma isteği, c) Avrupa’da nüfus artışına bir çare, yeni yerleşim alanları bulma zorunluluğu, d) üretim sürecinin esası olan hammadde elde etme isteği. Avrupa pazarlarının doymasıyla, üreticiler, denizaşırı bölgelerde açık pazarlar aradılar ve yöneticileri bu yönde baskı altına tuttular. Bu sıralarda Asya ve Afrika bu amaca hizmet edecek durumdaydı. Avrupa içindeki gümrük duvarları ve merkantilist doktrin, ticaretin sömürgelerle yapılmasını zorlayarak, denizaşırı yayılmayı hızlandırdı. Ayrıca, yeni merkantilist doktrin hiçbir ülkenin kendi kendine yeterli olamayacağını ve bu nedenle her devletin gümrük duvarlarıyla koruyacağı bir sömürge imparatorluğuna sahip olması gerektiğini öğretiyordu. 28 2- Demografik unsur: Tıp biliminde yaşanan gelişmeler, çocuk ölümlerinin azalması ve ortalama yaşam süresinin uzaması sonucunda, artan nüfusu yeni elde edilecek topraklara yerleştirme isteği sömürgeciliğin 1870’lerden sonra hızlanmasında etkili olmuştur. 3- Güvenlik endişesi: Güvenlik endişesi özellikle İngiliz sömürgeciliği için geçerli bir unsurdur. 1870’leri izleyerek İngiltere için asıl önemli olan yeni sömürgeleri elde etmekten çok, var olanları iyi korumaktı. İngiltere’nin 1878 ‘de Kıbrıs’a, 1882’de Mısır’a yerleşmesi, Hindistan yolunun güvence altına alınması açısından değerlendirildiğinde sömürgelere giden yolların dahi güvende olmasının önemi ortaya çıkmaktadır. 4- Ulusal itibar: 1870’lerden itibaren sömürge sahibi olmak, büyük devlet olmanın gereği olarak kabul edilmekteydi. Ekonomik ve askeri bakımdan ne kadar güçlü olursa olsun, büyüklük tutkusu içindeki Avrupa’da büyük olmanın yolu sömürgelerden geçmekteydi. Almanya tüm ekonomik başarılarına rağmen, 1890’lara kadar, öteki Avrupa devletlerinin gözünde bir türlü büyük devlet olamamıştı. 5- Berlin Konferansı: 1870’lere gelinceye kadar Avrupa devletlerinin özellikle Afrika kıtasındaki sömürge girişimlerinde “sözlü işgal” ilkesine uyulmaktaydı. Bu ilkeye göre, Afrika’nın belirli bir kıyısına çıkan devlet görülebilen bütün alanları kendi egemenliğine alıyordu. Başka bir devlet ile görüş ufku kesişen devletler arasında anlaşmazlıklar hatta savaş tehlikesi ortaya çıkıyordu. Bu durum 1884-1885 yıllarında Berlin’de uluslararası bir konferansla düzenlendi. Bu konferans özellikle Afrika’nın sömürgeleştirilmesini hızlandırmıştır. Sömürgeleştirmede “fiili işgal” ilkesi benimsenmiştir. Buna göre, herhangi bir devletin bir toprak parçasında egemenlik iddia edebilmesi için o toprağı askeri bakımdan denetim altına alması gerekiyordu. Bunun sonucu olarak, Avrupa devletleri Afrika’da mümkün olduğu kadar geniş toprak parçalarını hızlı bir şekilde işgal etmeye başladılar. Birinci Dünya Savaşına Giden Yol Almanya’nın Kıta Üstünlüğü ve Üçlü İttifak Almanya’nın ulusal birliğini kurduğu 1871 yılından I. Dünya Savaşı’nın çıktığı tarih olan 1914 yılına kadar Avrupa tarihinin değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır. Bismarck’ın ana amacı, 1871 düzenlemesinin bozulmasını önlemek ve alman birliğinin güçlenmesini sağlamak için Fransa ile bir barış dönemi sağlamaktı. Fakat iki ülkenin birbirlerine karşı hissettikleri güvensizlik bir yakınlaşmaya engel olmuştur. Bunun yanı sıra Almanya’nın stratejik olarak