Untitled

advertisement
JEAN DENY
YENİ TÜRKİYE
Çeviren
Sencer Kodolbaş
Jean Deny'nin "Petit Maunel de la Turquie Nouvelle" isimli eserinin Türkçesini okuyucularımıza
sunuyoruz. Kitabın 1933'de yayınlanmış olan aslı iki bölümdür. Birincisinde Türkiye'nin yakın tarihi,
İstiklâl Mücadelesi, Zafer ve onu takip eden devrede devrimlere dair toplu bilgi verilmiştir. Bu bölüm,
Jean Deny tarafından yazılmıştır. İkinci bölümde, Türkiye'nin coğrafyası, iktisadî, içtimaî hayat ile
savunma gücü, dış politikası, Türk-Fransız münasebetleri vardır. Bu kısımda René Marchand
tarafından yazılmıştır. İçindeki bilgi, hayli eski olduğu için ikinci bölümü tercümeye lüzum görmedik.
Kitabın yazarı Jean Deny, Türk okuyucuları için ismi ve Türk dili hakkındaki çalışmaları ile tanınmış bir
Fransız bilginidir. Paris Şark Dilleri Okulu'nda uzun seneler dilimizi okutmuş ve Osmanlı lehçesi
hakkındaki incelemelerini büyük eserinde yayınlamıştır. Konusunda klâsik olmuş bu eser, sayın Ali Ulvi
Elöve tarafından ilâveler, eleştirmeler ve hâşiyelerle (notlarla) Millî Eğitim Bakanlığımız zamanında
1142 sahifelik bir kitap olarak 1941'de basılmıştır.
Profesör Jean Deny, sayılı Türk dostlarından bir Fransızdır. Sunduğumuz kitabı, 1933 senesine
kadarki olayları toplu bir şekilde özetler. Bu dostluk ruhu, kitabın yazılışında hâkimdir. Bununla
beraber, dostumuz Jean Deny bile Osmanlı topluluğu içinde olup bitmiş Müslüman-Hıristiyan
mücadelelerinden bahsederken bizi suçlandırıcı bir ifade kullanmaktan kendini kurtaramamıştır. Tarih
olaylarını tek taraflı görmeye bir misal olan bu türlü yargılarda, sanki Türkler durup dururken
Ermenileri ve Girit Rumlarını kesmiş gibi gösterilme âdet olmuştur. Hattâ 1897 Türk-Yunan Harbinde
Osmanlı Devleti muharebenin müsebbibi olarak tasvir edilmiştir. İşin hakikati, o günkü Ermenilerle
Girit'teki Rumların isyanlarını bastırmak için devletin mukabil (karşı) harekete geçmesi ve Türk-Yunan
Harbinde ise galip geldiğimiz halde neticede kazandırılan tarafın Yunanistan olduğundan anlaşılacağı
üzere böyle bir muharebeyi çıkarmakta bizim hiçbir menfaatimiz olmadığıdır. Türlü vesilelerle
Türklere dostluğunu gördüğümüz Jean Deny bile tarih olayları karşısında tam tarafsız kalma imkânını
bulamamıştır.
Daha metnin birinci yaprağında yazarın kendisi değil; bu sefer, tarih konusunda otorite sayılan R.
Grousset'den aldığı parçadaki Osmanlı İmparatorluğuna dair hükümleri de yanlıştır. Osmanlı
ordusunda Arnavut ve başka soydan insan bulunabilir. Ama özü ve aslî unsuru Türktür.
"O hâlde niçin bu gibi yanlışı olan eserler tercüme ettirilip yayınlanmaktadır" denilecek. Bir defa şu
noktayı kabul gerektir ki, umumî olarak yabancıların hakkımızda olumlu-olumsuz neler söylediğini
bilmekte fayda olduğu muhakkaktır. Başka yoldan aleyhimizdeki propagandaları karşılayıp kendimizi
savunamayız. Öbür yönden, sunduğumuz kitapta olduğu gibi, yazılanların her tarafı bu haksız
yargılarla doldurulmuş değildir. Eleştirdiğimiz cihetler dışında, hemen bütün kitap, objektif bir görüşle
yazılmış ve neticede bizim lehimize yargılarla son bulmuştur. Sade aleyhimizde olan taraflarına bakıp
kitabı büsbütün elden atmak, lehimize olanlardan vaz geçmek olur ki, bu da faydamıza bir davranış
sayılamaz.
Kitabın başında bulacağınız ve Ankara'da Büyük Elçilik etmiş sayın Albert Sarraut tarafından yazılmış
olan başlangıç, dünyaca tanınmış önemli bir şahsiyet tarafından Atatürk ve devrimleri konusunda
ciddî ve kıymetli bir tanıklık belgesidir. Türkler, gördükleri dostlukları hiçbir zaman unutmazlar. Loti,
Farrère; hafızalarımızda birer dostluk timsali olarak şükranlarımızla çevrili durmaktadırlar. Açıkça
doğru olmadığını söylediğimiz taraflarına rağmen sunduğumuz kitabı için Profesör Jean Deny'e de
teşekkürden çekinmemekteyiz.
Hakkımızda yazılmış yabancı eserler tercümesine devam niyetindeyiz. Başarı, Tanrı lûtfu olacaktır.
15 Haziran 1960
Hasan Âli Yücel
ÖNSÖZ
Fransa Büyük Elçisi olarak Türkiye'de bulunduğum zamanlar, hayatımın en iyi hatıralarındandır. Bu
söz, gezici bir mesleğin mihnetlerinin (sıkıntılarının), hemen hemen bütün kıt'alarda, dünyanın en
güzel manzaraları ile karşılaştırdığı bir insanın ağzında belki ayrı bir kuvvet kazanır.
