“Hukuk Devleti” ifadesine geçmeden önce bu ifadede yer alan “Hukuk” ve “Devlet” kelimelerinin neler ifade ettiğini, “Hukuk Nedir””, “Devlet Nedir?” sorularının cevabını bulmaya çalışalım. HUKUK Hemen herkesin sık sık kullandığı ve her alanda karşısına çıkan bu kavramlar aslında içerik olarak çok fazla idrak edilebilmiş, anlaşılmış değildir kanaatindeyim. Bu nedenle öncelikle “Hukuk Nedir?” in kısa bir özetini yapma ihtiyacı hissediyorum. Özet Olarak: Hukuk, her şeyden önce bir düzen demektir. Fakat hukukun öngördüğü düzen, fiilen gerçekleşen bir düzen değildir. Hukuk, toplum içinde insanların gerçekten nasıl davrandıklarını değil, nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Hukuk, kendisine uyulmak ve uygulanmak için vardır. Adalet değeri dolayısıyla, insanlar arası ilişkileri bir düzene koymak, toplumsal yaşamın gerçekleşmesini sağlamak ister. İnsanlara, “Bana uy; Beni gerçekleştir” buyruğu ile seslenir. Hukuk düzeni, doğduğu andan itibaren bireyin karşısına kabul edilmesi ve uyulması gereken, kesinlikle doğru kurallar olarak çıkar. İnsan, özgür bir varlıktır ve iradesini hukukun buyrukları doğrultusunda kullanabileceği gibi, onlara aykırı bir yönde de kullanabilir. Bu nedenle toplum içinde insanların tutum ve davranışlarının hukuk kurallarına uymaması, her zaman mümkündür. “İşte hukuk, insan davranışlarını değerlendiren, çıkar çatışmalarına çözüm getiren kurallardan, normlardan meydana gelen bir sistem, bir bütündür.” İnsan-insan, insan-doğa ilişkilerinin insanlığın ortak çıkarı ve huzuru için evrensel ilkelerle güvence altına alınmasıdır. Hukuk, insanlık seviyesi için göstergedir. Hukukun temeli, kaynağı üzerine birçok fikir ortaya atılmıştır. Bunlar kaynağı: tanrı, sınıf çıkarları, toplum sözleşmesi, doğa ve insanlar olarak belirten görüşlerdir. Bu kısa özeti yaptıktan sonra hukuku şu şekilde tanımlamak mümkündür. HUKUK NEDİR sorusuna; Hukuk, toplumun genel menfaatini veya fertlerin ve toplumun ortak iyiliğini sağlamak maksadıyla konulan ve kamu gücüyle desteklenen kaide, hak ve kanunların bütünüdür. Daha yaygın bir tanımıyla hukuk, adalete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir. HUKUK KELİME ANLAMI na gelince; Hukuk kelimesi Arapça "hak" kökünden gelir ve hak kelimesinin çoğulu olarak bilinmektedir (galat-ı meşhur). Arapça da "hak" kelimesinin çoğulu "ah'kak"tır. Türk Dil Kurumu'na göre hukuk kelimesi, "Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür". Bunun dışında hukukun "haklar" anlamı da vardır. Mecazi anlamda ise, ahbaplık, dostluk anlamında da kullanılır. TEKNİK ANLAMI ise; Hukuk dönemden döneme değiştiği için hala doyurucu bir tanım yapılamamıştır. Kant "Hukukçular hala hukukun tanımını aramaktadırlar" der. Günümüzde en çok kabul edilen tanımı ise: "Belirli bir zamanda belirli bir toplumdaki ilişkileri düzenleyen ve uyulması devlet zoruna (müeyyide) bağlanmış kurallar bütünüdür." Bilimsel bir disiplin olarak hukuk, kendi içinde temel olarak ikiye ayrılır. Genel olarak hukukun kişiler arası ilişkileri konu alan kısmına Özel Hukuk, kişiler ile devlet veya devleti oluşturan kurumlar arası ilişkileri düzenleyen kısmına ise Kamu Hukuku adı verilir. Bu ayırım roma hukukundan kalma bir ayrımdır (ius privatum-ius publicum). Medeni Hukuk, Ticaret Hukuku ve Devletler Özel Hukuku özel hukukun, buna karşılık Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku ve İdare Hukuku kamu hukukunun başlıca alt dallarıdır. HUKUK KURALLARI VE ÖZELLİKLERİ Hukuku, toplumu düzenleyici diğer kurallar olan örf ve adetler, gelenekler ve dinlerden ayıran özellik devlet tarafından güvenceye alınmış ve cebri yaptırımlara sahip olmasıdır. Hukuk kuralları insan davranışlarını düzenler ve bulunduğu toplumun değer yargılarını taşır. Soyutluk ve genellik özelliği sayesinde benzer nitelikteki bütün durumlarda uygulanması sağlanır. YAPTIRIM (MÜEYYİDE) Hukuk alanında yaptırım kamu gücü ile uygulanır. Hukuka uymayı zorlama, uymayanları cezalandırma ve uyulmadığı durumlardaki zararları en aza indirmek için kullanılır. Hukuk düzenini sağlamayı ve korumayı amaçlayan yaptırımlar gene hukuk düzeninin öngördüğü şekilde yerine getirilir. Maddi ve manevi yaptırımlar olarak ikiye ayrılır. Maddi yaptırımlar hukuka aykırı durumlarda uygulanırken manevi yaptırımlar bu durumları engellemek için kullanılır. Ceza hukukunda ölüm, hapis ve para cezaları; anayasa hukukunda siyasetten men, parti kapatma; vergi hukukunda vergi ve kaçakçılık cezaları gibi değişik hukuk dallarında değişik yaptırımlar vardır. HUKUKUN DAYANAĞI Hukukun dayanağı ile ilgili çeşitli dönemlerde kuramlar üretilmiştir. Bunları sıralamamız gerekirse; bilinçi bir irade olarak gören kuramlar, irade dışı olarak gören kuramlar ve pozitivist kuramlar. Bu kuramların bazılar felsefik değil ortaya konduğu dönemin sorunlarını çözmek veya politik görüşleri hukuk biliminde dile getirme ihtiyacından ortaya çıkmıştır. İdesi ve ideali adalet olan hukuk, genel olarak şu şekilde tanımlanabilir: "Hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir." Bu tanımdan, hukukun üç ayrı fonksiyonu yerine getirdiğini görmekteyiz. Bu fonksiyonlar düzen, pratik yarar ve adalettir. İde nedir?: Uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında, kendiliğinden var olan, duyularla değil yalnızca tinsel olarak algılanabilen asıl gerçeklik, düşünce, fikir. HUKUKUN TOPLUMDAKİ FONKSİYONLARI 1. DÜZEN FONKSİYONU Hukukun bu fonksiyonu ile anlatılmak istenen, hukukun toplumsal yaşamı düzenleyip insanların barış ve güvenlik içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır. 2. PRATİK YARAR (Sosyal İhtiyaçların Karşılanması) Hukukun pratik amacını, toplumsal gerçeklik belirler. Hukuk bu fonksiyonu ile toplum içinde yaşayan insanların, birbirleri ile kurmak zorunda oldukları ilişkilerini ve biyolojik, psikolojik bir varlık olarak insanın yapısından kaynaklanan ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Hukuk bu fonksiyonu ile doğum, evlenme, ölüm vb. önemli biyolojik olayları da çeşitli hükümlerle düzenler. Hiçbir hukuk düzeni yaşamın temel gerçeklerini görmezden gelemez. Hukuk düzeni, insanın doğal yapısına ve bundan ileri gelen ihtiyaçlarına uygun olmak zorundadır. Hukuk önemli ölçüde, ekonomik gerçeklere de bağlıdır; ekonomik ihtiyaçlara uymalı ve onları karşılamalıdır. 