saldırıya açık olması Almanya için olumsuz sayılabilecek bir özellikti. Hemen hemen hiçbir yanında doğal engellerin bulunmadığı ve doğu ve batısında iki güçlü devletin (Rusya ve Fransa) yer aldığı Almanya’da bu durumun etkileri tüm tarihi boyunca görülmüştür. Almanya’da 1871’den sonra, askeri bakımdan her zaman hazırlıklı olmak ve gelecek bir savaşta ilk darbe yeteneğine sahip bulunmak üzerinde en çok durulan konu olmuştur. Tüm bu düşünceler ışığında, Bismarck, Fransa ile Rusya’nın birbirlerine yaklaşmasıyla doğabilecek “iki cepheli savaş” durumundan kurtulmayı Alman dış politikasının temeli yaptı. Almanya ister Fransa olsun, ister Rusya, tek bir devletin saldırısına karşı bağımsızlığını ve 29 toprak bütünlüğünü koruyabilir, ancak ikisinin birlikte saldırısı karşısında son derece güç bir durumda kalırdı. Bu yüzden Bismarck, ittifaklar yoluyla çevresinde bir güvenlik koridoru oluşturmak istemiştir. Fransa ile yeni savaştığı ve kin duyguları geçmediği için anlaşması zordu. Bu yüzden Avusturya ve Rusya’yı yanına alan Bismarck 1872 yılında Birinci Üç İmparatorlar Ligi’ni kurdu. Bu birliğe girerken Rus çarının düşüncesi, “Kutsal İttifak”tan kalma monarklar arası dayanışmanın sürdürülmesi iken, Avusturya’nın amacı Balkanlardaki genişleme çabalarında Almanya’nın sempatisini ve desteğini sağlamaktı. Birliğin önemli maddelerine göre; a) Avrupa’nın statükosu kabul ediliyordu, b) barış tehlikeye düşerse, taraflar aralarında görüşmelerde bulunacaklardı, c) balkanlarda çıkacak herhangi bir anlaşmazlık birlikte çözülecekti, d) devrimci ayaklanmalara karşı ortak bir tutum alınacaktı ve e) taraflar bir başka devletle ittifak yapmayacaklardı. Bismarck’ın korkulu bir biçimde beklediği gibi birlik 1875 yılında başlayan Balkan bunalımı sırasında dağıldı. Bismarck en azından Avusturya’yı yanında tutmak için 1879 yılında yapılan ittifakla bu devleti kendine bağlamıştır. Bu ittifak üçlü ittifakın ilk halkasıdır ve I. Dünya Savaşı’nın bir tarafı olan İttifak devletlerinin temelini oluşturur. İttifaka göre, taraflardan biri Rusya’nın saldırısına uğrarsa, öteki taraf saldırıya uğrayana yardım edecekti. Ancak, taraflardan biri Rusya’dan başka bir devletin saldırasına uğrarsa öteki taraf yansız kalacaktır. Burada başka bir devlet olarak kastedilen Fransa’dır. Görüldüğü üzere taraflar, Fransa’nın tek başına girişeceği bir saldırıdan çekinmemiştir. Avusturya ile yapılan ittifakın sonrasında Bismarck, Rus dostluğuna ve ittifakına ayrı bir önem vermeye başlamıştır. Çünkü Almanya, Avusturya ittifakı yüzünden, Balkanlarda gelişecek çatışmalar neticesine Rusya ile karşı karşıya gelebilirdi. Bu yüzden, Balkan bunalımı yatışınca Avusturya ve Rusya ile II. Üç İmparatorlar Ligi’ni kurdu. Buna göre, taraflardan biri, dördüncü bir ülke ile savaşırsa, öteki iki devlet tarafsız kalacaktı, taraflar Avusturya’nın Berlin Konferansı ile kazanmış oldukları haklara saygı gösterecekti (Avusturya, Bosna-Hersek’in işgali ve yönetimi hakkını kazanmıştır), Türk boğazlarının kapalılığına saygı gösterilecek ve Osmanlı’nın boğazlarda başka bir devlete üs vermesinin önüne geçilecekti. Bu düzenlemelerden sonra Bismarck, sömürge meselesi yüzünden Fransa ve İngiltere ile çekişme halinde bulunan İtalya’yı 