SİYASİ TARİH, bir ülke siyasetinin tarihini incelemez. Bu disiplin

advertisement
SİYASİ TARİH, bir ülke siyasetinin tarihini incelemez. Bu disiplin devletlerden, devletlerin
ortaya çıkışından, değişme, gelişme, yıkılışlarından ve devletler arasındaki siyasal ve bir
dereceye kadar ekonomik ilişkilerinden söz eder. Bu açıdan bakıldığında bu disipline Batı’da
uluslararası ilişkiler tarihi de denilmektedir. Siyasi tarih, devletlerin kuruluşlarını, geçirdikleri
değişiklikleri, gelişmeleri, devlet içindeki insanların, sınıfların, grupların birbirleriyle
çatışmalarını ve devletlerin genel dünya tarihi ve dünya devletler mozaiği içindeki yer ve
önemini inceler. Bu kısım political history kısmıdır. Bağımsız devletlerin yani uluslararası
sistemin temel birimlerinin birbirleriyle olan ilişkilerinin tarihini inceleyen kısım ise
diplomatic history kısmıdır.
Modern devletlerin kuruluşu ve bu devletler arasında diplomatik ilişkilerin başlangıcı daha
çok 19. yy olgusudur. Bu durum, Avrupa’da 30 yıl savaşları sonrasında 1648 yılında
imzalanan Westfalya anlaşması ile ortaya çıkmış bir durumdur. Fakat 19. yy genel olarak
Avrupa’nın egemen olduğu bir yüzyıl olduğu için böyle bir değerlendirme yapmak tarihi
Avrupa merkezli bir hale sokar. Siyasi tarih, uygarlığın global bir nitelik kazanmaya başladığı
Avrupa üstünlüğü dönemini başlangıç noktası olarak almakta ve bugüne kadarki siyasi
gelişmeleri incelemektedir.
19. yy’a gelmeden insanoğlunun tarihini kaba bir biçimde 3 ana bölüme ayırıp incelemek
mümkündür.
1- Tarıma dayalı uygarlıklar ya da Ortadoğu bölgesinin üstün olduğu dönem. Bu dönem MÖ
5000’lerden MÖ 500’lere kadar olan 4500 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde
Mezopotamya bölgesi ön plandadır.
2- Uygarlığın global bir nitelik almaya başladığı dönem. Bu dönem MÖ 500 ile MS 1500’lere
kadar olan süreci kapsar ve üç ayrı alt bölüme ayrılabilir
a- Grek uygarlığı ve bu uygarlığın Makedonyalı İskender tarafından Helenizm adıyla
genişletildiği dönemdir. MÖ 500 ile MS 500 arasında 1000 yıllık bir dönemdir.
b- İslamiyet’in doğuşu ve dünya üstünlüğünü sağladığı 600-1000 yılları arasındaki dönemdir.
c- Steplerin dünya üstünlüğünün tarihi başlar ve 1000 ile 1500 arasındaki Moğol ve Türklerin
başat güç oldukları dönemi kapsar.
3- Bu dönem 1500’lerden başlar ve şuan içinde bulunduğumuz döneme kadar sürer. Bu
dönem Avrupa’nın dünya egemenliğini sağladığı dönemdir. Avrupa önce 1500-1700 yılları
arasında denizlerde hakimiyet sağlamıştır. Daha sonra dünya dengesi sarsılarak 1700-1850
yıllarında uygarlıkların globalleşmesi süreci başlamıştır. 1850-1950 arasında ise Avrupa kesin
üstünlüğünü sağlamıştır. 1950’den bu güne kadar olan süreç ise Avrupa’nın dünya
üstünlüğünün sarsıldığı bir dönemdir.
1. Dönem MÖ 5000- MÖ 500
İnsanoğlu tarım devrimi ile göçebelikten yerleşik hayata geçmiştir denilebilir. Bitki ve hayvan
türlerinin evcilleştirilmesiyle yerleşik hayata geçen tarıma dayalı toplumlar uygarlıklarının
1
global ya da dünya çapında bir kapsam göstermemektedir. Bunlar bir bakıma kendi
kendilerine yeterlidir ve dış dünya ile anlamlı ve bilinçli bir temasları yoktur. Ortadoğu’nun
ve dünyanın ilk yerleşik toplulukları olan Mezopotamya ile Mısır uygarlıkları ne kadar üstün
olurlarsa olsunlar böyle uygarlıklardı.
Yerleşik toplulukların oturdukları merkezlerin dışında yaşayan göçebe kavimlerin, zengin
kent devletlere karşı giriştikleri yağmaya yönelik saldırılara karşı savunma ihtiyacı,
Mezopotamya’da düzenli ordu kurulmasını gerektirmiştir. Bu durumun kent devlet içinde
otoriteyi güçlendirici etkisi olmuştur. Diğer yandan, Mezopotamya bölgesinin göçebe
saldırılara açık olan topografyası ve kent devletler arasındaki sınırların belirsizliği bölgede
savaşlara sebep olmuştur. Bu durum, bir yandan yöneticilerin otorite ve baskılarının artması,
öte yandan siyasal istikrarsızlıkla birlikte güçlü ve geniş bir imparatorluğun kurulamaması ya
da çok kısa ömürlü olması sonucunu doğurmuştur.
İnsanoğlunun ilk kent devletleri arasında siyasal örgütlenmesi ve üstün uygarlıklar olması
sebebiyle önemli olanlar; Sümer kent devletleri, Akadlar, Asur kent devletleri, Babiller ve
Hititler ve Nil nehri boyunca kurulan Mısır devletleri ve uygarlığıdır. Mısır uygarlığının
özgün bir yanı, coğrafyası sayesinde dış güçlerin özellikle göçebelerin saldırılarından
korunması ile bölgede siyasal birliğini uzun süre sürdürmesidir.
2. Uygarlığın küresel bir nitelik almaya başlaması MÖ 500- MS 1500
İyonya: Özellikle bilimsel çalışmalara ağırlık verilen bir dönemdir.
Grek Uygarlığı: MÖ 5. ve 4. yüzyıllara gelindiğinde eski Mezopotamya uygarlığının
kurulduğu topraklarda, tarımla uğraşan edilgen, siyasete karşı kayıtsız ve yönetici aristokrasi
tarafından ezilen köylülerin bulunduğu toplumsal ve siyasal bir düzen egemen olurken, Grek
yarımadasında kent devletlerinde ilk demokratik yönetimlerin kurulduğu görülmektedir.
Burada kırsal kesim etkin ve yoğun bir şekilde devlet sorunlarıyla uğraşmakta ve siyasal bir
canlılık hüküm sürmekteydi.
Greklerin askerlik alanında sık saflarda yürüyen mızrak ve kalkanlı asker alayını yaratmaları
önemli siyasal ve toplumsal gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Saflardaki askerler arasında
toplumsal statü ve zenginlik farkları ortadan kalkmış, bunların yerine güç, cesaret ve disiplin
önem kazanmıştır. Bu da doğal olarak kentin askerleri arasında dayanışma duygusunu artırmış
ve eşitlik anlayışına yol açmıştır. Bu eşitlik ruhu ve toplumsal dayanışma duygusu, Grek kent
devletlerini dönemin öteki uygarlıklarından ayırmıştır.
Grek kent devletleri şarap ve zeytinyağı gibi kolay taşınabilir maddeleri üreterek çevre
kavimlerle canlı bir ticaret başlatmıştır. Dolayısıyla ticari tarıma geçiş, Atina, Milet, Efes ve
Sparta gibi kent devletlerde demokrasi eğilimini güçlendirmiştir. Bu ticaret ilkel de olsa
demokrasinin ortaya çıkmasını ve bu dönemde önemli düşünür ve tarihçilerin yetişmesini
sağlamıştır.
Grek uygarlığının klasik döneminde toplumda hiçbir hakka sahip olmayan tutsakların
bulunması, demokrasiyi bugünkü demokrasiden ayıran bir özellikti. Ayrıca Grekler kent
2
devletin ötesinde geniş bir siyasal örgütlenme ufkuna sahip değildiler. Bu geniş ufku
Makedonyalı İskender sağlayacaktır.
Makedonya ve Helenistik dönem: İskender, Makedonya kralı Philip’in oğludur. MÖ 334
yılında Çanakkale boğazını geçip, Asya’ya girdi. Anadolu’yu geçip Suriye ve Mısır’ı işgal
etti. Sonra İran’a, Hindikuş dağlarını aşıp Buhara ve Taşkent ve Keşmir’e kadar yayıldı. Bu
askeri kampanyalarla Grek dünyasının ufkunu genişletti. Grekler artık yerel bir topluluk olan
kent devlet değil, gittikçe genişleyen Helen dünyasının, bir bakıma geniş bir kozmopolisin
üyesi olduklarının bilincine vardılar. Fakat aynı İskender, özgür ve bağımsız olan ve giderek
olgunlaşan Grek bölgesini yıkmış ve bunun yerine geniş ve merkeziyetçi bir imparatorluk
kurmuştur. Kısa süre içinde dağılmasına rağmen kurduğu imparatorluk, globalleşmeye
başlayan yeryüzünün ilk habercisi olmuştur.
Roma imparatorluğu: MÖ 200 ve 146 arasında yeni bir imparatorluk gücü Roma, Grek
yarımadası ve Makedonya’ya kadar denetimini genişletti. Kartaca ile yaptığı savaştan sonra
Kuzey Afrika’yı, daha sonra Makedonya, Grek yarımadası, Batı Anadolu ve Suriye’yi ele
geçirdi. MÖ 130’a gelindiğinde bugünkü Fransa ve İberik yarımadası dahil Akdeniz’e kıyısı
olan tüm toprak şeridi üzerinde egemenlik kurdu. MÖ 90-89 yılları arasında bütün yarımada
halklarına Roma yurttaşlığı hakkının tanınmasıyla İtalya siyasal açıdan birleşti. Roma insanlık
tarihinin ilk büyük cumhuriyeti olup, Batılı anlamda modern devletin öncüsü sayılabilir.
İmparatorluk barbarların saldırıları neticesinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Roma’da özgür ve özgün düşünce kök salamadı, zenginliğe değer verilip bilim aşağılanmıştı.
Büyük ama bilgisiz ve yaratıcılıktan yoksun imparatorluk ileriyi görüp değişen koşullara ayak
uyduramadı.
İslam Dünyasının üstünlüğü MS 600-1000
İslamiyet’in doğuşu ve Hz. Muhammed’in Mekke ve Medine’de verdiğin mücadelelerden
sonra Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte halifeler dönemi başlamıştır. Sırasıyla, Ebubekir,
Ömer, Osman ve Ali Müslüman dünyasının hem dini hem de siyasal önderleri oldular.
Halifeler İslamiyet’i Arap yarımadasında, Bizans imparatorluğu ve İran’da Sasani devletinin
Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran topraklarını ellerine geçirmiştir. Ali’nin ölümünden sonra
Emeviler hanedanlık kurarak halifeliği devraldılar. Emeviler İslam dünyasına önemli
değişiklikler getirmiştir. Başkent Şam’a taşınmıştır. Devletin sınırları içine Kuzey Afrika,
İspanya ve Asya’nın bir bölümünü kattılar ve yönetimi yeniden düzenleyerek seçimle işbaşına
gelen halifelik yerine irsi bir sistem kurdular. Ayrıca iktidarları süresince İslam topluluğunun
tümüyle Arap olan yapısını değişmeye ve başka ırkları da içermeye başladı. Emevi önderleri
aleyhindeki çürüme ve dine aykırı hareket suçlamaları, Hz. Muhammed’in soyundan gelen
Abbasîlerin hilafet üzerindeki iddialarını güçlendirdi ve 750 yılında Abbasîler, Emevileri
yenerek Abbasî hanedanlığını kurarak başkenti Bağdat’a taşıdılar. Emeviler ise varlıklarını bir
süre İspanya’daki Endülüs Emevi devleti ile sürdürdüler. Abbasi dönemi İslam uygarlığının
gerçek dünya üstünlüğünü her yönüyle vurgular. Bilimde diğer uygarlıkların gelişmeleri İslam
potasında eritilmiştir. İslam dünyasında Arap olan ve olmayan Müslümanlar arasındaki ayrım
etkili bir şekilde ortadan kaldırılmıştır. Abbasi dönemi Moğol saldırıları sonucu sona ermiş,
Mısır’da Türk asıllı Memlukler 1260’ta yönetimi ellerine geçirdiler ve 1517’de Osmanlı
3
Türklerine yenilene kadar eski İslam-Arap kültürünü bölgede yaşattılar. Bu tarihten sonra
hemen hemen 400 yıl bölgeyi Osmanlılar yönetmiştir.
3. Steplerin Egemenliği: Moğollar ve Türkler 1000-1500
1000’li yıllarda kavimler batıya göç etmeye başlamıştır. 11. ve 12. yüzyıllarda İslam
dünyasında kurulan Türk devletleri kısa ömürlü olmuştur. En istikrarlısı sayılan Selçuklular,
varlıklarını ancak elli yıl kadar sürdürebilmişlerdir ve sonunda çeşitli beyliklere
bölünmüşlerdir. Selçuklular ülkelerini Abbasî halifeleri adına yönetmiştir. 13. yüzyılda ise
İslam toplumunun dengesi askerlerinin çoğunluğu Türklerden oluşan Moğolların istila
dalgasıyla alt üst oldu. Bağdat 1258’de alınarak Abbasî halifeliği tümüyle sona erdirildi.
İstilacılar çok geçmeden İslamiyet’i kabul ederek, İslam toplumunun içinde eridiler. Moğol
istilalarının en çarpıcı sonucu, Türk kavimlerinin Batı Asya’ya geniş çapta yayılması oldu.
Moğol akınları sonucunda Selçuklu Devleti’nin zayıflaması sonucu Anadolu’da beylikler
bağımsızlıklarını kazanmaya başlamıştır. Bu beylikler içinde en önemlisi Osmanlılar
olmuştur. Osmanlı devleti Türklerin 14. yüzyılın başlarında kurdukları ve varlığın 600 yıl
sürdüren Türk devletlerinin en uzun ömürlüsü olmuştur. Osmanlı beyliği Anadolu’nun
batısında Rumlara komşu bir bölgede yer almaktaydı. Akınları genelde batıya, Rumlara doğru
yaptığı için bir Gazi Cemaati olarak diğer Türk beyliklerin de desteğini almıştır. Devletin
kuruluşunu izleyen ilk yüzyıl içinde iktidar mücadelesi olmamıştır. Devlette siyasal birlik
sağlamdı. Devlet sınırlarını batıya doğru genişlettiği için Hristiyan bölgeleri fethetmekteydi.
Devletin sınırları içine giren Hristiyanların zorla dönüştürülmesine başvurulmamış, dinlerini
ve kültürlerini sürdürmelerine izin verilmiştir. Osmanlıların genişleme politikası rastgele bir
istiladan ziyade belirli bir program içinde bilinçli bir yayılma olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı devleti sadece batıya doğru değil, Yavuz Sultan Selim döneminde de doğuya doğru
yönelerek 1571’de Memluklu yönetimine son vererek halifeliğin Osmanlı Devleti’ne
geçmesini sağlamıştır.
13. yüzyılın sonundan 15. yüzyılın başına kadar geçen üç yüz yıl içinde Hristiyanlığın
gerilediği görülür. Bu yüzyıllar daha çok Moğol ve Türk halklarının yüzyıllarıdır.
Batı’nın Yükselmesinin Temel Nedenleri
a- Ağır Sabanın Bulunması: Koşulların zorladığı yaratma yeteneği ve adale gücünden başka
ve daha üretken enerji kaynaklarının bulunması Batının çıktığı noktayı göstermektedir.
Hayvan gücüyle çalışan ağır saban ve ürünün öğütülmesi için rüzgar gücünün kullanılması,
Kuzey Avrupa düzlüklerinde gıda maddelerinin hızla artmasına ve bu da doğal olarak nüfusun
birikmesine yol açmıştır. 11 ve 14. yy arasında tüm Avrupa’da ekilebilir alanlar genişledi ve
bu sayede ortaya çıkan ürün fazlası, eski Akdeniz uygarlık merkezlerini çok aşacak olan Batı
zenginliğinin, gücünün ve kültürünün temeli oldu.
b- Feodalizm: Tarım ürünleri fazlası ile görece zenginleşen köylülerden alınan vergiler ve
kirayla güçlü bir profesyonel ordu kurulabilmiş ve şövalyelik kurumu ortaya çıkmıştır. Bu
zırhlı şövalyeler step akıncılarına karşı başarılı olmuş ve step insanı eski üstünlüğünü
kaybetmiştir. Böylece bundan önceki dönemin ana teması olan Avrupa’yı birbirine katan step
4
istilaları, bu yeni askeri güç sayesinde çok azaldı. Bu sayede Avrupa, temel ekonomik ve
siyasal kurumlarını kuracak enerji ve zamanı kazanmış oldu.
Bu ortam içinde feodalizm ortaya çıktı. Feodalizmin özü, örgütlenmiş devlet yapısının
bulunmadığı, yerel düzeyde bir çeşit hükümet görevinin yürütülmesidir. Belli bir toprak
parçası üzerinde en önemli ve güçlü kişi, daha az toprağa sahip olanların koruyuculuğunu
üstlenmiş ve onlar da bu kişiye bağlılık sözü vermişlerdir. Böylece feodal “lord” ile “vassal”,
toprağa bağlı (serf), köylüleriyle feodalizm ortaya çıktı. Feodalizm lord ile vassal arasındaki
karşılıklı hak ve görevler ilişkisine dayanır. Lord vassalı koruyacak, adaleti, toprağını işleme
ve ürününü toplamasını sağlayacak, vassallar arasındaki toprak anlaşmazlıklarını çözecekti.
Vassal ise yılda daha önce belirlenmiş süre içinde savaşçı olarak lordlara hizmet edecekti.
Vassal, üç durumda vergi de verecekti. Bunlar; lordun çocuklarının evlenmesi, savaşta tutsak
düştüğü zaman fidyesinin ödenmesi ve vassalın toprak mirası elde etmesidir.