3. ADALET Hukuk bu fonksiyonu ile belirli bir düzenleme altına aldığı sosyal ihtiyaçları, özü salt bir eşitlik düşüncesi olan adalet ölçüsüne vurarak gerçek kimliğini kazanır. Hukukun idesi ve ideali adalettir. En kısa tanımıyla adalet, “bir eşitlik düşüncesi” dir. 2 “Adalet, nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) olmak üzere iki değişik anlamda kullanılır. Adalet aslında ahlaki bir kavramdır; Bu kapsamda, erdem, fazilet anlamında kişisel bir özelliği deyimler. Kişi her zaman haklı olana yönelir, herkese kendine düşeni vermek yolunda sürekli ve değişmez bir çaba gösterir. İşte bu tutum ve çabayı gösteren adalet, özne (süje) ile ilgili oluşundan ötürü öznel (sübjektif) adalet olarak nitelenir. Bir erdem olan öznel adaletin dışında ve ondan önce nesnel (objektif) bir adalet kavramı vardır. Nesnel adalet, kişinin bir özelliğini değil, kişilerin somut durumlarda gerçekleştireceği ilişki biçiminin bir özelliğini deyimler. İşte hukuk alanında hukuki değer olarak söz konusu olan adalet de, bu nesnel anlamda adalettir. Çünkü hukuk, insanlar arası ilişkileri biçimlendiren, onlara görünür ve algılanabilir bir düzen veren, bu amaca yönelen normlar bütünüdür.” Toplum içindeki davranış ve ilişkilerin değerlendirilmelerini içeren kurallar bütünü olarak hukuk, bu değerlendirmelerde adalet ölçüsünü kullandığı ve kullanmak durumunda bulunduğuna göre, adaletin böylece, hukukun da bir değerlendirilme ölçüsü olacağı doğaldır. Hukuk normlarında adalet acaba ne ölçüde yansıtılmıştır? Mevcut hukuk ne denli adaletlidir? İşte burada yasa üstü adalet kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu, tüm hukuk sistemine ve sistemlerine egemen bulunan, nesnel ve salt bir değer niteliğindeki adalettir. Hukuk bir toplum düzenini içerir. Hukukun varlık nedeni de adalettir; gerek mevcut düzeni korumak, gerekse onu değiştirmeyi meşrulaştırmak için her zaman adalete başvurulur. Nesnel ve yasa üstü adalet hukukta karşımıza kurulu hukuk düzenlerinin asli örneği, olması gereken hukuk anlamında hukuk idesi olarak çıkar. Bu niteliği ile adalet, mevcut hukuk düzenlerinin kendisine uygun olup olmadığı açısından bir değer ve değerlendirme ölçüsü olur. Yine bu özelliği ile adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Hukukun gerçekleştirmek amacını güttüğü şey adalettir. Birbirleri ile olumlu ve olumsuz karşılıklı ilişkilerde bulunan bu üç fonksiyon denge içinde olduklarında, adil bir hukuk düzeninin gerçekleşmesi sağlanır. Normal olarak tüm hukuk normları bu üç fonksiyonu da kapsar. Sonuç olarak hukuk, hem adaleti gerçekleştirecek, hem toplumsal yaşama uyacak, hem de bu toplumsal yaşamın barış içinde sürebilmesi için bir düzen görünümünü sağlamaya çalışacaktır. DEVLET Belirli bir toprağı olan, kanunlara göre bir hükümet idaresinde teşkilatlanmış, bağımsız topluluklara denir. Dışarıya karşı halkın menfaatini korumak, içeride refahını sağlamak, güvenliği korumak devletin vazifesidir. Devletin üç ana elemanı, halk, ülke ve egemenliktir. Devletler anayasasına göre basit ve bileşik olmak üzere ikiye ayrılır. Bileşik devletler de birleşmiş devletler, konfederasyonlar ve federasyonlar şeklinde olabilir. Bundan başka devletler egemenlik haklarının kullanılması şekline göre de hükümdarlık (monarşi) ve halk idaresi (cumhuriyet) olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer bir hükümdarlıkta hükümdarın iradesi bir meclis vasıtasıyla sınırlanmışsa buna «meşruti hükümdarlık» denir. Meclis yoksa devlet şekli, «mutlak hükümdarlık» sınıfına girer. Devlet kavramı insanlığın tarihiyle yaşıttır. Geçen yüzyıllar boyunca bu kavram gittikçe genişlemiş, üzerinde işlenmiş, bugünkü halini almıştır. Bu tariften de anlaşılacağı gibi devlet, ferdi, tabii ve siyasi unsurdan meydana gelir. Bu unsurlar sırayla "nüfus, ülke ve hakimiyet"tir. Nüfus, devletin, birinci gerçek unsurudur. Halkı olmayan bir devlet düşünülemez. Bir devletin var olması için nüfusun az veya çok olmasının önemi yoktur. Nüfusu yüz milyonları geçen devletler olduğu gibi birkaç yüz binlik devletler de vardır. Ancak nüfusun çeşitli sebeplerle ve zamanla yok olması halinde devlet de ya yıkılır veya o bölgedeki insanların yerine başkaları geçerek devam eder. 3 Fakat bu durumda ortaya çıkan devlet eski devlet değil, yeni bir devlettir. Çünkü devletin birinci gerçek unsuru olan nüfus değişmiştir. Devletin ikinci gerçek unsuru ülkedir. Bir devletin var olması için yalnız nüfus yeterli olmayıp, bu nüfusun yeryüzünün belli bir bölgesinde, yerleşmiş olması da lazımdır. Ülke toprağının küçük veya büyük olması, toplu yahut ayrı parçalardan meydana gelmesi de önemli değildir. Önemli olan ülkenin belli ve sabit olmasıdır. Çünkü belli ve sabit bir ülke olmadıkça devlet hâkimiyetini tam olarak kullanamaz. Zira bunun yeri ve sınırı belli değildir. Devletin üçüncü gerçek unsuru hâkimiyettir. İnsan toplulukları düzenli ve istikrarlı bir teşkilat kurmadıkça ve teşkilat o nüfusu belli sınırlar içinde bağımsız olarak idare etmeye başlamayınca devletin varlığından söz edilemez. Bu bakımdan bir devletin var olması için nüfus ve ülkenin var olması yanında hâkimiyet de şarttır. Hâkimiyet bir toplumun kendisini bizzat idare etmesi, emredici kurallar, yani kanunlar koyması ve bunların gerek kendi içinde ve gerekse dışarıya karşı tatbikini sağlamasıdır. Fakat günümüzde kurulmuş ve yaygın bir şekilde bulunan muhtelif milletler arası teşekküller devletlerin hâkimiyet haklarını sınırlamışlardır. Devletlerin bu tip kuruluşlara katılıp katılmamaları kendi isteklerine bağlı olduğu için, hâkimiyet hakkının kısıtlanmasına kendisi rıza gösteriyor demektir. Bu üç unsurun tabii bir sonucu olarak "devletin şahsiyeti" ortaya çıkmaktadır. Bu özelliğiyle devlet tıpkı bir şahıs gibi borç ilişkilerinde bulunur. Şahsiyet unsuru devamlı olduğu için yapılan kanunlar, taahhüt edilen borçlar ve akdedilen antlaşmalar, bunları imza edenlerin ölümünden sonra da değişmedikçe devam ederler. İlkçağlardan beri kullanılmış olan "polis, civitas, imperium, statum" gibi kelimeler hep devlet kavramını ifade etmiştir. Eski Türklerde il deyimi, bugünkü modern devlet anlayışını karşılayan bir sözdü. Göktürk ve Uygur çağlarında il kelimesi devlet manasına kullanılıyordu. Çincedeki kuo sözü devlet demek olup, bunun türkçe karşılığının il olduğu eski Türk ve Çin kaynaklarından da anlaşılmaktadır. Gene eski Türklerde "halk ve toprak" devleti meydana getiren iki önemli unsurdur. Üçüncü unsur ise kağanlık idi. Devlet idaresi yerine "il tutmak" tabiri kullanılırdı. Eski Türkler, devletin kendilerine tanrı tarafından verildiğine inanırlar, zaman zaman tanrıya "il veren tanrı" şeklinde hitap ederlerdi. Devlet anlayışı, devletin kaynağı ve vasıfları konusundaki görüşler çağlar boyunca değişmiştir. Ayrı ideolojilere göre farklı devlet anlayışları belirmiştir. Aristoteles’ten günümüze kadar