JEAN DENY YENİ TÜRKİYE Çeviren Sencer Kodolbaş Jean Deny'nin "Petit Maunel de la Turquie Nouvelle" isimli eserinin Türkçesini okuyucularımıza sunuyoruz. Kitabın 1933'de yayınlanmış olan aslı iki bölümdür. Birincisinde Türkiye'nin yakın tarihi, İstiklâl Mücadelesi, Zafer ve onu takip eden devrede devrimlere dair toplu bilgi verilmiştir. Bu bölüm, Jean Deny tarafından yazılmıştır. İkinci bölümde, Türkiye'nin coğrafyası, iktisadî, içtimaî hayat ile savunma gücü, dış politikası, Türk-Fransız münasebetleri vardır. Bu kısımda René Marchand tarafından yazılmıştır. İçindeki bilgi, hayli eski olduğu için ikinci bölümü tercümeye lüzum görmedik. Kitabın yazarı Jean Deny, Türk okuyucuları için ismi ve Türk dili hakkındaki çalışmaları ile tanınmış bir Fransız bilginidir. Paris Şark Dilleri Okulu'nda uzun seneler dilimizi okutmuş ve Osmanlı lehçesi hakkındaki incelemelerini büyük eserinde yayınlamıştır. Konusunda klâsik olmuş bu eser, sayın Ali Ulvi Elöve tarafından ilâveler, eleştirmeler ve hâşiyelerle (notlarla) Millî Eğitim Bakanlığımız zamanında 1142 sahifelik bir kitap olarak 1941'de basılmıştır. Profesör Jean Deny, sayılı Türk dostlarından bir Fransızdır. Sunduğumuz kitabı, 1933 senesine kadarki olayları toplu bir şekilde özetler. Bu dostluk ruhu, kitabın yazılışında hâkimdir. Bununla beraber, dostumuz Jean Deny bile Osmanlı topluluğu içinde olup bitmiş Müslüman-Hıristiyan mücadelelerinden bahsederken bizi suçlandırıcı bir ifade kullanmaktan kendini kurtaramamıştır. Tarih olaylarını tek taraflı görmeye bir misal olan bu türlü yargılarda, sanki Türkler durup dururken Ermenileri ve Girit Rumlarını kesmiş gibi gösterilme âdet olmuştur. Hattâ 1897 Türk-Yunan Harbinde Osmanlı Devleti muharebenin müsebbibi olarak tasvir edilmiştir. İşin hakikati, o günkü Ermenilerle Girit'teki Rumların isyanlarını bastırmak için devletin mukabil (karşı) harekete geçmesi ve Türk-Yunan Harbinde ise galip geldiğimiz halde neticede kazandırılan tarafın Yunanistan olduğundan anlaşılacağı üzere böyle bir muharebeyi çıkarmakta bizim hiçbir menfaatimiz olmadığıdır. Türlü vesilelerle Türklere dostluğunu gördüğümüz Jean Deny bile tarih olayları karşısında tam tarafsız kalma imkânını bulamamıştır. Daha metnin birinci yaprağında yazarın kendisi değil; bu sefer, tarih konusunda otorite sayılan R. Grousset'den aldığı parçadaki Osmanlı İmparatorluğuna dair hükümleri de yanlıştır. Osmanlı ordusunda Arnavut ve başka soydan insan bulunabilir. Ama özü ve aslî unsuru Türktür. "O hâlde niçin bu gibi yanlışı olan eserler tercüme ettirilip yayınlanmaktadır" denilecek. Bir defa şu noktayı kabul gerektir ki, umumî olarak yabancıların hakkımızda olumlu-olumsuz neler söylediğini bilmekte fayda olduğu muhakkaktır. Başka yoldan aleyhimizdeki propagandaları karşılayıp kendimizi savunamayız. Öbür yönden, sunduğumuz kitapta olduğu gibi, yazılanların her tarafı bu haksız yargılarla doldurulmuş değildir. Eleştirdiğimiz cihetler dışında, hemen bütün kitap, objektif bir görüşle yazılmış ve neticede bizim lehimize yargılarla son bulmuştur. Sade aleyhimizde olan taraflarına bakıp kitabı büsbütün elden atmak, lehimize olanlardan vaz geçmek olur ki, bu da faydamıza bir davranış sayılamaz. Kitabın başında bulacağınız ve Ankara'da Büyük Elçilik etmiş sayın Albert Sarraut tarafından yazılmış olan başlangıç, dünyaca tanınmış önemli bir şahsiyet tarafından Atatürk ve devrimleri konusunda ciddî ve kıymetli bir tanıklık belgesidir. Türkler, gördükleri dostlukları hiçbir zaman unutmazlar. Loti, Farrère; hafızalarımızda birer dostluk timsali olarak şükranlarımızla çevrili durmaktadırlar. Açıkça doğru olmadığını söylediğimiz taraflarına rağmen sunduğumuz kitabı için Profesör Jean Deny'e de teşekkürden çekinmemekteyiz. Hakkımızda yazılmış yabancı eserler tercümesine devam niyetindeyiz. Başarı, Tanrı lûtfu olacaktır. 15 Haziran 1960 Hasan Âli Yücel ÖNSÖZ Fransa Büyük Elçisi olarak Türkiye'de bulunduğum zamanlar, hayatımın en iyi hatıralarındandır. Bu söz, gezici bir mesleğin mihnetlerinin (sıkıntılarının), hemen hemen bütün kıt'alarda, dünyanın en güzel manzaraları ile karşılaştırdığı bir insanın ağzında belki ayrı bir kuvvet kazanır. Bir halkın yenileşmesinden güzel bir şey yoktur. Ben, 1925'de, o vakitler Angora denilen Ankara'da, zamanın zayıflatamadığı bir hayranlık ve heyecan hissiyle, bu yenileşmede hazır bulundum. Ve yenileşmenin tanıklığını bu kitabın girişine kaydetmekle bahtiyarım. Bu tanıklığın adağı, gayretleri İstanbul'da ölen Türkiye'yi Ankara'da tekrar var eden kararlı, cüretkâr, açık görüşlü, azimli vatanperverler topluluğuna düşer. Bununla beraber o adak, önce ve bilhassa, halkı uyandıran, devleti kuran, benzersiz yaratıcı ve dirilmenin erkekçe fikrini memleketine aşılamak için şahsında askerî şef kahramanlığı ile politika dehası birleşmiş olan Mustafa Kemal'e aittir. Bugünün Türkiye'si nedir? O, bizde, Fransa'da, yeteri kadar tanınmıyor. Aynı zamanda, onu yeniden yaratanlar da kâfi derecede bilinmiyor. Fransızlar, bu edebiyatçı ve hassas halk; Loti'nin Osmanlılarında, kendi devrinin Türk dostlarında ve onların romancı lirizmiyle resmedilmiş tasvirlerinde kalmışlardır. Boğaziçi, Göksu, Haliç ve yüzlerce minareli İstanbul, Avrupa'nın ve belki evren manzaralarının en muhteşemi olarak durmaktadır. Bununla beraber, bu ihtişamın içine girmeye çalışalım: O, her zaman için seyircisiz olduğu gibi aktörsüz, metrûk (terk edilmiş) bir sahneye konulmuş ilahî bir dekordur. Hayat, çalışkan, sert, mütevekkil, metin, kuvvetli diğer bir yere gitmek için oradan çekilmiştir. Şefin uzun zaman meçhul kalan veya herhalde doğuda iyi takdir edilmeyen cehti (çabası), siyasete, içtimaiyata, münevverliğe, iktisada çözülmezcesine bağlanmış ve İstanbul sultanından çoktan beri kaybolan istiklâli büyük mücadeleler ile ele geçirmiştir. Bu ceht, Gazi Mustafa Kemal'de, öyle bir vasıf (nitelik) ve üstünlüktedir ki, en değerli yardımcıları olan İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Beyin gayretleriyle kıyaslansa bile, üstünlüğü azaltılamaz. İlk temasımdan beri onları arkadaşlarım gibi telâkki ettim, aynı ve derin dostlukla onları daima seviyorum. Şunu söylemek lâzımdır ki, kendilerine ve başkalarına karşı sert, vatandaşlarından en güç fedakârlıkları talep etmekten çekinmeyen, yenilik teşebbüslerine karşı koyar gördükleri her yerde alışkanlıkları, hatta gelenekleri islâhta tereddüt etmeyen ve kendilerine uyamayanlardan şüphe eden bu insanlar; eski Türkiye'nin aydın ve olgun insanını, bir kelime ile bizim XVII'inci asır Fransa'sının çelebi insanı vasfında, münasebetlerinde tatlılığı, asrımız için şaşırtıcı bir nezaketi muhafaza etmişlerdir. Kontrolsüz ve daima insiyakî (içten) oluşundan, gerçek görünen bu devamlı ve güleç nezaket, aradaki münasebetleri, hatta siyasî nizalarda (anlaşmazlık) bile kolaylaştırıyordu. Bilhassa en mühim meselelerle karşılaşılan şu Suriye-Türkiye hududunun tahdidini hazırlamak için vazife icabı çağrıldığım günlerde, kendi kendimi tebrikten başka yapılacak bir şey kalmıyordu. Burada bir nokta üzerinde ısrar etmek isterin: Bu münasebetlerin kolaylık ve müsaadekârlığı (izin verdiği), bugünkü Türkiye insanlarının Fransızlar ve Fransa'yı ilgilendiren hususlar için muhafaza ettikleri bariz temayülle desteklenmiş ve artmıştır. Bunda ısrar ederim. Millî kalkınma için elzem sayılan bazı tedbirler neticesi, halk efkârımız Türk hükûmetinin tavrında, asırlarca karşılıklı ittifak ve anlayışla devam etmiş Fransız dostluğuna karşı bir soğuma, hatta bir kararma var gibi görmüştü. Burada, başka her yerde olduğu veçhile, hiçbir şey hakikatten üstün değildir. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i, Avrupalı devletlerle, Abdülhamit imparatorluğunun garabet içindeki münasebetlerine girmeyi isteyemez ve bunu devam ettiremez. Kapitülasyonlar denilen, Türkiye'de Avrupa milletlerini Türklerden daha kudretli yapan idare kaybolmuştur ve bir daha geri gelmeyecektir. Bu idareyle, Türkiye üzerinde hakikî bir vesayet tatbik eden, Ankara tarafından tahammül edilmez sayılan, iktisadî ve malî imtiyazlar da yok olmuştur. Bugünün Türkleri istiklâllerini pahalıya elde etmişlerdir ve istiklâllerinin dokunulmaz olduğunu kesin söylemektedirler. Onu gölgeleyebilecek olan, kendi hür egemenliğine kıskançca ve hakikaten âşık Fransız halkı değildir. Söylenmiştir ve tekrarı lâzımdır; Osmanlı İmparatorluğu, sayısız ve muhteris parazitlerle boğulan, birliksiz, inzibatsız (düzensiz), dağınık bir uzviyet idi. Türkiye Cumhuriyeti, şefinin eski usulleri ve eskimiş kısımlarını reddettiği, lâik bir rejimde, eşit vatandaşlar olan Anadolu Türklerinden mürekkep mütecanis (oluşan açık) bir devlettir. İşte bu genç nesille ve onun kuvvetli hükûmetiyle, dürüst temeller üzerine, karşılıklı saygı ile eskinin bağlarını yeniledik. Evlâtlarının dilimizi pürüzsüz konuşmaya devam ettikleri Türk milletinin kalbinde, bu dostluğun aziz olarak muhafaza edildiğine inanmak icap eder. Bana gelince, ırkın faziletlerinin daima mevçut olduğunu görerek, İstanbul sultanlarını vesayet altına koyan eski hatalı usullerden vaz geçmek ve karşılıklı müesseselere saygı içinde, müşterek menfaatleri anlama politikasını müsavi olarak tatbik etmek şartıyla, bu münasebetleri yenilemenin imkânlarını ve hatta kolaylıklarını takdir etmiş bulunuyorum. Sonunda kadar temiz ve dürüst olmak yerinde olur. Büyük Harp'ten önce, Fransız menfaatleri Türkiye'de ön safta idiler; harp herşeyi altüst etti ve bittabi bundan ilk zarar görmüş olan da Fransız menfaatleri oldu. Kendilerini kötürüm hâle getiren bir sulhu takip eden ilk senelerde, Türklerin Avrupa insanlarını, bundan böyle neden yaban telâkki ettikleri ve başşehirlerinin nakledidiği Asya'nın vatandaşı olarak neden birbirlerine sokulduklarının sebebi anlaşılmaktadır. Türk menfaatleri için bile tehlikeli bu çekinme devam edemezdi. Ve Ankara'da, seyirci ve aktör olarak, Avrupa kıt'asına bir kere daha yönelen millî bir Türk hissinin yeniden doğuşunda hazır bulunmakla bahtiyarım. İlk anlardan itibaren bu yeniden yönelişin tam olması istenemezdi; iyileşmiş, hatta tamamiyle şifa bulmuş yaraların deride ne ıztırap vermesi, ne de iz bırakmaması için günler ve günler lâzımdır; dostluk çiçeklerinin karşılıklı tekrar açılması için sabır kadar doğruluk ve iyi niyet gerekir. İşte tam bu devrede hazır bulunduk. Yeniden uyanan ve şuurlanmaya başlayan alâka üzerine sert hareket etmeksizin, ısrarla düşmeden, Fransız feraset (anlayış) ve yumuşaklığını harekete geçirmek zamanı idi. Türk, hassas olduğu kadar şüphecidir. Türk milliyetçiliğinin gayret sarfettiği millî yenileşme cehti içinde büyük ve asil olanı anlayabilen ve ona hürmet eden herkes; ona bağlandığı zaman, kendisine güvenene ve ihanet endişesi ve de ne hayal kırıklığı vermeyecek bir dostluğun emin ve doğru yolunu kolaylıkla karşısında bulacaktır. ALBERT SARRAUT YENİ TÜRKİYE BİRİNCİ KISIM BİRİNCİ BAHİS KEMALİST RÖNESANSTAN ÖNCEKİ OLAYLAR Yeni Türkiye sahasının tahdidi. - Osmanlı İmparatorluğunun inkirazı (yıkılışı). - İkinci Mahmut'tan Abdülhamit II'ye. - Abdülhamit (1878-1908). - Jön Türkler (1908-1918). - Jön Türk Hükûmeti. Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline (15 Mayıs 1919). Yeni Türkiye'nin coğrafî, tarihî, beşerî sahasını, önce halef devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan farklı bir çerçevede mevcut olduğunu ve geliştirdiğini işaret ederek, tahdit etmek (sınırlamak) yerinde olur. "1908'e kadar bir Türk imparatorluğu bulunmadığı aşırı tezada düşmeksizin ileri sürülebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu, birbirine düşman yirmi ırkın bir araya gelmesinden vücut bulmuş Müslüman Avusturya-Macaristan'a benzer, milletlerarası bir devlet olarak mütalâa edilebilirdi. Şüphesiz ki bu dağınık imparatorlukta, hanedan Türk, fakat ordu kısmen Arnavut, din adamları kısmen Arap, ticaret Rum, Ermeni ve Yahudi, diplomasi Ermeni ve Rum, öğretim münevver sınıflarda İran ve Fransız idi. Türk halkı, hiçbir zaman başka ırktan unsurları temsili düşünmedi. Onları lisanlarına, dinlerine, âdetlerine, içtimaî teşkilâtlarına hürmet ederek iyi, kötü idare ediyordu. Ermeniler ve Kürtler, Dürzüler ve Maronimler millî mevcudiyetlerini Babıâli'nin hem müstebit (baskıcı) hem de yumuşak otoritesi altında devam ettiriyorlardı. "Bu kozmopolit imparatorlukta, Türk halkının kendine mahsus toprağı vardı: Küçük Asya. Küçük Asya İonya kıyısında Rumları ve Kilikya ve Kapadokya'da Ermeni azınlıklarını ihtiva ediyorsa da nüfusun büyük kısmı itiraz götürmez şekilde Türk veya Türk dostu idi. XI'inci asırdan beri, Selçuk Türkleri Orta ve Doğu Anadolu yaylalarında yerleşmişlerdi. XIV'üncü asırdan beri, Osmanlı Bitini'yi ve Ege vadilerini Yunanlılıktan temizlemişlerdi. Küzük Asya yarımadası yeni bir Türkistan, Kaşgar veya Maveraünnehir kadar Turancı bir toprak olmuştu. Buradan kök alan kuvvetli Türk halkı, yer yuvarlağının en sağlam çiftçi nesli örneklerinden birini temsil ediyordu. İşte oradan, vadilerin çiftçilerinden ve yaylaların çobanlarından Osmanlı İmparatorluğu kudretini alıyordu." (René Grousset, Asya'nın Uyanışı) Avrupalılar nazarında bu saha, Türklere atalarından kalan Anadolu, Kürt meselesinin daha da vahimleştirdiği bir Ermeni rehini gibi idi. Gaddar ve mağdur, ırkça ve lisanca akrabalaşmış fakat dinî kin ve hürriyet rekabetiyle birbirinden ayrılmış Ermeniler ve Kürtler, sözde müttehit (birlik) ve müstebit ihtiyar Türkiye aleyhine, akisleri batıda sonsuz bir husumeti (düşmanlığı) devam ettiren ettiren kanlı bir ihtilâli sürdürüp duruyorlardı. İşte bu her zaman uyanık batılı heyecanındandır ki, Avrupa milletleri, 'Hasta adam'ın âkıbetini açıklamakla yetinmiyor, belki onun kesinleşmeyişini ve imparatorluğun yıkılmasını hazırlayan sarsıntıları dikkate almaksızın bu sonucu arzuluyorlardı. Fakat Müslüman dünyasının ne olduğunu bizden saklayan bütün perdeleri Dünya Harbi söküp yırtınca, Küçük Asya'da bir Anadolu Türkiye'sinin, yani millî emelleri, askerî kudreti ve insan kaynakları bizden önceleri gizli kalmış, esastan Türk bir ülkenin mevcudiyetini tanıdık. Demek ki Türkiye, kendisine daha büyük emniyet temineden Asya'daki yerleşmesiyle Avrupa'daki kudretinin kaybolduğunu gördü. Anlaşma hükümlerince, Avrupa'da ancak Meriç suyuna kadar 1.200.000 nüfusla meskûn bir mıntıkayı temsil eden Doğu Trakya elinde bırakıldı. Harpten evvel bütün Balkan yarımadasını işgal ederken, sahası İstanbul bölgesinde veya Edirne'de kalıyor. "Bununla beraber bu dar mıntıkanın ehemmiyeti büyüktür. En eski zamandan beri, Asya'nın Avrupa'yla ve Akdeniz'in Karadeniz'le kavşağı bu karalı ve denizli çifte geçit, Türkler için refah ve komşu halklar için ihtiras unsuru idi. Süveyş kanalının açılmasına ve Transsiberiye'nin ihdasına (armağanına) rağmen faydasından hiçbir şey kaybetmedi." (Jean Brunhes) Bu ehemmiyet yalnız İstanbul'da 700.000 veya Edirne'de 70.000 tutan yığılmış nüfustan değil; İstanbul'a erişmek için Edirne'den geçen Paris-Viyana-Belgrad beynelmilel büyük demiryolundan ileri gelmektedir. Diğer taraftan Marmara denizi ile birbirine bağlanmış Çanakkale ve İstanbul boğazları, 7 kilometre ile 500 metre arasında değişen bir genişlikte, Boğaziçi kıyılarında geniş bir milletlerarası pazarın bekâsını (varlığını) temin eden 300 kilometrelik bir deniz yolu teşkil etmektedirler. Bununla beraber millî hayat, Asya'ya, hemen hepsi Müslüman, kıyılarda toplanmış, yaylalarda dağılmış, kilometre karede 16 kişiyle oldukça zayıf nüfus kesafetli (yoğunluklu), fakat hadiselerin mucizesi olarak Türk vatanının esasını temsil eden bugün on iki buçuk milyon ahali ile meskûn Anadolu'ya geçmiştir. Eski Ancyre'in yükseldiği alanda, yenilenmiş ve yeniden kurulmuş bir medeniyetin idare merkezi hâline gelen 75.000 nüfuslu küçük Ankara şehrinde, başkenti cüretle tesbit edilen Ankara hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti remzi altında tahakkuk eden (gerçekleşen) bu yeniden doğma, batı farkında bile olmadan, böyle bir çerçeve içinde açılıp gelişmiştir. Avrupa, Türklere meskûn yerlere münhasır, fakat modern devletler umumî haklarınca bir hükümdarlık bütünlüğü ile cihazlanmış (donanmış) ve ayrıca deniz mahreçleri (girişlerine) verilmiş, iyi kötü demiryolu vasıtaları ile teçhiz edilmiş, Yunanistan gibi bütün harp zararlarından kurtulmuş, hukuk ve maliye bakımından hür bir Türkiye'yi Lausanne'da (24 Temmuz 1923) tanımıştır. Yahya Kemal Beyin Türk meselesi yazarı Maurice Pernot'ya söylediği gibi "Osmanlılık ancak Türklerin aleyhine gerçekleşebilirdi. Osmanlılık, memleketin birliğini temin edemedi ve aksine imparatorluğun zaafını teşkil eden bir ayrılığı devam ettirdi. Az geniş, fakat daha kuvvetli bir imparatorluk daha iyidir. Yalnız bu imparatorluk, Müslüman Türklerin ekseriyetle oturduğu mıntıkalarda bulunmalıdır." Kıt'adan kıt'aya geçişi bizi hayrete düşüren bu milletin hükûmet merkezini değiştirmesi nasıl olmuştur? Teokratik, feodal ve birleşik kalıbına rağmen Osmanlı İmparatorluğu nasıl dağıldı? Halifesultan, görünüşte ebedî olmasa bile değişmez olan eski bir geleneğin muhafaza ettiği bu ikili iktidarı, sultanlık ve hilâfeti nasıl kaybetti? Bu şüphesiz ki Türklerin Kanunî vasfını verdikleri Muhteşem Süleyman'ın ölümü (1566) ile başlayan uzun bir hikâyedir. Bütün Müslüman haşmeti geride kalmıştır: Mehmet II tarafından İstanbul'un alınması (29 Mayıs 1453), Türklerin Atina'ya girişi (1458), Trabzon Rumlarının tâbiiyeti (1461), Karaman Türk beylerine Mehmet II'nin zaferi (1464), Müttefik Rodos, Venedik ve İran'a karşı mücadelesi (1470), Türklerin Arnavutluk'ta İşkodra önlerine gelişi (1474), Kaffe'nin alınması ve Kırım Hanlığına el konması (1476), Friollere (1) Türk girişi (1477), Otranto taarruzu (1480), Mehmet II ölümünde (1481) en yüksek dereceye geliş, Kafkasya'nın fethi (1489), Venedikle harp (1499), İranlıların Türkler tarafından yenilmesi (1514), Memlûkların mağlûp edilmesi (1516), Selim'in Emir-ül Müminin ilân edilmesi (1517), bu sırada Papa X'uncu Léon'un Türklere karşı boş yere bir vergi ihdas etmesi (koyması), Mezopotamya'nın Selim tarafından fethi (1518), Selim'e halef olan Kanunî Süleyman tarafından Rodos'un alınması (1522) ve Mohaç ovasında ordularını ezdikten sonra Macaristan Kralı Lui II'nin öldürülmesi (1526), Süleyman tarafından Viyana muhasarası (kuşatması) (1529), François I ile ittifak (1533), Bağdat ve Tunus'un fethi (1534), kendisini destekleyen tüccar ve bankacı Fuggerlerin (2) yardımı ile Charles-Quint Tunus'u 1535'te tekrar ele geçirecektir, Macaristan'ın işgali (1537), Yemen'in alınması (1537), Silezya'da Osmanlı akınları (1544), Van'da İranlıların bozgunu (1548), Avusturya ile mütakere (1562). Süleyman'dan sonra Türklerin zafer kronolojisi gittikçe fakirleşir. Taarruz kuvvetlerini teşkil etmiş olan nizamî orduları, Yeniçeriler, bundan böyle zaâf sebebi, bozulma etkeni, kargaşalık kaynağı olacaktır; Yeniçeriliğe giriş para ile elde edilince, ordunun temsil ettiği hakikî kudret, dükkânlarında oturan, fakat sivil hayatla daimî temasta olan esnafın ellerine geçti. İhzibat (düzen) alışkanlığı kayboldu. Muhafazakârlık ruhu, devamını istedikleri imtiyazlarla mütenasip olarak inkişaf etti. 18'nci asırda tehlikenin ciddiyetini anlayacak kadar uyanık, fakat isyan ve fesatla baş edemeyecek kadar zayıf bir çok sultan geldi: Osman II (1618-1622) ve daha sonra Selim III (1789-1807) giriştikleri ıslahatı tamamlayamadan onun ağırlığının altında ezildiler. Üstelik harp hezimetleri, ıslahatları büsbütün zorlaştırıyordu. Fransız İhtilâli, Fransa krallarının politikasını yeniden ele almıştı ve Fransız bayrağının 1535 kapitülasyonlarından beri istifade ettiği imtiyazlardan, aynı zamanda Fransa ile I. François'dan beri diplomatik ve ticarî münasebetlere bağlanan bağıştan faydalanmaya gayret ederek Osmanlı temamiyeti mülkiyesini (toprak bütünlüğünü) benimsemişti. Sultan da, Çariçe gibi, üç renkli bayrağın istimalini menetmişti (kullanılmasını yasaklamıştı) (1793). Fakat Selâmeti Umumiye Komitesi din ayrılıklarından kaygılanmıyordu; millî hakikatî ilk defa ortaya koyuyordu. Elçi Descorches, komite adına Türkiye'yi Rusya'ya karşı silâhlanmaya teşvik ediyordu: İhtilâllerin diplomatik tutumunda o zamandan beri değişen bir şey yoktur. General Aubert - Dubayet 1796'da, bir yıl sonraki ölümüyle bitmiş olan bir öğretim vazifesi görmek üzere İstanbul'a gelir. Bonapart ve Mısır seferiyle bariz (belirgin) değişiklik başlar, Babıâlî ve Rusya müşterek bir tehlikenin tehditkârlığı önünde birbirlerine yaklaşırlar: (30 Ağustos 1798 muahedesi), Paris muahedesi (25 Haziran 1802) ile Türklerin gözü kapalı muhtemel bir harbe gidişleri. Austerlitz'den sonra yeni bir değişiklik! Napoléon'un Sebastini'ye talimatları, Türkiye'yi kurtarma ve kuvvetlendirme arzusuna delâlet (aracılık) ediyor. Sultanın 23 Ağustos 1807 kararıyla bağlandığı Tilsitt anlaşması (7 Temmuz 1807) Rusların mağlûbiyetini ve Osmanlıların kurtuluşunu gösteriyor. Bu Fransız tavassutu (aracılığı) kısa sürüyor: Erfurt'tan sonra doğu için Napoléon, Çar Aleksandr'a tam salâhiyet verince sona eriyor; bu da Osmanlı İmparatorluğuna, Bükreş anlaşması ile (28 Mayıs 1812) yeni fedâkârlıklar yükleyerek biten Türk-Rus harbine sebep oluyor. (1809-1812) Batı ile İslâm doğunun yakınlaşması fırsatı ortadan kaybolmuştu. Bu arada Selim III öldürülmüştü; halefi Mustafa IV hâl edilmiş, Mahmud II'u korumak ve Türk idaresini gençleştirmek istemiş olan Alemdar Mustafa, patlayan cephanenin alevleri arasında ölmüştür. İşte bu şartlar içinde, saray faciaları ve Sırpların isyanı akabinde Mahmut II'nin (1809) hükümdarlığı başlıyor. Anlaşılıyor ki, sultan, gördüğü tehlikeye karşı tedbir almak için 20 sene beklemiştir. Sultanın donanması, parası ve emrinde olan Mısır Hidivi Mehmet Ali'den başka dayanağı yoktur. Sırp-Hırvat millî fikri uyanıyor, Bulgarlık imanı kuvvetleniyor, Yunanistan isyan ediyor, bütün Avrupa Helen taraftarlığını ilân ediyor, Yunan istiklâl harbi umumî bir dikkat merkezi hâline geliyor; Edirne sulhu (1829), Rusya'nın lehine toprak kayıplarını ve Osmanlı bozgununu tasdik ediyor (onaylıyor). İşte bu müthiş tehlikeli anlar sırasında, Mahmut II ordusunu ve imparatorluğunu yeniden teşkilâtlandırmaya kalktı. Yeniçeriler isyan etmeye devam ediyorlardı, fakat yaptıkları mücadeleler ciddîliğini kaybetmişti. Mahmut II top ateşi ve idamla Yeniçerilerin son mukavemetlerini sona erdirdi. Tahayyül ettiği gibi bir Büyük Petro olacak mıdır? Hayır, zira memleketini kurtarmaya faideli olacak temel ıslahata cesareti yeter değildi. 70.000 askeri, Avrupalı usullerle teşkil ve talim etmekle iktifa ediyor; fakat Avrupalılar gibi giyinip, onlar gibi şarap içtiğinden ve tabiî, ilerlemenin icap ettirdiği masrafları karşılamak üzere vergileri arttırdığı için müteassıpların itirazlarını uyandırıyor. Bu itirazlar karşısında gayretleri başarıya eremeyecektir. Üstelik, Rus politikası onu ürkütüyor, şaşırtıyor ve cesaretini kırıyor; kendini Rusya'nın vesayetine terkediyor (1833). Köksüz ıslahat arzuları, ordularının talihsiz akibetine uğruyor. Suriye'nin Mısırlılar tarafından istilâsı ve Nizip'te (9 Temmuz 1839) Osmanlı birliklerinin ezilmesi, bu aşağı yukarı fasılasız mağlûbiyetler silsilesini müthiş bir felâketle neticelendirecektir: Türk ve Mısır filolarının Navarin'de imhası (20 Aralık 1827). Mahmut II'nin oğlu Abdülmecit, Reşit Paşanın yardımı ile, babasının hürriyetçi teşebbüsünü takip etmeye boş yere gayret edecektir. Bu, 3 Kasım 1839 Gülhane Hattı Şerifinin açtığı Tanzimat denilen devre olacaktır. Taassup, bu fermanın ve o zamana kadar Türkiye'nin en yüksek kanunu olarak devam etmiş bulunan alışılmış esaslara zıt olan her ıslahatın gerçekleşmesine mani oluyor. "Süleyman'dan Abdülhamit II'ye kadar (1566'dan 1876'ya) bu dinî imparatorluğu 23 sultan-halife devam ettirdi. Fakat imparatorluğun harpçi gayreti, hilafetin dinî hizmetinden daha fazla onları meşgul etti; ancak isimde ve davranışta Müslümanların dinî reisleri olarak kalıyorlardı; fikir ve fiilde daha ziyade Türk imparatoru idiler. İslâmın birlik ve devamına değil, kendi devletlerinin genişlemesine ve bütünlüğüne çalıştılar: Mukaddes şehirlere doğru değil, Avrupa'ya doğru politikalarını çevirdiler. Önce bir buçuk asır zapt ve ilhaklarla (ele geçirmelerle) (1520-1683) Viyana surlarının önüne kadar ilerlediler ve Müslüman olmayanlar arasında durmadan çıkan münazâaları (çekişmeleri) hâl etmeye mecbur kaldılar; Müslümanları türlü tarikâtlar ve Sünnîlikten çıkarıcı rafizîliklerle oraya, buraya çekilmeye bıraktılar. Daha sonra, Hıristiyanlara karşı, adım adım fetihlerini müdafaaya iki asır boyunca (1683-1876) mecbur oldular. İdarelerinin ve ordularının bozulması, daimî bir çekilmeye onları icbar ettiğinden (zorunlu kıldığından) bunları ıslah etmek için örnekleri Avrupa'da aradılar. Islah çarelerini Müslüman olmayan Avrupalıların itikatlarından (inançlarından) değil, ilimlerinden almak istediler. "Mustafa III (1757-1774) tarafından düşünülen, Selim'in arzu ettiği, Mahmut II'nin (1809-1839) zorla kabul ettirdiği, Abdülmecit'in (1839-1861) devam ettirdiği bu ıslahat, genç Türklerin imparatorluğu cihazlandırmayı tasarladıkları parlemanto idaresine ulaşacaktı: medenî ve lâik bir nizam, teokratik militarizmin yerini alacaktır; eski İslâmın buyrukları yeni dünyanın hürriyet taraftarı tecrübelerine yerlerini bırakacaklardır... Fakat Abdülhamit II genç aydınları bertaraf etti (1877), onların hazırladıkları eserleri harap etti ve İslâm hükûmet prensiplerini yeniden ortaya koydu: bundan böyle sultan, herşeyden evvel halife olacaktı." (Victor Bérard) Abdülhamit II'nin saltanatı eski Türkiye'nin geri gidişinde son merhaleyi işaret eder. Kızıl Sultan, Türk-Rus harbi (Nisan 1877 - Mart 1878) akabinde mutlak iktidarı ele almıştı. Bu harpte Osmanlı askerinin meziyet ve fedâkârlıklarına, Osman Paşanın şahsî başarılarına rağmen, Sırp ve Karadağlıların yardım ettiği Rus ordusu bir kere daha İstanbul'un tarihî yolunu tutmuştu. Edirne Sulh mukaddimâtı (başlangıcı), Yeşilköy anlaşması (3 Mart 1878) sonra Berlin Muahedesi (13 Temmuz 1878) Bismarc'ın dikte ettiği büyük devletlerin kararlarına Türkiye'nin tabî kalan çeşitli din ve ırktaki halka "müsavatçı (eşitlik içinde) bir siyaset" tatbikini vaad etti. Bu tebliğdeki taahhüt, Abdülhamit'in mizacıyla bağdaşamaz olduğunu hemen açığa vurdu. O Abdülhamit ki, dindar, müstebit ve müvesvis (kuruntucu) idi ve 1876'nın talihsiz ıslahatçısı Mithat Paşa'nın karikatür çizgileriyle istihzalara hedef olan hayalinin bulunduğu Yıldız Sarayına daha 34 yaşında iken kendini kapamıştı. 