1879 Alman-Avusturya ittifakı içine almış ve böylece 1882 yılında Almanya, Avusturya ve İtalya arasında “Üçlü İttifak” kurulmuştur. Bu ittifaka göre, taraflar birbirlerine yönelik ittifaklara girmeyecekler, Eğer tahrik etmeden Fransa İtalya’ya saldırırsa diğer iki devlet İtalya’ya yardım edecekler, taraflardan birisi, kendi tahriki olmaksızın iki ya da daha fazla devletin saldırısına uğrarsa tüm müttefikler savaşa katılacaktı. Bismarck’ın bu akıllı ve Almanya’yı Avrupa’nın siyasal bakımdan en etkin devleti haline getiren tasarıları Avusturya ve Rusya’nın Balkanlarda birbirleriyle çatışmama temeline dayanıyordu. Fakat Balkanlarda 1885 yılında başlayan milliyetçilik fikrinin getirdiği bunalımlar Avusturya ve Rusya’yı karşı karşıya getirdi. 1887 yılında Rus çarının II. Üç İmparatorlar Ligi’ni yenilemeyeceğini açıklamasıyla birlikte Bismarck, Rusya ile ikili anlaşma yoluna gitti ve Almanya ve Rusya arasında 1887 yılında Güvence Anlaşması imzalandı. Buna göre, taraflardan biri üçüncü bir devletle savaşa girerse, öteki taraf yansız 30 kalacaktı, ancak taraflardan biri Fransa ya da Avusturya ile savaşa girerse bu hüküm işlemeyecekti, boğazların kapalılığına uyulacak ve Almanya, Rusya’nın balkanlardaki haklarını tanıyacaktı. Bismarck böylece ikili anlaşmalar yoluyla Almanya’nın güvenliğini sağlamaya çalışmıştır. Yine Almanya, 1881 yılında Avusturya ve Sırbistan arasında gizli bir anlaşma imzalanmasını ve Sırbistan’ın da Üçlü İttifak’a katılmasını sağlamıştır. 1883 yılında ise Avusturya ile Romanya arasında bir savunma ittifakı imzalandı. Almanya da aynı gün bu ittifaka katıldı. Buna göre, Rusya taraflardan birine saldıracak olursa, taraflar birbirlerine yardım edeceklerdi. Bismarck’ın izlediği başarılı politikalar ve kurduğu ittifaklar sayesinde Almanya, Avrupa kıtasında üstün duruma gelmiştir. Bismarck’ın Düşüşü ve II. Wilhelm Alman dış politikasını tamamen Bismarck’a bırakmış olan I. Frederic Wilhelm’in 1888 yılında ölmesiyle birlikte Bismarck’ın kurmuş olduğu denge bozulmaya başladı. II. Wilhelm tahta çıkmasıyla birlikte özellikle sömürgeci politika izleme yanlısıydı. Ayrıca genelkurmay başkanı Weldersee de Bismarck’ın Rusya’ya fazla önem verdiğini düşünüyordu. Bir savaş halinde Almanya’nın önce Fransa ile savaşıp Fransa’yı yendikten sonra Rusya ile de savaşabileceğini, Bismarck’ın iki cepheli savaş korkusunun fazla abartılı olduğunu düşünüyordu. Yine Wilhelm iç politika alanında da Bismarck ile çatışma yaşamıştır. Giderek endüstrileşen Almanya’da işçi partisi güçlenmeye başlamıştı. Bismarck gerekirse orduyu kullanarak işçi partisini ortadan kaldırmak istiyordu. II. Wilhelm ise yönetime gelir gelmez böyle bir iç savaşla karşı kaşıya kalmak istememiştir. İç ve dış politikada imparator ile karşı karşıya gelen Bismarck görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Fransız-Rus Antlaşması II. Wilhelm tahta gelir gelmez Almanya’nın sömürgecilikte geri oluşunun nedenlerini araştırmış ve şu sonuçlara varmıştır: sömürgeciliğe diğer Avrupa devletlerinden daha geç başlanılmıştır, donanması güçlü değildir ve Rusya’ya gereğinden fazla önem vermiş, Rus dostluğunu önemsemiş ve bu yüzden Avrupa içine sıkışıp kalmıştır. Wilhelm ilk madde için yapılacak