Bir halkın yenileşmesinden güzel bir şey yoktur. Ben, 1925'de, o vakitler Angora denilen Ankara'da,
zamanın zayıflatamadığı bir hayranlık ve heyecan hissiyle, bu yenileşmede hazır bulundum. Ve
yenileşmenin tanıklığını bu kitabın girişine kaydetmekle bahtiyarım.
Bu tanıklığın adağı, gayretleri İstanbul'da ölen Türkiye'yi Ankara'da tekrar var eden kararlı, cüretkâr,
açık görüşlü, azimli vatanperverler topluluğuna düşer. Bununla beraber o adak, önce ve bilhassa,
halkı uyandıran, devleti kuran, benzersiz yaratıcı ve dirilmenin erkekçe fikrini memleketine aşılamak
için şahsında askerî şef kahramanlığı ile politika dehası birleşmiş olan Mustafa Kemal'e aittir. Bugünün
Türkiye'si nedir? O, bizde, Fransa'da, yeteri kadar tanınmıyor. Aynı zamanda, onu yeniden yaratanlar
da kâfi derecede bilinmiyor. Fransızlar, bu edebiyatçı ve hassas halk; Loti'nin Osmanlılarında, kendi
devrinin Türk dostlarında ve onların romancı lirizmiyle resmedilmiş tasvirlerinde kalmışlardır.
Boğaziçi, Göksu, Haliç ve yüzlerce minareli İstanbul, Avrupa'nın ve belki evren manzaralarının en
muhteşemi olarak durmaktadır. Bununla beraber, bu ihtişamın içine girmeye çalışalım: O, her zaman
için seyircisiz olduğu gibi aktörsüz, metrûk (terk edilmiş) bir sahneye konulmuş ilahî bir dekordur.
Hayat, çalışkan, sert, mütevekkil, metin, kuvvetli diğer bir yere gitmek için oradan çekilmiştir. Şefin
uzun zaman meçhul kalan veya herhalde doğuda iyi takdir edilmeyen cehti (çabası), siyasete,
içtimaiyata, münevverliğe, iktisada çözülmezcesine bağlanmış ve İstanbul sultanından çoktan beri
kaybolan istiklâli büyük mücadeleler ile ele geçirmiştir. Bu ceht, Gazi Mustafa Kemal'de, öyle bir vasıf
(nitelik) ve üstünlüktedir ki, en değerli yardımcıları olan İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Beyin gayretleriyle
kıyaslansa bile, üstünlüğü azaltılamaz.
İlk temasımdan beri onları arkadaşlarım gibi telâkki ettim, aynı ve derin dostlukla onları daima
seviyorum. Şunu söylemek lâzımdır ki, kendilerine ve başkalarına karşı sert, vatandaşlarından en güç
fedakârlıkları talep etmekten çekinmeyen, yenilik teşebbüslerine karşı koyar gördükleri her yerde
alışkanlıkları, hatta gelenekleri islâhta tereddüt etmeyen ve kendilerine uyamayanlardan şüphe eden
bu insanlar; eski Türkiye'nin aydın ve olgun insanını, bir kelime ile bizim XVII'inci asır Fransa'sının
çelebi insanı vasfında, münasebetlerinde tatlılığı, asrımız için şaşırtıcı bir nezaketi muhafaza
etmişlerdir. Kontrolsüz ve daima insiyakî (içten) oluşundan, gerçek görünen bu devamlı ve güleç
nezaket, aradaki münasebetleri, hatta siyasî nizalarda (anlaşmazlık) bile kolaylaştırıyordu. Bilhassa en
mühim meselelerle karşılaşılan şu Suriye-Türkiye hududunun tahdidini hazırlamak için vazife icabı
çağrıldığım günlerde, kendi kendimi tebrikten başka yapılacak bir şey kalmıyordu.
Burada bir nokta üzerinde ısrar etmek isterin: Bu münasebetlerin kolaylık ve müsaadekârlığı (izin
verdiği), bugünkü Türkiye insanlarının Fransızlar ve Fransa'yı ilgilendiren hususlar için muhafaza
ettikleri bariz temayülle desteklenmiş ve artmıştır. Bunda ısrar ederim. Millî kalkınma için elzem
sayılan bazı tedbirler neticesi, halk efkârımız Türk hükûmetinin tavrında, asırlarca karşılıklı ittifak ve
anlayışla devam etmiş Fransız dostluğuna karşı bir soğuma, hatta bir kararma var gibi görmüştü.
Burada, başka her yerde olduğu veçhile, hiçbir şey hakikatten üstün değildir.
Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i, Avrupalı devletlerle, Abdülhamit imparatorluğunun garabet içindeki
münasebetlerine girmeyi isteyemez ve bunu devam ettiremez.
Kapitülasyonlar denilen, Türkiye'de Avrupa milletlerini Türklerden daha kudretli yapan idare
kaybolmuştur ve bir daha geri gelmeyecektir. Bu idareyle, Türkiye üzerinde hakikî bir vesayet tatbik
eden, Ankara tarafından tahammül edilmez sayılan, iktisadî ve malî imtiyazlar da yok olmuştur.
Bugünün Türkleri istiklâllerini pahalıya elde etmişlerdir ve istiklâllerinin dokunulmaz olduğunu kesin
söylemektedirler. Onu gölgeleyebilecek olan, kendi hür egemenliğine kıskançca ve hakikaten âşık
Fransız halkı değildir.