1878'de gözden düşen, nefy (sürgün) edilen Mithat Paşa'nın hayatına son verdiği 1883'e kadar Abdülhamit'in başlıca gayreti, mutlak kudretini rahatsız eden ve endişeye düşüren hürriyetçi teşekküllerden kurtulma yolundadır. İmparatorluğun başlıca gelirlerini, Osmanlı borçlarını ihtiva eden (Muharrem fermanı 20 Aralık 1881) bir malî mürakebe (denetleme) şekli altında Avrupa'ya terketmekte zorluk çıkarmıyor: Gümrük fazlası, tuz, tütün, pullar vesaire ile liman inşaatını alacaklı devletlere bırakıyor, yabancı sermayenin işlettiği demiryollarına garanti veriyor. Fakat aynı zamanda son sultanların elinden giden, kaybolmuş cismanî iktidarın yerini tutacak bir manevî kudreti halife olarak yeniden elde etmeye gayret ediyor. Abdülhamit'in anladığı İslâm birliği, ona göre dinî bir emperyalizmdir: Yeğeni Prens Sabahttin'in izah ettiği gibi -Osmanlı mutlakiyyetinin sallanan binasını önce gizlemek, sonra muktedir olabilirse (gücü yeterse) kurtarmak için ruhanî bir libas (örtü) ile örtmek... Pan-İslâmizm hareketini destekleyen arka fikirler ne olursa olsun, din, İslâm ahaliyi derinliğine ve geniş bir alan üzerinde hareketlendirmektedir: Müslüman olmayanlara karşı olan kini diriltir veya canlandırır. Ermenilerin kanlı katliâmları 1888'den itibaren yeniden başlar; Girit Hristiyanlarının katliâmı, 1896 kasımındaki Mukaddes cihada, sonra 17 Nisan 1897'de Türk-Yunan Harbine yol açar. Bu harp, Yunanlıların mağlûbiyetiyle sona ermesine rağmen Girit istiklâl kazanır ve Prens Georges, büyük devletler yüksek komiseri olarak bir müddet adayı idare eder. (26 Kasım 1898). Bununla beraber, Abdülhamit, hakkında müdahalesizlik (karışmazlık) politikası gözetmeyi kararlıştıran İngiltere ve Almanya, Rusya ve Avusturya gibi büyük devlterin takındığı tavırdan istifade ediyordu. Fransa, müstenkifliği (çekimser kalmayı) dostluğa kadar ilerletiyor. Gabriel Hanotaux, ikinci Hariciye Vekilliğinde (30 Nisan 1896), Mecliste "her türlü müdaheleyi, Haçlı seferi ve macera zihniyetini" reddederek Fransa'nın isteğine tercüman oluyor ve Müslüman bütünlüğünün müdafiliğini (savunuculuğunu) vekillikten düşmesine kadar yapmaya devam ediyordu. Bu türlü himayeler sayesinde, Abdülhamit'in Makedonya'da Rumeli'de ve bütün imparatorluk sahasında, zahiren muahede (görünürde anlaşma) hükümlerine uymak için aldığı belirsiz idarî tedbirleri ıslahat şeklinde maskelemesine müsaade edilmiştir. Berlin Muahedesinden çıkan rekabetler "Hasta Adam"a, (1897) Avusturya-Rusya itilâfı Türkiye'yi imtiyazlı avcılar ve dostlar için bir çeşit mahfuz av sahası yapasıya kadar, uzunca bir hayat sağlar. "1897, yeni bir devrin başlangıcıdır: Ermenistan katliâmları, yunanistan'ın mağlûbiyeti, sultanın kudretini temin etmiştir; Avusturya-Rusya anlaşması Makedonya'yı sultanın arzusuna bırakır. Düşüş Makedonya'dan başlayacaktır. Fransız maliyesi ve Alman genel kurmayı ile kuvvetlenen Abdülhamit, Slâvlara karşı zıt bir tavır alır. 200.000 Makedonyalı, kendilerine bir mukavemet (direnme) teşkilâtı sağlayan (Sofya haricî teşkilâtı 1893) Bulgaristan'a sığınıyorlardı. Ermenistan üzerine olduğu gibi sultan, Makedonya üzerine de, başıbozukları, Arnavutları ve Anadolu rediflerini hücum ettiriyor. Bunlar eski Sırbistan yaylalarını talan ediyorlar, mukavemet edebilmek için Makedonyalılar Petersburg'a ve Viyana'ya çok bağlı Sofya'dan ayrılıyorlar ve Sarafof'la Selânik dahili teşkilâtını tesis ediyorlar (kuruyorlar) (1899): Makedonya, Slav komitecilerin, Yunan andartlarının (gayrî nizamî) ve Müslüman başı bozukların zülumlarının, sirkat, tecavüz, idam, kesilen kulaklar, açılan karınlar, diri diri derileri yüzülen çiftçilerin hikâyeleri ile doludur. Babıâlî, kıyamı tahrik ediyor (Sofya Osmanlı komiseri "bir seferde hepsinin hakkından gelmek için karşımızda 20.000 asî olmasını isteriz" diyor.) ve birlikler yığıyor (1902-1903 kışı). Arnavutlar Peç, Diakova Sırplarını katl ediyor, köyleri yakıyor, Makedonya çiftçilerini ateşe veriyorlar (1903 baharı). "29 Nisan 1903'te Selânik'te bombalar atıldı; 2 Ağustos'ta Manastır'a hâkim olan, Priştine'de sığındığı Saint-Elie Manastırından Sarafof, ihtilâli ilân ediyor; Slavların mülkleri satılıyor, kilise ve okulları kapatılıyordu. Sofya'nın ihtilâlcilerle suç ortaklığını reddetmesine rağmen (10 Ağustos 1903 Bulgar memorandomu) Makedonyalılar kitle hâlinde Bulgaristan'a kaçıyorlar. Slâvlara hınçlı Yunanlılar, komitacılara cephe alıyor ve Uzak Doğu harbi Rusları Balkanlar'dan uzaklaştırdığı için sultan, Yunan çetelerini Slâvlara saldırtıyordu (1904 Ağustosu). "1904 baharında, 2 Ekim 1903 Mürzteg programıyla sultana kabul ettirilen "Avrupalı jandarma" (Hristiyan jandarma, Avrupalı subay) bazı şehirlere yerleşmişti. Umumî Vali Hilmi Paşayı çevreleyen malî müşavirlerin ve subayların çalışmalarını Osmanlı otoriteleri felce uğratıyorlar ve Avusturya, bilhassa en fazla kargaşalık içinde bulunan hududuna komşu sancakları polis kontrolundan istisna ettiriyordu. Anarşiyi arttırmak için, sultan, Makedonya'yı, ırk kavgalarını kızıştırmak için iyi bir kararla, "millî bölgelere" ayırıyordu. İhtilâlcilerin "Makedonya Makedonyalılarındır"dan başka beyanda bulunmamalarına rağmen Yunan, Sırp, Bulgar çeteleri kendi köyleri için dövüşüyorlar; Yunanlılar Ulahlarla, Sırplar Arnavutlarla hudutlardan uzaklarda bile boğazlaşıyorlar; yalnız 1907 Kasım ayı içinde Avrupalı jandarma istatistikleri 150'si Slâvlara ait olmak üzere 211 cinayet kaydediyor; 20 veya 30.000 komiteci, 100.000 başı bozuk, 150.000 Osmanlı askerine karşı 50 Avrupalı jandarma subayının elinde 6000 jandarma var! Becerebilen Makedonyalılar en çok Amerika'ya göç ediyorlar: 1903, 1908 arası dörtte üçü Slâv 75.000 göçmen" (Jacques Ancel). Bu 19'uncu asrın uzun kargaşalığı devamınca ve geçici akitlerle zorunlu olarak arası kesilmiş harpler süresince batı düşünceleri, edebiyat sayesinde, bilhassa, İbrahim Şinasi (1826-1871) ve Namık Kemal (1840-1888) gibi mümtaz (seçkin) yazarlar yardımıyla, herşeye rağmen, Türklere nüfuz etmişti. 1865 Haziranın bir pazar günü Jean Jacques Rousseau ve Voltaire sevgisini, Stuart Mill ve Spencer bilgisiyle bir araya getiren bir gençler grubu Genç Osmanlılar Cemiyetini kurdular. Sonra Paris ve Londra'da (Ali Suavi) faaliyet şubeleri ile bir Genç Türkiye Komitesi kuruldu. İlk Jön Türk neşriyat organı Hürriyet gazetesi, 1868'de Londra'da intişar etti (yayınlandı). Bu rüşeym (oluşum) halindeki grup, suplesi olmayan, fakat liyâkatli ıslahatçı sadrazam ve Abdülhamit'ten bahsederken andığımız gibi siyasî şehit Mithat Paşanın şahsında taazzuv etmek (simge) talihine erdi. Mithat Paşa, memleketini iki meclisli bir parlemento ile cihazlandırarak (donatarak) tasarılarını gerçekleştirmişti. (11-23 Aralık 1876 Kanunu Esasisi) Türkiye'de parlâmento rejimini Abdülhamit'le kurmak için zaman, fena seçilmişti. Harp çıkınca, sultanın emirlerine bağlı olmalarına rağmen mebuslara yol verildi: Kanunu Esasî ancak, salnamelerde kalmış, fakat işlemez bir hâlde bir kenara atılmıştı. Jön Türk hareketi, daha sonra meşhur olan İttihat ve Terakki Komitesini, Askerî Tıbbiye'den üç arkadaşıyla kuran Dr. Abdullah Cevdet'le 1894-1895'e doğru ıslahat gördü. Evvelce Bursa'da okul müdürü yumuşak huylu Ahmet Rıza, Paris'te Jön Türk neşriyat organlarının ilki Meşveret'i neşretti (1895). Murat Bey Cenevre'de Meşveret'e karşılık Mizan'ı çıkardı (1896). Bu defa tek şef yoktu. Gizli olmaya gayret eden bir reisliğin vazifesini muhtelif şahsiyetler deruhte ediyorlardı (üzerlerine alıyorlardı). Bazıları kötü şöhretli oldu: Doktor Nazım, posta memuru Talât Bey, Bahattin Şakir, Damat Mahmut Paşa ve oğulları, daha sonra ayrılan Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah. Başlangıçta Paris ve Selânik'te yerleşmiş propaganda ocakları çoğaldılar. Abdülhamit fena metod tatbik ediyordu: ortadan kaldırmak için küçük gazeteleri satın alırken daha büyük miktarda bunların yerlerini alanları desteklemiş oluyordu. Ordu, Fran-masonluğun desteklediği Jön Türk hareketine çabuk denebilecek bir zamanda kazanıldı. Subaylar, büyük devletlerin yerinde olmayan müdahelelerine hiddetleniyor, gayrî Müslimlerin hürriyet teşebbüslerinden telâşlanıyorlardı. Jakobenlikleri, henüz milliyetçilik seviyesinde idi. Hareketi ilk defa Selânik'teki 3'üncü Ordu topluca tasvip etti (kabul etti). İttihat ve Terakki Komitesi'nin çok kere romantik, çok kere kahramanca olan tarihini, tafsilâtına girerek burada anlatamayız. Sadece Manastır yakınında Resne'den hareketle, bundan böyle hatırası Yeni Türkiye'nin ilk kutlama tarihi olarak tesit edilmekte olan 23 Temmuz 1908 ihtilâlini çıkaran iki subayın, Ahmet Niyazi ve Enver'in, cüretkâr hamlesini hatırlatalım. 23 Temmuz 1908 ihtilâli, herkes için, Makedonya mevzuunda Rusya ve İngiltere tasarıları üzerinde neticesiz konuşup durah batı politikacıları için, kuvvetlerini tam takdir edemeyen ve ümitlerini sultanın ölümüyle Hamit idaresinin son bulmasına bağlayan kurtarıcıların kendileri için de beklenmedik bir süpriz oldu. Filhakika, kudretin zahirî görünüşü Abdülhamit'in çevresinde emsalsiz bir baskı, men ve ihbar cihazı ile devam ettirilmekte idi. İlk isyan emaresinde, yıpranmış bir idareyi muhafaza etmeye kimsenin niyetli olmadığı ortaya çıktı. Makedonya'nın asî birliklerine karşı sultan, Asya birliklerini çağırdı, onlar ise cevap vermeyi reddettiler. Daha fenası Verisoviç'e toplanıp Yıldız'a Meşrutiyet idaresine dönüşü talep için telgraf çeken Arnavutların döneklikleri oldu. Şu halde, razı olmak, 1876 Meşrutiyetini meriyete (yürürlüğe) koymak, seçimleri hazırlamak, yeni bir hükûmet kurmak icap ediyordu. İktidar, bittabi ekseriyeti subay olan İttahat ve Terakki Komitesini idare edenlerindi. Bunlar, doğrudan doğruya devlet işlerini ele alacak yerde, hükûmete getirdikleri şahıslar vasıtasıyla devlet işlerini yürütmeyi ihtiyar (alışkanlık) edinmişlerdi. Bu ilk devrede, ilk Fransız ihtilâlinin şairâne aylarında, Lui XVI gibi Abdülhamit'in de dava haricinde bırakıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü ihtiyar sultan zaruretlere boyun eğdi, iyi teşkilâtlı bir ihtilâlcilere güler yüz gösterdi. 24 Temmuz 1908, Türkiye'de ve Türkiye haricinde, sultanın hareket tarzındaki çekinmeye bakarak hükmedildiği gibi, umumî heyecan uyandırdı denilebilir. Asi subaylar muzaffer oldukları için memnundurlar. Dünün saray adamları tekrar kendilerini toplama imkânıyla kurtulmuş olmalarına memnundurlar. Birkaç derviş, birkaç müneccim ve irtikâpla az çok doyurulmuş bir çok yüksek erkân hariç, Hamitçi memurlar, sultan ve kendileri mevkilerini muhafaza ettiklerinden hoşnutturlar. Hapse atılmış âsiler hürriyetlerine kavuştukları için bahtiyardırlar. Yunan andartları, Bulgar komitacıları Meşrutiyet sevinci içinde kardeş oluyorlar. Hristiyan halk yenilenen Kanunu Esasî'nin "tabî oldukları din ne olursa olsun, bütün imparatorluk tebaası fark gözetilmeksizin Osmanlıdır" diyen sekizinci maddesinden ötürü sevinmektedir. Hele Fransa'da ne sevinç! Bütün cumhuriyetçiler kendilerine demokrasi ve hürriyette iltihak eden (katılan) Türk kardeşlerinin bayramını kutluyorlardı. Kendi öz telkinimizi bulmanın hoşumuza gittiği bu Türk ihtilâlinin sevinçli haberinin ilham ettiği safiyâne mısraları burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Fakat bu hareketin diplomatik sahada tesir ve yayılışı o derece kuvvetli idi ki, Abdülhamit'e çok bağlı Almanya İmparatoru bile, iktidara gelişleri umumî bir teveccüh ile selâmlanan bu bahtiyar suikatçileri tebrik etmekten kendini alamadı. Şüphesiz ki hükûmet reisi Kâmil Paşa tarafından açıklanan programın bazı maddesi kapitülâsyonların muhtemel ilgasını bildirdiğinden yabancılar için gönül kırıcı idi. Fakat dikkatli birkaç izan (anlayış) sahibi hariç, tebliğ safhası, geçirilen zaman ve felâketlerle kazandığı gerçek ehemmiyetini bulamadı. Yenilenen Türkiye'ye bir dostluk kredisi açılmıştı (1909). Bu evvelce olduğu gibi, idamlar sistemi işlemeye başlayana kadan uzun aylar sürdü. Fazla olarak hükûmetler tereddütlü veya yorgun cumhuriyetlerdeki kadar çabuk birbiri arkasından değişiyordu. Bir komite istibdatı, sultanın istibdatı yerine dehşet saçıyordu. İstanbul örfî idare altına alınmıştı. Biriken bu hatalar, Selânik birliklerinin müdahelesine sebep olan ve temsilî bir sultanla, Mehmet V ile değiştirilen Abdülhamit'in tasfiyesini mazur gösteren bir tepkiyi tahrik ettiler (27 Nisan 1909). Türk dahilî hayatı böylece karışmış iken, millî ihtirasın aniden alevlenmiş olduğu Balkanlar'da, Temmuz 1908 ihtilâlinin neticeleri gelişiyordu. Türk milliyetçiliği tarafından yaratılan atmosferde, Sırp ve Bulgar milliyetçilikleri canlanıyorlardı. "Avusturya, kendini rahatsız etmeyen Bulgar milliyetçiliği ile bağdaşmazdı. Avusturya,Yugoslav kaynaşmasına son vermek için cüretkâr bir karar aldı: 5 Ekim 1908'de François-Joseph, 1878'de Avripa'nın muhafazasını kendine emanet ettiği Türk eyaletleri Bosna Hersek'in ilhakını ilân etti. Daha önc, Avrupa'yla anlaşarak Prens Ferdinant, krallığa tahvil ettiği (çevirdiği) prensliğinin istiklâlini ilân etmişti; kendini Bulgarların çarı ilân ettirdi" (J. İsaac) Avusturya'nın kararı, başlangıcının tarihini belirtmemek ihmalcilik olabilecek olan Merkezî Avrupa buhranını açıyordu. Bu arada, Jön Türk hükûmeti, dahilî statüsüyle aynı zamanda haricî politikasını nafile tesbite uğraşıyordu. Dahiliye nazırı Talât Bey, Selânik'te: "Rejimimizin, bütün teveccühlere rağmen, bekâsı için hakiki bir desteğe ihtiyacı olduğundan kudret sahibi Üçlü İttifak'la bilhassa AvusturyaMacaristan'la ve dolayısıyla hem kuvvetinin hem teveccühünün kâfi delillerini bize göstermiş bulunan Almanya ile sıkı bir dostluğu devam ettirmeye mecburuz," diye söylüyordu. 1911. "İhtilâl bitmemiştir. İhtilâli kazananların menfaatleri çekişmek için ihtilâfa (anlaşmazlığa) düştükleri devredeyiz: Bu, Umumî Selâmet Meclisi veya İttihat ve Terakki dedikleri bütün mutlak meclislerin âkibetidir". (René Pinon) Fakat bu dahilî karışıklıklar yanında haricî hadiseler harp mantığına uygun olarak cereyan ettiler. Fas hadiseleri, Afrika toprakları için tamahı uyandırdı ve bilhassa İtalya, Fransa Fas'a ve Almanya Kongo'ya yerleştiğine göre Trablus'u kapmanın saati geldiğini düşündü. Jön Türkler, Trablus'u itibarları zedelenmeden bırakamazlardı. Harp, İtalyanlar Trablusgarp'ı işgal ettiklerinde ilân edildi (7 Ekim 1911). Bir sene sonra Türkiye, Merkezî İmparatorlukların tazyiki altında anlaşmaya mecbur oluyordu (Ekim 1912). Fakat Türk-İtalyan harbi diğer harpleri hazırlıyordu. Bulgaristan Sırbistan'la (Mart 1912), sonra Yunanistan'la ittifak ettiğinden, Karadağ Sırbistan'a yardım vâad ettiğinden, Rusya tarafından gizlice muzaheret (yardım) gösterilen bir Balkan İttifakı Türklere karşı ortaya çıktı. Yunanlılar Selânik'e girer iken, Türkler Kırkkilise'de (Kırklareli), Bulgarlar Kumanova'da Sırplar tarafından mağlûp edildiler. Bulgarlar, İstanbul'a 30 km. mesafede, Çatalca'da, durdurulabildiler. Türkler, kendilerine Avrupa'da yalnız İstanbul ve Boğazları bırakan Londra Sulh mukaddimatını (antlaşmasını) (30 Mayıs 1913) imzaladılar. Bu mağlûbiyet saatinde ne Üçlü İttifakta ne de Küçük İtilâf'ta dostları kalmamıştı ve Pierre Loti'nin sesi "Can çekişen Türkiye" için tek başına bir matem şakısı olmuştu. Birkaç ay sonra (1913 Aralığı) Alman generali Liman von Sanders Birinci Ordu Kumandanlığına getiriliyordu. Rusya'nın itirazı üzerine, generalim görev emri Türk Ordusu Müfettişi olarak değiştirildi. 1914 Ekiminden itibaren, Türkiye Dünya Harbi'nde Almanya yanında yer alıyordu. 1908 hadiselerinden çıkan Türkiye'yi Almanya'ya doğru sürükleyen karara, halâ iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Komitesini muhalefet eden Ahrar Fıkrasının veya İtilaf Partisinin veya tam ünvanını vermek için saflarında Prens Sabahattin ve Lütfi Fikri'nin faaliyet gösterdiği, fakat Kâmil Paşa ve gayrimüslim unsurlara dayanan Hürriyet ve İtilaf 'ın yarattığı ayrılıklar sebep olmuştu. Komite ve bu muhalefet arasındaki mücadele gaddarlığın en feci şekillerine büründü: İtilâfçı Harbiye Nazırı Nazım, askerî şöhretinin kinlerden koruyamadığı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, müteaddit defalar ilân edilen bir örfi idare marifetiyle gazeteleri muntazaman kapatılan ve üstelik kötü muameleye maruz bırakılan gazetecilere yapılan cinayetler. Tanınmış bir muharrir olan Hüseyin Cahid'in idare ettiği ve komitenin resmî neşriyat organı Tanin de bu sansürden kaçınamadı. Sansürün darbeleri eski batı usulüne göre önleniyor; kapatılan Tanin, Renin, İkdam, İktiham oluyordu. Türk Robespierreliği rolünde ise muzaffer ihtilâlin uyanık subayı, maceralarda rütbeler alan, şimdi paşa ve Sultan mehmet V'le hânedana damat olan Enver Paşa idi. Hakikatte Türkiye'nin harp içerisinde muharip (savaşan) taraflardan birine katılmasına ve neticede sonuna karar veren de olur. Enver, niçin Alman dostu oldu? Çünkü Almanya, Boğaziçi kıyılarında kudret ve kararı temsil ediyordu. Rusya, ananevî düşman idi ve Fransa, İstanbul'da, prestijine yaramayan imtiyazlı bir saflık havası içinde idi. Sarı kitap, Sadrazam Sait Halim'in, İtilâf temsilcilerine 4 Ağustos 1914'te "Babıâlî'nin kâti bir bitaraflık gözeteceğini" temin ederken istifade ettiği bu saflığın izlerini taşır. Aynı ayın 8'inde aynı teminatlar ve İngiliz donanmasından kaçan ve Boğaziçi'ne doğru yolda olan Alman kravüzörleri Breslau ve Goeben'e Çanakkale Boğazı'nın kapatılacağı vaadi. 10 Ağustos 1914'te iki gemi Boğazlar'ı aşıyor ve ertesi günden itibaren bir satış masalıyla Türk gemisi olarak maskeleniyordu. 11 Ağustos 1914'ten, İstanbul'la Rusya, İngiltere ve Fransa'nın bütün siyasî münasebetleri kestiği 31 Ekim 1914 tarihine kadar Türkiye, emperyalizmin yeni müttefikine cephane, işçi ve bahriyeli veren Almanya'nın askerî müstemlekesi olur. Bu, İtilâf devletleriyle harbe, aynı zamanda mukaddes cihada hazırlıktır. Kararı Talât, Cemal ve Enver paşalar takbik edecektir: Cemal Paşa İstanbul askerî valisidir, Talât Bey dahiliyeyi, polisi idare eder ve bilâhare sadrazam olacaktır (Ocak 1917), üçüncüsü daha aldatıcı, daha kurnaz, fakat asker olduğu için kendini Napolyon sanmak derecesinde mağrurdur. Bu triumvira, ihtilâlin babası yaşlı Ahmet Rıza'yı ve intihar eden (1 Şubat 1916) Velieaht Prens Yusuf İzzetin'i susturur. Bu arada kapitülasyonlar kimseye danışılmaksızın kaldırıldığında, zorla herşey Türkleştiriliyordu. Ermenistan vak'alarına yeniden bir dönüş olduğu kendiliğinden anlaşılıyor. Amerikalı Morgenhau'un tahkikatı benzeri görülmemiş bir dehşet bilânçosunu açıklıyor. Aşırılıkları bu sert şekilde tezahür eden (beliren) milliyetçiliğin, başka propaganda tarzları da vardı. Bilhassa, Hamdullah Suphi ve romancı Halide Edib'in beraberce çalıştıkları Türk Yurdu mecmuası ile prensipleri açıklanan milliyetçilik, Türk Ocaklarını kuruyordu. Sultan bu gösterilere yabancı kalıyordu: Çanakkale zaferine veya ordularının methine titrek bir elle manzumeler yazmakla iktifa ediyordu. Büyük Harbin ve ona Türk iştirakinin (katılmasının) tarihini yeniden yazmanın yeri değildir. Sadece tarihçilerin nasıl bir ihtimamla bu Türk iştirakini asgariye indirdiklerine işaret etmek münasip olur. Fransa tarafından kini sürdürmek hiç temenni edilmemiştir: aksine, muharebelerin meşru şiddeti içinde, Türk ruhunu belirten alicenaplık ve insanlık çizgilerine işaret etmekle iktifa edilmiştir. Pekâlâ şimdi, harbin müsebbibi Jön Türkler hakkında maziye intikal etmiş bir meselede, nasıl bir hüküm vermek lâzımdır? Mazeret mevzuubahs olmaksızın durumları başlı başına bir izahtır. Bu izah nedir? Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden bütün unsurlardan kaygılanan vatanperverlikleri ve imparatorluk Hristiyanlarının kurtuluş teşebbüsleri, İttihatçılar, Osmanlılık fikrini tutmuşlardı ve bu mükellefiyeti taşıyabilmek için doğru bir mantıkla Abdülhamit'in İttahadı İslâmcı (İslâm Birliği) politikasını yenilemek zorunda kalmışlardı. Böylece Arnavutlara, bir Hint-Avrupa dili için hemen hemen kullanışsız olan Arap harflerini aldırmaya kadar gitmişlerdi. İslâma, sırf vatanperverlik mülâhazasıyla dönüş, imparatorluk Hristiyan tebaasının hâmileri (koruyucuları) İtilâf memleketlerine karşı Jön Türkler'in beslediği husumeti (düşmanlığı) yakından izah eder. 1908 esaslarından uzaklaşmayı anlamaya imkân verir. Jön Türk hareketinin nazariyatçısı sosyolog Ziya Gökalp, hareketin programını şu üç kelimeyle izah etmişti: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (Batılılaşmak)! İslâmlaşmak! O zamandan beri tasavvur edilen, devletin ve dinin ayrılmasına hiç benzemeyen bir şey! Islahatlar, bilhassa tensikatlara (kısmalara) "idarî kadroların yeknesak, tertipli bir hâle getirilmesi için tasfiyesi"ne hasredilmişti (ayrılmıştı). İki Meclis, namuslu ve usanmaz cethi nihayet mükâfatlandırılmış Ahmet Rıza'nın riyasetinde (başkanlığında), devri sabıkın en bariz suistimallerine son vermek mevzuubahs olduğunda birçok kanuna oy verdiler; fakat yenilerini yapmada çekingen kaldılar. Dinî taassubu gücendirmek korkusu, eski alışkanlıklara şuursuz bir hürmetten bahsetmeksizin Jön Türk ıslahatçılarının heyecanını sık sık dizginledi. Onların ve Mustafa Kemal'in icraati arasında ne büyük fark! Birincilere bu dar hareket tarzını veren belki ve bilhassa bu mukayesedir (karşılaştırmadır) ve şüphesiz ki İttihatçılar için bir intikal (geçiş) devresi insanları olmak mazeretini kabul etmek doğru olacaktır. Büyük bir şef bulmak talihine de eremediler. Belki büyük bir şef olma istidadından olan Mahmut Şevket'in ömrü, yapabileceğini göstermek için vefa etmedi. Her biri yapı itibarıyla kısa boylu üçler birtakım liyakatlere sahip idiler, fakat hiçbiri büyük çapta değildi. Nihayet ilâve icap ederki, İttihatçılar, halk efkârının gözünde itibarlarını, iaşe rezaletleri ve aralarından bazılarının bulaşmış bulunduğu gayrimüslimlere fena muamele ile kaybettiler. Bütün dünyada olduğu gibi harp içerisinde yeni zenginler edinen Osmanlı rejimi diğer taraftan muhtelif (çeşitli) idare işlerinden de zarara uğradı. Bir Kara Kemal'in icraati meşhur olarak kaldı. Feshine karar vermek için, 1918 Ekiminde komitece yapılan son içtimada (Kongreye nazarî olarak bütün salâhiyetlerin intikali) Talât Paşa, partisine isnat edilen vakıaların doğruluğunu mahzun bir eda ile kabul etti. Bu icraatı önlemek niyetinde olduğunu ancak meselenin ahval ve şerait müsaade ettiği zaman, daha ileride ortaya atılmasını teklif etti. Meselâ Bahattin Şakir gibi bazı ittihatçılar, isimlerinin Ermeni kaliâmlarına karışmasıyla, kötü gösterildiler. Komite bunları reddetmeyerek susmasıyla örtbas etti ve suçları üzerine almış oldu. Bu sebepten ve başkalarından sönmeyen kinler, bu siyasî partinin idarecilerini takip edecektir. Meşhur triumvira azalarının Asya ve Avrupa'da harpten bir hayli sonra feci şekilde öldürüldükleri göze çarpacaktır. İttihatçı eski sadrazamlardan biri Prens Sait Halim ve Dr. Bahattin Şakir de aynı âkıbete uğradılar. Komitenin fırtınalı mukadderatının feci sonu, İzmir Suikastı davası ve komite azalarından dördünün idama mahkûmiyeti oldu (26-27 Ağustos 1926). Bunlar arasında, memleketin merkezî imparatorluklar yanında harbe girişine karşı itiraz etmiş bulunan nadir Jön Türklerden biri, Cavit Bey de vardı. 