emosyonel sistem ve stres - İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi

advertisement
Doç. Dr. Mert Savrun
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı
EMOSYONEL SİSTEM VE STRES
İnsanın tabiatını anlama ve ruhsal acılarına çare bulma çabası, insanlık tarihi
kadar eskidir. Her çağda ve kültürde farklı teoriler ve uygulamalar ortaya konmuş,
acılar bir nebze de olsun dindirilmeye çalışılmıştır. Ancak bütün kültürler,
insanı ait olduğu çevresel, dini ve ideolojik yapılar çerçevesinde tanımlamış, bireyden
ziyade toplumun bir elemanı olarak görmüşlerdir. Aydınlanma çağı ile birlikte insan
bilimin hem nesnesi hem subjesi haline gelmiştir. Önce anatomide sonra fizyolojide
ve daha sonra diğer disiplinlerdeki ilerlemeler ile insan vücudu sır olmaktan çıkmış,
sonuçta organizmayı etkileyen hastalıkların anlaşılması kolaylaşmış ve tedaviler
bugüne kadar rastlanmadık ölçüde etkili olmaya başlamıştır. Bilimin insan
organizması üzerindeki bu başarısı, duyguların, düşüncelerin ve davranışın
açıklanmasına gelince biraz yavaşlamıştır. Bu yavaşlığın en önemli sebeplerinden
biri, düşünce, duygu ve davranışın köken aldığı kaynakların ne olduğu konusundaki
yaşanan tartışmalardır. Psikodinamik ve biyolojik ekoller ayrı kollardan bilimsel
çabalarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu yarışa Freud gibi bir deha ile önde
başlayan psikodinamik okul bir süre sonra yorulmaya başlamış, 20. yüzyılın
ortalarında özellikle teknolojideki gelişmelere parelel olarak biyolojik okul tam
anlamıyla hakimiyetini ilan etmişti. Fakat bu yarışta insanı anlama çabası her iki
okulun büyük uğraşısına rağmen bugüne kadar istenilen seviyeye ulaşamadı.
Psikodinamik okul insan beyninin işleyişini hiç hesaba katmadan (Freud hariç)
bilinçdışı çatışmalara odaklanıp içgörü geliştirmeye çalıştı. Bu süreç içinde de
emosyonları bir yan ürün olarak görüp, sadece bilinçli ve bilinçdışı düşünsel
süreçlerle uğraştı.
Biyolojik okul teknolojinin de büyük yardımıyla beyini bir sır olmaktan çıkardı.
Bilgisayar metaforu sayesinde bilgi işleme süreçleri bütün açıklığıyla ortaya koydu.
Ancak beyinin çalışma prensipleri, yüksek kortikal fonksiyonlar gayet güzel
açıklanmasına rağmen, bütün bunların toplamı, insanı ve beyninin çalışmasını tam
olarak izah etmekten uzaktı. Çünkü ortaya çıkartılan süreçlerin bir küçük eksiği vardı.
Bütün bunlar duygudan yoksundu. 20. yüzyılın ortalarında emosyonların limbik
sistemden kaynaklandığı keşfedildikten sonra bu konu bir kenara kondu. Çünkü
duygular, bilişsel süreçlerin bir ürünüydü ve duygular da bir sorun varsa bilişsel
süreçler arızalıydı. Bilişsesel süreçler objektif olarak test edilebiliyordu. Oysaki
emosyonlar tamamen subjektifti ve pozitif bilimin konusu olamazdı. Bilişsel süreçler
düzeltilirse duygusal dünyamız da otomatik olarak düzelecekti. Ama bütün gelişmeler
rağmen öyle olmuyordu.
Bu tablo 1980’ lerin başında değişmeye başladı. Kelimenin tam anlamıyla bir
avuç bilim adamı araştırma konusu olarak emosyonları seçti. Kültürel, psikolojik ve
fizyolojik alanlarda emosyonlara ait bilgiler çığ gibi büyümeye başladı. Bu konu ile
ilgili piyasaya çıkartılan 3 kitap (Descartes’ Error- Damasio, Emotional IntelligenceGoleman, The Emotional Brain-LeDoux) bu alana ilgiyi iyice arttırdı. Artık bu konu
sadece birkaç bilim adamının ilgi alanı olmaktan çıkıp psikiyatri, psikoloji hatta
ekonomi biliminin çalışma sahasına girdi. Psikiyatri için önemi daha da büyüktü.
