TİP 2 DİABETES MELLİTUS`LU HASTALARDA TEDAVİ ŞEKLİNE

advertisement
T.C.
SAĞLIK BAKANLIĞI
TAKSİM EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
AİLE HEKİMLİĞİ KOORDİNATÖRÜ
ŞEF: UZ.DR. İSMAİL EKİZOĞLU
TİP 2 DİABETES MELLİTUS’LU HASTALARDA
TEDAVİ ŞEKLİNE VE HASTALIK SÜRESİNE GÖRE DEPRESYON VE
ANKSİYETE
(Uzmanlık Tezi)
Tez Koordinatörü: Doç. Dr. Cem İlnem
Dr. Handan TURHAN
İstanbul – 2007
0
ÖNSÖZ
Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Asistanlığı döneminde bilgi ve
deneyimlerinden yararlandığım değerli hocalarım:
Aile Hekimliği Koordinatörü Şefi Sayın Uz. Dr. İsmail Ekizoğlu
1. Dahiliye Klinik Şef Yard. Uz. Dr. Rahime Özgür , Sayın Uz. Dr. Osman Maviş, eski
başasistanı Uz. Dr. Vildan Ercan
1. Cerrahi eski Klinik Şefi Sayın Prof. Dr. Tayfun Yücel
Kadın Hastalıkları ve Doğum Şefi Op. Dr. Yavuz Tahsin Ayanoğlu
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Klinik Şefi Sayın Prof. Dr.
Murat Elevli
Tez Danışmanım Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi 7. Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr.
Cem İlnem
Asistanlığım süresince bereber çalıştığım tüm klinik şefi yardımcıları , başasistanları , uzmanları ,
asistan ve hemşire arkadaşlarım başta olmak üzere tüm sağlık personeline
Bana her konuda desteklerini esirgemeyen aileme ve eşime
Teşekkürlerimi sunarım.
Dr. Handan TURHAN
0
İÇİNDEKİLER
Giriş ve Amaç
1
Genel Bilgiler
3
Materyal ve Metod
53
Bulgular
54
Tartışma
63
Sonuç
65
Özet
67
Kaynaklar
68
0
GİRİŞ VE AMAÇ
Diyabetes mellitus (DM), beta hücrelerinden salgılanan insülinin miktarında azalma (ya
da insülinin yokluğu), ya da periferik dokuda insüline duyarsızlık nedeni ile ortaya çıkan
hiperglisemi ile karakterize metabolik bir hastalıktır.
Gelişen teknolojiye bağlı olarak sedanter yaşam ve obezitenin yaygınlaşması, hastalığın
tüm dünyada sıklığının giderek artmasına neden olmuştur. 2000 yılında 151 milyon olan
dünyadaki diyabetli sayısının 2025 yılında 2 katına çıkarak yaklaşık olarak 300 milyona
ulaşacağı öngörülmektedir (1,2).
DM, organik bir hastalık olmanın yanında, psikiyatrik ve psikososyal boyutları olan bir
durumdur; diyabetli fiziksel, duygusal, sosyal ve cinsellikle ilgili bir dizi sorun ve çatışmayla
karşı karşıyadır (3,4). Kan şekeri ve düzensizlikleri doğrudan beyni ve ruhsal işlevleri
etkilemektedir. Tersine kan şekeri de ruhsal ve duygusal değişimlerden etkilenir (3,5). Eren ve
arkadaşları kan şekeri kontrolü kötü olan diyabetik hastalardaki anksiyete ve depresyon sıklığını,
kan şekeri kontrolü iyi olan hastalardan daha yüksek olarak bulmuştur (9). Tıbbi tedaviye karşın
kan şekeri düzenlenemeyen olgularda stres ve kaygı önemli bir etkendir. Böyle durumlarda ilacın
dozunu değiştirmeden önce, psikolojik ve psikososyal değerlendirme yapılmalıdır (3,5).
Erişkin diyabetli hastaların %18’inde psikiyatrik yardım gerektirecek düzeyde
bozukluklar geliştiği bildirilmektedir. Ancak bu psikopatolojik durumların %10’unun
tanınmadığı bilinmektedir (3). O nedenle hastanın muayenesinde bedensel yakınmaların yanı sıra
ruhsal, duygusal ve davranışsal durumun da dikkate alınması önemlidir (5). Diyabete,
komplikasyonlarına, girişimsel tetkik ve tedavi yöntemlerine karşı ruhsal belirtiler, özellikle
depresyon ve anksiyete belirtilerini içeren uyum bozukluğu gelişebilir (3,5).
Diyabetes mellitusla en sık birlikte görülen psikiyatrik durumlar anksiyete ve
depresyondur (6)
1
Diyabetli hastalarda depresyon, genel nüfusa göre daha yüksek oranda görülmektedir.
Diyabete eşlik eden depresyon, hastanın uyumunu, yaşam kalitesini, tedaviye yanıtı, prognozu,
diyabetin gidişini, mortalite ve morbiditeyi olumsuz etkilemekte; diyabetin kontrol altına
alınmasını güçleştirmektedir. Depresyon belirtileri ile diyabet belirtileri birbirini artırıcı yönde
etki etmektedir (3,4). Anderson ve arkadaşlarının metaanalizinde depresyonun diyabetli
hastalarda genel popülasyona göre iki kat fazla görüldüğü bildirilmiştir (7). Depresyon,hastalığa
bağlı yıkım ve mortaliteyi artırması bakımından önemlidir. Kronik hastalığa eşlik eden depresyon
hem tedaviye uyumu ve hastalığın gidişini olumsuz etkilemekte, hem de tedavi maliyetini
artırmaktadır.
Diyabete bağlı komplikasyon gelişen hastalarda depresyon yaygınlığı daha yüksektir.
Diyabetin komplikasyonları geliştikçe hastanın yaşam kalitesi düşmekte, yaşamındaki
engellenmeler artmakta; bu durum depresyon şiddetinin ve yineleme riskinin artmasına neden
olmaktadır (3,5,8) Eren ve Erdi, diyabetik komplikasyonu olan hastalarda majör depresif
bozukluk oranını %68, yaygın anksiyete bozukluğu oranını %10, obsesif kompulsif bozukluk
oranını %10 olarak; diyabetik komplikasyonu olmayan hastalarda bu oranları sırasıyla %38.9,
%%3.7, %1.9 olarak bulmuşlardır (9). Hasta yeterli olmasına karşın tedavide işbirliği
yapmıyorsa, tıbbi durumu dengeli olmasına karşın kendini iyi hissetmiyorsa, tıbbi durumun
elverdiğinden daha alt düzeyde işlevsellik gösteriyorsa, ilgi alanında yaygın azalma varsa,
depresyon yönünden değerlendirilmelidir (3,4).
Diyabetli hastalarda anksiyete bozuklukları da sık görülür. Anksiyete, benliğin kendini
tehdit altında hissettiği gerginlik durumudur(3). Diyabetli hastalarda anksiyete belirtilerinin %40
gibi yüksek oranlarda görüldüğü bildirilmiştir (5,10). Grigsby ve arkadaşları, diyabet hastalarının
%14’ünde yaygın anksiyete bozukluğu saptamıştır (10).
Bu tez çalışmasında, diyabet polikliniğine başvuran hastalarda anksiyete ve depresyon
düzeylerinin tedavi süresi ve tedavi şekli ile bağlantısının araştırılması amaçlanmıştır.
2
GENEL BİLGİLER
(DİABETES MELLİTUSUN TANIMI ve TARİHÇESİ)
Diabetes eski Yunanca’da “sifon” anlamına gelir ve aşırı idrar yapımını anlatır.
Mellitus ise yine Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden geliştirilmiştir
(11).
Diabetes mellitus kanda glikoz seviyesinin artması ve glikozüri ile karakterize kronik bir
hastalıktır. Sebebi endojen insülinin mutlak veya göreceli eksikliği veya periferik etkisizliğidir.
Bunun sonucu olarak hiperglisemi, karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasıbozuklukları,
kapiller membran değişiklikleri ve hızlanmış arteriosklerozis oluşur. Bu hastalarda en özgün
klinik semptomlar polidipsi, polifaji ve poliüridir. Bazı hastalarda izah edilemeyen kilo kaybı,
bazılarında da kronik komplikasyonlara bağlı göz, merkezi sinir sistemi, kardiyovasküler sistem
veya ürogenital sistemle ilgili yakınmalar ön planda olabilir(12, 13, 14, 15).
Diabetes mellitus poliüri, polifaji, polidipsi gibi kardinal belirtileri, zayıflama, çevre
organlarda trofik bozukluklar ve enfeksiyonlar ile bir araya getiren bir hastalık olduğundan eski
hekimlerin de gözünden kaçmamıştır. Mısır uygarlığında, M.Ö. 1500 yılına ait Ebers papirüsünde
diabetten söz edilmektedir. Eski Hint Uygarlığında, “Charak samhira” adlı tıp kitabında, M.Ö.
600 yılında diabetin yeri üriner hastalıklar arasındadır. M.Ö. 400 yılında eski Hint hekimleri, bu
hastaların idrarlarına karınca ve sineklerin üşüştüğünü görerek idrarın tatlı olduğundan
şüphelenmişler ve bu hastalığa tatlı idrar anlamına gelen “madhumeh” adını vermişlerdir.
M.Ö. 150 yıl önce, Kapadokya’da Areteus, ilk defa “diabetes” adını kullanmıştır (16,
17). M.S. 9. y.y.’da İslam hekimi Razi ve 10-11. y.y. İslam hekimi İbn-i Sina, bu
hastaların idrarının tatlı olduğundan ve susuzluk hissinden söz etmişlerdir. 18. y.y.’da William
Cullen “Diabetes” kelimesinin yanına, tatlı veya ballı, anlamına gelen “Mellitus” u ekledi.
1815’de Chevreul idrardaki bu şekerin “glikoz” olduğunu açıkladı. 19. y.y.’da Claude-Bernard
glikozun karaciğerde glikojen olarak depolandığını tespit etti. 1869’da Paul Langerhans
pankreastaki adacık hücrelerini tanımladı. 19. y.y.’ın son kısmında Kussmaul komanın klinik
3
belirtilerini tanımlamış ve “asidoz” terimini yerleştirmiştir. 1889’da Oskar Minkowski deneyleri
ile Diabetes Mellitus’da sorumlu organın pankreas olduğunu kanıtladı (13,17).
1940’lı yıllarda orta ve uzun etkili farklı insülinler keşfedildi. 1964 yılında insülin
molekülü sentez edilmeye başlandı.
1970’li yıllarda oral antidiyabetik ilaçlar hızla geliştirilmeye ve daha sonra ikinci ve
üçüncü kuşak ilaçlar diyabetin ve komplikasyonlarının önlenmesinde ve yaşam kalitesinin
yükseltilmesinde
kullanılmaya
başlandı.
Böylece
diyabet
tedavisinde
pankreas
transplantasyonundan immunoterapiye doğru uzanan yeni bir başladı(18)
EPİDEMİYOLOJİ
Diabetes mellitus, bütün toplumlarda ve ırklarda görülen bir hastalıktır. Dünyanın bazı
yörelerinde görülme sıklığı daha azdır. Grönland ve Alaska Eskimolarında DM prevelansı çok
düşüktür ve saptanan olguların çoğu NIDDM’dur. Buna karşılık Amerika’da yaşayan Pime
Kızılderililerinde prevelans %55’in üstündedir ve dünya üzerindeki en yüksek diyabet prevelansı
bu ırktadır (19).
Ülkemizde 1999
tamamlanan Dünya Sağlık
Örgütü destekli Türkiye Diabet
Epidemiyoloji Projesinde (TURDEP) %7,2 oranında diyabet saptanmıştır. Tüm diyabetlilerin
%80’den fazlası Tip 2 diyabet olup ülkemizde Tip 2 diyabet sıklığı %2,5-6 civarındadır. Dünyada
endüstrileşmekte olan tüm ülkelerde Tip 2 diyabet sıklığı gitgide artmaktadır (3).
Tip 1 diyabet doğumdan sonraki ilk 6 ayda son derece nadir görülür. İnsidansı dokuzuncu
aydan sonra giderek artar ve 12-24 yaşlarında en yüksek düzeye erişir. Bu tepe değerden sonra
yaş ilerledikçe insidans azalır. 30 yaş üzerinde yeni olgu çok azdır.
Tip 2 diyabette ise yaş ilerledikçe insidans artmaktadır. Kadınlarda Tip 2 diyabet
prevelansı 65 yaşına kadar erkeklerden daha yüksek bulunur, 65 yaş üzerinde fark ortadan kalkar.
4
Ülkemizde
yapılan
diyabet
taramalarında
Tip
2
diyabetli
hastalarda
bilinen
diyabetliler/bilinmeyen diyabetliler oranının 1/3 dolayında olduğu görülmüştür. Taramalar ile Tip
2 diyabet preklinik dönemde saptanırsa hastalığın komplikasyonları ve erken ölüm riski büyük
ölçüde azaltılabilir.
Diabetes Mellitus’un Sınıflandırılması ve Etyopatojenez:
AMERİKAN DİYABET BİRLİĞİNİN DİYABET SINIFLANDIRILMASI
1-TİP 1 DM
a) İmmunolojik tip
b) İdiyopatik tip
2-TİP 2 DM
İnsülin direnci veya insülin salgı bozukluğu
3-Gestasyonel Diyabetes mellitus
(glukoz intoleransının başlangıcı veya tanınması gebeliktedir.)
4-Pre-diyabet
(açlık glukoz seviyesi veya glukoz toleransı test sonuçları normalin üzerinde ,ancak
diyabet için tanısal değil)
5.Diğer spesifik tipler
a) Beta hücre fonksiyonunda genetik defekt
b) İnsülin etkisinde genetik defekt
c) Ekzokrin pankreas hastalıkları
Pankreotektomi
Pankreatit
Hemokromatozis
d) Endokrinopatiler
Akromegali
Cushing sendromu
Glukagonoma
5
Feokromasitoma
Hipertiroidi
Karsinoid sendrom
Primer hiperaldosteronizm
Hiperprolaktinemi
Otoimmün poliglandüler sendrom
POEMS sendromu (Polinöropati, Organomegali, Endokrinopati, Monoklonal gammapati,
deri bulguları)
Büyüme hormonu eksikliği
Hiperparatiroidi
Somatostatinoma
Pankreatik kolera sendromu
Multipl Endokrin Neoplazi sendromları (MEN)
e) İlaç ya da kimyasallara bağlı
Diüretikler(tiyazid)
Antihipertansifler(beta blokerler)
Hormonlar(glukokortikoidler)
Psikoaktif ajanlar, antikonvülzanlar
Antineoplastik ajanlar
Antiprotozoal ajanlar
Katyonlar
f) İnfeksiyonlar (Konjenital rubella, sitomegalovirus..)
g) İmmün diyabetin diğer şekilleri
h) Diğer genetik sendromlar
Tip A ve Tip B insülin direnci sendromları
Kistik fibrozis
Glikojen depo hastalıkları
Laurence –Moon –Biedl sendromları
Down, Klinefelter ve Turner sendromları
DIDMOAD (Wolfram)sendromu
6
Tip 2 Diabetes Mellitus’un Etyopatogenezi
Toplumda en sık rastladığımız diyabet tipidir. Genellikle 45 yaş üzerinde ilk yakınmalar
başlar, kronik seyirlidir ve sinsi gidişlidir. Hastaların hekime ilk başvurma nedenleri polidipsi,
poliüri ve polifaji gibi yakınmalardan ziyade görme bozuklukları, el ve ayaklarda uyuşukluk veya
fasiyal sinir paralizisi gibi kronik komplikasyonlar mevcuttur. Hastaların çoğu obezdir. Aile
öyküsü hemen hepsinde alınabilmesine karşılık, hastalık henüz tek bir genetik zemine
oturtulamamıştır.
Diabetik ketoasidoz koması şiddetli enfeksiyon veya mezenter arter embolisi gibi acil bir
durum olmadıkça gelişmez. Bu hastalarda daha sık görülen koma, yeterli sıvı alınmamasına bağlı
gelişen hiperglisemik hiperosmolar non-ketotik komadır (20).
İnsüline bağımlı olmayan Diabetes Mellitus’un diğer adı “Tip 2 Diabetes Mellitus” tur.
Hastalarda glukoz intoleransı bilgi vermeksizin uzun süredir mevcuttur ve metabolik düzeyde
bozukluklar gelişmesine yol açar (20, 21).
Çevre faktörleri ile genetik faktörler şu üç mekanizma ile tip 2 diyabete yol açarlar (14,
22, 23).
a) Periferik dokularda insülin direnci
b) Pankreastan insülin salınım kusuru
c) Karaciğerde glikoz üretiminin artması
Bu hastalarda temel bozukluk insülinin fizyolojik etkilerine karşı periferik dokularda,
özellikle de çizgili kaslarda direnç gelişmesidir. İnsülin direncini oluşturabilen veya arttırabilen
etkiler arasında yaşlanma, sedanter yaşam, obezite, psişik ve fiziksel stresler, glukokortikoid,
seks hormonu yapısındaki ilaçlar, akromegali, cushing hastalığı ve benzeri endokrinopatiler,
gebelik, glikoz toksisitesine yol açan uzun süreli hiperglisemi ve genetik yatkınlık bulunur.
7
Tip 2 Diyabette beta hücrelerinin kan şeker düzeyine yanıtı anormaldir. Ancak yapılan
deneyler göstermiştir ki hasta beta hücrelerinin nörojenik uyarılara, oral antidiyabetiklere ve
sekretine karşı insülin yanıtının bozulmamış olduğunu göstermiştir.