Feodalizmde hiç kimse tam anlamıyla hükümran değildir. Kral ile halk ve lord ile vassal bir
çeşit mukavele ile birbirlerine bağlı idiler. Bu mukaveleye aykırı hareket edilirse, karşılıklı
hak ve görevler sona ermekteydi. Bu durum, sık sık siyasal karışıklıklara ve istikrarsızlığa ve
hatta savaşlara yol açmışsa da gelecek çağların anayasal hükümet anlayışı, feodalizmin bu
mukaveleye dayanan niteliğinden doğacaktır.
c- Ticaretin Doğuşu ve Kent Yaşamı: Avrupa’da göreli de olsa güvenliğin sağlanmasının
önemli sonuçları olmuştur. Yerel güvenliğin sağlanmasıyla değer verilen madenlerin ele
geçirilmesinde zora başvurma geçerli yol olmaktan çıkınca, bunların ticaretle sağlanması
yoluna başvuruldu ve korsan gemilerinin yerini ticaret gemileri, haydutların yerini de
tüccarlar aldı. Çoğu haydut ve korsan tüccar oldu. Böylece yeni bir sınıf ortaya çıktı. Şimdi
tüccarlar da bağımsız ve özgür davranış alışkanlıklarına sahip oldular. Böylece kendi işlerini
kendileri görürken, savunmalarını dahi kendileri yapmıştır. Zamanla bu tüccarlar ticarete
uygun ve savunması kolay yerlere yerleştiler. Böylece Avrupa kentleri doğmaya başladı.
Ticaret ve kentleşme dünya tarihinin en önemli iki dönüm noktası olan tarım ve endüstri
devrimleri arasındaki zaman dilimi arasındaki basamak olmuştur.
d- Siyasal Yetki Mücadelesi: 10 ve 11. yy’da yerel güvenlik göreli olarak kurulmuş ve barbar
istilalarına son verilmiş olmakla birlikte Avrupa genelinde barış ve düzen sağlanamadı. Dış
baskının azalması yerel lordların bu kez kendi aralarında savaşmalarına yol açtı. 11.yüzyılın
karışıklıkları ve sürekli savaşları siyasal bütünleşme düzeyleri, yani bir bakıma yetki alanları
çatışan dört temel birimin birbirleriyle giriştikleri yetki mücadelesinin ürünüdür. Bunlar; gücü
giderek azalan Kutsal Roma imparatoru veya papa tarafından yönetilen Hristiyanlık, ulusal
monarşiler, laik ya da dini feodal lordlar veya prenslikler ve ticaretin ortaya çıkardığı kent
devletleridir.
Büyük dinsel saygınlığı ve “aforoz” gibi manevi bir gücü olmasına rağmen, Papalığın kendine
ait bir askeri gücü yoktu. Papalığın buyrukları monarşilerin uygulamaları ile çatışınca, uzun
vadede kazanan üstün askeri gücü ile monarşiler oldu. 13. yüzyılda Fransa ve İngiltere’de
göreli olarak homojen ve güçlü ulusal krallıklar kurulurken, Almanya ve İtalya’da Kutsal
Roma İmparatorluğu mirası üzerinde küçük kent devletler kuruldu. Daha önce var olanlar ise
bağımsızlıklarını sürdürdüler. Fransa ve İngiltere’de kentliler monarklara vergi vererek, yerel
5
feodal lordlara karşı korunma ve bazı özgürlükler kazandılar. Belirli bir monarşi denetimi
pahasına da olsa, monarşinin koruyuculuğu, İngiliz ve Fransız kent insanına Almanya ve
İtalya’da hüküm süren yerel anarşiden daha çekici gelmiştir. Almanya ve İtalya’daki merkezi
otoritenin yıkılmasıysa, belirli bir anarşi pahasına da olsa, bu bölgelerde kent devletlerin
hakim birimler haline gelmesine yol açtı. 15. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’nın batısında
ortaya çıkan ulusal devletler, gelecek yüzyıllarda parlak ve uzun bir gelişme ve güçlenme
potansiyeline kavuşmuşlardır. İtalya ve Almanya bölgesinin kent devletleri ise, 14 ve 15.
yüzyıllarda kültürel ve ekonomik önderliği ellerine geçirdiler. Yani 1300-1500 yılları arasında
Avrupa’nın siyasal dengesi, çevrede ekonomik olarak geri olan ulusal devletlerle, Batı
Hristiyanlığının ortasında küçük ama canlı ve gelişmiş kent devletleri arasında oluşmuştur.
e- Rönesans: Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans, eski Grek ve Roma başarılarının
yeniden canlandırılması sürecini anlatır. Rönesans döneminin yaratıcılığı, yenilikçiliği ve
canlılığının asıl yürütücü gücü kent insanları yani bir bakıma tüccarlardı. Bunlar ne kadar
zengin olursa olsunlar, geniş kitlelerin efendisi olmadıklarından, enerji ve zamanlarını bu
kitlelerin yönetimine değil, en karlı ticaretin nereyle ve nasıl yapılacağına harcadılar ve bu
yolla sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine harcadılar.
Rönesans’ı bir bütün olarak değerlendirirsek, şu temel anlayışlara dayandığı ve onlarla anlam
kazandığı görülür: yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir, insan güçlüdür ve bu
gücüyle büyük başarılar elde edebilir, insanın sürekli faal olması onurlu bir şeydir ve gerçek
güzeldir. Rönesans bir bakıma insanın kendisini ve çevresini yeni bir algılama ve kavrama
biçimidir. Bu anlayışa göre, yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekici bir yerdir ki, başka
dünyaları düşünmenin ve ona hazırlık yapmanın bir anlamı yoktur. Sakin, toplumdan uzak,
dünyevi zevklerden yoksun bir yaşam, hareketli, başarılı, serüvenlerle dolu ve dünyevi bir
yaşamdan daha saygı değer değildi. İnsan tanrının koruyuculuğu altında bile olsa zayıf
olamazdı; gerçekte büyük bir güce sahipti. Eskiden ideal olan dünya işlerinden belirli ölçüde
uzak durmaktı. Yoksulluk, Hristiyan doktrininde, saygı uyandırmaktaydı. Rönesans’la
birlikte, zenginliğin olanaklarından doğrulukla yararlanmanın erdem olduğuna inanılmaya
başlandı. Ortak sorumluluk anlayışından vazgeçilerek, bireyin yetenekleri ve potansiyel gücü
vurgulandı. Rönesans bireyciliğinde erdemli kişi, ister savaşta, ister sanatta, ister devlet
yönetiminde olsun, ne yapacağını bilen potansiyelinden yararlanarak önüne çıkan fırsatları en
iyi biçimde kullanan bireydir. Rönesans gerçeklik ve nesnellik anlayışını da beraberinde
getirmiştir. Gerçek evrende görülen ve dokunulan kişi ya da nesneler olarak ele alındı.
Nesnellik ise nesnelerin onları algılayan her normal insana aynı görünmesi ve hissedilmesi
demekti. Sanattan ve bilimden beklenen bu gerçeği ve nesnelliği iletmesiydi. Bu uyanış,
resimden müziğe, heykeltıraştan mimariye, edebiyattan doğa bilimlerine kadar tüm insan
faaliyetlerinde kendini gösterdi.
f- Dini Reform (Reformasyon): Kilise 15. yüzyıla gelindiğinde monarkların ve zenginlerin
vicdanlarında sahip olduğu önemli yeri yitirmeye başlamıştı. Ama aynı zamanda sade
vatandaşın güven ve inancı da sarsılmıştı. Monarklar ve zenginler üzerinde ruhani gücünün
azalmasının etkisi, kendi iç işlerine karışmasına, manevi sınırlandırmalarına, iddia ettiği genel
hükümranlığa ve koyduğu vergilere karşı çıkılmasıydı. Kilisenin güç ve mülküne itibar
etmemeye başlamışlardı. Prenslerin kiliseye başkaldırmaları önemli bir gelişmeydi. Fakat asıl
6
önemli nokta, kilisenin siyasal mücadelede Kutsal Roma imparatoru ile açıkça işbirliği
yapmaya başladığı zaman kiliseden ayrılmayı düşünmeye başladılar. Monarkların bu isyanı,
kilisenin dünya yönetimine ve Kutsal Roma imparatorunun üzerlerindeki siyasal hükümranlık
iddialarına karşı dini olmayan bir hareketti. Normal vatandaşın kiliseye isyanı ise dini
nitelikteydi. Kilisenin gücüne değil zayıflığına isyan ediliyordu. Dini öğretiye uygun ve
dürüst bir denetim istenmekteydi. Papa’ya Hristiyan dünyasının dini önderi olduğu için değil
olmadığı için itiraz ediyorlardı. Papa, Hristiyanların ruhani lideri olacağına, varlıklı ve
dünyevi bir prens haline gelmişti.
Avrupa’da 14. yüzyılda kilisede reform isteyenleri göz önünde bulundurduğumuzda, üç yönlü
bir mücadeleden söz edilebilir. Öncelikle monarklar, kendi toprakları üzerindeki ruhani
otoriteye, eğitim sistemine ve kilisenin mal ve mülküne el koymak istiyorlardı. Monarkların
reformu dinin başı olan papanın yerine monarkın, yani devletin geçmesi biçimini aldı.
Amaçları tahta bağlı ulusal kiliselerin kurulmasıydı. Halk ise Hristiyanlığı zengin ve güçlü
olanların haksızlık ve kötülüklerine karşı güçlü bir otorite haline getirmek istiyorlardı. Halkın
yapmak istediği, kilisenin otoritesine karşı kendi İncil’lerine sahip olmak, kendi kiliselerini
buna uygun olarak yönetmekti. Bu hareketin tipik örneği Martin Luther’dir. Luther, kiliseyi
düzeltmek değil, onu alaşağı ederek yerine İncil’den çıkarılacak ilkeler üzerine yeni bir kilise
kurmak istiyordu. Ona göre her Hristiyan İncil’i okumalı ve kendi vicdanına göre yorumunu
serbestçe yapabilmeliydi. Din adamlarının Hristiyan cemaatinin öteki üyelerinden farkı
kalmamalıydı. Roma ve Kutsal Roma imparatoruna karşı Almanya’da birikmiş bir tepkiden
dolayı Luther ateşli taraftarlar toplamaya başladı. Ancak bu reformları yapabilmek için güce
ihtiyacı olduğunu biliyordu ve bu yüzden Alman prenslerine seslenerek, din üzerinde hakları
olan denetimi kurmalarını istedi. Prenslerin bu çağrıya uyması üzerine Luther’in öğretisi
devletin otoritesine boyun eğmeye dönüştü. İyi bir Hristiyan, kurulu otoriteye sadık
kalmalıydı. Reform hareketleri önemli siyasal sonuçlar doğmasına sebep oldu. Almanya’da
bazı prensler ve kent devletleri bir birlik kurarak, Katolik Kutsal Roma imparatoruna karşı
savaş başlattılar. Fransa kralı I. François ve başbakanı Kardinal Richelieu iyi bir Katolik
olmasına rağmen, bu Protestan birliğini destekledi. Siyasal çıkarları, dinsel çıkarlarına üstüne
gelmiştir. I. François Habsburgların evrensel monarşisine karşı Avrupa güç dengesini
sağlamak için, Protestan Alman prenslikleriyle ve hatta Müslüman Osmanlı ile ittifaklar
kuracaktır. Bunu izleyen süreçte Fransa’nın dış politikası ister dinsel ister siyasal olsun,
Almanya’nın bölünmüşlüğünün sürdürülmesi üzerine kurulacaktır. Fransa’nın desteğiyle
alman prenslikleri, Kutsal Roma’ya ve Katolik kalan prensliklere karşı zafer kazandılar. 1555
tarihli Augsburg Barışı Protestanlık davasının başarısını simgeler. Fakat aynı zamanda
Almanya’nın, küçük ve bağımsız devletler mozaiği biçiminde parçalanmışına da yol açmıştır.
Kilise içinde bazı azizlerin başını çektiği grup ise, kiliseyi doğru yola çekerek, kilisenin
gücünü artırma peşindeydi. Kilise içindeki reformasyonun en önemli temsilcisi İspanyol Aziz
Ingatius’tur. Ingatius, 1538’de İsa’nın Toplumu adıyla bir tarikat kurdu. Bunlara “Cizvitler”
dendi. Bu tarikat kendini tamamen kilisenin emrine verdi. Misyonerlik faaliyetleriyle
Hristiyanlığı Çin’e, Hindistan’a ve Kuzey Amerika’ya kadar yaydılar. Cizvitlerin asıl başarısı
eğitim alanında olmuştur. Genel bilgi düzeyini yükseltmiş, tüm Katolik kilisesinin itibarını
yeniden kazanmasını sağlamaya çalışmış ve onlarla rekabete giren Protestan Avrupa’nın da
uyarıcısı olmuşlardır.
7
Reform hareketlerini önemli bir sonucu, kilisenin hemen hemen bugünkü halini almasıdır.
Papalık, bu tarihten sonra devlet yönetiminden ayrı dinsel bir örgüt olarak faaliyet
gösterecektir. Bir başka önemli sonuç ise, ister devletler arasında, ister devlet sınırları içinde
olsun, Hristiyan dininin gerçeği üzerinde anlaşamamalarının, laiklik ve modern bilime giden
yolu açmasıdır. Rönesans ve reform arasındaki karşılıklı etkileşim, Avrupa kültürünün özünde
bulunan pagan Helen ve Hristiyan geleneği arasındaki temel çelişkiyi belirgin hale getirmiş ve
Avrupa insanının yaratıcılık potansiyelini artırarak, Avrupa’nın entelektüel ve manevi
enerjisini yükseltmiştir.
Batı’nın Denizlerde Üstünlük Sağlaması
16. yüzyıla tüm dünyada önce Portekiz, sonra da İspanya’nın dönemi demek yanlış olmaz.
Portekiz krallığı Atlantik’te keşfi teşvik edip mali destek sağlayınca Vasco de Gama,
Afrika’nın güneyinden dolaşıp kendisini daha önce bilmedikleri Arap ticaretinin tam
ortasında buldu. Sonrasında Goa, Aden ve Hürmüz Boğazı ve Doğu Afrika’da sürekli ticaret
istasyonları kurdu. Portekizliler buradan Malaka Yarımadası, Çin limanları ve Yeni Gine’ye
kadar uzandılar. Böylece Avrupa’nın ateşli silahlar ve deniz gücüyle desteklenen ilk sömürge
imparatorluğu kuruldu. Kısa vadede bu hareket, doğu kökenli malların, çok el değiştirmeden
Avrupa’ya ulaşması oldu. Böylece fiyatlarda esaslı değişiklikler meydana geldi (düşüş
yaşandı).
Kraliçe İsabella’nın desteği ile Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika kıtasını bulması,
Portekiz’den sonra İspanya’yı da denizaşırı imparatorluk kurmaya itti. Doğuda Portekiz’i
dengelemek için İspanyollar Amerika’nın içlerinde keşfe başladılar. Kilise yeni bir “haçlı
ruhu” ile Hristiyanlığı yeni kıtada yaymak içim hemen misyonerliğe başladı ve sömürgeciliği
destekledi. İspanyol fatihlerinden Cortez, Meksika’daki Aztek, Pizarro ise Peru’daki İnka
uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. Bu uygarlıkların altın heykel ve süs eşyalarını eriterek
paraya çevirdiler. Yerlilerin zorla çalışmasının yanı sıra, Afrika’dan 1560’ta sayıları yüz bine
ulaşan kara derili tutsak Amerika kıtasına getirildi.
Doğu ile Batı’nın denizlerine tam yüz yıl Portekiz ile İspanya egemen oldular. Bu iki devlet
1494’te yaptıkları bir anlaşmayla yeryüzünü ikiye bölerek paylaştılar. Magellan’ın keşfettiği
Filipinler İspanya’ya, Portekiz tarafından bulunan Brezilya ise Portekiz’e verildi. Bunun
dışında İspanya tüm Amerika’yı, Portekiz ise Asya ve Doğu Hint adalarının ticaret hakkını
elde etti. Fransa, İngiltere ve Hollanda gibi denizcilik potansiyeli olan devletler 1600’lere
kadar Portekiz ve İspanya gibi denizlere açılamadılar. Bu devletler iç sorunlarını ve din
savaşlarını atlattıktan sonra okyanuslara açılmaya başlayacaktır. 16. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren İberik yarımadasının deniz üstünlüğü tehdit edilmeye başlandı. Önce Hollanda (1568)
sonra da İngiltere’nin (1588) İspanyol deniz güçlerine karşı zaferleri İspanya’yı tahtından
indirdi. Hollanda hemen arkasından Portekiz’in Hint Okyanusu kıyılarındaki ticaret
merkezlerine yerleşti.
Fiyat Artışı ve Merkantilizm: 10 ve 15. yüzyıllar arasında gelişen ticaret, 16. Yüzyıla
varıldığında devletlerin en önemli uğraşı oldu ve bugün bildiğimiz niteliğini kazandı.
Kapitalist ekonominin ortaya çıkışı ve kent merkezli ekonomik sistemden ulus merkezli
ekonomik sisteme geçiş. Bu dönüşümün önemli bir özelliği, 12. Yüzyılda başlayan, ama 16.
8
Yüzyılın ikinci yarısında hızlanan fiyat artışıdır. Bu durum enflasyon yaratmıştır ve halklar
üzerinde olumsuz etkiye sebep olmuştur. 16. Yüzyıl enflasyonunun sebebi, Amerika’dan
Avrupa’ya akan yeni bulunmuş değerli madenlerdir. Maden miktarı üretilen mal ve
hizmetlerin hacminden daha hızlı arttığı için madenin değeri azaldı. Bu da fiyatların
yükselmesi demekti.