Çünkü iki kutbu temsil ettiği düşünülen psikodinamik ve biyolojik okulun, aslında
pekçok konuda benzer şeyleri söylediği, ancak farklı kavramlarla ifade ettikleri için
uzlaşmaya varamadıkları ortaya çıktı.Emosyon çalışmalarından elde edilen veriler bu
iki temel psikiyatrik okul arasında şahane bir köprü haline geldi. Çünkü emosyon
kavramını sadece ayrı ayrı kültürel, psikolojik veya biyolojik alanlara indirgemek
imkansızdı. Ancak bir bütün içersinde ele alındığında bir anlam ifade ediyordu.
Yıllardır söylenen ama genelde içi boş bir kavram haline getirilen biyopsikososyal
modelin içi ilk defa dolmaya başlamıştı. Kişisel kanaatim psikiyatri ve psikolojinin en
önemli eksiği olan temel bilimler ihtiyacının, emosyon bilimi (Emotional Neuroscience
veya Affective Neuroscience) ile karşılanacağı yönündedir.
TARİHSEL GELİŞİM
Emosyonlar hakkındaki ilk ciddi bilimsel araştırma, ünlü Amerikalı psikolog ve
filozof Williams James’i 1884 yılında yayınladığı ‘ Emosyon Nedir? ‘ başlıklı
makalesidir. James, bugün tekrar kısmen gündeme gelen emosyonların periferik
fizyolojik belirtilerine vurgu yapmıştır. Daha ruh kavramının tartışıldığı yıllarda bedeni
psikolojinin içine yerlemiştir. James’e göre ‘’ İnsan korktuğu için titremez, titrediği için
korkar. James’in düşündüğü emosyon ile ilgili devreler şekil 1’ de gösterilmiştir.
Hissetmek
Williams
James
4
Serebral korteks
Duyusal
Motor
2
1
3
Emosyonel uyaran
Fizyolojik
belirtiler
Şekil 1: Williams James’e göre emosyonun yolları (LeDoux 1998)
Bu konu üzerinde önemle duran diğer bir araştırmacı Walter Cannon’ dur
Cannon emosyonlarda talamusun rolü üzerinde durmuştur. Cannon’ a göre talamus
emosyonların integre edilidiği bir merkezdi.
Emosyon (korku)
Uyaran (tehlike)
Talamus
Cevap (kaçma)
Aynı konuda fizyolog Philip Bard, Cannon’un görüşlerini destekleyen bir dizi
çalışma yapmıştır. Çalışmalarında hipotalamusun emosyonların ortaya çıkışında
merkezi bir role sahip olduğunu iddia etmiştir. Bu çalışmaların sonucu Cannon-Bard
teorisi adı ile bilim çevrelerinde kabul görmüştür.
Bard’ a göre bütünlüğünü kaybetmeyen emosyonel cevap, ancak hipotalamusun
sağlam kalması ile mümkündü. Hipotalamusun üzerinde kalan beyin dokusu
tamamen çıkartılsa bile, saldırganlık davranışını elde etmek yine de mümkündü.
Hipotalamusun tahribi ile saldırganlık davranışında azalma meydana gelmekteydi.
Kalan belirtiler ise saldırgan davranışın sadece otonom belirtileriydi. Saldırganlık
davranışının subjektif yanı eksik olduğu için, Bard ortaya çıkan bu cevaba Yalancı
Kuduz (Sham Rage) adını verdi. Yalancı kuduzda öfke reaksiyonu belli bir amaca
yönelmemektedir. Hayvan sadece öfkelidir, ama öfkesinin bir hedefi ve amacı yoktur.
Cannon ve Bard, dış uyaranların talamus tarafından işlenerek korteks ve
hipotalamusa gönderildiğine inanmaktaydı. Hipotalamus da talamustan aldığı
uyaranları hem vücudun diğer kısımlarına, hem de kortekse göndermekteydi.
Kortekse ulaşan mesajlar orada yorumlanmakta, uyaranın ne olduğu ve emosyonel
önemi hakkında karara varılmakta, sonuçta bilinç alanında emosyonların hissedildiği
düşünülmüştü. Bu teoride, emosyonel cevapların ve hislerin parelel seyrettiği ileri
sürülmüştür. Cannon-Bard teorisi şekil 2’ de gösterilmiştir.
Hissetmek
Cannon-Bard
teorisi
4
Serebral korteks
2a
3b
2b
Talamus
1
Emosyonel uyaran
Hipotalamus
3a
Fizyolojik
belirtiler
Şekil 2: Cannon-Bard’ın emosyonel beyin teorisi (LeDoux 1998)
Emosyon konusundaki en parlak görüşlerden biri anatomist James Papez’ e aittir.