Tip 2 diyabette özellikle glikoza karşı erken insülin yanıtında bir bozukluk mevcuttur ve
beta hücresi glikozu tanımakta güçlük çeker. Gençlerde ortaya çıkan erişkin tipi diyabette
(MODY) ve klasik Tip 2 diyabetli olguların bir kısmında genetik olarak belirlenen glikokinaz
enzim eksikliği bu bozukluğa neden olur.
Karaciğerden glikoz üretiminin artması kısmen insülin eksikliğinden ve bunun sebep
olduğu glukagon fazlalığından, kısmen de insülinin etkisizliğinden kaynaklanır. Bu bozukluğun
sonucu olarak açlık hiperglisemisi gelişmektedir.
Tip 2 Diabetes mellitus üç evreye ayrılır: (24, 23)
Preklinik evre: Beta hücre fonksiyonları normal olduğundan bu evrede, periferdeki
insülin direnci normale göre daha fazla insülin salınarak (hiperinsülinemi) aşılmaya çalışılmakta
ve böylece bir süre normal glikoz toleransı sürdürülmektedir. Bu dönemde kan glukozu normal
düzeydedir. OGTT normaldir.
Bozulmuş glikoz toleransı dönemi: Aşırı çalışan beta hücrelerinde bitkinlik ve salgı
yetmezliği gelişir. OGTT patolojik olmuştur. Açlık glisemisi normal olduğu halde OGTT’de
ikinci saat değeri 140 mg/dl’nin üstüne çıkmaktadır. Bu dönemde de hiperinsülinemi devam
etmekle birlikte periferik direnci aşamamaktadır. Bu dönemde kroner arter hastalığı için risk
faktörleri olan hipertansiyon, hipertrigliseridemi, HDL –kolesterol düşüklüğü sık görülür ve bu
nedenle makrovasküler komplikasyonlar gelişebilmektedir.
Preklinik ve bozulmuş glikoz toleransı evrelerinin ikisine birden “kompanse periferik
insülin direnci” dönemi denir. Kompanse dönemde insülin direncine sahip olan non-genetik
faktörler azaltılabilirse aşikar diabet ortaya çıkışı da geciktirilebilir. Kompanse dönemden aşikar
diyabete geçişin ortalama 10-20 yıl olduğu düşünülmektedir.
8
Aşikar diyabet: Bu döneme geçişte üç önemli mekanizma işler. İlki ve en önemlisi beta
hücre sayı ve salgı fonksiyonunda azalmadır. Bunu genetik belirlese de, hiperglisemi ve artmış
yağ asitlerinin toksik etkisi de beta hücre fonksiyonlarını bozabilmektedir. İkinci mekanizma
karaciğer glikoz üretiminin artmasıdır ki bu bozulmuş glikoz toleransı döneminde genelde
normaldir. Üçüncü mekanizma ise periferik insülin direncinin giderek artmasıdır.
Aşikar diyabet döneminin başlangıcında insülin salgı yedeği yeterli olduğu için diyet ve
oral antidiyabetik ajanlar yeterli olmaktadır. Bu dönem değişken olmakla birlikte uzun yıllar
sürer. Beta hücre yedeği zamanla azaldığında insülin tedavisine ihtiyaç duyulur (23).
DİABETES MELLİTUS’UN TANISI
Diabetes mellitus’un tanı kriterleri, oral glikoz tolerans testi (OGTT) endikasyonları,
OGTT hazırlığı ve yapılışı aşağıda tablolar halinde belirtilmiştir (3, 25, 5, 26).
Diabetes Mellitus’un tanı kriterleri:
1. Bir hafta arayla bakılan en az 8 saatlik tam açlık venöz plazma glikoz seviyesinin, iki
ayrı ölçümde 126 mg/dl’ye eşit veya yüksek saptanması veya;
2. Diyabete özgü semptomların varlığına ek olarak günün herhangi bir zamanında ölçülen
venöz plazma glikoz değerinin 200 mg/dl’ye eşit veya yüksek olması veya; (diyabete özgü
semptomlar; poliüri, polidipsi ve açıklanamayan kilo kaybıdır.)
3. Oral glikoz tolerans testi sırasında 2. saat plazma glikoz düzeyinin 200 mg/dl’ye eşit
veya yüksek olması.
9
Oral Glikoz Tolerans Testi(OGTT) Endikasyonları:(2)
1. Tarama testinde açlık kan şekerinin 115 mg/dl ve üzerinde ya da postprandiyal kan
şekerinin (120. dakika ) 140 mg/dl ve üstünde bulunması.
2. Gestasyonel diyabeti belirlemek veya reddetmek.
3. Şişmanlık ve/veya özellikle ağırlıklı ailesel diyabet hikayesi olanlar.
4. Otozominal dominant (MODY) tipi diabet hikayesi olanlar.
5. Açıklanamayan nöropati, retinopati, ateroskleroz, koroner arter hastalığı, periferik
vasküler hastalıklar (özellikle 50 yaşın altında olanlarda).
6. Operasyon, stres, travma, infarktüs, serebral vasküler olaylar, kortikesteroid kullanımı,
gebelik esnasında anormal glikoz değerleri veya glikozüri görülenlerde, bu olaylar geçtikten
sonra test yapılmalıdır.
7. Metabolik sendrom X düşünülen kişilerde.
8. Reaktif hipoglisemi düşünülen kişilerde (bu kişilerde OGTT süresi daha uzun tutulur).
OGTT hazırlığı:(2)
1. Testten en az üç gün evvel hasta günde en az 200 gr karbonhidrat içeren beslenme
programına alınmalıdır.
2. Hastanın ağır stres, akut serebral ve kardiyak olaylar, uzun süreli inaktivite (sedanter
yaşam) enfeksiyon gibi OGTT’yi etkileyebilecek bir sorunun olmamasına dikkat edilmelidir.
Akut hastalıkların geçmesi beklenmelidir.
10
3. Hipopotasemi, gastrointestinal motilite ve emilim bozuklukları, ağır karaciğer ve
böbrek
yetersizliği,
Addison
hastalığı,
Cushing
Sendromu,
hipertiroidi,
akromegali,
feokromasitoma gibi hastalıkların aktif döneminde OGTT yapılmamalıdır.
4. Oral kontraseptifler, diüretikler, kortikosteroidler, difenilhidantoin, tiroksin, nikotinik
asit, psikotrop ajanlar ve beta bloker gibi ilaçların kullanımında testten en az bir hafta önce,
yüksek doz östrojen içeren oral kontraseptif kullanımında ise en azından bir siklüs önce ilaç
kesilmelidir.
OGTT yapılması:(2)
1. Hasta 10-16 saatlik açlık sonrası sakin bir odaya alınır. O. dakikada ilk kan örnekleri
alınır.
2. 5 dakika içinde 300 ml suda eritilmiş 75 gr glikoz hastaya içirilir.
3. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre glukoz verildikten yalnızca 2 saat sonra kan örneği
alınması yeterli olmakla birlikte; NDDG (Amerikan Ulusal Diabet Veri Toplama Grubu)’nin
önerdiği şekilde 2 saat süreyle 30 dakikada bir (30., 60., 90., 120. dk) kan örneği alınmasında
fayda vardır. Reaktif hipoglisemi düşünülen vakalarda test süresi 5 saat kadar uzatılmaktadır.
4. Test süresince sigara içmek, fazla dolaşmak ve su dışında yiyecek almak sakıncalı ve
yasaktır.
DİYABETES MELLİTUS YENİ TANI KRİTELERİ (ADA 2003) (68)
Diyabet ve glukoz metabolizmasının diger bozuklukları için 2003 yılı revizyonunu da
kapsayan yeni tanı kriterleri Tablo 1de görülmektedir.
11
Tablo 1 : Diabetes mellitus ve glukoz metabolizmasının diğer bozukluklarında tanı
kriterleri
Diabetes mellitus
Rastgele glukoz(+diyabet semptomları)
≥200
AGK (en az 8 saatlik açlığı takiben)
≥126
OGTT′de 2. saat KG
≥200
Bozulmuş Glukoz Toleransı (IGT)
OGTT′de 2. saat KG
140-199
Bozulmuş Açlık Glukozu
AKG (en az 8 saatlik açlığı takiben)
100-125
Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) (68)
Gebelik diyabetinin araştırılması amacıyla, birçok toplumda genellikle 50 g glukozlu
tarama testi pozitif çıkan gebelerde birkaç gün sonra 100 g glukozlu, 3 saatlik OGTT
yapılmaktad›r.
Alternatif olarak 75 g glukozlu, 2 saatlik OGTT de önerilmektedir( Tablo2).
50 g glukozlu tarama testi
Gebeliğin
24.-28.
haftalarında
rasgele
bir
zamanda
(açlık-tokluk
durumuna
bakılmaksızın). 50 g glukozlu sıvı içirildikten 1 saat sonra KG düzeyi .140 mg/dl ise normal
değildir.
100 g glukozlu OGTT
50 g glukozlu tarama testi pozitif olan gebelerde tanıyı kesinleştirmek için yapılmalıdır.
12
75 g glukozlu OGTT
WHO ve bazı otörler, gebelerde de gebe olmayan eriflkinler gibi 75 g glukozlu, 2 saatlik
OGTT yapılmasını yeterli görmektedir. WHO, gebelerde OGTT değerlendirmesinin tıpkı gebe
olmayan yetişkinlerdeki gibi yapılmasını önermektedir.
Tablo 2: ADA ve WHO’ya göre GDM tanı kriterleri
Açlık
1. saat
2. saat
3. saat
ADA kriterleri
100 g glukoz ile OGGT
(en az 2 patolojik değer tanı koydurur)
≥95
≥180
≥155
≥140
≥95
≥180
≥155
−
≥200
−
75 g glukoz ile OGTT
(en az 2 patolojik değer tanı koydurur)
WHO kriterleri
75 g glukoz ile OGTT
(en az 1 patolojik değer tanı koydurur)
≥126
−
Diabetes Mellitus’ta Yeni Tanı Yöntemleri:
Bunlar başlıca 4 gruptur.
1.İmmunolojik testler: Preklinik dönemde tip 1 diabetin teşhisinde değerlidirler (28, 29)
-Adacık antikoru (ICA)
-İnsülin otoantikoru (IAA)
-Glutamik asit dekorbaksilaz antikorları
13
2.Periferik insülin direncini belirleyen testler:
-Kan insülin, glikoz ve C peptid oranları
-Hiperinsülinemik öglisemik klemp testi (HECT)
-Minimal model
-İnsülin tolerans testi (ITT)
-İnsülin supresyon testi (IST)
-Homeostasis model assement (HOMA)
-Continiuos infusion of glucose with model assesment
3.Beta hücre stimülasyon testleri:
-İntravenöz glukoz tolerans testi (IVGTT)
-Glukagon testi
-Standart mixt meal ile C peptid uyarı testi
-Hiperglisemik klemp testi
4.Diğer testler:
-Kapiller bazal membram kalınlığının ölçümü
-Glikoz taşıyıcılarının ölçümü
14
-Amylin (İslet Amiloid Polipeptid – IAPP) ölçümü
DİABETES MELLİTUS’UN KOMPLİKASYONLARI
Diabetes mellitusun komplikasyonları aşağıda akut ve kronik olarak sınıflandırılmıştır.
A) Akut (metabolik) komplikasyonlar:
-Diabetik ketoasidoz
-Hiperosmolor non-ketotik koma
-Laktik asidoz koması
-Hipoglisemi koması
B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar:
1) Makrovasküler komplikasyonlar:
-Kardiyovasküler hastalıklar
-Serebrovasküler hastalıklar
-Periferik damar hastalığı
2) Mikrovasküler komplikasyonlar:
-Diabetik nefropati
-Diabetik retinopati
15
-Diabetik nöropati
Diabetes mellituslu hastalarda doku ve organlarda biyokimyasal, morfolojik ve
fonksiyonel bir takım değişiklikler meydana gelir. Akut dönemde oluşan metabolik
komplikasyonlar yaşamı tehdit edecek düzeyde hatta faal olabilir, fakat bugün için asıl sorun
daha önce bahsedildiği gibi uzun sürede oluşan, küçük ve büyük damarların hastalığıdır, buna
“kronik vasküler sendrom” da denir. Diabetin kronik komplikasyonları tutulan sisteme göre
Tablo 10’da sınıflandırılmıştır. Diabetik mikroanjiopatik değişiklikler, diabetik metabolik
bozukluklarla hızlanmış ateroskleroz tablosudur demek yanlış değildir. Buna karşılık Diabetik
mikroanjiopatik değişimler genelde diabete has ve tespit edildiğinde diabet varlığını akla getiren
patolojik damar bozukluklarıdır(32, 33). Diabetik mikroanjiopatinin gelişimi hakkında
“Metabolik Hipotez” ve “Genetik Hipotez” isimli iki önemli hipotez vardır (30, 31, 32).
Diyabetin mikroanjiopatik ve makroanjiopatik kronik komplikasyomları:(33)
Göz
1.Diabetik retinopati (vazoproliferatif ve makülopatik)
2.Vitreus kanamas
3.Rubeozis iritis
4.Glokom
5.Katarakt
6.Oküler kas felci
16
Böbrek
1.İnterkapiller glomeruloskleroz (Kimmelstiel Wilson)
2.Kronik böbrek yetersizliği
3.Renal papiller nekroz
4.Kronik pyelonefritis
5.Renovasküler hastalıklar ve hipertansiyon
Periferik sinir ve MSS
1.Somatik Diabetik nöropati
2.Otonom Diabetik nöropatisi
3.Diabetik inmeler
Kardiyovasküler sistem
1.İskemik kalp hastalıkları
2.Diabetik kardiyomiyopati
3.Diabetik periferik arter hastalığı
4.Diabetik arterial organ beslenme bozukluğu
17
Deri ve bağ dokusu
1.Necrobiosis lipoidica diabeticorum
2.Xantoma diabeticorum
3.Granuloma annulare
4.Fronkuloz
5.Mikotik infeksiyonlar
Gebelik
1.İri bebek gelişimi insidansında artış
2.Kongenital defekt (bebekte)
3.Gebelikte miad gecikmesi
4.Neonatal hipoglisemi
5.Neonatal ölüm değerlerinde artış
MAKROVASKÜLER KOMPLİKASYONLAR
Diyabetin makrovasküler komplikasyonları tip 2 DM için henüz aşikar DM’nın ortaya
çıkmadığı bozulmuş glukoz toleransı döneminde başlar. Bu dönemde makrovasküler
komplikasyonlar gelişmemekle beraber koroner kalp hastalığı için önemli risk faktörleri
olanhipertansiyon, hipertrigliseridemi ve HDL-kolesterol düzeyinin düşük olması sık görülmekte
ve
bu
nedenle
makrovasküler
komplikasyonlar
gelişebilmektedir.
Makrovasküler
komplikasyonları açısından kadın-erkek farkı yoktur (27, 34, 35, 36).
18
Makrovasküler komplikasyon oluşumunu etkileyen faktörleri 3 grupta toplayabiliriz.
A) Diyabete özgü faktörler:
* Metabolik kontrol
* Hiperinsülinemi
* Kadın-erkek farkı kalkması
* Spesifik Diabetik anjiopati
* Diyabetik nefropati ve hipertansiyon
B) Yaşam şekli ile ilgili faktörler
* Diyet: Obezite, aşırı yağlı gıda, katı yağ tüketiminin yüksek olması, aşırı tuzlu gıda
alımı.
* Sigara, alkol kullanımı
* Sedanter hayat
C) Genetik faktörler
* Kalıtımsal hastalık riski: Hipertansiyon, hiperlipidemi, hiperürisemi, subklinik
hipotiroidi
* Irksal ve bireye ait duyarlılık
* Olası aterosklerozla beraber diabet gelişimine genetik yatkınlık
19
DİABETES MELLİTUS’UN TEDAVİSİ
Tip II Diabetes Mellituslu Hastalarda Tedavi ve Yaklaşım
Tip 2 DM’li hastaların tedavisinde temelde dikkat edilmesi gereken kaideler vardır.
Bunlar:
1)Eğitim
2)Diet
3)Egzersiz
4)Oral antidiabetik kullanımı
5)İnsülin
1) Eğitim: Diabet tanısı alan hastalar, diabet hastalığı ve regülasyonu sırasında, süreç
dahilinde olabilecek komplikasyonlar hakkında bilgilendirilmelidir.
2) Diet: Diabet tanısı alan hastaların ilk etapta pre-obezite veya obezite söz konusu ise
aşırı kilolarını vermeleri gereklidir. Hastaların ideal kilolarını hesaplamada beden kitle indeksi
(BMİ) kullanılmalıdır. Bu değerin optimali 20-25 kg/m2 arasıdır.
BMİ=KİLO/Boy*Boy(m2)
İstenilen kiloya ulaşabilmek için uyulması gereken bazı hususlar vardır.
a) Düşük kalorili diyet ile beslenmelidir (Aktif olan hastalar için genellikle günlük 9001000 kalori yeterlidir).
20
b) Günlük beslenmede yağ oranı %20’ye düşürülmelidir.
c) Beslenirken kompleks karbonhidratlar seçilmelidir.
d) Lifli posalı yiyecekler tercih edilmelidir.
e) Doymamış yağların kullanılması; plazma lipidlerinin belli seviyede tutulmasını sağlar.
f) Kardiyovasküler komplikasyonların önlenmesi açısından, alkol ve sigara kesilmelidir.
3) Egzersiz: Diabetli hastanın egzersizden beklenen faydaları elde edebilmek için,
hastanın öncelikle metabolik dengesinin optimal düzeyde olmalı. Aksi takdirde metabolik
dengesi tamamen bozulabilir. Düzenli olarak yapılan egzersiz ile hasta rahat kilo verir. HDL
kolesterol düzeyi yükselir, trigliserid düzeyi düşer ve koroner kalp hastalığı riski azalır.