Söylenmiştir ve tekrarı lâzımdır; Osmanlı İmparatorluğu, sayısız ve muhteris parazitlerle boğulan,
birliksiz, inzibatsız (düzensiz), dağınık bir uzviyet idi. Türkiye Cumhuriyeti, şefinin eski usulleri ve
eskimiş kısımlarını reddettiği, lâik bir rejimde, eşit vatandaşlar olan Anadolu Türklerinden mürekkep
mütecanis (oluşan açık) bir devlettir. İşte bu genç nesille ve onun kuvvetli hükûmetiyle, dürüst
temeller üzerine, karşılıklı saygı ile eskinin bağlarını yeniledik. Evlâtlarının dilimizi pürüzsüz
konuşmaya devam ettikleri Türk milletinin kalbinde, bu dostluğun aziz olarak muhafaza edildiğine
inanmak icap eder.
Bana gelince, ırkın faziletlerinin daima mevçut olduğunu görerek, İstanbul sultanlarını vesayet altına
koyan eski hatalı usullerden vaz geçmek ve karşılıklı müesseselere saygı içinde, müşterek menfaatleri
anlama politikasını müsavi olarak tatbik etmek şartıyla, bu münasebetleri yenilemenin imkânlarını ve
hatta kolaylıklarını takdir etmiş bulunuyorum.
Sonunda kadar temiz ve dürüst olmak yerinde olur.
Büyük Harp'ten önce, Fransız menfaatleri Türkiye'de ön safta idiler; harp herşeyi altüst etti ve bittabi
bundan ilk zarar görmüş olan da Fransız menfaatleri oldu. Kendilerini kötürüm hâle getiren bir sulhu
takip eden ilk senelerde, Türklerin Avrupa insanlarını, bundan böyle neden yaban telâkki ettikleri ve
başşehirlerinin nakledidiği Asya'nın vatandaşı olarak neden birbirlerine sokulduklarının sebebi
anlaşılmaktadır. Türk menfaatleri için bile tehlikeli bu çekinme devam edemezdi. Ve Ankara'da,
seyirci ve aktör olarak, Avrupa kıt'asına bir kere daha yönelen millî bir Türk hissinin yeniden
doğuşunda hazır bulunmakla bahtiyarım. İlk anlardan itibaren bu yeniden yönelişin tam olması
istenemezdi; iyileşmiş, hatta tamamiyle şifa bulmuş yaraların deride ne ıztırap vermesi, ne de iz
bırakmaması için günler ve günler lâzımdır; dostluk çiçeklerinin karşılıklı tekrar açılması için sabır
kadar doğruluk ve iyi niyet gerekir. İşte tam bu devrede hazır bulunduk. Yeniden uyanan ve
şuurlanmaya başlayan alâka üzerine sert hareket etmeksizin, ısrarla düşmeden, Fransız feraset
(anlayış) ve yumuşaklığını harekete geçirmek zamanı idi. Türk, hassas olduğu kadar şüphecidir. Türk
milliyetçiliğinin gayret sarfettiği millî yenileşme cehti içinde büyük ve asil olanı anlayabilen ve ona
hürmet eden herkes; ona bağlandığı zaman, kendisine güvenene ve ihanet endişesi ve de ne hayal
kırıklığı vermeyecek bir dostluğun emin ve doğru yolunu kolaylıkla karşısında bulacaktır.
ALBERT SARRAUT
YENİ TÜRKİYE
BİRİNCİ KISIM
BİRİNCİ BAHİS
KEMALİST RÖNESANSTAN ÖNCEKİ OLAYLAR
Yeni Türkiye sahasının tahdidi. - Osmanlı İmparatorluğunun inkirazı (yıkılışı). - İkinci Mahmut'tan
Abdülhamit II'ye. - Abdülhamit (1878-1908). - Jön Türkler (1908-1918). - Jön Türk Hükûmeti. Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline (15 Mayıs 1919).
Yeni Türkiye'nin coğrafî, tarihî, beşerî sahasını, önce halef devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan
farklı bir çerçevede mevcut olduğunu ve geliştirdiğini işaret ederek, tahdit etmek (sınırlamak) yerinde
olur.
"1908'e kadar bir Türk imparatorluğu bulunmadığı aşırı tezada düşmeksizin ileri sürülebilirdi.
Osmanlı İmparatorluğu, birbirine düşman yirmi ırkın bir araya gelmesinden vücut bulmuş Müslüman
Avusturya-Macaristan'a benzer, milletlerarası bir devlet olarak mütalâa edilebilirdi. Şüphesiz ki bu
dağınık imparatorlukta, hanedan Türk, fakat ordu kısmen Arnavut, din adamları kısmen Arap, ticaret
Rum, Ermeni ve Yahudi, diplomasi Ermeni ve Rum, öğretim münevver sınıflarda İran ve Fransız idi.
Türk halkı, hiçbir zaman başka ırktan unsurları temsili düşünmedi. Onları lisanlarına, dinlerine,
âdetlerine, içtimaî teşkilâtlarına hürmet ederek iyi, kötü idare ediyordu. Ermeniler ve Kürtler,
Dürzüler ve Maronimler millî mevcudiyetlerini Babıâli'nin hem müstebit (baskıcı) hem de yumuşak
otoritesi altında devam ettiriyorlardı.