29 Eylül 1918'de Bulgaristan silâhları bıraktığında, Suriye'de General Allenby Kumandasında İngiliz birliklerinin ilerleyişinden müteessir olan Türklerin daha uzun zaman mukavemet edemeyecekleri belli oldu. Filhakika bir ay sonra, yeni Bahriye Nazırı Rauf Bey ve Akdeniz Müttefik Donanmaları Baş Kumandanı Amiral Calthrope, Mondros körfezinde demirli Superb zırhlısında bir mütakere aktediyorlardı. General Franchet d'Esperey'in tasvibini getirmesi icap eden kuriye İngiliz hatlarında kaldığından, İngiliz Amirali, Müttefikler adına, mütarekeyi yalnız olarak imzalamıştı. Müzakerelere, Kut el-Amarâ (Irak cephesi) esiri, esaretinden beri Türklerin büyük dostu olmuş olan General Towshend'in arabuluculuğu ile başlanmıştı. Bu anlaşmanın başlıca hükümleri şunlardır: Boğazların serbestliği; ordunun terhisi ve harp gemilerinin teslimi; Toros tünellerinin işgali; telgraf merkezlerinin kontrolu; ticaret gemilerinden ve demiryollarından Müttefiklerce faydanılması; imha etmemek kaydı ile Müttefikler istediklerinde, silâh, cephane, harp malzemesinin teslimi; Ermenilerle meskûn bir yerde kargaşalık patlak verirse Müttefiklerin burayı işgal etmeleri. Bir maddeyi, belki neticeleri itibarıyla en mühimi olanını ilâve etmek icap eder: Müttefikler, emniyetleri için lüzumlu gördükleri bazı stratejik noktaları işgal etmek hakkını muhafaza ediyorlardı. (7'nci madde) Mütakere şartları, Türklerin derhal silâhsızlanması hususunda ısrar etmemekle, az şiddetli gibi telakki edilebilirdi, fakat bu yumuşaklık bile hiç olmazsa mevzuubahs 7'nci madde kadar müstakbel ihttilâflara gebe idi. Unutmamak lâzımdır ki, Fransa, eski bir Yunan dostu Clemanceau ve İngiltere öfkeli bir Türk düşmanı Lloyd George tarafından idare edilmekte idi. Mondros mütakeresi Ahmet İzzet Paşanın ve Mehmet IV (Vahdettin)'nın hükümdarlığı sırasında imzalandı. Aynı senenin temmuz ayından beri sultan olan bi ikincisi, saltanatı kısa süren Murat V dahil, diğer üç selefi gibi Abdülmecit'in oğlu idi. Zeki, fakat karaktersiz bir insan idi. Bütün Türklere yayılmayan bir gevşeme, harbi takip etti,fakat rehavet uzun sürmedi. Zaten harpten mütessir olmuş memleketi yeni mücadeleler bekliyordu. Türk halk efkârı, vatanın bölünmesinden bahsolunmasını istemiyordu, ancak bir manda ihtimalini kabul ediyordu. Halbuki Müttefikler, hattâ harp sırasında taksimin şartlarını, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya arasında aktedilen 26 Nisan 1915 Londra anlaşması gibi ahitlerle (anlaşmalarla) tesbit etmişlerdi. Bu tasarılardan ve parçalanmalardan bihaber bazı Türk gazeteleri, İngiliz mandasını övüyor (bilhassa Alemdar), diğerleri 8 Ocak 1918 Reis Wilson beyannamesinin 12'nci maddesinin tesiri altında kalmış, Amerikan tarafları idiler (İstiklâl). Ali Kemal, Rıza Tevfik, Sait Molla, Şeyhül İslâm Mustafa Sabri'nin mensup oldukları bir İngiliz Dostları Cemiyeti bile kuruldu. Rahip Frew bu cemiyetin kurulmasında mühim bir rol oynadı. Fakat az sonra, Müttefikler mütakere hükümlerinin tatbikine geçtiler. Muahede (anlaşma) hükümlerini tatbike kâfi derecede Türkiye'nin gayret etmediğini bahane ederek, Kasım 13'te, İstanbul'a kadim (eski) başşehir Hristiyanlarının heyecan gösterisi ile istikbâl edilen (karşılanan) donanmalarını gönderdiler ve aynı ayın 23'ünde General Franchet d'Esperey, Türklerin kalbinde hatırası uzun zaman hüzünle kalacak olan muzafferane girişini yaptı. Bu hadiseler, milliyetçi (İttihatçı) veya sırf vatanperver olsun kaynaşmanın tekrar uyanmasını, aynı zamanda azınlık unsurlar arasında istiklâl emelinin yeniden doğmasını mukadder olarak tahrik edecek veya hiç olmazsa şiddetlendirecekti. Şu manalı olaylar zikre değer: Yunan Konsolosluğu tarafından asılan ve dalgın yolcuların hayret bakışları altında Beyoğlu kaldırımlarını süpüren muazzam Yunan bayrakları ve camiye karşı muhtemel bir hareketi önlemek için ihtiyaten Ayasofya'nın kubbeleri altında yatırılan Türk askelerinin nöbet tutması. Bu andan itibaren, Türk vatanının kurtulması için türlü cemiyetler kuruldu. Bilhassa merkezi İstanbul'da, biri Erzurum'da ve bir başkası Harput'ta mümessillikleri olan Vilâyatı Şarkiye Müdafaaî Hukuku Milliye Cemiyeti vardı. Bu cemiyetin başlıca sözcüsü meşhur Türk kitapseveri, Diyarbakır sabık (eski) Defterdarı Ali Emirî Efendi idi. Gaye, Müslümanların göçünü önlemek ve Ermenilerin muhtemel teşebbüslerine mukaveket etmek idi. Diğer cemiyetler, ademî merkeziyetçilikte bir çare veya daha az kötülük görerek, infiratçılık isnadına (ayrılıkçılık suçlamasına) uğramak pahasına bölgeci gruplaşmalar yaratıyordu. Edirne bölgesinde Trakya Paşaeli Cemiyeti veye Pontus müstakil devletini kurmak istemelerinden şüphe edilen Rumların hareketine karşı savaşmayı tasarlayan, merkezi İstanbul'da, Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyet gibi. Ayrı ayrı unsurlardan mürekkep olan Osmanlılar, Türkler için yeni endiye mevzuları teşkil eden muhtelif cemiyetlerde gruplaşıyorlardı. Pontus bölgesindeki faaliyetlerinden başka olarak, Rumların İstanbul'da Patrikhanenin himaye ettiği yetişkinlere açık Mavri Mira izcilik teşkilâtı vardı. Kürtler, bir yabancı kuvvetin himayesinde Kürdistan istiklâlini güden Kürt Tealî Cemiyetini İstanbul'da kurdular. Diyarbakır, Bitlis ve Elâzığ'da (Harput) mümessillikleri vardı. Tamamen Türk dahilî siyaseti bakımından, partilerin durumu, uğranılan mağlûbiyetle altüst olmuştu. Fesh edilmiş İttahat ve Terakki Komitesi tarafından terkedilmiş hükûmet mevkilerini eski Hürriyet ve İtilâf azaları ele geçirdiler; Peyam gazetesi ve daha sonra Mihranın yerine geçen Sabah'ın başyazarı polemikçi Ali Kemal Dahiliye Nazırı oluyor (gerçekte kısa zaman için: Mayıs-Haziran 1919) Filozof Rıza Tevfik'e de aynıyle bir vekâlet temin edildi. Jön Türkler, bununla beraber iktidarı ele geçirmek ümidinden vazgeçmediler ve partinin yeni ismi olan Tereddüt Fırkası altında tekrar toplanmaya teşebbüs ettiler. İngilizler, bu kaynaşmalara, başlıca İttahatçıları (bu arada sürgün mektupları 1931'de neşredilen (yayınlanan) Ziya Gökalp'ı) hapsederek ve sonra Malta'ya sürerek son verdiler. 16 sürgün Maltan'dan kaçmaya ve Avrupa'ya geçmeye muvaffak oldu. (Sabık İaşe Nazırı Kara Kemal bunların arasında idi.) Mütakereden sonra siyasî klüp veya cemiyet olarak, Hürriyet ve İtilâf (Reisi Albay Sadık Bey), Ferit Paşa tarafından riyaset edilen, İngiliz tarafları Sulh ve Selâmet, Tealî-i İslâm Cemiyetleri vardı. Türk Ocakları da kapatıldı, fakat İttihatçılar gizli olarak faaliyete devam ediyorlardı. Böylece, İngilizler memleket üzerinde baskılarını daha fazla arttırmaya lüzum gördüklerinden politika atmosferi bir hayli bulanık idi. 1919 Ocağından itibaren, Musul'u 3 Kasım'dan beri işgal altında bulunduran İnglizler Kilikye'da (Adana, Maraş, antep) ve Urfa'da (eski Edes) yerleştiler. 7 ay sonra Suriye ile beraber bu mıntıkayı Fransızlara bıraktılar. Fakat bu andan sonra Türkler, Mustafa Kemal Paşa tarafından tâyin edilen muhtelif subaylar ve 3.300 kişi ile Mersin, Tarsus, Osmaniye mıntıkasında bir Adana cephesi kurmuşlardı. Esasen, Mütakerenin arifesinde Halep yakınında bulunan Katma'daki umumî karargâhında Mustafa Kemal Paşa, Ali Cenaî Bey gibi mümtaz kimselere millî müdafaa çeteleri teşkil etmelerini tavsiye ve onlara silâh tedarik etmişti. 29 Nisan 191'da İtalyanlar, 26 Nisan 1915 Londra anlaşmasına uygun olarak Antalya'yı ve Anadolu'nun doğu-batı köşesini işgal ettiler. Bu toptan işgaller haricinde İç Anadolu'daki muhtelif şehirlere Müttefik birlikleri giriyordu: Konya'da İtalyanlar, Merzifon ve Samsun'a İngilizler, Bursa ve Balıkesir'e Fransızlar yerleşmişlerdi. Müttefikler arasında tevali eden (süren) ihtilâflara ve muhtelif beynelmilel anlaşmazlıklara rağmen, Türk arazisi üzerindeki bu el koyuşlar, şüphesiz, evvelden kararlaştırılmış bir plâna göre devam ediyordu. Bununla beraber bunların halk efkârında, Türkiye'nin bütünlüğüne yeni bir darbe kadar tesirleri katî olmuyordu. Müteşebbisleri tarafından ağır bir psikoloji hatası ile İzmir Yunanlılara işgal ettirildi. Vaziyetten iyi haberdar edilmeyen İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya başvekilleri içtimaında (toplantısında), "Yüksek Meclis", Mütakerenin 7'nci meşhur maddesi gereğince, Yunanistan'ın İzmir'i işgale salâhiyetli kılınmasına karar verdi. 14 Mayıs 1919'da İngiliz, Fransız, Amerikan ve Yunan birliklerinden müteşekkil (oluşan) bir donanma ile Amiral Calthrope İzmir limanına girdi. Calthrope, bu kararı XVII'nci Osmanlı Kolordu Kumandanlığına resmen tebliğ ve kumandanlığı muhalefet etmemeye davet etti. Kolordu kumandanı İstanbul'dah talimat talep etti. Fakat âciz hükûmet, İngiliz amiralinin tebliğinin Mütakere hükümlerine uygun olduğunu Harbiye Nezareti vasıtasıyla bildirdi. 15 Mayıs'ta sabahın saat 7'sinde, nakliye gemileri, Yunan Averof ve Limnos zırhlıları refaketinde (eşliğinde), Albay Zafiriotis kumandası altındaki birliklerin çıkartmasına başladılar. Yunun askerleri İzmir'in Ortodoks halkının alkışlarıyla karşılandılar. Bazı taşkınlıklar yapıldı. Türk askerleri serpuşlarını (şapkalarını) çıkararak "yaşa Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyordu ve itaat etmeyi red eden bir Türk subayı öldürüldü. İsmi Fethi Bey idi ve XVII. Kolordu askerlik şubesi reisi ve erkânıharp albayı idi. Yunan torpitoları, Türk askerlerini getiren gemiler üzerine ateş ettiler, 30 kişiyi öldürdüler, 40 kişiyi yaraladılar. 8 gün sonra, İzmir hinterlandı da böylece işgal edildi. Silâhlı bir mukavemet imkânsızlığından, vatanseverler, Calthrope tebliği haberi üzerine derhal bir Reddi İlhak Cemiyeti kurdular. Fakat Müttefiklerin Türkiye'ye karşı tuttukları politikaları için daha endişe verici bir hadise hemen hemen aynı zamanda vuku buldu. Tam İzmir'in işgalinin ertesi günü, 16 Mayıs, Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'u Millî Mukavemeti idare etmek üzere Samsun'a gitmek için terkediyordu. Bu fevkalâde insanı okuyucuya takdim etmek sırası gelmiştir. İKİNCİ BAHİS MUSTAFA KEMAL SAMSUN'A HAREKETİNE KADAR HAYATI (16 MAYIS 1919) Mustafa Kemal - Çocukluk ve tahsil seneleri - Askerlik mesleği - İlk muharebeler - Büyük harp (Çanakkale, Kafkas cephesi, Filistin ve Suriye) , Mütakereden sonra. "Şarkın uyanış tarihine, hadiselere tesir eden nafiz (seçkin) simalı yaratıcısının siluetini çizmeksizin girmek imkânsızdır. Çok nadir ahvalde birbiriyle beraber olan iki vasıf, onda bir arada bulunmaktadır: Askerî kumandanlık kabiliyeti, sivil teşkilâtçılık kudreti. "Kuvvetli şahsiyetiyle Anadolu'nun şefi, değiştirdiği şark ruhu üzerinde derin tesir icra eder." (Berthe Georges-Gaulis) "Mustafa Kemal'in şahsiyeti bu son senelerin Türkiye tarihini baştan başa doldurur. Sultan ve Babıâlî'nin ihanetiyle vicdanı isyan ederek İstanbul'u terkettiği, Osmanlı İmparatorluğu yerine bir millî Türk devleti yaratmak için Samsun'a çıktığı günden beri olan askerî zaferler, siyasî ihtilâl, içtimaî ıslahatlar (devrimler), hepsi onun kendi eseridir. O, her seferinde, her sahada ve ne kritik durumlarda takip edilecek yolu çizmiştir; tatbik edilecek usul hakkında karar vermiş ve icrasını idare etmiştir. Meclisin üstünde ve dışında milletine lüzumlu teşviki aşılamaya devam eden de odur. Evvelce savaş meydanlarında ne idi ise, devletin başında yine öyle, bir hareket adamı, insan idarecisi olmak istiyordu. Nutuklarında şatafatlı cümleler, sözlerinde değersiz, ağdalı hitabet yoktur. Lisanı sade, samimî, gösterişsiz, herkesin anlayabileceği seviyededir. Ve görüldüğü gibi, tek bir ülkü onu tamamen kavramıştır: Medeniyet. Mustafa Kemal'e göre Türkiye, Dünya'yı idare eden modern medeniyeti kayıtsız, şartsız kabul etmeli, asrıyla beraber yürümelidir." (P. Gentizon. Mustafa Kemal ou L'Orient en marche) "Kemal, diktatörlüğe, benzerini söylemek çok güç olan, neticeleri zengin, kesin bir zaferin kanatlarıyla ulaştı." "Mustafa Kemal, tam bir istiklâlden faydalanan ve Osmanlı İmparatorluğunun en şanlı anlarından sonra maruz kaldığı yabancı müdahalelerden masun görünen yeni Türkiye'yi ortaya çıkardı. Bütün aşağılatılmalara tevekkülle katlanan ve büyük devletlerce taksimi kararlaştırılmış bir halktan en büyük devletler tarafından tam itibarla muamele edinen bir millet vücuda getirdi. Hürriyete alışmış olmayan bir halkın, kurtarıcısının elleri içine bütün kudretleri vermesine nasıl hayret etmemeli?" "Mustafa Kemal, bir sulh idaresi ile 12 harp ve felâket senesinin yaralarını iyileştirmekle iktifa etmedi. Bir doğu halkında asla görülmemiş en derin ihtilâli Türkiye'de yaptı: Hilâfeti kaldırdı ve onu uzun zamandan beri temsil eden Osmanlı hanedanını memleket dışına çıkardı; dinin devlet işlerine karışarak idarenin temelini teşkil ettiği bir memlekette onu devletten ayırdı; esastan dine bağlı bir halktan, kökten lâik bir millet yaptı." "Gelenekler düzeninde ortaya attığı devrim, din alanıdaki kadar deri ve tamdı." (F. Cambo) Mustafa Kemal, kaderini herkesten çok mîrasa veya irsiyete dayanmadan kendi eliyle yoğurdu. Anası ve babası, mütevazi kimselerdi; Arnavutluk'un Sırbistan'a yakın bir yerinden, Mustafa'nın 1880'de doğduğu Selânik'e gelmiş Türklerdi. Babası, Ali Rıza Efendi, liman müdürlüğünda önceleri memur oldu ve bilâhare kereste tüccarlığı yapmak için idareden ayrıldı. Genç yaşta öldü ve küçük Mustafa, Güney Arnavutluk'un mütevazi bir çiftçisi ile bir Makedonyalı'nın kızı olan annesi Zübeyde Hanım tarafından büyütüldü. Zübeyde Hanım, ikinci oğlu Mustafa'da benzeri görülecek kuvvetli karakteriyle, iyi çiftçi neslinden bir ev kadını idi. İlk oğlu doğumda ölmüştü. Mustafa'nın küçüğü, Makbule adında bir de kızı vardı. Babanın ölümünden sonra aile, Selânik yakınında Lazaran'da Zübeyde Hanımın çiftçi kardeşi yanına çekildi ve Mustafa Kemal, Selânik'te oturan teyzesinin yanına gönderilesiye kadar bir küçük çiftçi çocuğunun sıhhatli hayatını yaşadı. Teyzesi onu Şemsi Efendi ilk okuluna kaydettirdi. Öğretim, burada yeni programlara göre yapılmakta idi. Mustafa Kemal, sonra mülkiye rüştiyesine kabul edildi ise de orduya karşı sevgisinden ve o zamandan tezahüre (belirmeye) başlayan hür mizacından (kişiliğinden), okulu haksız bir cezadan dolayı terketti ve kendi arzusu ile Askerî Rüştiyeye kaydoldu. Müstesna kabiliyetleri, burada hocaları ve bilhassa matematik hocası Yüzbaşı Mustafa Efendi tarafından fark edildi ve bu, sınıf çavuşu veya müzakereci seçilmesini temin etti. İşte kendisiyle aynı ismi taşıyan bu subaydandır ki, Arapçada olgun manasına gelen Kemal ismini aldı.(Mustafa, Peygamber'in isimlerinden biri olup seçkin manasına gelmektedir.) Mustafa Kemal, bundan sonra, 17 yaşına Manastır Askerî İdadîsine geçti. Bu sıralarda Türkiye Yunanistan'la harp halinde idi. Mustafa Kemal, bu andan itibaren ihtilâlci fikirleri benimsedi ve dominiken rahiplerinin vermekte olduğu Fransızca derslerinden faydalanarak Rousseau ile Voltaire'in eserlerini Ohrili yeni dostu Fethi Bey ile okumaya başladı. Tatillerini Selânik'te geçiriyordu, fakat annesi Zübeyde Hanımın yeniden evlenmiş olduğu üvey babası Rodoslu zengin tüccarla geçinemiyordu. İmtihanlarını parlak bir şekilde vererek, 20 yaşında Manastır'dan ayrıldı ve asteğmen rütbesiyle İstanbul'a geldi; Pangaltı'daki Harp Okuluna, daha sonra da bu okulun kurmay sınıfına girdi. matematiğe karşı temayülü (ilgisi) gitgide artıyordu. Güzel konuşan bir hatipti, arkadaşlarına ihtilâlci mevzularda nutuklar verir ve siyasî makaleler hazırlardı. Harp Okulu talebeleri ihtilâlci bir cemiyet kurduklarında, Mustafa Kemal, neşrettikleri el yazması gazeteye hararetle yardım etti. Harp Okulundaki siyasî toplantılar Askerî Tedrisat Umum Müdür İsmail Hakkı Paşa tarafından yasak edilince, talebeler toplantılarını dışarıda yapmaya başladılar. Mezuniyet imtihanlarından sonra Mustafa Kemal, bu toplantıların idaresini ele aldı ve annesinin gönderdiği harçlıklarla gizli bir yer kiraladı. Sultanın hafiyeleri tarafından bu toplantıların ihbar edilmesi gecikmedi ve Kurmay Yuzbaşı ünvanı kendisine tanındığı gün (29 Kasım 1904) tevkif edildi. Yıldız Sarayındaki Tahkik Komisyonuna arkadaşları ile beraber götürülen Mustafa Kemal, hapse mahkûm oldu ve burada üç ay kaldı. Müteakiben, İsmail Paşa tarafından tekdir edildikten sonra Suriye'ye sürgüne gönderildi. Suriye'de Mustafa Kemal, asî Dürzülere karşı yapılan seferlere iştirak etti. Şam'a döndüğünde ihtilâlci faaliyetlerine devam etti ve Harp Okulundan arkadaşı Lütfi Müfit ile beraber "Vatan ve Hürriyet" adını verdikleri gizli bir cemiyet kurdu. Hakikî ihtilâlci merkezin Selânik olduğunu takdir ederek, kısa bir tatilden, değişik kıyafette Yafa'ya geçmek için istifade etti. Buradan Mısır, Atina yoluyla Makedonya'ya geçti. Selânik'te annesinin evinde barınır, arkadaşları vasıtasıyla garnizon değiştirme işini temine çalışırken, İstanbul'dan derhal tevkifi için emir çıkarıldı. Fakat, o sırada Selânik Merkez Kumandanlığı muavini (daha sonra Dahiliye Vekili), Vatan Cemiyetine aza olmuş olan Cemil Bey bunu önledi ve kaçması için zaman bıraktı. Selânik'te bulunalı dört ay olmuştu. Yafa'ya döndü ve ilk firarında kendisine yardım eden liman kumandanı Ali Bey, bir üniforma tedarik ederek ve Gazza'ya göndererek bir defa daha yardımına koştu. Bundan sonra Ahmet Bey, Mustafa Kemal'in Suriye'den hiç ayrılmamış bulunduğunu ve halen Gazza'da olduğunu bildiren bir rapor hazırladı. Mustafa Kemal'in takibinden vazgeçildi. 1907 Eylülünde, o zamanlar kolağası bulunan Mustafa Kemal, ileri fikirlere kazanılmış muhtelif subaylarla teması sayesinde, vazifesini Manastır'a naklettirmeye muvaffak oldu. Tayin yerine gidemedi; Üçüncü Kolordu Kumandanı bir askerî teftişte kendisini beğenerek Selânik'te kurmay olarak alıkoydu. Orada tekrar dul kalan ve rahat bir hayat sürecek kadar geliri olmayan annesini buldu. "Vatan ve Hürriyet"in bir şubesini Selânik'te kurmayı yeniden denedi. Fakat burada yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakkinin yeni teşebbüslere serbest bırakmadığını ve mahallî ihtilâl faaliyetini merkezîleştirdiğini farketti. Mustafa Kemal, İttihatçılarla anlaşamıyordu. İttihatçıların teşkilâtları ve aralarında dereceleri vardı ve sadece meslekî ve askerî inzibat tanıyan Mustafa Kemal, kendinde bir maiyet adamı değil, bir şef istidadı seziyordu. Cemal Bey için müphem (gizli) bir sempatisi vardı, diğerleri için ise başta Enver olmak üzere hiçbir sempatisi yoktu. 1908 ihtilâlinin patlak verdiği güne kadar, onların hoşuna gidecek birşey yapmadı, bu şekilde hadiselerden uzak kaldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti erkânının itibarını sarsan kargaşalıktan itibarı lekesiz çıktığı için bahtiyar bir anlaşamamazlık! Mamafih Mustafa Kemal, İttihatçı harekete, 1909 Nisanı isyanının (31 Mart) bastırılmasında iştirak etmiştir: Mahmut Şevket Paşa, 2 ve 3. Kolordularla İstanbul üzerine yürürken, bu birliklerin öncüsü olan I. Tümen Kurmay Başkanı Mustafa Kemal idi. 1910'da Mustafa Kemal Fransa'da kısa bir müddet kaldı: Pikardi manevralarına giden Ali Rıza Paşa heyetine dahil bulunuyordu. Bu vesiyleyle Gazi'nin, Fransa'daki bu ikametini ve Fransa ülkesinin erdemlerini asla unutmadığını söylemek mümkündür. Bundan sonra tamamen meslekî vazifelerine döndü ve 3. Kolordu eğitim merkezinde ve kurmayında vazifelerini parlak şekilde başardı. Fakat manevralarda, gezilerde ve harp oyunlarında yaptığı tenkitler amirlerinin hoşuna gitmiyordu ve bu sebeple kendisinden, Selânik'te 38'inci Alay Kumandanlığını vererek kurtulmak çaresine başvuruldu. Orada da çok muvaffak oldu ve arkadaşları, maiyeti nezdinde itibarı arttı. Orduyu isyana teşvik ettiği bahanesiyle, Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa onu Selânik'ten çağırttı ve payitahttaki Genel Kurmaya tâyin etti. Bu arada yükselen şöhretinden, kendisine siyasî bir mevki yapmak için istifade etmeyi denedi ise de hemen bundan vazgeçti. Siyaset hoşuna gitmiyordu ve siyasetin icap ettirdiği teşebbüsleri istemeyerek yapıyordu. Siyasetten, gönlünün daha hoşlandığı bir iş için vaz geçiyordu. 1911'de İtalya Trablus'u işgal etmişti. Vaktiyle kısa bir vazifeyle burada bulunmuş olan Mustafa kemal, birkaç arkadaşıyla Anadolu, Suriye ve Mısır'ı trenden ve eline geçen her vasıtadan faydalanarak aşıp ikinci defa Trablus'a vardı. İskenderiye'deki İngiliz kumandanının ihbarına rağmen hududu, hudut subayı Mısırlının yardımı ile geçebildi. İlk rastladığı birlikler, Tobruk mevziini tutan Halepli Etem Paşa kuvvetleri idi. Bu birlikleri taarruza kaldırmaya karar verdi. Trablus'ta Türklerin ilk muvaffakiyeti bu oldu. Tobruk'ta binbaşılığa terfini öğrendi. Daha sonra Derne kuvvetleri kumandanlığına tayin edildiğinde, kendisinden daha genç olmasına rağmen kumandan olan Enver'in emri altında bulundu. Mizaçları çok farklı bu iki insan, birbirlerine ısınamadılar. Mustafa Kemal bir seneden beri Derne'de idi ki, daha vahim endişelerTrablus harbini ikinci plâna geçirdi. Balkan devletleri Türkiye'ye saldırmıştı: Mustafa Kemal, İstanbul'a Mısır, Fransa, Avusturya, Romanya yolu ile gelebildi. Ümitsiz bir durum buldu: Osmanlı İmparatorluğu, Balkanları Rauf Bey kumandasında bulunan Hamidiye'nin Karadeniz'deki baskınları hariç, bir muvaffakiyet tanımaksızın kaybediyordu Selânik, Mustafa Kemal'in doğduğu şehir, Yunanlıların eline geçmişti. Bir mülteci (göçmen) kampında bulunan ihtiyar, perişan annesi ile kızkardeşini aramaya gitti. Onları alıp İstanbul'a yerleştirdi ve Gelibolu yarımadasında Bolayır hattını tutan bir hücum tümenine kurmay başkanı olarak iltihak etmek üzere hareket etti. Bu birlik, bilâhare Edirne'nin kurtulması harekâtına iştirak etmiştir. Mustafa Kemal, Balkan harbinden sonra yarbay oldu. Enver'le ve İttihatçılarla münasebetleri, Enver'in Liman von Sanders'i Türk ordusunu yeniden teşkilâtlandırma heyeti reisliğine atanmış olduğunu öğrenince daha gerginleşti. Almanya'nın, memleketine bu el koymasını netice almaksızın protesto etti. İttihatçılar, Mustafa Kemal'i rahatsız edici bulduklarından Sofya'ya askerî ateşe tâyin ederek uzaklaştırdılar; Sofya'da Türk elçisi olarak dostu Fethi Beyi bulacaktı. Bulgaristan'da ikameti sırasında, Mustafa Kemal, imkânları nisbetinde Babıâlî'nin bu harbe karışmasına mani olmaya çalışarak dikkate değer bir ileri görüşlülük gösterdi. Almanların Paris üzerine yürüyüşlerinde dahi bu harbin tahripkâr neticelerinden Türkleri korumaya uğraşıyordu. Mustafa Kemal, bir kumandanlık elde edebilmek için çabalıyordu, Sofya'da 1914 Aralığa sonuna kadar kaldı. Kafkas cephesine gitmiş olan Enver'in yokluğunda nihayet bir kumandanlık elde etmeye muvaffak oldu. Bu kadroları bir hayli eksik 19. Tümendi (1). Tümeni kurmaya, teşkilâtlandırmaya ve kendisine büyük kıymet veren Liman von Sanders'in teşebbüsü ile Tekirdağ'dan Maydos'a naklettirmeye muvaffak oldu. Aynı bölgeye bir albayla ikinci bir tümen gönderildiğinden, Maydos kesimi bu albayın emirleri altına girdi ve Mustafa Kemal, birliğiyle Müttefiklerin Gelibolu yarımadasına çıkartma tarihi olan 25 Nisana kadar kaldığı Bigalı köyüne yerleşti. İngilizlerin Arıburnu'na karşı teşebbüs ettikleri beklenmedik hücumu soğukkanlılığı, karar verme kudreti, bir nevi seziş kabiliyeti sayesinde muvaffakiyetsizliğe uğratmasını bilen, işte bu Mustafa Kemal'dir. Avustralya ve Yeni Zelanda (Anzak) kuvvetlerinin ilerleyişini durduran ve cephelerini tesbite zorlayan da odur. 19 Mayıs 1915'te Miralay oldu. Gene 6-9 Ağustos günlerinde Suvla koyuna çıkartma yapan İngiliz ordusunun Anafartalar'ı geriden almak ve Arıburnu cephesini çökertmek için tasarladıkladı çevirme hareketini Kabatepe, Kocatepe ve Conkbayırı mukabil taarruzu ile önleyen de Mustafa Kemal'dir. Mustafa Kemal, Çanakkale'nin hakiki müdafii oldu. Müttefik kuvvetlerinin çekilmesi üzerine Kafkas cephesine gönderildi ve Diyarbakır'da iken hak ettiği mirliva rütbesini kazandı. Albay İsmet, Kurmay Başkanı ve General Kâzım Karabekir kumandan vekili idi. 7 ve 8 Ağustos 1916'da Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u hatları dağılmaya başlayan Ruslardan geri aldı. Rusların bozgunu, bu çevrede malzeme ve teçhizat bakımından feci durumda olan Türkleri büyük bir sıkıntıdan kurtardı. Tehlike geçince, Mustafa Kemal, cephenin bu kısmında alâka çekici birşey görmemeye başladığı sırada Hicaz seferî kuvvetleri kumandanlığına tâyin edildi. Kâzım Karabekir Paşaya Kafkasya Ermeni askerî birlikleri ile uğraşması işini tevdi ederek (1917) Suriye'ye gitti. Şam'da Başkumandan Vekili Enver'le bir mülâkat yaptı, Suriye cephesini takviye için Hicaz'ı boşaltmayı tavsiye etti; fakat görüşünü kabul ettirmeye muvaffak olamadı ve bu mülâkat sonunda 2. Ordu Kumandanlığına tâyin edildi. Az sonra General von Falkenhayn'ın kumanda ettiği ve Bağdat'ı geri almak vazifesi verilecek olan Yıldırım Ordular Grubuna bağlı 7'nci Ordu Kumandanlığının kendisine tevdiine karar verildi. Mustafa Kemal, tahakkukunu imkânsız gördüğü bu projenin terkini talep ederek ileri görüşlülüğünün yeni delillerini vermiş oldu. Alman generalinin Arap kabileleri için tasarlamış olduğu siyaseti, Türkiye'nin dahilî işlerine bir müdahale telâkki eden Mustafa Kemal'i öfkelendiriyordu. Ayrıca bazı askeri harekât projelerini de tasvip etmiyordu. Düşüncelerinden vazgeçirmeye çalışmadan başka, her vasıtadan istifade ederek onu ezmeye uğraşan von Falkenhayn ile arasında vahim anlaşmazlıklar patlak verdi. Nihayet Mustafa Kemal, o sıralarda Halep civarında bulanan 7'nci Ordu Kumandanlığından istifasını gönderdi. Vak'alar Mustafa Kemal'in ileri görüşlülüğünde bir defa hak verdi. Irak seferini iyi bir sonuca ulaştıracak imkansızlık karşısında, Yıldırım Grubu, von Falkenhayn tarafından Filistin'e alındı. İstifasını takiben, Mustafa Kemal 2. Ordu Kumandanlığına yeniden tayin edildi ise de buraya dönmeyi kabul etmedi. İtibarı zevale (yok olmaya) başlayan Enver Paşa ısrara cesaret edemedi ve asi komutana izin vererek işin içinden çıktı ve sonra 1918 Haziranında, Veliaht Vahdettin'in, Alman Genel Karargahına seyahatinde, Mustafa Kemal'i ona refakat etmekle vazifelendirerek merkezden uzaklaştırmayı münasıp gördü. Üç aylık hareketsizlikten bıkkın Mustafa Kemal,bu görevi kabul etti. Hatıralarında, Almanların fikrince Türk misafirlerini oldukça tesir altında bırakması icap eden bu seyahatin kısa, fakat meraklı hikayesi vardır. Bu hatıralarda, Guillaume II'nin kabulü ve Hindenburg, Lüdendorff ile karşılaşmalar yazılıdır. Mustafa Kemal, resmen ilan edilmiş askeri nikbinliğe (iyimserliğine) iştirak etmediğini kimseden gizlemedi. Müstakbel sultanla durumun düzeltilmesinde ona yardım için boş yere anlaşmaya çalıştı. Bu seyahatten sonra tedavi için gittiği Karslbat'ta, Temmuz 1918'de Mehmet V'in ölümünü öğrendi. Yeni sultan, Mustafa Kemal'i getirtti ise de bu kere hiç anlaşamadılar. Enver, Mustafa Kemal'in Erkanı Harbiye Reisliğine çağrılan Fevzi Paşanın yerine 7. Ordu (Karargahı Nablus'ta) Kumandanlığına tayinini istedi. Damat Başkumandan Vekilinin kışkırtması ile Mustafa Kemal için 8. ve 2. ordular arasında mekik dokumalar yeniden başlıyordu. Mustafa Kemal'in iki kolordusuna İsmet ve Ali Fuat paşalar kumanda etmekte idiler. Başkumandan ise, von Falkenhayn'in yerine gelen Mustafa Kemal'in eski dostu Liman von Sanders'ti. Filistin'de durum vahim denilecek derecede karışıktı. Faysal'ın Araplarıyla hırpalanan, Albay T.E. Lawrence'in baskınlarına maruz Türkler, cepheyi zor tutuyorlardı. 