hemen bütün filozoflar devlet kavramı ile ilgilenmişlerdir. Hıristiyanlıkta kendi prensipleri açısından devlet konusuyla meşgul olmuştur. Devletin siyasi olarak açıklanmasını ilk defa filozof Hegel ve Pufendorf ele almıştır. Özellikle 16 ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da hâkim olan bozulmuş kilise ve papazlara dayalı dini kudrete karşı siyasi otoriteyi güçlendirme çabaları devletin bugünkü manasıyla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece dini kurallara uygun (teokratik) devlet anlayışı, yerini siyasi devlet anlayışına bıraktı. Bu arada marksist anlayış siyasi örgütlenmeyi ifade eden devlet anlayışına karşı çıkarak devleti egemen sınıfın imtiyazlarını koruyan bir hukuki biçim olarak nitelendirdi ve sınıfsız bir toplumda devlete gerek olmayacağı görüşünü öne sürdü. Ancak, marksizmin uygulandığı ülkelerde bu düşüncenin tam tersi olarak işçi sınıfı adına küçük bir grubun bütün devlete hâkim olduğu ve kendi hak ve imtiyazlarını korumak, artırmak, devam ettirmek için her türlü baskı ve şiddete başvurduğu görüldü. Organik yapı bakımından devletler, "basit devletler" ve "bileşik devletler" olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler iyiden iyiye merkezîleşmiş olan ve bölünmez bir bütün meydana getiren devletlerdir. Türkiye Cumhuriyeti böyle bir devlettir. İkinciler ortak bir hükümetin yönetiminde birleşmiş bulunur ve türlü türlü olur. Bazı çeşitleri tarihe mal olmuş bulunan bu tür devletlerin bugün önde gelen misalleri ABD ve İsviçre’dir. Bunlar, her biri bağımsız farz edilen devletlerin geniş ölçüde adem-i merkeziyet ilkesine göre yönetilmek ve özellikle savunma ve dış temsil ortaklığı kurmak yoluyla meydana getirdikleri birliklerdir. Devletler çeşitli şekillerde doğar; fetihler, paylaşmalar, monarşi ile idare edilen devletlerin evlenme veya miras yoluyla 4 birleşmeleri, bir yabancı devletin boyunduruğundan kurtulma, bir sömürgenin bağımsızlığa kavuşması gibi. Yeni bir devletin hukuki bakımdan var olabilmesi için tanınması, yani öteki devletlerin meydana getirdiği milletlerarası topluluğu kabul etmesi gerekir. Bugün dünyada genel olarak devletlerin hâkimiyet ve bağımsızlık, eşitlik ve kendilerini temsil ettirme haklarına sahip oldukları kabul edilmektedir. Fakat devletlerin bazı vazifeleri de vardır ve bunların uygulanmaması kendine karşı beynelmilel müeyyidelerin tatbikine yol açabilir. Devletin varlığının sona ermesi çeşitli sebeplerden ileri gelir. Toplum bağlarının çözülmesi, devletin çeşitli öğelerinin kendi istekleriyle veya zorla ayrılması, bir devleti başka bir devletin kendi bünyesine katması vs. gibi. Devletlerin ortadan kalkmasıyla hâkimiyetin devri, borçlar, antlaşmalar, kanunların yürürlüğü ve uyrukluk gibi birçok problemler ortaya çıkar. Devletlerarasındaki eşitlik ilkesi 1815’ten beri büyük devletlerin kendilerine hak tanıdıkları imtiyazlar yüzünden devamlı olarak bozulmuş ve bozulmaktadır. Milletler Cemiyeti Konseyinde bu devletler her zaman üye sandalyesinde oturmuşlardı. Birleşmiş Milletler güvenlik Konseyinde de aynı imtiyaz bugün ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye, Çin’e, Rusya’ya tanınmaktadır. Modern devlet nedir? Modern anlamıyla devlet görece olarak yeni bir olgudur. Elbette ki insanların toplu halde yaşamaya başladığı ilkçağlardan itibaren, yöneten-yönetilen farklılaşmasının sonucu olarak bazı toplumsal örgütlenmelerin izlerini bulmak mümkündür. Ancak bu saptama, farklı biçimlerde kendisini ortaya koyan tüm sosyal örgütlenmelerde devletin var olduğu anlamını taşımaz. Modern devleti kendisinden önceki sosyal örgütlenmelerden ayırt eden en temel özelliği, merkezileşmiş ve kapsayıcı bir iktidar yapısına sahip oluşudur. Başka bir deyişle, modern devlet, kendisinden önce gelen siyasal örgütlenme biçimlerinden farklı olarak çok merkezli ve çoğulcu iktidar yapısından, bölünmemiş tek (mutlakçı) bir iktidar merkezine” yönelir (Pierson 2000, s. 28). Eski Yunan polisleri, Roma İmparatorluğunun federe bölgeleri, Ortaçağın feodal krallıkları, modern devlete içkin olan siyasi iktidar ‘bir’liğinden yoksundur” (Ağaoğulları ve Köker 1991). Oysa modern devlet, belirli bir toprak parçası üzerinde egemen gücün tekliğini gösterir. Modern devletin belirli bir toprak parçası üzerinde tek egemen oluşu, yani merkezi otoriteyi oluşturması, bununla bağlantılı ikinci bir özelliğini daha ortaya koyar. Modern devlet belirli toprak parçası üzerinde egemen olmakla kalmaz; bu toprak parçası üzerindeki tüm sosyal ilişkileri de düzenler. O halde modern devletin merkeziliğini yalnızca belirli bir toprak parçası üzerindeki egemen güç oluşuna bağlamak, bizi hatalı bir sonuca götürür. Aksine modern devletin merkeziliği, kamu yararına olsun ya da olmasın, coğrafi sınırları belirli bir mülki bölgede (territory) yaşayan herkesi kapsamasını ve sosyal ilişkilerin düzeni açısından belirleyici olmasını ifade eder. Başka bir deyişle, modern devletin kuralları, coğrafi alanın değil, bireyleri birbirlerine bağlayan sosyal bağların bir fonksiyonudur. Bu durumda modern devleti, kendisinden önceki yönetim biçimlerinden ayırt eden iki temel özelliği ortaya çıkar: Modern devlet merkezidir ve birey ya da toplumla ilişkilerinde kapsayıcı nitelikte kurallar koyma yetkisine sahiptir. Daha önce de belirtildiği üzere, tüm kavramlar gibi devlet kavramı da tarihsel gelişim süreci içerisinde pek çok farklı biçimde tanımlanabilir. Bu nedenle devlet kavramını tanımlamak, devletin birey ve toplumla olan ilişkisi hakkında yorum yapmak, ancak onun tarihsel süreçte uğradığı durakları anmakla olanaklı olacaktır. Başka bir ifadeyle, devlet kavramı bir zorunluluk değil, tarihsel tesadüflerin bir ürünüdür. Bu açıdan bugün devlet-birey-toplum ilişkisi anlamak, ancak devletin tarihsel süreçte bireylerin devletle ilişkilerinin geçirdiği değişimleri kavramakla olanaklıdır. 