4) Oral Antidiabetik İlaçlar: Tip 2 diabetli hastalarda ideal tedavi diet ve egzersizle,
glikoz metabolizmasının regülasyonudur. Fakat bu önlemlerle hastaların dörtte üçünde yeterli
olmamakta ve oral antidiabetik ilaç veya insülin kullanımına ihtiyaç duyulmaktadır.
Oral antidiabetiklerin başlıcaları şunlardır:
a. Sülfonilüre Preparatları: Pankreastan insülin sekresyonunu sağlayarak diabet ayarına
yardımcı olurlar. En önemli yan etkileri özellikle böbrek ve karaciğer bozukluklarında vücutta
birikip uzun süren hipoglisemilere sebep olmalarıdır (Örn:Gliclazid, glipizid, glikidon vs.).
b. Biguanidler (Metformin): Anorektik etkisi bağırsaklardan karbonhidrat emilimini
azaltarak ve dokularda insülin etkisini potansiyalize ederek glukoz metabolizmasını düzenler. En
önemli yan etkisi aç kalınca %10-20 oranında gastrointestinal intoleranstır. Bu etkilerinden
dolayı özellikle obez hastalarda tek başına veya sülfanilürelerle birlikte kullanılabilir.
21
c. Alfa glikozidaz enzim inhibitörleri (Acarbose): Barsaklarda monosakkarit
dönüşümünü sağlayan enzimleri bloke ederler. Böylece karbonhidrat güçleşir. Önemli bir yan
etkisi yoktur.
d. Thiazoldinler: Tioglitazone insülin sensitivitesini arttırır.
e. Repaglinide: hızlı etkili nonsülfanilüre grubu yeni insülin stimülatörüdür.
5) İnsülin Tedavisi:
Tedaviye insülinle başlamak için bazı endikasyonlar vardır.
1- Tip 1 DM’lu hastada insülin tedavisine hemen başlamak gerekir
2- Hastada ketoasidoz veya ketoasidoz koması ortaya çıktığı zaman, diabetin tipi ne
olursa olsun insülin tedavisine geçilmesi zorunludur.
3- Hastada asidoz yok, fakat çok yüksek değerlere varan hiperglisemi ve ketozsuz
hiperosmalarite koması varsa insülin tedavisine geçilmesi zorunludur.
4- Daha önce oral antidiabetik tedavisi alan hastalarda sekonder cevapsızlık oluştuğunda
insülin tedavisine geçilmesi şarttır.
5- Oral Diabetik tedavisi ile regüle olan, fakat Diabetik nöropati, nefropati ve ateroskleroz
gibi komplikasyonlar gelişen hastalara insülin tedavisi başlamak gerekir.
6- Düzensiz efor, ağır stres, ameliyat gibi travmatik durumlarda insüline dönülmelidir.
7- Sürekli katabolik etkideki (kilo kaybı, enfeksiyon, gebelik gibi hallerde) Tip 2 diabetli
hastalarda geçici bir süre insüline geçilmesi yararlıdır (37, 38, 39, 40).
22
DEPRESYONUN TANIMI VE EPİDEMİYOLOJİSİ
GİRİŞ
Günümüzde psikiyatrik sorunların varlığı dikkat çekecek ölçüde artmıştır. Bu hem
bireysel hem de toplumsal boyutta, önemli bir halk sağlığı problemi haline gelmiştir. Tıbbi
yardım için başvuran hastaların dörtte üçünde müdahaleyi gerektirecek düzeyde psikiyatrik sorun
bulunmaktadır. Psikiyatrik bozukluklar içinde en sık görüleni depresyondur. Sözlük anlamıyla
çökkünlük olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz depresyon, anlık bir ruh hali, bir sendrom veya bir
hastalık olarak karşımıza çıkabilir. Hayatta herkes zaman zaman sıkıntılar yaşayabilir.
Ancak, bazı kişilerde bu semptom halini alabilir ve çok daha azında bu bir hastalık
belirtisidir (41). Bizim depresyon diye bahsettiğimiz işte bu hastalık halidir. Depresyon başlığı
altında tek bir hastalıktan değil, birçok altgruptan oluşmuş bir hastalık kümesinden söz
etmekteyiz. Psikiyatrik bozukluklar değişik sınıflandırma sistemleriyle sınıflandırılırlar. Dünyada
en fazla kabul görmüş sınıflandırma sistemi, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin sınıflandırma
sistemi olan DSM IV (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fourth Edition)'tür.
DSM IV'e göre depresyon şu alt gruplar içersinde değerlendirilmiştir (42):
1. Majör depresif bozukluk.
2. Distimik bozukluk.
3. Bipolar bozukluk'taki depresyon.
4. Genel bir tıbbi duruma bağlı depresyon.
5. Depresyonlu uyum bozukluğu.
6. Başka türlü adlandırılamayan depresif bozukluk.
a- Premenstrüel disforik bozukluk.
b- Minör depresif bozukluk.
c- Yineleyen kısa depresif bozukluk.
Depresyon deyince ilk akla gelen majör depresyon'dur. Diğer alt gruplar daha az ilgi
odağı olmaktadır. Bu yazıda başka türlü belirtilmedikçe depresyon terimi ile majör depresif
bozukluk kastedilecektir. Tıptaki ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak birçok hastalık ya
23
ortadan kaldırılmış ya da etkin tedavilerle kontrol altına alınmışken, depresyon özellikle
endüstrileşmiş batı ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyada hızla artmakta ve büyük bir sağlık
sorunu haline gelmektedir. Depresyona bağlı işgücü kayıpları, verimlilikteki düşüşler büyük bir
ekonomik kayba sebep olmaktadır. Depresyon sıklığındaki artışın yanı sıra başlama yaşı da
düşmüştür. Buna bağlı olarak depresyonun komplikasyonlarından biri olan alkol ve madde
kullanımı da özellikle gençler arasında hızla yaygınlaşmaktadır. Tedavi edilmemiş depresyonun
bir diğer önemli komplikasyonu da intiharlardır. Genç ölümlerinde intihar Amerika Birleşik
Devletleri’nde ölüm sebepleri arasında üçüncü sıraya yükselmiştir. Bütün bunlardan depresyonun
büyük bir problem olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Ancak en az bunun kadar önemli diğer
problem, depresyonun halk arasında hastalık olarak değerlendirilmemesi ve tedavisi yoluna
gidilmemesidir. Biz klinisyenler ancak günlük pratikte karşımıza gelen vakalardan haberdar
oluruz. Depresyonlu hastaların çoğu hekimlere ancak depresyonun somatik semptomları mevcut
olduğu zaman başvurmaktadır. Bu yalnızca ülkemize özgü bir olgu değil, bütün dünyada yaygın
olarak görülen bir durumdur. Bu nedenle kliniklerde teşhis edilen depresyonlu hasta sayısı,
mevcut hastaların ancak çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Depresyonlu hastaların gerçek
sayısını tespit etmek için epidemiyolojik çalışmalara ihtiyaç vardır. Epidemiyolojik çalışmalarda
bütün toplum kesimleri yaygın olarak taranır. Epidemiyolojik arafltırmaların amacı: Vakaların
tanımlanması, vakaların toplum içinde dağılımı, tarihsel eğilim, sebeplerin tanımlanması,
prognoz sorularına cevap bulmaktır. İlerde depresyona ait verilerin anlaşılmasını kolaylaştırmak
amacıyla bazı epidemiyolojik kavramların tanımlanması faydalı olacaktır.
Prevalans hızı: Bir toplumda belirli bir anda (nokta prevalans) ya da belirli bir süre
içersinde (süre prevalans) saptanan hasta sayısının, aynı toplumun aynı an veya süredeki toplam
nüfusa oranıdır.
insidens hızı: Bir toplumda belirli bir süre içinde görülen yeni hasta sayısının aynı
toplumda bu hastalığa yakalanma riski olan genel nüfusa oranıdır.Genellikle yıllık insidens
olarak verilir.
Risk etkeni: Belirli bir bozukluğun varlığını ya da oluşma olasılığını arttırdığı düşünülen
özgül etkendir.
24
YAYGINLIK
Depresif bozuklukların prevalansını belirlemek, farklı araştırmacılar farklı teşhis kriterleri
kullandığı için zordur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan çalışmaların çoğu depresyon
sendromunu değil, herhangi bir durumda ortaya çıkan depresif semptomları dikkate almıştır.
Böyle bir veri çok az değere sahiptir. Çünkü bu çalışmalarda bir depresif bozukluğun parçası
olarak depresif semptomlar ile başka bir sendromun (örneğin flizofreninin) depresif
semptomlarını ayırmada yetersizlikler mevcuttur. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar
daha spesifik olmaktadır (43)
Depresif bozukluklar içinde en fazla araştırılan majör depresif bozukluk olmuştur. Majör
depresif bozukluk için yaşam boyu risk erkeklerde %5-12, kadınlarda %10-25 olarak
bulunmuştur. Bu oran distimik bozukluk için yaklaşık %6, bipolar bozukluk için ise %1 olarak
bulunmuştur. Erişkinlerde majör depresif bozukluğun toplum örneklemlerindeki nokta prevalansı
kadınlar için %5-9 arasında, erkekler için %2-3 arasında degişmektedir (42)
Depresif bozuklukların insidens hızı da yüksektir. Depresyon insidensi birinci basamak
sağlık hizmetlerine başvuran hastalarda yaklaşık %10, hastanede yatan hastalarda yaklaşık %15
olarak bulunmuştur (44)
Türkiye’de de bu konu ile ilgili yapılmış araştırmalar vardır. Türkiye’deki epidemiyolojik
çalışmaları gözden geçiren Küey ve Güleç (1993)'in tespit ettiği sonuçlara göre: a) Toplum içinde
klinik düzeyde depresyon prevalansı %10 dolayındadır; b) Depresyonun somatik belirtileri
yaklaşık %20, suçluluk duyguları gibi ruhsal belirtileri ise daha düşük (yaklaşık %10) nokta
prevalans hızlarına sahiptir; c) Kronik fizik hastalığa sekonder depresyonlar dikkat çekici
düzeydedir (%4-8.8); d) hastaların yaklaşık üçte birinde depresyon kronikleşmiştir (45)
CİNSİYET
Dünyanın neresinde yapılırsa yapılsın, bütün araştırmalarda depresyonun kadınlarda
erkeklere göre iki kez daha fazla görüldüğü ortaya çıkmıştır. Cinsiyetler arası farklar her yaş
25
grubunda mevcut olmakla birlikte gençlerde ve orta yaş grubunda bu farklılık çocuklar ve yaşlılar
grubundan daha belirgindir. Cinsiyetler arasındaki bu farklılığın sebebi kesin olarak
bilinmemekle birlikte bu konuda çeşitli görüşler vardır. Muhtemel sebepler arasında ilk akla
gelen endokrin sistemdir. Ancak sadece postpartum ve premenstrüel dönemlerde depresyon
riskinin arttığı, menapoz dönemi için böyle bir riskin söz konusu olmadığı ortaya konmuştur.
Depresif erkekler kadınlara göre alkol ve uyuşturucu kullanmaya daha eğilimlidirler. Bu
nedenle alan araştırmalarında depresyona sekonder olarak alkol ve madde bağımlısı erkeklerin
depresyon değil de alkol ve madde bağımlısı teşhisi almalarının cinsler arasındaki bu farklılığı
meydana getirdiği iddia edilmiştir.
Cinsiyetler arasındaki farklılığın akla yatkın sebeplerinden biri de psikososyal
faktörlerdir. Özellikle günümüz koşullarında kadınlar maddi manevi büyük yük altındadırlar.
Endüstrileşmiş memleketlerde kadın hem anne, hem iş kadını, hem eş hem de ev hanımı
rollerinin hepsini birden yüklenmek zorunda kalmıştır. Bir de buna depresif kadınların
profesyonel yardım alma konusunda erkeklerden daha istekli olduğu göz önüne alındığında,
cinsler arasındaki farklılık bu şekilde kısmen izah edilebilir. Bu durum özellikle ülkemiz için
oldukça açıklayıcıdır. Kadınlar depresyonun bütün şiddetlerinde ve formlarında hekime gelirken
erkekler daha çok ağır depresyonlarda o da çoğu zaman ailenin zoru ile yardım aramaktadır.
YAŞ
Depresyon için başlangıç yaşı ortalama 40'tır. Vakaların büyük çoğunluğunda başlangıç
yaşı 20 ila 50 arasındadır. Araştırmaların çoğu çocuklarda ve yaşlılarda depresyonun görülme
ihtimalinin düşük olduğunu ileri sürmüştür. Depresyon için 65 yaş üzerinde %1.7; 75 yaş
üzerinde %3.2; 79 yaş üzerinde %0.5; primer depresyon için %1.8; sekonder depresyon için %1.9
gibi oldukça düşük prevalans hızları bildirilmektedir. Ancak son yapılan araştırmalarda özellikle
sosyokültürel yapının değişimine bağlı olarak yaşlılardaki depresyonun arttığı gözlenmektedir.
Yine son zamanlarda, depresyonun 20 yaş altında eskiye göre daha sık görüldüğü
gözlenmektedir. Depresyon kadınlarda 35-45 yaşları arasında, erkeklerde 55-70 yaşları arasında
pik yapmaktadır (46).
26
EVLİLİK DURUMU
Kişiler arası ilişkiler depresyonun ortaya çıkmasında veya tetiklenmesinde önemli bir role
sahiptir. Keza depresyon da kişiler arası ilişkileri bozabilir. Depresyon en çok boşanmış ya da
ayrılmş kişilerde görülür. Depresyonun mu boşanmaya sebep olduğu yoksa yalnız yaşamanın mı
depresyonu ortaya çıkardığı tartışmalıdır. Evli erkekler en düşük risk grubunu oluştururlar.
Sırasıyla, evli kadınlar; yalnız yaşayan ve dul kadınlar; yalnız, dul, boşanmış erkekler; ayrılmış
veya boflanmış kadınlar artan oranda risk içersindedirler. Fakat bir başka araştırma yalnız
erkeklerin ve evli kadınların en büyük risk grubunu oluşturduğunu ileri sürmüştür (46)
Ülkemizdeki araştırmalarda 65 yaşın üzerindeki yaşlılarda, kadın olmanın; dul olmanın;
günlük yaşam aktivitelerinde başkalarına bağımlı olmanın depresyon riskini arttırdığı
bulunmuştur (45)
SOSYOEKONOMİK DURUM
Kesin bir bulgu olmamakla birlikte düşük sosyoekonomik durum ile depresyon arasında
bir bağlantı kurulmuştur. Özellikle düflük sosyoekonomik sınıftan çalışan kadınlardaki depresyon
oranı, daha yüksek sosyoekonomik sınıfta olan hemcinslerine göre daha yüksek bulunmuştur.
Kırsal kesimde şehirlere göre depresyonun daha fazla görüldüğü öne sürülmüştür. Bu konuda
ülkemizdeki araştırmalar kesin bir sonuç vermemekle birlikte, ampirik gözlemler bu görüşü
desteklemektedir.
SOSYAL ÇEVRE
Sosyal çevreye ait faktörler hem fiziksel hem de ruhsal rahatsızlıklara ait epidemiyolojik
araştırmalarda önem kazanmıştır. Çevresinden tutarlı, anlamlı ve uygun destekler alan bireyler
kendilerini yıkıcı çevresel streslere karşı daha iyi korurlar. Sosyal desteğin psikiyatrik
durumlardaki önemini ilk kavrayanlardan biri Emile Durkheim'dir. Durkheim "Toplum ile
27
bütünleşemeyen bireyler intihar için büyük risk altındadırlar" demiştir. Sosyal destek ağı
kalabalık olan kişilerde psikiyatrik rahatsızlıkların görülme ihtimali azalmaktadır (44)
Depresyonun sık görüldüğü bir başka durum da işsizliktir. işsizlerde depresyonun işli
olanlara göre üç kez daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. Burada işin anlamı ekonomik olmaktan
ziyade kişinin bir ifle yaradığı duygusunu hissetmesidir.
DEPRESYONUN DEĞİŞEN YÜZÜ
Majör depresif bozukluk görülme oranı yıllar geçtikçe artmaktadır. Özellikle 1940
yılından sonra doğanlarda bu artış belirgindir. Hastaneye yatışlar kıyaslandığında: 1950-1970
arasında depresyon nedeniyle hastaneye yatan hasta sayısı daha önceki dekadlarla
kıyaslandığında üç kez fazla bulunmuştur. Hastalığın başlangıç yaşı aşağı çekilmiştir. Özellikle
gençlerde depresyon görülme sıklığı artmıştır. Depresyon bütün yaş gruplarında artmakla birlikte
özellikle 1960 ve 1975 yılları arasında doğanlarda bu daha belirgindir. Depresyondaki artış
cinsler arasındaki farkı kaldırmamıştır. Hala kadınlarda depresyon erkeklere göre iki ila üç kez
daha fazla görülmektedir. Ancak bu farklılık yavaş yavaş ortadan kalkacak gibi görünmektedir.
Çünkü özellikle genç erkeklerde depresyon görülme sıklığı çok artmıştır. Ailesinde depresyon
hikayesi olan bireylerin depresyona yakalanma ihtimali normal populasyona göre iki ila üç kez
fazladır. Bu genel eğilimler gelişmiş batı ülkelerinde yapılan çalışmalardan elde edilen verilerdir.