20 Eylülde İngilizlerin taarruzu esnasında Mustafa Kemal'in ikazlarını nazarı itibare almamak hatası işlendi. Cephe çöktü ve Mustafa Kemal, toptan bir hezimeti önlemek için bütün enerjisini kullanmaya mecbur kaldı. Umumi panikte bütün mesuliyeti üzerine alarak Halep üzerine çekilişte ve bu arada hazırlattığı ikinci bir hat üzerinde nizamı kurmaya muvaffak oldu. (Umumi karargahı Halep kuzeyinde Katma'da) Bu anlarda büyük İttihatçı şefler, Türkiye'yi kendi kaderine bırakıp memleketi terkediyorlardı. Liman von Sanders ve Alman subayları, mütakere günü cepheden gittiler. Mustafa Kemal, imkan nisbetinde teşkilatlandırmış olduğu birliklerle cephede tek kumandan olarak kaldı. Aynı tarihte, Yıldırım Ordular Grubu ve gruptan ne kaldı ise onun başkumandanı oldu. Muhasemat sona ermişti. Buna rağmen Sadrazam İzzet Paşanın emirleri hilafına İskanderun'u İngilizlere vermeyi reddetti. Umumi maneviyat bozukluğu arasında, uzakta, Suriye'de Türk şerefinin halası (kurtuluşu) için çalışırken, İstanbul çevreleri onu unutmaya karar vermişe benziyorlardı. Arkadaşlarından çoğu, daha gözde olanları İzzet Paşa kabinesine girmişlerdi. Albay İsmet Bey Harbiye Nezareti müsteşarı olmuştu (22 Kasım 1918) Fevzi Paşa, Rauf, Fethi beyler hükumet azası idiler. İzzet Paşa tam istifa ettiği anda, Mustafa Kemal'i telgrafla İstanbul'a çağırdı. Beraberce İngiliz taraftarı Tevfik Paşa kabinesini devirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. Mustafa Kemal'in ikaz ve gayretlerine rağmen Meclis yeni sadrazama itimat beyan etti ve sultan da bu suretle hem ondan yakasını kurtardı, hem de Mustafa Kemal'in tenkitlerinden sıyrılmış oldu. Mustafa Kemal'in bu vesile ile huzura kabulü ise Mebusan Meclisinin kapamasına sebep olmakla itham edilmesine imkan verdiğinden kendine zararlı olmuştur (21 Aralık 1918). Sultan, bu arada sadrazam olarak bir başka İngiliz taraftarını, Damat Necip Paşanın dulu Mediha Sultan'ın kocası, üvey kardeşi Damat Ferit Paşayı tayin ediyordu. Böylece eski Bizans, büyük itibarı ve dokunulmaz askeri zaferleri temsil eden bu insanı tanımamazlıktan geliyordu. Şu halde İstanbul'da müessir bir şekilde muvaffak olamazdı. İttihatçılar gibi Hürriyet ve İtilafçıların da onu istemedikleri açıkça görünüyordu. Şüphesiz ki, bu anda vatanın selametinin başka yerde, Anadolu'da onu beklediğini anladı. Dikkate en çok çarpan husus, sultanın kendi kaderini kendi eliyle hazırlamasıydı. Aynı zamanda sultan, hünkar yaveri olan Mustafa Kemal'in bütün telkinlerini reddetmişti. Bununla beraber, zihinlerin bulanmasının endişe verici bir mahiyet almaya başladığı Anadolu'da nizamı kurmayı Mustafa Kemal'e vazife olarak vermeyi düşündü. İngilizlerin hoş görmemelerine rağmen, Mustafa Kemal, şahsında Enver'in ve İttihatçı şeflerin muazırını (karşısında) gören Damat Ferit'in tavsiyeleriyle bu vazifeye seçildi. İzmir'e Yunan çıkartması günü 3. Ordu Müfettişliğine tayin emrini alıyordu. Bu iki hadise arasında, çıkartma ve tayinde bir tarih tesadüfü vardır; fakat birçok Türkün olduğu gibi İzmir kaybının Mustafa Kemal'in kararlarında ağır bastığı muhakkaktır. 16 Mayıs'ta İstanbul'u terkediyor. 19'da Samsun'a çıkıyor. Bu tarihten sonra Türk milli mücadelesi başlıyor. Milli kahraman o sıralarda 39 yaşında idi. ÜÇÜNCÜ BAHİS MİLLİ MÜCADELE Muhtelif Milli cepheler - 1919 Mayısında nizami Türk Ordusu - Kemalist hareketin başlangıcı Erzurum Kongresi - Sivas Kongresi - Milli Kuvvetlerin Reisi olarak Mustafa Kemal'in çalışmaları - Son Osmanı Mebusan Meclisi ve İstanbul'un Müttefikler tarafından işgali. Müttefikler, Yunanlılar da dahil, Türkiye'de işgal mıntıkalarını genişletmişlerdi. Zaten bir hayli uzamış olan Mütakere, daha da devam edeceğe benziyordu. Bu sebeptendir ki, Müttefikler emniyet tedbirlerini almaya devam ediyorlardı. Bu vesile ile Fransa ile aktedilen anlaşmaya dayanarak (22 Mayıs 1919), İngiltere'nin Filistin, Mezopotamya (Irak) ve petrol mıntıkası Musul'u da işgal ettiğini ilave edelim. Türkiye'de yabancı işgal kuvvetlerinin mevcudu, Tarih kitabına göre (Cilt IV, sayfa 30) şu şekilde dağılmıştı: İngilizler İstanbul mıntıkası. 30.000 Çanakkale kesimi 3.000 Anadolu demiryolları 5.500 Musul kesimi 3.000 41.500 Fransızlar İstanbul ve Çatalca mıntıkası .24.000 Çanakkale kesimi 4.000 Şark demiryolları (Trakya) 1.000 Klikya (Adana, Mersin, Tarsus, Urfa, Maraş, Antep) 20.000 49.000 İtalyanlar İstanbul mıntıkası .3.900 Antalya, Isparta, Söke, Muğla, Finike 12.000 Afyon Karahisar, Konya ve Akşehir. 1.500 17.400 Umumi yekun 107.900 Bu miktara İzmir ve havalisi Yunan işgal kuvvetlerini ve öteye beriye dağılmış Müttefik birliklerini de ilave etmek icap eder. Türklerin ise sadece, nizami orduda kalandan başka Mütarekeyi takiben kurulan müteaddit birlikleri vardı. Bunların faaliyeti muhtelif cephelerin teşekkülüyle neticelendi ise de bu cephe tabiri mütecanis ve devamlı bir mukavemet hattı manasını ifade etmiyordu. Samsun'a vardığı andan itibaren, Mustafa Kemal, bu dağınık iyi niyetli insanları cesaretlendirmeyi ve kabil olduğu kadar sevk ve idareyi vazife edindi. Batıda Yunanlılara karşı en mühim birlik, halen Meclis Reisi Albay Kazım (Özalp) ve Yarbay Ali'nin (Çetinkaya) (Afyon Mebusu) kumanda ettiği 61. tümendi. Bu sonuncusu, 28 Mayıs 1919'da Ayvalık'ı işgal etmiş bulunan Yunan kuvvetlerine silahlı mukavemetinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bursa ve civarında silahlı 1000 kişi toplanmıştı. Haziran ve temmuzda bazı birlikler, maneviyatları bozularak dağılmaya başladılar. Mustafa Kemal bunları toplayarak teşkilatlandırdı ve Bahriye Nazırlığından istifa ederek Milli Mücadele'ye katılan Rauf Beyin yardımı ile bu kuvvetleri birleştirdi. Güneyde Toros ve Amanos geçitlerini 20 Ekim 1921'e kadar tutan Adana cephesi kuvvetlerinden ayrı olarak Kozan ve Osmaniye'de cepheler kuruldu. Bu mıntıkadaki gerillalara yüzbaşı Osman Nuri (Tufan) ve yüzbaşı Salim (Yörük Selim) kumanda ediyorlardı. Bu kimseler, bizim bu mıntıka Ermenilerinden kurmuş olduğumuz birliklerle savaştılar ve daha sonra 14 Kasım 1921'de Kozan'ı aldılar. Maraş, Urfa ve Antep mıntıkalarında olanlardan, daha ileride bahsedeceğiz. Kuzeydoğuda Türkiye'yi taksim planlarının tatbikine, Bolşevikleşmiş Rusya'nın, 16 Şubat 1916 İngiliz, Fransız, Rus anlaşmasının temin ettiği imkanlardan faydalanmak istememesinden, geçilememişti (1). Rusların, bu mıntıkada, mezkur anlaşmaya göre işgal edeceği yerleri, eski Türk hududu kuzeyinde İngilizlerin yardımı ile kurulan genç Ermeni devleti almıştı. Dolayısıyla, burada da bir Türk cephesi, hem de her taraftan daha kuvvetli ve nizamlı, General Kazım Karabekir tarafından kumanda edilen bir harp cephesi vardı. Silahtan tecridi, müttefik kontrol subaylarının talebine rağman reddedebilecek kadar silahlı kuvveti bulunuyordu. Şu halde özet olarak, üç milli mukavemet cephesi olduğu söylenebilir: Biri batıda Yunanlılara karşı, ikincisi güneyde Fransız ve Ermenilere, üçüncüsü ise kuzeydoğuda Ermenilere karşı. Güneybatıda İtalya işgaline karşı bir cephenin mevcut olmadığı görülmektedir. Mustafa Kemal Samsun'a çıktığında Türkiye'de silahlı kuvvet olarak 50.000 kişi kalmıştı. 3. Orduya, daha doğrusu Ordu Müfettişliğine ayrılmış bulunan bu kuvvetlerin dağılış tarzı şöyle idi: Birinci Ordu : İstanbul, Fevzi Paşa, 4 kolordudan müteşekkil 17'nci Kolordu : İzmir cephesinde, Ali Nadir Paşa 14'üncü Kolordu : Bandırma, Yusuf İzzet Paşa 25'inci Kolordu : İstanbul, Sait Paşa 1'inci Kolordu : Edirne, Cafer Tayyar Bey İkinci Ordu : Konya, Mersinli Cemal Paşa, iki kolordu 12'inci Kolordu : Konya, Fahrettin Bey 20'inci Kolordu : Ankara, Ali Fuat Paşa Üçüncü Ordu : Erzurum, Mustafa Kemal Paşa, iki kolordu 3'üncü kolordu : Sivas, Refet Bey 15'inci Kolordu : Erzurum, Kazım Karabekir Paşa Bundan maada (başka) Diyarbakır'da Cevdet Bey kumandasında 13'ünca Kolordu müstakil, gerçekte doğrudan doğruya İstanbul'a bağlı olarak bulunmakta idi. Bütün bu birliklerin sadece isimleri veya pek az mevcudu vardı. En kesif (yoğun) birlik Mustafa Kemal'in emrinde bulunan, evvelce bahsettiğimiz Kazım Karabekir Paşa'nın 15'inci Kolordusu idi. Üçüncü Ordunun kumandasını alır almaz (19 Mayıs 1919) Mustafa Kemal diğer iki ordu kumandanlığı ile temasa geçti. Samsun'da bulunan İngiliz kuvvetlerinin ve Entellijans Servisinin nezaretinden kurtulmak için Mustafa Kemal, önce Havza'ya, sonra sahilden daha içeride Amasya'ya geçti. İstanbul'da Damat Ferit Paşa hükumetinin tasvip ve teşviki ile Yüksek Müttefikler Meclisinin sert kararlarını önlemek hususundaki boş ümidine göre basında ve sokakta şöyle böyle bir kaynaşma ortaya çıkarken, Fransa'ya sırtlarını çevirerek İngiliz dostluğu güden İstanbul hükûmeti, yine Fransa'nın teşebbüsü ile Paris toplantısına Damat Ferit ve Tevfik Paşa idaresinde bir heyet gönderiyordu. Mustafa Kemal ise taşrada daha geniş ve daha cüretkar bir harekete başlamak üzere idi: Anadolu'da ecnebi nüfuzuna, eski payıtahta ve Osmanlı hanedanının teşebbüslerine rağmen yeni bir devlet kurmak büyük ülküsünün önce belirmesi, sonra yavaş yavaş gerçekleşmesi görülecektir. Bu sebeple sultanın hükumeti, bu hareketin başlangıç hamlelerini müsbet karşıladığı halde bir müddet sonra bundan hoşlanmamaya başladı. Mustafa Kemal'in tasarılarını, Edirne 1. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Beye yazdığı mektuplarda görmek kabildir: ''Trakya ve Anadolu'da milli hareketlerin birleştirilmesini ve Türk halkının dünyaya açıkça ilan edilmesini temine matuf'' Sivas'ta bir kongre toplanması daha o zaman mevzuu bahistir. Aynı ayın 22'sinde Mustafa Kemal, Amasya'dan yine mahrem bir tamim gönderiyordu: 1. Vatanın bütünlüğü ve milli istiklal tehlikededir. 2. Merkezi hükumet mesuliyetini müdrik değildir. Bu, millet için bir şerefsizliktir. 3. Millet hürriyetini kendi gayreti ile kurtaracaktır. 4. Millete reva görülen kötü muameleye bir hal çaresi bulmak ve milletin meşru taleplerini cihana duyurmak için, herhangi bir tesir ve murakebeden uzakta bir milli meclis kurulmalıdır. 5. Anadolu'da en emin yer olarak Sivas görüldüğünden, burada bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. 6. Netice olarak her vilayetten milletin itimadına layık üç delegenin seçilmesi ve bunların en kısa zamanda Sivas'a gönderilmesi lazımdır. 7. Her ihtimale karşı bu tasavvurun milli bir sır olarak muhafazası ve delegelerin seyahatlerini gizli yapması iktiza eder. 8. Doğu vilayetleri adına bir kongre Erzurum'da 10 Temmuzda toplanacaktır. Eğer diğer vilayet temsilcileri, bu tarihten evvel Sivas'ta toplanabilirler ise müstakbel Erzurum Kongresi azaları Umumi Meclise iştirak için aynı zamanda Sivas'a gideceklerdir. Bu tamim bütün taşra askerî ve sivil mercilerine ve payıtahtın bazı şahsiyetlerine gönderildi: Beyannameye şu manalı cümleyi ihtiva eden bir mektup ekliydi: ''Bundan böyle İstanbul, Anadolu'ya hâkim değil, tâbi olacaktır.'' Bu davet Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Mersinli Cemal gibi kıymetli kumandanların kazanılmasını temin etti. Mustafa Kemal, Amasya'yı 27 Haziran'da terketti ve coşkulu bir şekilde karşılandığı Sivas'a vardığında ikna için evlerine gitmek suretiyle kendisi gayret sarfederek her zamankinden daha faal bir politikaya girişti. Askerler nezdinde sivillere nazaran daha muvaffak oluyordu, fakat umumiyetle halk, Yunanlıların kötü hareketlerinden son derece heyecanlıydı (17 Haziran Menemen hadisesi.) Aynı zamanda mahallî millî müdafaa delegelerinin istikrarı ile 28 Haziran Balıkesir'de bir kongre yapıldığı da biliniyordu. Mustafa Kemal'in İstanbul'a karşı takındığı tavır, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'nın istifasına ve yerine gelen Ferit Paşa'nın ise Mustafa Kemal'i azletmesine sebebiyet verdi. İstanbul'dan gelen bu haberlerden hiç kaygılanmayan Mustafa Kemal, 3 Temmuzda Erzurum'a geldi ve kongre hazırlıkları ile meşgul oldu. Bu arada Fevzi ve Cevat paşalar (Genel Kurmay başkanlığı vazifesinde Fevzi Paşanın halefi, halen harp meclisi azası ve Orgeneral) ile ve dostu İsmet Beyle (Albay ve sulh hazırlıkları komisyonu azası) mektuplaşıyordu. 8-9 Temmuz gecesi Mustafa kemal yalnız vazifesinden değil, askerî sıfatlarından da istifa ettiğini padişaha bildirdi. Az sonra Doğu Vilâyetleri Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve Erzurum İcra Komitesi, kendisini reisliğe seçti. Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919'da toplandı ve müzakere 14 gün sürdü (6 Ağustos'a kadar). Reisliğe Mustafa Kemal seçildi ve aşağıdaki esaslardan mülhem bir nizamname ve beyanname hazırladı: 1. Millî hudutlarla çevrili vatan, tektir ve paylaşılamaz. 2. Osmanlı hükûmeti zaaf gösterirse, millet her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı savaşacaktır. 3. Vatanın müdafaasını idare edecek bir hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmetin azaları millî kongre veya bunun toplanmamış bulunması halinde icra komitesince seçilecektir. 4. Millî kuvvetler, icra organı ve millî irade mutlak hâkim olmalıdır. 5. Hristiyan azınlıklar (metinde unsurlar) siyasî hükümranlığımıza ve iktisadî muvazenemize tesir edebilecek herhangi bir imtiyazdan istifade etmemelidirler. 6. Ne manda, ne himayecilik kabul edilmeyecektir. 7. Millî Meclisin en yakın zamanda toplanması ve hükûmet faaliyetinin bu meclise murakabesi için icap eden yapılacaktır. Bundan maada Kongre, Aralık ayından beri lağv edilmiş bulunan Mebusan Meclisinin toplanmasını İstanbul'dan talep etti. Erzurum kararları, metnin baştan sona tetkikinin gösterdiği üzere, millî hareketin tâbi olacağı esasları tesbit etmekle beraber ancak mahdut bir sahaya tealluk ediyordu. (Doğu Anadolu'nun 7 vilâyeti, Canik Sancağı ile Trabzon, Erzurum, Sivas, Mamuretülaziz (Elâzığ), Van, Bitlis). Kararlarda günün şartlarına göre Müslüman ve hilâfet tâbirlerinden istifade etmek zaruretine uyulmuştu. Kongrenin Doğu Vilâyetleri yerine Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti adını aldığı da nazarı dikkati çekmektedir. Kongre kapanmadan evvel seçilen Heyeti Temsiliye şöyle idi: Mustafa Kemal Sabık 3. Ordu Müfettişi, Askerlikten Müstafi Rauf Bey Sabık Bahriye Nazırı Raif Efendi Sabık Erzurum Mebusu İzzet Bey Sabık Trabzon Mebusu Servet Bey Sabık Trabzon Mebusu Şeyh Fevzi Efendi Erzincan Nakşibendî Şeyhi Bekir Sami Bey Sabık Beyrut Valisi Sadullah Efendi Sabık Bitlis Mebusu Hacı Musa Bey Kürt Motki Aşireti Reisi (1) Yine Erzurum'da Mustafa Kemal, İstanbul'dan kendisini tevkif emrini almış bulunan Kâzım Karabekir Paşanın millî mücadeleyi iştirakini temine muvaffak oldu. Mustafa Kemal Erzurum'u 2 Eylülde, Sivas'a gitmek üzere terketti. İki gün sonra Millî Kongre Sivas'ta, onun reisliği altında toplandı. Erzurum programı genişletilerek, kararlaştırılan hususların bütün Türkiye'de tatbiki kabul edildi. Bu suretle cemiyetin ismi "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" adını alarak değiştirildi. Kongre, padişaha, çok hürmetkâr bir başlangıçtan sonra şu mealde devam eden bir telgraf gönderdi: (1) "...Kendimizi kırgın durmaktayız ve dünün yaraları halâ kanayan, millî ve dinî ve coşkun hislerle dolu kalplerimiz müteakip hâdiselerle yeniden rencide edilmiş bulunmakktadır: 1. Daha düne kadar hükümranlığımıza bağlı yeni devletlere Türk halkının 100 de 75, hattâ 90'ı teşkil ettiği aziz vilâyetlerimizin hibe şeklinde terkedilişi, 2. Umumî harpte aldığı yaralar halâ kapanmamış kardeşlerimizin ve dindaşlarımızın maruz kaldığı eza ve cefalar. Eğer Avrupa bizi benzeri görülmeyen bir ölüme mahkûm etmeyi tasarlıyorsa, katillerimizin dahi içine dehşet salcak bir kahramanlık ve cesaretle bu hükme karşı gelmeye ve mukadderatımıza sükûn içinde razı olmak yerine, damarlarımızdaki kanın son damlasını düşmanlarımızın kanına karıştırmadan, teslim olmamaya yemin ettik. Memleketin hükümdarı ve bu milletin sevinç ve kederini bizimle 600 seneden beri paylaşmış bir sulltanlar ailesinin şanlı halefi olan siz, padişah hazretlerinin lütfûndan beklediğimiz, Osmanlı milletinin ölüm veya kalımı mevzuu bahs olduğu şu tarihî anda, millî hareketi ciddî telâkki etmeniz ve memleketi her isyan ve dahilî taksimden korumanız ve muhafaza etmenizdir. Zatı şahaneye, bu mıntıkada gelişmeye başlayan millî hareketin siyasî partilerin basit menfaatleri ile alâkası olmadığını katî olarak temin ederiz. Bu sebepler, umumî bir kararla, müteakip hususları huzuru şahanelerine arzederiz: 1. Türkler, her ne şekilde olursa olsun, hürriyetlerinin tahdidine, ne de Türklere meskûn vilâyetlerinin en küçük parçasının dahi terkine razı değildirler ve olmayacaklardır. 2. Müslüman olmayan vatandaşlarımıza azamî kanun eşitliğini ve mal, can emniyetini tanımaya hazırız; esasen kitabımız Kur'an'ın emirleri de bizi buna zorlamaktadır. 3. Vilâyetlerimizin bir karış toprağının dahi Ermenistan'a veya başka bir devlete verilmesi imkânsızdır. İskenderun Körfezi'nden Musul'a giden hattın kuzeyinde herhangi bir bölgede işgal ve yabancı idaresi devam ettikçe, silâhları bırakmamaya katî kararlıyız ve bunun için yemin etmiş bulunuyoruz. 4. Eğer Avrupa devletleri, iddia ettikleri gibi insanlık hislerine hakikaten sahip iseler, lüzumsuz ve haksız bir kan dökülmesine müsamaha etmeyi tasvip etmezlerse yukarıda belirtilen taleplerimizin esas olarak kabul edileceğine dair teminat vermelidirler ve bu teminatı fiilen teyit içinde Adana, İzmir gibi bize ait mıntıkalardan kuvvetlerini derhal çekmelidirler. 5. Memlekette âhenk ve birliğin her zamandan daha fazla hâkim olması icap eden bu tarihî anda bile, tarafgirâne hareketten çekinmeyen ve milletin yüksek menfaatlerinin korunmasında ve vatanın müdafaasında âcizliklerini isbat eden hükûmete ve hükûmet azalarının her birine karşı hiçbir güven beslememekteyiz. Netice olarak zatı şahaneleri, imparatorluğu her türlü taksimden ve çözülmeden uzak tutmak isterse, Osmanlı milletinin itimadına lâyık tecrübeli ve şerefli şahıslardan müteşekkil bir hükûmet, iktidarı ele almaya davet edilmesi ve seçimler çabuklaştırılarak Meclisin en kısa zamanda toplanması temin edilmelidir. 6. Bu kararlar nihaî bir karar alınmadan evvel, aynı zamanda İtilâf devletlerine ve onların insanlık hislerine hitaben açıklanmalıdır. 7. Taleplerimize uygun bir cevabı sabırsızlıkla telgraf başında beklemekteyiz. Şimdilik talep edebileceklerimizin hepsi budur. Taleplerimizin reddinin sebebiyet vereceği vahim neticelerin takdiri zatı şahanelerine bırakıyoruz. Bu mesuliyet hükûmete ve zatı devletlerine düşecektir. Türklerin büyüklüğünü, bütün dünyanın yüzüne çarparak, selâmeti kuvvetimizde arayacağız. (*) Sivas Kongresi Heyeti Demek ki, kongrenin İtilâf devletlerine ve İstanbul Hükûmetine karşı tavrı Erzurum'a nazaran daha mütecaviz, buna mukabil Hristiyan azınlıklara karşı daha yumuşaktı. Diğer taraftan toplantıların havası çetindi ve bazı delegeler mütereddit, hattâ mütecaviz tavırlarıyla Mustafa Kemal'e bir hayli müşkülât çıkardılar. Bazıları Amerikan mandası meselesini ortaya attılar ise de bu husus kongre tarafından reddedildi. Müzakerelerde sükûnu temin ve bazı delegelerin sinirlerini yatıştırmak için Mustafa Kemal toplantıya gönderilen birtakım maksatlı haberleri elemek mecburiyetinde kaldı. Millî hükûmete açıkça cephe alamayan Damat Ferit Paşa hükûmeti, çarpışık yollardan itifadeyi denedi. Ali Galip namında birini Harput Valisi tâyin etti. Bu, mürteci Kürtlerle Sivas Kongresi üzerine bir hücum hazırladı. Mustafa Kemal taraftarlarını öfkelendirmekten başka işe yaramayan bu harekete Malatya'da bulunan İngiliz Albayı Novill bulaşmış olmakla bilâhare itham edildi. Mustafa Kemal yedeklerden müteşekkil 15'inci Alayı Malatya'ya sevketti ve Kürtler toplanmadan dağıldılar. Erzurum Kongresi gibi Sivas Kongresi de, 7 günlük içtimadan sonra, 11 Eylülde toplantı dağılırken Mustafa Kemal'in reisliğinde bir icra heyeti seçti. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti başka toplantı yapmaya imkân bulamadığından İcra Komitesinin reisi olarak Mustafa Kemal iktidarı fiilen ve hukuken temsil ediyordu. Şu hâlde Mustafa Kemal'in 11 Eylü 1919'dan itibaren millî hükûmetin reisi olduğunu kabul etmek iktiza eder (gerekir). İlk işi, Ali Galip tarafından tasarlanan tecavüze karışmış olduğu için İstanbul hükûmetini itham etmek oldu. (Mütecavizin ele geçen mektuplarından sadrazamın suç ortaklığı meydana çıkıyordu.) Dahiliye Nazırı Adil Beye çektiği telgraf sarayın alışmadığı sertlikte idi ve tehditlerle sona eriyordu. Bu muharebereler, Osmanlı hükûmetiyle münasebetin kesilmesini sonuçlandırdı. Mustafa Kemal, bundan sonra Damat Ferit Paşa kabinesinin azli ve Meclisin davet edilmesi için sultana mümessiller gönderdi. Sultan nihayet boyun eğdi ve 2 Kasımda İstanbul'da kabine değişti. Tevfik Paşa Hükûmet kurma talebini yaşı bahanesiyle reededince, sultan kabineyi kurmaya General Ali Rıza'yı davet etti. Salih Paşa Bahriye, Damat Şerif Dahiliye, Reşit Paşa Hariciye, Tevfik bey de Maliye Nazırı oldular. Harbiye Vekâleti, Mustafa Kemal'in dostu Mersinli Cemal Paşaya verildi. Yeni kabine bir bakımdan millî hareket için müsaitti. Yeni kabineyi ilân eden Hattı Hümayun, Mebusan Meclisinin de kısa zamanda davet edileceğinden bahsediyordu. Diğer taraftan Mustafa Kemal, 7 Kasım tarihli beyanatı ile Ali Rıza Paşa kabinesi için memnuniyet ve sempatisini izhar ediyordu. Hatta Bahriye Nazırı Salih Paşa Millî hareketin başbuğu ile müzakere için gönderildi. Müzakereler üç gün sürdü (20-22 Kasım 1919) ve hükûmetin bu müracaatı Kemalist hükûmetin gayrı resmî tanınması olarak telâkki edildi. Amasya'da 22 Kasımda imzalanan bu protokolle Salih Paşa, müteakip kararları arkadaşlarına kabul ettirmeyi, kabul ettiremediği takdirde istifa etmeyi taahüt etti. 1. Manda şeklinde dahi olsa Türklerle mesûn hiçbir vîlayet yabancı bir devlete terk edilmeyecektir. 2. Hristiyanlara müteallik hükümler Erzurum Kongresi kararlarına uygun olacaktır. 3. Anadolu ve Rumeli Müdaafi Hukuk Cemiyetinin hükmî şahsiyeti tanınacaktır. 4. Müttefiklerler Barış Konferansına iştirak edecek delegeler, Heyeti Temsiliye tarafından tasvip edilecektir. 5. Yeni Mebusan Meclisi İstanbul'dan başka yerde toplanacaktır. Osmanlı kabinesi bu protokolü tasvip etmedi ve Salih Paşa da istifa etmek vaadini tutmadı. Bilhassa Damat Şerif Paşanın hareket tarzından bir müddet sonra Mustafa Kemal'le nazırlar arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bununla beraber, Mustafa Kemal Ali Rıza Paşa kabinesinin müstakbel seçimleri hazırlamada kendisine yardım edeceğine inanıyordu. Yeni Mebusan Meclisi nerede toplanacağı sorusu bütün zihinleri işgal etmekte idi. Mustafa Kemal, yabancıların eli altında olacağından, Meclisin İstanbul'da toplanma fikrine muarızdı (karşıydı). Seçimlerle meşrû olmayı ümit eden arkadaşlarından ekserisi ise kendisinden ayrı kanaatte idiler. Bu fikir cereyanı daha kuvvetli olduğundan Mustafa Kemal tarafından idare edilen Heyeti Temsiliye itiraza cesaret edemedi ve Rauf Beyin ve diğer muhalif Kemalistlerin Osmanlı payıtahtına gitmesine müsaade etti. Mustafa Kemal, siyasî hadiselere daha yakın olmak için İstanbul'a demiryolu ile bağlı Ankara'ya taşınmaya karar verdi. İşte bu 27 Aralık 1919 tarihinden itibaren Ankara millî hareket muvakkat hükûmetinin merkezi oldu. Mustafa Kemal, Ankara'da seçimlere hazırlananlara tavsiyelerde bulunmayı ve mebusları lüzumlu talimatla teçhizi düşünüyordu, fakat bu hususta fazla bir muvaffakiyet elde edemedi. Bunun üzerine seçimlerle alâkasını kesti ve namzetliğini koymaktan vazgeçti. İleride kendisini ziyarete gelecek Ankara mebuslarına ve diğer müstakbel parlamentoculara tesir etmeyi ümit ederek millete, yani halka dönmeye karar verdi. Aralığın ortasında, millî teşkilât, yani milliyetçiler ile Kemalistlerin himayesinde seçimler yapıldı ve bittabî Hürriyet ve İtilâfçıların aleyhine neticelendi. Meclis 12 Ocak 1920'de ekseriye temin edilemediğinden toplanamadı ve aynı ayın onaltısında yapılan ikinci toplantıda saray, açılış nutkunda, harbin müsebbiplerinden (İttihatçılardan), İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden, iyi bir idareyle durumun halli lüzumundan bahsetmekle beraber, millî hareketten söz etmedi. Mustafa Kemal, çalışmaların millet tarafından takip edileceğini hatırlatmayı ihmal etmeyerek Meclisi tebrik etti. Mebuslar, programı toprak bütünlüğünü temin, hilâfet ve hükûmetin istiklâli, iktisadî bağımsızlık, Milletler Cemiyetine Türkiye'nin kabulü gibi hususları ihtiva eden millî hizip adlı bir parti kurmaya teşebbüs ettiler. Bu milliyetçi temayüllü parti, 1 Şubattan itibaren Felâhı Vatan adını aldı. Yeni mebusların durumu zordu: Müttefikler yeni meclisi çok millîci, Mustafa Kemal ise Müttefiklere karşı kâfi derecede karşıt bulunmakta idi. General Milné ve Fransız (Defrance), İtalyan (Maissa) yüksek komitelerinin müşterek müracaatı üzerine Mustafa Kemal'in hükûmette en sadık arkadaşı, Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa istifa etmek mecburiyetinde kaldı (18 Ocak 1920). Bazılarına göre Klikya'da Fransızlara, bazılarına göre ise İzmir'de Yunanlılara karşı millî kuvvetleri desteklediği kendisine isnat edilmekte idi. Aynı zamanda Erkânı Harbiye Reisi Cevat Paşanın istifası istendi ve elde edildi. Mustafa Kemal ise, Fevzi Paşanın 1 Şubatta Cemal Paşanın yerine alması, kabinede yeni kısmî değişiklik (1) ve bilhassa Ankara'yı ziyarete gelen mebuslar nezdinde propagandasında muvaffak olarak Erzurum ve Sivas kongrelerinin teyidi demek olan Misakı Millî'yi Meclise kabul ettirmkle mukabelede bulundu. Bu Misak'ın metni şudur: ''Ekte bir suretini verdiğimiz Misakı Milliîyi tasvip ve imza etmiş Osmanlı parlamentosu mebusları, Misakı Millîde belirtilen esasların adil ve devamlı bir sulhu temin için, Osmanlı milletinin tasvip edebileceği âzami fedakârlığı ihtiva ettiğini beyan ederler. Madde 1. Hassaten Arap ekseriyetiyle meskûn ve 30 Ekim 1918 mütakeresi sırasında düşman işgali altında bulunan Osmanlı İmparatorluğu ülkelerinin mukadderatı, ahalisinin serbestçe belirtecekleri reylere göre tesbit edilmelidir. Mütakere hattının içinde veya dışında, dince, ırkça ve emelce bir ve yek diğerlerine karşılıklı hürmek ve fedâkarlık duyguları ile bağlı ve ırkî ve içtimaî hakları, muhit şartlarına tamamıyla riayet eden Osmanlı İslâm çoğunluğuyla meskûn bulunan kısımların bütünü, hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir küldür. Madde 2. Ahalisinin ilk serbest kaldıkları zamanda umumî reyleri ile anavatana iltihak etmiş bulunan üç vilâyet (Kars, Ardahan, Batum) için icabında tekrar kamu oyuna müracaat edilmesini kabul ederiz. Madde 3. Batı Trakya'nın hukukî vaziyeti ise, halkının serbestçe ifade edilecek arzusuna istinat edilmelidir. Madde 4. İmparatorluğun payıtahtı, hükûmetin ve halifeliğin durağı İstanbul ve aynı zamanda Marmara denizinin emniyeti, her tecavüzden masun bulunmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartı ile, Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve münakalâtına (ulaşımına) açılmasında, bizimle diğer âlakalı devletlerin verecekleri karar muteberdir. Madde 5. İtilâf devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında takarrür eden (imzalanan) anlaşma esaslarına göre azınlıklar hukuku, komşu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifadesini sağlamak üzere tarafımızdan teyit ve temin edilecektir. Madde 6. Millî ve iktisadî inkişafımızı temin ve daha modern bir idare ile memleketi teçhiz etmek gayesi ile istiklâl, mutlak hürriyet ve hareket serbestisini, bu paktı imzalayanlar, millî mevcudiyetin ayrılmaz unsuru olarak kabul ederler. Netice olarak siyasî, adlî, malî vs gelişmelerimize engel olacak kayıtlara muhalifiz. Tahakkuk edecek borçlarımızın ödenmesi şartları da bu esaslara mugayir (aykırı) olmayacaktır. (28 Ocak 1920) 6'ıncı ve sonuncu maddelerin kapitülasyonlâr meselesinden evvelce yapılan beyanlarda daha sarih (açık) olduğuna dikkat ediniz. Nizamî olan veya olmayan millî kuvvetlerin faaliyetlerinin muhtelif cephelerde ciddiyet kesbetmesiyle Müttefiklerle olan çatışma gitgide vahimleşiyordu. İzmir hinterlandında mühim takviye kuvvetleri getiren Yunanlılar, 3 Ekim 1919'da Milne tarafından tesbit edilen hattı memleketin içinde daha ileri götürmek müsaadesene Müttefiklerden aldılar. Fransız taraftarlığına umumî efkârda uyanan temayüller, Klikya cephesinde İngilizlerin yerini Fransızların almasıyla infiale (tepkiye) döndü. Millî kuvvetler bu cephede taarruzla arazi kazanmaya ve 11 Şubat 1920'de Maraş'ı tahliye ettirmeye muvaffak oldular. Maraş cephesinde (İslahiye, Maraş, Pazarcık) iki şef temayüz etti: Kılıç Ali (lâkabı yüzbaşı Asaf) ve Aslan (sabık Maraş mebusu). Ayıntap'ta önce Kılıç Ali Bey, Şahin, daha sonra ise Recep ve Özdemir beyler kumandasında 2500 kişiden ibaret bir kuvvet, askerlerimize 10 ay mukavemet ve şehri 8 Şubat 1920'ye kadar müdafaa etti. (Bu şerefli müdafaadan dolayı şehir bilâhare Gazi Antep adını alacaktır.) 