5 Devlet nedir? (Felsefe) Bir sosyo-ekonomik kuruluşta ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın, kendi çıkarlarını diğer sınıf ve katmanlara dayatmasını ve onlar karşısında bu çıkarları güvence altında tutmasını sağlayan, belirleyici politik iktidar mekanizması. Devlet, «bir sınıfın, bir başka sınıfı baskı altına almasını sağlayan mekanizmadır»(Lenin). Devlet, bir sosyo-ekonomik kuruluşun politik örgütlenmesindeki en önemli öğedir sınıflar arasındaki ilişkileri ve egemen sınıfın çıkarlarını en yalın şekilde dile getirir. Tarihsel bir ürün olan devlet, özel mülkiyetin ve sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte doğmuştur ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bütün toplumlarda sınıfsal karşıtlıkların uzlaşmazlığını ifade eder. Devlet, toplumun belirli bir gelişim basamağındaki ürünüdür o söz konusu toplumun, kendi içinde çözülmez bir çelişkiye düştüğünün ve uzlaşmaz karşıtlara bölündüğünün itirafıdır. Ancak, bu karşıtların, ekonomik çıkarları birbiriyle çelişen sınıfları ve toplumu, kısır ve sonuçsuz bir savaş içinde boş yere yiyip bitirmemesi için, güya toplumun üstünde yer alan ve kendisinden bu çatışmayı yatıştırması, düzenin sınırları içinde tutması beklenen bir güç zorunlu hale geldi. İşte, toplumun içinden çıktığı halde, onun tepesine binen ve ona gün be gün daha çok yabancılaşan bu güç, devlettir. (Engels). Devlet tipleri, toplumun tarihsel gelişmesi içinde sosyo-ekonomik kuruluşların birbirini izleme sırasına uyan değişiklikler göstermişlerdir. Devlet tipi, toplumsal gelişmenin belirli bir basamağındaki mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin karakteri hakkında geniş bilgiler verir. Köleci devlet, feodal devlet, burjuva devleti gibi-devlet tipleri, monarşi, despotizm, oligarşi, korporatif demokrasi, burjuva parlamenter demokrasisi, faşist diktatörlük vb. devlet biçimleri içinde var olurlar. Devlet biçimi, diğer sınıflar ile egemen sınıf arasındaki güç dengesini egemen sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda tutmasına yardımcı olan politik erkin örgütlenme biçimidir. Devlet tipleri ile devlet biçimlerinin birbirlerinden ayırt edilmeleri son derece önemlidir. Günümüz burjuva ideolojisi, burjuva devletinin biçim ve yöntem değiştirmesini bahane ederek ve burjuva parlamentarizmini abartılmış şekilde vurgulayarak, devletin sınıf karakterini örtbas etme çabası içindedir. «Burjuva devlet biçimleri türlü türlüdür, ama hepsinin özleri bir ve aynıdır: Bu devlet biçimlerinin hepsi, şöyle ya da böyle, son tahlilde muhakkak bir burjuva diktatörlüğüdür. Sınıflı toplum devletinin belli başlı iki belirgin işlevi vardır: İç işlev ve dış işlev. Devletin iç işlevi, ekonomik egemenliği elinde bulunduran sınıfın mülkiyetini koruyup çoğaltmak ve sömürülen çoğunluğu baskı altında tutmaktır. Belirli bir anda iç’ te geçerli olan güç dengesi, söz konusu işlevin yerine getirilmesinde egemen sınıfların uygulayacağı biçim ve yöntemleri belirler ki, bu biçim ve yöntemler, dine dayalı mülkiyet savunuculuğundan tutun da, apaçık canice uygulamalara değin uzanır. Devletin dış işlevi, genel çizgileriyle, diğer devletlerin saldırılarına karşı koymak ve aynı zamanda yabancı toprakları ele geçirmektir. Burjuva felsefesinde ve hukuk biliminde, devlet, sınıflar arasında taraf tutmayan ve uzlaştırıcı bir işlevi olan bir kurum gibi gösterilir. Uzlaştırıcılık işlevi vurgulanırken, topluma karşı yürüttüğü görevlerde devletin nispeten bağımsız gösterilmesi, aldatıcı bir izlenim vermekten başka işe yaramaz. Devleti teorik yönden böylesine değerlendiren ve işlevlerinde bağımsız gösteren bir anlayış, «bir tanrı buyruğundan veya doğa yasalarına dayanan özel bir kurum gibi görülen özel mülkiyetten kaynaklanır. Emperyalizm çağındaki burjuva devleti, tekellerin egemenliği altına girer. Devletle bütünleşmiş tekelci kapitalizm, tekellerle devlet erkinin gitgide daha sıkı şekilde sarmaşmalarıyla belirlenir. Sosyalist devlet, proletarya diktatörlüğü, kendisine değin uzana gelen tüm diğer devlet biçimlerinden nitelikçe ayrılır, sömürülenleri baskı altında tutmak için egemen sınıfın başvurduğu özel zorbalığın yerini, halk çoğunluğunun, sömürücü sınıfı etkisiz hale getirmek için uyguladığı geçici baskı türü alır. Sosyalist devlet, burjuva devletinden en başta mahiyeti itibarıyla ayrılır. İşçi sınıfının burjuva devletini ele geçirmesi kolay değildir, tersine, bürokratik-askeri mekanizmayı 6 kırarak, Marksçı-Leninci partinin öncülüğünde emekçi köylülerle ve diğer emekçi katmanlarla bağlaşıklık içinde yepyeni bir zihniyetle yepyeni bir devlet kurması gerekir. Bu devlet, sınıf içeriği yönünden bir işçi-köylü iktidarıdır ve nesnel olarak işçi sınıfının ve halkın, tüm diğer emekçi sınıf ve katmanların öz çıkarlarını temsil eder. Sosyalist devlet, sosyalist toplumun kurulmasında, işçi sınıfının temel aracıdır. Demokratik merkeziyetçilik ilkesine dayanılarak örgütlenen devlet gücü, emekçi katmanları, toplumsal yaşamın her kesiminde girişilen sosyalizmin kurulması faaliyetinin karşılaşacağı sorunların çözümü yönünde harekete geçirir ve bu amaç doğrultusunda yönetir. Sosyalist toplumun sağlamlaşması ve halkın volitik ve manevi birliğinin gerçekleşmesi ölçüsünde, proletarya diktatörlüğü, iç işlevini yani baskıcı karakterini yitirir. Demek ki, sosyalist devlet, «artık gerçek anlamda bir devlet olmaktan çıkar. » (Engels) Sosyalist devletin dış işlevi, sosyalist toplumun kurulmasını ve sosyalist ülkelerin emperyalizme karşı güvenilir şekilde savunmasını içerir. Sosyalist devletin hem iç, hem de dış işlevi, sosyalist topluluğa dahil ülkelerin çok sıkı uluslararası işbirliği içinde gelişir ve aynı zamanda sosyalist devletin uluslararası karakterini belirler. Sosyalist devlet, demokrasinin daha yüksek bir tipidir çünkü sınırlı ve biçimsel burjuva demokrasisinden farklı olarak ilk kez emekçi kitlelere gerçek hak ve özgürlükleri tanır ve onları gittikçe artan ölçüde toplum ve devlet yönetimi içine çeker. «Proletarya demokrasisi. halkın ezici çoğunluğu için, yani sömürülenler ve emekçiler için, demokrasiyi, bugüne değin dünyada görülmedik ölçüde geliştirdi ve yaygınlaştırdı, bu nedenle proletarya demokrasisi. akla gelen tüm burjuva demokrasilerinden kat be kat daha demokratiktir. » (Lenin). Sosyalist toplumun tabi olduğu yasal düzenliliklere uygun davranıldığı ölçüde, sosyalist demokrasi ilerler ve gelişir. Sosyalist toplumun merkezi yönetimi ve yoğun şekilde planlanması ile devletin ve ekonominin yönetiminde emekçi kitlelerinin yaratıcı etkisi, demokratik merkeziyetçilik ilkesinde, yani sosyalist devletin en önemli yönetim ve örgütlenme ilkesinde ifadesini bulur. Sosyalist devlet daima var olmayacaktır. Toplumsal gelişme politik karakterini yitirdiği zaman, yani gelişmiş komünist toplumda ortada hiçbir sınıf kalmayınca, devlet de bir daha doğmamak üzere sönüp gidecektir. Ancak, sosyalist devletler karşısında hala bir emperyalist blok var oldukça, başka bir deyişle, uzlaşmaz toplumsal sistemler arasında politik ilişkiler henüz sürdükçe, devletin dış politika organları ve işlevleri, komünist toplumu korumak ve dünya barışını sağlamak için tümüyle yerini koruyacaktır. Yani devlet, ancak komünist toplumun utkuya ulaşmasından ve sosyalizmin dünya çapında yerleşmesinden sonra ortadan kalkabilecektir. Sosyalizmin bugün içinde bulunduğu gelişme aşamasında, sosyalist devletin sönmeye bırakılması yolunda çağdaş revizyonizm tarafından ileri sürülen istek, aslında sosyalist toplumun biçimlendirilmesinde ve komünist topluma geçişte belirleyici rol oynayan bir mekanizmanın dağıtılması anlamına gelir ki, bu da sosyalizmin çöküşü demektir. Demek ki, bu istekte gizlenen, düpedüz karşı-devrimci bir istektir. Devlet idaresi şekilleri Monarşi: Siyasi otoritenin bir tek kişi ve onun temsilcileri tarafından kullanıldığı rejim. Aristokrasi: İktidarın asiller veya zenginler gibi belli bir sınıfın eline geçmesi. Oligarşi: İktidarın az sayıdaki bir azınlık tarafın keyfi idare şekli. Demokrasi: Hakimiyetin halktan kaynaklandığı idare biçimi. Teokrasi: Semavi dinlerden birinin hükümlerine dayalı olarak idare edilen devlet şekli. 