Özellikle 13.yüzyıldan sonra sürekli artan nüfus, ekime daha az uygun toprakların da tarıma
açılması zorunluluğunu doğurdu. Böylece üretim masrafı ve maliyeti yükseldi. Nüfusun
artması sonucunda tarım ürünlerinde yaşanan fiyat artışı karşısında hükümetler paranın
değerini düşürdü. Bu uygulama kısa vadede kralın gelirini artırdıysa da uzun vadede
enflasyonu körükledi. Bazı hükümetlerin vergi artırma yoluna gitmesi buna izin vermeyen
parlamenter nitelikteki kuruluşlarla çatışmaya sebep oldu. Yani mali bunalımlar anayasal
bunalımları tetikledi. Bu anayasal bunalımlar sonucunda 17.yüzyılda İngiltere’de parlamento
zafer kazanmış, diğer Avrupa ülkelerinde ise kraliyet despotizmi kurulmuştur.
Fiyat artışlarının bir başka sonucu ise merkantilizmin ortaya çıkışıdır. Kralların altın ve
gümüşün kendi ülkelerine akması için tedbir almaları, merkantilist düzenlemenin iticisi oldu.
Bu uygulamaysa giderek güçlü ve kendi kendine yeten ekonomi kurma düşüncesine yani
merkantilizme yol açtı. Merkantilist düşüncenin temel noktaları; mamul maddelerin ihracatını
artırmak, hammaddelerin ihracatını azaltmak, yaşamsal olan ham maddelerin dışında ithalatı
yasaklamak ve böylece ticaret dengesini kendi lehlerine çevirmektir. Fransa daha 16.yüzyılın
başlarında Osmanlı Devleti ile bu yönde bir anlaşma yapmıştır (kapitülasyonlar).
Tüm bu gelişmelerle biriken zenginlik, Avrupa tarihinin gelecek yüzyıllarının en önemli
siyasal birikimi olan ulus devleti doğuracaktır. Çünkü 16. yüzyılla birlikte dünya
ekonomisinin gidişi, ulus devlet çapında bir ekonomik düzenlemenin en başarılı düzenleme
olduğunu gösterecektir. Ayrıca yine bu zenginlik sayesinde devletler güçlü ve sürekli ordular
besleme imkânına kavuştular ve güçlerini artırdılar. Bu iki gelişme, ekonomik ve askeri
olanaklar, ulus devletin kuruluşunu kolaylaştırmıştır.
Üstünlüğün Kuzeybatı Avrupa’ya Geçmesi
Başat Güç Kavramı: George Modelski tarafından geliştirilen kurama göre, 15. yüzyılla
birlikte dünya tarihi, belirli devletlerin belirli süreyle yeryüzünde başat güç durumuna
yükselmeleri ve sonra bu statülerinden düşmeleri zinciri içinde bugüne doğru akmaktadır. Bu
başat güç durumuna yükseliş ve düşüş kabaca yüz yıllık sürelerle olmaktadır. Belirli bir devlet
yükselerek dünya denizlerinde egemen duruma geçmekte ve bu egemenliğini hemen hemen
yüz yıl sürdürmektedir. Bu süre içinde başat güce meydan okuyan başka bir güç çıkmakta ve
ikisi arasında, belki sistemin öteki üyelerinden bir kısmının da katıldığı, büyük bir savaş yeni
başat gücün belirlenmesini sağlamaktadır. Bu büyük savaştansa genellikle başat güç veya
meydan okuyan güç değil, üçüncü bir devlet kazançlı olarak çıkıp dünya egemenliğini
kurmaktadır. Örneğin, 15 ve 16. yüzyıllar önce Portekiz sonra İspanya’nın başat güç oldukları
yüzyıllardır. 1568 Hollanda-İspanya savaşları, Portekiz ve İspanya’yı başat güç statüsünden
düşürmüştür. 17. yüzyılda Hollanda, 18. yüzyılda Fransa, 19. yüzyılda İngiltere başat güç
olmuştur. 20. yüzyılda iki dünya savaşına yol açan Almanya’nın meydan okuması vardır.
9
İngiltere ve Almanya mücadelesi ABD’nin işine yaramış ve başat güç ABD olmuştur. Bu
üstünlüğe meydan okuyan ise Sovyetler Birliği olmuştur.
Fransa’nın Bütünleşmesi, Almanya’nın Parçalanması; Otuz Yıl Savaşları ve Westfalya
Barışı 1648: Fransa’da IV. Henri uzun ve yıkıcı savaşlardan sonra monarşinin otoritesini
sağladı. Devlet resmen Katolik olmakla birlikte, Fransa’nın ulusal çıkarları papalığın
çıkarlarından hep ayrı düşünüldü. 13. Louis’in saltanatı sırasında kralın başbakanı ve kilisenin
kardinali olan Richelieu (raison d’etat-ulusal çıkar), orduyu merkezi otoriteyi kabul etmeyen
kale ve kentleri ortadan kaldırmada başarılı bir şekilde kullandı. Böylece monarşi otoritesini
hemen hemen Fransa’nın tamamında tam olarak sağladı ve Fransa tipi mutlakıyetçi monarşi,
Avrupa’nın modern hükümet biçimi olarak başarı kazandı. Kardinal Richelieu, çıkarları
gerektiği zaman, Alman Protestanlarının yanında olmaktan kaçınmadı. Böylece Fransa, 15621598 yılları arasında dini nitelikli iç savaşlar sonrasında bütünlüğünü sağlamış, Almanya ise
1618-1648 yılları arasındaki aynı nitelikte Otuz Yıl Savaşları’ndan parçalanmış olarak
çıkmıştır.
1555 tarihli Augsburg Barışı, her devletin vatandaşlarının dinini belirleme yetkisi tanımıştı.
Ancak bu hak uygulamada yürümedi ve 1608’de Protestan devletler haklarını savunmak için
aralarında bir birlik kurdular. Dışardan destek sağlamak için Hollanda, İngiltere ve Fransa ile
görüştüler. 1609’da ise Katolik alman devletleri Kutsal Roma İmparatorluğu’nun desteği ve
Bavyera’nın önderliğinde birleştiler. Bunlar da İspanya’nın desteğine güveniyorlardı. Böylece
Almanya dini bir savaş hazırlığına girişiyor ve birbirlerine karşı dış destek arayan iki kampa
bölünüyordu.
Bu savaş bir kere, Katolik ve Protestan davası üzerine Alman iç savaşıydı. İkinci olarak
siyasal birliğini korumak isteyen Kutsal Roma İmparatoru ile bağımsızlıklarını sağlamak
isteyen üye devletler arasında bir iç savaştı. Üçüncü olarak Otuz Yıl Savaşları, Alman
topraklarında sürdürülen Fransa ile Habsburlar, İspanya ile Hollanda arasında ve Danimarka,
İsveç ve Transilvanya’nın da karıştığı uluslararası bir savaştı.
Otuz yıl Savaşları, Fransız Devrimi öncesinin en büyük Avrupa savaşıdır ve Protestanların
zaferi ile 1648 tarihli Westphalia (Vestfalya) Barışı ile sonuçlanmıştır. Barışı hazırlayacak
olan konferans, Avrupa’nın en büyük konferansı sayılabilir. En önemli özelliklerinden biri
daha önceki toplantılar dini nitelikliyken, Westfalya’nın devlet, savaş ve iktidar sorunlarının
tartışıldığı laik bir konferans olmasıdır. Papalık temsilcisine söz hakkı verilmemiş, anlaşma
papaya imzalatılmamıştır. İkinci olarak kilisenin gücü tam olarak sınırlandırılmış, Augsburg
Barışı’nın hükümleri yenilenmiş ve Almanya’da Katoliklik, Protestanlık ve Calvinizm geçerli
dinler haline gelmiştir. (Calvinizm, Hristiyanlıktaki batıl inanışlara ve görkemli törenlere
şiddetle karşı çıkmıştır. Luther’in aksine dinin devlete boyun eğmesini eleştirmiştir). Üçüncü
olarak uluslararası hukuk bakımından Kutsal Roma İmparatorluğu’nun parçalanmış olduğu
doğrulanmıştır.
Westphalia (Vestfalya) Barışı ile 300 kadar alman devleti hemen hemen bağımsız siyasal
birimler oldular. Üye devletlerin rızası olmadan imparatorluğun vergi ve asker
toplayamayacağı, kanun koyamayacağı, savaş ilan edemeyeceği ve barış anlaşması
imzalamayacağı hükme bağlandı. Böylece Avrupa’nın öteki devletleri mutlakıyetçi monarşi
10
altında birleşip güçlenirken, Almanya, ömrü tükenmiş bir feodal karışıklık içine itildi. Avrupa
kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik
içinde ittifak kuran ve bozan, savaş ve barış arasında güç dengesine göre durum değiştiren
bağımsız ve özgür devletlerden oluşacaktır.
Sonuç olarak Vestfalya Barışı’nın Katolik Habsburgların Avrupa’ya egemen olma tehdidini
ortadan kaldırdığı söylenebilir. Barış ayrıca, Almanya’yı küçük devletlere bölerek Fransa’nın
dünya üstünlüğünü eline geçirmesine de yardımcı olmuştur.
Fransa’nın Üstünlüğü ve Güç Dengesi Politikası: Fransa’da 14. Louis döneminin ikisi iç ve
biri dış politika olmak üzere, üç önemli özelliği vardır. 14. Louis, ortaçağdan kalma soyluların
(aristokrasi) feodal özgürlüklerini sona erdirerek, Avrupa sahnesinde doğmakta olan güçlü ve
mutlakiyetçi ulus-devletin üstünlüğünü sağlamış ve son zamanlarda gelişmekte olan güçlü ve
disiplinli ordu anlayışını Fransa’da tam olarak yerleştirdi. Bu ordular yeni doğmakta olan
modern devletin iki önemli unsuru olacaktır. Dış politika açısından ise, genişlemeci ve
saldırgan dış politikasına karşı öteki devletler bilinçli bir “güç dengesi” (balance of power)
politikası izlemeye başlayacaklardır. Güç dengesi, bu noktadan sonra önce Avrupa’nın sonra
giderek tüm dünyanın uluslararası ilişkilerini düzenleyen bir kavram olacaktır.
16. yüzyılın din savaşları ve 1648 ayaklanmaları, Fransa halkına, toprak aristokrasinin
üstünlük iddialarına karşı kralın güçlü yönetimini tercih etmeleri gerektiğini gösterdi. Bu
koşullar altında “devlet benim” diyecek kadar ileri gidecek olan 14. Louis, sınıflar ve dinlerle
bölünmüş bulunan Fransa’da bütünleştirici gücün ulusal monarşinin mutlakiyetçiliği
olduğunu anlamıştır.
14. Louis, merkezi otoriteyi sağladıktan sonra orduya çekidüzen verdi. Daha önce ordu, bir
çeşit özel teşebbüs gibiydi. Para ya da çeşitli siyasal araçlarla istedikleri hükümete hizmet
eder durumdaydılar. Nitekim 1648 ayaklanmalarında soyluların yanında yer almışlardı.
Dolayısıyla bu askerlerin yaptıkları savaşlar devletin bir eylemi değildi. 14. Louis’in bu
alandaki en önemli başarısı, savaşı devletlerin bir eylemi biçimine sokması olmuştur. Bunun
için Fransa’da her askerin yalnız kendisi için savaşmasını sağladı. Kendisi en tepede olmak
üzere, tam bir askeri hiyerarşi, emir komuta zinciri kurarak, askerlere tek tip üniforma
giydirdi, sürekli oturacakları barakalar kurdurdu. Kısaca, orduyu disiplin ve denetim altına
aldı. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ordunun hala belirli bir hanedana (Bourbon) bağlı
kılınmasıdır. Ancak, 19. ve 20. yüzyılların “yurttaş ordu” ya da “ulus ordu” anlayışı ancak
1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkacaktır.
Dış Politika ve Güç Dengesi: 14. Louis dış politikada genişlemeci bir siyaset izlemiştir.
Fransa’nın genişleyebileceği iki alan vardı. Doğuya ve Ren bölgesine doğru genişlemek ve
İspanya Hollandası’nı (Belçika) ilhak etmek ki böylece, Kutsal Roma İmparatorluğu
parçalanacaktı. Diğer alan ise İspanya idi ve İspanya topraklarına veraset yoluyla sahip olmak
istiyordu. (İspanya kralının kız kardeşiyle evliydi). Böylece 14. Louis’nin dış politika amacı
açıkça ortaya çıkıyordu. İspanya ile Fransa’nın kaynaklarını birleştirerek Fransa’yı
Avrupa’da, Amerika’da ve denizlerde üstün kılmak. Bu amacında başarı kazanırsa, kuracağı
“evrensel monarşi”, Avrupa’nın öteki devletlerinin bağımsızlıklarının sonu olurdu. İşte bu
noktada Avrupa’nın öteki devletlerinin bu evrensel monarşiye karşı taktiği, güç dengesi
11
politikasıdır. Daha 10-15 yıl önce, Habsburg üstünlüğüne karşı, başını Fransa’nın çektiği bir
güç dengesi politikasıyla mücadele edilmişti ve Otuz Yıl Savaşları sonunda imzalanan
Westfalya Barışı bu politikanın başarısını simgeliyordu. Şimdi aynı tehlike Fransa’dan
geldiğine göre, güç dengesi politikası da Fransa’ya karşı yöneltilecekti.
17. ve 18. yüzyıllarda güç dengesi politikası izleyen devletlerin amacı, kendi hareket
serbestliklerini en üst düzeyde tutmaktır. Amaç, barışı korumaktan çok, olası saldırılara karşı
Avrupa devletlerinin bağımsızlık ve hükümranlıklarını korumaktı. Bu politika başarılı oldu
denilebilir. Bunun sebebi ise bağımsız dış politika izleme yeteneğine sahip çok sayıda
devletin uluslararası sistem içinde bulunmasıdır. Devletler serbestçe bir ittifaktan ötekine
geçebilmekteydi. Din savaşları bittikten sonra kendilerini katı dış politika kalıpları içine
sokacak ideolojilerin de olmaması, güç dengesi politikasını izlenmesini kolaylaştırmıştır.
İspanya Veraset Savaşları ve Utrecht Barışı (1713): Büyük bir miras bırakacak olan
İspanya Kralı II. Charles’ın 1700 yılında ölmesi Avrupa’yı bir dizi savaşa götürdü: İspanya
Veraset Savaşları. Veraset Savaşları, dünya tarihi açısından bazı özelliklere sahiptir. Bu savaş,
18. yüzyılın gelecek savaşlarının tipik örneğidir. Bu savaşlar tüm halk tarafından değil,
profesyonel ordularca yürütülen savaşlar dizisidir. Ayrıca dinin çok az rol oynadığı ilk büyük
çaplı savaştır. Asıl önemli olan ticaret ve deniz gücünü de içermesiyle birlikte, dünya savaşı
denilebilecek ilk savaştır. Avrupa’nın önde gelen devletlerinin yanı sıra denizaşırı dünyayı da
kapsamıştır.
II. Charles’ın kız kardeşiyle evli olan Fransa Kralı ile Habsburg İmparatoru İspanya mirası
üzerinde hak sahibiydiler. II. Charles yaptığı planla, İspanya topraklarını parçalamadan bütün
olarak 14. Louis’in torununa bıraktı ve iki tahtın hiçbir zaman birleştirilmemesini şartı
koştu.14. Louis bunu kabul etmezse, aynı şartlar altında miras Habsburg imparatorunun
oğluna bırakılacaktı. 14. Louis, Fransa’nın etkisinin genişleyebileceğini düşünerek bu mirası
ve şartları kabul etti. Bu noktadan sonra 200 yıldır Avrupa içindeki siyasal dengenin tehdit
edildiği bir ortam doğdu. Güç dengesi politikasına uygun olarak, 1701’de İngiltere, Kutsal
Roma İmparatorluğu, Hollanda, Portekiz ve Brandenburg ve Savua dükalıklarının katıldığı bir
“Büyük İttifak” kuruldu.
Fransa’nın yenildiği İspanya Veraset Savaşları’nda sonra imzalanan Utrecht Barışı’nın
maddeleri, siyasi tarihin ana konusu olan 19. Yüzyılın büyük çaplı olayları açısından çok
önemlidir ve belki de “modern dünya” Westfalya’dan çok Utrecht ile kurulmuştur.
Anlaşmanın asıl önemli konusu İspanya dünyasının paylaşılmasıdır. İngiltere Cebelitarık ve
Minorka Adasını, Savua Dükalığı Sardunya adasını aldı. İspanyanın Akdeniz’deki öteki
toprakları (Milan, Napoli ve Sicilya) ile İspanya Hollandası (Belçika) Avusturya
Habsburglarına bırakıldı. 14. Louis’in torunu İspanya tahtına II. Philippe adıyla geçti. Bundan
sonra İspanya tahtı, belirli aralıklarla 1931’deki cumhuriyetçi devrime kadar Bourbonlar
tarafından idare edildi. Fransa savaştan sonra Amerika’daki iki kolonisini (Newfoundland ve
Nova Scotia) İngiltere’ye devretti. Utrecht Barışı ile Fransa’nın etkisi sınırlandırıldı.
Fransa’nın İspanya’daki etkisi artarak devam ederken, dil ve uygarlığı Avrupa’ya yayılmaya
devam etti.
12
Utrecht Barışı’nın önemi şuradadır: Daha önce adı çok az duyulan iki küçük devlet Savua ve
Brandenburg Avrupa siyasetinde yükselmeye başladı. İki ülkenin yöneticisi galip tarafa
katılmış oldukları için kral kabul edildiler. Bundan sonra Savua’ya Sardunya ya da
Piyomente, Brandenburg’a ise Prusya denilecektir. İkinci olarak, Westfalya ile kurulan
uluslararası sistem yeniden doğrulandı. Üçüncü olarak, Almanya hala feodal bir karmaşa
içinde, İtalya hala parçalanmış, İspanya ise Fransa’nın etkisi altına girmiş olduğu için, Utrecht
Barışı’ndan İngiltere ve Fransa güçlü iki devlet olarak çıkmıştır. Savaştan asıl kazançlı çıkan
İngiltere olmuştur. İngiltere, savaş sırasında İskoçya ile birleşmiş, Minorka ve Cebelitarık’ı
alarak Akdeniz gücü olmuş ve Amerika’da iki toprak parçası almıştır. Ayrıca İspanya
Amerika’sına köle taşıma ayrıcalığı elde etmiş ve Bristol ve Liverpool gibi kentlerin gelecek
dönemde zenginleşmesinin temelini bu dönemde atmıştır.