"Bu kozmopolit imparatorlukta, Türk halkının kendine mahsus toprağı vardı: Küçük Asya. Küçük Asya
İonya kıyısında Rumları ve Kilikya ve Kapadokya'da Ermeni azınlıklarını ihtiva ediyorsa da nüfusun
büyük kısmı itiraz götürmez şekilde Türk veya Türk dostu idi. XI'inci asırdan beri, Selçuk Türkleri Orta
ve Doğu Anadolu yaylalarında yerleşmişlerdi. XIV'üncü asırdan beri, Osmanlı Bitini'yi ve Ege vadilerini
Yunanlılıktan temizlemişlerdi. Küzük Asya yarımadası yeni bir Türkistan, Kaşgar veya Maveraünnehir
kadar Turancı bir toprak olmuştu. Buradan kök alan kuvvetli Türk halkı, yer yuvarlağının en sağlam
çiftçi nesli örneklerinden birini temsil ediyordu. İşte oradan, vadilerin çiftçilerinden ve yaylaların
çobanlarından Osmanlı İmparatorluğu kudretini alıyordu." (René Grousset, Asya'nın Uyanışı)
Avrupalılar nazarında bu saha, Türklere atalarından kalan Anadolu, Kürt meselesinin daha da
vahimleştirdiği bir Ermeni rehini gibi idi. Gaddar ve mağdur, ırkça ve lisanca akrabalaşmış fakat dinî
kin ve hürriyet rekabetiyle birbirinden ayrılmış Ermeniler ve Kürtler, sözde müttehit (birlik) ve
müstebit ihtiyar Türkiye aleyhine, akisleri batıda sonsuz bir husumeti (düşmanlığı) devam ettiren
ettiren kanlı bir ihtilâli sürdürüp duruyorlardı.
İşte bu her zaman uyanık batılı heyecanındandır ki, Avrupa milletleri, 'Hasta adam'ın âkıbetini
açıklamakla yetinmiyor, belki onun kesinleşmeyişini ve imparatorluğun yıkılmasını hazırlayan
sarsıntıları dikkate almaksızın bu sonucu arzuluyorlardı. Fakat Müslüman dünyasının ne olduğunu
bizden saklayan bütün perdeleri Dünya Harbi söküp yırtınca, Küçük Asya'da bir Anadolu Türkiye'sinin,
yani millî emelleri, askerî kudreti ve insan kaynakları bizden önceleri gizli kalmış, esastan Türk bir
ülkenin mevcudiyetini tanıdık.
Demek ki Türkiye, kendisine daha büyük emniyet temineden Asya'daki yerleşmesiyle Avrupa'daki
kudretinin kaybolduğunu gördü. Anlaşma hükümlerince, Avrupa'da ancak Meriç suyuna kadar
1.200.000 nüfusla meskûn bir mıntıkayı temsil eden Doğu Trakya elinde bırakıldı. Harpten evvel
bütün Balkan yarımadasını işgal ederken, sahası İstanbul bölgesinde veya Edirne'de kalıyor.
"Bununla beraber bu dar mıntıkanın ehemmiyeti büyüktür. En eski zamandan beri, Asya'nın
Avrupa'yla ve Akdeniz'in Karadeniz'le kavşağı bu karalı ve denizli çifte geçit, Türkler için refah ve
komşu halklar için ihtiras unsuru idi. Süveyş kanalının açılmasına ve Transsiberiye'nin ihdasına
(armağanına) rağmen faydasından hiçbir şey kaybetmedi." (Jean Brunhes)
Bu ehemmiyet yalnız İstanbul'da 700.000 veya Edirne'de 70.000 tutan yığılmış nüfustan değil;
İstanbul'a erişmek için Edirne'den geçen Paris-Viyana-Belgrad beynelmilel büyük demiryolundan ileri
gelmektedir. Diğer taraftan Marmara denizi ile birbirine bağlanmış Çanakkale ve İstanbul boğazları, 7
kilometre ile 500 metre arasında değişen bir genişlikte, Boğaziçi kıyılarında geniş bir milletlerarası
pazarın bekâsını (varlığını) temin eden 300 kilometrelik bir deniz yolu teşkil etmektedirler.
Bununla beraber millî hayat, Asya'ya, hemen hepsi Müslüman, kıyılarda toplanmış, yaylalarda
dağılmış, kilometre karede 16 kişiyle oldukça zayıf nüfus kesafetli (yoğunluklu), fakat hadiselerin
mucizesi olarak Türk vatanının esasını temsil eden bugün on iki buçuk milyon ahali ile meskûn
Anadolu'ya geçmiştir.
Eski Ancyre'in yükseldiği alanda, yenilenmiş ve yeniden kurulmuş bir medeniyetin idare merkezi
hâline gelen 75.000 nüfuslu küçük Ankara şehrinde, başkenti cüretle tesbit edilen Ankara hükümeti,
Türkiye Cumhuriyeti remzi altında tahakkuk eden (gerçekleşen) bu yeniden doğma, batı farkında bile
olmadan, böyle bir çerçeve içinde açılıp gelişmiştir.
Avrupa, Türklere meskûn yerlere münhasır, fakat modern devletler umumî haklarınca bir
hükümdarlık bütünlüğü ile cihazlanmış (donanmış) ve ayrıca deniz mahreçleri (girişlerine) verilmiş, iyi
kötü demiryolu vasıtaları ile teçhiz edilmiş, Yunanistan gibi bütün harp zararlarından kurtulmuş,
hukuk ve maliye bakımından hür bir Türkiye'yi Lausanne'da (24 Temmuz 1923) tanımıştır.
Yahya Kemal Beyin Türk meselesi yazarı Maurice Pernot'ya söylediği gibi "Osmanlılık ancak Türklerin
aleyhine gerçekleşebilirdi. Osmanlılık, memleketin birliğini temin edemedi ve aksine imparatorluğun
zaafını teşkil eden bir ayrılığı devam ettirdi. Az geniş, fakat daha kuvvetli bir imparatorluk daha iyidir.
Yalnız bu imparatorluk, Müslüman Türklerin ekseriyetle oturduğu mıntıkalarda bulunmalıdır."