7 HUKUK DEVLETİ Hukuk devleti, tüm etkinliklerinde hukukun üstünlüğü ilkesine ve yargı denetimine bağlı kalan devlet. Devletin hukuk ve adalet ilkesine bağlılığı, Platon ve Aristoteles'ten bu yana hukuk felsefesinde önemli bir yer tutmuştur. Bu kavram ortaçağda devlet örgütünün işlemesine ilişkin önlemlerden çok, toplumsal sözleşme ilkesine dayandırılıyordu. Buna göre hükümdar söz verdiği yükümlülükleri yerine getirmezse, yönetilenler de ona itaat borcundan kurtulmuş sayılırdı. İngiltere'deki ilk anayasal belge olan Magna Carta'da (1215) yer alan direnme hakkı da kaynağını bu anlayıştan alıyordu. Yeniçağda hukuk devleti kavramı Locke ve Montesquieu'nün ortaya attığı kuvvetler ayrılığı ilkesiyle genişleyerek daha büyük bir önem kazandı. Ayrıca, doğal hukuk yanlılarının ortaya attığı ve daha sonra 1787 ABD Anayasası'na da yansıyan "doğal haklar" kuramı ye "insan hakları" anlayışı, hukuk devleti düşüncesine yeni boyutlar getirdi. Bu gelişimin yarattığı birikim 19. yüzyıldan başlayarak, özellikle Alman hukuk öğretisinin sağlam temellere dayandırılmasını sağladı. Devletin amacının yurttaşlarının özgürlüğünü, eşitliğini ve hukukun egemenliğini güvence altına almak olduğunu savunan Kantçı devlet felsefesine dayanan Alman öğretisi, "hukuk devleti" (Rechts-staai) deyimini "polis devleti" (Polizeistaat) kavramının karşıtı olarak kullandı. Yapıtlarında "hukuk devleti" deyimine ilk kez yer veren Rudolf von Mohl, bu deyimden anlaşılması gereken devlet tipini, etkinliklerinin sınırını kişilerin özgürlüğünde gören, yasaların genelliği ilkesine uyan ve kişilerin devlet gücü karşısında korunması için yargı organlar kuran devlet olarak tanımladı. Bu, hukuk devletini anayasal devletle eşdeğerde tutan bir görüştü. Hukuk devleti kavramına çeşitli anlamlar veren Stahl ve Bâhr gibi Alman hukukçulardan sonra günümüzde geçerli olan hukuk devleti görüşüne en yakın tanımı Rudolf von Gneist ortaya koydu. Buna göre hukuk devletinin güvence altına alınması için anayasada kamu hak ve özgürlüklerinin düzenlenmiş olması yeterli değildir. Bunların uygulamada değer kazanabilmesi için her şeyden önce devletin en etkin organı olan idarenin, özel bir yargı sistemince (idari yargı) sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekir. 20. yüzyılda özellikle Avusturyalı hukukçu Hans Kelsen hukuk devletinin maddi hukuk içeriğinden arınmış biçimsel bir kavram olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın en önemli özelliğini devletin bütün işlemlerinin (anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik, birer idari kararlar) belli bir hiyerarşi içerisinde bir temel norma dayanmasında bulmuştur. Kelsen'in bu biçimselci görüşü hukuk öğretisinde güçlü eleştirilerle karşılaşmıştır. Günümüzde gelişmiş hukuk sistemlerinde, özellikle kara Avrupa'sı hukukunda ortak bir hukuk kavramı ve kurumu olan hukuk devletinin şu öğelerden oluştuğu kabul edilmektedir: 1) Yasallık ilkesi günümüzde yasaların anayasaya uygunluğunu da kapsar ve idarenin yalnızca yasalara değil, genel hukuk kurallarına da bağlı olmasını öngörür. 2) Güçler ya da kuvvetler ayrılığı ilkesi, klasik öğretinin benimsediği tam bağımsızlık yerine denetim ve işbirliğini de kapsayan bir denge sistemini içerir. 3) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi hukuk devleti ile demokrasi kavramlan arasındaki bağı kuran bir ilkedir. Buna göre kişilerin temel hak ve özgürlükleri, pratikte uygulanabilen ve demokratik rejimin ruhuna uygun olan güvencelere bağlanmalıdır. 4) Hukuk güvenliği ilkesi devlet işlemlerinin önceden öngörülmüş esaslara uygun olarak yapılması, geriye yürüyen hükümler içermemesi ve önceden uygun bir biçimde duyurulması gibi ilkeleri içerir. 8 5) İdarenin yargısal denetime bağlı olması ilkesi uyarınca idarenin hiçbir işlem ve eyleminin yargı denetimi dışında bırakılmaması gerekir. Bu ilke en iyi biçim de idarenin adli yargıdan bağımsız bir idari yargı sisteminin denetimine bağlı tutulduğu idari rejimde gerçekleştirilir. Türkiye'de hukuk devleti kavramı ilk kez idare hukuku bilgini Sıddık Sami Onar Hukuk profesörü Sıddık Sami Onar 9 Ağustos 1972’de İstanbul’da öldü. Onar modern Türk idare hukukunun kurucusu, İstanbul Üniversitesi’nin seçimle gelen ilk rektörü ve üniversitede yönetim özerkliğinin ilk savunucularındandı. 1961 Anayasası hukuk devleti deyimini devletin nitelikleri arasına sokan ilk Türk anayasası oldu. 1982 Anayasası da 2. maddesinde hukuk devleti deyimine yer verir. Hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uygun davranan, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir: Hukuk devletinde, yasama organını (yani TBMM) da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde hukukun ve Anayasa'nın mutlak egemenliği vardır. Yasa koyucu her zaman hukukun ve Anayasa'nın üstün kuralları ile bağlıdır. Hukuk kurallarına bağlı olmayan ve yargı denetimine de tâbi olmayan devlet hiç bir zaman adil bir düzen kuramaz. Çünkü hukuk güvenliğini sağlayamaz. Yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağını bilen devlettir Bu nedenle devletin üç temel kurumu da yani YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI da hukuka uygun olmalıdır. Hukuk Devleti Nedir ve Türkiye’de Nasıl Güçlendirilir? Hukuk devletinin Türkiye’de nasıl güçlendirileceği konusuna geçmeden önce kısa da olsa kendisinden bahsetmek gerekiyor. İlk önce hukuk devletinin ne olduğundan, ardından hukuk devleti uygulamasının Türkiye’de nasıl güçlendirileceğinden bahsedilecektir. 