Papez 1937 yılında emosyonların nöral substratı konusunda bugün bile önemini
koruyan teorisini ortaya atmıştır. Papez birçok subkortikal yapının lezyonlarında
emosyonel davranış bozukluklarının ortaya çıktığını fark etmiştir. Papez, CannonBard gibi, emosyonel uyaranların önce talamusa ulaştığını, oradan hipotalamus ve
kortekse projekte edildiğini ileri sürmüştür. Hipotalamustan çıkan uyaranlar vücutta
davranışa ait fizyolojik belirtileri meydana getirmekte, kortekse ulaşan uyaranlar ise
emosyonların hissedilmesine yol açmaktadır. Papez hipotalamustan anterior
talamusa ve singulat kortekse giden bir seri bağlantıyı göstermiş, emosyonel
cevapların, singulat korteksin duyusal korteks ve hipotalamustan gelen impulsları
birleştirdiğinde ortaya çıktığını düşünmüştür. Ayrıca singulat korteksten çıkan
impulsların, hipokampus üzerinden hipotalamusa geri dönmesiyle serebral korteksin
emosyonları kontrol edebildiğini ileri sürmüştür. Korteks ile subkortikal yapıları
bağlayan bu hayali devreye Papez halkası denmştir. Papez halkası, limbik sistemin
ilk nüvelerini olşturmuştur. Papez halkası şekil 3’te gösterilmiştir.
Papez halkası
Hissetmek
Duyusal
korteks
c
Singulat
korteks
Hipokampus
b
Ant.Tal
d
Talamus
a
Hipotalamus
Emosyonel uyaran
Fizyolojik
belirtiler
Şekil 3: Papez halkası (LeDoux 1998)
LİMBİK SİSTEM KAVRAMI
Limbik kelime olarak latince sınır anlamına gelmektedir. Alanında bir deha olan
Fransız nörolog Paul Broca Serebrum’un iç yüzeyinde, beyninin dışını örten
korteksten faha farklı bir grup kortikal yapının varlığına dikkat çekmiştir. Broca
keşfettiği bu yapılara beyini sapının etrafını sardığı için, latince halka veya sınır
anlamına gelen Limbik Lob adını vermiştir.Bu tanımlamaya göre limbik lob, esas
olarak korpus kallosum’un etrafını saran singulat girus ve hipokampsu da kapsayan
temporal lob’un iç yüzeyinden oluşmaktaydı. Ancak Broca bu yapıların emosyonlarla
ilişkili önemine ait bir vurgu yapmamıştı. Papez halkasındaki yapılar ile, Broca’ nın
tarif ettiği yapıların benzerliği üzerine, beyinin emosyonlarla ilgili bu bölgesine limbik
sistem denilmeye başlandı. Ancak limbik sistem kavramını populer hale getiren
Amerikalı fizyolog Paul MacLean olmuştur. McLean limbik sistemin gelişiminin,
canlıların beyin sapı tararfından dikte edilen streotipik davranışlarından
kurtulmalarına, emosyonlarını yaşantılmaya ve ifade etmeye yaradığını iddia etmiştir.
EMOSYON (DUYGU) NEDİR?
Emosyon alanındaki çalışmalar hızla artsa bile, emosyonun tanımı konusunda
hala tam bir görüş birliği yoktur. Psikiyatri kitaplarında emosyon ana başlığında,
duyguların özellikle yüzde objektif olarak görüldüğü affekt ve daha uzun süreli ve
görece stabil ruh halini anlatan duygudurum (mood) alt başlıkları şeklinde ifade
edildiği görülmektedir. Ancak sinirbilim literatürü emosyon denilince bu ikisinin
dışındaki bir kavramı ele almaktadır. Emosyonlar ile ilgili çalışmalardaki en büyük
sorun, duygusal uyaranın vücutta oluşturduğu iç ortam değişikliği ile daha üst
seviyedeki beyin yapılarının devreye girdiği hissetme sürecinin karıştırılmasıdır. Biz
emosyon terimi ile birinciyi kastediyoruz.
Emosyon kelimesinin ingilizce etimolojisi vücuttan dışa doğru bir hareketi ifade
eder. E-motion ingilizce kelime anlamı olarak dışa doğru hareket manasına gelir. Dış
dünyadan gelen uyaranlara veya vücudumuzdaki dürtülere doğuştan gelen, türe
özgü belirli reaksiyonlar veririz. Önceden düzenlenmişlerdir. Emosyonlar genel olarak
hayatta kalmak üzere programlanmış davranış kalıplarıdır. Sahnesi vücuttur.
Emosyon dediğimizde anlaşılacak olan, uyarana veya, düşünceye karşılık olarak
gelen iç ortamın değişmesi ve bir davranışsal cevabın oluşmasıdır. Böylece,
ormanda gezerken kıpırdayan bir uzun varlığın kompleks bir değerlendirilmesine
gidilmeden, öncellikle yılan olarak değerlendirilip ona uygun cevabın verilmesidir.