Diğer ülkelerde yapılan araştırmalar bu verilerle uyumlu değildir. Ancak endüstrileşme arttıkça
muhtemelen bu memleketlerde de durumun değişeceği düşünülmektedir (47)
28
DEPRESYONUN ETYOPATOGENEZİ
İnsanlık tarihi kadar eski olan depresif bozukluğun etiyolojisini açıklamaya yönelik
görüşler Hippocrates’a (M.Ö. 460-357) kadar gider. O dönemde “Kora Safra”ya bağlanan
depresyonla ilgili çalışmalar günümüzde özellikle moleküler biyoloji ve beyin görüntüleme
tekniklerindeki gelişmeler sayesinde oldukça yol katetmiştir. Binlerce yıldır tanınan depresyonla
ilgili bilgiler arttıkça, etiyolojisi ile ilgili çeşitli görüşler ortaya çıkmış, çok çeşitli araştırmalar
yapılmıştır. Bu konu ile ilgili çalışmalar 20. yüzyılda ve II. Yarısında yoğunlaşmıştır. Bunların
amacı depresyonun patogenezini aydınlatmak, klinik belirtilerle aralarında bağ kurmak,
depresyonun tedavisi için yeni imkanlar ortaya koymaktadır.
Ancak depresyon etiyolojisi halen tam olarak aydınlatılmamıştır. Bunun sebepleri
depresyonun belirli bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olması, farklı alt gruplarının var oluşu
ve oluşumunda çoğul etkenlerin rol alması olabilir. Depresyonun oluş sebeplerini 3 ana başlık
altında toplamak mümkündür; psikososyal, biyolojik ve genetik etkenler (58).
GENETİK
Psikiyatrik hastaların etiyopatogenezinde genetik geçişin de rol oynaması, bugün
tartışılmaz bir konudur. Özellikle monozigot ikizlerde bu psikiyatrik tabloya daha sık
rastlanması; aile prevalansının, popülasyon prevalansından daha yüksek değerler göstermesi bu
düşünceyi desteklemektedir.
Affektif bozukluklarda genetik monozigot ikizlerde %50-100 arasında değişmekte iken,
dizigot ikizlerde %25 oranlarında görülmektedir.
Evlatlık çalışmalarında; depresyonu olan evlatlıkların biyolojik anne-babalarında
depresyona yakalanma ihtimali veya depresyon öyküsü, depresyonu olmayan evlatlıkların
biyolojik anne-babalarınkinden daha yüksek bulunmuştur.
29
Genetik belirleyiciler olarak; ABO kan grubu, HLA antijeni, Xg (X’e bağlı dominant
marker), trombosit MAO aktivitesi, G-G-PDH, membran transport özelliği ve renk körlüğü
çalışılmıştır.
Sonuçlara dayanarak depresyonda ailesel bir gidiş olduğu kabul edilmektedir.
Depresyonda genetik etkenlerin önemli olduğu kabul edilirken, geçişin nasıl olduğu tam olarak
bilinmiyor. X’e bağlı otozomal dominant bir geçişin olabileceği öne sürülmekle birlikte, buna
uymayan bulgular da elde edilmiştir. Genel olarak kabul edilen görüş, depresyonda genetik
geçişin tam olmayan bir penetrasyonla poligenetik ve heterojen olduğudur (57).
DEPRESYONDA BİYOKİMYASAL ETKENLER
20. yüzyılın ikinci yarısında biyolojik psikiyatride önemli gelişmeler olmuştur. Monoamin
oksidaz inhibitörü (MAOI) ve trisiklik antidepresan (TCA)’ların bulunmasından sonra dikkatler
beyin nörokimyasına çevrilmiştir.Nörotransmitterler ve reseptörlerle ilgili çok sayıda araştırma
yapılmış olup halen bu alandaki çalışmalar sürdürülmektedir (49).
Biyojenik aminler: 1960’lı yıllarda öne sürülen katekolamin ve daha sonra serotonin (5HT) hipotezleri mizaç bozukluklarında biyojenik aminlerdeki değişikliklere odaklanmayı
sağlamıştır. Depresyon etiyolojisinde özellikle norepinefrin (NE) ve 5-HT etkinliğinde azalma
olduğu en çok kabul gören bulgulardan biridir.
Norepinefrin
Biyojenik aminlerden NE, mizaç bozukluklarının patofizyolojisinde üzerinde en çok
durulan nörotransmitterlerden biridir. Hem NE hem de 5-HT tesirini arttıran trisiklik
antidepresanların yanısıra oldukça özgün nöradrenerjik antidepresan ilaçların (örnek desipramin)
klinik olarak yararlılığı NE’nin önemini göstermektedir. β-adrenerjik reseptörlerin downregülasyonu ile klinik olarak antidepresanlara verilen cevaplar arasındaki paralellik bu görüşü
destekleyen bir başka bulgudur.
30
Çeşitli çalışmalar depresyonda nöropinefrinin BOS’da NE’nin major metaboliti olan
MHPG düzeyinin idrarda çok düşük veya yüksek olduğunu göstermiştir. Norepinefrin depolarını
boşaltan ve düzeyini azaltan rezerpin, tetrabenazin, metildopa, propranolol gibi ilaçların
depresyona yol açtığı tespit edilmiştir. Öte yandan reseptör duyarlılığında bir azalma olduğu öne
sürülürek noradrenerjik işlev yetersizliğinden de söz edilmektedir. Lityum, NE geri alımını
potansiyalize ederek antidepresanların etkinliğini artırır.
Rezerpinin herkeste depresyon meydana getirmemesi, amfetamin ve kokainin NE nöronal
iletimini potansiyalize etmesine rağmen, antidepresif etki göstermemesi, monoamino oksidaz
inhibitörü (MAOI) veya NE geri alım inhibitörü olmayan iprindol’ün atidepresif etki göstermesi
yukarıdaki
açıklamaların
depresyonun
etiyolojisini
aydınlatmada
yetersiz
kaldığını
göstermektedir.NE işlev bozukluğu depresyon için özgül değildir.
Serotonin (5-HT)
Serotoninle ilgili ilk bulgular, major metaboliti olan 5-HIAA düzeyinin BOS’ta düşük
bulunmasıdır. Depresyonu 5-HT yetersizlik sendromu olarak görenler olduğu gibi, depresyonda
serotonin işlevinde artma olduğunu öne sürenler de vardır.
Seçici serotonin geri alım inhibitörleri antidepresif etki gösterir. 5-HT prekürsörü olan
triptofan antidepresif etki göstermekzen, 5-HT’e daha yakın 5H: triptofan antidepresiflerin
etkisini artırır. Lityum serotonerjik nöronal iletimi artırarak antidepresif tedaviye yardım eder. 5HT işlevini artıran ajanlar 5-HT denetiminde olan prolaktin salgılanmasını artırır, growth hormon
(GH) salgılanmasını azaltır. Serotonerjik sistem noradrenerjik ve dopaminerjik sistemle
ilişkilidir. Birindeki değişme diğerlerini de etkiler. 5-HT anormallikleri şizofreni, anksiyete,
dikkat eksikliği gibi bozukluklarda da görüldüğü için depresyona özgü değildir.
İntihar sonucu ölen kişilerde yapılan incelemelerde beyindeki 5-HT ve 5-HİAA (5hidroksi indol asetik asit) düzeylerinin düşüklüğü 5-HT’nin depresyon patogenezinde rolü
olduğunu desteklemiştir. TCA’lardan sonra geliştirilen seçici serotonin geri alım inhibitörlerinin
(SSRI) depresyondaki klinik yararlılığı ise 5-HT’nin önemini ve değerinin artırmıştır (50).
31
Dopamin (DA)
Depresyonlu hastalarda BOS homovalinik asit (HVA) düzeyi düşük bulunmuştur.DA
döngüsünün (turnover) azaldığı öne sürülmektedir. Psikotik belirtili depresyonlarda ise, DA
döngüsü ve HVA düzeyi düşük bulunmuştur.
Rezerpin ve tetrabenazin DA depolarını boşaltır, DA azalması retarde depresyona ve
öğrenme yetersizliğine yol açar. DA agonistlerinin ise, antidepresif etki gösterdiği tespit
edilmiştir.
Dopamin düzeyini yükselten tyrasine, amfetamin gibi maddeler depresif belirtileri
azaltırlar. Ayrıca dopaminerjik aktiviteyi arttıran antidepresif ilaçların (örnek Bu propion,
amineptin) klinik yararlılığı bilinmektedir (54).
Asetilkolin
Depresyonda kolinerjik etkinliğin arttığı, kolinerjik ilaçların (rezerpin, metildopa,
propranolol, antipsikotikler) depresyon ortaya çıkardıkları bulunmuştur. Bu görüşe göre,
kolinerjik/adrenerjik etkinlik oranı kolinerjik etkinlik lehine bozulmuştur. Kolinerjik aktiviteyi
artıran bazı ilaçların depresif belirtiler ortaya çıkarması ve TCA’lerdeki antikolinerjik etki bu
hipotezi destekler.
GABA
Bir inhibitör nörotransmitter olan GABA depresyonda düşük bulunmuştur. GABA
agonistleri NE ve serotonerjik nöronların ateşlenmesini artırır. DA döngüsünü azaltır. Plazma
GABA seviyesi, mizaç bozukluğu olan bazı hastalarda düşük bulunmuştur. Ancak bulguya manik
hastalarda da rastlanmıştır. Ayrıca GABA düzeyinin düşüklüğü depresyon düzeldikten sonra da
devam eder. Bu da GABA’nın sınırlı bir değerini ifade eder.
32
Nöropeptidler
Bunlar limbik sistemde fazladır ve nöronal iletimde rol oynarlar. En çok bilinenleri
opioidlerdir. Endorfinler hem depresyonda, hem de stres yaratan durumlarda yükseldikleri için
depresyona özgül değildir.
Somatostatin
Hipofizde bir nörohormon, merkezi sinir sisteminde bir nörotransmitter, periferde bir
hormon olarak etkinlik gösteren tetradekapeptiddir. Depresyonda BOS somatostatin düzeyi düşük
bulunmuştur. Aminerjik ve kolinerjik nörotransmitterlerin döngüsünü arttırır.
Trombosit MAO aktivitesi
Trombosit MAO aktivitesi dışa dönük kişilerde düşük, içe dönük kişilerde yüksek
bulunmuştur.
Elektrolit bozukluklar
Bu alandaki çalışmalar özellikle Na ile ilgilidir; depresyonda intraselüler sodyumun arttığı
öne sürülmektedir.
NÖROFİZYOLOJİK ÇALIŞMALAR
Bu alandaki çalışmalar arasında EEG, uyku, biyoritm bozuklukları, elektrodermal
aktivite, uyarılmış potansiyel çalışmaları vardır.
33
EEG
Depresyonlularda EEG bozukluğu normalden çok ve %40 oranındadır. Bu hastaların
EEG’lerinde α dominansı ve fokal temporal lob anormalliği görülür. Uykuya dalma süresinde
uzama, REM latensinde azalma, ilk REM periyodunda uzama ve anormal delta uykusu görülür.
Ayrıca uyku sürekliliğinde bozulma sıkça görülür.
Uyku çalışmaları
Depresyonda uyku sürekliliğinde bozulmalar, REM dansitesinde artma, REM latensinde
azalma vardır.
Biyoritm
Depresyonda bedendeki sirkadiyan ritmde bozulma görülür. Bu alanda kortizol ve
melatonin salgılanmasında bozukluk, uyku fazında kaymanın olması önemlidir.
Depresyonlularda elektrodermal aktivitede azalma tespit edilmiştir.
Evoked potansiyel çalışmaları depresyonlularda sağlıklılar arasında çeşitli uyaranlara
kardiyak cevapla, cevap süresinde farklılıklar olduğunu göstermiştir.
NÖROENDOKRİNOLOJİK ÇALIŞMALAR
Özellikle son yirmi yılda adrenal ve tiroid sistemlerine artan bir ilgi ve buna paralel olarak
çok sayıda çalışma vardır.
34
Hipotalamik-pituiter-adrenal aksı
Bu alandaki çalışmalar CRY’ye ACTH cevabının azaldığını, CRH’nin fazla salgılandığını
ve sonuç olarak kortizol düzeyinin arttığını göstermektedir. Ayrıca, depresyonda kortizolün
sirkadiyan ritminin de bozulduğu bulunmuştur. CRH NE, 5-HT ve asetilkolin denetimindedir.
Depresyonlu hastaların bir bölümünde deksametazon supresyon testi (DST) pozitiftir.
Ancak bu test başka bozukluklarda yanlış pozitif veya negatif sonuçlar verebildiği için özgül bir
test değildir. Depresyonlularda HPA aksının aktivasyonunun immün sistem işlevlerindeki olası
değişikliklere bağlı olabileceği öne sürülmektedir.
Hipotalamik-pituiter-tiroid aksı (HPT)
Bu alandaki çalışmalar TRH’ye TSH’nin cevabının azaldığını göstermiştir. T4 artışı
olduğunu bulanlar da vardır. Özellikle kronik depresyonda düşük gradeli hipotiroidizm ihtimali
yüksektir.
Melatonin
NE’nin denetiminde 5-HT’den sentezlenen bu hormon ışığa duyarlı olarak çalışır.
Depresyonda salgılanması bozuktur. Bazı hastalarda (özellikle DST’si pozitif olanlarda) düşük
noktürnal melatonin düzeyi bulunmuştur. Bu bozukluk, noradrenerjik veya hipotalamik bir
lezyonla ilgili olabilir.
- Growth hormon salgılanmasında azalma,
- Prolaktin düzeyi;
- NE’nin kortizol salgılanmasını stimüle etmesi (53).
35
NÖROANATOMİK VE NÖROFONKSİYONEL ÇALIŞMALAR
Beynin yapı ve işlevlerini değerlendirmede CT, MRI, MRS, PET, SPECT gibi araçlar
önemlidir. Depresyonun nöroanatomik ve nörofonksiyonel yönlerden anlaşılmasında bu araçlar
kullanılmış ve önemli bilgiler elde edilmiştir.
CT ile yapılan çalışmalarda depresyonlularda ventrikül genişlemesi ve buna bağlı olarak
ventrikül/beyin oranında artma bulunmuştur. Ancak bu bulgu, başka bozukluklarda da görüldüğü
için, özgül değildir. MRI’da özellikle yaşlı depresiflerde subkortikal beyaz cevherde fokal
hiperdansite bulunmuş, ancak özgül bir bulgu olarak kabul edilmemiştir. PET ile yapılan
çalışmalarda serebral glukoz metabolizmasında azalma, SPECT incelemelerinde frontal
hipoperfüzyon bulunmuş, bunlar tedavi sonrasında normale dönmüştür.
Nöroanatomik çalışmalar sonunda, depresyonla ilgili olduğu düşünülen beyin alanları
amigdala, prefrontal korteks, hipokampus, bazal ganglia, talamus, korteksteki konuşma alanı,
hipotalamus, beyin sapıdır.
İLAÇLAR
Rezerpin, metildopa, steroidler, alkol, barbitüratlar, oral kontraseptifler, çok uzun süre
kullanılan amfetamin gibi ilaçlar ve maddeler depresyon ortaya çıkarabilmektedir.
HASTALIKLAR
Tiroid hastalıkları, diabetes mellitus, Addison hastalığı, Cushing hastalığı, pernisiyöz
anemi, sistemik lupus eritematozus, multiple sklerozis, Parkinson hastalığı, demans,
enfeksiyonlar, travmalar, intrakanial urlar, karsinomlar, depresyona neden olur (52).
36
PSİKODİNAMİK GÖRÜŞLER
İnsanlar her şeye hem libido, hem de agresyonla yatırım yapar. Bir nesne kaybı yası
başlatır. Depresyondaki kayıp ise, gerçek veya gelişimsel nitelikte olabilir. Depresyonda suçluluk
duygusu bulunurken, yasta bulunmaz. Depresyonun psikodinamik açıklamalarına katkısı olanlar
aşağıda gösterilmiştir.
S. Freud: Klasik psikonalitik görüşün depresyon dinamiğinin formülasyonu şöyledir:
- Bireyde oral dönemde saplanma, buna bağlı olarak güçlü bağımlılık duyguları, sevgi
isteği, ayrılığa karşı aşırı duyarlılık vardır.
Bireyin ilişkilerinde karşıt değerli (ambivalant) duygular egemendir. Bu duygular
depresyonda sevgi-nefret ikilisidir. Sevgi bilinçli iken, nefret bilinç dışıdır. Depresyonda içe
atılmış bir sevgi nesnesi vardır ve bu nesneye karşı da aynı duygular yaşanır (51).
- Üstbenlik katı ve güçlüdür.
- Bireyde gerçek veya imgesel bir kayıp duygusu vardır ve bu duygu bilinçdışı kin ve
nefreti canlandırır.
- Katı üstbenlik sebebiyle bilinçdışı kin ve nefret duyguları dışa yansıtalamaz, bireyin
kendisine yönelir.
- Bireyde sevilme, beğenilme, onay görme için özveriye dayalı bir çaba vardır.
- Olumsuz duyguların bireyin kendisine yönelmesi benlik saygısını düşürür, diğer
depresyon belirtileri ortaya çıkar. Benlik güçsüzdür.
Klasik psikanalatik görüşün depresyon formülasyonunda saldırganlık, ruhsal aygıtın
altbenlik, benlik, üstbenlik yapıları arasındaki çatışma önemlidir.
37
E. Bibring: Bibring benlik psikolojisinin görüşlerini yansıtır. Depresyona yol açan
çatışmanın salt benlik içinde de olabileceğini vurgular. Bireyin benliğin özsever emel ve
beklentilerinin gerçekleşmediği durumlarda çaresizlik ve benlik saygısında düşmeyle karşı
karşıya kaldığını ve benliğin sanki felç olarak işlevlerini yerine getiremediğini öne sürer. K.
Horney, J. Bowlby, H. Kohut, E. Zetzel, M. Klein: Depresyonun ortaya çıkmasında anne ve
çocuk ilişkisinin niteliğinin ve anne-çocuk ayrılığının önemini vurgularlar. Kernberg, Hartmann,
Fairbain, Volkan:
Depresyonu dürtüler yerine nesne ilişkileri çerçevesinde formüle etmişlerdir. Jacobson:
Depresyonda temel sorunun benlik saygısındaki düşme olduğunu öne sürmüştür.