1.Hukuk Devleti 1.1.Hukuk Devletinin Tanımı: Hukuk devletinin birden çok tanımı olmakla beraber en temel tanımı, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlayan, yönetimde keyfiliğin egemen olmamasını sağlayan ve kendisini hukukla sınırlayan devlet demektir. Bir hukuk devletinde hukuka uymak sadece vatandaşlar için değil, devlet için de zorunludur. Anayasa Mahkemesi de hukuk devletinin tanımını birden fazla şekilde yapmıştır. Bunlardan birisi de, “yönetilenlere en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvencenin sağlanması, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olmasıdır. 1.2.Hukuk Devletinin İlkeleri Nelerdir? Hukuk devletinin tanımında olduğu gibi ilkelerinde de bir kesinlik yoktur. Fakat yukarıda verilen hukuk devleti tanımı doğrultusunda bir hukuk devletinin benimsemesi gereken temel ilkeleri belirlemek 9 istersek; Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması, Hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı, Temel hakların güvence altına alınması, Devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı, Yeterli ve sağlıklı işleyen hak arama yolları, 2.Hukuk Devleti Türkiye’de Nasıl Güçlendirilir? Bu bölümde, yukarıda verilen hukuk devleti ilkeleri tek tek ele alınarak Türkiye ‟de hukuk devleti ilkesinin nasıl güçlendirilebileceği değerlendirilecektir. 2.1.Genel Olarak: En başta, bir devletin hukuk devleti olduğundan bahsedebilmek için, o devletin pratikte hukuk devleti ilkelerine ne kadar bağlı olduğuna bakmak gerekir. Yani, sadece devletin yasalarında, hukuk devletinden ve ilkelerinden bahsediliyor olması yeterli değildir. Bu sebeple, hukuk devleti ilkesini gerçekleştirmeye yönelik hareketler, içi boş, zeminsiz olmamalı; pratiğe yönelik, toplumu doğrudan ve olumlu bir biçimde etkileyecek hareketler olmalıdır. Türkiye’de hukuk devletini zedeleyen en önemli faktör, yürütme veya yasama kuvvetini kullananların, bu kuvvetleri keyfi veya siyasi, kişisel çıkar elde etme amaçlı kullanmalarıdır. Hukuk devletini sağlamada bir kontrol ve fren mekanizması olarak işleyen yargının, bağımsızlığı da ne yazık ki keyfi meseleler uğruna yok sayılmaktadır. Ülkemizde hukuk devletini güçlendirmenin en etkili yolu devlet içerisinde keyfiliğin en aza indirilmesidir. Şimdi hukuk devletinin nasıl güçlendirileceği konusunu madde madde ele alalım. 2.2.Devletin Faaliyetlerinde Hukuk Kuralları İle Bağlı Olması İlkesi: Bir önceki başlıkta da bahsettiğimiz gibi, hukuk devletinin en temel gereği devletin keyfi kararlarla değil, hukukla bağlı olması, faaliyetlerinde hukuk kurallarına tabii olmasıdır. Fakat bir devletin faaliyetlerinde hukuk kuralları ile bağlı olması tek başına yeterli değildir. Çünkü hukuk devleti ile kanun devleti farklı şeylerdir. Neredeyse her devlet zaten kendi içinde kanunlarla bağlıdır, kanunlar ile hareket eder. Önemli olan nokta, bu kanunların genele hitap eden, şahsi olmayan ve soyut olan kanunlar olmalarıdır. Diğer bir önemli nokta ise kanunların dilinin açık ve anlaşılır olması, farklı yorumlara sebep olmaması gerekmektedir. Aynı zamanda bu hukuk kuralları sık sık ve çok kolay bir biçimde değiştirilememelidir. Bu sayılanlar ile devlet kendi kendini sınırlamış olur. Bu sayede hukuki öngörülebilirlik gerçekleştirilebilecektir. Yani bireyler, bir durum karşısında nasıl bir hukuki muameleyle karşılaşacaklarını önceden bilebilecekler, buna göre hareket edebileceklerdir. Bu ilke ülkemizde çeşitli ihlallerle karşılaşmaktadır. Ülkemizde kanunlar sürekli değiştirilmekte, hatta kanun yapma işlemi bir deney alanına veya deneme tahtasına dönüştürülmüştür. Hukukçuların dahi sürekli değiştirilen kanunları takip etmekte zorlandığı bir durumda vatandaşın bu kanunlardan haberdar olması çok zordur. Kanunların dili meselesi ise, ülkemizde son yıllarda olumlu bir ilerleme göstermiştir. Kanunların dili açık olmalıdır bu sayede hukukun vatandaşla olan bağı kurulabilir, hukuki öngörülebilirlik gerçekleşebilir. 2.3.Devletin Tarafsızlığı ve Hukuk Önünde Eşitlik İlkesi: Devletin tarafsızlığı temel olarak, devletin herhangi bir ideolojik görüşü benimsememesidir. Bu, hukuk devletinin diğer bir önemli ilkesidir. Bu ilkeye uymayan, yani bir ideolojiyi resmileştiren, benimseyen devlet, hukuk devleti olmaktan çok uzaktır. Böyle bir devlet, içinde yaşayanları tek tip bir hayata zorlar. Kendi ideolojisini benimsemeyenleri yok sayabilir hatta kötü muameleye maruz bırakabilir. Hukuk, devlete, daha doğrusu devletin benimsediği ideolojiye hizmet etmeye başlar. En başından beri söylediğiniz, hukuk devleti önündeki en büyük engel olan keyfilik, her alanda tavan yapar. Hukuk önünde eşitlik de devletin tarafsızlığı ilkesi ile bağlantılıdır. Bir hukuk devletinden bahsedebilmek için o devletin vatandaşlarına eşit davranıyor olması gerekir. Zira bir hukuk devletinde, 10 kanunlar soyut, kişiye yönelik olmayan, genele hitap eden kanunlar olmalıdır. Böylece hukuk önünde eşitlik sağlanabilir. Ülkemizde, özellikle son zamanlarda, bu ilkenin ihlali korkunç boyutlara ulaşmıştır. Her ne kadar ülkemiz resmi olarak bir ideolojik görüşü benimsememiş olsa da yapılan uygulamalar tam tersini göstermektedir. Ülkemizde, vatandaşlara tek tip bir yaşam biçiminin dayatılıyor olması günden günde daha fazla hissedilmektedir. Örneğin, orantısız bir biçimde sıkılaşmaya başlayan alkol yasakları devletin belli bir kesim üzerinde baskı kurmasına ve bu da devletin tarafsızlığından yoğun bir şüphe duyulmasına neden olmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde bu ilkenin ihlali bu kadarla da kalmamaktadır. Son yıllarda devletin ideolojik tarafsızlığını zedeleyen birçok dava ve soruşturma başlamıştır. Bu davalar, hükümetin ideolojisini benimsemeyenleri sindirmek için sistemli bir şekilde yürütülmektedir. İşte bu olaylar tam da „devlet nasıl ideolojik olarak tarafsız olmaz?‟ sorusuna cevap vermektedirler. Türkiye’de hukuk devletinin gelişmesi isteniyorsa, bu uygulamalar son bulmalı ve devlet herkesin görüşüne saygı duymalı, devlet kendi ideolojisini ve tek tip bir yaşamı halkına dayatmayı bir yana bırakıp ülkesinin refahı için çalışmalı. Bu da halkın kendisini yönetecek kişileri seçerken çok dikkatli karar vermesini gerektirmektedir. Aynı zamanda, siyasiler de ülkeyi yönetirken ahlaklı hareket etmeli ve amaçları halkın refahını ve güvenliğini sağlamaktan başka hiçbir şey olmamalıdır. 