Emosyon sadece iç ortamdaki değişikliklerden ibaret olmamalıdır. Emosyonun
hissedilmesi de gerekir. Yani emosyonel uyaran ile, emosyonel vücut hali arasındaki
bağın farkına varılması hisleri oluşturur.
Emosyonlar uyarana tek bir cevaptan ziyade, bir çok cevabın toplamını ifade
ederler. Her emosyon değişken ve kompleks yapıdadır. Emosyonu ortaya çıkartan
uyaran, ya organizmanın çevreyle etkileşimi sonucu dışardan bir obje ya da durumun
reprezantasyonu veya bir anının hatırlanması veya iç ortam değişikliğini yansıtan bir
durum olabilir.
Bazı emosyonlar birdenbire ortaya çıkar. Ani başlarlar, hızla yoğunlaşıp yine aynı
hızla sönerler. Öfke, korku, şaşkınlık ve tiksinti bu tarz emosyonlardır. Bazı
emosyonlar ise yavaş başlar, uzun sürer ve yine yavaş sonlanır. Arkaplan
emosyonları buna örnektir.
Acı ve haz emosyon değil, bazı emosyonları tetikleyen durumlardır.
Son yıllarda emosyonları primer, sekonder ve arkaplan (background) emosyonları
olarak ayırmak kabul görmeye başlamıştır. Primer emosyonlar, başta amigdala ve
anteriör singulatın bulunduğu limbik devrelerden kaynaklanır.Doğuştan varolan,
önceden düzenlenmiş cevaplardır. Primer emosyonel cevabın amacı bedeni, kaç ya
da savaş durumuna hazırlamaktır.Primer emosyonların uyarılması için, uyaranın
niteliğinden ziyade, belli özelliklere sahip olması önemlidir. Örneğin: Boy (büyük
hayvanlarda olduğu gibi), genişlik (uçan kartallarda olduğu gibi), hareket tipi
(sürüngenlerde olduğu gibi), vücut halinin bazı konfigürasyonları ( kalp krizi sırasında
hissedilen ağrı gibi). Primer emosyonların mekanizması basitçe şekil 5’ te
gösterilmiştir.
Primer emosyonlar bütün duygusal davranış yelpazesini tanımlaya yetmez. Bunlar
temel mekanizmalardır. Nesne ve durum kategorileri ile primer emosyonlar
arasındaki bağlantılar kurulmaya başlandığı andan itibaren sekonder emosyonlar
ortaya çıkmaya başlar. Limbik sistem yapıları, artık sekonder emosyonları
desteklemek için yeterli değildir. Ağ genişlemelei, prefrontal ve somatik-duyusal
korteksler de devreye girmelidir.
İT
Uyaran
H
Kan dolaşımına
karışan
endokrin vd
kimyasal
tepkiler
Nörotransmitter
Otonom sinyaller çekirdeklerine
giden sinyaller
A
Yüz ve el-ayak
kaslarına giden
sinyaller
Damasio
Şekil 4: Primer emosyonlar (Damasio 1994). Kalın çizgiler kabaca beyin ve
beyin sapını temsil etmektedir. Basitçe primer emosyonlar çevreden veya
organizmanın içinden gelen uyaran, önce (A)amigdalayı harekete
geçirir. Ardından amigdala, (H)hipotalamus ve diğer bölgelere outputlar
göndererek bedende (İT) iç tepkiler için fizyolojik bir cevabın oluşumunu sağlar
Paul Ekman isimli araştırmacı 40 yıldan fazla bir süredir bütün kültürlerde
emosyonların yüz ifadelerini çalışmıştır. Çalışmalarının sonucunda bazı temel
emosyonun bütün kültürlerde evrensel olarak bulunduğunu ortaya koymuştur.
Bunlar:
1. Mutluluk
2. Üzüntü
3. Öfke
4. Korku
5. Tiksinme
6. Şaşkınlık
Sekonder emosyonlar, primer olanlardan farklı olarak, bilinçli ve sistemli fikirlerle
başlar. Bu fikirler, düşünce sürecinde zihinsel imgeler olarak ifade bulur ve ilişkinin
bilişsel değerlendirilmesi yapılır. İmgelerin bir kısmı verbal, bir kısmı nonverbaldir.