İngiltere’de Parlamenter Sistem: 17. Yüzyılda İngiltere tarihi modern devletin doğuşunda rol
oynayan üç unsurun mücadelesine sahne olmuştur: monarşi, özel mal ve mülk sahipleri ve
ortalama halk. Avrupa’nın hemen hemen her monarşisinde halkın temsili bir organı vardı.
Ancak hiçbiri İngiltere’deki kadar güçlü olmamıştır. Bu sonucu doğuran ve İngiliz ve Kıta
Avrupası parlamentolarını birbirinden ayıran önemli özellikler vardır. Bunlar: İngiliz
parlamentosunun arkasında belirli temel ve evrensel hakları içeren belge ya da bildiriler vardı.
İkinci olarak, İngiliz parlamentosu yalnız toprak sahibi şövalyeleri değil, aynı zamanda
seçimle gelen kentlileri de kapsıyordu. Üçüncü olarak, İngiliz parlamentosunun hemen hemen
tüm üyeleri mal ve mülk sahibiydi. Tüccarlar tarafından desteklenen toprak sahipleri,
monarkın vergileri artırması halinde zenginliklerinin tehlikeye gireceğini biliyorlardı.
Dolayısıyla, krala karşı direnmek için nedenleri vardı. Dördüncü olarak, tüm ülke içinde tek
bir parlamento vardı ve bu yüzden etkili olabiliyordu. Diğer ülkelerde görülen, yerel nitelikte
ve meclis gibi çalışan kuruluşlar olmadığı için muhalefet bir noktaya odaklanabiliyordu. Son
olarak da, parlamento içince Lordlar ve Avam olmak üzere iki “kamara” vardı. Toprak
çıkarları ikisini de temsil ediyordu. Soylular Lordlar kamarasında, yukarı orta sınıf ise Avam
kamarasındaydı. Aristokrasinin büyük bir bölümünü oluşturan bu sınıf, Avam kamarasından
tüccarlar ve kent temsilcileri ile bir aradaydı. Dolayısıyla İngiliz parlamentosu, Kıta
Avrupa’sındakilerin aksine sınıf farklarını keskinleştirmiyordu. Ayrıca, Avrupa’nın aksine din
adamları ayrı bir güç olarak parlamentoda yer almıyordu. Tüm bu özellikler İngiliz
parlamentosuna monarşiyle mücadelesinde güç vermiştir.
Parlamentonun etkinliğini sağlayan ilk belge 1215 tarihli Magna Carta idi. Daha 13. Yüzyılın
başlarında kralın yurttaşın özgürlüğü ve kişisel malı üzerindeki yetkisini kaldırarak,
İngiltere’yi bir hukuk devleti yapma yolunu açmıştı. İngiltere’deki siyasal çatışmanın önemli
bir özelliği de Kıta Avrupası’nı birbirine katan Katolik-Protestan çatışmalarına pek sahne
olmamasıdır. İngiltere’deki mücadele dini olmaktan çok, özel mülk sahiplerini içeren
parlamento ile kralın arasında siyasal nitelikte bir mücadeledir.
İngiltere’deki siyasal mücadele I. Charles zamanında (1625-1649) bir iç savaş haline dönüştü.
Kral, Avrupa tipi bir monark gibi hareket etmeye başlayıp, parlamentoya danışmadan İspanya
ve Fransa’ya savaş ilan etti ve savaşı finanse etmek için vergileri artırınca, İngiliz
parlamentosu 1628’de dünya tarihi açısından önemli bir belge yayınladı: “Haklar Bildirgesi”
(Petition of Rights). Bu bildiri, kralın yetkilerine sınır getirerek, hukuk sürecinden
13
geçilmeksizin kralın kimseyi suçlamayacağını, cezalandıramayacağı ve halka karşı orduyu
kullanamayacağını belirtmekteydi. Bu bildiriye kralın tepkisi sert oldu ve parlamentoyu
kapatarak 11 yıl toplamadı. Fakat vergileri artırması ve izlediği sert tedbirler sonrası yaşanan
gelişmeler kralı parlamentoyu tekrar toplamaya zorladı. Parlamentonun bakanlardan birini
idama mahkûm etmek gibi faaliyetlere başlaması ve kralın uyguladığı baskı durumu artınca
İngiltere’de ortam iyice karıştı. Bu karışıklıktan ise Oliver Cromwell’in başında bulunduğu
bir halk ordusu ortaya çıktı ve bu ordu 1642’den itibaren krala karşı mücadeleye girişti. Bu
arada parlamento kralı “vatana ihanet” suçundan yargılamaya başlamıştı. Halkın monarkı
yargılaması insanlık tarihinde ilk kez görülüyordu. Lordlar Kamarası’nın muhalefetine
rağmen Avam Kamarası kralı yargıladı, suçlu buldu ve 1649’da idam etti. İngiltere bir
cumhuriyet oldu ve “Commonwealth” adını aldı. Cromwell, disiplinli ordusu sayesinde
sadece İngiltere’deki duruma egemen olmakla kalmadı, aynı zamanda İrlanda ve İskoçya’daki
ayaklanmaları da bastırdı. Deniz savaşları sonunda Hollanda’yı yenerek İngiliz denizlerinden
çıkardı. Cromwell ile birlikte İngiltere yükselen bir deniz gücü oldu. Cromwell’in 1658’de
ölümü üzerine İngiltere alışılmış olana geri döndü ve monarşi yeniden kuruldu. Hatta idam
edilen kralın oğlu, II. Charles adıyla tahta çıktı. Sonrasında tahta çıkan Katolik olan kardeşi II.
James kral olduğunda işler tekrar karıştı ve kral ile parlamento arasındaki mücadele yeniden
başladı. II. James, İngiliz tahtının sınırlarını anlamayarak mutlakiyetçi bir monark gibi hareket
edince parlamento karşısına çıktı ve üç yılın sonunda kral ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Parlamento 1689 yılında “Haklar Yasası”nı ( Bill of Rights) yayınladı. Buna göre hiçbir yasa,
kral tarafından yürürlükten kaldırılmayacak, parlamentonun izni olmadan vergi ve asker
toplanmayacak, hukuk sürecinden geçilmeden kimse tutuklanmayacaktı. Böylece İngiltere
1688 yılından sonra modernleşmeye başlayan dünyada gerçek bir aristokratik yönetimin en iyi
örneği oldu. Toprak sahibi aristokrasi krala karşı yalnız bazı ayrıcalıklara sahip olmakla
kalmamış, hükümete de egemen olmuştur. Dolayısıyla, parlamenter hükümet ve hukukun
üstünlüğü gibi 19. Yüzyılın önemli ilkeleri önce İngiltere’de yerleşmiş ve uygulama alanı
bulmuştur.
Devrimler Dönemi (1776-1848)
13. yüzyılda İngiltere’de başlayan anayasal süreç, Avrupa kıtasının geriye kalan bölümlerinde
değişik formlar aldıktan sonra okyanusu aşarak kuzey Amerika kıtasına ulaştı. Burada
özellikle, kuzey Avrupa ülkelerinden göç eden ve Avrupa düşünce ve teknolojisine sahip
insanlar arasında hem güçlendi hem de değişik biçimler aldı. Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik
gibi üç kavram, Amerika Devrimi ile yeni kıtanın kuzeydoğusundaki 13 koloniye iyice
yerleşti. 18. Yüzyılda ise buradan Avrupa’ya geri döndü ve burada Fransız Devrimi ile büyük
bir patlamaya sebep oldu.
Amerikan Devrimi
1492’den itibaren Amerika kıtası,
Avrupa sömürgeciliğinin hücumuna uğramıştır.
Amerika’ya ilk olarak 1492’de Kolomb’un gelmesiyle kazançlı çıkan İspanya’dır. 1500’de
Portekizler, 1534’te Fransızlar ve 1603’te İngilizler kıtaya gelmişlerdir. İngiltere,
Amerika’daki koloniler üzerinde kimin denetim kuracağı sorununu Yedi Yıl Savaşlarında
Fransa’yı yenerek çözmüş ve 1763 Paris Antlaşması ile Kuzey Amerika’nın neredeyse
14
tamamını eline geçirmiştir. Yedi Yıl Savaşlar ile Fransa’nın yenilmesi, İngiliz kolonilerini
güçlü bir devletin istilası korkusundan kurtarmıştır. İspanya’nın da gücünün azalmasıyla
birlikte artık Kuzey Amerika’da İngiliz kolonilerinin genişlemesini engelleyecek bir güç
kalmamıştır. Yedi yıl savaşlarının yarattığı bu yeni güvenlik duygusu Amerikan devrimine
yol açan bağımsızlık ruhunun genişlemesini büyük ölçüde etkilemiştir.
Kuzey Amerika Halkının Ayırıcı Özelliği: Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonileri Avrupa tipi
toplumun yeni topraklar üzerinde ve benzersiz koşullarda örgütlenmesidir.
Amerikan bağımsızlık mücadelesi, gerçekte İngilizlerin yenidünyaya getirdikleri ilkelere
dayanılarak yürütülmüştür. Kuzey Amerika kolonileri feodal ve mutlakiyetçi bir biçimde
değil, liberal bir temele dayanılarak sömürge haline getirilmişti. Kuzey Amerika’ya göç
edenler, bu kıtanın güneyine göç edenler gibi, altın, elmas bularak zengin olup, ülkelerine
dönme hırsıyla değil, dinsel baskılardan, işsizlik ve yoksulluktan kurtulmak, kendilerine
özgürce yaşayacakları yeni bir ortam yaratmak umuduyla göç etmişlerdi. Daha göç etmeden
özgür yaşama fikri akıllarda yer etmişti. Ayrıca temelli göç etme duygusu ile hareket ettikleri
için aileleriyle birlikte gelmiş ve bölgenin yerel halkıyla fazla kaynaşma ihtiyacı
duymamışlardır. Böylece bütünlüklerini korumayı başarmışlardır.
İkinci olarak, İngiltere ve öteki Avrupa ülkelerindekinin aksine kolonilerde aristokrasi yoktu
ve monarşinin gücü hem uzakta hem de etkisizdi. İlk yerleşim bölgelerinde nüfus artınca,
hemen bölgenin ötesinde yeni boş toprakların bulunması, toprak kıtlığının yarattığı baskıları
ortadan kaldırarak, son derece eşitlikçi çiftçi topluluklarının oluşmasını sağlamıştı. Ama ilk
yerleşim bölgelerinde ve özellikle liman kentlerinde 18. Yüzyılda mal sahipleri ve başarılı
tüccarların oluşturdukları, İngiltere’dekine benzer bir oligarşi de bulunuyordu. Böylece, çiftçi
topluluklarının yanı sıra, girişimci ruha sahip İngiltere’deki iş sahipleri de Amerikan
toplumunun temel dokusunu oluşturdu.
Üçüncü olarak, çeşitli kolonilerde birbirinden farklı dinlerin varlığı daha başlangıcından
kabul edilmişti ve hiçbir siyasal birim ya da kişi, tüm İngiltere Kuzey Amerika’sına tek bir
dini zorla kabul ettirmeyi düşünmemiştir. Ayrıca, 18. Yüzyıl ilerledikçe, dini toplulukların
üyeleri atalarının dinsel heves ve coşkularından uzaklaşmış ve o dönemde Avrupa toplumunu
dönüştürmekte olan laikleşme anlayışını paylaşmışlardır. Bazı din adamları belirli dinsel
bölüntülerin en aşırı biçimde propagandasını yapabiliyordu fakat bu İngiltere koloni
topluluğu, tek bir kilise veya doktrin baskısı altında olmamakla övünmeye başlamıştı. Bu
kolonilerdeki insanlar anayurtları dinsel baskılardan kurtulmak için terk etmişti.
Dördüncü olarak, 13 koloninin çok değişik çevrelerden gelen insanlarını birleştiren, iki unsur
vardı. Birincisi, Fransa’nın yarattığı askeri ve ekonomik baskıya karşı öfkeydi, ama 1763
yılında İngiltere’ye yenilip kıtadan çekilince bu tepki ortadan kalktı. İkinci unsur,
Kızılderililere karşı duyulan öfkedir. Bu gerçek Amerika kökenli göçebe kabilelerin,
beyazların yerleşim bölgelerine sürekli bir tehdit oluşturmakla birlikte, arkalarında Avrupa
saldırganlığı, hızla üreme yetenek ve isteği, acımasızlığı ve gelişmiş silah teknolojisi olan
beyaz Amerikalılara karşı pek şansları yoktu. Ayrıca diplomatik bilgi ve becerilerinin de
gelişmemiş olması da etkinliklerini azaltmıştır. (İngilizlere karşı Fransızları kullanma veya
tüm kabileleri birleştirme gibi).
15
ABD’nin Bağımsızlığı ve Sonuçları
Kuzey Amerika’da nüfus artınca, özerk devletler haline gelme, kendilerine anayasa hazırlama
ve eşit haklarla birlik kurmak kararlaştırıldı. Kuzey Amerika kolonilerinde bağımsızlık
yönünde böyle bir gelişme yaşanırken, Yedi Yıl Savaşlarında dünyanın en büyük sömürge ve
deniz devleti olarak çıkan İngiltere, sömürge imparatorluğu ile bağlarını güçlendirmek istedi.
Ayrıca kendi vergi yükümlüsünün yükünü hafifletmek için, Yedi Yıl Savaşlarının giderlerini
kolonileriyle paylaşmak niyetindeydi. Yeni vergiler biçiminde ortaya çıkan bu baskı, 13
koloniyi huzursuzluğa ve direnişe itti. Yedi Yıl Savaşlarını kaybeden Fransa da yenilginin
acısını bu bağımsızlık hareketini destekleyerek çıkarmak istemiştir. 1774’te başlayan
Amerikan bağımsızlık hareketi Fransa’nın yardımlarıyla 1776 yılında resmen bağımsızlık
ilanına vardı. İngiltere George Washington komutasındaki savaşan kolonilerle başa
çıkamayacağını anlayınca, 1782’de ABD’nin bağımsızlığını tanıdı. Bağımsızlıktan sonra
ABD sınırsız doğal kaynaklarıyla hızla gelişti ve Rusya’dan Alaska’nın satın alınmasıyla
1867 yılında hemen hemen bugünkü sınırlarına ulaştı.
Amerikan devrimi önemli sonuçlar doğurmuştur. Fransa Amerikan bağımsızlık mücadelesine
yardım ederken büyük ekonomik yük altına girdi. Bunun doğurduğu ekonomik sorun 1789
Fransız devriminin en önemli nedenidir. Böylece Avrupa’da belki de bugüne kadar sürecek
olan liberal ve demokratik devrimler çağını açacaktır. Amerikan devrimi, Avrupalıların
genişletmek için birbirleriyle yarıştıkları sömürge sistemine, bunun eninde sonunda elden
çıkacak tehlikeli ve güvenilmez bir mal olduğunu vurgulayarak ilk darbeyi indirdi. Amerikan
bağımsızlığı, sömürge bağlarını koparmak isteyen öteki halklara, yani önce Latin
Amerikalılara, sonra İngiliz sömürge imparatorluğundakilere ve 20. Yüzyılda da Asya ve
Afrika’nın bağımlı insanlarına aydınlatıcı örnek oldu. ABD’nin kuruluşu, Avrupalılara
aydınlanma çağının birçok düşüncesinin gerçekte uygulanabilir olduğunu göstermiştir.
Özellikle Fransızlar, bir grup Amerikalının eyalet anayasalarını yazmak için, özgürlük içinde
bir araya gelmelerini ve tartışmalarını unutmayacaktır. Bu anayasalar ve Bağımsızlık
Bildirgesi çevrilerek, 1778 yılında basılacak ve Avrupa’nın hemen hemen tüm entelektüel
çevrelerinde tartışmalara konu olacaktır. Avrupa’daki gelişmelere eklenen Amerikan etkisi,
19. Yüzyılın düşünce iklimini daha demokratik hale getirmiştir. Düşünürler artık model olarak
İngiltere’yi değil Amerika’yı almaya başlamıştır.
Amerikan anayasaları, Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin uygulamaları gibi
gözüküyordu. Başlarından yabancı saydıkları bir hükümeti atmış, oturup devlet
mekanizmasını yasama, yürütme ve yargı güçlerini en iyi ve birbirlerini denetleyecek biçimde
kurarak, yeni bir hükümet kurdular. Bağımsızlık Bildirgesi ile hükümetin halk tarafından
yaratıldığına, yalnızca kendisine verilen yetkiyi kullandığını, insanların kendilerinden
esirgenemeyecek hakları olduklarını ilan etmişlerdi. Bunlar, din, basın, toplantı özgürlüğü,
keyfi tutuklamanın olmaması ve yasa önünde eşitlik gibi haklardı. ABD’nin böyle bir örnek
sunması, 1789’da Fransızların, devrimlerine insan haklarıyla ilgili bir bildiri ve yazılı anayasa
ile başlamalarına neden olmuştur.
16
Amerikan İç Savaşı
ABD, 1861-1865 yılları arasında kuzey ve güney eyaletleri arasında büyük bir içi savaş ve
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu savaşın nedenlerinden birisi, insancıl
duygular olmuştur. Temel insan hak ve özgürlüklerinin savunucusu, eşitlik anlayışının
yerleştiği ve bu yönleriyle öteki ülkelere örnek olan ABD’de zencilerin hala tutsak olarak
çalıştırılması, özellikle Abraham Lincoln gibi bir başkanın yönetimi altındaki ülkenin liberal
çevrelerinde büyük bir sorun olarak değerlendiriliyordu. Ancak bunun yanında önemli bir
diğer neden de zenci köleliğinin ekonomik yanıdır. Ekonomisi tarıma özellikle de pamuk
ekimine dayanan güney eyaletlerinde çalıştırılmak üzere, Afrika’dan zenci köleler getirilmişti.