2.4.Temel Hakların Güvence Altına Alınması: Bu ilke hukuk devletini oluşturmada temel bir rol oynamaktadır. Bu ilke ile, devlet kendi kendisini sınırlayarak, vatandaşlarına bir takım temel haklar vererek onlara dokunmamayı ve onları korumayı taahhüt etmektedir. Böylece, hukuk devletini temel bir ilkesi olan, devletin sınırlandırılması gerçekleşmektedir. Anayasamız da, herkes kişiliğine bağlı, dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilemez temel hak ve hürriyetlere sahiptir diyerek temel hakları güvence altına almaya çalışmıştır. Yine günümüze geldiğimizde görüyoruz ki anayasamızda bahsedilen temel hakların güvencesi tam olarak sağlanamamıştır. Temel özgürlüklerin belki de en önemlisi olan düşünce ve kanaat hürriyeti anayasamızda düzenlenmiş olmasına rağmen uygulamada bu özgürlüğün ne kadar gerçekleştirilebildiği tartışmalıdır. Gerçekleştirilmesi bir yana, devlet eliyle bilerek ve isteyerek ihlali söz konusudur. Bu durumun güncel bir örneğini adını sıkça duyduğumuz RTÜK cezalarında görmekteyiz. Aslında bağımsız idari bir kurum olan RTÜK'ün verdiği cezaların son derece taraflı, belli yayınlara ve görüşlere karşı olduklarını rahatlıkla anlayabiliriz. Türkiye’de hukuk devletini güçlendirmenin diğer bir gerekliliği temel hak ve özgürlüklerinin korunmalarının anayasa maddeleri ile sınırlı kalmaması daha somut güvenceler getirilmesidir. İnsanın devlet içinde var olmasını, bir birey olmasını sağlayan bu hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik sıkı tedbirler alınmalıdır. Örneğin, bireylerin bu özgürlüklerini zarara uğratanların, bu iş için uzmanlaşmış mahkemelerde yargılanması gerekmektedir. Ülkemizde bu yönde olumlu sayılabilecek bir kurum hazırlık aşamasındadır. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi ile temel hak ve özgürlükleri zarara uğrayanların hak arayabilecekleri bir yol oluşturulması planlanmaktadır. Bu gelişme yararlılık açısından tartışmaya açıktır fakat fikir olarak, temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından yararlı görünmektedir. 2.5.Devletin Yargısal Denetimi: Hâkim ve Yargı bağımsızlığı Hukuk devletinin tanımında yer alan diğer bir ifade de devletin hukuk kurallarıyla bağlı olmasıdır. Hukuk devleti denilince, akılda oluşan ilk imge muhtemelen bu olmaktadır. Kısaca, devletin yargısal denetimi demek, devletin her türlü faaliyetin bu hukuk kurallarına uyup uymadığının denetlenmesi demektir. Bu denetim ülkemizde yargı erkine bırakılmıştır. Yasama faaliyetinin denetimi Anayasa Mahkemesi tarafından, yasamanın faaliyetlerinin anayasaya uygunluğu açısından yapılır. Bununla beraber, idarenin faaliyetleri ise idari 11 yargı tarafından denetlenmektedir. Bu başlık altında esas olarak ele alınması gereken mesele hâkim ve yargı bağımsızlığıdır. Yargının bağımsız olması, bunun sonucu olarak da devletin yargısal denetiminin doğru ve işler bir şekilde gerçekleştirilebilmesi, hâkimlerin bağımsız olmasına bağlıdır. Çünkü devletin yargısal denetimini gerçekleştiren yargı erki sonuç olarak hâkimlerden oluşmaktadır. Yani, hukuk devletinin, devletin hukuk kurallarıyla bağlı olması ilkesi, devletin yargısal denetiminin doğru bir şekilde sağlanmasına, yargı bağımsızlığına ve dolayısıyla hâkimlerin bağımsızlığına bağlıdır. Tarih boyunca bütün siyasal iktidarlar yargı gücünü ya elde tutmuşlar ya da ele geçirmek istemişlerdir. Bunu engellemenin yolunun kuvvetler ayrılığının benimsenmesi olduğu anlaşılınca, kuvvetler ayrılığı ilkesi yaygınlaşmaya başlamıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ile özellikle yasamanın ve yürütmenin, yargı kuvvetine karışmasının önüne geçilmek istenmiştir. Söz konusu ilke doğru bir şekilde uygulandığında da bu istenen sonuç alınmıştır. Türkiye de kuvvetler ayrılığını benimsemiş bir ülkedir. Bu sebeple yargının, yasama ve yürütmenin etkisi altında kalamayacağı teknik olarak söylenebilir ise de uygulama da pek de geçerliliğinin olduğu söylenemez. Bu konudaki en temel sorun HSYK içerisinde adalet bakanı ve müsteşarının bulunmasıdır. Hakim ve savcıların atama, tayin, yükselme, disiplin ve görevden uzaklaştırma cezaları ile ilgi kararlarını veren bu kurulun başında adalet bakanının bulunması yargı bağımsızlığını önemli ölçüde etkilediği tartışılmaz bir gerçektir. Ayrıca kurulun meslekten çıkarma cezasına ilişkin kararlar dışındaki kararlar için yargı yolunun kapalı olması da yargı mensupları, dolayısı ile yargı erki üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Bunun yanında, hâkim ve savcıların da insan oldukları unutulmamalı ve gereken değer verilmelidir. Adliyelerin fiziki şartları ve iş yükü hâkimlerin savcıların işlerini gereğince yapabilmelerini zorlaştırmakta ve yargı kalitesini düşürmektedir. Özetle, Türkiye'de yargı bağımsızlığı yürütmenin yargı üzerindeki etkisinin sıfıra indirilmesi ve bununla ilgili kanuni düzenlemelerin sıkı bir şekilde yapılması, yargı görevini yerine getiren hakim ve savcılara gereken özenin ve desteğin gösterilmesi ve hepsinden önemlisi yargı bağımsızlığına saygı duyulması ile güçlendirilebilir. 2.6.Yeterli ve Sağlıklı İşleyen Hak Arama Yolları: Daha önce de söylendiği üzere, devlet kendisini sınırlamak adına vatandaşlarına bazı temel haklar vermiş ve bunları korumayı taahhüt etmiştir. İşte hak arama yolları bu aşamada devreye girmektedir. Devlet içindeki bireyin herhangi bir hakkı ihlal edildiğinde o birey devlet içindeki hak arama yollarına başvurarak hakkı üzerindeki ihlalin giderilmesini ister. Bir hukuk devletinde hak arama yollarının yeterli ve sağlıklı olarak işlemesi önemlidir. Çünkü hukuk devletinin bireylerine tanıdığı temel hak ve özgürlüklerin aktif bir biçimde korunması ancak yeterli ve sağlıklı olarak işleyen hak arama yollarıyla olur. Hukuk devletini bir geometrik daire olarak kabul edersek, bu ilke dairenin merkezi olur diyebiliriz. Böyle olmasının sebebi, yeterli ve sağlıklı işleyen hak arama yollarının, hem hukuk devletinin var olmasını sağlayan hem de diğer tüm ilkelerle ilişki içerisinde olan bir ilke olmasıdır. Hak arama yolları dendiğinde ilk akla gelen yol mahkemelerdir. Bireyler, hak ihlalleri karşısında dava açarak söz konusu ihlalleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Haliyle, yeterli ve sağlıklı işleyen hak arama konusunda hakim ve yargı bağımsızlığı ön plana çıkmaktadır. Çünkü hak arama yollarının büyük bir kısmı yargı organı içerisindedir. Ülkemizde de yargı kalitesinin yeterince yüksek olmaması sebebi ile bireyler hak arama yollarına başvurduklarında tatmin edici sonuç alamamaktadırlar. Bu nedenle bireyler, ülkemizde elde edemedikleri haklarını, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası yargı kurumları aracılığı ile elde etmeye çalışmaktadırlar. Hatta AİHM'nin, Türkiye'den, Rusya'dan sonra en çok başvuruyu alması, meselenin boyutlarını göstermektedir. Bu 12 durum sonucunda, Türkiye'de sağlıklı ve yeterli işleyen hak arama yollarının varlığından bahsetmek pek mümkün değildir. Önceden bahsedildiği üzere, Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının, ihlaller karşısında bir hak arama yolu olarak getirilmesi olumlu bir gelişme olarak görülmektedir, fakat bu kurumun ne kadar verimli ve yararlı olacağı tartışmaya açıktır. Ama yine de bu gelişmeyi olumlu yönde değerlendirebiliriz. Bu konuda diğer bir kurum ise ombudsmanlık kurumudur. Özellikle Avrupa ülkelerinde yaygın olan ombudsmanlık kurumu, hak ihlalleri karşısında çok etkin bir hak arama yolu olarak görülmektedir. Bireyler, herhangi bir hak ihlali ile karşılaştıklarında doğrudan ve basit bir şekilde ombudsmana başvurarak yaşadıkları ihlallerin ortadan kaldırılmasını isteyebilmektedirler. Ülkemizde dürüst, tarafsız ve etkin bir biçimde işleyen ombudsmanlık sistemi getirilirse çok etkili olarak işleyen bir hak arama yolu olacağı açıktır. 