9 Şubatta Ali Saip Bey ve Nuri Bey kumandasında Urfa'ya karşı harekete başlandı. Kuvvetlerimizi üç ay sonra bu şehri terketmeye mecbur ettiler. Garnizon harp kaidelerine rağmen hücuma uğradı, bir kısmı katledilde, geri kalanı ise esir alındı. Diğer gerillalar Suruç, Birecik ve Cerablus'ta Ağustos sonuna kadar büyük faaliyet gösterdiler. Yine şubat içerisinde, askerlerimiz tarafından muhafaza edilen Akbaş'taki silâh ve mühimmat deposuna muvaffakiyetle neticelenen bir baskın yapıldı. Kuvvetlerini peyderpey Kafkasya, Kırım ve Anadolu'dan çekmekte ve terhis etmekte olan İngilizler, milliyetçilerin cüretinin artmasından endişelendiler ve İstanbul Türklerine bir kuvvet gösterisi ile tesir etmeyi tasarladılar. Müttefiklerin hükûmet nezdinde gitgide artan müracaatları karşısında iki ateş arasında kalan Ali Rıza Paşa kabinesi 3 Mart 1920'de istifa etti. Yerine, ölü doğan Amasya protokolu murahhası Salih Paşa geçti. Yeni kabine Damat Ferit'in iktidara gelişi için bir intikal (geçiş) kabinesi vazifesini görecektir. Sultan ve Salih Paşa, nazırlarının dağıtılmasında Müttefiklerin şüphesini izaleye çalıştılarsa da Müttefikler daha müessir bir hususun tatbikine kararlıydılar. 1920 Martında İstanbul'daki Türk Ocağına baskın yapıldı. 16 Martta İstanbul'un işgali, daha doğrusu mevcut işgal baskının arttırılmasına teşebbüs edildi. Fransa, İngiltere ve İtalya yüksek komiserlerinin sultana ve sadrazama notasını İstanbul Müttefik İşgal Kuvvetleri Kumandanı General Sir Henry Wilson, kara ve deniz kuvvetlerinin yardımı ile Harbiye, Bahriye nazırlıklarını, polis ve posta telgraf idarelerini ve karakollarını (Şehzadebaşı karakolundaki erler öldürüldü) işgal ettirdi. (1) Yüksek komiserler, İstanbul'un sultanın hükümdarlığı altında kalacağını bildirdilerse de işgal müddetini tasrih etmediler. İşgal, neticede hakikî bir örfi idare hâlini aldı. Örfi idare hükümlerini bildiren General Wilson'un beyannamesinde, millici ve tahrikçi herhangi bir harekete teşebbüs edenin şiddetle cezalandırılacağı bildiriliyordu. Böylece sabık Sadrazam Prens Halim, Ağaoğlu Ahmet Bey ve birçok mebus, Mütakereden beri Malta'da bulunan İttihatçı arkadaşlarının yanına sevkedildiler. Mebuslar arasında Rauf, Fethi Bey gibi mümtaz şahsiyetler bulunduğundan protesto maksadı ile ve Sinop mebusu Rıza Nur Beyin teklifi ile Meclisin lağvına karar verildi. (18 Mart 1920) Mebuslar 23 Martta İngilizlerin İzmit'e çıkartma yapmasından birkaç gün sonra dağıldılar. Ekseriyeti Ankara'ya gidecek ve toplanan Millî Meclisi takviye edecektir. Diğer bazı şahsiyetler de onlara Ankara'da iltihak etti. Fevzi Paşa, İsmet Bey (20 Mart), Halide Edip, Adnan Adıvar vs... Sadrazam Salih Paşa, Müttefiklerce Kemalist hareketi teline zorlandığından istifa etmeyi tercih etti. (7 Nisan) Böylece Müttefikler tarafından yapılan tazyik, Millî harekete yarıyordu. Müttefikler, Mustafa Kemal'in nazarında siyasî otoritesini zaten kaybetmiş İstanbul'u aşağılatırken, Anadolu'yu takviye etmekten başka birşey yapmadıklarının farkında değillerdi. Umumiyetle ilâve edilebilir ki, Müttefikler Millî hareketin ehemmiyetini değerlendirmeyi bilemediler. Mustafa Kemal, batının basını ve adamlarıyla temasa girmek ve dikkatlerini çekmek için gayret sarfederken, Müttefikler, hareketi hafifsediler. İrtikâp edilen en büyük hata ise Kemalizmle İttihatçılığı karıştırmak idi. Başlangıçta ki hareketin kaynaştığı fikrinin tesiri altında kalınmıştı ve ne zaman birbirlerinden ayrıldıkları, daha başlangıçta, farkolunamamıştı. Bazı İttihatçılara muarız (karşı) Türkler ve öncelikle azınlıklar, ayırtedememekten veya anlayamamaktan Müttefikleri bu hayata sevkediyorlardı. Fransa, kendi istihbarat ajanlarını yalancı çıkarmayı sevmez: tehlikeli veya müziç (zararlı) olmaya başlayan dostlarının, sadaketlerine bağlı kalarak aldanmayı, bazı kıstaslara göre tanzim ettiği muhakeme tarzını yeni ahval ve şahıslara göre değiştirmeye tercih eder. İşte uzun zaman, tembelce ısrar edilen hatâlı bir usulün esası budur. DÖRDÜNCÜ KISIM BÜYÜK MİLLET MECLİSİ İlk millî parlamento - 2'nci ve son Damat Ferit Paşa hükûmetleri ve millî kuvveterle mücadelesi Türk-Fransız Ankara mütakeresi (30 Mayıs 1920) - İlk millî Teşkilâtı Esasiye kanunu - Büyük Millet Meclisinde siyasî partiler. Damat Ferit Hükûmetinin ilk işlerinden biri, zaten kendiliğinden dağılmış Mebusan Meclisini resmen lağvetmek oldu. Kanunu Esasinin 7'nci maddesine göre kaleme alınan sarayın fermanı, İstanbul Merkez kumandanı Mustafa Natık Paşa tarafından Fındıklı Sarayında bekletilen 15 mebus huzurunda okundu. (Pazartesi 12 Nisan 1920) Mustafa Kemal, eskiden beri istediği, İstanbul dışında devamlı bir meclisin kurulması saatinin nihayet geldiğinde hükmetti. Rıza Nur'un veto gösterisinden bir gün sonra, yani 20 Mart 1920'de millî sivil ve askerî mercilere hitaben kaleme aldığı bir beyanname ile ''Ankara'da fevkâlade salâhiyeti haiz bir meclisin toplanacağı'' bildirdi. Gazi tarafından bilâhare verilen izahatten anlaşıldığına göre, teşriî meclis tabiri kendi tarafından önce münasip görülmekle beraber halk tarafından anlaşılmayacağı düşüncesiyle terk edilmiştir. Beyanname, İstanbul'den gelecek mebuslarla temsil edilme imkânından bahsediyor ve 15 günde bitirilmek üzere seçimlere başlanmasını talep ediyordu. Türkiye için münasip hükûmet şeklini münakaşa ile işe başladı. Bir hükûmet reisinin veya padişah vekilinin seçilmesi arzu edilmediği kararlaştırıldı. Büyük Millet Meclisi, milletten aldığı bütün salâhiyetleri, teşriî ve icraî, elinde bulunduracaktı. Salâhiyetleri kendi içinden bir vekiller heyetine devredecek ve Meclis reisi de bu heyetin reisi olacaktı. Böylece karara bağlanan tasarısının sonunda şu not vardı: Padişah ve halife, Meclis tarafından hazırlanacak kanun hudutları dahilinde, üzerinde baskı kalktıktan sonra, salâhiyetlerini elde edecektir. Bu karardan sonra Mustafa Kemal, Meclis reisi ve hükûmet başkanı seçildi. (24-25 Nisan 1920) 27 Nisan Fevzi Paşa, İsmet Bey Büyük Millet Meclisine kabul edildiler. 29 Nisanda Meclis, İhaneti Vataniye kanununu çıkarıyordu. 30 Nisanda, yeni Türk devletinin kuruluş Müttefiklere tebliğ edildi. 2 Mayısta, Vekiller Heyetinin kuruluşuna dair kanun çıkarıldı. Genel Kurmay Başkanı bu heyete dahil bulunuyordu. 3 Mayısta ilk millî kabine kuruldu. Fevzi Paşa Harbiye Vekili, İsmet Bey Genel Kurmay Reisi oldu. Heyetin diğer âzaları Şeyhülislâm Mustafa Fehmi, Dahiliye Cami, Hariciye Bekir Sami, Sıhhat Dr. Adnan, Maliye Hakkı Behiç, Maarif Rıza Nur, Nafıa İsmail Fazıl, Adliye Celâlettin Arif beyler idi. Yeni hükûmet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti adını aldı ve 5 Mayısta ilk defa toplandı. Şu hâlde milli başkent, 1920'den itibaren Ankara'da yerlişiyordu. O tarihlerde Angora dediğimiz, Galatların şehri ve Ogüst'ün vasiyetnamesinin hâkkedilmiş (yazılmış) olduğu âbideden dolayı maşhur tarihî Ankir, bir şehirden ziyade büyükçene bir köydü ve ehemmiyeti vilâyet merkezi olmasından ileri geliyordu. Yüksek yaylaların temiz ve aydınlık atmosferinde, geniş ovayı çevreleyen güzel tepelerden birinin üzerindeki şairane kalesiyle güzelliği yoktu denemez; fakat tuzlu ve çorak toprak bitkiye ve insana muhtaçtı ve kalenin içine ve etrafına dağılmış, sıkışık, alçak evleriyle çöl ortasında kaybolmuş gibi idi. Yolcu burada hiçbir konfor bulamazdı. Otel diye harpten beri beyaz Ruslar tarafından işletilen ve yontma taştan yapıldığı için onlar tarafından Taşhan adı verilen barınak vardı. Boğazın şirin kıyılarını terkederek, toz ve o zamanlar hüküm süren sıtma içinde yaşamaya gelenlerin bu hareketindeki feragatı anlayabilmek için, eski İstanbulluların hissettiği soğumayı, içlerinde bulundukları kayıtsızlık havasını tanımış olmak lâzımdır. Onları canlandıran millî heyecanın büyüklüğü ve göç hâlindeki bu vatanın yeni şefinin cazibesi bu suretle ölçülebilir. Yeni Osmanlı kabinesi iktidarı 5 Nisan 1920'de aldı. Yeni kabine, tasvibini (onayını) almadan, Hürriyet İtilâf Partisine istinat ediyordu. Bu parti ise bütün hükûmet mevkilerinden tek başına faydalanmak istiyor ve Damat Ferit'i siyasî görüş farklarının tercihinde hoşuna gideni yaptığından beğenmeyip tenkit ediyordu. Damat Ferit hükûmet idaresinin zihniyeti, neşredilen hattıhümayûn ile kısa zamanda ortaya çıktı. Padişah, Kanunu Esasinin 27'nci maddesini zikrettikten sonra millîcilik perdesi altında, zaten zor bir durumu büsbütün vahimleştiren ihtilâlin tenkili (ortadan kaldırılması) lüzumuna işaret ediyordu. Sultanın politikasında değişiklik âni ve kâti idi. Bu değişiklik kabinenin ilk kararında, Şeyhülislâm Dürrizade Aptullah Efendi imzalı ve 10 Nisan tarihli bir fetvada görülmektedir. Bu fetvada şu mülâhazalar (görüşler) vardı: ''Halifenin (Allah onu kıyamete kadar korusun) hükümdarlığı altında bulunan Müslüman şehirlerde toplanmış ve kendilerine reis seçmiş, yalan ve hileleriyle padişah hazretlerinin tebâsını kandırmış, müsaadesiz asker toplanmış, vergi tarhetmiş (koymuş) kimselerin öldürülmesi, şeran câiz midir? Bu şakilleri öldüren halife askerlerinin gazi ve onlar tarafından öldürülenlerin şehit unvanına lâyık olacağı doğru mudur? Bütün bu sualleri cevap ''evet''ti. Anadolu ile bütün muhabere (haberleşme) kesilmiş olduğundan, bu fetvâ müttefik tayyareleri ile atıldı. Ertesi gün (11 Nisan), hükûmet Meclisin lağvını ilân ediyor ve 23 Nisanda, metni verilen mukaddes fetvaya senâda (övgüde) bulunarak, millî kuvvetlerle ilişiği olanların, bunlarla münasebetini kesmesi için bir hafta mühlet verildiğini bildiren bir tebliğ neşrediyordu. Kemalistlere karşı, önce paşa unvanını alan, Muhammediye denilen birliklerin kumandanı, Çerkez Ahmet Anzavur Bey gönderildi. Bazı muvaffakiyetler kazandı, Bandırma'yı (16 Nisan), Adapazarı'nı (20 Nisan) geri aldı, bir karşılaşmada 500 kadar esir alarak Eskişehir civarına kadar ilerledi. Nisan sonuna doğru, eski Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa kumandasında, erkânı harbiyesi de bulunan bir başka birlik kuruldu. Bu gaye için 300.000 Türk lirası tahsis edildi (ayrıldı). Sadrazam ve Hariciye Nazır Vekili Damat Ferit, Harbiye Nazırlığını da derihte etti (üzerine aldı) ve Bolu, Düzce mıntıkasında teşekkül eden birlikler, Hilâfet ordusu adını aldı. Süleyman Şefik de başlangıçta muvaffakiyetler kazandı Hilâfet ordusu, az sonra İzmit'i, Biga'yı, Bursa'ya kadar olan havaliyi işgal ederken, halk Konya'da ve diğer şehirlerde millîcilere karşı ayaklanarak, Mustafa Kemal'in askerlerine vahşiyâne hareketlerde bulunuyordu. 11 Mayısta Divanı Harp, Mustafa Kemal'in ve 20'nci Kolordu sabık kumandanı Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf Bey, sabık Washington Elçisi Ahmet Rüstem Bey (Alfred Bilinski), sabık Sıhhat Müdürü Dr. Adnan ve eşi Halide Edip Hanım gibi bazı taraftarlarının idamına gıyaben karar veriyordu. Bu karar 24 Mayısta, padişah tarafından tasdik edildi. Mustafa Kemal, sadrazam tarafından alınan kararlara şiddetle mukabele etti (karşılık verdi). İsyanı bastırmak için, Büyük Millet Meclisinden, evvelce bildirdiğimiz İhaneti Vataniye Kanunu'nu çıkardı. 5 Mayısta Ankara müftüsü, birçok dinî ve sivil erkân tarafından imzalanan bir fetvayı, İstanbul'unkine mukabele olmak üzere ilân etti. Bilâhare İhaneti Vataniye Kanunu'na istinaden (dayanarak) teşekkül eden (kurulan) İstiklâl Mahkemeleri faaliyete başladılar. Mustafa Kemal, durumu düzeltmeye muvaffak oldu. Hilâfet ordusunu olduğu gibi diğer düşmanlarını da kaçırttı. 6 Haziranda padişahın iki alayı Millîcilere iltihak ettiler (katıldılar) ve 10 Haziranda İstanbul Harbiye Nazırı çarpışmalara son verilmesini emrediyordu. Damat Ferit kabinesi, bu çarpışmalara yeniden başlamak üzere kuvvetlerini teşkilâtlandırmaktan yine de vazgeçmeyecektir ve göreceğimiz gibi Sèvres muahedesinin (antlaşmasının) Mustafa Kemal tarafından tanınmasının reddi üzerine düşecektir. Gördüğümüz gibi, birliklerimiz Kilikya'da bir hayli aksiliklere maruz kalmışlardı. Diğer muvaffakiyetsizlikler de onları bekliyordu. 17 Mayısta Millîciler, Pozantı mıntıkasında şiddetli bir taarruza giriştiler ve aynı ayın 28'inde birçok birliğimiz esir edildi. Lüzumsuz bir kan dökülmesini durdurmayı arzu eden ve bu mücadelenin hakiî bir harbe dönerek soysuzlaşmamasını isteyen Fransa, Suriye Yüksek Komiserlik Umumî Sekreteri M. Robert de Caix de Saint-Aymour'u bir anlaşma aktiyle vazifelendirerek Ankara'ya gönderdi. 30 Mayısta General Gouraund'nun temsilcisi 20 gün için mütakere imzalandı. Mustafa Kemal, müzakerelerde temsilcilerimizden Kilikya'nın tahliyesinin taahhüt edilmesini talep etti. Temsilciler bu hususta karar vermeye salâhiyetli olmadıklarını bildirdiler. Çarpışmalar, Zonguldak kömür mıntıkasının 18 Haziran 1920'de Fransızlar tarafından işgalini Türklerin bir harp hali telâkki etmeleri üzerine, yeniden başladı. Türk-Fransız sulhu bir sene sonra imzalanabilecektir. Buna rağmen Ankara mütakeresi faydasız olmamıştır. Bu şimdiye kadar kimsenin tanımadığı Büyük Millet Meclisi hükûmetiyle yabancı bir devletin aktettiği ilk anlaşmadır. Demek ki -bunu unutmayınızbu hükûmetin zımnen (üstü kapalı) tanınması teşebbüsünü (girişimini) Fransa yapıyordu. Teşekkül eder etmez, Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal tarafından verilen direktiflere uygun olarak, Esas Teşkilât Kanunu'nu hazırlamakla meşgul oldu. Bu gayeyle seçilen Kanunu Esasi Encümeni, esasları 4 ay müzakere edilen bir lâyiha hazırladı. Münakaşa, bilhassa lâyihanın 2'nci maddesi üzerine yapıldı. Millî Meclis hükümetinin ''gayenin hüsulüne değin'' devam etmesi hükmü tahdit edici görülmekte idi. İki teyamül vardı. Bu tahditin muhafazasına taraftar olanlar, Millet Meclisini muvakkat (geçici) bir meclis telâkki ediyor (görüyor) ve hatta din adamları, hocalardan müteşekkil bu grubun sağ kanadı halifelik ve sultanlığın yeniden tesisinin daha vazıh (açık) olarak yer alacağı bir metnin ilâvesini talep ediyorlardı. Diğerleri, millî hükûmetin yeni şeklinin nihaî olduğunu ileri sürerek talep edilen hususun reddini istiyorlardı. Mustafa Kemal, sürüp giden bu münakaşalara son vermek gayesi ile o günkü halife ve padişahın bir hain olduğunu, dolayısıyla yaşanılan zor şartlar içerisinde hilâfet meselesini münakaşa etmenin yersiz olduğunu söyledi. (25 Eylül 1920) Mesele muâllakta (boşlukta) kaldı, fakat 13 Eylülde Mustafa Kemal tarafından hazırlanan tasarıyla uygun olarak Teşkilâtı Esasiye ana maddeleri 20 Ocak 1921'de Meclisce kabul edildi. Metin, hâkimiyetin millete ait olduğunu, milletin de bu hakkı Büyük Millet Meclisine bıraktığını ilân ediyordu. Meclis reisi hukuken, meclis içinden seçilen Vekiller Heyetinin Reisidir. Hilâfetin ne lağvı ne de muhafazası mevzuu bahis idi. Zamanın zihniyeti, Meclisin şerî kanunlarının tatbikini gözetmekle mükellef olmasına lüzum göstermekte idi. Millî Mücadelenin başında, Millîcilerin Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk tâbir edilen geniş bir cemiyet kurmuş olduklarını söylemiştik. Bu hususlar, Erzurum, Sivas kongrelerinde ve nihaî (son) şekil olarak Misakı Millî'de ifade edilmiştir. Misakı Millî'nin mahdut hükümlerine bakarak bunun bir parlamento partisi programı olarak kullanılamayacağı söylenebilir. Bu sebepten Mustafa Kemal, Meclisce tasvip gören Teşkilatı Esasiye'nin ana 10. maddesine istinat eden bir siyasî parti programı hazırladı. Ve 13 Eylülde bunu Halkçılık programı adı altında ilân etti. Yine bu programın prensiplerine nazaran talî siyasî gruplar teşekkül etti: Tesanüt grubu, İstiklâl grubu, Müdafaai Hukuk zümresi, Halk zümresi, Islahat grubu gibi. Parlamentonun çalışmasını vazife taksimiyle kolaylaştırmak için bu kuruluş teşvik edilmişti. Fakat az sonra hayal kırıklığına uğrandı. İhtilâfların hakikîden ziyade zahiri vasıflarına rağmen, müzakereler lüzumsuz yere uzuyordu. Mustafa kemal, bunun üzerine Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adı altında ve aynı ismi taşıyan eski cemiyetin parlamentoda temsili için bir grup teşkile karar verdi. (15 Mayıs 1921) Mustafa Kemal tarafından idare edilen bu mütesanit (birlik) grup, Misakı Millî'ye istinat ederek (dayanarak) Teşkilâtı Esasiye'de bildirilen prensipleri tatbik edecekti. Bahsettiğimiz kısa ömürlü gruplar istisna edilirse, Millî Mecliste siyasî partilerden ziyade birtakım siyasî temayüller (yönelimler) olduğu söylenebilir. Sağ kanatta Müslüman muhafazakârlar, bilhassa din adamları vardı. meclisin bazı ıslâhatlarını başlangıçta geciktirmeye muvaffak oldu ise de, bu topluluk, ikinci Büyük Millet Meclisinde büsbütün ehemmiyetini kaybedecektir. Sonra mutedil (ılımlı) muhafazakârlar vardı. bunlar yavaş yavaş Mustafa Kemal politikasına iltihak ettiler (katıldılar). Sol kanatta halkçılar, Mustafa Kemal'in siyasî fikirlerine taraftar olanlar vardı. Aşırı solda komünistler var idi ise de, maceralarını ileride anlatacağımız Yeşil Ordu ve Etem vakasında itibarlarını tamamen kaybettiler. BEŞİNCİ BAHİS İSTİKLÂL HARBİ İKİNCİ İNÖNÜ MUHAREBELERİNE KADAR 26 Haziran 1920-31 Mart 1921 İstiklâl harbinin başlangıcında durum. -20 Haziran 1921 Yunan taarruzu. -Sèvres muahedesi (10 Ağustos 1920). -Yeşil Ordu ve Çerkez Ethem. -Birinci İnönü muharebesi (9-10 Ocak 1921). -Kuzey Doğu cephesinde Ermenilere karşı zaferler. -Müttefiklerle Osmanlıların uzlaşma teşebbüsleri. -İkinci İnönü harbi (26-31 Mart 1921). İstiklâl Harbi Millî Mücadele'nin en mühim safhasıdır ve bu safha, Sèvres muahedesini kabul ettirmek için başlayan, Türk-Yunan harbiyle karışmaktadır. (Müttefikler görünüşte müstenkif (çekimser) veya müdafaa halinde idiler.) Bu safha sonnuda Sèvres muahedesinin meriyete (yürürlüğe) girmesine mani olunacaktır. Sévres muahedesinin Osmanlı hükûmetince kabulü ise, eski imparatorluğun fiilen son bulmasına ve yine Türkiye ile arasında katî bir uçurum açılmasına sebep olacaktır. Harp ilân olmadığından, Yunan taarruzunun başlangıç tarihi olan 20 Haziranı, İstiklâl Harbi'nin başlangıcı olarak almak gerekir. Bu tarihin sulh sulh muahedesinin imzalanış tarihinden evvel olmasının pek ehemmiyeti yoktur. Hükümler evvelce Türklere bildirilmişti ve daha çok önceden manevî tesirlerini yapmıştı; Millîciler mücadelenin tehlike ve ehemmiyetini müdrik (anlamış) idiler. Mayıs ortasına doğru, İtilâf devletlerinin pek ağır şartlar teklif edecekleri öğrenilince, durumları bu sıralarda karışık olan Millîciler işlerini hâlle muvaffak olmuşlardı. Anzavur öldürülmüş, Süleyman Şefik İstanbul'a sığınmıştı. Müttefikler fena durumda idiler. İngilizler İzmit'i işgal etmişlerdi, fakat bir taraftan Marmara denizine diğer taraftan Boğaz içine doğru ilerliyen Millîciler tarafında durumları tehdit edilmekte idi. Hattâ bir mütareke bile aktedildi. Çarpışmalar mütareke sona ermeden başladı ve Millîciler 17 Haziranda Gebze'yi aşmış ve Tuzla'yı işgal etmişlerdi. Anadolu'nun içinde, Konya mıntakasında demiryolunu tutan İtalyan birlikleri Eskişehir'e kadar itildiler ve buradaki İngiliz garnizonu ile beraber denize kadar sürüldüler. Müttefik kontrol subayları tevkif ve Malta sürgünlerine karşılık rehine olarak muhafaza ediliyordu. Kilikya'da Millîcilerin muvaffakiyetleri (başarıları) ise mâlumdur. Trakya'da İstanbul'un 16 Martta işgali üzerine, sadrazama hükûmetiyle bütün münasebetleri kesmiş olduğu ve müterekenin ihlâl edilmiş telâkki ettiğini bildirmiş olan Mustafa Kemal'e bağlı Cafer Tayyar, duruma hâkimdi. Kuzey-Doğuda seferberlik, 9 Haziran 1920'de, Büyük Millet Meclisi tarafından ilân edilmişti. Kâzım Karabekir Paşa, bu çevrede Ermenilere karşı mühim zaferler kazanmak arifesinde idi. İstanbul'da bile Millîcilerin gitgide tehdidini arttıran çevirmenleri, bazı muhitlerde (çevrelerde) Hristiyanları, her an Mustafa Kemal'in askerlerinin gözükmesinden endişe ediyorlardı. O senede Haziranın 20'sine tesadüf eden bayramın son günü, Mustafa Kemal'in İstanbul'u geri almak niyetinde olduğu söyleniyordu. Sokaklarda, vatansever Türk kadınları gizlice millî renkleri taşıyan kokartlar dağıtıyorlardı. Müttefik kuvvetlerine gelince, şehri boşaltmaya hazırlanıyorlardı. Millîcilerin başlıca kozu, İtilâf devletlerinin yeni bir harp için inkâr edilmez isteksizlikleri idi ama bu isteksizlik, Mustafa Kemal'i yenmek için ortaya atılan Venizelos'un taleplerini kabule mani olmuyordu. Venizelos'un talepleri, Hythe ve Boulgone konferanslarında kabul edildi. Yunanistan, Anadolu ve Trakya'yı işgal müsaadesini aldı. Şu hâlde, Yunanlıların Hazira 1920 taarruzu, serbest ve millîyetçi Türkiye'yi dize getirmek için yapılan dört tazyik teşebbüsünden sonuncusu ve en mühimidir (1). Yunanlılar ilerlerken, siyasî çalışmalar bunları takip ediyordu. Bunlar bir müddetten beri devam etmekte idiler; Uzun ve çetin müzakereler Londra Sulh Konferansının 5 komisyonunu işgal etmekte idi. San-Remo konferansında 1920 Nisanında Lloyd George ve Millerand tarafından büyük bir hamle yapıldı. Müttefiklerin daveti üzerine, San-Remo kararlarını tebellûğ etmek( bildirmek) için, Damat Ferit Paşa tarafından bir heyet teşkil edildi. Bu heyet Versailess'a 6 Mayıs'ta geldi. Heyet şu şahıslardan müteşekkil idi: Tevfik Paşa, eski Sadrazam, Heyet Başkanı; Reşit Bey, Dahiliye Nazırı; Fahrettin Bey, Maarif Nazır; Cemil Paşa, Nafıa Nazır, eski İstanbul Valisi. (Mahmut Muhtar Paşa, Bahriye Nazırı ve harbin ilk üç senesinde Berlin elçisi, delege olarak seçilmeyi kabul etmemiştir.) Heyet, Millerand'ın riyaset (başkanlık) ettiği Sulh konferansı tarafından 11 Mayısta kabul edildi. İtilâf devletlerinin görüşü belirtildikten sonra anlaşmanın başlıca hükümlerini muhtevi (içeren) metin heyete verildi. Muahedeyi (anlaşmayı) incelemek ve görüşlerini yazılı olarak ifade etmek üzere heyet ebir ay mühlet (süre) verildi. Tevfik Paşanın, Müttefiklerin talep ettikleri hususları bildiren telgrafı Türkler arasında şaşkınlık yarattı. Verilen mühlet 15 gün daha uzatıldığından, heyetin iki azası Reşit Bey ve Cemil Paşa, Türkiye'nin cevabını hükûmetlerine takdim etmek üzere İstanbul'a geldiler. Dönüşlerini beklemeksizin Damat Ferit, Boulogne Konferansı'nda konuşulmak üzere, Trakya ve İzmir'e dair mukabil (karşı) teklifleri hâmil olarak Toulon'a doğru yola çıktı. Versailles'a 20 Haziranda, Yunanlıların Türklerin hakkından gelmek vazifesini aldıkları tarihte geldi. Mukabil teklifler, mühletin sona erdiği 26 Haziranda, Damat Ferit tarafından veridi. İstanbul'a giden diğer iki delegenin cevabı 31'inde teklifler tamamlandı. Tanzim edilen mukabil teklifleri Spa konferansı inceledi ve 17 Temmuzda Millerind, Yüksek Meclis adına bunların reddedildiğini Osmanlı heyetine bildirdi. Spa'daki ''sükût''la maneviyatı bozulan heyet, 14'te İstanbul'a dönmüştü: Damat Ferit, Spa konferansına kendini davet ettirmeye muvaffak olamamıştı. Anlaşmayı imzalamayı reddederse payıtahtını da kaybedeceğinden korkan padişah, mühim hâllerde yapıldığı gibi Şûrayı Saltanatı davet etti (22 Temmuz). Sabık sadrazam Ali Rıza Paşa hariç, Şûrayı Saltanat, ekseriyetle muahedenin imzalanmasına karar verdi. Bununla beraber, Sulh Konferansından Trakya'nın Milletler Cemiyetinin kontrolu altında bulunmasının ve İzmir'in serbest liman olmasının hükûmetçe temin edilmesi temennisini (dileğini) belirtti. Bundan sonra Damat Ferit kabinesi anlaşmanın imzası içni 3 temsilci tesbit etti: Bağdatlı Hâdi Paşa, Filozof Rıza Tevfik, Bern elçisi Halis Bey. Müttefiklerle sulh muahedesi 10 Ağustos 1920'de S­evres'de imzalandı (1). Hiçbir zaman tatbik edilmemiş olmasına rağmen muahede hükümlerini hatırlamak gerekir: 1. İstanbul- Bu şehir, anlaşma hükümlerini ve bilhassa azınlıkların haklarını ihlâl etmemek şartıyla padişaha bırakılmıştı (36'ncı madde). 2. Boğazlar- Harp zamanında dahi seyrüsefere açık veserbest olacaktı (37'nci madde). Alâkalı milletler ve İtilâf devletleri temsilcilerinden müteşekkil Boğazlar komitesinin nezareti (gözetimi) altında bulunacaktı. 