bir şey olmadığından diğer noktalarda adımlar atmıştır. İlk olarak donanma yapımını hızlandırmıştır. Ayrıca 1887 yılında imzalanan Alman-Rus Güvence Anlaşmasını yenilemeyeceğini duyurmuştur. Bu politika değişiklikleri sonucu, bir yanda İngiltere ile karşı karşıya gelirken, diğer taraftan da Rusya, Almanya’nın yeni tutumundan rahatsız olmaya başlamış ve içinde bulunduğu diplomatik yalnızlıktan kurtulmak için müttefik aramaya başlamıştır. Bu sırada Fransa ile yakınlaşmış ve 1894 tarihli anlaşma imzalanmıştır. Bun anlaşmaya göre; Fransa, Almanya’nın ya da Almanya tarafından desteklenen İtalya’nın saldırısına uğrarsa, Rusya Fransa’ya yardım edecekti. Rusya, Almanya’nın ya da Almanya destekli Avusturya’nın saldırısına uğrarsa Fransa Rusya’ya yardım edecekti. Böylece Almanya karşıtı grubun ilk adımı atılmış oluyordu. İngiliz-Fransız Antlaşması 31 1900’lere gelindiğinde, dengenin Fransa’nın aleyhine döndüğü ve Almanya’nın deniz silahlarında İngiltere ile arayı kapatmaya başladığı anlaşılınca, sömürge yollarının korunmasında deniz rekabetine tahammülü olmayan İngiltere, kendini Fransa’ya yakın hissetmeye başladı. İngiltere ilk iş olarak Japonya ile 1902 tarihinde bir ittifak yaparak o zamana kadar sürdürdüğü “muhteşem yalnızlık” politikasını terk etti. İngiltere, Çin üzerinde bir Rus-Japon yakınlaşmasını önlemek ve İngiliz sömürge imparatorluğuna Asya’dan bir tehdidin gelmesini önlemek adına bu anlaşmayı yapmıştır. İngiltere, yalnızlık politikasının artık sürdürülemez olduğunun farkına varınca Japonya’ya yöneldi. Çünkü Rusya’ya karşı Asya’da savaşabilecek tek güç Japonya idi. İngiliz-Japon anlaşmasına gereğince, İngiltere ile Japonya Uzakdoğu statükosunu korumak yükümlülüğü altına giriyordu. İki devletten biri bu statükoyu korumak için üçüncü bir devletle savaşa girerse, öteki devlet yansız kalacak, ancak başka bir devlet bu üçüncü devlete yardım ederse, İngiltere ile Japonya birbirlerini destekleyecekti. 1902 anlaşmasını önemi şuradadır: bu anlaşma, İngiltere’ye düşmanlarına karşı deniz gücünü hem Avrupa hem Uzakdoğu’da aynı zamanda kullanamayacağını gösterdi. Ayrıca bu anlaşma ile ilk kez bir Avrupa devletinin, başka bir Avrupa devletine karşı kullanılmak üzere, bir Asya devletinin desteğini araması gerektiğini göstermiştir. Bu olay, Avrupa’nın dünya politikasındaki merkezi durumunun zayıflama sürecinin başlangıcını oluşturmaktadır. İngiliz-Japon ittifakı, 1904 İngiliz-Fransız anlaşmasının temelini oluşturmaktadır. Bir kere, İngiltere 1902 anlaşması yüzünden ve istemeden Fransa ile çatışma durumuna girebileceğini gördü. Çünkü bu anlaşmadan güç bulan Japonya, Rusya’ya saldırabilir ve Fransa 1894 anlaşmasına göre Rusya’ya yardıma gidebilirdi. Bu durumda İngiltere ile Fransa iki karşıt askeri grup içinde karşı karşıya gelmiş olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Fransa ile sömürgeler konusunda anlaşmak istemiştir. İkinci olarak, İngiltere artık Almanya’dan çekinmeye başlamıştır. Bu yüzden Fransa ile yakınlaşma sağlamak ve bunun için de sömürge konularını çözüme bağlamak gerekmiştir. Fransa açısından bakılırsa, Uzakdoğu’da şimdi çıkması olası Rus-Japon savaşının, Fransa’yı Avrupa’da Rusya’nın desteğinden yoksun bırakacağı için İngiltere ile yakınlaşmak istemiştir. Balkanlarda yaşanan gelişmeler ve büyük bir savaşın çıkma ihtimali iki ülkenin yakınlaşmasını hızlandırmıştır. 