Bu insanlar son derece ağır koşullar altında çalıştırılıyordular. Ekonomisi büyük ölçüde
endüstriye dayanan kuzey eyaletleri ise köleliğin yasaklanmasıyla serbest kalacak ve kuzeye
göç edebilecek zencilerle bol ve dolayısıyla ucuz el emeği sağlamayı amaçlıyordu. Zenci
köleliğiyle, kuzeyin ekonomik çıkarlarına uygun olmayan bir ortam oluşmuştu. İngiltere,
siyasal baskıyla Afrika’dan ABD’nin güney eyaletlerine ucuz zenci tutsak getiriyor ve bunun
karşılığında tekstil endüstrisi için gerekli olan pamuğu alıyordu. Şimdi zenci el emeğinin
yanında, kuzey eyaletlerinin gelişen tekstil endüstrisinin bu pamuğa ihtiyacı da artmıştı ve bu
malın ucuz fiyatla İngiltere’ye ve öteki Avrupa devletlerine satılması işine gelmiyordu.
Bu düşüncelerle, Lincoln’un başkanlığı sırasında, kuzey eyaletleri, köleliğe son vermektense
birlikten ayrılmayı yeğleyen güney eyaletleriyle savaştılar. 1865’te kuzeyin savaşı
kazanmasıyla kölelik yasaklandı ve ABD’de kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölünmekten
kurtuldu.
ABD iç savaş badiresini atlatıp birliğini kurduktan sonra kıtada hızla gelişmeye ve ekonomik
olarak büyümeye başladı. Bunun nedenleri, ABD’nin ekonomik büyüme süreci açısından
öteki ülkelerde bulunmayan avantajlara sahip olmasıdır. Bir kere endüstrileşmek için gerekli
olan nüfus ve doğal dengeye sahipti. Zengin ve hiç sömürülmemiş doğal kaynaklar ve bu
kaynakları işleyip tüketecek nitelikte nüfusu vardı. İkinci olarak, Avrupa ve Asya’dakinin
aksine düşük üretkenliğe sahip değildi. Üretime yeni teknolojiyi yerleştirmesi ABD’ye büyük
bir avantaj sağlamıştır. Bu da endüstriyel üretkenliğini çok artırdı. Ayrıca toprak mülkiyetinde
feodal sistem yoktu. Üzerinde hak talep edilen ve miraslar yoluyla bölünerek küçülmüş
topraklar yerine geniş ve rasyonel biçimde işlenecek toprakları vardı. Dolayısıyla hem
endüstri hem de tarım alanında üretkenlik çok yüksekti. Son olarak dört yıl süren iç savaş,
savaş endüstrini tetiklemişti. Savaşın bitmesi, ABD’de hem üretimi başka alanlara
kaydırabilecek çok sayıda fabrika hem de silah fazlalığı ortaya çıkardı. Bu fabrikaların başka
amaçlarla devreye girmesi, silah endüstrisinin canlandırdığı ekonomik faaliyeti ve savaş artığı
silahların dış ülkelere ihracının sağladığı lehte ticaret dengesi, endüstriyel gelişmenin çıkış
noktaları oldu.
Böylesine bir temelden hareketle ABD, kısa süre içinde üç aşamadan geçerek ekonomik
olgunluğa erişti: 1- kıtayı boydan boya geçen demiryolunun yapılması ve iç savaşın
bitmesiyle birleşik bir ulusal pazara sahip oldu. 2- tekstil endüstrisinden sonra, maden işleyen
makinelerde hızlı bir gelişme ortaya çıktı. 3- 1890’lardan sonra elektrik, kimya, otomobil
endüstrileri gelişti ve sonuç olarak 20. yüzyıla girildiğinde ağır sanayi kurulmuş oldu.
17
Amerika yaşanan bu gelişmeler neticesinde büyüyerek 19. Yüzyılın sonlarında iç ekonomik
durumun da iyileşmesiyle birlikte sınırlarını genişletme politikası izlemeye başladı. Dönemsel
ekonomik depresyon, sermaye üzerinde baskı yapan endüstri işçisinin ortaya çıkışı ve
hükümetin denetimi dışındaki büyük tekelci şirketler sömürge faaliyetlerini teşvik etti. Ülke
bu durumdayken, Küba’da İspanya’ya karşı ayaklanma çıkması işi kolaylaştırdı. Önceleri
maddi destek sağlanmasına rağmen, giderek İspanya’nın Amerika’dan atılması görüşü güç
kazandı. 1823’te başkan Monroe kendi adıyla anılan doktrini yayınlayarak, Avrupa
devletlerinin ellerini Amerika’dan çekmesini ve iç işlerine karışmaması söyledi. Bu şartlar
altında Amerika da Avrupa’nın işlerine karışmayacaktı (Monroe Doktrini). 1898 yılında
başlayan savaşla hem Pasifik hem de Karayiplerde İspanya donanması yenilerek bölgedeki
İspanyol etkisi ortadan kaldırıldı. Filipinler, Guam adası, Porto Rico ve Hawai topraklarını ele
geçiren Amerika, böylece Latin Amerika üzerinde büyük bir ekonomik ve siyasal nüfuz
kurarak, denizaşırı ülkelere sahip sömürgeci bir devlet durumuna geldi. Bir sömürge
devletiyken, artık güçlü bir sömürgeci devlet oldu.
Büyük Fransız Devrimi
18. yüzyılın ikinci yarısında dünya tarihi açısından Fransız Devrimi “eskidünyada” 25 yıllık
bir karışıklık doğurmuştur. Amerikan Devrimi, Fransız aydın kamuoyunda bir uyanışa yol
açmıştır. Daha önce İngiliz anayasa hareketlerinde ve Amerikan Devrimi’nde olduğu gibi,
Fransız Devrimi’nin kökeni de monarşinin aşırılıklarında aranabilir. 14. Louis ve sonrasında
izlenen genişlemeci politikalar ve yapılan savaşlar, döneminin toplanabilecek vergi
kapasitesinin ötesinde bir askeri harcama getirmiştir. Bu durum bir yana, sarayın harcamaları
bile toplanan verginin çok üzerindeydi. Fransa’da vergi gelirleri soylular ve kilisenin vergi
ayrıcalıkları olması dolayısıyla azdı. Bu ortamda monarşi iflasın eşiğine geldi ve bu duruma
bir çare bulunması için soyluların toplanması istendi. Toplantıda tüm toprak mülkiyetinden
vergi alınması gerektiği ortaya atılınca soylular bunu kabul etmedi ve 1614 yılından beri
toplanmayan parlamentonun toplanmasını istediler. 1789 Mayısında soylular, din adamları ve
halkın oluşturduğu üç kamaralı parlamento toplandı. Parlamento toplanmasına rağmen, gerek
kralın tanrısal yönetim gücü, gerekse parlamento içinde soyluların ve ruhban sınıfının etkin
olması, buna karşın ticaretle zenginleşip güçlenen burjuvazinin etkin olamaması parlamento
içinde sorunlara sebep olmaktaydı. Devrimin Fransa’da başlamasının nedenlerinden biri de,
bu devletin yüzyıllar boyunca monarşi tarafından sağlanan siyasal birliğidir. Toplumsal ve
ekonomik koşullar ne olursa olsun, huzursuzluklar, ancak ulus olarak siyasal bakımdan
birleşmiş bir ülkede, ulus çapında kamuoyu, duyarlılık, politika ve yasama gereği
yaratabilirdi. Fransızlar, 18. yüzyılda adına Fransa denen bir siyasal birimin üyesi oldukları
duygusuna sahiptiler. Fransa’daki gibi bir “devlet” orta ve doğu Avrupa’da yoktu.
Bu şartlar altında temsil organına sahip çıkan orta sınıf, monarşiye karşı savaş açtı ve ana
hatlarıyla şu isteklerde bulundu: 1- bir anayasa ile monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması, 2vergilerin düzene konması ve azaltılması, 3- iç gümrük duvarlarının indirilmesi, 4- basın
özgürlüğü. Bu istekler isyanın burjuvazi niteliğini ortaya koyuyordu.
Genel olarak bakılacak olursa Fransız Devriminin nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Amerikan
devriminin etkisi, mutlak monarşinin halka baskı yapması ve siyasal özgürlüklere yer
18
vermeyişi, Fransa’nın uzun süren savaşlarda yıpranmasından dolayı mali durumunun
kötüleşmesi ve ekonomik yozlaşmanın faturasının halka ödettirilmek istenmesi, halkın
vergileri ödeyemez hale gelmesi, Montesquieu, Voltaire, Rousseau, Diderot gibi fikir
adamlarının halkı etkilemesi, halkın çeşitli sosyal sınıflara ayrılması ve bu sınıflar arasında
uzlaşmazlıkların artması, kilise ve soyluların devlete egemen olması fakat burjuvazi ve orta
sınıf halka yönetimde söz hakkı tanınmaması, İngiltere ve ABD’deki demokratik yönetimlerin
Fransız halkını etkilemesi olarak sıralanabilir.
14 Temmuz 1789’da halk ayaklanarak despotizmin simgesi olan siyasi tutukluların bulunduğu
Bastille hapishanesini basarak isyanın fitilini ateşledi. Buradan ele geçirilen cephane ile
isyancılar silah temin etmiş oldular.
Bu gelişmelerden hemen sonra oluşturulan ve toplanan Kurucu Meclis, Amerika’daki yolu
tabip ederek, önce bir “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayınladı. Bu bildiri, insanların
özgür olduklarını, yasalar önünde eşitlik, herkese memur olabilme hakkı, söz ve basın
özgürlüğü, özel mülkiyetin dokunulmazlığı ve vergilerin toplumda dengeli bir biçimde
dağıtılması gibi temel hak ve özgürlükleri içeriyordu. Kurucu Meclis, ulusal egemenlik
ilkesine dayanan bir anayasa hazırlayarak, kralın yetkilerini sınırlandırdı ve siyasal iktidarı
halkın seçeceği parlamento ile kral arasında paylaştırdı. 1791 yılında anayasanın yürürlüğe
girmesiyle Kurucu Meclis kendisini feshetti.
Fransa ve devrim yanlısı gruplar, Avrupa’nın hemen her ülkesinde boy göstermeye başlamıştı.
Amerikan ve Fransız devrimlerinin doktrinleri rahatlıkla Avrupa’nın her yerine ihraç
edilebilecek evrensel bir felsefe biçiminde gelişti. Zaman, yer, ırk ya da ulus farkı
gözetmeksizin insanların temel hak ve özgürlüklerinden söz etmekteydi. Bu durum karşısında,
Fransa’dan kaçan soylular, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleştiler ve devrime karşı bir çeşit
kutsal savaş açma hazırlığı içine girdiler.
Fransa’da burjuvazi iki yıl boyunca siyasal sahneye egemen olarak, gücünü Fransa’nın mülki,
askeri ve dini kurumlarını yeniden düzenlemekte kullanmıştı. Niyeti, aristokrasinin liberal
kesimleri ve kral ile işbirliği yapmaktı. Fakat gerek aristokrasinin düşmanca faaliyetleri
gerekse öteki Avrupa devletlerinin Fransa’ya müdahale edebileceklerini gösteren gelişmeler
bunu imkansız hale getirdi. Böylece 1792’de bir istila tehdidi ile karşı karşıya kalan
devrimciler, Avusturya ve Prusya’ya karşı savaş ilan ettiler ve çok geçmeden Avrupa’nın
birçok ülkesiyle savaşır duruma geldiler. Yaşanan yenilgilerin yarattığı panik bazı önlemlerin
alınmasına sebep oldu. Bunlar arasında, Ocak 1793’te 16. Louis’in tahttan indirilip
öldürülmesi ve kuşku duyulan siyasilerin ortadan kaldırılması da vardı. Ayrıca Fransa’da
“Ulusal Konvansiyon” dönemi açılmıştı (1792-1795).
Bu sırada Fransa’nın dış tehditlere karşı birleşmesinde radikal devrimci bir kanat olan ve
iktidarı daha demokratik temele oturtup, muhaliflere karşı şiddet uygulayarak destek kazanan
Jakobenler ve bunların lideri Robespierre önem kazanmıştır. Ulusal savaş için seferberlik
sağlanmış ve coşkulu orduların kurulması başarılarak istilacılar püskürtülmüştür. Belçika
Fransa’nın doğal sınırlarının güvenceye alınması için ilhak edildi. Kısa sürede Fransa’nın
egemenliği Hollanda, İsviçre ve Kuzey İtalya’ya kadar genişledi. Sadece İngiltere’ye karşı
girişilen saldırı başarısız oldu.
19
Dışarda bu gelişmeler olurken, Robespierre gibi aşırı Konvansiyon liderleri içerde üç yıl tam
bir terör rejimi kurdular. Devrimin bu yola girmesinin nedenleri, bir yanda Avrupa
devletlerinin Fransa’ya karşı uyguladıkları askeri ve siyasi baskılar, diğer yanda devrimde
aradıklarını bulamayan ve ihanete uğradıklarına inanan köylü ve işçilerin ülkenin hemen her
yerinde rejime karşı ayaklanmalarıdır. Toprak reformunu gerçekleşmemiş, siyasal
istikrarsızlık ve savaş koşullarında paranın değeri düşerek, temel maddelerin fiyatı artmıştı.
Bu durum, Konvansiyon yöneticilerini aşırı baskıya itmişti. Ulusal Konvansiyon’un terör
yönetimi, Fransız ordularının savaş alanlarında kazandığı başarılar sonucu, dikta rejimine
artık tahammülü kalmayan halkın baskısıyla 1795’te yıkıldı ve Fransa 1799 yılına kadar
sürecek olan Anayasal Cumhuriyet ya da Direktuvar yönetimine girdi. Bu yönetim savaş
alanlarındaki başarıları sürdürdü. Fakat Direktuvar yönetimi, içeride dar bir tabana dayanması
ve köylü ve işçilerin sıkıntılarını hafifletecek önlemler alamaması ve dışarıda da askeri
başarıların sınırlı olması sebebiyle kısa sürmüştür. Bu ortamdan Napolyon faydalanmıştır.
Devrimin sonuçlarına gelindiğinde ise, Fransız Devrimi Avrupa’da bir dönüm noktasıdır.
Aynı zamanda, soyuna ve inançlarına bakılmaksızın kişinin değerinin savunulması, tüm
insanların besin kaynağı oldu ve dünyanın her tarafındaki düşünce ve kurumları etkiledi.
Liberalizm ve milliyetçiliğin patlayıcı güçler olarak Avrupa’ya yayılması, ulus-devlet
anlayışının tam anlamıyla yerleşmesi ve yurttaş ordu olgusu ile kitle savaşı kavramlarının
ortaya çıkması, Fransız devriminin doğrudan sonuçlarıdır. En önemlisi de, hükümetlerin
tanrının ya da doğanın değil, insanoğlunun yarattığı kurumlar olduğunu ortaya koymasıdır.
Napolyon ve Napolyon Savaşları
Napolyon Bonapart, 1796-1797 İtalya kampanyasında sağladığı başarılar sayesinde ünlü bir
general oldu. Antik Roma hakkında yazılanları okuyan Napolyon, büyük bir imparatorluk
kurma rüyasına sahipti. Bu dönemde Fransa, 800 bin kişilik mükemmel bir orduya sahipti ve
bu Avrupa’da herhangi bir devletin toplayabildiği en büyük ordu idi. Bu ordu, liyakatlerine
göre yükselen subayların görev aldığı, belirli ve benimsedikleri bir dava için savaşan
yurttaşlardan oluşan ve silaha sarılıp halkı temsil eden, ulusal bir orduydu.
Fransa büyük ordusuna rağmen Avrupa’da başarısız savaşlar veriyordu. Yenilgilerin yanı sıra,
durumları düzelmeyen köylülerin tepkileri Napolyon’u bir kurtarıcı gibi görmelerine sebep
olmuştur. Napolyon Direktuvar yönetimini yıkarak, kendisinin büyük yetkilerle başında
bulunduğu bir “Üç Konsül” yönetimi kurdu. Bunu gerçekleştiren anayasa, 1800’de 3 milyon
oy ile halk tarafından kabul edildi. Fransız halkı geleceğini Napolyon’a teslim ederken,
Napolyon da zengin ve düzenli bir Fransa yaratmak için çalışmaya başladı. İlk olarak Fransız
Kilisesini yüzyıllardan beri bağımsız hareket ettiği Roma Katolik Kilisesi ile barıştırdı.
Devrimin ve cumhuriyetin dinsizliği ortadan kaldırılmış, Roma’nın dini otoritesi sağlanmıştı.
Napolyon’a göre Roma’ya bağlı din, ortalama yurttaşı uslu tutacak mükemmel bir kurumdu.
Napolyon’un kurduğu bu rejim aslında hiçbir kesimi açıkça temsil etmiyordu. Böylece
muhalefet en alt düzeye inmiş oluyordu. Güçlü ve merkezi bir yönetimle iç barış sağlayan
Napolyon, toprak reformu ve hukuk düzeniyle de köylüleri rahatlattı. Konsüllük yönetimi ile
Fransa’da devrim de bitmişti. Birinci konsülün durumu o kadar sağlam ve halkın desteği o
20
kadar güçlüydü ki, 1804 yılında bir plebisit ile konsüllük imparatorluğa dönüştü ve Napolyon
da I. Napolyon adıyla imparator oldu.
Tüm Avrupa kıtasına siyasal birlik sağlamaya en çok yaklaşan ve hatta bu konuda Hitler’den
daha başarılı olan Napolyon’dur. Napolyon, milliyetçiliği ve Fransa’da uygulamadığı liberal
düşünceleri silah zoruyla Avrupa’ya yaymak istemiştir. Zaferleri sonunda işgal ettiği ülkelere
kendi kardeşlerini kral olarak yerleştirerek milliyetçilik ilkesine ihanet etmiştir.