3. Kürdistan- İstanbul'da bulunan bir komisyon, kürt halkının ekseriyette bulunduğu bölgeler için bir istiklâl tasarısı hazırlayacaktı. 4. Ermenistan- 88'nci madde ''İtilaf devletleri gibi Türkiye'de Ermenistan'ın hür ve müstakil bir devlet olduğunu ilân eder. ''Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinde Türk-Ermeni hududunun tesbiti Birleşik Amerika Devletleri Cumhurreisinin hakemliğine tevdi edilmiştir (bırakılmıştır). (madde 89) 5. Yunanistan- Türkiye, Yunanistan'a Trakya'yı Karadeniz sahilinde Podima'nın 7 km. kuzey batısındaki bir noktadan (Midye'nin doğusunda), Büyük Çekmece gölü kenarındaki Kalikrita'nın 1 km. güney batısındaki bir noktaya kadar terkediyordu (1). Bozcaada ve İmroz adaları Yunanistan'a geçiyordu. İzmir, 66'ıncı maddede tasrih edilen (belirtilen) civar bölge ile beraber, Türk hükümdarlığında kalıyor; fakat Türkiye, bu şehirdeki hükümranlık haklarını Yunan hükûmetine devrediyordu. Türkiye'nin imtiyaz hakları şehrin dış kalesine devamlı çekilecek bir Türk bayrağı ile temsil edilecekti. Beş sene sonra İzmir şehir meclisi Yunanistan'a nihaî ilhakı talep edebilirdi. Milletler Cemiyeti de kendi zaviyesinden plebisit isteyebilirdi. 6. Hudut Arap Memleketleri- Türkiye, Suriye, Arabistan ve Musul vilâyeti dahil Irak, aynı zamanda Mısır üzerindeki haklarını kaybediyordu. Mısır üzerinde İngiliz himayeciliği tanıyordu. Suriye sınırı Mardin kuzeyinden, Urfa'dan Cebelibereket (Osmaniye) sancağından geçiyordu. 7. Diğer memleketler- Türkiye, Fransa'nın Tunus ve Fas'ta himayeciliğini tanıyor, Britanya İmparatorluğuna Kıbrıs'ın, İtalya'ya On İki Ada'nın ilhakını (katılmasını) kabul ediyordu. 8. Azınlıklar- Müteaddit (çeşitli) hükümler onların haklarını koruyordu. 9. Ordu ve deniz kuvvetlerine dair hükümler- Türkiye, 35.000'i jandarma, 15.000'i asker olmak üzere 50.000 kişiyi silah altında bulundurabilecekti. Deniz kuvveti, 7 şalopa ve 6 torpito muhburundan ibaret olacaktı. 10. Malî hükümler- İtilâf devletleri tazminat talebinden vazgeçmekte, fakat sivillerin zararları için tazminat hakkını muhafaza etmekte idiler. 11. Kapitülâsyonlar- Yeniden tesis edilecek ve ağırlaştırılacaktı. Sèvres muahedesinin ertesi günü, yabancılar ve Kemalistlere muarız (karşı) Türkler, millî hareket olmasaydı şartların bu kadar sert olmayacağını, diğerleri ise, belki de haklı olarak, millî hareket olmasaydı daha da sert olacağını düşünüyorlardı. Muahedenin imzasını takiben, derhal İtalya İstanbul'da bir elçilik kuracağını bildirdi. Fransa, 1920 Eylülünde İtalya'yı takip etti. İngiltere ise bir mümessillik iki iktifa etti (yetindi). Yunan Yüksek Komiseri Kanellopulos, Ortodosk Kilisesi Saint-Synode ve Karma Meclisin müşterek toplantısında, Sèvres muahedesinin ''Helenleri, başşehirler kraliçesinin kanlı boyalı kapılarına yaklaştırdığını'' bildiriyordu. (1920 Ağustos sonu) Ağustos sonunda Yunanlılar Simav ve Uşak'ı işgal ettiler, sonra cephede kısa bir sükûn oldu. Müttefikleri muahededen itibaren Anadolu'da asayişi temin için altı ay mühlet tanıdıkları Osmanlı kabinesi, Lütfi Fikri'nin teklifiyle Yunanistan'la müzakere ederek, meşkük (belirsiz) imtiyazlar elde etmeye çalışıyordu. Fakat yola getirilemeyen Mustafa Kemal'in mütecaviz tavrıyla karşılaşan İtilâf devletlerinin memnuniyetsizliği karşısında Damat Ferit, kabinesini iki defa islaha teşebbüsten sonra bir daha iktidara gelmemek üzere, Kasım 1920'de istifa etti. Hürriyet İtilâf Partisi çöküyor ve iktidar bir intikal (geçiş) hükûmeti kuran Tevfik Paşa'ya geçiyordu. Bir müddet sonra, Millîciler lehine, başka bir hadesi olacaktır: Venizelos'un, Kral Aleksandr'ın kaza ile ölümü akabinde, seçimde devrilmesi (Kasım 1920). Plebisitle tahta geçen Kral Konstantin'in dönüşü ile Müttefiklerin Yunanlılar'a karşı durumunu değişip değişmeyeceği konuşuluyordu. Fakat başka endişeler Mustafa Kemal'i beklemekte idi. Bu da, bu anda ihtiyacını hissettiği, Yunan kuvvetlerine karşı koymaya muktedir kâfi miktarda nizamî askerdi. Diğer cephelerde olduğu gibi, Batı cephesinde de disiplinsiz cephelere başvurmak mecburiyetinde kalıyordu ki, bitmez tükenmez harplerle yorgun düşmüş nizamî birliklerin, bunlarla teması maneviyatlarının bozulmasına sebebiyet veriyordu. Bu duruma deva bulmak için bazı müteşebbis kimseler Millet Meclisi'ne harpçi ve itimat telkin eder bir kuvvetin teşkilatlandırılmasını teklif ettiler. Mustafa Kemal, meşgul bulunduğundan, bu teşebbüse karışmadan yapılmasına izin verdi. Teşkilatçılar isminin nüfuzundan istifade ettiler. Bir müddet sonra kurulan birlikler, Yeşil Ordu adını aldı. Çerkez Reşit Bey, bir mebus ve iki kardeşi, Ethem ve Tevfik Bey belli başlı kurucular arasında idi. Anzavur'a karşı çarpışmalarda Ethem, Millîcilere büyük hizmet etmişti. Bu muvaffakiyetler başını döndürdüğünden siyasî rol oynamaya kalktı; komünist propagandasına kapıldı ve kızıl temayüllü Yeni Dünya gazetesi, yeni askerî teşkilâtın himayesinde, Eskişehir'de 20 Ağustos'ta çıktı. Kütahya'da ikamet eden Ethem'in birlikleri Kuvvei Seyyare adını aldı. Bu işte tehlike gören Mustafa Kemal'in tavsiye ve gayretlerine rağmen, bu propaganda Büyük Millet Meclisi mebusları arasında da taraftar buldu ve bu mebusların ekseriyeti reislerine ciddi müşkülât çıkardılar. Hatta o zamanki Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat Paşanın, 24 Kasım 1920'de, Gediz'de Yunanlılara karşı yaptığı taarruzun, Ethem ve kardeşi Tevfik'in talimatıyla yapıldığı dedikodusu dolaştı. Bu taarruz, Yunanlıların Bursa cephesinde biraz daha ilerlemesini temin etmekten başka bir netice vermedi. Diğer taraftan, Nazım Bey adlı sabık bir vali, yabancı desteğiyle bir Komünist Partisi kurmayı tasarladı (Halk İştirakiyön) ve hafif bir ekseriyetle Dahiliye Vekili seçilmeye muvaffak oldu. Mustafa Kemal bunun üzerine harekete geçti. Nazım Bey'i istifaya mecbur etmeye muvaffak oldu ve umumî karargâhı Bilecik'te bulunan Garp Cephesi Kumandanlığı'na, Gediz taarruzuna Erkânı Harbiye Reisi olarak muhalefet etmiş olan İsmet Bey'i tâyin etti (10 Kasım). Ali Fuat Paşa ise Moskova'ya elçi olarak gönderildi (8 Kasım 1920). Bu tedbirlerden memnun olmayan Ethem, Mustafa Kemal'e karşı hesaplı bir hürmekâr tavır muhafaza ederken cephe kumandanının emirlerine açıkça karşı gelmeye ve dilediği gibi hareket etmeye başladı. Mustafa Kemal, nihayet bulunduğu zor duruma rağmen, cepheden çektiği askeri Ethem'e karşı sevketti. Bunlar, âsiyi ve kardeşlerini Kütahya'dan atarak, Gediz istikametine sürdüler. Ethem, o zaman, Yunanlılara iltihak ederek hizmetlerine girdi. Ethem'in ve ihanetinin hatırası, Rus propagandasına kapılan birkaç Türkün ham komünistlik arzularını sarstı. Yunanlılar, önlerindeki perdenin Ethem'in takibi yüzünden inceldiğini farkedince, Bursa ve Uşak cephesinde, Afyon ve Eskişehir istikametinde yeni bir taarruza geçtiler (6 Ocak 1921). Ethem'in tenkilinin (uzaklaştırılmasının) yarattığı imkândan istifade ederek Anadolu'yu kat eden demiryolunu ele geçirmek istiyorlardı. Taarruzun başında İsmet Bey, Kütahya cephesinde Ethem'in âsilerine karşı Yarbay İzzettin Bey kumandasında 61'inci Tümeni ve bir süvari birliğini bırakarak, bütün kuvvetlerini kuzeyde, Eskişehir batısında, İnönü'ye ve güneyde Uşak doğusunda, Dumlupınar'a gönderdi. 9 Ocakta, Bursa kesimindeki 3 Yunan tümeninden ikisi, İnönü'deki Türk mevzileri ile karşılaştılar. 10 Ocakta âsilerin takibinden vazgeçen İsmet bey, Kütahya'dan İnönü'ye geldi ve gecenin 9'unda, Yunan taarruzunun kırılmasıyla son bulan, şiddetli bir savaş başladı. Aynı gece, Yunanlılar Bursa istikametinden çekildiler. Tarihe'e göre, bu muharebe, Yunanlarıların kuvvetleri 20.000 silâh, 150 ağır makineli, 50 top, 200 kılınç, Türklerinki ise 6.000 silâh, 50 mitralyöz, 28 top, 300 kılınçtı. Yunan ordusu, Afyonkarahisar'ı tutan Dumlupınar mevziine hücuma teşebbüs etmedi. Birinci İnönü Savaşı, Yunanlılara karşı harpte ilk Türk zaferi olmakla mühimdir. Bu zafer, Kemalist ordunun maneviyatını yükseltmeye yaradı. Kuzeyde Yunanlılar hücum ederken, Ethem aynı anda, kütahya batısındaki Türk kuvvetlerine taarruz ediyordu. İzzettin Bey tarafından mağlûp edildi ve İnönü'nün muzaffer kuvvetleri tarafından Gediz istikametinde kovalandı. Ethem ve kardeşleri Eskişehir'e hücumu denedilerse de mağlûp oldular ve askerlerinin kendilerini terketmesiyle yunan hatlarına iltica ettiler. 1917'de Rus cephesinin dağılmasını takiben, Kafkasya'nın güneyinde Erivan mıntıkasında, Gümrü ve Karsta, İtilâf devletleri tarafından himaye edilen ve milliyetçi, Türk düşmanı hislerle mücehhez (donanmış) Taşnak Ermeni siyasî partisinin idare ettiği bir Ermeni devleti kurulmuştu. Millet Meclisi, bu mıntıka ve hudut Türklerinin maruz kaldıkları tethiş, hattâ kâtliâma müsamaha etmekle itham ettiği bu hükûmete karşı mevziî seferberlik ilân ve emri altında 15'inci Kolordu bulunan Kâzım Karabekir Paşaya kuzey-doğu cephesi kumandanlığını tevdi etti. Ermeniler, Türklerin müstakil bir devlet kurmayı tasarladıkları için Oltu'yu işgal ettiklerinden, Büyük Millet Meclisince 7 Temmuz 1920'de bir ültimatom gönderildi. Bu ültimatom hiçbir netice vermedi. 22 Eylülde, Afyankarahisar'da toplanan askerî şefler, Ermenistan'ı istilâya karar verdiler. 24'te hudutta yığılan Türk birlikleri, bir Ermeni hücumunu defettiler ve sonra taarruza geçtiler. Kâzım Karabekir Paşa Oltu, Albay Halit Sarıkamış, Yarbay Nihat Bey Bayburt ve Karakilise, Nuri Paşa ise Karabağ ve Zangezor üzerine yürüyordu. 29 Eylülde, bu anî taarruzla şaşıran Ermeni hükûmeti seferberlik ilân etti. Çarpışmaları, Türkler, maharet ve süratle sevkettiler. İlk olarak, Kâzım Karabekir Paşa Oltu'yu aldı. 8 Ekimde, Bolşevikler ve Azerbaycanlılar, başı bozuk Tatarlar açlığın hüküm sürdüğü Ermenistan'ın kuzey hududuna hücum ettiler. Erivan hükûmeti tarafından yanında harbe davet olunan Gürcistan seferber oldu ise de hududunu beklemekle iktifa etti. Sarıkamış cephesinde Ermenilerin birkaç muvaffakiyetine rağmen bu şehir, 10 Ekimde Türkler tarafından alındı ve 17 Ekimde Iğdır'da Azerbaycanlılar ile Türkler irtibat tesis ettiler. 22 Ekimde Sovyetler bir nota vererek, Erivan demiryolu imtiyazının terki şartı ile, Rus-Tatar cephesinde muhasamatın (çatışmasının) kesilmesini teklif ettiler. talep reddedildi. 30 Ekimde 15'inden beri boşaltılmış Kars'ı Türkler aldı. 7 Kasımda, Gümrü zaptedildi. Bu arada, Erivan'da bir halk hareketi Taşnak hükûmetini devirmişti ve 5 Kasımda yeni sosyal- demokrat kabine mütakere talep ediyor ve 3 Mart 1918 Brest-Litowsk anlaşmasını tanımayı kabul ediyordu. Bu anlaşmaya göre, Ermeni birlikleri Arpaçay gerisinde, Türk birlikleri ise Gümrü hattında kalacaklardı. Türk kumandanı nizamı teminle mükellefti. Ermenilerin, Türkleri derhal silâhsızlanmaları hususunda ısrar etmekle ve Türklerin Ermenileri, Ermeni Generali Sabuh'un Gümrü üzerine yürüyerek mütakereyi ihlâl etmekle itham etmeleri (suçlamaları) üzerinde çarpışmalar tekrar başladı. (11 Kasam 1920) Bir defa daha yenilen Ermenisten, 18'de yeni bir mütakereyi kabul etti ve 26'da başlayan sulh müzakereleri Gümrü anlaşmasına (3 Aralık 1920) ulaştı. Ermenistan, Brest-Litowsk anlaşmasını tanıyor, hangi devletin olursa olsun valiliğini kabul etmemeyi taahhüt ediyor, Natişevan, Zangezor ve Karabağ mıntıkalarının mukadderatını (geleceğini) plebisitle tesbiti tasvip ediyordu. Türkiye, bu suretle 1878'de kaybetmiş olduğu Kars'ı geri alıyordu. Ermenistan'da iktidar, Sovyetlerin eline geçince Gümrü anlaşması, Moskova (16 mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) anlaşmaları ile teyit edildi. Türklerin Ermenistan üzerinde zaferleri, İngilizlerin tahliyesinden sonra Batum'u işgal eden Gürcülerin daha münisleşmesini (yumuşamasını) temin etti. Büyük Millet Meclisi, bu ilhakı protesto ederek, Brest-Litowsk ve Trabzon Türk-Gürcü anlaşmalarının, Batum'u Türklere bıraktığını bildirdi. Gürcüler, murahhas (delege) göndererek, Artvin, Ardahan ve Batum'un Türklere terkini kabul ettiler. Bu bölgeler, 1921 Martında, Türk ordusu tarafından işgal edildi; fakat Batum, Moskova antlaşmasıyla sonradan Ruslara verilecektir. Artvin ve Ardahan kesim olarak Türkiye'ye kalacaktı. Böylece, Büyük Millet Meclisi, millî sahasını, felâketli Sévres muahedesinin imzalanmasından pek az sonra, genişletiyordu. Esasen Millîcı Türklerin bir taraftan, Antalya'yı (Mayıs 1921) boşaltmak üzere bulunan İtalya ile, diğer taraftan Mart 1921 anlaşmasına zemin teşkil edecek 23 Ağustos 1920 tarihli anlaşmayı imzalamış bulunduğu Sovyet hükûmeti ile iyi münasebetleri vardı. Bu anlaşmaya göre, Millîci hükûmet ''Sovyet hükûmetinin muvafaki olmaksızın Müttefiklerle anlaşmaya girişmeyeceğini'' taahhüt ederken, Sovyet hükûmeti de ''Türk millîcilerin haklı taleplerini manen ve maddeten desteklemeyi'' kabul ediyordu (madde 2). Bu hükümler başlangıçta gizli iken 1920 Aralığında açıklandılar. Damat Ferit Paşa ve Venizelos'un devrilmesinden sonra siyasî hava bir hayli değişmişti. İhtiyar Tevfik Paşa tarafından riyaset (başkanlık) edilen yeni kabine, mutedil, millî harekete müsait kimselerden müteşekkildi. Şu şekilde hülâsa edilebilecek programının başında Mustafa Kemal'e yakınlaşmak yer alıyordu: 1. İstanbul ve Ankara'yı iki hasım kardeş gibi ayıran iktidar ikiliğine bütün Türklerin birliğini gerçekleştirerek ve Anadolu'yu sükûna erdirerek son vermik, 2. İtilâf devletleri ile iyi münasebetleri arttırmak. (Halka ilân tarihi 20 Ekim) Dahiliye Nazırlığının, Tevfik Paşanın siyasî karşıtı Ahmet İzzet Paşaya verilmesi bile manidardı. Hürmet gören bu general, bilindiği gibi, Mondros mütakeresi sırasında sadrazam olmuştu ve Mustafa Kemal'le iyi münasebetleri vardı. İşe başlar başlamaz, kabine, İzzet Paşa reisliğinde bir heyeti, Müttefiklerin tasvibi ve bazılarına göre telkini ile, Mustafa Kemal nezdine göndermekle meşgul oldu. Vaktiyle, bu tasarı Damat Ferit Paşa tarafından da düşünülmüş ise de düşüşünü hızlandırmaktan başka işe yaramamıştı. Bilhassa millî harekete karşı sempatisinin, bu hareketi Müttefik kararları üzerine bir baskı vasıtası olarak görmesinden ileri geldiği sanılan İzzet Paşanın tercih edilmesi şartlara en uygun olarak görülmekte idi. Sèvres muahedesinin imzalanmasından beri değişen zaruret karşısında, Şurayı Saltanat toplantısı kararına iştirak etmiş olduğu için, bu muahede hükümlerinin tatbikine de yararlı olması icap ettiği düşünülüyordu. Millîcilerin şüphelerini izale (gidermek) için, heyete hiçbir yabancı temsilcinin katılmaması kararlaştırılmıştı. İzzet Paşa, Mustafa Kemal'e Müttefiklere karşı mukavemetin beyhudeliğini ve onlarla uyuşmasının daha yerinde olacağını anlatacaktı. Mareşal İzzet Paşa ve arkadaşları (1) Bilecik'e 5 Aralık 1920'de geldiler ve Mustafa Kemal tarafından karşılandılar. Daha sonra Ankara'ya geçtiler ve Osmanı heyeti burada uzun müddet kaldı. Gazi'nin sonradan dediği gibi, ''İzzet ve Salih Paşa Anadolu'ya ısınamadılar.'' Aralık ayı sonunda, sadrazam Fransa yüksek komiseri vasıtası ile, açık bir mektup göndererek geri dönmelerini istedi; buna rağmen heyet gitmeyince gizli emirlerle birincinin iptal edilmesi düşünüldü. Nihayet uzlaştırıcı heyet hiçbir netice elde edemedi. İzzet Paşa, İstanbul'a 19 Mart 1921'de, beklenmediği, zira İstanbul'da bile kimse onlarla alâkadar değildi, bir sırada döndü. Vazifesi, gayesini kaybetmişti. Müttefiklerin bile değiştirmeye hazırlandıkları bir muahedenin tatbikini övemezdi. Müttefik siyaseti zaten başka anlaşma yolları arıyordu; Sèvres muahedesinin yeniden gözden geçirilmesi fikri yavaş yavaş vücut buluyordu. Bu değişikliğin emareleri, daha Venizelos'un devrilmesinden evvel zuhur etmişti. Bir müddet evvel Sèvres muahedesinin tâdil edilmeyeceğinden (değiştirilemeyeceğinden) bahseden Fransa Hariciye Nazırı Millerand, Aix-les-Bains'de, M. Gioletti ile millîcıler ve Babıâlî arasındaki ihtilâfa son verdirerek, Türkiye'ye yardım etmek hususunda anlaşmıştı. (1920 Eylülü). Türkler, bundan mütehassis oldular ve bunu takiben Millerand'ın Cumhurreisliğine seçilmesi hararetle karşılandı. Millerand'ın halefi Leygues, Meclisin hariciye komisyonunda, muahedenin, Türkiye için müsait bir şekilde değiştirilmesi mevzuu bahs olduğunu bildirdiğinde kimse hayret etmedi. Bu fikre alışılmaya başlanmıştı. İtalya, Fransa gibi Kemalist harekete git gide taraftar olmakta ve Roma, Anadolu ile gizlice temas etmekte idi. Cavit Bey kabinesi hususî kalem müdürü olan Reşit Saffet Bey ve eski Atina elçisi Galip Kemalî Bey, İtalyan hükûmeti nezdindeki siyasî temsilcisi Osman Nizamî Paşa ile irtibat temin ediyorlardı. 15 Ocak 1921'den 20'ye kadar Roma'da, Batıda bulunan Türk devlet adamları gizli bir toplantı yaptılar: Ahmet Rıza, Cavit, Hüseyin Hilmi Paşa, Şükrü Paşa, Mahmut Muhtar Paşa ve iki kemalist delege Rüstem Bey (Talât Paşanın kongreye iştirak talebini red eden) ve Kenan Bey. 25 Ocakta Paris Konferansı, esası Sévres muahedesi olmak üzere, Doğu meselesinin hallini müzakere etmek için, Müttefik devletler ile Yunan ve türk hükûmetlerinin Londra'da yapılacak 21 Şubat konferansına davet edilmesine karar verdi. Aynı tebliğ, Türk hükûmetinin, Mustafa Kemal'in veya Ankara hükûmeti seçkin temsilcilerinin Osmanlı heyetinde bulunması şartı ile davet edileceğini ilâve ediyordu. Bu, Anadolu'da kurulan hükûmetin yeni ve zımnî (dolaylı) tanınması idi. Tevfik Paşa, Mustafa Kemal'i temsilcilerini tesbite davet etti. Mustafa Kemal dayatarak, beynelmilel bir konferansta Türkiye'yi temsile, yeni Teşkilâtı Esasiyenin gösterdiği gibi, yalnız Büyük Millet Meclisi hükûmetinin salâhiyetli olduğunu cevaben bildirdi ve cevabına Teşkilâtı Esasiye metninin bir suretini ekledi. Demek ki Millîci delegeler, doğrudan doğruya Londra konferansına gönderileceklerdi. Filhakika, Lloyd George, İtalya vasıtası ile bir davet yaptığından, Mustafa Kemal, Hariciye Vekili Bekir Sami reisliğinde bir heyet teşkil ettirdi. (1) Londra konferansı (27 Şubat -12 Mart 1921), İzmir ve Trakya'ya ilk olarak beynelmilel bir heyetin gönderilmesine karar vermekle işe başladı. yunanistan, bu kararı kabul etmeyince (6 Mart notası) Sèvres muahedesi hükümlerine zıt bir çok değişiklik ihtiva eden (içeren) ikinci bir teklif yapıldı (12 Mart). Cevap için bir ay mühlet verilmişti; fakat teklif, ne Türkleri ne de Yunanlıları memnun etmediğinden Londra konferansı neticesiz kaldı ve çarpışmalar, az sonra yeniden başladı. Müzakereler esnasında, ihtiyarlardan müteşekkil Osmanlı heyeti genç Ankara delegelerine büyük hürmet gösterdi. Heyete Sadrazam Tevfik Paşa riyaset ediyordu ve heyet azaları arasında Mustafa Reşit Paşa ile Osman Nizamî Paşa vardı. Aynı zamanda Londra konferansına davet, Osmanlı hükûmetinin millîci şeflere karşı tutumunun değişmesi gibi bir netice de verdi. İstanbul Divanı Harbinin Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama mahkûm eden kararı, Askerî Temyiz Meclisi tarafından bozuldu. 1 Şubattan itibaren İstanbul gazeteleri Damat Ferit kabinesinin bir kararının manettiği paşa, bay ünvanını millîciler için kullanmaya başladılar. Londra müzakerelerine muvazi (paralel) olarak Büyük Millet Meclisi hükûmeti, Moskova'da Sovyetlerle bir anlaşma imza ediyordu (16 Mart 1921). Yine Londra konferansı sırasında, Ankara delegesi Bekir Sami Bey, İngiltere, Fransa, İtalya ile alaşmalar aktetti. Briand'la müzakere edilen konu, Klikya'nın bazı şartlarla tahliyesine dairdi. Bu anlaşmalar, Üçlü İtilâftan mülhem olduğu ve Sèvres'i tamamladığı, Türkiye'ye bırakılan mıntıkaları İngiltere, Fransa ve İtalya'nın iktisadî nüfus bölgelerine böldükleri mülâhazasıyla, Büyük Millet Meclisinde red edildiğinden meriyete (yürürlüğe) giremedi. Londra anlaşmaları, 1921 Mayısında neşrolunan Malta sözleşmesi kadar faydasız oldu. Bekir Sami, 12 Mayıs 1921'de istifa etti. Yunan taarruzu, 23 Martta, yani Londra Konferansında teklif edilen bir aylık müddetin sona ermesinden evvel başladı. 1'inci İnönü Harbini takiben, Bursa ve Uşak'taki Yunan ordusu takviye edilmişti. Diğer taraftan İzmit'te Yunanlılar bir tümen yerleştirdiler ise de, Türkler, Kocaeli grubu ile buna karşı koydular. İkinci İnönü, neticede birinciye cevap oldu. Bu defa da Yunanlılar, Bursa ve Uşak'tan aynı gaye ile hareket ettiler: Anadolu demiryolu. Bununla beraber, kuvvetler evvelkinden daha mühim idi: Yunanlıların 40.000 tüfek, 3700 ağır ve hafif makineli, 144 top, 1200 kılınç; Türklerin ise 15.000 tüfek, 150 ağır ve hafif makineli, 56 top ve 900 kılıçları vardı. Yunan cephesinde General Papulas, Türk cephesinde ise İsmet paşa (Ethem'in tenkili, I'inci İnönü zaferinin mükâfatı olarak 10 Ocak 1921 Büyük Millet Meclisi kararıyla) kumanda ediyordu. Yunan taarruzu, millîciler için bir süpriz olmadı. 15 Marttan beri, Eskişehir ve Afyon mıntıkalarına birlikler yığmışlardı. 22 martta Kütahya'ya, maraş askerî kumandanı Salâhattin Adil Bey kumandasında 2'nci Kolordu geliyordu. İleride bu birlik, İnönü mevzilerinin sağ kanadını takviye edecektir. Kastamonu valisi ve askerî kumandanı Muhittin Paşa, 20 Martta, Bursa cephesi sağ kanadının kumandasını aldı. Bursa'dan hareket eden Yunan birlikleri, Bilecik-Pazarköy istikametinde yürüdüler. İlk gün, 20 km. ilerleyerek Hasanpaşa-Fındıklı-Yenişehir hattını işgal ettiler. Ertesi gün, 24 Martta, Türkleri Nazif Paşa -Köprühisar mevzilerinden çıkardılar ve Gümüş deresi - Bilecik hattını ve 25 Martta da PazarcıkYeniköy hattını işgal ettiler. 26'da Adapazarı alındı ve Yunanlılar, İnönü'ndeki Türk uç mevzileri ile temasa geçtiler. Türk birlikleri Karaköy, Afgin, Karadağ ve Çukurdağ arasında toplanmıştı. Yunanlılar, önce sağ kanada ve sonra yeni takviyelerle merkeze ve sola hücum ettiler. Türklerin geri çekilmesi ile Kovalıca'ya ulaştılarsa da hamleleri Türk mukabil (karşı) taarruzları ile kırıldı. 30 Martta takviyelerle taarruza kalkmayı denediler fakat Ankara'dan, bu arada Meclis Muhafız Taburunu da takviye olarak alan Türkler tarafından püskürtüldüler. Güneydeki Yunan kuvveti, Uşak'tan hareketle Dumlupınar mevzilerini 24 Martta, Balmahmud'u 27 Martta ve nihayet Afyonkarahisar'ı 28 Martta aldı ise de kuzey ordusunun muvaffakiyetsizliği güney ordusunu çekilmeye icbar etti (zorladı). Buna rağmen 8'den 11 Nisana kadar, Türklerin geri almaya çalıştıkları Dumlupınar'ı muhafaza ettiler. Yunanlılar aynı zamanda İzmit'i 28 Nisandan 28 Haziran 1921'e kadar işgal ettiler. ALTINCI BAHİS İSTİKLÂL HARBİ. DEVAM VE SON İKİNCİ İNÖNÜ HARBİNDEN MUDANYA MÜTAREKESİNE (31 Mart 1921 - 11 Ekim 1922) Kütahya Eskişehir muharebeleri. - Sakarya harbi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921). - Arabuluculuk teşebbüsleri. - Sakarya muharebesinden sonra askerî durum. - Zafer taarruzu ve Başkumandanlık savaşı. - Mudanya Mütakeresi (11 Ekim 1922). - Türk-Rus anlaşması. - Türk-Fransız Ankara anlaşması (20 Ekim 1922). Anadolu'da Yunan seferi, görüldüğü gibi Venizelos'un eseri idi. Bu devlet adamı yunanistan'ı terkedince, (16 Kasım 1920) bir plebisitin yeniden tahta çıkarttığı Kral Konstantin, siyasî hasmı tarafından başlanılan teşebbüsü bırakmak istemedi veya bırakamadı. Zaten, Millîcilerin davranışlarından memnun olmayan Müttefiklerden, daha doğrusu Lloyd George'dan teşvik görüyordu. Yunan başkumandanı ise, Türk nizami ordusunu olgunlaşmadan ezmek için zamanın müsait olduğunu, İkinci İnönü Savaşı'ndan sonra tanzim ettiği (düzenlediği) bir raporda belirtiyordu. Yalnız, 85.000 kişilik bir takviye istemekte idi. İstek kabul edildi ve ikinci neticesiz teşebbüsü takip eden sükûn devresinde, yunanlılar kuvvetli bir ordu kurmakla meşgul olur iken küçük İnebolu şehrini bombardıman ve Pontus Yunan Cumhuriyeti çetelerini takviye etmekle yetindiler. Tarihe göre Anadolu'daki Yunan kuvvetleri, bu arada 96.00 tüfek karşılığı 7 ilâ 12 tümene, 1300 kılınca, 5600 ağır ve hafif mitralyöz ve 345 topa yükseldi. türklerin bütün Batı cephesinde 51.265 tüfekleri, 440 mitralyözleri, 4.727 kılınçları ve 162 topları vardı. Her iki İnönü savaşında da cephe iki kısma bölünmüştü. Batı cephesi İsmet Paşa, Güney cephesi ise Refet Paşanın emirleri altında idi. Tecrübe, tek bir kumandanlığın idaresine ihtiyaç gösterdiğinden, Batı cephesi Geyve'den Afyonkarahisar'a kadar uzatıldı ve İsmet Paşanın kumandasına verildi. Eskişehir'in kuzeybatısında, Kütahya batısında ve daha güneyde müdafaa sistemi takviye edildi. Türk tümenleri dört gruba ayrılmıştı: 1'inci grup Albay İzzettin Bey : İnönü kesimi 3'üncü grup Albay Arif Bey : Kütahya bölgesi 4'üncü grup Albay Kemâlettin Sami : Çöğürler kesimi ve Kütahya kuzeyi 12'nci grup Albay Halit Bay : Afyonkarahisar şehri ve bölgesi Bundan maada (başka), Kocaeli grubu tâbir edilen diğer bir grup daha olup, Albay Kâzım Bey kumandasında idi. Albay Fahrettin Bey kumandasında da 5'inci bir süvari grubu kuruldu. 1921 yazında yeni Yunan taarruzu başlayınca, 2'nci İnönü'nden beri ancak 3 ay geçtiğinden ve ulaştırma zorluğundan, Türkler mühimmat ve silâh stoklarını tamamlamak için kâfî zaman bulamamışlardı. Dolayısıyla kabul edilen taktik müdafaa oldu. Yunan birlikleri, 10 Temmuz 1921'de harekete geçtiler. İlerlemeleri çok süratli oldu. Türklerin merkezinde ve sağ kanadına yükleniyorlardı. 13 temmuz'da Afyon, 17'de Kütahya, 20'de Eskişehir alındı. Evvelki Yunan taarruzlarının hedefine nihayet ulaşılmıştı ve Türkler, demiryolu gibi kıymetli ulaştırma vasıtasından mahrum kalacaklardı. yYunanlılar bu ilk muvaffakiyetle yetinebildilerdi. Onlar için esef edilecek cihet, daha ileri gitmek istemeleri oldu. 18 Temmuz'da Karacahisar'a nakledilen Batı cephesi karargâhına gelen Mustafa Kemal, cephe kumandanına orduyu Sakarya gerisine çekmek üzere, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde toplanılması için talimat verdi. İki ordu arasına pek bereketli olmayan toprakları ve nehri sokmak ve Türklere yeniden toplanmak için zaman kazandırmak istiyordu. Buna rağmen Türk kumandanlığı, 21 Temmuzda Eskişehir'in doğusunda bir mukabil (karşı) hücumu denedi; fakat birlikler Seyit Gazi-Kırgızdağ mıntıkasında bir çevirme hareketine girişen, adetçe üstün Yunan kuvvetleri ile karşılaştılar. Bu Türklerin Eskişehir muharebesi diye isimlendirdikleri karşılaşmadır. Türkler, Sakarya gerisine çekildiler. Eskişehir'in alınmasından sonra, 25 Temmuzda başlayan Yunan taarruzunun durdurulmasına rağmen durum vahim idi. Kâzım Karabekir Paşa, yapılacak bir iş kalmamış olan kuzey-doğu cephesinden takviyeler getirdi. Millet Meclisinde endişe hüküm sürüyordu ve paniği durdurmak zarurî idi. Bütün ümitler Mustafa Kemal'de toplandı ve 5 Ağustos 1921'de Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'e, o zamana kadar yalnız padişaha verilen, Başkumandanlık unvanını verdi ve üç ay sonunda yenilebilir mutlak hak tanıdı. 