Öğrenilmiş çaresizlik görüşü
Seligman yaptığı deneylerde köpeklere elektrik akımı verirken, aynı zamanda onların
kaçma girişimlerini engellediğinde, köpeklerin bir süre sonra kaçma girişimlerini bıraktıklarını,
durgun ve üzüntülü bir duruma girdiklerini görmüş ve bu durumu insanlardaki depresyona
benzetmiştir. Buna göre, erken yaşlardan itibaren olumsuz hayat olayları ile karşılaşan, sürekli
engellenen ve bu durumlarla başedemeyen kişiler depresyona girebilir. Öğrenilmiş çaresizlik
görüşü özellikle reaktif depresyonların açıklanmasında önemlidir. Böyle bir durum NE
aktivitesinde azalma yaratmakta, NE eksikliği giderildiğinde durum düzelme göstermektedir (55).
Bilişe ait (kognitif) kuram
Beck depresyonu anlamada psikonalitik, davranışçı, biyolojik yaklaşımların
yeterli
olmadığını öne sürerek depresyonda bilişe ait (kongnitif) işlev bozukluğunun temel önemde
olduğunu belirtmiştir. Beck’e göre, depresif hastalarda bilişe ait bir yatkınlık vardır ve bu
yatkınlık çocukluk yıllarında gelişir. Bilişe ait görüşe göre depresyonun formülasyonu şöyledir:
- Çocukluk çağındaki yaşantılar öğrenme yolu ile bazı temel düşünce, değer yargıları
ortaya çıkarır. Bunlar şema olarak adlandırılır.
38
- Bu şemalar katı, değişmeye dirençliyse, birey yeterli işlev düzeyine ulaşamaz.
Depresyonda görülen şemalar yetersizlikler, değersizlikler, başarısızlıklar ve sevilmemedir (56).
- Herhangi bir hayat döneminde yaşanan bu şemalarla uyumlu bir olay şemaları etkin
duruma getirip algılamada ve anlamlandırmada bozukluklar ortaya çıkar, bilgiler yanlış işlenir.
- Bunların sonucunda “olumsuz otomatik düşünceler” ortaya çıkar. Bunlar bireyin
kendisine, dış dünyaya, geleceğine olumsuz bakışını kapsar.
- Sonuçta depresyon gelişir.
Bilişe ait görüşe karşı bazı eleştiriler yapılmakla birlikte, genel olarak kabul görmektedir. Beck
daha sonra görüşlerine depresyon geliştirebilecek kişilik yapıları olarak “otonom” ve “sosytrop”
kişilikleri eklemiştir.
Hayat olayları
Stresli hayat olayları ile depresyon ortaya çıkması arasında önemli ilişki olduğunu
savunanlar olduğu gibi, bunların ancak depresyonu ortaya çıkarıcı bir etkilerinin olabileceğini
öne sürenler de vardır. Stresli yaşam olayları reaktif depresyonda önemli olabilir. Burada önemli
olan, stresli yaşam olayının bireyce nasıl algılanıp değerlendirildiği, bu olayla başetme gücünün
ne kadar ve nasıl olduğudur. A. Meyer depresyonu bozuk yaşam olaylarına bir tepki olarak görür.
Kronik stres, hiyerarşideki bir düşme depresyona sebep olabilmekte, hatta ödül olarak
algılanan olaylar bile depresyona yol açabilmektedir. Burada sosyo kültürel özellikler, toplumsal
değer yargılama da önemli olabilmektedir. HS. Sullivan depresyon gelişmesinde kişilerarası
ilişkinin önemini vurgulamaktadır.
Kişilik yapısı ile depresyon arasında ilişki kurmaya çalışan araştırmacılar olduğu gibi,
böyle olmadığını öne sürenler de vardır. Depresyonun obsessif kompulsif, bağımlı, histrionik,
borderline, özsever kişilik yapısında olgularda daha sık görüldüğü belirtilmektedir; ancak
depresyon her kişilik yapısında görülebilir.
39
Depresyonluların hastalık öncesi kişilik özellikleri ile ilgili yeterli çalışma yoktur.
İyileştikten sona yapılan kişilik yapısı değerlendirmeleri ise, hastalık öncesi kişilik yapısını tam
olarak yansıtmaz. Yine de depresyon ortaya çıkan kişilerde obsesif özellikler, güvensizlik,
bağımlılık, eleştirilere dayanaksızlık, duygu ve düşüncelerini dışa vurmada yetersizlik, stresle baş
etme kifayetsizliği, duygusal dengenin kolayla bozulması daha çok görülmektedir (56).
Psikoimmünoloji
Depresyonla değişen immünite arasında bir ilişki olduğu öne sürülmüş, fakat özgül bir
sebep olarak görülmemiştir. Depresyondaki endokrinolojik değişikliklerin immün sistemdeki
muhtemel değişikliklere bağlı olabileceği gibi, mitojen stimülasyonuna in vitro lenfosit cevabının
azaldığı öne sürülmüştür (48).
DEPRESYONUN KLİNİĞİ (59-67)
Bu yazıda depresyonun tiplerine göre klinik belirtileri gözden geçirilecektir.
MAJOR DEPRESSİF EPİZOD
Major depresyon nöbetlerle seyreder ve çoğunlukla 30’lu yaşların başlarında görülür.
Hayat boyu tek epizod ya da en az iki ay aralıklarla birbirlerinden ayrılan tekrarlayıcı epizodlar
şeklinde ortaya çıkar.
40
KLİNİK OZELLİKLER
I- Kognitif (bilişsel) bozukluk belirtileri
a. Düşünce bozuklukları:
aa. Düşünce süreci: Konuşma yavaşlaması, monoton ve gecikmeli cevap verme,
konuşurken büyük bir çaba sarfettiğinin göze çarpması gözlemlenir. Ağır depresyonlu hastalar
tek tek sözcüklerle konuşurlar (evet, hayır), bazen hiç konuşmayabilirler (mutizm).
ab. Düşünce içeriği (muhteva): İçinde bulunduğu duygu duruma uygun olarak (moodcongruent), kişisel yetersizlik, kendini eleştirme, suçlama, umutsuzluk, karamsarlık, geleceğe ait
endişeler ve ekonomik açıdan yoksulluk düşünceleri sıklıkla görülür. Yaklaşık %10 civarında
hastalarda hezeyana rastlanabilir. Psikotik özellikler gösterenlerde duygu duruma uygun olmayan
(mood-incongruent) hezeyanlar olabilir. Hastalarda ölüm düşünceleri oldukça fazladır, genelde
%75’inde intihar düşüncelerine rastlanabilir. Hastaların benlik saygılarında azalma önemli bir
bulgudur. Obsessif bir tarzda tekrarlayan ölüm ve intihar düşünceleri görülebilir. Kararsızlık
hemen hemen her hastada kaçınılmazdır. Bazı hastalar aşırı bir şekilde bedenleriyle uğraşırlar.
Bitkinlikten şikayetçidirler, dayanılmaz ağrı şikayetleri, genellikle baş ağrıları tipiktir ve ayrıca
sırt, omuzlar, göğüs ve karında ağrılardan yakınırlar.
b. Algı: Daha çok kendine yönelik, kusur ve hatalı davranışlarından dolayı azarlayıcı
sesler olarak algı bozukluğu görülebilir, depersonalizasyon ve derealizasyon duyguları, bazen de
koku hallüsinasyonları olabilir.
c. Hafıza ve dikkat: Hatırlamada güçlük (dismnezi) ve unutkanlık sıklıkla şikayet
konusudur. Dikkatlerini ve düşüncelerini bir konu etrafında yoğunlaştıramazlar. Bu durum
günlük hayatlarına yansır, TV seyredemezler, kitap, gazete okuyamazlar. Yaşlılar konuşmak
istemedikleri için sorulan sorulara cevapları hatırlayamadıklarını söylerler. Bu durum (pseudo
demans) demans olarak yanlışlıkla değerlendirilmeye sebebiyet verir. Daha çok spontan dikkatte
azalma görülür.
41
II- Duygulanım bozuklukları
İlgi kaybı özellikle ön plandadır. Zevk alamama (anhedonia), çaresizlik, karamsarlık,
keder ve elem sıklıkla görülmektedir. Gün içinde duygudurum değişimleri belirgindir. Sabah
saatlerinde depressif duygular yoğundur. Akşama doğru kısmen düzelir. Gece sık uyanmalar,
sabah erkenden uyanıp daha sonra uyuyamama karakteristiktir.
Anksiyete, birçoğunda görülür, sıkıntı sabahları uykusuzlukla beraberdir.
Toplumsal mesleki alanda ya da işlevsel alanlarda bozukluk duygu duruma bağlı olarak
artabilir.
Depressif hastalarda obsessif, fobik, histerik, psikastenik semptomlar ve panik bozukluğa
ait belirtiler de görülebilir.
III- Davranış bozuklukları
Genel bir çöküntü her halinden okunmaktadır. Yüz ifadesi donuk, sarkık bir yüz, omuzlar
çökmüş adeta kamburu çıkmış bir halde oturur. Konuşma yavaşlamış, enerjisi tükenmiş gibidir.
‘Psikomotor Retardasyon’ adı verilen bir tablo hakimdir. Melankoliklerde hiç konuşma
olmayabilir (mutizm), bazen stupor halindedir, bir kısmı anksiyetelidirler.
Ellerini ovuştururlar, yerlerinde duramazlar, sürekli gezinirler, inlerler, şikayetçidirler,
kötümserdirler (pesimist) ve herşeye itiraz ederler. Motor huzursuzluk içindedirler (psikomotor
huzursuzluk). Bu durum daha çok yaşlılarda görülür. Genç hastalar ve 50 yaşlara kadar olan
erişkinlerde tablo daha ziyade retarde görünümündedir. Çocuklar irritabl olabilir.
42
IV- Fizyolojik bozukluklar
İştah azalması, kilo kaybı, bazı kişilerde de iştah artması görülür. Kabızlık, cinsel istek
kaybı, kadınlarda libido azalması, dismenore, amenore, adet düzensizliği gibi menstrüel
disfonksiyonlara rastlanır.
Depresyonda uyku bozuklukları genellikle uykuya dalmada güçlük, sık uyanmalar ve
sabah uykusuzluğu (insomnia) görülür. %20’sinde ise aşırı uyuma (hypersomnia), günde 14-15
saat gibi uzun süre uyumaktan şikayetçidirler.
DEPRESYON VE İNTİHAR
Orta ve ileri derecedeki depresyonlu hastalarIn yaklaşık %75’inde intihar düşüncesi
vardır. Melankoliklerde intihar oranı yüksektir. %10’u başarılı olurlar. İntihar girişimi
(parasuicide) kadınlarda daha fazla, ölümle sonuçlanan intiharlar ise erkeklerde daha fazladır.
İntiharlar depresyonun erken döneminde umutsuzluk ve çaresizlik duygularından dolayı genelde
çok görülür, buna karşılık iyileşme dönemlerinde de beklenmedik bir umutsuzluk düşüncesine
kapılması halinde de intihar girişimi olabilir.
DİĞER MAJOR DEPRESYONLAR
Kronik major depresyon: İki yil boyunca ardarda devam eden, arada iki ay veya daha
fazla süren belirtisiz iyileşme dönemleri göstermeyen hastalar kronikleşmiş olarak kabul
edilmelidir.
Melankolik tip major depresyon: Major depresyonun daha ağır tablosudur. Yoğun
depressif duygular aşırı ve uygun olmayan suçluluk duyguları ile birlikte intihar ihtimalinin
yüksek olması sebebiyle acil tedaviyi gerektiren bir depresyondur.
43
Klinik belirtiler
a. Kognitif bozukluklar: Düşünce süreci- Hasta çok az konuşur, bazen hiç konuşmaz.
Düşünce içeriği- Aşırı suçluluk duyguları, günahkârlık düşünceleri, aşırı mutsuzluk, işe
yaramazlık ve değersizlik düşünceleri tabloya hakimdir. Bazılarında mikromanyak hezeyan
şeklinde düşünce bozukluklar görülebilir. Dış dünya ile ilişkileri kaybolmuştur, sürekli ölüm
düşünülebilir. Zaman kavramı adeta durmuştur.
b. Duygulanım bozuklukları: Sabah erken saatlerde sıkıntılı ve karamsardırlar, moral
ızdırap içindedirler, anksiyete eşlik edebilir. Fiziksel acılara bile tepki veremeyebilirler, ‘affektif
anestezi’ içinde bulunabilirler. Bu durum da hastanın kendini suçlamasına sebep olabilir, ‘Ben ne
kadar bencilim’ diye...
c. Davranış bozuklukları: Özellikle psikomotor retardation ya da ajitasyon
görülmektedir. Konuşmazlar (mutizm), ağlamazlar, donuk, kararmış ve ızdıraplı yüz ifadeleri
karakteristiktir. Alınlar kırışık, kaşlar çatık, görünüm adeta ‘omega’ şeklini almış gibidir ve
‘omega melankoli’ denir. Pesimist ve antagonisttir
d. Fizyolojik bozukluklar: Uykusuzluk, erken uyanma, kilo kaybı (bazen de kilo alma),
iştahsızlık görülür. Bu hastalarda hayatı ve ölümü inkâr tarzında ortaya çıkan negasyon
(nihilistik) düşünceler görülebilir. Midesi tıkanmış, kalbi durmuştur, hatta kendisi artık mevcut
değildir (somatik nihilistik hezeyanlar), hiç ölmeyip azap çekecektir (immortalite), bazen de bir
organını cezalandırır (otomutilasyon).
PSİKOTİK ÖZELLİKLERİ OLAN MAJOR DEPRESYON
Bu tür depresyonlarda egonun gerçeği değerlendirme fonksiyonu ileri derecede
bozulmuştur. Hezeyanlar, hallüsinasyonlar görülebilir. Hezeyanlar, kendini suçlama ve kınama
tarzındadır. Şizofreniden farkı, sadece depresyon sürecinde ve affektif sendromla beraber görülür,
iyileşmeyle kaybolur. Bu hastalarda yoksulluk, kişisel yetersizlik, suçluluk, hastalık, ölüm, hayali
günahları için cezalandırılma, cezalandırılmayı hak etme, dünyanın ve kendisinin yok olacağına
44
dair nihilistik, kanser veya ölümcül başka bir hastalığa yakalanacağına dair düşünceler, somatik
günahkârlık ya da yetersizlikten dolayı kendisine kötülük yapılacağı şeklinde perseküsyon
hezeyanları görülür. Hallüsinasyonlar depressif durumla uyumludur. Psikomotor inhibisyon
vardır, yemek reddi olabilir, stupor halinde bulunabilirler, az da olsa depressif duruma uygun
olmayan hezeyanlara rastlanabilir.
DİSTİMİ (NÖROTİK DEPRESYON)
Erişkinlerde en az 2 yıl, çocuklar ve ergenlerde 1 yıl süreyle devam eden depressif duygu
durumudur (çocuklar ve ergenler genellikle irritabldırlar). Gün boyu süren depressif belirtiler
görülür, major depresyon kadar ağır değildirler. Klinik belirtiler flu şekilde özetlenebilir.
Konsantrasyonda azalma, unutkanlıktan şikayet etme, karar vermede güçlük, yetersizlik
duyguları, benlik saygısında azalma, umutsuzluk, geleceğe yönelik karamsarlık duyguları,
çaresizlik, geçmişe ait düşüncelere dalma ve üzülme, güvenliğini, saygınlığını ve sevgisini
kaybetme endişeleri vardır. Çocuklarda aşırı öfke ve huzursuzluk, kötümserlik, korku, endişe ve
anksiyete görülür. Enerji azalmaları, kronik yorgunluk, bitkinlik, verimlilikte azalma, toplumsal
geri çekilme, uyku düzensizliği, iştah bozukluğu, gece korkuları ve diş gıcırdatmaları (bruksizm)
görülebilir.
DİĞER DEPRESYONLAR
Puerperal depresyon: Doğum sonrası annelerde görülen depressif tablolardır. Üç tip
olarak değerlendirilmektedir. Birinci Tip: Doğumdan 3-5 gün sonra başlayan anksiyete, gelip
geçici ağlama nöbetleri, letarji gibi semptomlar. İkinci Tip: Doğumdan 20-25 gün sonra gelişir.
Karamsarlık, üzüntü, yetersizlik, anhedonia tablosu. Üçüncü Tip: Doğumu müteakip ilk üç ay
içinde gelişen depresyondur.
Paranoid depresyon: Duygu duruma uygun olmayan paranoid tipte hezeyanlar şeklinde
düşünce bozukluklarının görüldüğü tablolardır.
45
İnvolusyonel depresyon (yaş dönümü depresyonu): 40-45 yaşlarında kadınlarda
görülen ve daha çok anksiyete, ajitasyon, suçluluk duyguları ve hipokondriyak uğraşıların
görüldüğü daha çok gecikmiş bir depresyondur.
Atipik depresyon: Genellikle 15-40 yaşları arasında görülen ve endojen olmayan, gün
içinde değişim gösterebilen, anksiyete fobik, histerik ya da obsessif belirtilerin yanında akşamları
artan depressif duygular, uyku düzensizliği, cinsel sorunlar, iştah veya kilo artışı, uyumsuzluk,
alkol ve benzeri maddelere eğilim ve dürtüsel (impulsif) davranış gösteren, şikayetlerini somatize
etmeye ve histrionik davranışlarla birlikte kişilik bozukluklarını andıran özellikler gösterir.