Napolyon’un Avrupa’da tek güç haline gelme yönündeki faaliyetlerine karşı Avusturya,
Prusya, Rusya ve kıtada bir devletin üstün duruma geçip güç dengesini bozmasını istemeyen
İngiltere, aralarında koalisyon kurarak mücadeleye giriştiler. Napolyon bu koalisyonlara karşı
Avrupa kıtasında kazandığı zaferlerle bir “Kıta Sistemi” kurmayı amaçlamaktaydı. İngiltere
bu sisteme deniz ablukasıyla cevap vermiş ve kıta ile her türlü ticareti yasaklamıştır.
Napolyon’un Rusya üzerine harekete geçmesi ise sonunu getirmiştir. 600 bin kişilik bir ordu
ile Rusya üzerine savaşa girişen Napolyon Moskova’ya kadar ilerlemesine rağmen 150 bin
askerini kaybetmiş ve stratejik durumu tehlike içerisindeydi. Rus Çarı Alexander barışa
yanaşmayınca geri çekilmek zorunda kalan Napolyon’un ordusu rakipleri tarafından vur kaç
savaşları ile eritilmiş ve 600 bin kişilik ordusundan sadece 1500 kişi Paris’e geri dönebilmişti.
1814 yılındaki son askeri mücadelelerle Fransa işgal edildi ve Napolyon Elbe adasına sürüldü.
Napolyon, Avrupa’da yeni bir düzen kurmak için toplanan Viyana Kongresi sırasında kaçarak
tekrar Fransa’nın başına geçmiş fakat Waterloo’da 1815 yılında İngiltere’ye yenilerek bu kez
1825 yılında ölünceye kadar kalacağı St. Helena adasına sürüldü.
Viyana Kongresi
Napolyon 19. Yüzyılın ilk on beş yılını içinde liberalizm ve özellikle milliyetçilik akımlarını
silah zoruyla Avrupa kıtasına yayarken, çıkarları çatışsa da bu duruma dur denmesi
gerektiğini düşünen İngiltere ve Avusturya, barış ve istikrarın korunması için bir düzenin ve
yaygın bir meşruiyetin kurulmasını öngörmüştü. Castlereagh’ın İngiltere’si kıtadaki
müttefiklerinden değişik bir ülkeydi. Bir kere geniş ve hala genişlemekte olan Avrupa dışı
çıkarları vardı. İkinci olarak, Napolyon tarafında hiç işgale uğramamıştı. Son olarak da en
tutucu hükümetler zamanında bile parlamenter sistemi ve kişi hak ve özgürlüklerini
korumasını bilmişti. Fakat savaş ve Avrupa’nın yeniden kurulması çabaları İngiltere’yi kıtaya
çekmiştir. Bunun yanı sıra Castlereagh ve Metternich arasında doğan karşılıklı saygı ve
anlayış iki ülkeyi birbirlerine yaklaştırmıştır.
Viyana düzenlemesinin sağladığı göreli barış ve istikrar, yani bu düzenlemenin başarısının
sırrı, Castlereagh ve Metternich’in cezalandırma yerine denge, intikam yerine meşruiyet
yönünde hareket etmelerinde ve çıkar çatışmalarını bir kenara itmelerinde yatmaktadır. Bunun
sonucu olarak çıkan anlaşma intikamcı olmayınca, Fransa’da yenilgi anıları uzun sürmedi.
Eğer Fransa eziklik ve yenilginin acısıyla baş başa kalsaydı, yeni kurulan uluslararası düzeni
meşru görmeyebilir ve düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkabilirdi. Galip devlet ya da
devletlerin uzun vadeli çıkarları için kendilerini sınırlandırarak, yenik ya da yenikleri yeni
oluşan uluslararası sistem içine almaları ve böylece meşru bir uluslararası düzen kurma
çalışmalarına özellikle çağdaş tarihte az rastlanır. 30 Mayıs 1814 tarihli barış anlaşması, galip
devletlerin kendi kendilerini sınırlandırmalarının en güzel örneğidir. İntikam yerine güç
21
dengesi merkeze alınmıştır. Asıl amaçları, Fransa’nın savaşta ele geçirdiği toprakları geri
almak ve Napolyon’un tahtlarından indirdiği meşru monarşileri yeniden kurmaktı. Fransa,
Avusturya ve İngiltere ile Rusya ve Prusya bir denge unsuru olarak görülmüş ve barış
anlaşması hafif olmuştu.
Metternich ve dolayısıyla Viyana Kongresi’nin meşruiyet iddiası şu idi; mevcut devletlerin
sınırları kutsaldır, dokunulamaz ve her devlet kendi kutsal sınırları içinde istediği gibi hareket
edebilir ve istediği rejimi kurmakta özgürdür. Özet olarak, Viyana Kongresi’ne göre, Avrupa
barış ve refahı, ilgili halkların sözde isteklerine uyularak değil, meşru otoriteye titiz bir itaat
sağlanarak korunabilirdi.
Viyana Düzenlemeleri
Fransa’da tekrar Bourbon Hanedanlığı iktidara getirildi ve Fransa eski sınırlarına çekildi.
Fransa’ya savaş tazminatı veya tamirat borcu yüklenmedi. Napolyon’un kıta sisteminin
yıkılması, endüstri devriminin İngiliz üreticilerine buhar gücü ile çalışan makineler sağlaması,
deniz aşırı sömürgecilikte ciddi bir rakibin kalmaması ve deniz gücü tekeliyle İngiltere yüz yıl
sürecek olan dünya üstünlüğü dönemine girdi. Kongreye egemen olan ve nihai kararları alan
yine dört büyük devlet, İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya, oldu. Delegelerin tümü,
Avrupa özgürlüklerinin korunması, yani Avrupa devletlerinden birinin tüm sisteme egemen
olmaması konusunda aynı görüşteydiler. Napolyon’un Avrupa çapında kurmak istediği
sisteme verilen ad olan “evrensel monarşi”, toprak düzenlemeleri, bazı devletlerin sahip
olabilecekleri asker sayısının sınırlandırılması gibi tedbirlerle önlenecekti. Hollanda ve
Belçika birleştirilerek, Fransa’nın olası bir genişlemesine karşı güçlü bir devlet kurulmak
istendi. Ren’in batısındaki Alman toprakları Prusya’ya verilerek, bu devlet Avrupa’nın
ortasında doğuda Rusya, batıda Fransa’ya karşı denge oluşturabilecek güce kavuşturuldu.
Sayıları 39’a indirilen ve Avusturya ile Prusya’yı da içeren Alman devletleri gevşek bir
Germen Konfederasyonu biçiminde örgütlendi. Kongrenin toplantı yaptığı sırada
Napolyon’un Elbe’den kaçarak Fransa’nın başına geçmesi ve Waterloo’da yenilmesi üzerine
Fransa ile ikinci Paris Barış anlaşması yapıldı. Birincisine göre biraz daha ağır şartlar olan
anlaşmaya göre Fransa 700 milyon frank tazminat ödeyene kadar işgal altında tutulacaktı.
Kasım 1815’te bu anlaşmanın hükümlerini uygulamak ve gerekirse barış için uluslararası
askeri önlemler almak üzere, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında “Dörtlü İttifak”
kuruldu. Bu dört ülkenin ittifakının yanında Avrupa’da kral ve imparator arası Hristiyan
barışına içten bir bağlılığı olan Çar Aleksander’ın girişimiyle, yükümlülüğü belirsiz bir
“Kutsal İttifak” kuruldu. İttifakı imzalayan monarklar, Avrupa’da Hristiyanlığın barışçı
ilkelerini koruyacaklar ve her konuda birbirlerine yardım edeceklerdi. Bu ittifak, Osmanlı
padişahı, Papa ve İngiltere dışında tüm monarklar tarafından imzalandı.
1830 ve 1848 Devrimleri
1789 Fransız Devrimi’nin doğrudan sonucu olarak liberal ve milliyetçi düşünceler,
Napolyon’un diğer Avrupa devletleriyle savaşları ve işgalleri ile hemen hemen tüm
Avrupa’ya taşınmıştır. Fransa’daki devrim, bazen eski siyasal sistemleri yıkan, bazen işgal ve
savaşa yol açan ve bazen de daha verimli toplumsal ve siyasal kurumların kurulmasını
sağlayan dirik ve patlayıcı güçleri Avrupa sahnesine sokmuştur. Bu yeni güçlere karşı
22
mücadelede, Avrupa’ya yayılan liberalizm ve milliyetçilik düşüncelerini anlamayan ya da
anlamak istemeyen yöneticiler, ilk aşamada Napolyon’u yendiler ve 1815 Viyana Kongresi
kararlarıyla eski düzeni sürdürmeye çalıştılar. Fakat Viyana Kongresi’nden sonra, Avrupa
sahnesine değişiklik getiren yeni güçlerle, bunlar endüstri devrimi, liberalizm ve
milliyetçiliktir, süreklilik güçlerinin, bunlar ise monarşi, kilise ve feodalizmdir, çatışması,
Avrupa’ya Fransa’dan başlamak üzere bir dizi devrim daha getirmiştir.
1830 yılındaki liberal ayaklanmaları anlayabilmek için dönemin ekonomik ve toplumsal
durumuna bakmak gerekmektedir. Teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkan yeni buluşların
üretime uygulanmasıyla Batı Avrupa’da makineleşmiş endüstri dönemi başlamıştır. 1830lara
gelindiğinde bu ekonomik değişikliğin en önemli toplumsal ve siyasal sonucu, imalat, iş ve
ticaretle uğraşanların sayı, zenginlik ve etkinliklerinin artmasıdır. Bu noktada endüstrileşme
ile liberalizmin güçlenmesi arasında doğrudan bir bağ kurulabilir. Zenginleşen ve etkinliği
artan burjuva, kendi çıkarlarına daha uygun bir hükümet biçimi doğrultusunda çalışmaya
başlamıştır. Ancak şimdi bu süreçte yeni makineleri çalıştırmak için yetişmiş, üstün nitelikte
işçi gerekmemekte, fazla ücret istemeyen kadın ve çocuklar işe alınmaktaydı. Böylece işçi
piyasasının niteliği değişmeye başladı. Kentler işçi aileleriyle doldu, fazla çalışma saatleri ve
az ücret ortaya yeni ve büyük toplumsal sorunlar çıkardı. Oluşan rekabet ortamında işverenler
etkili yasaların da bulunmamasıyla birlikte çalışma saatlerini uzatıyor ve ücretleri
düşürüyordu. Hemen hemen tüm Avrupa’da ortaya çıkan yeni ortamda mevcut yönetimlere
karşı hem işverenlerin hem de işçilerin hoşnutsuzluğu devrimlere sebep olmuştur. Bu ortamda
yönetici sınıfları iki sınıftan tehdit algıladılar: orta sınıf ve işçi sınıfı. İşçi sınıfının kesin,
köklü ve kendilerine göre aşırı isteklerinden korkan yöneticiler, genel olarak orta sınıfa ödün
vererek, onların desteğini sağlamaya çalıştılar.
Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, Avrupa’da Fransız devrimi ile hızlanan liberal akım,
temelde, halkın egemenliğinden çok parlamenter kuruluşların egemenliğini savunmuştur ve
bu açıdan bugünkü demokrasi anlayışından farklıdır. Yalnız Fransa’da değil, tüm Avrupa
ülkelerinde liberaller, hemen hemen tüm 19. Yüzyıl boyunca seçme hakkının mal ve mülk
sahibi yurttaşları içine alacak şekilde sınırlandırılmasını, bunlara sahip olmayanlara bu hakkın
verilmesini savunmuşlardır. Kurmaya çalıştıkları düzen, meclis gibi parlamenter kurumların
egemen olduğu düzendir. Ayrıca, yine bugünkü demokrasiden farklı olarak, eşitlikten çok
özgürlüğün savunuculuğunu yapmışlardır. Kısaca mutlak monarşiye karşı siyaset, ekonomi ve
din alanlarında özgürlük, liberalizmin asıl amacı haline gelmiştir.
Fransa’da 1830 ve 1848 Devrimleri
Fransız devrimi sonrasında, Fransa’da anayasalı meşruti rejim kurulmuş, millet ve ayan
meclislerine dayanan iki meclisli bir yasama sistemi kabul edilmiştir. Ancak, meclislere
seçilmek ve seçmek için mal ve mülk üzerinden vergi vermek gerekiyordu. Üstelik ayan
meclisinin üyelerini kral seçmekteydi. Böylece kurulan sistem burjuvaziye olanak
sağlamaktaysa da, asıl soyluların eline geçmişti. Bu koşullar altında kral kısa bir süre içinde
tekrar mutlak yönetimi seçti; özgürlükleri kısıtladı, basına sansür koydu, üniversiteleri
denetim altına aldı.
23
1824’te 18. Louis’in yerine geçen 10. Charles, baskıyı daha da artırınca halk ayaklandı ve
1830’da Paris sokaklarında üç gün süren şiddet olayları yaşandı. Kral ülkeden kaçarken,
yerine Orleans Hanedanlığından ve liberal eğilimli olarak tanınan Louis Philippe Fransa
tahtına oturdu. Liberalizm Fransa’da başarı kazanmış gibi görünse de bu kısa süreli oldu. Kral
iktidarını 1848 yılına kadar zengin burjuvaziye dayanarak sürdürdü. Ülkede 1848 yılında yeni
bir isyanın patlak vermesinde kralın yönetim biçimi yine etkili olmuştur. Avrupa’da işçi
sınıfının ortaya çıkması ve işçilerin, fazla iş saati, az ücret, fabrikalardaki kötü koşullar, kadın
ve çocuk işçilerin çalıştırılması gibi ekonomik ve toplumsal sorunlar işçileri greve
yönlendiriyordu. Louis ise buna karşı sert tedbirler aldı ve kişi özgürlüklerini her gün daha da
kısıtladı. Bu davranış ise, liberaller ve yavaş yavaş seslerini duyurmaya başlayan
sosyalistlerin krala karşı güç birliği yapmalarına sebep oldu. Bu birliktelik yeni bir çatışmaya
sebep oldu ve Louis de 10. Charles gibi ülkeden kaçında ülkede, sosyalist Louis Blanc’ın
başkanlığında bir geçici hükümet kuruldu. Geçici hükümet gerek burjuvazinin yaptıkları,
gerekse gizli örgütler içinde faaliyet gösteren aşırıların baskısı altında kaldı ve çalışamaz
duruma geldi. Aşırıların bu hareketleri tutucuların tepkisine sebep olurken, 1848 yılında
yapılan seçimde tutucular tepkilerini açık bir şekilde gösterdi. Cumhuriyet rejiminin en büyük
hatası, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin desteğini kazanmak için bir tarım
programının olmamasıdır. Yönetim, köylülerin biriken borçlarını hemen ödemelerini istemiş
ve toprak üzerindeki vergiyi artırmıştır. Bu durum da, köylüleri çareyi Louis Napolyon’da
aramasına sebep olmuştur. 1848 yılında yapılan seçimde, Napolyon Bonapart’ın yeğeni Louis
Napolyon gibi bir otokrat, 7,5 milyon oyun 5,5’ini alarak cumhurbaşkanı oldu. Louis
Napolyon 4 yıl sonra diktatörlüğünü kurarak III. Napolyon adıyla imparatorluğunu ilan
edecektir.
Fransa dışında, İspanya ve Portekiz’de liberal anayasalar hazırlanıp yürürlüğe konmuş,
İtalya’daki liberal bir ayaklanma ise Avusturya tarafından bastırılmıştır. 1830 yılındaki
ayaklanma dalgası İngiltere’yi de etkilemiştir. İngiltere’de ticaret ve sanayi burjuvazisinden
gelen baskılar sonucunda, 1832 yılında çıkarılan bir yasayla seçim bölgeleri burjuvaziye daha
geniş bir temsil olanağı sağlayacak şekilde düzenlenmiş, oy kullanma hakkı genişletilmiş ve
seçim yasası değiştirilmiştir. Bu yasa büyük burjuvaziyi hoşnut etmişse de, küçük burjuvazi
ve işçiler bununla yetinmemişler ve “Chartism” denen bir hareketi başlatmışlardır. Bu, sınırlı
oy kullanma hakkından genel oya geçilmesini, gizli oy açık açık sayım ilkesinin
benimsenmesini, milletvekili seçileceklerde belli bir zenginlik düzeyine erişmiş olma
koşulunun aranmamasını savunan bir hareketti. Böylece, 1830’larda İngiliz liberalizmi,
Avrupa devletlerinde henüz filizlenmekte olan liberalizmi çok aşan bir düzeye ulaşmıştı.
Avrupa’da 1848 Devrimleri
19. yüzyılı önceki yüzyıllardan ayıran temel öğelerden biri ulusçuluktur. Bu yüzyıla kadar
Avrupa, feodal bir temel üzerinde bir araya gelmiş birçok siyasal birimden oluşuyordu. 19.
Yüzyılda ise bu küçük siyasal birimleri bir araya getirmekte ve büyük bir imparatorluk içinde
yaşayan ulusların bağımsızlıklarını sağlamakta, endüstrileşme ve liberalizmin yanında önemli
bir payı olan diğer bir etken ise ulusçuluk akımı olmuştur.
24
Ulusçuluk, yönetimsel bir birime sahip olmak isteyen herhangi bir coğrafi grubun, bağımsız
tek bir devlet kurma hakkıdır. Dolayısıyla ulusun, sınıftan farklı olarak, ekonomik olmayan
bir tanımı vardır. Bir dayanışma duygusuna sahip coğrafi bir gruptur. Bir dayanışma duygusu,
ortak bir dilden, ortak geçmişten, ortak kültürden ya da ortak çıkar ve tehlikeden doğmuş
olabilir. Fakat dayanışma duygusu ulus varlığının temelidir.