Kıt'adan kıt'aya geçişi bizi hayrete düşüren bu milletin hükûmet merkezini değiştirmesi nasıl
olmuştur? Teokratik, feodal ve birleşik kalıbına rağmen Osmanlı İmparatorluğu nasıl dağıldı? Halifesultan, görünüşte ebedî olmasa bile değişmez olan eski bir geleneğin muhafaza ettiği bu ikili iktidarı,
sultanlık ve hilâfeti nasıl kaybetti? Bu şüphesiz ki Türklerin Kanunî vasfını verdikleri Muhteşem
Süleyman'ın ölümü (1566) ile başlayan uzun bir hikâyedir. Bütün Müslüman haşmeti geride kalmıştır:
Mehmet II tarafından İstanbul'un alınması (29 Mayıs 1453), Türklerin Atina'ya girişi (1458), Trabzon
Rumlarının tâbiiyeti (1461), Karaman Türk beylerine Mehmet II'nin zaferi (1464), Müttefik Rodos,
Venedik ve İran'a karşı mücadelesi (1470), Türklerin Arnavutluk'ta İşkodra önlerine gelişi (1474),
Kaffe'nin alınması ve Kırım Hanlığına el konması (1476), Friollere (1) Türk girişi (1477), Otranto
taarruzu (1480), Mehmet II ölümünde (1481) en yüksek dereceye geliş, Kafkasya'nın fethi (1489),
Venedikle harp (1499), İranlıların Türkler tarafından yenilmesi (1514), Memlûkların mağlûp edilmesi
(1516), Selim'in Emir-ül Müminin ilân edilmesi (1517), bu sırada Papa X'uncu Léon'un Türklere karşı
boş yere bir vergi ihdas etmesi (koyması), Mezopotamya'nın Selim tarafından fethi (1518), Selim'e
halef olan Kanunî Süleyman tarafından Rodos'un alınması (1522) ve Mohaç ovasında ordularını
ezdikten sonra Macaristan Kralı Lui II'nin öldürülmesi (1526), Süleyman tarafından Viyana muhasarası
(kuşatması) (1529), François I ile ittifak (1533), Bağdat ve Tunus'un fethi (1534), kendisini destekleyen
tüccar ve bankacı Fuggerlerin (2) yardımı ile Charles-Quint Tunus'u 1535'te tekrar ele geçirecektir,
Macaristan'ın işgali (1537), Yemen'in alınması (1537), Silezya'da Osmanlı akınları (1544), Van'da
İranlıların bozgunu (1548), Avusturya ile mütakere (1562). Süleyman'dan sonra Türklerin zafer
kronolojisi gittikçe fakirleşir. Taarruz kuvvetlerini teşkil etmiş olan nizamî orduları, Yeniçeriler, bundan
böyle zaâf sebebi, bozulma etkeni, kargaşalık kaynağı olacaktır; Yeniçeriliğe giriş para ile elde edilince,
ordunun temsil ettiği hakikî kudret, dükkânlarında oturan, fakat sivil hayatla daimî temasta olan
esnafın ellerine geçti. İhzibat (düzen) alışkanlığı kayboldu. Muhafazakârlık ruhu, devamını istedikleri
imtiyazlarla mütenasip olarak inkişaf etti.
18'nci asırda tehlikenin ciddiyetini anlayacak kadar uyanık, fakat isyan ve fesatla baş edemeyecek
kadar zayıf bir çok sultan geldi: Osman II (1618-1622) ve daha sonra Selim III (1789-1807) giriştikleri
ıslahatı tamamlayamadan onun ağırlığının altında ezildiler. Üstelik harp hezimetleri, ıslahatları
büsbütün zorlaştırıyordu.
Fransız İhtilâli, Fransa krallarının politikasını yeniden ele almıştı ve Fransız bayrağının 1535
kapitülasyonlarından beri istifade ettiği imtiyazlardan, aynı zamanda Fransa ile I. François'dan beri
diplomatik ve ticarî münasebetlere bağlanan bağıştan faydalanmaya gayret ederek Osmanlı
temamiyeti mülkiyesini (toprak bütünlüğünü) benimsemişti. Sultan da, Çariçe gibi, üç renkli bayrağın
istimalini menetmişti (kullanılmasını yasaklamıştı) (1793). Fakat Selâmeti Umumiye Komitesi din
ayrılıklarından kaygılanmıyordu; millî hakikatî ilk defa ortaya koyuyordu. Elçi Descorches, komite
adına Türkiye'yi Rusya'ya karşı silâhlanmaya teşvik ediyordu: İhtilâllerin diplomatik tutumunda o
zamandan beri değişen bir şey yoktur. General Aubert - Dubayet 1796'da, bir yıl sonraki ölümüyle
bitmiş olan bir öğretim vazifesi görmek üzere İstanbul'a gelir. Bonapart ve Mısır seferiyle bariz
(belirgin) değişiklik başlar, Babıâlî ve Rusya müşterek bir tehlikenin tehditkârlığı önünde birbirlerine
yaklaşırlar: (30 Ağustos 1798 muahedesi), Paris muahedesi (25 Haziran 1802) ile Türklerin gözü kapalı
muhtemel bir harbe gidişleri.
Austerlitz'den sonra yeni bir değişiklik! Napoléon'un Sebastini'ye talimatları, Türkiye'yi kurtarma ve
kuvvetlendirme arzusuna delâlet (aracılık) ediyor. Sultanın 23 Ağustos 1807 kararıyla bağlandığı Tilsitt
anlaşması (7 Temmuz 1807) Rusların mağlûbiyetini ve Osmanlıların kurtuluşunu gösteriyor. Bu Fransız
tavassutu (aracılığı) kısa sürüyor: Erfurt'tan sonra doğu için Napoléon, Çar Aleksandr'a tam salâhiyet
verince sona eriyor; bu da Osmanlı İmparatorluğuna, Bükreş anlaşması ile (28 Mayıs 1812) yeni
fedâkârlıklar yükleyerek biten Türk-Rus harbine sebep oluyor. (1809-1812)
Batı ile İslâm doğunun yakınlaşması fırsatı ortadan kaybolmuştu. Bu arada Selim III öldürülmüştü;
halefi Mustafa IV hâl edilmiş, Mahmud II'u korumak ve Türk idaresini gençleştirmek istemiş olan
Alemdar Mustafa, patlayan cephanenin alevleri arasında ölmüştür.