3.Sonuç: Sonuç olarak, Türkiye'de hukuk devletinin güçlendirilmesi bu ilkelerin samimi bir biçimde güçlendirilmesinden, bu da gerekli kanuni düzenlemelerin yapılmasından geçmektedir. Yazının başında da bahsedildiği gibi, hukuk devletini gerçekleştirmeye yönelik faaliyetler samimi ve gerçekçi olmalı, göstermelik olmamalı. Bu da hem siyaset adamlarının hem de sokaktaki vatandaşın hukuka ve başkalarının haklarına karşı saygılı olmasıyla olur. Hukuk devleti denen şey bir ütopya veya ulaşılması çok zor bir statü değildir, sadece gerçekleştirilmesi için istek, özen ve en önemlisi samimiyet gereklidir. GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE HUKUK Hukuk sistemlerinde en çok aranan özellik, yasaların açık şekilde anlaşılır olması ve kesinlik göstermesidir. Özellikle yazının icat edilmesinden sonra bütün yasalar yazılı hale getirilmiştir. Yasal kurallar sistemli şekilde toplanmış, açıklık ve kesinlik kazanmış ve kolayca başvurulacak hale getirilmiştir. Bilinen en eski yasa derlemelerinden biri, Babil kralı Hammurabi’nin koyduğu yasalardır. 300 kadar yasadan oluşan bu derleme, bugün de var olan alım satım, miras, iş sözleşmesi, evlenme, hırsızlık ve adam öldürme gibi sorunları ele almıştı. Değişik bir tür yasa da Musa’nın İsrail oğullarına Sina dağından getirdiği öne sürülen ve On Emir olarak bilinen yasalardır. Bunlar hemen hemen bütün dünyada hukukun biçimlenmesine kaynaklık eden ahlak ilkelerini içeriyordu. * Eski Yunanlılar yasalara insancıl nitelik vermeye çalışmışlardı. O dönemlerde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayan birtakım kurallar vardı. Zira mevcut yasaların tanrılar tarafından konulduğunu, bunların değişmez olduğunu sanıyorlardı. Ama Solon, yasaları değiştirme gücünü elde edince toplumu yeniden örgütlemeyi sağlayan kurallar koydu. Adaletsiz olan borçları kaldırdı. Halkın ekonomik durumunu düzelten birçok reformlar getirdi. Ancak o dönemlerin sosyal şartları içinde hak ve görevler ile toplum üyelerinin birbiriyle çatışan çıkarlarını dengelemesi oldukça zordu. Romalılar her işte olduğu gibi hukuk alanında da pratik uygulamaları tercih etmişlerdi. Romalı yasa koyucuların başlıca düşüncesi, ülke yönetiminin etkinliği ve düzeniydi. M.Ö. 450 yılında bir çeşit yasa derlemesi olan On iki Levha Yasası temeldir. Sonra geliştirilen ilavelerle M.S. altıncı yüzyılda son şeklini aldı. Böylece çağdaş hukukun da temelini oluşturdu. * A.B.D. Anayasası ‘Biz halk’diye başlar. Yeni kurulmuş olan ülkede yasal yetkinin krallardan veya başka yöneticilerden değil, kendi yurttaşlarından kaynaklandığını belirtir. 1804 yılında Fransız yasaları derlenmiş ve ilk büyük medeni yasa özelliğini kazanmıştır. Bu derleme Fransız ve Roma hukukuna dayanıyordu. Kuzeyin geleneksel hukuku ile güney geleneklerinin bir uzlaşmasıydı. Devrim öncesi yasaları ile devrim sonrasının yenilikleri iç içedir. Çeşitli ülkelerin hukuki sistemleri farklı etkilerin izlerini taşır. Medeni hukuk büyük ölçüde Roma’dan kaynaklanır. Genel hukukta yargıçlar, yasa karşısında her 13 insanın eşit olması ilkesini gözetirler. Benzer davalarda daha önce alınmış olan kararlar da göz önünde tutulur. * Çağdaş dünyada pek çok hukuk sistemi bulunmakla beraber çoğu ilke ve yöntemlerin kaynağı aynıdır. Bu nedenle belirli gruplarda toplanabilirler. En büyük iki grup vardır. Birincisi, büyük bölümü medeni hukuktan oluşan sistemlerdir. Diğeri ise genel hükümleri kapsar. Medeni hukuk sistemleri Roma hukukunun deney ve düşüncelerini temel alır. Genel hükümlere dayalı sistemler ise İngiliz hukukundan kaynaklanır. * Hepimiz yasalara uyulması gerektiğini biliriz. Aksi halde yaptırımların hiç te hoş olmayan yanları ile karşı karşıya kalırız. Para cezası, hapis ya da diğer kısıtlamalar hiçbirimizin arzu etmediği örneklerdir. Ancak hemen hemen hepimiz günlük yaşantımızı sürdürürken bu cezaların varlığını pek düşünmeyiz. Zira yasaların, istediğimiz yaşam biçimini koruduğunu peşinen kabul etmişizdir. Yasalara uymamızın başlıca nedenlerinden biri, yaptırımlardan kaçınma isteğidir. Bir başka neden de yasalara uymanın bir gelenek olmasıdır. * Yasal yetkinin kaynağı nedir? Jean-Jacques Rousseau, yasaların uygulanabilecek değerde olmaları için yurttaşlar tarafından özgürce kabul edilebilecek bir toplum sözleşmesi statüsüne sahip olması gerektiğine inanıyordu. John Austin ise yasaların yönetenden yönetilene verilen bir dizi buyruktan başka bir şey olmadığını savunmuştu. Friedrich von Savigny yasayı, bir ulusun ruhundan, çevreden ve tarihinden doğal olarak çıkan bir şey olarak tanımlamıştı. Gerçekten de her ülkenin yasal sistemi kendine özgü nitelikler gösterir. * Her ne kadar yasalar ülkeden ülkeye değişseler bile bazı temel kavramlar bütün hukuk sistemlerinde aynıdır. Bunların en önemlisi adalet kavramıdır. Bu kavram bireyin ihtiyaçları ile toplumun ihtiyaçları arasındaki sınırdır. Böyle bir sınırı bireyin çıkarları ile diğer bireylerin çıkarları arasında da düşünebiliriz. Daha bir genelleme yaparsak, adaletin, kamu hukuku ile özel hukuk arasındaki sınır olduğunu söyleyebiliriz. * Ancak adaletin sağlanmasında birçok problem ortaya çıkmıştır. Hem şu kişiye hem de bu kişiye uygulanan bir yasanın baskıcı özellik taşıdığı öne sürülür. Herhangi bir kişi için adaletli olan bir yasa, başka biri için adaletsiz olabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki yasa koyucular toplumun her üyesi için ayrı ayrı yasa yapamazlar. Yasalar toplumun bütünü için yapılır. Birçok hukuk sisteminde bu tür adaletsizlikleri giderecek çareler ortaya konulmuştur. Bazı toplumlarda yargıçlara yasaları her türlü özel durumu göz önünde tutarak uygulamaları için yetki verilmiştir. Günlük yaşantımızda bazı hallerde kuralların çiğnenmesi yasalarda yer alır. Örneğin itfaiye araçları ile ambülanslar ivedi durumlarda trafik kurallarına uymazlar. 14