Buradan hareketle, 1848 yılı şunu ortaya koymuştur; bilinçli toplumların kendi geleceklerini
kendilerinin saptaması anlamındaki ulusçuluk, Avrupa’da en etkili güç olmuştur. Ulusçuluk,
bu yönüyle liberalizmin mantıksal bir sonucu olmuştur. Liberal düşünceye göre, kendileri
özgür ve başka ulusların da özgürlüğüne saygılı olan tüm uluslar, kendi ulusal değer ve
refahlarını geliştirmek durumundadır. Bu milliyetçi güç, ulusun çeşitli bölümlerini birbirinden
ayrı tutan hükümetleri, kapsamlı ulus devletlerin kurulabilmesi için yıkacak ya da kapsamlı
hanedanlık devletlerini, daha küçük ve dar ulus devletlerin kurulması yolunda zorlayacaktır.
Kökeni ve niteliği ne olursa olsun, 1848 yılında tüm Avrupa’yı düzenden hoşnutsuzluk
duygusu kapladı. 1848 ayaklanmalarının Avrupa’da en önemli siyasal başarısı Metternich ve
onun simgelediği “eski düzenin” yıkılması olmuştur. Doğu Avrupa açısından önemli
ekonomik ve toplumsal sonucu ise, feodalizmin büyük ölçüde ortadan kaldırılmasıdır.
Monarşinin yurttaşlar üzerindeki otoritesi 1789’da tanrısal temelini yitirdi, insan hakları Paris
sokaklarında zafer kazanırken, ulusların hakkı Viyana sokaklarında kazanılmıştır. Gerek
Fransız devrimi gerekse ulusçuluk temelini tanrıdan alan geleneksel hükümetin sonu
olmuştur.
Endüstri Devrimi
1800’lerden önce Avrupa dünya üstünlüğünü sağlamıştı ancak bu üstünlük Avrupa’nın her
alandan dünya egemenliği biçiminde değildi. Dünya, ilk sömürgecilik faaliyetlerine ve
kurulan sömürge imparatorluklarına rağmen, Avrupa’nın her köşede etkili olduğu, doğrudan
ya da dolaylı olarak tek bir birim haline gelmemişti. 19. Yüzyıl bu egemenliğin kurulduğu
yüzyıl olmuştur ve bunu sağlayan da endüstrileşme ve bunun yol açtığı emperyalizmdir.
Endüstri devrimi iki aşamalı olarak gerçekleşmiştir denilebilir. İlk aşamada, demir ve
kömürün asıl enerji kaynağını ve hammaddeyi oluşturduğu makineleşme çağıdır. Makine
kullanımının yaygınlaşması sonucu, büyük fabrikalar ortaya çıkmıştır. Böylece Avrupa’da
temelde tarım işçilerinin toplumundan, fabrikalarda eşya üreten nüfusa doğru düzenli bir
değişim olmuştur. Kömür, temel enerji kaynağı olarak, Avrupa ve kuzey Amerika’da
ekonominin her alanında asıl güç kaynağı olmuştur. Diğer taraftan buhar, kömür ve demirin
birleşmesiyle birlikte demiryolu çağı başlamış oldu. Demiryolları hem ticareti hem de savaşı
etkilemiştir. Karayollarına göre daha hızlı ve fazla malzeme veya insan taşınabilmesi
sayesinde ticaret canlanmış ve savaşlar hızlanmıştır. Demiryolu, Rus hükümetinin mutlak
otoritesini doğuda Pasifik ve güneyde Asya’nın içlerine kadar genişletmiş ve böylece totaliter
tiranlığın temeli atılmıştır. Öteki ülkelerde ise ulusal benliği ve birliği güçlendirmiştir.
Endüstri devriminin ikinci yarısında ise, temel hammadde ve enerji kaynaklarında değişimler
ortaya çıkmıştır. Kömür ve demirin yanına, çelik, elektrik, petrol ve kimyasal maddeler de
eklenince bugünkü anlamda düşünebileceğimiz endüstrileşme gerçekleşmiştir. Bu
25
gelişmelerin hem olumlu hem de olumsuz anlamda uluslararası alana ve tarihe yansımaları
olmuştur.
Sanayi Devrimi yeni buluşlarla birlikte buhar gücünün yerini makinalaşmış endüstrinin alması
sonucunda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte sermaye birikiminin artışını ifade eder. İlk olarak
18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan Sanayi devriminin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz;
- Rönesans ve reformla birlikte düşünce alanındaki gelişmeler
- Avrupa’da görülen hızlı nüfus artışı
- Tarım alanındaki gelişmelerle birlikte köylerdeki nüfusun kentlere göç etmesi, böylece
kentlerde hazır iş gücünün oluşması
Peki Sanayi Devrimi neden İngiltere’de ortaya çıkmıştır? İngiltere’de uygulanmakta olan
anayasal monarşi, mülkiyet hakkıyla birlikte bireysel hak ve özgürlüklerin koruyucusuydu.
Ekonomik açıdan da oldukça ileri düzeyde olan İngiltere’de özgür rekabet ortamı vardı.
Ayrıca dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu konumunda olan bu ülke toprakları, sanayi
için gerekli olan kömür ve demir gibi yeraltı zenginliklerine sahipti ve bu hammaddelerle
üretilmiş malları satmak için geniş bir pazar imkanına da sahipti. Bir ada ülkesi olması
dolayısıyla Avrupa’daki savaş ve kavgalardan uzak kalmış, sahip olduğu donanma gücü de
taşımacılık faaliyetlerini kolaylıkla yapmasını sağlamıştır.
Fabrikalaşmayla birlikte hızlı ve seri üretim ortaya çıkmış, buharlı makinenin icadıyla Sanayi
Devrimi daha da gelişmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar İngiltere’nin tekelinde olan
sanayi devrimi, bu dönemden itibaren Avrupa ve Amerika’ya hızla yayılmıştır.
Sanayi Devrimi’nin sonuçları:
- Toplumsal yapıda değişimler oldu. Burjuva sınıfı çok daha zenginleşti ve işçi sınıfı doğdu.
İşçilerin birçok haktan mahrum olması sosyalizmi doğurdu.
- Tarımda makineleşme arttı, köyden kentlere yoğun göçler yaşandı, nüfus artışı hızlandı.
Alman ve İtalyan Ulusal Birliklerinin Sağlanması
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batı ve Orta Avrupa’da ulusal birliğini kuramamış ve
merkezi bir hükümet biçimine sahip olmayan iki ülke kalmıştı: Almanya ve İtalya. Her iki
ülke de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa’nın etki ve denetimi altında idi.
Alman ve İtalyan ulusal birliklerinin kuruluşu iki devlet “Prusya ve Piyemonte” ile iki devlet
adamının “Otto von Bismarck ve Kont Camillo Cavour”un mücadeleleri sonucu
gerçekleşmiştir. Bu iki devletin öncülleri olarak Brandenburg ve Savua dükalıkları İspanya
Veraset Savaşları’nda İngiltere, Kutsal Roma, Hollanda ve Portekiz ile birlikte “Büyük
İttifak”a katıldı. Utrecht Barışı ile bu iki dükalığın lideri kral olarak kabul edildiler. Savua
Piyemonte’nin, Brandenburg da Prusya’nın temelini oluşturmuştur.
İtalyan Birliğinin Kuruluşu
26
Napolyon savaşlarının alt üst ettiği Avrupa haritasına bir düzen vermek, daha doğrusu 18.
Yüzyıl düzenini sürdürmek için toplanan Viyana Kongresi kararlarına göre kurulmuş bulunan
36 devletli Germen Federasyonu ve İtalyan yarımadası büyük ölçüde Avusturya-Macaristan
İmparatorluğunun etkisi altına alınmıştı. Bu yüzden Alman ve İtalyan birlikleri kurulacaksa,
Avusturya’nın etkisinin kırılması yani bu devletin savaş alanında yenilmesi gerekmekteydi.
Piyemonte Başbakanı Kont Cavour, Avusturya’yı yenebilmek için Fransa imparatoru III.
Napolyon ile ittifak kurdu. Napolyon dış politikasını Katoliklik ve milliyetçiliğin savunulması
üzerine kurduğundan, İtalya’daki bu mücadeleyi destekledi. İki devlet 1859 Haziranında
Magenta ve Solferino’da kesin zafer kazandı. Ancak, Piyemonte bu zafer karşılığında sadece
Lombardiya’yı aldı. Nice ve Savoie’nin Fransızlara bırakılması karşılığında Toskana, Parma
ve Modena’da plebisit (halk oylaması) yapılması kararlaştırıldı. Plebisitler sonucunda bu
bölgeler Piyemonte ile birleştiler. Sicilya ve Napoli’nin de İtalyan birliğine katılmasıyla
birlikte sadece Avusturya’nın elinde bulunan Venedik ve Fransız askerleri tarafından korunan
Roma dışında hemen hemen tüm İtalya yarımadası Piyemonte’nin çevresinde birleşmiş oldu.
İtalyan parlamentosu 1861’de Torino’da toplanarak Piyemonte monarkı II. Vittorio
Emanuele’i birleşik İtalya’nın kralı ilan ettiler. İtalyanlar, Avusturya’nın 1866’da Prusya’ya
yenilmesinden sonra Venedik’i ellerine geçirdiler. Yine Prusya’nın 1871’de Fransa’yı
yenmesi ile Fransızlar Roma’dan çekildiler ve Roma İtalya’ya katıldı. Böylece İtalyan birliği
sağlanmış oluyordu. Prusya’nın başarıları sonucunda İtalya üzerindeki Fransız ve Avusturya
baskısı azalmıştır denilebilir.
Alman Birliğinin Kuruluşu
Yedi Yıl Savaşları ile birlikte Prusya Silezya bölgesini alarak Avrupa’da güçlü bir konuma
gelmeye başladı. Viyana Kongresinde ise 39 ülkeli Germen Federasyonu’nun bir parçası oldu.
Prusya, Alman ulusal birliğini kurmak için üç devletle, Danimarka, Avusturya ve Fransa,
savaşmak zorunda kalmıştır. İlk olarak Danimarka’ya bağlı iki alman dükalığı olan Schlezwig
ile Holstein için, Avusturya ve Prusya 1864 yılında Germen Federasyonu adına Danimarka’ya
savaş açtılar. Savaştan galip ayrılan iki ülke daha sonra bu iki dükalık üzerinde güç
mücadelesine giriştiler. Avusturya özellikle Holstein’da ayrı bir politika izlemeye ve
Prusya’yı haklarından mahrum bırakmaya kalkınca, Prusya Başbakanı Otto von Bismarck,
akıllı bir diplomasi ile Fransa ve Rusya’nın tarafsızlığını sağladıktan sonra Avusturya’ya
savaş açtı. 1866’da Sadowa’da bu devleti yenerek Almanya’dan attı ve 1867’de Prusya
denetiminde Kuzey Germen Konfederasyonunu kurdu. Bismarck, Sadowa savaşından sonra
hiçbir direnci kalmayan Avusturya’nın başkenti Viyana’ya girebilir ve çok ağır bir barış
anlaşmasını zorla kabul ettirebilirdi. Fakat Bismarck Almanya’nın, Avrupa’nın ortasında hınç
duyguları arasında güçlü bir biçimde kurulamayacağını ve birliğini korumak için ileride
müttefiklere ihtiyacı olacağını hesaplamıştı. Özellikle Fransa’ya karşı yanına alabileceği
doğal müttefik, çoğunluğu aynı ırktan olan ve aynı dilin konuşulduğu Avusturya idi.
Bismarck, Fransa’nın Katolik Alman devletleri üzerindeki denetimini kırmak için 1870
yılında Fransa’ya savaş açtı. Bu kez Avusturya ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlamıştı. Sedan
Savaşı’nda III. Napolyon’u yenilgiye uğratan Almanya, 1871 Frankfurt Barışı ile AlsaceLorraine endüstri bölgesini ilhak etti. Bundan sonra Main akarsuyunun güneyindeki Katolik
27
Alman devletleri Prusya’ya katıldılar ve böylece Alman ulusal birliği kurulmuş oldu. Prusya
kralı, Alman imparatoru, Bismarck ise alman şansölyesi unvanını aldı. Alman ulusal birliğini
kurarak Viyana Kongresi düzenini yıkmış olmakla birlikte Bismarck, yenik devletlerin sistem
içinde kalması ve bu devletlere karşı ılımlı davranılması, barış ve istikrarın sürdürülmesi
ilkelerini sürdürecektir. Bismarck’ın tek hatası, Alsace-Lorraine bölgesini ilhak etmesidir.
Çünkü Fransa, halkının çoğu Fransızca konuşan bu önemli endüstri bölgesinin
kaybedilmesinin acısını unutmayacak ve bu sorun 20. yüzyılın ortalarına kadar sürecek olan
Fransız-Alman düşmanlığının önemli bir nedeni olacaktır.
Alman ulusal birliğinin sonuçlarına bakacak olursak, en önemli sonucu, Viyana Kongresi ile
kurulmuş olan Avrupa güç dengesini temelinden bozmuş olmasıdır. Avrupa’nın en güçlü
devletlerinden olan Fransa ile Avusturya, Prusya’ya yenildikleri ve güçlü bir Almanya’nın
doğmasından sonra güç ve etkinliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Yenilen, toprak kaybeden ve
doğusunda güçlü bir Almanya kurulan Fransa’nın Avrupa’da genişleme ve en azından
prestijini yeniden kazanma umudu kalmadı. Bu durum, Fransa’yı deniz aşırı bölgelerde
genişlemeye itecek ve böylece 1870’lerden sonra sömürge faaliyetleri hızlanacaktır. İkinci
olarak, Prusya’ya yenilen Avusturya artık sırtını bu devlete dayayarak gözlerini Balkanlara
çevirdi ve yayılma alanı olarak buraya yöneldi. I. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte Rusya
ile Balkanlarda çatışma dönemi başlayacaktır. Üçüncü olarak, Rusya, Fransa ve
Avusturya’nın güç kaybetmesiyle birlikte “Panslavizm” politikası ile Balkanlarda genişleme
yolunu seçecek ve burada Avusturya ile anlaşmazlığa düşecektir. Böylece Balkanlar yeni
çatışma alanı olacaktır.
Emperyalizm
Endüstri devrimi, sömürgeciliği emperyalizm biçimine dönüştürmüştür. Sömürgecilik, bir
devletin egemenliğini başka toprak ve halklar üzerinde kurması ya da genişletmesidir.
Emperyalizm ise, Avrupa devletlerinin 19. Yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerinde
genişlemesine verilen addır. Avrupa’da kuvvet politikasının devletler arası sürtüşme ve
ekonomik rekabetin denizaşırı bölgelere yayılmasıdır. Emperyalizmin temelinde yatan
unsurlar ise;
1- Ekonomik unsur: Sömürgeciliğin yayılmasını ve emperyalizmin doğuşunu etkileyen
ekonomik faktörler olarak şunlar sayılabilir; a) Avrupa’da biriken sermaye fazlasına yeni
yatırım olanak ve alanları, b) makineleşmenin ürünü olan üretim fazlasına yeni pazarlar
yaratma isteği, c) Avrupa’da nüfus artışına bir çare, yeni yerleşim alanları bulma zorunluluğu,
d) üretim sürecinin esası olan hammadde elde etme isteği.
Avrupa pazarlarının doymasıyla, üreticiler, denizaşırı bölgelerde açık pazarlar aradılar ve
yöneticileri bu yönde baskı altına tuttular. Bu sıralarda Asya ve Afrika bu amaca hizmet
edecek durumdaydı. Avrupa içindeki gümrük duvarları ve merkantilist doktrin, ticaretin
sömürgelerle yapılmasını zorlayarak, denizaşırı yayılmayı hızlandırdı. Ayrıca, yeni
merkantilist doktrin hiçbir ülkenin kendi kendine yeterli olamayacağını ve bu nedenle her
devletin gümrük duvarlarıyla koruyacağı bir sömürge imparatorluğuna sahip olması
gerektiğini öğretiyordu.
28
2- Demografik unsur: Tıp biliminde yaşanan gelişmeler, çocuk ölümlerinin azalması ve
ortalama yaşam süresinin uzaması sonucunda, artan nüfusu yeni elde edilecek topraklara
yerleştirme isteği sömürgeciliğin 1870’lerden sonra hızlanmasında etkili olmuştur.
3- Güvenlik endişesi: Güvenlik endişesi özellikle İngiliz sömürgeciliği için geçerli bir
unsurdur. 1870’leri izleyerek İngiltere için asıl önemli olan yeni sömürgeleri elde etmekten
çok, var olanları iyi korumaktı. İngiltere’nin 1878 ‘de Kıbrıs’a, 1882’de Mısır’a yerleşmesi,
Hindistan yolunun güvence altına alınması açısından değerlendirildiğinde sömürgelere giden
yolların dahi güvende olmasının önemi ortaya çıkmaktadır.
4- Ulusal itibar: 1870’lerden itibaren sömürge sahibi olmak, büyük devlet olmanın gereği
olarak kabul edilmekteydi. Ekonomik ve askeri bakımdan ne kadar güçlü olursa olsun,
büyüklük tutkusu içindeki Avrupa’da büyük olmanın yolu sömürgelerden geçmekteydi.
Almanya tüm ekonomik başarılarına rağmen, 1890’lara kadar, öteki Avrupa devletlerinin
gözünde bir türlü büyük devlet olamamıştı.
5- Berlin Konferansı: 1870’lere gelinceye kadar Avrupa devletlerinin özellikle Afrika
kıtasındaki sömürge girişimlerinde “sözlü işgal” ilkesine uyulmaktaydı. Bu ilkeye göre,
Afrika’nın belirli bir kıyısına çıkan devlet görülebilen bütün alanları kendi egemenliğine
alıyordu. Başka bir devlet ile görüş ufku kesişen devletler arasında anlaşmazlıklar hatta savaş
tehlikesi ortaya çıkıyordu. Bu durum 1884-1885 yıllarında Berlin’de uluslararası bir
konferansla düzenlendi. Bu konferans özellikle Afrika’nın sömürgeleştirilmesini
hızlandırmıştır. Sömürgeleştirmede “fiili işgal” ilkesi benimsenmiştir. Buna göre, herhangi bir
devletin bir toprak parçasında egemenlik iddia edebilmesi için o toprağı askeri bakımdan
denetim altına alması gerekiyordu. Bunun sonucu olarak, Avrupa devletleri Afrika’da
mümkün olduğu kadar geniş toprak parçalarını hızlı bir şekilde işgal etmeye başladılar.