İşte bu şartlar içinde, saray faciaları ve Sırpların isyanı akabinde Mahmut II'nin (1809) hükümdarlığı
başlıyor. Anlaşılıyor ki, sultan, gördüğü tehlikeye karşı tedbir almak için 20 sene beklemiştir. Sultanın
donanması, parası ve emrinde olan Mısır Hidivi Mehmet Ali'den başka dayanağı yoktur. Sırp-Hırvat
millî fikri uyanıyor, Bulgarlık imanı kuvvetleniyor, Yunanistan isyan ediyor, bütün Avrupa Helen
taraftarlığını ilân ediyor, Yunan istiklâl harbi umumî bir dikkat merkezi hâline geliyor; Edirne sulhu
(1829), Rusya'nın lehine toprak kayıplarını ve Osmanlı bozgununu tasdik ediyor (onaylıyor).
İşte bu müthiş tehlikeli anlar sırasında, Mahmut II ordusunu ve imparatorluğunu yeniden
teşkilâtlandırmaya kalktı. Yeniçeriler isyan etmeye devam ediyorlardı, fakat yaptıkları mücadeleler
ciddîliğini kaybetmişti. Mahmut II top ateşi ve idamla Yeniçerilerin son mukavemetlerini sona erdirdi.
Tahayyül ettiği gibi bir Büyük Petro olacak mıdır? Hayır, zira memleketini kurtarmaya faideli olacak
temel ıslahata cesareti yeter değildi. 70.000 askeri, Avrupalı usullerle teşkil ve talim etmekle iktifa
ediyor; fakat Avrupalılar gibi giyinip, onlar gibi şarap içtiğinden ve tabiî, ilerlemenin icap ettirdiği
masrafları karşılamak üzere vergileri arttırdığı için müteassıpların itirazlarını uyandırıyor. Bu itirazlar
karşısında gayretleri başarıya eremeyecektir. Üstelik, Rus politikası onu ürkütüyor, şaşırtıyor ve
cesaretini kırıyor; kendini Rusya'nın vesayetine terkediyor (1833). Köksüz ıslahat arzuları, ordularının
talihsiz akibetine uğruyor. Suriye'nin Mısırlılar tarafından istilâsı ve Nizip'te (9 Temmuz 1839) Osmanlı
birliklerinin ezilmesi, bu aşağı yukarı fasılasız mağlûbiyetler silsilesini müthiş bir felâketle
neticelendirecektir: Türk ve Mısır filolarının Navarin'de imhası (20 Aralık 1827).
Mahmut II'nin oğlu Abdülmecit, Reşit Paşanın yardımı ile, babasının hürriyetçi teşebbüsünü takip
etmeye boş yere gayret edecektir. Bu, 3 Kasım 1839 Gülhane Hattı Şerifinin açtığı Tanzimat denilen
devre olacaktır. Taassup, bu fermanın ve o zamana kadar Türkiye'nin en yüksek kanunu olarak devam
etmiş bulunan alışılmış esaslara zıt olan her ıslahatın gerçekleşmesine mani oluyor.
"Süleyman'dan Abdülhamit II'ye kadar (1566'dan 1876'ya) bu dinî imparatorluğu 23 sultan-halife
devam ettirdi. Fakat imparatorluğun harpçi gayreti, hilafetin dinî hizmetinden daha fazla onları
meşgul etti; ancak isimde ve davranışta Müslümanların dinî reisleri olarak kalıyorlardı; fikir ve fiilde
daha ziyade Türk imparatoru idiler. İslâmın birlik ve devamına değil, kendi devletlerinin genişlemesine
ve bütünlüğüne çalıştılar: Mukaddes şehirlere doğru değil, Avrupa'ya doğru politikalarını çevirdiler.
Önce bir buçuk asır zapt ve ilhaklarla (ele geçirmelerle) (1520-1683) Viyana surlarının önüne kadar
ilerlediler ve Müslüman olmayanlar arasında durmadan çıkan münazâaları (çekişmeleri) hâl etmeye
mecbur kaldılar; Müslümanları türlü tarikâtlar ve Sünnîlikten çıkarıcı rafizîliklerle oraya, buraya
çekilmeye bıraktılar. Daha sonra, Hıristiyanlara karşı, adım adım fetihlerini müdafaaya iki asır boyunca
(1683-1876) mecbur oldular. İdarelerinin ve ordularının bozulması, daimî bir çekilmeye onları icbar
ettiğinden (zorunlu kıldığından) bunları ıslah etmek için örnekleri Avrupa'da aradılar. Islah çarelerini
Müslüman olmayan Avrupalıların itikatlarından (inançlarından) değil, ilimlerinden almak istediler.