Maskeli
depresyon:
Somatik
şikayetlerin
vejetatif
bozuklukların,
karakter
bozukluklarının, seksüel veya beslenme ile ilgili davranış bozukluklarının ön planda olduğu
endojen tabiatlı depresyonlar, ‘Maskeli Depresyon’ ismi altında toplanmaktadır. Somatik
şikayetler; dolaşım, sindirim, boşaltım ve genital sistemlere ait bulgularla birlikte uyku
bozuklukları, iş gücünde azalma ve iştahsızlık şeklindedir. Daha çok ağrı ve paresteziler, baş
ağrıları, ense ağrısı, atlas sendromu, parestezik verteks baş ağrıları, dorsalji, lumbalji ve
paresteziler tarzında duyu bozukluklarıdır. Bu bulguların ortak yönü yorgunluk, anksiyöz
tabloları ve özellikle sabahları şiddetlenmeleridir. Genel bir keyifsizlik, ölüm ve beyinde tümör
gibi nosofobilerle birliktedir. Anoreksi de depresyon eşdeğeri gibi görülebilir. Kronik alkolizm de
temelde yatan bir depresyonu gizleyebilir. Alkol kesiminden sonra depresyon haftalar veya
aylarca sürebilir.
Genel Tıbbi Duruma Bağlı Duygudurum Bozukluğu için tanı ölçütleri
A. Aşağıdakilerden biri (yada her ikisi) ile belirli belirgin ve sürekli bir duygudurum
bozukluğu klinik görünüme egemendir:
(1) Depresif duygudurum ya da tüm etkinliklere karşı ya da bu etkinliklerin çoğuna karşı
ilgide belirgin azalma ya da artık bunlardan eskisi gibi zekv alamıyor olma
(2) Kabarmış, taşkın ya da irritabl duygudurum
46
B. Öykü, fizik muayene ya da laboratuar bulgularında, bu bozukluğun genel tıbbi bir
durumun doğrudan fizyolojik bir sonucu olduğuna ilişkin kanıtlar vardır.
C. Bu bozukluk başka bir mental bozuklukla daha iyi açıklanamaz (örn. Genel tıbbi bir
durumun olmasına tepki olarak ortaya çıkan Depresif Duygudurum Gösteren Uyum Bozukluğu)
D. Bu bozukluk sadece Deliriumun gidişi sırasında ortaya çıkmamaktadır.
E. Bu semptomlar klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki ya da
önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olur.
Genel Tıbbi Duruma bağlı bir Duygudurum Bozukluğu Majör Depresif Bozukluk, Bipolar
I Bozukluğu, Bipolar II Bozukluğu ve Depresif Duygudurum ile giden Uyum Bozukluğunda
(genel tıbbi bir durumunun olmasının getirdiği stresten kaynaklanan uygunsuz bir tepki gibi) ayırt
edilmelidir. Majör Depresif ve Bipolar Bozukluklarda, Uyum Bozukluklarında genel tıbbi
duruma eşlik eden, özgül ve doğrudan neden olduğu düşünülen fizyolojik mekanizmaların varlığı
gösterilemez. Belirli bir takım semptomların (kilo kaybı, insomnia, yorgunluk gibi) bir
duygudurum bozukluğunu mu yansıttığı, yoksa genel tıbbi bir durumun (kanser, inme, miyokard
infarktüsü, diabet gibi) doğrudan bir görünümü mü olduğunu belirlemek çoğu zaman zor olur. Bu
tür semptomlar, genel tıbbi bir durumla tam olarak ve açıkça açıklanabildikleri durumlar dışında
Majör Depresif Epizot tanısı lehine degerlendirilir. Klinisyen, duygudurum bozukluğunun primer
mi olduğunu, madde kullanımının mı, yoksa genel tıbbi bir durumun mu buna yol açtığını
belirleyemiyorsa Başka Türlü Adlandırılamayan Duygudurum Bozukluğu tanısı konabilir.
47
ANKSİYETE BOZUKLUKLARI (69)
GENEL BİLGİLER
İç sıkıntısı , kaygı , bunaltı gibi sözcüklerle anlatılmaya çalışılan anksiyete yaşam tehdit
eden ya da tehdit şeklinde algılanan , rahatsız edici bir endişe ve korku duygusudur.
Anksiyete , tehlike durumunda aktif hale geçen biyolojik uyum düzeneğiyle oluşturulur ve
tüm bu uyum sağlayıcı özellikleri nedeniyle insan yaşamının sürdürülebilmesi için var olması
gerekli duygudur. Ancak sağlıklı olan ve olumsuz durumlarda başa çıkabilmek amacıyla ortaya
çıkan bu duygunun şiddetli ve uzun süre yaşanması , bir noktadan sonra kişinin yaşamını,
aktivitelerini , sosyal yaşamını ve kişiler arası ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlamaktadır. İşte
bu çizgiden sonra anksiyete, artık kişide ruhsal sorunlar yaratan bir duygu olarak karşımıza çıkar.
TARİHÇE
Anksiyete sözcüğü, darlık ve sıkışma anlamına gelen hindogermanik “ angy “ kökünden
türetilmiştir.
Çiçero, öznel anksiyete yaşantısının süresi ve yoğunluğundan söz edip, geçici patlama
tarzında olan anksiyeteyi tanımlarken “angor” terimini, daha hafif ve süregen olanı anlatmak için
“anxietas” terimini kullanmıştır. Ortaçağda anksiyete kavramı tanrı korkusuyla yorumlanmış,
hastalık boyutunda ele alınmamıştır.
1869 da Beard “fizyolojik yetersizliklerin psikolojik bozukluklara yol açtığı” görüşünden
yola çıkarak “nevrasteni” terimini ortaya atmış ve bunun tüm anksiyete bozukluklarını içerdiğini
kabul etmiştir. Hecker ise 1893 te nevrastenik hastaların çoğunun anksiyete ataklarından
yakındığına dikkat çekmiştir. Öznel anksiyete yaşantısı olmaksızın somatik anksiyete
belirtilerenin ön planda olabileceği görüşü 1908 yılında Stekel “rezidüel anksiyete” kavramını
ortaya koymasına neden olmuştur. Nitekim bu yaklaşım ileriki yıllarda Beltman tarafından da
“korkusuz panik bozukluğu” adıyla tekrar gündeme gelmiştir.
48
ANKSİYETE BELİRTİLERİ
1-Bilişsel belirtiler
2-Duygusal belirtiler
3-Davranışsal belirtiler
4-Fizyolojik belirtiler olarak 4 alana ayrılmıştır.
Bilişsel belirtiler; Aklın sinsi bulanık olması, çevredeki nesneleri uzakmış gibi ya da
bulanık görme , aşırı uyanıklık hali , kendini aşırı gözleme , çevrenin olduğundan farklı ve gerçek
dışı görülmesi , önemli şeyleri hatırlayamama , düşünceyi kontrol edememe , konsantrasyon
güçlüğü , dikkat dağınıklığı , düşüncede duraksamalar , bloklar , objektif düşünme güçlüğü ,
nedenselleştirme güçlüğü , kontrolü yityrme duygusu , başa çıkamama korkusu , fiziksel zarar
görme ya da ölüm korkusu , aklını yityrme korkusu , başkalarınca olumsuz değerlendirilebileceği
korkusu, yineleyeci korkulu düşünceler , bilişsel sapmalar(distorsiyon).
Duygusal belirtiler; Korku , endişe , dehşet duygusu , tedirginlik alarm durumuna geçme
, gerginlik , sinirlilik , çaresizlik
Davranışsal belirtiler; Kaçma , kaçınma , huzursuzluk , olduğu yerde hareketsiz dona
kalma , davranışlarda inhibisyon , konuşma akışında bozukluk , koordinasyon bozukluğu.
Fizyolojik belirtiler; Bunlar genelde organizmanınkendini korumaya yönelik bir
savunma durumu içine girdiğini gösteririr. Çarpıntı, kalp hızında artma , arteryel kan basıncı
değişiklikleri , bayılma hissi , gerçek bayılma , yüz kızarması , aritmi , derin soluma , nefes
darlığı , kesik soluma , boğazda düğümlenme , bronşiyal spazm , kaslarda gerginlik , reflexlerde
artma , yorgunluk hissi , çabuk yorulma , ağrılar , karın ağrısı , karında huzursuzluk , spazm ,
bulantı , kusma , ishal , yutma güçlüğü , hava yutma , ağızda kuruma ya da sulanma , iştah
değişiklikleri , uykuya dalma güçlüğü , uykusuzluk , huzursuz uyku , cinsel isteksizlik , erken
boşalma, sık idrara çıkma , yaygın terleme , lokal ellerde terleme , kaşınma krizleri , sıcak ve
soğuk basma nöbetleri , ateş basması gibi belirtiler normalde zaman zaman hepimizde yaşanan
49
olaylardır. Dikkat edilirse, çoğu ya normal işlevlerin abartılı hale gelmiş ya da normal
işlevlerdeki baskılanmalardır.
ANKSİYETE TİPLERİ
1-Normal anksiyete; İnsanda doğuştan itibaren var olan ve belirli düzeye kadar sağlıklı
yaşanması gereken bir duygudurumdur. Çünkü kişinin kendini geliştirmesine , başarılı olabilmek
için daha aktif olarak çalışmasına , daha üretici olmasına yol açar.
2-Patolojik anksiyete; Burada yaşanan anksiyete duygusu artık belli bir eşiği aşıp kişiyi
olumsuz biçimde etkilemeye, günlük yaşamını bozmaya yani ona zarar vermeye başlamıştır.
Yoğun ve ızdırap verici bir durumdur. Çoğu zaman tedavi gereklidir.
ANKSİYETE BOZUKLUKLARI
( DSM-IV-TR SINIFLANDIRILMASI )
Agorafobi olmadan panik bozukluğu
Agorafobi ile panik bozukluğu
Panik bozukluğu öyküsü olmadan agorafobi
Özgül fobi
Obsesif kompulsif bozukluk
Travma sonrası stres bozukluğu
Akut stres bozukluğu
Yaygın anksiyete bozukluğu
Genel tıbbi duruma bağlı anksiyete bozukluğu
Madde kullanımına bağlı anksiyete bozukluğu
Başka türlü adlandırılamayan anksiyete bozukluğu
50
Anksiyete belirtileri gösteren hastalarda tanı şeması
Eğer hastada anksiyete belirtileri izleniyorsa , tanı koyabilmek için sırasıyla ,
A-Organik neden araştırılır, organik neden varsa tanı organik anksiyete olmalıdır.
B-Organik neden yoksa aşağıdaki nedenler araştırılmalıdır;
a.
Belirli durum ya da durumlardan mantıksız biçimde kaçınma ve
topluluklarda bulunma korkusu varsa tanı; “ Sosyal Fobi “ olmalıdır.
b.
Belirli nesne ya da durulmadan kaçınmalar varsa , ancak topluluklarda
bulunma öyküsü yoksa tanı “ Özgül Fobi “ olmalıdır.
c.
Sosyal fobi ve özgül fobi tanısı konamıyorsa , ancak panik atağı öyküsü ve
evden çıkma korkusu varsa , tanı “ Agorafobi ile giden Panik Bozukluğudur “
d.
Panik atağı var ancak evden çıkma korkusu yoksa tanı “ Agorafobisiz
Panik Bozukluğudur “
e.
Yineleyici düşünce ve seremoniler varsa tanı “ Obsesif Kompulsif Panik
Bozukluğudur.”
f.
Geçirilmiş sosyal ya da fiziksel travma öyküsü ve bunları yeniden
yaşantılama yakınması izleniyorsa tanı “ Travma Sonrası Stres Bozukluğudur ”
g.
Sürekli ve dışardan bakıldığında elle tutulur bir nedeni saptanamayan aşırı
endişe durumlarında tanı “ Yaygın Anksiyete Bozukluğudur. ”
Yukarıdaki şartları karşılamayan durumlarda da tanı “ Atipik Anksiyete ” olmalıdır.
Genel Tıbbi Duruma bağlı Anksiyete Bozukluğu için tanı ölçütleri:
A. Klinik görünüme belirgin anksiyete, Panik Atakları ya da obsesyonlar ya da
kompulsiyonlar egmendir.
51
B. Öykü, fizik muayene ya da laboratuar bulgularından elde edilen verilerde bu
bozukluğun genel tıbbi bir durumun doğrudan fizyolojik sonucu olduğuna ilişkin kanıtlar vardır.
C. Bu bozukluk, başka bir mental bozuklukla daha iyi açıklanamaz (örn; stres kaynağının
ciddi bir genel tıbbi durum olduğu Anksiyete ile Giden Uyum Bozukluğu)
D. Bu bozukluk sadece deliriumun gidişi sırasında ortaya çıkmamaktadır.
E. Bu bozukluk klinik açıdan belirli bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da
işlevselliğin önemli diğer alanlarında bozulmaya neden olur.
Genel tıbbi bir Duruma Bağlı Anksiyete Bozukluğu primer bir Anksiyete Bozukluğundan
(özellikle Pünik Bozukluğu, Yaygın Anksiyete Bozukluğu ve Obsesif – Kompulsif Bozukluk),
Anksiyete ile Giden Uyum Bozukluğundan ve Karışık Anksiyete ve Depresif Duygudurum ile
Giden Uyum Bozukluğundan ( genel tıbbi bir durumun olmasının getirdiği stresten kaynaklanan
uygunsuz bir tepki gibi) ayırt edilmelidir. Primer mental bozukluklarda genel tıbbi duruma eşlik
eden, özgül ve doğrudan neden olduğu düşünülen fizyolojik mekanizmaların varlığı gösterilemez.
Geç başlangıç yaşı ve kişide ya da ailesinde Anksiyete Bozukluğu öyküsünün olmaması Genel
Tıbbi bir Duruma Bağlı Anksiyete Bozukluğu tanısını dışlamak için kapsamlı bir
değerlendiremenin gereğini düşündürür. Ayrıca somut bir değerlendirmeninyapılması gereğini
düşündürür. Ayrıca anksiyete semptomları başka bir mental bozukluğun eşlik eden bir özelliği
olabilir ( Şizofreni, Anoreksiya Nevroza gibi). Klinisyen, anksiyete bozukluğunun primer mi
olduğunu, madde kullanımının mı, yoksa genel tıbbi bir durumun mu buna yol açtığını
belirleyemiyorsa Başka Türlü Adlandırılamayan Anksiyete Bozukluğu tanısı konabilir.
52
MATERYAL, METOD
Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet Polikliniğine başvuran , Tip2 Diabetes
Mellituslu hastalardan
-Daha önce geçirilmiş bir psikiyatrik hastalık ve tedavi öyküsü olmayan
-Yaşları 30-71 arasında değişenler arasında rastgele örnekleme yöntemiyle seçilen
-65”i kadın 35”i erkek
-Toplam 100 tip 2 diyabetli hasta çalışma grubu olarak seçildi.
Hastalara yapılan çalışmanın amacı yöntemi hakkında , görüşmenin başında bilgi
verilerek izinleri alındı. Görüşme sonunda depresyon ve anksiyete bozukluğu saptanan hastalara
tedavi önerildi.
Sorgulama sırasında hastada anksiyete ve depresyon yönünden riski belirlemek, düzeyini
ve şiddet değişimini ölçmek amacıyla “Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği” ve Hamilton
Anksiyete ve Depresyon Ölçeği” kullanılmıştır.
Elde edilen verilerin değerlendirmesinde SPSS istatistik paket programı kullanılıştır.
Hesaplamalrın yapılmasında frequency analizler, Student t-testi ve Tek yönlü ANOVA
yöntemleri kullanılmıştır.
Araştırmadan elde edilen sonuçlara göre Hamilton ve HAD ölçeğine göre hastaların
tedavi süreleri ve tedavi şekilleri arasında anlamlı veya anlamsız olan ilişkiler belirlenmiştir.
53
BULGULAR
Araştırmaya
katılan
diyabetli
hastaların
%65’ini
kadınlar
%35’ini
erkekler
oluşturmaktadır.
Tablo 1: Örneklemdeki cinsiyet farklılığı
Cinsiyet
n
%
Kadın 65
65,0
Erkek 35
35,0
Total 100 100,0
Araştırma kapsamında yer alan bireylerin %42’si 0-5 yıldır, %29’u 6-10 yıldır, %29’u 11
yıl ve daha uzun süredir diyabet hastasıdır. Hastaların tamamı ilaç kullanmakla birlikte sadece
oral antidibaetik kullananlar %43, sadece insülin kullananlar %28 hem insülin hem de oral
antidiabetik kullananlar ise %29’dur (tablo 2). Bununla birlikte kümülatif anlamda
değerlendirdiğimizde hastaların % 72’si antidiabetik, %57’si ise insülin kullanmaktadır.
Tablo 2: Hastaların DM’a ilişkin özellikleri
Hastalık Süresi
0-5 yıl
6-10 yıl
11-20 yıl
21 yıl ve üzeri
Total
İlaç Kullanımı
Oral antidiabetik
İnsulin
İnsülin+Oral antidiabetik
Total
n
%
42 42,0
29 29,0
25 25,0
4
4,0
100 100,0
43 43,0
28 28,0
29 29,0
100 100,0
54
Tablo 3: Hastalık süresi ve kullanılan ilaç arasındaki ilişki
Hastalık Süresi
Oral
İnsulin
antidiabetik
0-5 yıl
6-10 yıl
11-20 yıl
21 yıl ve üzeri
Total
İnsülin+Oral
Total
antidiabetik
N
28
7
7
42
%
66,7
16,7
16,7
100,0
N
9
11
9
29
%
31,0
37,9
31,0
100,0
N
5
9
11
25
%
20,0
36,0
44,0
100,0
N
1
1
2
4
%
25,0
25,0
50,0
100,0
N
43
28
29
100
%
43,0
28,0
29,0
100,0
Hastalık süresi ve kullanılan ilaç arasındaki ilişkiye ANOVA testi uygulandığında anlamlı
bir ilişki olduğu ortaya çıkmaktadır. Hastalık süresi uzadıkça sadece oral antidiabetik kullanım
oranı düşmekte ve oral antidiabetik+insülin kullanımı artmaktadır. Yine aynı şekilde 6-10 yıldır
DM hastası olanlarda “sadece insülin” kullanımı %37,9 iken 11-20 yıldır hasta olanların %36’sı
“sadece insülin” kullanmaktadır(tablo 3).