3 Nisan 1921'den beri Vekiller Heyeti Reisi, Harbiye Vekili ve Erkânı Harbiye Reisi olan Fevzi Paşa, Harbiye Vekâletini Rafet Paşaya bırakarak diğerlerini muhafaza etti. Mustafa Kemal, derhal faaliyete geçerek, birliklerin ikmâli için millî tekalîf komisyonlarını kurdu ve Fevzi Paşayla Polatlı'ya gitti. Diğer taraftan, Yunanlılar da büyük faaliyet gösteriyorlardı. Başkumandan olan Kral Konstantin İzmir'e çıkmış ve 7 Temmuz'da Uşak'a gelmişti. Sonra Kütahya'ya yerleştiğinde Lloyd George, İngiliz Parlamentosunda Sèvres muahedesinin kifâyetsiz (yetersiz) olduğunu ve daha da genişletilmesi icap ettiğini (gerektiğini) söylüyordu. 13 Ağustosta Eskişehir Seyit Gazi hattından harekete geçen Yunanlılar, ilerlemeye başladılar. 15'de, Kral Konstantin ''Ankara'ya!'' emrini veriyordu. Tarihe göre, yunanlılar 88.000 tüfek, 7.000 mitralyöz, 300 top ve 1300 kılınç, 15-20 tayyare ile mücehhez iken Türklerin 40.000 tüfeği, Yunanlılardan 10 defa eksik olmak üzere 700 mitralyözü, 177 topu, 2.745 kılıcı ve 2 tayyareleri vardı. Süvari kuvvetleri hariç, Türklerin adetçe azlığı barizdi (belli idi). Türk ordusunun dağılışı, gruplar itibarıyla, İkinci İnönü muharebesinin aynı idi ve grup kumandanları da değişmemişti. birliklerin dağılışı şöyle idi: 1'inci grup Mihallıççık'ta, sakarya önünde, 3'üncü grup Ankara-Eskişehir demiryolunun kuzeyinde ve nehrin doğusunda, 12'nci grup aynı demiryolunun öbür tarafında, 4'üncü grup Polatlı-Malıköy mıntıkasında, Kocaeli grubu, Sakarya istikametinde yürüyüşte idi. Bir ihtiyat grubu, Sincanköy'de Yusuf İzzettin Paşa kumandasında idi. Nihayet, Kilikya'da Fransızlarla yapılan anlaşma sonunda serbest kalan 2'nci Kolordu, Akşehir'den Haymana'ya, Salâhattin Adil Bey kumandasında ilerlemekte idi. 5'inci süvari grubu, Fahrettin Paşa kumandasında Aziziye'de idi. Hareket hâlinde birlikler müstesna, yalnız süvariler ve 3'üncü grup Sakarya önünde bulunuyordu. Taaruzun başında, Yunanlılar süratle ilerleyerek nehrin sağ kıyısına, karşıya geçmemiş Türk birliklerini attılar; sonra, Yunan taaruzu sol kanat üzerine yüklendi. Yunan sağ kanadı Sakarya'yı geçti ve doğudan batıya akan ve Sakarya'nın sağ kanalını teşkil eden Ilıca çayına geldi. İki ordu arasında yakın temas 23 Ağustos'ta temin edildiğinden, bu tarih Türklerce, bu muharebelerin başlangıç tarihi olarak kabul edilmiştir. Bu muharebe 22 gün, 22 gece, 100 kilometre uzunluğunda bir cephe üzerinde cereyan etti. Muharebede, Yunanlıların Helenizm Megoloideası'nın mukadderatı, Türklerin ise vatanlarının bekâsı mevzuu bahs olduğundan, çarpışmalar çok şiddetli oldu. Türkler tarafında en seçkin kumandan olarak Kâzım, Şükrü Naili, Kemâlettin Sami, Fahrettin, İzzettin, Derviş ve başkaları vardı. Bilhassa, Türkler için ikmâl zorluğu mevcuttu ve daimi bir gayret ve tükenmez imana ihtiyaç gösteriyordu. Biçare köylüler, tahta tekerlekli kağnıları ile, kadınlar ise sırtlarında mühimmat taşıyorlardı. (1) Ilıca nehri üzerinde Yunan birlikleri taarruza başladıklarında, evvelce batıya dönük bulunan Türk cephesi, cenuba (güneye) bükülmüştü. Türkler şimdi Ankara'yı müdafaa ediyorlardı. Mustafa Kemal, taarruzun başında Yunanlıların güneyden bir çevirme hareketine girişeceklerini tahmin ederek, bu tedbiri baştan düşünmüştü. Ilıca nehrinin kuzeyinde, düşmanı şiddetli bir mukavemetle yıprattıktan sonra, sol kanadından birliklerini mukabil taarruz için mecburi yürüyüşle sağa çekmekten çekinmedi ve sonra mukabil taarruz bütün cephede başladı. Yunan ordusu kaçıyordu. 13 Eylül de Sakarya'nın sağ kıyısında Yunanlı kalmamıştı. Yunan ilerleyişi, bundan 22 asır evvel, Makedonyalı Büyük Fatih'in, zihnindeki ''Doğu meselesi''nin karışık düğümlerini çözmek için efsanevi ve sembolik kılınç darbesini indirmiş olduğu, tarihi Gordium mıntıkasında kırılmıştı. 19 Eylül 1921'de Büyük Millet Meclisi, Türkiye'nin kurtarıcısına Müşir askeri ünvanını ve Müslüman memleketlerde muzaffer manasına gelen Gazi şeref rütbesini veriyordu. Milli Mücadelenin ve Türklerin Marne'ı olan bu muharebenin ruhu, Mustafa Kemal olmuştu. İtilâf devletleri, Fransa, İngiltere ve İtalya, muhasamata (düşmanlığa) son vermek için hizmetlerini sunmaya karar verdiklerinde, Paris'te 22 Mart 10922'de toplanan üç hariciye vekilinin ''Doğu Konferansı'', bir mütareke teklif etti. Bu teklif, İtilâf devletleri tarafından tesbit edilecek askeri komisyonların kontroluna tâbi, bir bitaraf mıntıka tesisine dairdi. Mütareke üç ay için imzalanacak ve yenilenebilecekti. İtilaf devletlerinin teşebbüsü, iki hasım tarafça kabul edildi. Bununla beraber, Kemalist Türkiye yabancı askerî kontrol tanımıyordu. Müzakereyi, Yunanlıların Anadolu'yu tahliyesi hâlinde kabul ediyordu. O zaman, 26 Martta, Paris Konferansı, sulh anlaşması şartlarını bildiren bir nota gönderdi. Bu Sèvres muahedesinin iyileştirilmiş veya yeniden tanzim edilmiş bir nevi idi. Bazı tahdide tâbî olarak, İzmir Türklere iade ediliyordu. Türk birliklerinin sulh zamanı mevcudu 50.000 den 85.000 çıkarılacaktı. Bu teklifler, Türk Millîcilerinde İnfiü (tepki) yarattı. Sèvres muahedesinin nefret uyandıran hükümlerinin yeni ve basit bir tab'ı, bir nevi sulh taarruzu denilebilecek bu tekliflerle, Yunanlıların başını kurtarmak, aynı zamanda Doğu meselesini yine Batının lehine halletmek istendiği düşünülüyordu. Ankara hükûmeti, 5 Nisanda, mukabil tekliflerde bulundu. Teklifler, 15 tarihli bir cevapla reddedildiler. Büyük Millet Meclisi, İzmit'te bir konferans toplanmasını teklif etti. Bu da Londra tarafından reddedildi. Bir defa daha söz silâhlarındı. Sivrihisar ve Afyonkarahisar istikametinde çekilen Yunan birlikleri takip edildiler ve Eskişehir'in doğusunda, Kütahya ve Afyon'da evvelce hazırlanan müdafaa mevzilerine kadar kovalandılar. Netice olarak, Yunanlılar, Eskişehir muharebesinden sonra işgal ettikleri mevzilere dönmüşlerdi. İşi bitirmeye karar veren ve müzakerelerin lütfuna kâti bir zaferi tercih eden Mustafa Kemal, tasarısını gerçekleştirmek üzere Türkiye'yi lüzumlu kuvvetlerle teçhiz (donatmak) için bütün enerjisini kullandı. Diğer cephelerde fazla olan herşey, yayan veya en iptidaî (ilkel) ulaştırma vasıtaları ile, batıya yollandı. Erzurum, kars, Elcezire, Adana mıntıkasında pek az kuvvet bırakıldı. Kağnı, belki de basitliğinden olacak, yeniden ikmâl çalışmalarına iştirak etti: Dolu tekerlekler, parmaklı tekerleklerden daha az çamura batıyordu. Sadık unsurların ve millî gayeye katılan bahriyelilerin gayretleri ile, Müttefiklerin nezareti altında bulunan İstanbul'daki silâh depolarından, cephane sandıkları, hattâ toplar gizlice alınıyor ve Anadolu'ya sevkediliyordu. Sakarya'da sağ kanada kumanda eden ve Büyük Millet Meclisi başkanı olacak olan yeni Millî Müdafaa Vekili Kâzım Paşa, ordunun ikmâlini teşkilâtlandırarak memlekete büyük hizmetler etti. Tesirli olduğu görülen süvari birlikleri takviye edildi. Yunanlılar, mevzilerini süratle sağlamlaştırmakla meşgul idiler. Durum tersine dönmüştü ve dikenli tellerin arkasında Türk taarruzunu bekleyen şimdi onlardı. Taarruza, 1922 Haziranında, Mustafa Kemal karar verdi. Bu sıralarda, Mustafa Kemal, bazı Meclis azalarının, bilhassa Malta'dan dönen İttihatçıların, sinsi faaliyetlerine maruz idi. Mustafa Kemal'e tanınan mutlak hakkın yenilenmesinden memnun olmadıklarından, Yunanlılara taarruzda gecikilmiş olmasına hayrette gözüküyorlardı. Bunun üzerine Gazi, askerî durum hakkında açıklamada bulunmay lüzumlu gördü. Yunanlılara hücum kararı verilince, 10 Ekim 1921'den beri Batı cephesi kumandanı İsmet Paşa, taarruzu hazırlamakla meşgul oldu. Başkumandan, Akşehir'deki karargâha bir ziyaretten sonra harekâtın Ağustos'ta başlamasına karar verdi ve Ankara'ya döndü. (6 Ağustos) Bu sıralarda, tamamlanan askerî güç meyvalarını vermişti; Türk ordusu, Yunanlıların kuvvet ve silâhlarına ulaşamamakla beraber hissedilir derecede yaklaşmış, hattâ süvari birliklerinde adetçe bir üstünlüğe bile sahip bulunuyordu. Batıdan kolaylıkla ikmâl gören Yunanlıların malzemesi daha iyi idi.? tarihte Yunan ordusu 130.000 tüfek, 8.060 mitralyöz, 348 top, 1.300 kılıçtan müteşekkildi. Türk ordusu ise 98.670 tüfek, 1.864 mitralyöz, 232 top ve 5.286 kılıçtan ibaretti. Mustafa Kemal'in plânı şöyle idi: Düşmanın silâhlı kuvvetlerinin imhasını hedef tutan bir hareket harbi yapmak ve Afyonkarahisar'ın güneyinden Akarçay ve Dumlupınar'a hücum etmek, bu suretle katî bir netice elde etmek. Şuhut kasabası civarında dar bir sahada, Türk birliklerinin toplanmasını gizli tutmak için, icap eden (gereken) bütün tedbirler alınmıştı. 20 Ağustos 1922'de, Başkumandan, gizlice ayrıldığı Ankara'dan, otomobille Konya üzerinden Akşehir umumî karargâhına geliyordu. İsmet ve Fevzi Paşa, Erkânı Harbiye Heyetleri ile birlikte, Türk hücum birliklerinin toplanma yeri, Küçük Şuhut'a gittiler. Buradan, hücum kuvvetini teşkil eden 11 piyade ve 3 süvari tümeni, gece yürüyerek, gündüz tayyarelerden saklanarak Akarçay ile Ahırdağ arasında mevzi aldılar. 26 Ağustos'ta, İsmet ve Fevzi paşalar refakatinde Başkumandan, Kocatepe (Afyonkarahisar güneyinde, bu şehirle Şuhut kasabası arasında) rasat yerine çıktı. Sabahın beş buçuğunda kesif bir topçu ateşi başladı. Hücum akşama kadar devam etti ve Yunanlıların takviyeli mevzileri bir günde alındı. Ertesi günü, yeni taarruzlar, Yunanlıları kuzeye doğru püskürttü. Müteakip günlerdeki savaşlarda 1 ve 2'nci Türk orduları, güney ve doğu kenarından cepheyi tazyik ettiler ve süvari grubu batı ve kuzeyden onları takip etti; böylece Yunan ordusu ikiye bölünmüş oldu. Dumlupınar'ın kuzey batısındaki Aslıhanlar mıntıkasında çevrilen güney kısmı, Çalköy yakınında, başkumandan tarafından şahsen idare edilen bir muharebe sonunda tamamen imha edildi (30 Ağustos). 31 Ağustos'ta Mustafa Kemal, bu zaferi kazandığı harp sahasını incelerken, kaçan düşman kuvvetlerinin takbini süratledirmek, Uşak'tan trenle çekilen birliklere ve Eskişehir bölgesinde bulunan Yunan ordusunun ikinci parçasına hücum ederek, Anadolu'yu Yunanlılardan tamamen temizlemek tedbirlerini kararlaştırıyordu. 1 Eylülde meşhur emrini verdi: ''Ordular, Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!'' 2 Eylülde Uşak'a girdi. Burada, esir edilen General Trikupis (azledilen Hacı Anestis'in yerine gelen) ve yardımcısı General Dionis kendisine getirildi. Türk ordusu, İzmir'i 9 Eylülde ve Mustafa Kemal, ertesi günü şehre girdi. Maalesef, 13 Eylülde, müthiş bir yangın, şehri tamamen harap etti. Yunanlılar ve Türkler, bu felâkete sebebiyet verdikleri için, birbirlerini karşılıklı olarak itham ettiler (suçladılar). Menderes bölgesi Yunan birlikleri, Türklerin ellerine düşen kumandanlarından emir alamadıklarından, İzmir'in işgalinden sonra esir edildiler. Diğer taraftan, Yunanlıları Eskişehir'den çıkarmış olan 3'üncü Ordu grubu, onları takip etti ve Bursa doğusunda çevirdi. bu gruba bağlı bir tümen, Mudanya yakınlarında esir edildi. Gerisi, Bandırma'dan veya Kapıdağ yarımadasından gemilere binerek kurtuldu. 18 Eylülde Batı Anadolu, Yunan birliklerinden tamamen temizlenmişti. Sakarya harbinden sonra yaptıkları gibi Yunanlılar, peşlerinde Yunan halkı olduğu hâlde, yolları üzerinde bulunan herşeyi yakarak ve tahrip ederek kaçtılar. Bir müddet sonra, İzmit'ten hareket eden Türk birlikleri, Boğazlar istikametinde, Gebze'ye kadar ilerleyerek İngiliz birlikleri ile temasa geçtiler. Trakya'da bir Yunan ordusu var idi ise de duruma tesir edemezdi. Herşey, İstanbul Boğazında ve Çanakkale'de mevzilenmiş, Harrington birliklerinin takınacağı tavra bağlı idi. Başvekil Lloyd George silâhlı bir çatışma ihtimalini kabul eder göründü. Hattâ dominyonlara takviye için müracaat etti ise de, hadiselerin haricî inkişafından (gelişmesinden), teşebbüsü neticesiz kaldı. İşte bu kritik anda, Çanakkale'yi tahliye ettirmiş olan ve ileride görüleceği üzere, Türkiye ile ayrı bir anlaşma aktetmiş bulunan Fransa, bir çatışmayı önlemek için gayret gösterdi. Fransa, FranklinBouillon'un keskin zekâsı ve açıksözlülüğü ile buna muvaffak oldu. Müzakereler, Türk-Fransız dostluğunun yeniden teessüsünü temin etti (kurulmasını sağladı). Fransa İstanbul yüksek komiseri General Pelle'nin İzmir'de, Mustafa Kemal'den Türk ordularının bitaraf mıntıkaya sokulmamasını talep ettiği bir ziyaretten maada (başka) Gazi, bir Fransız harp gemisiyle buraya gelen M. Franklin Bouillon'la mühim bir görüşme yaptı. Mustafa Kemal'in Trakya kurtarılmadıkça ileri yürüyüşü durdurmanın imkânsız olduğunu bildirdiği bu görüşme sırasında, Meriç'e kadar Trakya'nın tahliye edileceğini vaad eden ve Yunan birliklerinin hangi hat gerisine çekileceğini tespit için İzmit veya Mudanya'da bir askerî mütareke komisyonu toplanmasını teklif eden, 23 tarihli İtilaf devletlerinin muhtırası geldi. Büyük Millet Meclisi hükümeti Mudanya'yı seçtiğinden, muhtelif devlet temsilcileri 3 Ekim 1922'de ve müteakip günlerde toplandılar. İngiltere'yi General Harrington, Fransa'yı General Charpy, İtalya'yı General Monbelli, Türkiye'yi İsmet Paşa ve Yunanistan'ı General Mazarakis temsil ediyordu. Müzakereler, İtilaf devletleri temsilcilerinin, Trakya'nın tahliyesini bir sulh antlaşması neticesine doğru bağlamak istemelerinden çetin geçiyordu. Çarpışmalara Türklerin yeniden başlama tehdidi karşısında derhal kesilen müzakerelere bir müddet sonra tekrar başlandı ve 11 Ekim'de bir anlaşmaya varılabildi. Yunan temsilcisi imzalamayı reddetti ise de hükümetin müttefiklerin tazyiki (baskısı) ile anlaşmayı daha sonra tanıdı. Yunan ordusu, Trakya'yı on beş gün içerisinde tahliyeyi kabul ediyor, Türkiye ise, burayı bu suretle silâh atmadan elde ediyordu. Türkler, bu mıntıkada nizamı, anlaşmanın gerçekleşmesine kadar, en fazla 8.000 kişilik bir jandarma kuvveti göndererek temin edebileceklerdi. Boğazlar mıntıkasında sivil idare Türklere geçiyor, fakat İtilâf devletleri, sulhun akdine kadar, burada asker bulundurma hakkını muhafaza ediyorlardı. Trakya'daki Yunan halkının ekseriyeti, çekilen Yunan birliklerini takip etti. Evvelce görüldüğü gibi, Büyük Millet Meclisi ile Sovyetler arasında bir anlaşma 20 Ağustos 1920'de aktedilmişti ve Ali Fuat Paşa Moskova'ya elçi olarak gönderilmişti. Ruslar, çifte İnönü zaferinin ve Müttefiklerin, Ankara delegelerini Londra Konferansına davet etmelerinin tesiri altında kalarak, 1 Mart 1921'de Türkiye ile bir anlaşma aktettiler. Bu anlaşma, İktisat Vekili ve Kastamonu mebusu Yusuf Kemal bey, Maarif Vekili ve Kastamonu mebusu Rıza Nur Bey ve elçi, hususî murahhas olarak Ali Fuat Paşa ile Haricî İşler Halk Komiseri Çiçerin ve Merkez İcra komitesi azası Korkmazof tarafından imzalandı. Wilson'varî bir başlangıçla, milletlerin kardeşliği prensibinden ve milletlerin mukadderatını serbestçe tâyin haklarından bahsediyor ve emperyalistliğe karşı mücadelede milletleri tesanüte (dayanışmaya) davet ediyordu. Her iki taraf da, tarafeynden (taraflardan) birine yüklenmek istenen, herhangi bir sulh anlaşması veya beynelmilel akti tanımamayı prensip olarak kabul ediyordu. Rusya, Türkiye namı altında 19 Ocak 1920 tarihli Misakı Millî'de belirtilen mıntıkaların anlaşıldığını kabul ediyordu. (1'inci madde) Her iki taraf da, Çar Hükûmeti ile padişahın Türkiyesi arasında aktedilen bütün anlaşmaları muteber (geçerli) saymıyorlardı. (madde 6) Rusya'da Türkiye'de kapitülasyonların lâğvını kabul ediyordu (madde 7). Taraflar, mukabil (karşı) tarafa hasım toplulukların kendi memleketlerinde teşkilat kurmalarını veya ikametini kabul etmemeyi taahhüt ediyor (8. madde) ve milletçe en fazla istenilen rejimin karşılıklı olarak tatbikinde anlaşıyorlardı. Takriben 7 ay sonra, Türkiye, Rusya ve üç Sovyet Sosyalist Kafkas Cumhuriyeti ile (Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan) Kars anlaşmasını aktediyordu. (13 Ekim 1921) (1) Bu anlaşma, bilhassa Moskova muahedesi hükümlerini, Türkiye'nin yeni ilhaklarını teyid ediyordu. (1) Nihayet 2 Ocak 1922'de, Ukranya Sovyet Sosyelist Cumhuriyeti ile bir anlaşma yapıldı. Hariciye Vekili Yusuf Kemal ve Ukranya Sovyetleri Merkez İcra Komitesi azası, halk komiserleri meclisi azası, Kırım ve Ukranya'da bütün silâhlı kuvvetler başkumandanı, Kızıl Yıldız nişanını hâmil, konferansta fevkalâde elçi olarak bulunan Mişel Frunze arasında aktedildi (imzalandı). Ruslar, Türkiye'yi resmen tanıyan ilk devlet oldular. Türk-Rus anlaşması, şu hâlde Kemalist devlet için çok ehemmiyetli idi. Müzakereler, Avrupa'da büyük hoşnutsuzlukla takip edildi. Bununla beraber, tekmil Doğu Avrupa'nın istikrar kazanması hususunda bu anlaşmaların gayet müsait inikâslarını (yansımalarını), aynı zamanda bazı gayeye matuf (yönelmiş) neşriyatın Türkiye'yi komünizm hegemonyası altına sokmayı istemekle itham etmeye kadar vardıkları Kemalist politikaya tevcih edilen aceleci tenkitlerin esassızlığını, Avrupa fark etmeye başladı. Türkiye ile Fransa'nın 1920 Mayısından beri bir anlaşma zemini aradıkları görülmüştü. Bu gayretler Briand tarafından devam ettirildi. Fakat 1921 Haziranında bir neticiye varılabildi ve Ankara'ya resmî sıfatla giden Franklin Bouillon'la bir anlaşma tanzim edilebildi. Mustafa Kemal, Hariciye Vekili Yusuf Kemal ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa tarafından takip edilen müzakereler uzadı. Türkiye'ye karşı iyi temayüllerini takdir ettiği Franklin Bouillon'la, Mustafa Kemal müzakere ederken, yalnız yeni Türk devletinin var olduğunu ve Misakı Millî'ye uygun bu devletin mutlak bir hürriyeti hakkı bulunduğunu ona kabul ettirmeye çalışıyordu. Müzakereler, kapitülasyonlar meselesinden ve Kemalist hareketin belirtiği kökten değişikliğin anlaşılmamasından zorluklarla karşılaştı. Kemalist hareketten doğan Türk devleti, sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden canlanması olmayıp, üstelik dahilî siyasetinin başlıca noktalarında ona tamamen zıt anlayışa istinat eden (dayanan) bir teşekküldü. M. Franklin Bouillon'un büyük liyâkatı, bu hususu açıkça ayırt etmeye ve peşin hükümlere galebe çalmaya muvaffak oldu. Kendisi ile Yusuf Kemal tarafından 20 Ekim 1921'de Ankara anlaşması diye anılan aktin imzalanması, bu peşin hükümlere ilk darbeyi vurdu. Bu siyasî vesika diplomatik maharati gösterir: İki taraf arasında harp halinin sona ermesi (1. madde) ve üçüncü müteakip maddelerde Kilikya'nın Fransa tarafından tahliyesi demek olan birliklerin karşılıklı çekilmesi. 7'inci madde ile Fransa, Türk halkının ekseriyette bulunduğu İskenderun mıntıkasında, resmî lisanı Türkçe olmak üzere, bu hususî idare rejimi tesis etmeye razı oluyordu. 8'inci madde ile Türk-Suriye hududu şöyle tarif edilmişti. ''İskenderun Körfezinde Payas'ın kuzeyindeki bir noktadan hareketle hudut Meydanı Ekbes'e doğru ilerleyecek, oradan güney doğuda Moskova'yı Suriye'yi, Karnaba'yı ve Kilis'i Türkiye'ye bırakarak dönecek; buradan Bağdat hattına ulaşarak Nusaybin'e kadar bu hattı Türk arazisine bırakacak; oradan Nusaybin-Cezire - İbni Ömer eski yolunu takiben Dicle'ye ulaşacaktır.'' Muahedede, kapitülasyonlardan bahis yoktu. Yalnız muahedeye ek bir mektubunda, Yusuf Kemal Bey, Türkiye'nin hükümranlık ve hürriyetine dair bütün meselelerini, karşılıklı bir anlayışla halletmeye, Fransa hükümetinin çaba sarfedeceğine ümidi olduğunu ifade ediyordu. Sade bu memlekete derhal temin ettiği imkânlar bakımından değil, Türkiye'ye karşı bir müttefik cephesinin kalkmasını belirtmesinden, yeni devleti resmen tanınmasına delâlet ettiğinden ve o zamana kadar Kilikya cephesinde tutulmakta olan Millîci birliklerin serbest kalmasını temin etmesinden, Ankara anlaşması, Türkiye'de mühim bir siyasî muvaffakiyet (başarısı) olarak telâkki (kabul) edildi. YEDİNCİ BAHİS SALTANATIN LAĞVI VE LAUSANNE KONFERANSI Saltanatın lâğvı (1 Kasım 1922).- İlk Lausanne Konferansı (20 Kasım 1922-4 Şubat 1923).- İkinci Lausanne Konferansı (23 Nisan-24 Temmuz 1923).- İstanbul'un Müttefikler tarafından tahliyesi (2 Ekim 1923).- Lausanne müzakereleri sırasında iç siyasî durum.- İkinci Büyük Millet Meclisi ve Halk Fırkası.- Türkiye'nin yeni başkenti. Mudanya mütarekesinin aktinden sonra Müttefikler sulh müzakereleri ile meşgul oldular. İki Türk hükûmetine yapılan davet, sadrazam Tevfik Paşaya hitaben gönderildi. Sadrazam Tevfik Paşa da bu daveti Büyük Millet Meclisine ulaştırdı (28 Ekim 1922). Bu beceriksizlik, aşağıda Gazi tarafından bizzat hülâsa edilen hikâyede görüleceği üzere, Saltanatın devrilmesine sebep veya vesile oldu: Zaferden sonra Mustafa Kemal, askerî ve siyasî meselelerin kendisini tuttuğu İzmir'de, ikametini bir müddet daha uzattı. Mebusların çoğu ise, onu Ankara'da görmek istiyorlardı. Siyasî çevreler, bilhassa Sultanın mukadderatının ne olacağını tahminle meşgul idi. Millîcilerin galebesi, Mehmet VI'nın tahtı ergeç terketmeye mecbur kılacağını ve mühim değişiklikler olacağını tahmine imkân veriyordu. O sıralarda, (12 Temmuz 1922'den beri) Vekiller Heyeti Reisliğinde Rauf Bey bulunmakta idi. İkinci grup tabir edilen Sultanın iktidarına taraftar olanlarca seçildiğinden, Rauf Bey bu andan itibaren, eski dostunun hareket tarzından uzaklaşmaya başlamakta idi. Hattâ, Mustafa Kemal'i Ankara'ya getirtmeye çalıştı. Mustafa Kemal, bu ısrarda, askerî hareket bittiğinden devlet işlerine karışmamaya bir davet görüyordu. Mustafa Kemal'in reddi üzerine Rauf Bey İzmir'e gitti ve müteaddit günlük işler müzakere edildi. Mustafa Kemal, nihayet Ankara'ya gitmeye karar verince, Rauf Bey bundan, saltanatın âkibetini soruşturmak için istifade etti. Konuşma, Keçiören'de Refet Paşa'nın evinde, ev sahibi ile Ali Fuat Paşanın yanında oldu. Rauf, Gazi'ye âniden Saltanatın lâğvına niyeti olduğuna dair dedikoduların neye istinat ettiğini sordu. Mustafa Kemal, Rauf'a Saltanat mevzuunda ne düşündüğünü sorarak cevaptan sakındı. Rauf, kendisinin ve babasının ekmeğini yemiş oldukları padişahların devamına taraftar olduğunu açıkça söyledi. Asırlardan beri süren bir hürmetle çevrili olarak ve tebaalarının ihtiras ve kavgalarının üstünde tahtta kalmaya devam etmelidirler. Refet Paşa bu görüş tarzını tasvip etti. Ali Fuat, Rusya'dan dönüşünü mazeret göstererek özür diledi ve konuşmaya iştirakı reddetti. Mustafa Kemal, bu meseleyi müzakere için zamanın gelmemiş olduğunu söylemekle iktifa etti. Aslında harekete geçmek için müsait bir fırsat bekliyordu. Yukarıda bahsettiğimiz davet şeklinde bu fırsat ortaya çıktı. Tevfik Paşanın telgrafını ele geçiren Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisindeki locasına Rauf'u, sonra da Kâzım Karabekir Paşayı çağırttı ve Saltanatın devrilmesini talep edeceğini söyledi. Kendisine yardım etmelerini rica ediyordu. Kabul ettiler ve Rauf Bey, kürsüde Padişahlığın devrilmesini ileride millî bir gün olacağını söyledi. Mustafa Kemal burada söz aldı, saltanatın kaldırılması icap ettiğini açıkladı. Ertesi gün, Büyük Millet Meclisinde Hilâfet meselesi uzun, uzun münakaşa edildi. Mustafa Kemal, bu müessenin Hülâğu'nun son halife Mustasım'ı 1258'de katlettiğinden beri mevcut olmadığını ve bittabı Selim I'ın Mısır'ın fethi sırasında Mustasım'ın soyundan bir mülteciye mübâlağalı bir ehemmiyet atfetmiş olmasının, bugün de mevcut olmasını icap ettirmeyeceğini söyledi. Bundan sonra bir önerge yağmuru oldu. Meselenin müzakeresi, üç encümene gönderildi: Teşkilâtı Esasiye, Şeriye, Adliye. Bu bir red idi. Ama, Mustafa Kemal meseleyi böyle görmüyordu. Bir sıranın üzerine çıktı ve şu sözleri söyledi: Beyler, iktidar ve hükümranlık az veya çok akademik münakaşalarla temin edilemez. Sultanlar, iktidarı ve hükümranlığı kuvvetle elde ettiler ve millete emri vakî yaptılar. Eğer millet hükümranlık istiyorsa, ayni şekilde hareket etmelidir, bu emri vakî hali de esasen mevcuttur. Benim gibi düşünmeyen mebuslara gelince, hiç bir şeye mani olamıyacaklardır ve başlarını lüzumsuz yere tehlikeye atmaktadırlar.'' Sonra bazı teknik izahat vererek, Meclisin din adamlarını ikna etti. Karma encümen süratle bir kanun lâyihası hazırladı. ''Aynı günün ikinci içtimaında, (toplantısında)" Gazi ilâve ediyor, ''kanun tasarısı okundu. Birisi açık reye konmasını teklif ettiğinde, kürsüye çıktım: Beyhude, dedim, Yüksek Meclisinizin memleketin ve milletin hürriyetini ebediyen temin edecek tedbirleri ittifakla kabul edeceğinden şüphe etmiyorum. ''Reye, reye'' diye sesler işitildi. Nihayet reis oya koydu ve derhal ilân etti. ''İttifakla kabul edildi''. Bununla beraber bir itiraz, bir tek itiraz duyuldu. Birisi ''itiraz ederim'' diye bağırıyordu. Haykırışı ''karar verilmiştir'' sözleriyle bastırıldı. İşte Saltanatın yıkılışının son safhası böyle kapanıyordu.'' Kanun, Mehmet VI.nın Padişah ünvanının kaldırıldığına dairdi. Hilâfet, Osmanlı hanedanına, salâhiyetleri belirtilmeden, bırakılmıştı. Son Osmanlı kabinesi derhal istifasını verdi ve beş gün sonra, İstanbul'un adresi Millî Meclisin eline geçiyordu. O sırada, Trakya yüksek komiseri olarak oradan geçmekte olan Refet Paşa idareyi ele aldı ve az sonra Adnan Bey daimî temsilci oldu. Ali Kemal'in gün ortasında kaçırılması ve linç edilmesiyle telâşa düşen Sultan, bir müddet sonra İngiliz kuvvetleri baş kumandanı Sir Charles Harrington'a mutemet bir adamını gönderdi. Hayatından endişe ederek, bütün müslümanların halifesi sıfatı ile, kendisine melce teminini rica ediyordu. 