"Mustafa III (1757-1774) tarafından düşünülen, Selim'in arzu ettiği, Mahmut II'nin (1809-1839) zorla
kabul ettirdiği, Abdülmecit'in (1839-1861) devam ettirdiği bu ıslahat, genç Türklerin imparatorluğu
cihazlandırmayı tasarladıkları parlemanto idaresine ulaşacaktı: medenî ve lâik bir nizam, teokratik
militarizmin yerini alacaktır; eski İslâmın buyrukları yeni dünyanın hürriyet taraftarı tecrübelerine
yerlerini bırakacaklardır... Fakat Abdülhamit II genç aydınları bertaraf etti (1877), onların hazırladıkları
eserleri harap etti ve İslâm hükûmet prensiplerini yeniden ortaya koydu: bundan böyle sultan,
herşeyden evvel halife olacaktı." (Victor Bérard)
Abdülhamit II'nin saltanatı eski Türkiye'nin geri gidişinde son merhaleyi işaret eder. Kızıl Sultan,
Türk-Rus harbi (Nisan 1877 - Mart 1878) akabinde mutlak iktidarı ele almıştı. Bu harpte Osmanlı
askerinin meziyet ve fedâkârlıklarına, Osman Paşanın şahsî başarılarına rağmen, Sırp ve Karadağlıların
yardım ettiği Rus ordusu bir kere daha İstanbul'un tarihî yolunu tutmuştu. Edirne Sulh mukaddimâtı
(başlangıcı), Yeşilköy anlaşması (3 Mart 1878) sonra Berlin Muahedesi (13 Temmuz 1878) Bismarc'ın
dikte ettiği büyük devletlerin kararlarına Türkiye'nin tabî kalan çeşitli din ve ırktaki halka "müsavatçı
(eşitlik içinde) bir siyaset" tatbikini vaad etti. Bu tebliğdeki taahhüt, Abdülhamit'in mizacıyla
bağdaşamaz olduğunu hemen açığa vurdu. O Abdülhamit ki, dindar, müstebit ve müvesvis
(kuruntucu) idi ve 1876'nın talihsiz ıslahatçısı Mithat Paşa'nın karikatür çizgileriyle istihzalara hedef
olan hayalinin bulunduğu Yıldız Sarayına daha 34 yaşında iken kendini kapamıştı.
1878'de gözden düşen, nefy (sürgün) edilen Mithat Paşa'nın hayatına son verdiği 1883'e kadar
Abdülhamit'in başlıca gayreti, mutlak kudretini rahatsız eden ve endişeye düşüren hürriyetçi
teşekküllerden kurtulma yolundadır. İmparatorluğun başlıca gelirlerini, Osmanlı borçlarını ihtiva eden
(Muharrem fermanı 20 Aralık 1881) bir malî mürakebe (denetleme) şekli altında Avrupa'ya
terketmekte zorluk çıkarmıyor: Gümrük fazlası, tuz, tütün, pullar vesaire ile liman inşaatını alacaklı
devletlere bırakıyor, yabancı sermayenin işlettiği demiryollarına garanti veriyor. Fakat aynı zamanda
son sultanların elinden giden, kaybolmuş cismanî iktidarın yerini tutacak bir manevî kudreti halife
olarak yeniden elde etmeye gayret ediyor.
Abdülhamit'in anladığı İslâm birliği, ona göre dinî bir emperyalizmdir: Yeğeni Prens Sabahttin'in izah
ettiği gibi -Osmanlı mutlakiyyetinin sallanan binasını önce gizlemek, sonra muktedir olabilirse (gücü
yeterse) kurtarmak için ruhanî bir libas (örtü) ile örtmek...
Pan-İslâmizm hareketini destekleyen arka fikirler ne olursa olsun, din, İslâm ahaliyi derinliğine ve
geniş bir alan üzerinde hareketlendirmektedir: Müslüman olmayanlara karşı olan kini diriltir veya
canlandırır. Ermenilerin kanlı katliâmları 1888'den itibaren yeniden başlar; Girit Hristiyanlarının
katliâmı, 1896 kasımındaki Mukaddes cihada, sonra 17 Nisan 1897'de Türk-Yunan Harbine yol açar.
Bu harp, Yunanlıların mağlûbiyetiyle sona ermesine rağmen Girit istiklâl kazanır ve Prens Georges,
büyük devletler yüksek komiseri olarak bir müddet adayı idare eder. (26 Kasım 1898).
Bununla beraber, Abdülhamit, hakkında müdahalesizlik (karışmazlık) politikası gözetmeyi
kararlıştıran İngiltere ve Almanya, Rusya ve Avusturya gibi büyük devlterin takındığı tavırdan istifade
ediyordu. Fransa, müstenkifliği (çekimser kalmayı) dostluğa kadar ilerletiyor. Gabriel Hanotaux, ikinci
Hariciye Vekilliğinde (30 Nisan 1896), Mecliste "her türlü müdaheleyi, Haçlı seferi ve macera
zihniyetini" reddederek Fransa'nın isteğine tercüman oluyor ve Müslüman bütünlüğünün müdafiliğini
(savunuculuğunu) vekillikten düşmesine kadar yapmaya devam ediyordu.
Bu türlü himayeler sayesinde, Abdülhamit'in Makedonya'da Rumeli'de ve bütün imparatorluk
sahasında, zahiren muahede (görünürde anlaşma) hükümlerine uymak için aldığı belirsiz idarî
tedbirleri ıslahat şeklinde maskelemesine müsaade edilmiştir. Berlin Muahedesinden çıkan rekabetler
"Hasta Adam"a, (1897) Avusturya-Rusya itilâfı Türkiye'yi imtiyazlı avcılar ve dostlar için bir çeşit
mahfuz av sahası yapasıya kadar, uzunca bir hayat sağlar.
"1897, yeni bir devrin başlangıcıdır: Ermenistan katliâmları, yunanistan'ın mağlûbiyeti, sultanın
kudretini temin etmiştir; Avusturya-Rusya anlaşması Makedonya'yı sultanın arzusuna bırakır. Düşüş
Makedonya'dan başlayacaktır. Fransız maliyesi ve Alman genel kurmayı ile kuvvetlenen Abdülhamit,
Slâvlara karşı zıt bir tavır alır. 200.000 Makedonyalı, kendilerine bir mukavemet (direnme) teşkilâtı
sağlayan (Sofya haricî teşkilâtı 1893) Bulgaristan'a sığınıyorlardı. Ermenistan üzerine olduğu gibi
sultan, Makedonya üzerine de, başıbozukları, Arnavutları ve Anadolu rediflerini hücum ettiriyor.