1904 tarihli İngiliz Fransız sömürge anlaşması “İçten Misak” (Entente Cordiale) bu ortamda imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Fransa Fas’ın siyasal statüsünü değiştirmeme sözü veriyor, buna karşılık İngiltere Fransa’yı, Fas’ta ekonomik, mali ve askeri yenilikler yapmada serbest bırakıyordu. Yani Fas, Fransa’nın etki alanı olmuş oluyordu. Aynı şekilde, Fransa, İngiltere’nin Mısır’dan çıkmasını istemekten vazgeçecekti. Anlaşmanın gizli olan hükümlerine göre ise taraflar ilhak için kapıyı açık tutmaya özen göstermiştir. Fransa ve Rusya birbirlerine askeri bir ittifakla bağlanırken, bu anlaşma ile Fransa ve İngiltere siyasal bir birlikteliğe girmiş oluyordu. İngiliz-Rus Sömürge Anlaşması İngiliz-Rus yakınlaşmasına yol açan temel etken 1904-1905 Rus-Japon savaşıdır. Rusya’yı İngiltere ile sömürge konularında anlaşmaya iten nedenler şöyle sıralanabilir: öncelikle Rusya, büyük bir savaşta Fransa’nın kendisine yeterince yardımı olmayacağını gördü. 1894 anlaşmasıyla Fransa’nın hukuken Rusya’ya Pasifik’te yardım zorunluluğu yoktu fakat Rusya, 32 Avrupa’da bir çatışmada da Fransa’dan yeterli destek alamayacağını düşündü. Bu yüzden, Fransa’yı cesaretlendirecek bir başka devlet arayışına girdi. İkinci olarak, Uzakdoğu’da güçlenen Japonya ile uzlaşma yolunun, Japonya’nın müttefiki İngiltere’den geçtiğini gördü. Üçüncü olarak, Rusya’yı İngiltere’ye yaklaştıran, Almanya’nın Berlin-Bağdat demiryolu yapımını üstlenmesidir. Rusya’nın Osmanlı üzerinde etkinliğini artıran Almanya tarafından güneyden çevrilmiş hissetmesi kendisini İngiltere’ye yanaştırmıştır. İngiltere açısından bakılacak olursa, bu devlet Avrupa’da artan Alman gücü karşısında Fransız-Rus anlaşmasının dengeyi sağlamadığını görmüştür. İkinci olarak, Almanya’nın deniz silahları yapımında büyük gelişmeler göstermesi ve bu devletin uzun süredir İngiltere’nin elinde olan deniz üstünlüğünü tehlikeye düşürmesi İngiltere’yi Rusya’ya iten bir başka nedendir. Bu gelişmeler sonucunda, 1907 yılında iki devlet Asya’daki sömürge çatışmalarını gideren bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre; İran üç bölgeye ayrılmış, kuzeyi Rus, güneyi İngiliz üstünlüğüne verilmiştir. Ortası ise tampon bölge olarak bırakılmıştır. Taraflar Tibet’in Çin’e bağlı olduğunu kabul ediyorlardı. Rusya, Afganistan’a ilgisini kesecek, bu devletle ilişkilerini İngiltere aracılığıyla yürütecek, buna karşılık İngiltere de Afganistan’ı işgale ya da topraklarına katmaya çalışmayacaktı. Böylece İngiltere, Hindistan’a bitişik bölgelerin ve dolayısıyla Hindistan’ın güvenliğini Rusya’ya karşı korumuş olmaktaydı. 1907 anlaşmasından sonra karşılıklı iki blok kurulmuş oluyordu. Bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya, diğer tarafta ise İngiltere, Fransa ve Rusya bulunmuştur. Bu anlaşmalardan sonra kendini daha güçlü hisseden Fransa Almanya’ya karşı tavrını sertleştirirken, İngiltere ile anlaşan Rusya, Balkanlarda daha etkin politikalar izlemeye başlamıştır. Bu gelişmeler Almanya’nın silahlanmasını hızlandırırken, I. Dünya Savaşı’na giden yol kısalmıştır. 33