Bilinçdışı düzeyde, prefrontal kortekste bulunan devreler, imgelerin işlenmesi sonucu
ortaya çıkan sinyallere istem dışı cevap verirler. Bu prefrontal karşılık, daha önceki
deneyimlere ait bilgiyi içeren yönlendirici temsillerden kaynaklanır. Bunlar doğuştan
değil, sonradan edinilmiş yönlendirici temsillerdir. Yaşamda daha önce edinilmiş,
yalnız o kişiye özel deneyimleri kapsar. Prefrontal yönlendirici temsillerin verdiği
cevap, amigdala ve ön singulata sinyaller halinde ulaştırılır. Sonuçta o emosyonu
oluşturan uyarana karşılık gelen bir vücut hali ortaya çıkar. Görüldüğü gibi, daha
kompleks olan sekonder emosyonlar, primer emosyonların mekanizmalarını kullanır.
Sekonder emosyonlar birden fazla primer emosyonun bir araya gelmesi ile ortaya
çıkar. Bunlar örneğin; utanç, kıskançlık, suçluluk gibi sosyal emosyonlardır.
Limbik sistemdeki bir hasar primer emosyonların işlenmesine zarar verirken,
prefrontal bölge lezyonları sekonder emosyonların işlenmesine hasar vermektedir.
Sekonder emosyonların mekanizması şekil 6’ da gösterilmiştir.
Uyaran
İT VM
H
A
Yüz ve el-ayak
kaslarına giden
sinyaller
Kan dolaşımına
karışan
endokrin vd
kimyasal
tepkiler
Otonom sinyaller
Nörotransmitter
çekirdeklerine
giden sinyaller
Damasio
Şekil 5: Sekonder emosyonlar (Damasio 1994). Uyaran hala amigdala tarafından
işlenmekle beraber, devreye akıl yürütme de girer (VM) ventromedial
korteksi de devreye sokar. VM, (A)amigdala aracılığıyla etki yapar.
Sekonder emosyonlar, primer emosyonların mekanizmasını kullanır.
Doğa yeni mekanizmalar ve sonuçlar yaratmak için eski yapılardan yararlanır.
Bu iki emosyonun dışında çok daha farklı olarak ortaya çıkan arkaplan
emosyonlarından da bahsetmek mümkündür. Bu genellikle nasılsın sorusuna verilen
iyiyim veya kötüyüm şeklindeki genel bir duygusal durumu ifade eder.
YENİ BİR ÇAĞ VE YENİ BİR ANLAYIŞ: DUYGUSAL BEYİN
Yeni bir anlayışın ilk tohumları aslında talihsiz bir kaza ile atılmıştı. ABD’ de 1848
yılında Vermon’ta, demiryolu işinde çalışan Phineas Gage ismindeki ekip başı
herzamanki görevini yapıyordu. Önce patlatılmak istenen kayaları deliyor, elindeki
demir çubukla dinamitleri içeri itiyor, daha sonra dinamitleri patlatıyordu. O gün yine
aynı işi yaparken, henüz daha dinamitleri kayanın içine iterken, dinamitler bir kaza
sonucu ani olarak patladı. Elindeki demir çubuk kafatasının sol tarafını delip geçti. Bu
sırada frontal bölgesi ciddi şekilde hasar görmüştü. Ancak Gage şanslı bir şekilde,
sekel kalmadan düzeldi. Sadece sol gözü kör olmuştu ki böyle büyük bir kazada bu
bile çok büyük şanstı.Dokunuyor, duyuyor, görüyor, ellerini eskisi gibi ustalıkla
kullanıyor, yürüyordu. Konuşma ve dil becerilerinde fark edilir bir aksama yoktu.Fakat
zaman geçtikçe çevresindeki insanlar Phineas Gage’in belirgin bir şekilde kişilik
değiştirdiğini farkettiler. Kazadan önce düzgün, ılımlı, enerjik çalışkan ve becerikli biri
olan kazadan sonra başka bir insan olup çıkmıştı. Kaba, ahlaki değer yargılarından
yoksun, küfürbaz, istekleri engellendiği zaman tahammülü olmayan, gelecek il ilgili
tutarlı bir planı olmayan, hiçbir nasihati dinlemeyen bir adam haline gelmişti. İşindeki
eski verimliliğinden eser kalmayınca işinden kovulmuştu. Hayatı gittikçe bozulmuş ve
sonunda muhtemelen status epileptikus nedeniyle ölmüştü.
Başlangıçta bu vaka hakettiği önemi almamıştı. Dikkat, algılama, bellek, dil ve
zeka gibi yetileri bozulmadığı halde karakterde ve sosyal hayatta ortaya çıkan
dejenerasyon o sıralar kimsenin dikkatini çekmemişti. Halbuki genel kabul gören
görüş, akıl yürütme ile ilişkili yetilerin bozulmadığı durumlarda, sosyal hayat ve akıl
yürütmenin bozulmaması gerektiği yönünde olmalıydı. Bu çelişki ancak çok sonraları
bilim adamlarının dikkatini çekmeye başlayacaktı. Yıllar sonra Gage vakasını yeniden
araştıran bilim adamları, demir çubuğun motor ve dil işlevleri için gerekli bölgelere
zara vermediğini, özellikle solda belirgin olmak üzere, her iki ventromedyal prefrontal
korteksi etkilediği ortaya konmuştu.