Birinci Dünya Savaşına Giden Yol
Almanya’nın Kıta Üstünlüğü ve Üçlü İttifak
Almanya’nın ulusal birliğini kurduğu 1871 yılından I. Dünya Savaşı’nın çıktığı tarih olan
1914 yılına kadar Avrupa tarihinin değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki
düşmanlıktır. Bismarck’ın ana amacı, 1871 düzenlemesinin bozulmasını önlemek ve alman
birliğinin güçlenmesini sağlamak için Fransa ile bir barış dönemi sağlamaktı. Fakat iki
ülkenin birbirlerine karşı hissettikleri güvensizlik bir yakınlaşmaya engel olmuştur. Bunun
yanı sıra Almanya’nın stratejik olarak saldırıya açık olması Almanya için olumsuz
sayılabilecek bir özellikti. Hemen hemen hiçbir yanında doğal engellerin bulunmadığı ve
doğu ve batısında iki güçlü devletin (Rusya ve Fransa) yer aldığı Almanya’da bu durumun
etkileri tüm tarihi boyunca görülmüştür. Almanya’da 1871’den sonra, askeri bakımdan her
zaman hazırlıklı olmak ve gelecek bir savaşta ilk darbe yeteneğine sahip bulunmak üzerinde
en çok durulan konu olmuştur.
Tüm bu düşünceler ışığında, Bismarck, Fransa ile Rusya’nın birbirlerine yaklaşmasıyla
doğabilecek “iki cepheli savaş” durumundan kurtulmayı Alman dış politikasının temeli yaptı.
Almanya ister Fransa olsun, ister Rusya, tek bir devletin saldırısına karşı bağımsızlığını ve
29
toprak bütünlüğünü koruyabilir, ancak ikisinin birlikte saldırısı karşısında son derece güç bir
durumda kalırdı. Bu yüzden Bismarck, ittifaklar yoluyla çevresinde bir güvenlik koridoru
oluşturmak istemiştir. Fransa ile yeni savaştığı ve kin duyguları geçmediği için anlaşması
zordu. Bu yüzden Avusturya ve Rusya’yı yanına alan Bismarck 1872 yılında Birinci Üç
İmparatorlar Ligi’ni kurdu. Bu birliğe girerken Rus çarının düşüncesi, “Kutsal İttifak”tan
kalma monarklar arası dayanışmanın sürdürülmesi iken, Avusturya’nın amacı Balkanlardaki
genişleme çabalarında Almanya’nın sempatisini ve desteğini sağlamaktı. Birliğin önemli
maddelerine göre; a) Avrupa’nın statükosu kabul ediliyordu, b) barış tehlikeye düşerse,
taraflar aralarında görüşmelerde bulunacaklardı, c) balkanlarda çıkacak herhangi bir
anlaşmazlık birlikte çözülecekti, d) devrimci ayaklanmalara karşı ortak bir tutum alınacaktı ve
e) taraflar bir başka devletle ittifak yapmayacaklardı.
Bismarck’ın korkulu bir biçimde beklediği gibi birlik 1875 yılında başlayan Balkan bunalımı
sırasında dağıldı. Bismarck en azından Avusturya’yı yanında tutmak için 1879 yılında yapılan
ittifakla bu devleti kendine bağlamıştır. Bu ittifak üçlü ittifakın ilk halkasıdır ve I. Dünya
Savaşı’nın bir tarafı olan İttifak devletlerinin temelini oluşturur. İttifaka göre, taraflardan biri
Rusya’nın saldırısına uğrarsa, öteki taraf saldırıya uğrayana yardım edecekti. Ancak,
taraflardan biri Rusya’dan başka bir devletin saldırasına uğrarsa öteki taraf yansız kalacaktır.
Burada başka bir devlet olarak kastedilen Fransa’dır. Görüldüğü üzere taraflar, Fransa’nın tek
başına girişeceği bir saldırıdan çekinmemiştir.
Avusturya ile yapılan ittifakın sonrasında Bismarck, Rus dostluğuna ve ittifakına ayrı bir
önem vermeye başlamıştır. Çünkü Almanya, Avusturya ittifakı yüzünden, Balkanlarda
gelişecek çatışmalar neticesine Rusya ile karşı karşıya gelebilirdi. Bu yüzden, Balkan
bunalımı yatışınca Avusturya ve Rusya ile II. Üç İmparatorlar Ligi’ni kurdu. Buna göre,
taraflardan biri, dördüncü bir ülke ile savaşırsa, öteki iki devlet tarafsız kalacaktı, taraflar
Avusturya’nın Berlin Konferansı ile kazanmış oldukları haklara saygı gösterecekti
(Avusturya, Bosna-Hersek’in işgali ve yönetimi hakkını kazanmıştır), Türk boğazlarının
kapalılığına saygı gösterilecek ve Osmanlı’nın boğazlarda başka bir devlete üs vermesinin
önüne geçilecekti.
Bu düzenlemelerden sonra Bismarck, sömürge meselesi yüzünden Fransa ve İngiltere ile
çekişme halinde bulunan İtalya’yı 1879 Alman-Avusturya ittifakı içine almış ve böylece 1882
yılında Almanya, Avusturya ve İtalya arasında “Üçlü İttifak” kurulmuştur. Bu ittifaka göre,
taraflar birbirlerine yönelik ittifaklara girmeyecekler, Eğer tahrik etmeden Fransa İtalya’ya
saldırırsa diğer iki devlet İtalya’ya yardım edecekler, taraflardan birisi, kendi tahriki
olmaksızın iki ya da daha fazla devletin saldırısına uğrarsa tüm müttefikler savaşa katılacaktı.
Bismarck’ın bu akıllı ve Almanya’yı Avrupa’nın siyasal bakımdan en etkin devleti haline
getiren tasarıları Avusturya ve Rusya’nın Balkanlarda birbirleriyle çatışmama temeline
dayanıyordu. Fakat Balkanlarda 1885 yılında başlayan milliyetçilik fikrinin getirdiği
bunalımlar Avusturya ve Rusya’yı karşı karşıya getirdi. 1887 yılında Rus çarının II. Üç
İmparatorlar Ligi’ni yenilemeyeceğini açıklamasıyla birlikte Bismarck, Rusya ile ikili
anlaşma yoluna gitti ve Almanya ve Rusya arasında 1887 yılında Güvence Anlaşması
imzalandı. Buna göre, taraflardan biri üçüncü bir devletle savaşa girerse, öteki taraf yansız
30
kalacaktı, ancak taraflardan biri Fransa ya da Avusturya ile savaşa girerse bu hüküm
işlemeyecekti, boğazların kapalılığına uyulacak ve Almanya, Rusya’nın balkanlardaki
haklarını tanıyacaktı.
Bismarck böylece ikili anlaşmalar yoluyla Almanya’nın güvenliğini sağlamaya çalışmıştır.
Yine Almanya, 1881 yılında Avusturya ve Sırbistan arasında gizli bir anlaşma imzalanmasını
ve Sırbistan’ın da Üçlü İttifak’a katılmasını sağlamıştır. 1883 yılında ise Avusturya ile
Romanya arasında bir savunma ittifakı imzalandı. Almanya da aynı gün bu ittifaka katıldı.
Buna göre, Rusya taraflardan birine saldıracak olursa, taraflar birbirlerine yardım edeceklerdi.
Bismarck’ın izlediği başarılı politikalar ve kurduğu ittifaklar sayesinde Almanya, Avrupa
kıtasında üstün duruma gelmiştir.
Bismarck’ın Düşüşü ve II. Wilhelm
Alman dış politikasını tamamen Bismarck’a bırakmış olan I. Frederic Wilhelm’in 1888
yılında ölmesiyle birlikte Bismarck’ın kurmuş olduğu denge bozulmaya başladı. II. Wilhelm
tahta çıkmasıyla birlikte özellikle sömürgeci politika izleme yanlısıydı. Ayrıca genelkurmay
başkanı Weldersee de Bismarck’ın Rusya’ya fazla önem verdiğini düşünüyordu. Bir savaş
halinde Almanya’nın önce Fransa ile savaşıp Fransa’yı yendikten sonra Rusya ile de
savaşabileceğini, Bismarck’ın iki cepheli savaş korkusunun fazla abartılı olduğunu
düşünüyordu. Yine Wilhelm iç politika alanında da Bismarck ile çatışma yaşamıştır. Giderek
endüstrileşen Almanya’da işçi partisi güçlenmeye başlamıştı. Bismarck gerekirse orduyu
kullanarak işçi partisini ortadan kaldırmak istiyordu. II. Wilhelm ise yönetime gelir gelmez
böyle bir iç savaşla karşı kaşıya kalmak istememiştir. İç ve dış politikada imparator ile karşı
karşıya gelen Bismarck görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Fransız-Rus Antlaşması
II. Wilhelm tahta gelir gelmez Almanya’nın sömürgecilikte geri oluşunun nedenlerini
araştırmış ve şu sonuçlara varmıştır: sömürgeciliğe diğer Avrupa devletlerinden daha geç
başlanılmıştır, donanması güçlü değildir ve Rusya’ya gereğinden fazla önem vermiş, Rus
dostluğunu önemsemiş ve bu yüzden Avrupa içine sıkışıp kalmıştır.
Wilhelm ilk madde için yapılacak bir şey olmadığından diğer noktalarda adımlar atmıştır. İlk
olarak donanma yapımını hızlandırmıştır. Ayrıca 1887 yılında imzalanan Alman-Rus
Güvence Anlaşmasını yenilemeyeceğini duyurmuştur. Bu politika değişiklikleri sonucu, bir
yanda İngiltere ile karşı karşıya gelirken, diğer taraftan da Rusya, Almanya’nın yeni
tutumundan rahatsız olmaya başlamış ve içinde bulunduğu diplomatik yalnızlıktan kurtulmak
için müttefik aramaya başlamıştır. Bu sırada Fransa ile yakınlaşmış ve 1894 tarihli anlaşma
imzalanmıştır. Bun anlaşmaya göre; Fransa, Almanya’nın ya da Almanya tarafından
desteklenen İtalya’nın saldırısına uğrarsa, Rusya Fransa’ya yardım edecekti. Rusya,
Almanya’nın ya da Almanya destekli Avusturya’nın saldırısına uğrarsa Fransa Rusya’ya
yardım edecekti. Böylece Almanya karşıtı grubun ilk adımı atılmış oluyordu.
İngiliz-Fransız Antlaşması
31
1900’lere gelindiğinde, dengenin Fransa’nın aleyhine döndüğü ve Almanya’nın deniz
silahlarında İngiltere ile arayı kapatmaya başladığı anlaşılınca, sömürge yollarının
korunmasında deniz rekabetine tahammülü olmayan İngiltere, kendini Fransa’ya yakın
hissetmeye başladı. İngiltere ilk iş olarak Japonya ile 1902 tarihinde bir ittifak yaparak o
zamana kadar sürdürdüğü “muhteşem yalnızlık” politikasını terk etti. İngiltere, Çin üzerinde
bir Rus-Japon yakınlaşmasını önlemek ve İngiliz sömürge imparatorluğuna Asya’dan bir
tehdidin gelmesini önlemek adına bu anlaşmayı yapmıştır. İngiltere, yalnızlık politikasının
artık sürdürülemez olduğunun farkına varınca Japonya’ya yöneldi. Çünkü Rusya’ya karşı
Asya’da savaşabilecek tek güç Japonya idi.
İngiliz-Japon anlaşmasına gereğince, İngiltere ile Japonya Uzakdoğu statükosunu korumak
yükümlülüğü altına giriyordu. İki devletten biri bu statükoyu korumak için üçüncü bir devletle
savaşa girerse, öteki devlet yansız kalacak, ancak başka bir devlet bu üçüncü devlete yardım
ederse, İngiltere ile Japonya birbirlerini destekleyecekti. 1902 anlaşmasını önemi şuradadır:
bu anlaşma, İngiltere’ye düşmanlarına karşı deniz gücünü hem Avrupa hem Uzakdoğu’da
aynı zamanda kullanamayacağını gösterdi. Ayrıca bu anlaşma ile ilk kez bir Avrupa
devletinin, başka bir Avrupa devletine karşı kullanılmak üzere, bir Asya devletinin desteğini
araması gerektiğini göstermiştir. Bu olay, Avrupa’nın dünya politikasındaki merkezi
durumunun zayıflama sürecinin başlangıcını oluşturmaktadır.
İngiliz-Japon ittifakı, 1904 İngiliz-Fransız anlaşmasının temelini oluşturmaktadır. Bir kere,
İngiltere 1902 anlaşması yüzünden ve istemeden Fransa ile çatışma durumuna girebileceğini
gördü. Çünkü bu anlaşmadan güç bulan Japonya, Rusya’ya saldırabilir ve Fransa 1894
anlaşmasına göre Rusya’ya yardıma gidebilirdi. Bu durumda İngiltere ile Fransa iki karşıt
askeri grup içinde karşı karşıya gelmiş olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Fransa ile sömürgeler
konusunda anlaşmak istemiştir. İkinci olarak, İngiltere artık Almanya’dan çekinmeye
başlamıştır. Bu yüzden Fransa ile yakınlaşma sağlamak ve bunun için de sömürge konularını
çözüme bağlamak gerekmiştir. Fransa açısından bakılırsa, Uzakdoğu’da şimdi çıkması olası
Rus-Japon savaşının, Fransa’yı Avrupa’da Rusya’nın desteğinden yoksun bırakacağı için
İngiltere ile yakınlaşmak istemiştir. Balkanlarda yaşanan gelişmeler ve büyük bir savaşın
çıkma ihtimali iki ülkenin yakınlaşmasını hızlandırmıştır. 1904 tarihli İngiliz Fransız sömürge
anlaşması “İçten Misak” (Entente Cordiale) bu ortamda imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre,
Fransa Fas’ın siyasal statüsünü değiştirmeme sözü veriyor, buna karşılık İngiltere Fransa’yı,
Fas’ta ekonomik, mali ve askeri yenilikler yapmada serbest bırakıyordu. Yani Fas, Fransa’nın
etki alanı olmuş oluyordu. Aynı şekilde, Fransa, İngiltere’nin Mısır’dan çıkmasını istemekten
vazgeçecekti. Anlaşmanın gizli olan hükümlerine göre ise taraflar ilhak için kapıyı açık
tutmaya özen göstermiştir. Fransa ve Rusya birbirlerine askeri bir ittifakla bağlanırken, bu
anlaşma ile Fransa ve İngiltere siyasal bir birlikteliğe girmiş oluyordu.
İngiliz-Rus Sömürge Anlaşması
İngiliz-Rus yakınlaşmasına yol açan temel etken 1904-1905 Rus-Japon savaşıdır. Rusya’yı
İngiltere ile sömürge konularında anlaşmaya iten nedenler şöyle sıralanabilir: öncelikle
Rusya, büyük bir savaşta Fransa’nın kendisine yeterince yardımı olmayacağını gördü. 1894
anlaşmasıyla Fransa’nın hukuken Rusya’ya Pasifik’te yardım zorunluluğu yoktu fakat Rusya,
32
Avrupa’da bir çatışmada da Fransa’dan yeterli destek alamayacağını düşündü. Bu yüzden,
Fransa’yı cesaretlendirecek bir başka devlet arayışına girdi. İkinci olarak, Uzakdoğu’da
güçlenen Japonya ile uzlaşma yolunun, Japonya’nın müttefiki İngiltere’den geçtiğini gördü.
Üçüncü olarak, Rusya’yı İngiltere’ye yaklaştıran, Almanya’nın Berlin-Bağdat demiryolu
yapımını üstlenmesidir. Rusya’nın Osmanlı üzerinde etkinliğini artıran Almanya tarafından
güneyden çevrilmiş hissetmesi kendisini İngiltere’ye yanaştırmıştır.
İngiltere açısından bakılacak olursa, bu devlet Avrupa’da artan Alman gücü karşısında
Fransız-Rus anlaşmasının dengeyi sağlamadığını görmüştür. İkinci olarak, Almanya’nın deniz
silahları yapımında büyük gelişmeler göstermesi ve bu devletin uzun süredir İngiltere’nin
elinde olan deniz üstünlüğünü tehlikeye düşürmesi İngiltere’yi Rusya’ya iten bir başka
nedendir.
Bu gelişmeler sonucunda, 1907 yılında iki devlet Asya’daki sömürge çatışmalarını gideren bir
anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre; İran üç bölgeye ayrılmış, kuzeyi Rus, güneyi İngiliz
üstünlüğüne verilmiştir. Ortası ise tampon bölge olarak bırakılmıştır. Taraflar Tibet’in Çin’e
bağlı olduğunu kabul ediyorlardı. Rusya, Afganistan’a ilgisini kesecek, bu devletle ilişkilerini
İngiltere aracılığıyla yürütecek, buna karşılık İngiltere de Afganistan’ı işgale ya da
topraklarına katmaya çalışmayacaktı. Böylece İngiltere, Hindistan’a bitişik bölgelerin ve
dolayısıyla Hindistan’ın güvenliğini Rusya’ya karşı korumuş olmaktaydı.
1907 anlaşmasından sonra karşılıklı iki blok kurulmuş oluyordu. Bir tarafta Almanya,
Avusturya-Macaristan ve İtalya, diğer tarafta ise İngiltere, Fransa ve Rusya bulunmuştur. Bu
anlaşmalardan sonra kendini daha güçlü hisseden Fransa Almanya’ya karşı tavrını
sertleştirirken, İngiltere ile anlaşan Rusya, Balkanlarda daha etkin politikalar izlemeye
başlamıştır. Bu gelişmeler Almanya’nın silahlanmasını hızlandırırken, I. Dünya Savaşı’na
giden yol kısalmıştır.
33
Download