17 Kasım 1922 sabahı, İngiliz generali Mehmet VI.yı otomobille aldı ve bir harp gemisine götürdü. Burada, İngiliz amirali tarafından kabul edildi. Yüksek komiser Henderson, kendisini ziyarete geldi ve Krala bildirilecek bir husus olup olmadığını sordu. 18 Kasım içtimada, Büyük Millet Meclisi Vahdettin'i halifelikten de iskât ediyor ve Abdülâziz'in oğlu ve Mehmet VI.'nın kardeş çocuğu Aldülmecit efendiyi halife ilân ediyordu. Sèvres muahedesinin halle muvaffak olamadığı sulhü müzakere etmek üzere Lausanne'a gidecek heyet reisliğine, Türkiye tarafından İsmet Paşa seçildi. İsmet Paşa, bu vazifeye hazırlık olarak 26 Ekimden beri Hariciye Vekilliğine getirilmişti (1). Yalnız Türkiye, üç delege göndermişti. Fransa, Barrare ve Bompard, İngiltere Marki Curzon of Kedelston (Konferans Başkanı) ve Sir Horace Rumbold tarafından temsil edilmekte idi. Uzun müzakerelerden sonra, ilk Lausanne Konferansı bir tasarı hazırladı. A. Türk-Yunan münasebetlerine müteallik hükümler: 1. Sulh müzakereleri neticelenmeden evvel sivil ve askerî esirlerin mübadelesine dair anlaşma (öncelikle imzalandı.) 2. Mudanya mütarekesine uygun olarak Trakya'da Meriç'in sol kıyısından Türk hududunun tesbiti. Türkiye İmroz ve Bozcaada'yı geri alıyor ve Yunan adalarından Anadolu kıyısına yakın olanlar silâhsızlandırılıyordu. (Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya) 3. Türkiye'deki Yunanlılar ile Yunanistan'daki Türkler, Batı Trakya ve İstanbul Rumları hariç, mübadele edileceklerdi. Mübadele edilen kimseler hiçbir mazeretle eski yerlerine dönemiyeceklerdi. 4. Doğu Trakya'da ve Batı Anadolu'da, Yunanlılar tarafından yapılan tahribatın tazmini meselesi. B. Türkiye'nin Müttefik devletlerle münasebetlerine taalluk eden hükümler (Anlaşma ile halledilebilenler) 1. Suriye hududunun tesbiti (Ankara-Türk-Fransı anlaşmasının tasvibi). 2. On iki ada üzerinde İtalya hâkimiyetinin tanınması. 3. Boğazlar meselesine gelince, Türkiye'ye, kendinin de iştirak edeceği bir harpte, bunları silâhlandırmak hakkı tanınıyordu. Yabancı devlet gemilerinin geçişi, bazı formalitelere tabi idi. Boğazlar komisyonu, yalnız ecnebi gemiler için yetkili olabilecekti; askerlikten tecrit edilen mıntıkalarda ise hiçbir kontrol hakkı olmayacaktı. 4. Çanakkale mıntıkasında Müttefik mezarlıklarına saygı gösterilmesi. C. Anlaşmanın Müttefik Devletlerle halledemediği meseleler. 1. Sabık Osmanlı İmparatorluğu ile olan borçlar meselesi. Bilhassa Fransız murahhaslarını alâkadar etmekte idi. 2. Kapitülasyonlar meselesi. 3. İstanbul'un ve Boğazlar'ın Müttefiklerce tahliyesi. 4. Irak'la hududun tesbiti. Bu tasniften sonra, İsmet Paşa ile Müttefiklerin hal edemediği meselelerin bir hayli olduğu görülmektedir. Türk heyeti reisi, kendisine tevdi edilen tasarıyı imzalamayı reddettiğinden konferans inkitâa uğradı (4 Şubat 1923). Lozan Konferansı, 23 Nisan 1923'te toplanarak tam üç ay sürdü. Sekreterlikte bazı değişiklikler müstesna, Türk heyeti ilk konferanstakinin aynı idi. Müttefikler, bilhassa Fransızlar heyette değişiklik yapmıştı. General Pell´e'nin delege olarak tâyini, Türkler tarafından çok müsait karşılandı. Bununla beraber, Türk-Fransız nizaları, (anlaşmazlıkları) konferansta en fazla endişe veren hususlar oldu. Hattâ, Türk gazeteleri Fransa'nın tecridinden bahsettiler ve bu güçlüklerle, General Weygand'ın Suriye yüksek komiserliğine tâyini ile Suriye hududunda Türk birliklerinin yığınak yapmasını, ilgili gördüler. Borçlar meselesinde hakkımızın tanınmasını takiben, iki memleket arasında başlıca zorluk, Osmanlı borçları kuponlarının ödenme şekli oldu. Fransa, Türkiye'ye borç verilen paranın, bu kuponların ödenmesinde de ayni, yani altın olmasına dair Muhterem kararını teyidini kat'iyetle istiyordu. Türkiye ise bunu reddetti. Bundan başka Chester projesine taalluk eden (dayanan) anlaşma kararını, daha doğrusu bu isimdeki yeni projeyi, (1'inci Chester projesi 1911'de idi.) Fransa protestosu ediyordu. Bu, Büyük Millet Meclisince tasvibi kaydıyla, Nafıa Vekili Fevzi Bey ile ''K.A. Quennedy ve Arthur Chester'' Amerikan grubu arasında imzalanan muazzam bir mukavele idi. 4385 kilometre uzunluğunda bir demiryolu inşasına dairdi. Samsun-Sivas hattının inşası harpten evvel Fransızlara verildiğinden, General Pell´e, millici hükûmet temsilcisine, hükûmetimizin protesto notasını verdi (11 Nisan). Nihayet üçüncü bir zorluk mevcuttu: Ekseriyeti Fransız olan demiryolu, liman, tramvay ve gaz, tütün işletmelerini veya şirketlerinin imtiyazları meselesi. İngiltere ile İstanbul'un ve tahmin edilmeyen müşkülât (zorluk) mevzuu Musul'un tahliyesi vardı. Harp tazminatı ödemek istemeyen Yunanlılarla da zorluklar çıktı ise de bu mevzuda çabuk anlaşıldı: 27 Mayısta tanzim edilen bir anlaşma ile Edirne'nin istasyonu Karaağaç, harp tazminatlarına karşılık Türklere verilecekti. Münakaşa, bir müddet sonra, Yunan ordusu tarafından Türkiye'de imzalanan harp tekâlifi senetlerinin Yunanlıların ödemeyi reddetmeleriyle tekrar canlandı. Bütün devletleri alâkadar eden kapitülasyonlar meselesinde, yabancılara hukukî teminatlar veren bir anlaşmaya varıldı. 5 sene süresince, Türk Adliye Vekâleti nezdinde Avrdupalı hukuk müşavirlerinin bulunmasına, her yabancı tebaalının tevkifinde, bunların haberdar edilmesi ve bu tedbir sebeplerini tetkik etmeleri karar altına alındı. Bu tedbir muvakkat olduğundan, Türkler haklı olarak kendilerini kapitülasyonlar meselesinde dâvayı kazanmış kabul ettiler. Karantina ve sağlık servisleri için 3 doktorun Türk memuru olarak tâyini, bu arada kabul edildi. Müttefik delegelerinin 4 Temmuzda müşterek müracaatı gibi âcil meselelere rağmen, İsmet Paşa evvelce kararlaştırdığı meseleler üzerinde ısrar etti ve böyece diğer imkânlar, meselâ kabotajın millîleştirilmesi gibi, elde etti. Nihayet Müttefikler, sulh muahedesinin tasvibinden 6 hafta sonra, Boğazlar'ı ve İstanbul'u tahliyeyi kabul ettiler ve anlaşma 23 Temmuz 1923'te Polonya, 24 Temmuzda da bütün İtilâf devletleri ile imzalandı. Bu, Meşrutiyetin ilânı yıldönümünün ertesi gününe tesadüf ediyordu. İki vâhim mesele halledilmemiş kalıyordu: Kuponların ödenmesi ve Musul'un tahliyesi. ''Bizden istenenler ve elde ettiklerimiz'' başlığı ile 25 Temmuz tarihli akşam gazetesi, sulhun bilânçosunu şöyle yapıyordu: ''Bizden istenilen, Trakya'nın Yunan, İstanbul'un beynelmilel, Anadolu'nun Ermeni, Adana'nın bir Fransız, İtalya'nın bir İtalyan kolonisi olması idi. Ne ordumuz, ne bahriyemiz olmamalıydı. Anadolu'nun ortasında kaybolmuş iki veya üç vilâyetle, Saray, ufak veya büyük devletlerin mürakabesinde kalacaktı; Maliyemiz, Adliye, Nafıa, Deniz ve Kara kuvvetlerimiz, hudutlarımız, boğazlar, maarifimiz mürakabe altında bulunacaktı. Türkler parya ve Hristiyanlar efendi olacaktı; bir kelime ile, Türkiye bir devlet olmaktan çıkacak, dağılacak, bayrağı Marmara ve Ege denizi kıyılarından kaybolacaktı. İşte Sèvres muahedesi tasarısı, mânası bu idi. ''Elde ettiklerimiz ise: Anadolu ihtilâli, İzmir mıntıkasında Yunanlıların, Adana bölgesinde işgal ordusunun, Doğu cephesinde Ermenilerin yolunu kesti. Antalya'daki kuvvetler çekildiler. Bütün Doğu ve Batı Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Boğazlar, İstanbul bizimdir. Ordumuz, bahriyemiz olacak, kendi kendimizin efendisi olacağız. Millî birlik tahakkuk edilmiştir. Türkiye'de, Türkler imtiyazlı unsuru teşkil edeceklerdir. İşte, arzumuz bu idi. İşte Lausanne anlaşmasının mânası budur.'' Türkler, Sèvres muahedesi ile İstiklâl harbi zaferinin temin ettiği anlaşma arasında kat ettikleri yolu böyle ölçüyorlardı. Lausanne anlaşmasının imzalanması haberiyle Türkleri saran büyük sevincin mânası böylece anlaşılıyor. Bazı istisnalar dışında, Mustafa Kemal'in askerî başarılarından sonra sadık yardımcısı İsmet siyasî başarıların en parlağını kazanmış oluyordu. Bu iki muvaffakiyet, bazılarınca, hattâ Avrupa'da ''Türk Mucizesi'' olarak vasıflandırıldı. Daha, anlaşmanın Büyük Millet Meclisince tasvibi vardı. 23 Ağustos 1923 içtimaında, Büyük Millet Meclisi haricî işler encümeni reisi Yusuf Kemal Bey, raporunu okuyarak, İsmet Paşa'yı tebrik etti. Bununla beraber, bunu takip eden müzakerede bazı tenkitler belirtildi. Bilhassa Suriye hududunun çizilmesi Mersin Mebusu Niyazi, Şair Yahya Kemal ve Hamdullah Suphi Beyler tarafından tenkit edildi. 23 içtimaında İsmet Paşa bir nutuk söyledi ve anlaşma 4 kanun lâyıhası halinde tasvip edildi. İkisi 13 oya karşı 208'le, diğer ikisi ise 14-16 oya karşı 213 oyla. Lausanne'da kararlaştırıldığı gibi İstanbul ve Boğazlar, anlaşmasının tasvibi tarihi 23 Ağustos'tan itibaren 6 hafta içerisinde tahliye edielcekti. Bu tasvibi dahi beklemeksizin, Türk hükûmeti, bu hareketi hazırlamakla vazifeli bir komisyon kurmuştu. İstanbul Mevki Kumandanı Salâhattin Adil'in başkanlığında bu komisyon, subaylardan ve alâkalı diğer teşkilât mümessillerinden müteşekkildi. (Hariciye, İstanbul Vilâyeti, Vakıflar, Polis.) Tahliye faaliyetine, bu komisyonun ilk toplantısını takiben başlandı (5 Ağustos). Harp malzemesi müstesna, tahliye hususunda fazla zorlukla karşılaşılmadı. Bir kaç müzakereden sonra, depolarda mevcut malzemenin, anlaşmanın imza edildiği 24 Temmuzda teslim edilmesi kararlaştırıldı. Türkler, hâdise çıkarmadan ve birbiri ardına Osmaniye telsiz istasyonlarını (6 Eylül), posta merkezlerini (20 Eylül), İmroz ve Bozcaada'yı (aynı ayın sonunda) işgal ettiler. Müttefik birlikleri, Tevhidi Efkâr gazetesinin yazdığı gibi, ''Dört buçuk asırdan beri ilk defa yabancı işgal görmüş bir şehri'' terkederek 2 Ekimde gittiler. 6 Ekim 1923'te Türk birlikleri, Türk halkının çılgınca tezahüratı arasında, şehri giriyordu. Başlarında, Yunan Baş Kumandanından alınan ata binmiş, Şükrü Naili Paşa ilerliyordu. 6 Ekim, Türkiye'nin millî bayramlarından biridir. Lausanne murahhasları toplandığı sırada, Büyük Millet Meclisinde şu siyasî partiler vardı: 1. İktidarda ve ekseriyette, Mustafa Kemal'in idare ettiği, Müdafaai Hukuk Partisi, 2. Reisleri, Millet Meclisi Reis Vekili Hüseyin Avni olan İkinci Grup denilen muhalefet. İkinci grubun katî bir programı olmamakla beraber, muhafazakâr temayüllü, düşen hanedana sempati besleyen ve her fırsatı (Meselâ I.inci Lausanne Konferansının inkitâa (kesintiye) uğraması gibi) kollayarak Mustafa Kemal'e sinsi bir muhalefet yapmakta idi. Taktiğini belirtmek için, 22 Aralık 1922'de 3 mebus tarafından Meclise verilen ve Türkiye'nin şimdiki hudutları içerisinde doğan kimselerin Büyük Millet Meclisine seçilebilmesine taallûk eden bir kanun tasarısı zikredilebilir. Bu, Mustafa Kemal'i, siyasî faaliyetten uzaklaştırmak idi. 3. İttihatçılar. Nizamî İttihat ve Terakki partisi mevcut değildi fakat uslanmamış bazı ittihatçılar eski devirleri tahayyül ediyor ve icabında perde arkasından faaliyet gösteriyorlardı. Yeni nizama hararetle iltihak eden bir kaçı müstesna, diğerleri pek itibar görmüyordu ve Malta sürgünlerinin dönüşü resmen tesit edilmedi. İkinci grup, âzalarından Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin bir lâz, Topal Osman Ağa tarafından 27 Mart 1923'te öldürülmesiyle, galeyana geldi. Nizamî olmayan bir birliğin, Giresun alayının, yarbay payesini edinmiş bulunan Osman Ağa, aslında Çerkez Etem nevinden, başlangıçta millî harekete hizmet eden nizamî ordu kurulunca gücenen, bir çete reisi idi. Hükûmet, seri ve merhametsiz (katilin 25 adamı ile gizlendiği evin muhasarası ve ağanın öldürülmesi) bir tenkille, ikinci gruba bu cinayeti istismar imkânını vermedi. Tahmin edilemiyecek kadar vahim bazı haller sonunda, muhalefetin tasavvurlarına bir mani teşkil edeceğinden kaygılanarak, Mustafa Kemal Meclisi lâğva, daha doğrusu kendi kendini feshe zorlamaya karar verdi. 20 Ocak 1921 Teşkilâtı Esasiye Kanununa ek muvakkat bir madde ''Büyük Millet Meclisi iki sene için seçilmiştir ve millî tasavvurların tahakkukuna değin devam edecektir'' hükmünü ihtiva etmekte idi. Bu maddeye istinaden, 3 senedenberi toplanabilen Meclis, alkışlar arasında kendini fesh etti. (1 Nisan 1923) 1 Nisanda, Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal'in bir yazısı, 120 kişilik yeni seçimlerin yapılacağını bildiriyordu. 3 Nisanda 50.000 yerine 20.000 kişinin bir mebus seçeceğine dair yeni seçim kanun yürürlüğe giriyordu (1. madde). Seçime iştirak edebilmek için 25 yerine 18 yaş kâfi idi. (2. madde). Profesörler müstesna, memurlar, seçimlerden iki ay önce istifa ettikleri takdirde, mebus olabilirlerdi (3. madde). Seçimler, evvelce olduğu gibi, iki dereceli olacak, fakat seçim için hiç bir iştirak ücreti alınmayacaktı (4. madde). Kanun kabul edilir edilmez, seçim faaliyetine Dahiliye Vekili Fethi Beyin emri ile başlandı. 8 Nisanda, Mustafa Kemal, Halk Fırkası adı altında yeni bir partinin, Müdafaai Hukuk yerine kurulacağını bildiren bir seçim beyannamesini, Müdafaai Hukuk Grubuna tasvip ettiriyordu. Beyanname, aynı zamanda, yeni siyasî partinin programını teşkil edecek dokuz temel prensibi de (umde) tanıtıyordu. Birinci prensip, hükümranlığın halka ait olduğunu ve mahallî idare teşkilâtının şekillerini gösteriyordu: Vilâyet meclisleri, vilâyet müfettişlikleri, köy kanunları. İkincisi, Saltanatın lâğvına dair idi. Diğer prensipler, veciz tabirlerle, bütün sahalarda yeniden teşkilâtlanma projelerine temas etmekte idi. Seçim faaliyeti şu şekilde devam etti: Teftiş heyetleri, 66 yerine 78 livada kütükleri tanzim ettirip ilân oluyor ve namzetlik beyannamelerini kabul ediyordu. Müdafaai Hukuk müteşebbis heyeti, namzetleri merkezden gösteriyor, icabında mahalline propaganda heyetleri gönderiyor ve Ankara'daki heyetle mahallî heyetler daimî, temas halinde bulunuyordu. Hakikatte Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk'un reisi sıfatiyle sık, sık müdahale ediyor ve mühim kararlar onun imzasını taşıyordu. Bu ilk devre, namzetlerin ekseriyetlerini eleyerek, miktarını azaltmaya yaramakta idi. Kabul edilen namzetler, bittabi Müdafaai Hukuk'unkilerdi. Birinci derece seçimlere, 9 Haziranda ilk önce İstanbul'da başlandı. Seçimler, mutlak bir sükûnet havası içinde tamamlandılar. Onlar, zaten yegâne mevcut parti Müdafaai Hukuk'un namzetlerine ittifakla verildi. Memleketin seçim kargaşalığı yerine her zamandan daha fazla sükûna ihtiyacı vardı. Mebusların seçilmesi de ayni şartlar altında yapıldı. 29 Haziranda, İstanbul şehri valisine, Mustafa Kemal bir mektup göndererek, kendisine tevdi edilen şehir hemşeriliği fahri ünvanı için teşekkür ediyordu. Bu mektuba, ikinci derecede seçmenlerin (müntehibi sani) reylerini verecekleri 15 namzedin isimlerini havi listeyi eklemişti. Seçimler, 1923 Ağustosu başında nihayetlendirildi. İkinci Büyük Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923'te en yaşlı üye, tarihçi Abdurrahman Şeref'in (İstanbul mebusu) reisliğinde toplandı. Geçici reislik için ise, Ali Fuat Paşa namzet gösterildi. İkinci içtimada, (13 Ağustos) Meclis Başkanlık Divanını kurdu. Mustafa Kemal ittifakla reis seçildi. (Aslında ittifak değil ekseriyet idi. Zira Mustafa Kemal oyunu, Lausanne'dan yeni dönen İsmet Paşa'ya vermişti.) Ali Fuat Paşa, ikinci reis olarak bırakıldı. Mustafa Kemal, iki şehirden, Ankara ve İzmir'den seçilmişti. Ankara'yı tercih etti. Hüseyin Avni Bey ve eski meclisin bir kaç mebusu seçilmişti. Bir müddet evvel kurulacağı resmen bildirilen Halk Fırkası, bir kaç gün evvel teessüs etmişti (9 Ağustos). Programı derhal ilân edildi ise de 18 Ağustos'ta bazı değişiklikler yapıldı. Vekiller Heyeti, 14 Ağustosta Büyük Millet Meclisi tarafından ekseriyetle seçildi: En talihsizi 190 oydan 186'sını almıştı. Mustafa Kemal'in siyasetinden git gide ayrılan Rauf Beyin yerine Fethi Bey, Başvekil ve Dahiliye Vekili seçildi. İsmet Paşa Hariciye, Kâzım Paşa Millî Müdafaa Vekilliklerine ittifakla getirildiler. Fevzi Paşa, Genel Kurmay Başkanı olarak kaldı. 13 Ekim 1923'te, Büyük Millet Meclisi, Ankara'nın merkez olmasına dair kanunu kabul etti. Bütün mühim kararda olduğu gibi, mesele oya konmadan önce, meşru ve müessir bir ekseriyeti olan yegâne siyasî parti Halk Fıkrası grubunda görüşülmüştü. Konya'nın merkez olarak seçilmesi de mevzuu bahs oldu ise de, Millî Mücadele hatıraları sebebiyle, Ankara tercih edildi. Aslında, yeni kanunda kullanılan tabir, başşehir olmayıp, Fransızcaya idare merkezi veya idarenin ikametgah yeri olarak tercübe edilebilecek ''makarri idare'' idi. Bu değişiklik, payıtaht kelimesinden itimolojik sebeplerle hoşlanmıyan Mustafa Kemal'in müdahalesi ile olmuştur. Filhakika bu kelime aslında ''tahtın eşiği'' demektir. SEKİZİNCİ BAHİS REJİMİN İSTİKRAR BULMASI CUMHURİYET Lausanne Konferansını takiben iç siyasî durum.- Cumhuriyetin ilânı (28 Ekim 1923).- 9 Ekim 1923 tarihli kanunun metni.- Hilâfetin lâğvı. Yeni Büyük Millet Meclisinin Lausanne anlaşmasından sonra toplandığı görülmüştü. Halk Fırkası tarafından kuvvetle desteklenen seçimlerin, bu parti şefinin elleri arasına itaatli bir parlamento getireceği sanılabilirdi. Bu ümitler tamamen tahakkuk etmedi. Filhakika, muhaliflerin en mühimleri yeni Meclisten uzaklaştırılmış iseler de, Meclis eski âzalarından çoğunu muhafaza ediyordu. Ve aralarında yeni rejim sertleştikçe muhalefet fikri uyanıyordu. Ve aralarında yeni rejim sertleştikçe muhalefet fikri uyanıyordu. Muhalefet, kendini sakladığından ve ihtiyatla sindiğinden, henüz elle tutulur halde olmamakla beraber, başını kaldırmak için müsait fırsatlardan istifadeye yeniden hazırdı. Bu karışık durumdan Mustafa Kemal, Türkiye'ye demokratik ve meşrutî idare şeklini verirken, şahsî durumunu kuvvetlendirecek bir rejim değişikliği yaratmak için istifade edecektir. Gazi, Cumhuriyeti ilân etmesine nelerin zorladığını bizzat anlatıyor. Burada, bu mevzuda, ''Nutku''nun bize öğrettiklerini hülâsa etmekle yetineceğiz. Yeni Fethi Bey kabinesi, aşikâr bir kötü niyete maruz kalmakla gecikmedi. Bazı mebusların tavrı o kadar mütecaviz idi ki iktidar hırsı ile hareket edip etmediklerinden şüphe edilebilirdi. Kendini hırpalanmış hisseden ve vazifelerinden birini atmak suretiyle teselli bulacağını zanneden Başvekil Fethi Bey, 24 Ekim 1923'te Dahiliye Vekiliğinden istifa etti. Aynı gün, Ali Fuat Paşa da, Millet Meclisi ikinci reisliğinden ayrılıyordu. Bu istifalardan cesaret bulan muhalefet, Dahiliye Vekilliğine, Mustafa Kemal'in bu mevkie onu istemediğini bile bile, Erzincan mebusu Sabit Beyi namzet gösterdi. Ayni zamanda Halk Fırkası grubu, İstanbul'da bulunan Rauf Beyi ikinci reisliğe teklif etmeyi kararlaştırıyordu. Bu, namzet göstermeyi Lausanne siyasetinin vasıtalı bir reddi telâkki eden Mustafa Kemal'e karşı çıkınca cephe almaktı. Fethi Bey ve arkadaşları, Mustafa Kemal'e, haksız tertip ve hücumlarda hareketsiz bırakıldıklarından, acı acı şikâyet ediyorlardı. Bunun üzerine Gazi, durumun zannedildiğinden de kötü olduğuna hükmederek, vekilleriyle müteakip tedbirler üzerinde anlaşmaya vardı. Fethi Bey ve diğer vekiller, Çankaya'ya, Mustafa Kemal'in ikametgâhına davet edildiler. Onlara, Mustafa Kemal, istifa etmelerini ve yeni bir kabine için teklifleri kabul etmemelerini tavsiye etti. Yalnız Fevzi Paşa, Genel Kurmay Başkanlığını, askerî meselelerde idarenin devam etmesini temin için, kabul edecekti. Kendi haline terk edilen Büyük Millet Meclisi, bu sebepten kargaşalığa düşecek ve neticesiz konuşmalarla meşgul olacaktı. İşte o sırada, yeni cumhuriyetçi rejimin ilânını teklif eden bir kanun tasarısıyla Mustafa Kemal müdahale edecekti. Her şey bu plâna uygun olarak cereyan etti. 27 Ekimde, Fethi bey kabinesi istifa etti. 28'inde Halk Fırkası merkezi, zorlukla namzetler listesini hazırlayabiliyordu. Ayni gün grupta, Fethi Bey başkanlığında müzakere edildi. Mustafa Kemal, kanunen reis olduğundan, bu toplantıya davet edildi. Müzakereler, bir neticeye varmaksızın, geç vakte kadar devam etti. Toplantı sonunda, Mustafa Kemal, fikrini söylemek için, bazı mebusları Çankaya'ya götürdü. Kâzım Paşa vasıtasıyla davet ettiği İsmet ve Fethi Beyleri, ayni zamanda kendisini ziyarete gelmiş bulunan Rize mebusu Fuat ile Afyon Karahisar mebusu Ruşen Eşref'i de yemeğe alakoydu. İşte bu yemekte, Mustafa Kemal ertesi günü Cumhuriyeti ilân edeceğini bildirdi. Davetlilerin ayrılacağı sırada yalnız İsmet Paşa'yı tuttu ve onunla bir kanun tasarısı hazırlamak için geç vakitlere kadar çalıştı. 29 Ekim Pazartesi, öğleden sonra, Halk Fırkası evvelki gibi bir neticeye ulaşamıyan yeni bir toplantı yaptı ve ümitsizlik içinde, Gazinin fikrine müracaat etmeye, grubun açık oturumunda düşüncesini bildirmesini ricaya karar verdi. Bu toplantı, aynı günün akşamı oldu. Davete icabet eden Mustafa Kemal, cevap vermek için mebuslardan bir saat mühlet talep etti. Bu mühlette, bir çok mebusu odasına çağırmak, evvelki gece hazırladığı kanun tasarısı müsfettesini göstermek ve metni münakaşa etmek için istifade etti. Bundan sonra, toplantı salonuna giden Mustafa Kemal, söz alarak, en iyi usulün Teşkilâtı Esasiye'yi değiştirmek olduğunu bildirdi. Sonra, Cumhuriyetin ilânı tasarısını okudu. Yeni bir münakaşayı takiben bu tasarı kabul olundu ve toplantı İsmet Paşa riyasetinde Büyük Millet Meclisi açık içtimaına (toplantısına) çevrildi. Öğleden sonra saat, altı idi. Teşkilâtı Esasiye encümenine tasarı verilirken, gündemdeki diğer hususların müzakeresine geçildi. Bir müddet sonra encümen, tasarıyı âcilen müzakeresi kaydıyla iade ediyordu. Alkışlarla teklif kabul edildi. Bundan sonra Mustafa Kemal'i, yeni cumhuriyetin reisi yapan kanun oya kondu. Gizli oya iştirak eden 158 mebus tarafından tasarı ittifakla kanunlaştı. Cumhuriyet rejimi, 29 Ekim 1923, saat 8.30'da ilân edilmişti. Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden bu kanun metninin tercümesi şudur: ''Milletin bekâsını ve hürriyetini temin eden harp müddetince millî hâkimiyet esası kabul edilmiş ve bu esasa hassasiyetle riayet edilmişti. Bu tarzın millete temin ettiği hizmetleri tekrarlamak yersizdir. Millî hâkimiyet millilerin kendi mukadderatının kendi tarafından idaresi esasına dayandığnıdan Cumhuriyet idaresi ile karışmaktadır. Cumhuriyet kelimesi kendi kendini idare kavramını ifade etmek için daha makul görülmektedir. Cumhuriyetçi rejimi katî bir şekilde ifade eden bu tarzın Teşkilâtı Esasiye'ye yerleştirilmesine bu sebepten lüzum görülmüştür. Cumhuriyet ilân edildiğinde bir Cumhurreisliği ihdas etmek gerekmektedir. ''Salâhiyetlerin tesbiti bakımından, Cumhurreisinin Başkanvekili göstermesi, bunun da hükûmeti kurması lâzımdır. Netice olarak mevcut hükûmet şeklini tasrih gayesi ile, Teşkilâtı Esasiye kanununun 1, 3, 8, 9 maddelerinin müteakip şekilde değiştirilmesini ve devletin müslüman dinine ve Türk lisanına dair yeni bir madde konulmasına lüzum olduğu kanaatindeyiz. Acilen oya baş vurulmasını ve maddelerin kanunlaştırılmasını teklif ederiz. 1. Madde. Hâkimiyet mutlak şekilde milletindir İdare, halkın mukadderatını kendi kendine idaresi esasına dayanmaktadır. Türk hükûmeti şekli cumhuriyettir. 2. Madde. Türk devletinin dini islâm, resmî lisanı türkçedir. 4. Türk devleti, Büyük Millet Meclisince idare edilir. Büyük Millet Meclisi, muhtelif hususları, bu arada hükûmet çalışmalarını, vekiller vasıtasıyla idare eder. 10. Madde. Cumhurreisi, Büyük Millet Meclisi tarafından, açık oturumda âzaları arasından ve bir devre için seçilir. Reis, halefi seçilesiye kadar, vazifesine devam eder ve tekrar seçilebilir. 11. Madde. Türkiye Cumhuriyetinin reisi devletin de reisidir. Bu sıfatla lüzum görüldüğünde Vekiller Heyetine başkanlık edebilir. 12. Madde. Başkanvekil, Büyük Millet Meclisi âzaları arasından Cumhur Reisi tarafından seçilir. Diğer Vekiller yine Meclis âzaları arasından ve Başvekil tarafından seçilirler. Cumhur Reisi, kabineyi Meclisin tasvibine arzeder. Eğer Meclis, toplantı halinde değil ise içtimaını bekler.'' 10, 11, 12'nci maddeler, Gazi tarafından 28 Ekim gecesi hazırlandığı gibidri. 2'inci madde encümen tarafından ilâve edilmiştir. Ekim ayı ortalarından beri, basında, Teşkilâtı Esasiye'de bir islâhattan ve rejimin cumhuriyetle yenilenmesinden bahsolunmakta idi. Gazetelerin tedarike muvaffak oldukları Meclis Teşkilâtı Esasiye encümeni tarafından hazırlanan bir kanun tasarısı, 23 Ekimde neşredilmekle değişik tefsirlere ve anlaşmazlıklara sebebiyet vermişti. 114 maddelik bu tasarının kabul edilenle pek az benzer tarafı vardı. En büyük fark ise, ilk tasarıda Cumhurreisinin yalnız Vekiller Heyetinin değil, Büyük Millet Meclisinin de kanunen başkanı tanıması idi. Mustafa Kemal'in mahir ve enerjik müdahalesi olmaksızın, mezkûr tasarının kabul edilmesi ve hiçbir zaman kanunlaşamaması muhakkak gibi idi. Bundan böyle, O'nun sayesinde, Hükûmet mekanizması, Cumhurreisinin himayesinde arızasız işleyecektir. Vekiller için istikrar temin edilmiştir. İsmet Paşa, bu devirden, yani 10 seneden beri memleketi, şefinin ve daimi dostunun umumî talimatları ile idare etmektedir. Bu istikrar sayesinde iktisadî, idarî, hukukî, içtimaî dini bir programın tamamı, ciddî mukavemet olmaksızın tatbik edilecektir. Cumhuriyetin kuruluşunun 10.uncu yıl dönümü münasebetiyle hazırlanan böyle bir tarihî eser, Cumhuriyetin ilânı mevzuuna gelip orada kalmalıdır. Bununla beraber evvelkilerin tabiî bir neticesi olmakla beraber, hiç olmazsa kısaca mühim bir mevzua temas etmezsek, vazifemiz tamamlanmamış olur: Hilâfetin lâğvı. İzmir'de yapılan harp oyunları sırasında (15-22 Şubat 1923) kararlaştırılan hilâfetin lâğvı, Halk Fırkası tarafından 2 Martta müzakere edildi. 3 Mart 1924'te Büyük Millet Meclisinde, eğitimin laikleştirilmesi, şeriye işleri, vakıflar (müdürlüklere değiştirildi) ve Erkânı Harbiye ''Vekilliklerinin'' kaldırılması kanunları ile beraber kabul edildi. Kanunlaşan metinler kısa, fakat manalı (anlamlı) idi. Medreseler ve dün tedrisatı mekteplerinin kaldırılmasına ve nizamiye, şeriye mahkemelerinin tefrikine taâlluk etmekte idi. Halife Abdülmecit efendi, 4 Martta, yani kanunun kabulünün ertesi günü, bütün düşen hanedanla birlikte Türkiye'den ayrıldı. Böylece yeni Türkiye'nin siyasi rejimi sağlamlaştırılmış oldu.