55
Tablo 4: HASTALARIN HASTANE ANKSİYETE ve DEPRESYON ÖLÇEĞİ
ORTALAMA PUANLARI
HAD-A
Eşik altı (0-10 Puan)
Eşik üstü (11 puan üstü)
Total
HAD-D
Eşik altı (0-8 Puan)
Eşik üstü (9 puan üstü)
Total
n
%
Ortalama
Std. Error
Puan Aralığı
67
33
100
67,0
33,0
100,0
8,97
0,648
0-39
60
40
60,0
40,0
7,39
0,617
0-28
100
100,0
DM’lu hastaların HAD ölçeğinden aldıkları puanlara bakıldığında anksiyete ortalama
puanının 8,97±0,64 ile eşik altında kaldığı yine depresyon ortalama puanının da 7,39±0,61 ile
eşik altında kaldığı görülmektedir. HAD’in anksiyete ve depresyon alt ölçeklerinden aldıkları
puanlar eşik altı ve eşik üstü olarak değerlendirildiğinde, hastaların %33’ünün anksiyete alt
ölçeğinden, %40’ının da depresyon alt ölçeğinden eşik üstü puan aldıkları görülmektedir.
Bununla birlikte anksiyete alt ölçeğinden eşik altı puan alan hastaların oranı %67 iken depresyon
alt ölçeğinden eşik altı puan alan hastaların oranı ise %60’tır (tablo4).
Grafik 1: DM hastalarında HAD ölçeğine göre depresyon ve anksiyete şiddetlerinin oranları
100
90
DM Hastalarının HAD Ölçeğinde
Anksiyete Şiddeti Oranı
DM Hastalarının HAD Ölçeğinde
Depresyon Şiddeti Oranı
80
70
67,0
60,0
60
50
40,0
40
33,0
30
20
10
0
Eşik altı
Eşik üstü
Eşik altı
Eşik üstü
56
Tablo 5: HASTALARIN ÖZELLİKLERİNE GÖRE
ANKSİYETE (HAD-A) ORTALAMA PUANLARI
Hastalık Süresi
N
Ortalama
Std. D. Std. Error
0-5 yıl
42
8,238
4,873
0,752
6-10 yıl
29
8,828
4,536
0,842
11-20 yıl
25
8,800
8,170
1,634
21 yıl ve üzeri
4
18,750
14,104
7,052
İlaç Kullanımı
N
Ortalama
Oral antidiabetik
43
8,442
5,518
0,841
F=0,677
İnsulin
28
10,179
9,290
1,756
p=0,511>0,05
İnsüli+Oral antidiabetik
29
8,586
4,179
0,776
Std. D. Std. Error
Test İstatistiği
F = 3,469
p=0,019<0,05
Test İstatistiği
Çalışmamızda hastalık (ve doğal olarak tedavi) süresi uzadıkça HAD-A ölçeğinde
anksiyete oranının arttığına dair anlamlı bir ilişki olduğu gözlenmektedir. Bununla birlikte 21 yıl
ve daha uzun süredir hasta olanların HAD-A ortalama puanının eşik üstünde yer aldığı
görülmektedir (tablo 5).
Tablo 6: HASTALARIN ÖZELLİKLERİNE GÖRE
DEPRESYON (HAD-D) ORTALAMA PUANLARI
Hastalık Süresi
N
Ortalama Std. D.
Std. Error
Test İstatistiği
0-5 yıl
42
6,881
6,197
0,956
F = 0,212
6-10 yıl
29
7,517
5,269
0,978
11-20 yıl
25
8,120
7,276
1,455
21 yıl ve üzeri
4
7,250
6,292
3,146
İlaç Kullanımı
N
Oral antidiabetik
43
5,907
İnsulin
28
İnsülin+Oral antidiabetik
29
Ortalama Std. D.
p=0,888>0,05
Std. Error
Test İstatistiği
5,362
0,818
F=2,926
7,571
7,239
1,368
p=0,580>0,05
9,414
5,760
1,070
57
DM hastalarında hastalık süresi ile depresyon etkisi arasında anlamlı bir ilişki
gözlenmemektedir (p>0,05). Bununla birlikte tedavi şekli ile depresyon puanı arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olmasa da (burada p değerinin 0,05’e oldukça yakın olması
anlamlılığa yakın durduğunu göstermektedir.) İnsülin ve oral antidiabetik (her ikisini de)
kullanan hastaların HAD-D puanının eşik üstünde yer aldığı görülmektedir. Her iki tedavi
yöntemini birlikte kullanan hastaların depresyon oluşumuna daha yakın oldukları görülmektedir
(tablo 6).
Tablo 7: HASTALARIN HAMİLTON ANKSİYETE ve DEPRESYON ÖLÇEĞİ
ORTALAMA PUANLARI
n
%
Depresyon yok (0-7 Puan)
28
28,0
Hafif Depresyon (8-15 puan)
34
34,0
Ağır Depresyon (16 puan ve üstü)
38
38,0
Total
100
100,0
Anksiyete yok (0-7 Puan)
28
28,0
Hafif Anksiyete (8-15 puan)
38
38,0
Ağır Anksiyete (16 puan ve üstü)
34
34,0
Total
100
100,0
Ortalama Std. Error Puan Aralığı
Hamilton DÖ
13,38
0,763
0-31
12,72
0,816
0-32
Hamilton AÖ
DM’lu hastaların Hamilton AD ölçeğinden aldıkları puanlara bakıldığında depresyon
ortalama puanının 13,38±0,76 ile hafif depresyon kategorisinde yine anksiyete ortalama puanının
da 12,72±0,82 ile hafif anksiyete kategorisinde kaldığı görülmektedir. Hamilton AD ölçeğinde
anksiyete ve depresyon alt ölçeklerinden aldıkları puanlar şiddetine göre değerlendirildiğinde,
hastaların %28’inde depresyon görülmemektedir. %34’ünde ise hafif şiddette depresyon
görülürken %38’inde 16 puan ve üstü olarak ağır depresyon görüldüğü ortaya çıkmaktadır.
58
Anksiyete puanları değerlendirildiğinde ise yine hastaların %28’inde anksiyete görülmemektedir.
Bunula birlikte %38’inde hafif anksiyete, %34’ünde ise ağır anksiyete görülmektedir (tablo 7).
Grafik 2: DM hastalarında Hamilton Ölçeğine göre depresyon ve anksiyete şiddetlerinin oranları
100
90
DM Hastalarının Hamilton
Ölçeğinde
DM Hastalarının Hamilton Ölçeğinde
Anksiyete Şiddeti Oranı
80
70
60
50
40
30
38,0
34,0
38,0
34,0
28,0
28,0
20
10
0
Depresyon yok
Hafif
Depresyon
Ağır
Depresyon
Anksiyete yok Hafif Anksiyete Ağır Anksiyete
Tablo 8: HASTALARIN ÖZELLİKLERİNE GÖRE
DEPRESYON (HAMİLTONDÖ) ORTALAMA PUANLARI
Hastalık Süresi
N
Ortalama Std. D. Std. Error Test İstatistiği
0-5 yıl
42
12,333
7,634
1,178
6-10 yıl
29
13,517
6,801
1,263
11-20 yıl
25
13,960
8,687
1,737
21 yıl ve üzeri
4
19,750
4,193
2,097
İlaç Kullanımı
N
Oral antidiabetik
43
11,279
6,801
1,037
F=3,392
İnsulin
28
14,071
8,291
1,567
p=0,038<0,05
İnsüli+Oral antidiabetik
29
15,828
7,536
1,399
F = 1,253
p=0,295>0,05
Ortalama Std. D. Std. Error Test İstatistiği
59
Hastaların bazı özelliklerine göre alt ölçekler değerlendirildiğinde ilaç kullanımı ile
Hamilton Depresyon ölçeği arasında istatistiksel anlamda anlamlı ilişki olduğu görülmektedir.
İnsülin ve Oral antibiotik’i birlikte kullanan hastalarda Hamilton DÖ puanının 15,82 olduğu
görülmektedir (tablo 8).
Grafik 3: Hastalık Süresine Göre Depresyon Durumu (Hamilton DÖ)
100
100,0
80
60
40
38,1
44,8
33,3
28,6
44,0
37,9
28,0 28,0
17,2
20
0,0
0
0-5 yıl
6-10 yıl
Depresyon yok
11-20 yıl
Hafif Depresyon
0,0
21 yıl ve üzeri
Ağır Depresyon
Grafik 4: İlaç Kullanımına Göre Depresyon Durumu (Hamilton DÖ)
80
55,2
60
40
42,9
39,5
30,2
30,2
32,1
25,0
31,0
13,8
20
0
Oral antidiabetik
Depresyon yok
İnsulin
Hafif Depresyon
İnsülin+Oral antidiabetik
Ağır Depresyon
60
Tablo 9: HASTALARIN ÖZELLİKLERİNE GÖRE
ANKSİYETE (HAMİLTONAÖ) ORTALAMA PUANLARI
Hastalık Süresi
N Ortalama Std. D. Std. Error
0-5 yıl
42
12,071
8,724
1,346
6-10 yıl
29
13,069
7,353
1,365
11-20 yıl
25
12,640
8,159
1,632
21 yıl ve üzeri
4
17,500
9,000
4,500
İlaç Kullanımı
N Ortalama Std. D. Std. Error
Test İstatistiği
F = 0,557
p=0,645>0,05
Test İstatistiği
Oral antidiabetik
43
11,233
8,372
1,277
F=1,809
İnsulin
28
12,714
8,344
1,577
p=0,169>0,05
İnsülin+Oral antidiabetik
29
14,931
7,387
1,372
Hamilton AÖ alt ölçeğine göre hastalık süresi ve tedavi şekli ile Anksiyete arasında
istatistiksel anlamda anlamlı bir ilişki çıkmamasına rağmen izlenmesi ve dikkat edilmesi gereken
ortalama puanların artışı bulunmaktadır. Hastalık süresi arttıkça Ansiyete durumunun arttığı
görülmektedir. Bu da genelde uzun hastalık ve tedavi süresinin olumsuz etkilerinden birisidir.
Hastalarda oral antidiabetik ve insülin ayrı ayrı kullanımın anksiyeteye etkisi daha az olduğu
görülürken her iki tedavi biçimini birlikte kullananların anksiteye daha yakın olduğu ortaya
çıkmaktadır (tablo 9).
61
Grafik 5: Hastalık Süresine Göre Anksiyete Durumu (Hamilton AÖ)
80
60
40
50,0 50,0
41,4
35,7 33,3
31,0
40,0
37,9
28,0
20,7
20
32,0
0,0
0
0-5 yıl
6-10 yıl
Anksiyete yok
11-20 yıl
Hafif Anksiyete
21 yıl ve üzeri
Ağır Anksiyete
Grafik 6:İlaç Kullanımına Göre Anksiyete Durumu (Hamilton AÖ)
80
60
40
51,7
34,9
42,9
39,5
25,6
28,6
31,0
28,6
17,2
20
0
Oral antidiabetik
Anksiyete yok
İnsulin
Hafif Anksiyete
İnsülin+Oral antidiabetik
Ağır Anksiyete
62
TARTIŞMA
Diabetes Mellitus organik bir hastalık olmanın yanında , psikiyatrik ve psikososyal
boyutları da olan bir durumdur (70).
DM olan hastalarda psikiyatrik bozuklukların sık görüldüğü bilinmektedir (Leedom ve ark
1991). Depresyonun genel populasyona göre DM hastalarında 3-4 kat daha sık görüldüğü bildiren
çalışmalar vardır (Gavard 1993). DM’lu hastalarda yaşam boyu depresyon yaygınlığının %14.432.5 olduğu bildirilmektedir (Gavard 1993; Lustman 1986; Lustman 1988; Robinson 1988;
Popkin 1988; Marcus 1992) (70).
Diyabetli hastalarda anksiyete bozuklukları da sık görülür. Anksiyete, benliğin kendini
tehdit altında hissettiği gerginlik durumudur. Diyabetli hastalarda anksiyete belirtilerinin %40
gibi yüksek oranlarda görüldüğü bildirilmiştir. Grigsby ve arkadaşları, diyabet hastalarının
%14’ünde yaygın anksiyete bozukluğu saptamıştır (70).
Diyabetli hastalarda anksiyete ve depresyon düzeylerinin çeşitli ölçeklerle araştırıldığı
diğer çalışmalara bakıldığında farklı oranlara rastlanmaktadır. Goldney ve arkadaşları diyabetik
hastalarda depresyon sıklığını %24, diyabetik olmayanlarda %17 olarak bildirmişlerdir. Okanovic
ve arkadaşlarının CES-D (Center of Epidemiological Studies Depression Scale) kullanarak
yaptıkları çalışmada diyabetlilerdeki depresyon oranı %33 olarak bildirilmiştir.
Hermanns ve arkadaşları da diyabetik olan ve olmayan hastaların depresyon yaygınlığını
araştırmışlar ve diyabetik hastalardaki duygu durumu bozukluklarının yaygınlığını diyabetik
olmayanlardan daha yüksek oranda saptamışlardır. Nichols ve Brown diyabetli hastalarda
depresyon sıklığını %11.2 oranında bulmuşlardır. Gülseren ve arkadaşları Tip I diyabeti olanlarda
depresyon (%47.7) ve anksiyete (%22.7) oranını Tip II diyabetlilerden daha yüksek oranda
saptamışlardır. Zenteno ve Cardiel Tip II diyabetli bireylerin %33’ünde depresyon saptamışlardır.
Eren ve arkadaşları, DSM-IV tanı ölçütlerine göre 104 diyabetli hastanın 55’ine (%58.9) majör
depresif bozukluk tanısı koymuşlardır.Gülseren ve arkadaşları diyabetik hastaların %15’inde
görüşme anında majör depresif bozukluk saptamışlardır (70).
63
Bahar ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada hastalık süresi 1-5 yıl olan hastaların HADA ve HAD-D ortalama puanları sırasıyla (7.44±0.54 ve 6.82±0.57 ) , hastalık süresi 6-10 yıl olan
hastaların HAD-A ve HAD-D ortalama puanları sırasıyla (9.46±0.90 ve 8.36±0.66 ) ,hastalık
süresi 11-20 yıl olan hastaların HAD-A ve HAD-D ortalama puanları sırasıyla (8.91±0.71 ve
7.60±0.66 ) olarak saptanmış , yapılan istatistiksel analiz sonucu anksiyete ve depresyon ile
arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır(p>0.05) (70).
Bizim çalışmamızda hastalık (ve doğal olarak tedavi) süresi uzadıkça HAD-A ölçeğinde
anksiyete oranının arttığına dair anlamlı bir ilişki olduğu, HAD-D ölçeğinde ise hastalık süresi ile
depresyon arasında anlamlı bir ilişki olmadığı gözlenmektedir (p>0,05). Bununla birlikte 21 yıl
ve daha uzun süredir hasta olanların HAD-A ortalama puanının eşik üstünde yer aldığı
görülmektedir. Hamilton AÖ alt ölçeğine göre hastalık süresi ve tedavi şekli ile Anksiyete
arasında istatistiksel anlamda anlamlı bir ilişki çıkmamasına rağmen izlenmesi ve dikkat edilmesi
gereken ortalama puanların artışı bulunmaktadır. Hastalık süresi arttıkça Ansiyete durumunun
arttığı görülmektedir.
J.H. Noh ve arkadaşlarının yaptıkları çalişmada oral ahtidiyabetik ilaç ve insülin kullanan
hastalar karşılaştırıldığında yüksek sıklıkla depresif semptomlar ( insülin grubu : %48.0 , oral
antidiyabetik grup: %27.3 p<0.01 ) ve yüksek BDI skoru (insülin grubu; 16.6±10.7 , oral
antidiyabetik grup 12.6± 8.7 p< 0.01 ) saptanmıştır (71).
Bizim çalışmamızda insülin ve oral antidiabetik (her ikisini de) kullanan hastaların HADD puanının eşik üstünde yer aldığı, her iki tedavi yöntemini birlikte kullanan hastaların depresyon
oluşumuna daha yakın oldukları görülmektedir. Hastaların bazı özelliklerine göre alt ölçekler
değerlendirildiğinde ilaç kullanımı ileHamilton Depresyon ölçeği arasında istatistiksel anlamda
anlamlı ilişki olduğu görülmektedir. İnsülin ve Oral antibiotik’i birlikte kullanan hastalarda
Hamilton DÖ puanının 15,82 olduğu görülmektedir. HAD-A alt ölçeğine bakılan hastalarda oral
antidiabetik ve insülini ayrı ayrı kullanımın anksiyeteye etkisi daha azken her iki tedavi biçimini
birlikte kullananların anksiteye daha yakın olduğu ortaya çıkmaktadır.
64
SONUÇ
Çalışmamızda Tip II diabetes mellituslu hastalarda depresyon ve anksiyete düzeyleri,
tedavi şekli ve hastalık süresi ile ilişkisini karşılaştırdık.
Çalışmamızın sonuç olarak
1-Hastaların HAD’in anksiyete ve depresyon alt ölçeklerinden aldıkları puanlar eşik altı
ve eşik üstü olarak değerlendirildiğinde, hastaların %33’ünün anksiyete alt ölçeğinden, %40’ının
da depresyon alt ölçeğinden eşik üstü puan aldıkları görülmektedir.
2- Hastalık (ve doğal olarak tedavi) süresi uzadıkça HAD-A ölçeğinde anksiyete oranının
arttığına dair anlamlı bir ilişki olduğu gözlenmektedir. Bununla birlikte 21 yıl ve daha uzun
süredir hasta olanların HAD-A ortalama puanının eşik üstünde yer aldığı görülmektedir.