Daha sonra literatüre giren birkaç frontal hasarlı hastada da Gage’ e benzer
değişikliklerin görülmesi, özellikle prefrontal korteksin geleceği planlama, öğrenmiş
olduğu sosyal kurallara göre davranma ve sonuçta kendi yaşamını sürdürmesine
yararı olacak kararlar alıp uygulama yetileri ilişkili olduğu sonucuna varılmasına yol
açtı.
Prefrontal korteksi kabaca Rolando yarığının anteriör kutbunda bulunan korteks
bölgesi olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım sitoarkitektonik çalışmalarla da
kanıtlanmıştır. Ancak daha geçerli ve kesin bir tanım yapmak gerekirse, “ prefrontal
korteks talamusun mediodorsal çekirdeğinden projeksiyon alan kortikal bölgedir”
denilebilir.
Son yıllarda artan sayıda çalışma, prefrontal bölgenin değişik sektörlerinin
emosyonlarla ilişkili olduğu ortaya konmuştur. Prefrontal bölge hem fonksiyon hem
hücre yapısı itibari ile heterojen bir yapıya sahiptir. Primatlarda prefrontal korteksin 3
ayrı sektörden oluşuğu düşünülmektedir. Bunlar; dorsalteral, ventromedial ve
orbitofrontal bölgelerdir.
Resim 1:Prefrontal bölgeler (Davidson 1999)
Prefrontal korteks, diğer korteks alanları gibi 6 tabakadan oluşmuştur. Diğer
bölgelerde olduğu gibi orta tabakalar genellikle diğer bölgelerden gelen inputları
alırken, derin tabakalar outputları gönderir. Prefrontal korteksin asıl işlevi karar
vermedir. Ayrıca işleyen bellek (working memory) ile ilgilidir. Prefrontal korteksteki
transmisyona glutamat aracılık eder. Aynı zamanda prefrontal bölgede inhibitör
devreler de vardır. İnhibitör bağlantıların çoğu, derin tabakalardaki output
hücrelerinde bulunur. Ancak eksitatör ve inhibitör devreler arasında
nöromodülasyonu sağlayan en önemli nörotransmitter dopamindir. Deney
hayvanlarında başka maddeler vasıtasıyla dopaminin etkisinin ortadan kaldırılması,
bazı testlerde sanki prefrontal korteks tümden kaldırılmış gibi bir sonuca yol açar.
Genç maymunlarda prefrontal bölgeye dopamin enjekte edilmesi işleyen belleğin
kapasitesini arttırmıştır.
Yapılan çalışmalar prefrontal bölgenin pozitif ve negatif emosyonlarla yakın
ilişkide olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle depresyonda sol prefrontal bölgenin
aktivitesindeki azalma göze çarpmaktadır. Özellikle ventromedial prefontal lezyonlu
hastalarda planlama ve amaca yönelik davranışın bozulduğu görülmektedir. Bazı
depresyon vakalarında da amaca yönelik eylem ve planlamanın bozulması, yine bu
vakalarda fonksiyonel görüntüleme teknikleri ile yapılan inncelemelerde benzer
bölgelerin hipoaktivasyonuna rastlanması, bu bölgenin depresyonda önemli bir rol
oynayabileceğini akla getirmektedir. Yine sol prefrontal bölgelerinde lezyon bulunan
hastalarda, sağda aynı bölgede lezyonu olan hastalara göre depresyonun daha sık
bulunması bu bulguları destekler görünmektedir.
Elektrofizyolojik çalışmalar da bu bulguları destekler görünmektedir. Pozitif
emosyonları uyandıran görüntüleri seyreden deneklerde sağ prefrontal ve anteriör
temporal aktivasyon artarken, pozitif emosyonları uyaran filmler tam ters bir
aktivasyona sebep olmaktaydı.
Emosyonlarıla ilgili olarak son 15 yıl içinde çığır açan bir keşif olmuştur. Daha
önceki bütün görüşlerde emosyonel uyarının önce talamus yoluyla kortekse ulaştığı,
burada işlenerek beynin ve ve vücudun diğer bölgelerine gönderildiği genel kabul
görmekteydi. Ancak Joseph LeDoux isimli araştırmacı o güne kadar bilinmeyen
yepyeni bir yol keşfetti. Talamusa gelen bir emosyonel uyaran, daha kortekse
ulaşmadan önce Talamo-Amigdaloid yol ile amigdala’ya ulaşmakta, amigdalanın
uyarılması ile de, uyaranın cinsine bağlı olarak türe özgü, doğuştan gelen önceden
programlanmış set davranış kalıpları, uyaran daha bilince ulaşmadan önce vücutta
belli bir içortam değişikliğine neden olmaktaydı. LeDoux’ un bulduğu bu yol, özellikle
emosyonların biyolojisi ile ilgili birçok görüşün yeni baştan düzenlenmesine yol
açmıştır. Bu yol şematik olarak şekil 4’te gösterilmiştir.
Duyusal korteks
Yüksek yol
Kısa yol
Duyusal
Talamus
Emosyonel
uyaran
Amigdala
Emosyonel
cevaplar
LeDoux
Şekil 6: Talamo-amigdalaoid ve talamo-kortiko-amigdaloid yol (LeDoux 2002)
LeDoux emosyonlar ile çalışmaya başladığında, daha genel araştırmalar
yerine sadece korku emosyonu üzerine odaklanmıştı. Araştırmalarının sonucunda
özellikle şartlı korkuda amigdalanın temel bir rol oynadığını gördü. Amigdala bir
kere uyarıldıktan sonra, tekrar eski haline gelmesi uzun zaman almaktaydı.
Özellikle amigdalanın prefrontal bölge ile kurduğu bağlantılarda ilginç bir özellik
vardı. Prefrontalden amigdalaya gelen aksonlar, amigdaladan prefrontale
gidenlerden çok daha azdı. Bu şu anlama geliyordu. Amigdala bir kere uyarıldı mı,
artık prefrontalin amigdala üzerindeki inhibe edici etkisi ortaya çıkmıyordu. Bu
tablo, aslında mantıksız olduğunu bildiğimiz halde, hala fobilerin nasıl etkisi
altında kaldığımızı çok güzel açıklıyordu.
Stres devreleri
Stres sırasında kanda kortizol miktarının arttığı bilinen bir gerçek. Çünkü
amigdala ve diğer beyin bölgeleri, hipotalamik nöronları uyararak, hipofizdeki
terminallerden kortikotropin salıcı faktörün (CRF) salınmasına yol açarlar. Bu da
hipofizdeki ACTH salınımını uyararak, adrenal bezlerden kortizol salınımını
arttırır. Kortizol kan yoluyla bütün vücuda yayılır ve beyinde özellikle
hipokampustaki reseptörlere bağlanır. Hipokampustaki reseptötler, yeterli
miktarda kortizol ile bağlandığında, hipotalamus üzerinde negatif feedback etkisi
yaparak, CRF salınımını inhibe eder. Bu yolla hipokampus, kortizolü belli
seviyede tutarak, amigdalanın tetiklediği stres cevabını regüle eder. Amigdala ve
hipokampus arasındaki stres yolu şekil 7’ de şematize edilmiştir.
Emosyonel
uyaran
hipokampus
Amigdala
-
+
Kortizol
Hpt
PVN
CRF
Hipz
Kortizol
ACTH
Stres yolu
Adrenal
korteks
LeDoux
Şekil 7: Amigdala ve hipokampus arasındaki stres yolu (LeDoux 2002)
Kısaca stres cevabı, tehlike ile mücadele etmek için bedenin imkanlarını seferber
etmekte kullanılan faydalı bir araçtır. Eğer stres uzun sürerse, sonuçları ciddi olabilir.
Vücutta bir takım istenmeyen durumlar görülebilir. Ancak hipokampus yeterli oranda
işlev görebiliyorsa, stres reaksiyonu durdurulabilir. Ancak uzamış stres,
hipokampusun işlevlerini bozabilir.
Yapılan araştırmalar, uzamış stresin hipokamoustaki dendritleri büzdüğü ve
sonuçta da hipokampusta hücre ölümüne sebebiyet verdiği gösterilmiştir. Buna bağlı
olarak da hipokampusa bağlı fonksiyonları, örneğin explicit belleği ciddi şekilde
bozmaktadır.
Dendritlerin büzüşmesi daha çok hipokampusun CA3 bölgesinde görülürken,
Dentat firusta nörogenesis durur. Bu iki durum stres ve kortizolü yükselten diğer
durumlarda hipokampusun volümünün azalmasını izah edebilir. Stres sadece
hipokampusu değil, prefrontal’in fonksiyonlarını da bozar. Örneğin depresyonda
yakın faıza bozulur, dikkat dağılır, kara verme, plan yapma ve idari fonksiyonlar
bozulur.