3- HAD-D alt ölçeğine bakıldığında DM hastalarında hastalık süresi ile depresyon etkisi
arasında anlamlı bir ilişki gözlenmemektedir (p>0,05). Bununla birlikte tedavi şekli ile depresyon
puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki olmasa da insülin ve oral antidiabetik (her
ikisini de) kullanan hastaların HAD-D puanının eşik üstünde yer aldığı ve depresyon oluşumuna
daha yakın oldukları görülmektedir.
4- Hamilton AD ölçeğinde anksiyete ve depresyon alt ölçeklerinden aldıkları puanlar
şiddetine göre değerlendirildiğinde, hastaların %28’inde depresyon görülmemektedir. %34’ünde
ise hafif şiddette depresyon görülürken %38’inde ağır depresyon görüldüğü ortaya çıkmaktadır.
Anksiyete puanları değerlendirildiğinde ise yine hastaların %28’inde anksiyete görülmemektedir.
Bunula birlikte %38’inde hafif anksiyete, %34’ünde ise ağır anksiyete görülmektedir.
5- Hamilton AÖ alt ölçeğine göre hastalık süresi ve tedavi şekli ile anksiyete arasında
istatistiksel anlamda anlamlı bir ilişki çıkmamasına rağmen izlenmesi ve dikkat edilmesi gereken
ortalama puanların artışı bulunmaktadır. Hastalık süresi arttıkça ansiyete durumunun arttığı
görülmektedir. Hastalarda oral antidiabetik ve insülini ayrı ayrı kullanımın anksiyeteye etkisi
65
daha azken her iki tedavi biçimini birlikte kullananların anksiteye daha yakın olduğu ortaya
çıkmaktadır.
6- Hamilton DÖ alt ölçeğine göre hastalık süresi ve depresyon arasında anlamlı bir ilişki
saptanmazken ( p>0.05) , tedavi şekli ve depresyon arasında anlamlı bir ilişki olduğu ortaya
çıkmaktadır.
7-HAD-A’de hastalık süresinin uzaması ile anksiyetenin ortaya çıkışı ve Hamilton – D’de
oral antidiyabetik ile insülin birlikte kullanımı yani hastalık şiddetinin artışı ile depresyon ortaya
çıkışı arasındaki istatiksel anlamlılık bize diyabetin süre ve şiddeti ile anksiyete ve depresyon
arasındaki paralel ilişkiyi göstermektedir. Sonuç olarak diyabet hastaları depresyon ve anksiyete
riski altındadır. Bu hastalarda depresyon ve anksiyetenin teşhis ve tedavi edilmesi hem diyabet
tedavisini kolaylaştıracak hem de yaşam kalitesini arttıracaktır.
Yapılacak prokseftif çalışmalar, diyabet tanısı konduğu anda uygulanacak anksiyete ve
depresyon ölçekleri ile hastalığın ileriki yıllardaki değerleri ile karşılaştırılması, diyabetanksiyete-depresyon bağlantısını daha iyi anlamamıza yardım edecektir. Diyabetin diğer kronik
iç hastalıkları ile karşılaştırılması da araştırılması gereken husustur.
66
ÖZET
DM temelde endokrin sisteme ait bozukluk olmakla birlikte hasta açısından ruhsal,
duygusal, ve psikososyal boyutları olan bir durumdur.
Biz bu çalışmamızda Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Diyabet Polikliniğine gelen
Tip II diabetes mellituslu 65’ i kadın, 35’ i erkek toplam 100 hastada anksiyete ve depresyon
düzeylerini, hastalık süresi ve tedavi şekli ile ilişkisini araştırdık.Çalışma grubumuzu daha önce
psikiyatrik hastalık ve tedavi öyküsü olmayan hastalardan oluşturduk. Çalışmamızda “Hastane
Anksiyete ve Depresyon Ölçeği” ve Hamilton Anksiyete ve Depresyon Ölçeği”ni kullandık.
Çalışmanın sonucunda diyabetin depresyon ve anksiyete oluşumunda bir risk faktörü
olduğu saptanmıştır. Bu genel literatürle uyumlu bir sonuçtur.
Tedavi süresi uzadıkça anksiyete oranının arttığına dair anlamlı bir sonuç çıkmasına
rağmen hastalık süresi ve depresyon arasında anlamlı bir sonuç saptanmamıştır.
Hastalarda oral antidiyabetik ilaç ve insülinin ayrı ayrı kullanımının anksiyeteye etkisi
daha azken her iki tedavi biçimi birlikte kullanıldığında anksiyeteye daha yakın oldukları ve yine
insülin ile oral antidiyabetik ilaç birlikte kullanımının depresyon oluşumuna daha yakın olduğu
saptanmıştır.
Sonuç olarak diyabet hastaları depresyon ve anksiyete riski altındadır. Bu hastalarda
depresyon ve anksiyetenin teşhis ve tedavi edilmesi hem diyabet tedavisini kolaylaştıracak hem
de yaşam kalitesini arttıracaktır.
67
KAYNAKLAR
1. Tanyeri F. Diabetes mellitus tanım ve sınıflandırma. Aktüel Tıp Diabet Forumu 2002;
7:4 10.
2. Yılmaz T. Diabetes mellitusun tanı kriterleri ve sınıflaması. T Yılmaz, M Bahçeci, A
Büyükbeşe (eds), Diabetes Mellitus’un Modern Tedavisi, birinci baskı, İstanbul, Türkiye Diyabet
Vakfı, 2003.
3. Özkan S. Psikiyatrik ve psikososyal açıdan diyabet. Psikiyatrik Tıp: KonsültasyonLiyezon Psikiyatrisi, İstanbul, 1993.
4. Buzlu S. Diyabetin psikososyal yönü. S Erdoğan (ed), Diyabet Hemşireliği Temel
Bilgiler, İstanbul, Yüce Yayım Dağıtım, 2002.
5.
Akbay
Pırıldar
Ş.
Dahiliye
ve
psikiyatri
V.
Diyabette
Depresyon
ve
AnksiyeteBozuklukları, birinci baskı, İstanbul, Okuyan Us Yayınları, 2003.
6. Lloyd CE, Brown FJ. Depression and diabetes. Curr Women’s Health Rep 2002; 2:188193.
7. Anderson RJ, Freedland KE, Clouse RE, Lustman PJ. The prevalance of comorbid
depression in adults with diabetes: a metaanalysis. Diabetes Care 2001; 24:1069-1078.
8. Aslan H, Diler RS, Alparslan ZN, Tetiker T. Diabetik hastalarda depresyon, kaygı,
aleksitimi ve kan şekeri kontrolü. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 1997; 22:48-52.
9. Eren İ, Erdi Ö. Tip II diabetes mellitusta komplikasyonların psikiyatrik komorbiditeye
etkisi. 3P Dergisi 2004; 12:209-216.
68
10. Grigsby AB, Anderson RJ, Freedland KE, Clouse RE, Lustman PJ. Prevalance of
anxiety in adults with diabetes: a systematic review. J Psychosom Res 2002; 53:1053-1060.
11. Sodeman WA., TM: Sodeman’s Pathologic Physiology mechanisms of disease.
Çevirenleri: V. Cesur, N. Kemal, 1. Baskı Hekimler Birliği Vakfı,Türkiye Klinikleri Yayınevi.
Ankara,1992 Cild 2.
12. Blom, A. And İreland, J:Diabet Atlası 1982.
13. Watkins PJ., Drury PL., Howell SL.: Diabetes and its a managenant 5th ed. Blackwell
Co p:3 1996.
14. Tanyeri F.: Diabetes Mellitusun sınıflandırılması ve Prevelansı. Aktüel Tıp Dergisi, 7:
500 – 503 1996.
15. İnternational diabetes federation Triennial report (1991-1994) and directory 1984 IDF,
4 D Rue Washington 1050 Brussels Belgium.
16. Yılmaz M.T.: Editörden Galenos Aylık Sağlık Meslek Dergisi 1:3 1997.
17. Hatemi H.: Diabetes Mellitusun tarihçesi. Aktüel Tıp Dergisi 7: 497 – 499 1996.
18. Hatemi H. Diabetes mellitus tarihçesi, Diabetes mellitus 1998, s357-359
19. Watkins PJ., Drury PL., Hovell SL.: Diabetes and its management 5th ed. Blackvell
Co 1994, P: 193.
20. Greene DA.: Acute and chronic complications of diabetes mellitus in older patients.
Am J Med, 80 (suppl 5a) 39-52, 1986.
69
21. Porto D., Hadler JB.: The Endocrine pancreas and diabetes mellitus. İn: Williams RH
(ed). Textbook of endocrinology WB Sounders Co 1981, p 716-783.
22. Pickup JC., Williams G.:textbook of diabetes.2n edition, Blackwell science DLD,
1997.volume 1.
23. Gündoğdu S., Açbay Ö.: Tip 2 diabetin evreleri ve takip kriterleri. Aktüel Tıp Dergisi
8: 557-559, 1996.
24. İssel bacher DL., Brownwald E., Wilson JD., Martin JB. et al: Harrison’s Principles of
İnternal Medicine. 13th edition, Mc Graw-Hill inc. Volume 2-1994.
25. Kabalık T., Yılmaz C., Tüzün M.: Endokrinoloji El Kitabı. Ege Üniversitesi. İzmir,
1995
26. National Diabetes Date Group: Classification and diagnosis of diabetes mellitus and
other categories of glucose inteleronce Diabetes 28: 1039, 1979.
27. Erdoğan G.: Diabetes Mellitusun tedavisi 1.Baskı, Bilimsel Tıp Yayınevi Ankara,
1997.
28. Palmer JP.: predicting IDDM. Diabetes rewieus, 1: 1039-1057, 1991.
29. Tuomiletho J., Zimmet P., Mackay IR. et al: Antibodies to glutamic acid
decorboxylase as predictors of IDDM before clinical on set of disasea. Lancet: 343:133-135,
1994.
30. Yenigün M., Mikro ve Makroanjiopatiler: Kardiyovasküler diabet. Edt. Yenigün
M.İ.U Basımevi, 1997 s: 150-222.
70
31. Yenigün M., Diabetes Mellitus geç komplikasyonları her yönüyle Diabetes Mellitus
kitabından. Editör: Yenigün M.Nobel Tıp Kiatbevi, 1995, s:546-584.
32. The Diabetes and Complication Trial Research Group(1993). The effect of intessive
treatment of diabetes. Dermendez G., Nodas J., Sa’pi Z.: Lipoblastoma- Like Lipoatrophyinduced
by human insülin: Morphologicalevidence korlocal dedillereution of adipocysts? Diabetologia s:
945,2000.
33. Yenigün M., Diabetik makroanjiopati (diabetik makrovasküler hastalık) Her yönüyle
Diabetes Mellitus adlı kitabından Editör: Yenigün M. Nobel Tıp Kitabevi, 2001, İstanbul, s: 315
34. Yenigün M.: Kardiyovasküler Diyabet İ.Ü Basımevi ve film merkezi. İstanbul 126128, 144-148, 1997.
35. Hatemi H.: Diabet komplikasyonları ve risk faktörleri Diabetes Mellitusun (ed.
H.Hatemi) Alemdar Ofset Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları 313-343, 1988.
36. American Diabetes Association: Role of cardiovascüler risk factor in prevention and
treatemant of macrovascüler disease in diabetes. Diabetes car. 12: 573-579, 1989.
37. Flegol KM., Caroll MD., Kuczmorski RJ., Johnson CL.: Owerweight and obesity in
the United states: prevalence and trends int. J. Obes. Relat. Metab. Disard. 22: 39-47, 1998.
38. Knowler WC., Pettitt DJ., Saod MF., Charles MA., Nelson RG., Howard BV.,
Bogordus C., Bennett Plt.: Obesity in the Pima İndians: its magnitude and relationship with
diabetes. Am J. Clin. Nutr. 53 (Suppl.6) 15435-15515, 1991.
39. Knowler WC., Petitt DJ., Savage PJ., Bennett PH.: Diabetes incidance in pima
İndians: contributions obesity of and parenteral diabetes. Am J Epidemiol 113:144-156, 1981.
71
40. Colditz GA., Willett WC., Stamp for MJ, Mansen JE, Hennehan CH., Arley RA.,
Speizer FE.: Weight as a risk factor for clinical diabetes in woman Am J Epidemial 132: p501513, 1990.
41. Shorter E. A history of psychiatry: From the Era of the Asylum to the Age of Prozac.
John Wiley&Sons Inc., New York, 1997.
42. Amerikan Psikiyatri Birliği. Mental Bozukluklar›n Tan›sal ve Sayımsal Elkitabı.
Dördüncü baskı (1994). Çev. Köroğlu E. Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1994.
43. Gelder M, Gath D, Mayou R, Cowen P. Oxford Textbook of Psychiatry. Third
Edition. Oxford University Press, Oxford, 1996.
44. Blazer D. Mood Disorsers: Epidemiology. In Comprehensive Textbook of Psychiatry,
Sixth edition, Ed(s) Kaplan H, Sadock J. Williams&Wilkins, Baltimore, 1995.
45. Küey L, Güleç C. Depresyonun Epidemiyolojisi. Depresyon Monografları Serisi,
Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1993.
46. Charney E, Weissman M. Epidemiology of Depressive and Nanic Syndromes. In
Depression and Mania, ed(s) Georgotas A, Cancro R. Elseiver, New York, 1988.
47. Weissman M, Klerman G. Depression: Recent Research and Clinical Advances. In
New Applications of Interpersonal Psychotherapy, ed(s) Klerman G,Weissman M. American
Psychiatric Press,Washington DC, 1993.
48. Akiskal HS. Mood Disorders: Introduction and Overview. Comprehensive Textbook
of Psychiatry. 6. Baskı, Cilt HI-Kaplan, BJ Sadack (Eds.). Willams-Wilkins, Baltimore, 1995;
1067-1079.
49. Bayraktar E, Saygılı R. Depresyonun Biyokimyası-Depresyon Monografları Serisi 4.
E. Köroğlu (Ed). Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1993; 157-174.
72
50. Ceylan E, Albay E. Nörotransmitterler ve Depresyon. Nobel Tıp Kitabevi, İstanbul,
1988.
51. Çevik A, Vokan V. Depresyonun Psikodanimak Etiyolojisi. Depresyon Monografları
Serisi 3. E. Köroğlu (Ed). Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1993; 109-122.
52. Doğan O. Depresyonun Etiyolojisi. Depresyon. M. Bekaroğlu (Ed). İnkilap
Matbaacılık, Trabzon, 1995.
53. Gadde KM. Krishnan KRR. Endocrine Factors in Depression. Psychiatric Annals
1994; 10: 521-524.
54. Işık E. Duygulanım Bozuklukları-Depresyon ve Mani. Boğaziçi Matbaası, İstanbul,
1991.
55. Köknel Ö. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 1. baskı. Altın Kitaplar, İstanbul, 1989.
56. Öztürk O. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 3. baskı. Evrim, İstanbul, 1990.
57. Tarhan N, Çetin M. Depresyonda Biyolojik Göstergeler. Depresyon Monografları
Serisi 4. E. Köroğlu (Ed). Hekimler Yayyın Birliği, Ankara, 1993; 175-200.
58. Yemez B, Alptekin K. Depresyon Etiyolojisi. Psikiyatri dünyası. Depresyon 1. Cilt: 2,
Sayı: 1 Yıl: 1998.
59. Amerikan Psikiyatri Birliği. Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı.
Dördüncü Baskı (DSM-IV), Washington DC, 1994’ten çeviren Köroğlu E., Hekimler Yayın
Birliği, Ankara, 1996.
60. Garrison CZ, Addy CL, Jackson KL, Mc Keown RE, Waller JL. Major depressive
disorder and dysthykia in young adolecence. Am J Epidemiol 135: 792, 1992.
73
61. Hammen C, Gitlin M. Stress reactivity in bipolar patients and is relatino to prior
history of disorder. Am J Psychiatry 154: 856, 1997.
62. Howland RH, Thase ME. A comprehensive review of cyclothymic disorder. J Nerv
Ment Dis 181: 485, 1993.
63. Kaplan HI, Sadock BJ. Kaplan and Sadock’s Synopsis of Psychiatry, 15: 524-580,
8th. Ed. Mass Publishing, 1998.
64. Mitchell P, Parker G, Jamieson K, Wilhelm K, Hickkie I, Brodaty B, Boyce P, HadziPalvovic D, Roy K. Are there any differances between bipolar and unipolar melancolia? J Affect
Disorder 25: 97, 1997.
65. Paykel E (Moderatör). Workshop IV: Depression in medical illness. Int Clin
Psychopharmacol 7: 205, 1993.
66. Rice JP, McDonald-Scott P, Endicott J, Coryell W, Grove WM, Keller MB, Altis D.
The stability of diagnosis with an application to bipolar II. Disorder. Psychiatry Res 19: 285,
1986.
67. Simpson SG, Folstein SE, Mayers DA, McMahon FJ, Brusco DM, De Paulo JR, Jr.
Bipolar II: The most common bipolar phenotype?, Am J Psychiatry 150: 901, 1993.
68. Diabetes Mellitus ve Komplikasyonlarının tanı, tedavi ve izlem klavuzu. Türkiye
Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği 2007
69.Işık E.,Taner Y. Çocuk Ergen ve Erişkinlerde Anksiyete Bozuklukları. Asimetrik
Parelel Kitabevi. S :3-29,2006 )
70. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2006 7:18-26. A. Bahar , G. Sertbaş , A. Sönmez
74
71. Diabetes Research and Clinical Practica 69 (2005) 243-248. J.H. Noh, J.K. Park, H.J.
Lee, J.H. Park, K.S. Ko, B.D. Rhee, K.H. Lim, D.J. Kim
75
Download