Klasik anksiyolitikler, GABA üzerinden etki gösterirler. GABA’ nın etkisi artınca,
görece glutamatın etkinliği azalır ve davranışsal inhibisyon ortaya çıkar. Septum,
limbik sistemin bir parçasıdır ve hipokampus ile yakından ilişkilidir. Hipokampus ve
septumun birlikte, beynin danranışsal inhibitör network’ü olduğu düşünülmektedir. Bu
network, acı, cezalandırma, ödül kaybı gibi ters veya yeni ve belirsiz durumları tespit
etmeye onlara karşı vir cevap oluşturmaya yarar. Davranışsal inhibisyon sistemi aktif
olduğunda, o sıradaki bütün davranışlar durur (örneğin donakalma durumu),
organizma dahay uyanık, dikkatli ve canlı bir hale girer. Anksiyolitiklerin, septum ve
hipokampusun bu halini engelleyerek anksiyete belirtilerini azalttığı ileri sürülmüştür.
Anca anksiyolitik ilaçların, deney hayvanlarının hipokampusuna direkt verilmesi bu
etkiyi ortaya çıkartamamaktadır. Bir görüşe göre bunun nedeni; GABA
transmisyonunun asıl olarak başka bölgelerde arttığı, sadece sekonder olarak
septohipokampal bölgeyi etkilediğidir GABA transmisyonunu artan bölgenin, beyin
sapındaki monoaminerjik sistemler olduğu düşünülmektedir. Zira bu bölgeye
anksiyolitiklerin direkt verilmesi, anksiyete belirtilerinin ortadan kalkmasına sebep
olmuştur.
Tehlike anında beyin sapındaki serotonin ve norepinefrin hücreleri aktive olur ve
serotonin ile norepinefrinin salınması artar. Norepinefrin ve serotonin’in kendileri bir
etki oluşturmaz, daha ziyade nöromodulasyonu sağlarlar. Tehlike anında septum ve
hipokampus aktif olduğu için, serotonin ve norepinefrin sinaptik süreci arttırarak,
uyanıklık, dikkat artışı ve anksiyeteye sebep olurlar.
Tehlike işareti, septum ve hipokampusu uyardığı gibi, beyin sapındaki
serotonin ve norepinefrin hücrelerini de uyarır. Bu yüzden anksiyolitik ilaçların,beyin
sapındaki GABA transmisyonunu arttırdığı ve böylece ön beyindeki serotonin ve
norepinefrin salınımını azaltarak etki gösterdiği ortaya konmuştur.
Bir başka görüşe göre, anksiyete, işleyen belleğin endişe verici, aversif
düşünceler tarafından ele geçirildiği bir kognitif durumdur. Bu durumda amigdala
gibi, emosyonel süreçlerle ilişkili sistemler, tehdit edici bir durumu belirledikleri
zaman, işleyen belleği bu konunun üzerine yoğunlaşmasına sebep olacaklardır. Bu
durumda işleyen bellek, diğer kortikal ağlardan ve hafıza sisyeminden bu olaya ilişkin
informasyon alarak, yapacağı eylem hakkında karar verecektir. İşleyen bellek
(working memory) mevcut stimulusun hangi çerçeve içinde yeraldığını, muhtevasını
ve o durumla ilgili geçmiş tecrübelerideğerlendirmek için hipokampus ile etkileşime
girecektir. İşte bu yüzden hipokampus, stres oluşturan durumlarda aktif hale
gelecektir. Organizma bu durumda, işleyen bellek vasıtası ile tehdit altında olduğunu
düşünürse veya ortaya çıkan yeni durumu tanımlamakta zorlanırsa veya hangi eylemi
yapacağı konusunda karasızlığa düşerse anksiyete hali ortaya çıkar.
Kaynaklar
Damasio, A. R. (1994). Descartes-error: Emotion, reason, and the human brain.
New York: Avon Books.
Damasio, A.R., (1999). The Feeling of What Happens: Body and Emotion in the Making of
Consciousness. Harcourt
Brace & Co., New York.
Damasio, A.R., 2003. Looking for Spinoza: Joy, Sorrow, and the Feeling Brain. Harcourt
Brace & Co., New York.
Davidson, R.J., Irwin, W., (1999). The functional neuroanatomy of emotion and affective
style. Trends Cog. Sci. 3
(1), 11–21.
Davidson, R.J., Jackson, D.C., & Kalin, N.H. (2000). Emotion, plasticity,
context, and regulation: Perspectives from affective neuroscience. Psychological Bulletin,
126, 890–909.
LeDoux, J., (1996). The Emotional Brain: The Mysterious Underpinnings of Emotional Life.
Simon and Schuster,
New York.
LeDoux, J. E. (2002). The synaptic self, How our brain become who we are. New York:
Viking.
Download