Bunlar eski Sırbistan yaylalarını talan ediyorlar, mukavemet edebilmek için Makedonyalılar
Petersburg'a ve Viyana'ya çok bağlı Sofya'dan ayrılıyorlar ve Sarafof'la Selânik dahili teşkilâtını tesis
ediyorlar (kuruyorlar) (1899): Makedonya, Slav komitecilerin, Yunan andartlarının (gayrî nizamî) ve
Müslüman başı bozukların zülumlarının, sirkat, tecavüz, idam, kesilen kulaklar, açılan karınlar, diri diri
derileri yüzülen çiftçilerin hikâyeleri ile doludur. Babıâlî, kıyamı tahrik ediyor (Sofya Osmanlı komiseri
"bir seferde hepsinin hakkından gelmek için karşımızda 20.000 asî olmasını isteriz" diyor.) ve birlikler
yığıyor (1902-1903 kışı). Arnavutlar Peç, Diakova Sırplarını katl ediyor, köyleri yakıyor, Makedonya
çiftçilerini ateşe veriyorlar (1903 baharı).
"29 Nisan 1903'te Selânik'te bombalar atıldı; 2 Ağustos'ta Manastır'a hâkim olan, Priştine'de
sığındığı Saint-Elie Manastırından Sarafof, ihtilâli ilân ediyor; Slavların mülkleri satılıyor, kilise ve
okulları kapatılıyordu. Sofya'nın ihtilâlcilerle suç ortaklığını reddetmesine rağmen (10 Ağustos 1903
Bulgar memorandomu) Makedonyalılar kitle hâlinde Bulgaristan'a kaçıyorlar. Slâvlara hınçlı
Yunanlılar, komitacılara cephe alıyor ve Uzak Doğu harbi Rusları Balkanlar'dan uzaklaştırdığı için
sultan, Yunan çetelerini Slâvlara saldırtıyordu (1904 Ağustosu).
"1904 baharında, 2 Ekim 1903 Mürzteg programıyla sultana kabul ettirilen "Avrupalı jandarma"
(Hristiyan jandarma, Avrupalı subay) bazı şehirlere yerleşmişti. Umumî Vali Hilmi Paşayı çevreleyen
malî müşavirlerin ve subayların çalışmalarını Osmanlı otoriteleri felce uğratıyorlar ve Avusturya,
bilhassa en fazla kargaşalık içinde bulunan hududuna komşu sancakları polis kontrolundan istisna
ettiriyordu. Anarşiyi arttırmak için, sultan, Makedonya'yı, ırk kavgalarını kızıştırmak için iyi bir kararla,
"millî bölgelere" ayırıyordu. İhtilâlcilerin "Makedonya Makedonyalılarındır"dan başka beyanda
bulunmamalarına rağmen Yunan, Sırp, Bulgar çeteleri kendi köyleri için dövüşüyorlar; Yunanlılar
Ulahlarla, Sırplar Arnavutlarla hudutlardan uzaklarda bile boğazlaşıyorlar; yalnız 1907 Kasım ayı içinde
Avrupalı jandarma istatistikleri 150'si Slâvlara ait olmak üzere 211 cinayet kaydediyor; 20 veya 30.000
komiteci, 100.000 başı bozuk, 150.000 Osmanlı askerine karşı 50 Avrupalı jandarma subayının elinde
6000 jandarma var! Becerebilen Makedonyalılar en çok Amerika'ya göç ediyorlar: 1903, 1908 arası
dörtte üçü Slâv 75.000 göçmen" (Jacques Ancel).
Bu 19'uncu asrın uzun kargaşalığı devamınca ve geçici akitlerle zorunlu olarak arası kesilmiş harpler
süresince batı düşünceleri, edebiyat sayesinde, bilhassa, İbrahim Şinasi (1826-1871) ve Namık Kemal
(1840-1888) gibi mümtaz (seçkin) yazarlar yardımıyla, herşeye rağmen, Türklere nüfuz etmişti. 1865
Haziranın bir pazar günü Jean Jacques Rousseau ve Voltaire sevgisini, Stuart Mill ve Spencer bilgisiyle
bir araya getiren bir gençler grubu Genç Osmanlılar Cemiyetini kurdular. Sonra Paris ve Londra'da (Ali
Suavi) faaliyet şubeleri ile bir Genç Türkiye Komitesi kuruldu. İlk Jön Türk neşriyat organı Hürriyet
gazetesi, 1868'de Londra'da intişar etti (yayınlandı). Bu rüşeym (oluşum) halindeki grup, suplesi
olmayan, fakat liyâkatli ıslahatçı sadrazam ve Abdülhamit'ten bahsederken andığımız gibi siyasî şehit
Mithat Paşanın şahsında taazzuv etmek (simge) talihine erdi. Mithat Paşa, memleketini iki meclisli bir
parlemento ile cihazlandırarak (donatarak) tasarılarını gerçekleştirmişti. (11-23 Aralık 1876 Kanunu
Esasisi)
Türkiye'de parlâmento rejimini Abdülhamit'le kurmak için zaman, fena seçilmişti. Harp çıkınca,
sultanın emirlerine bağlı olmalarına rağmen mebuslara yol verildi: Kanunu Esasî ancak, salnamelerde
kalmış, fakat işlemez bir hâlde bir kenara atılmıştı.
Jön Türk hareketi, daha sonra meşhur olan İttihat ve Terakki Komitesini, Askerî Tıbbiye'den üç
arkadaşıyla kuran Dr. Abdullah Cevdet'le 1894-1895'e doğru ıslahat gördü.
Evvelce Bursa'da okul müdürü yumuşak huylu Ahmet Rıza, Paris'te Jön Türk neşriyat organlarının ilki
Meşveret'i neşretti (1895). Murat Bey Cenevre'de Meşveret'e karşılık Mizan'ı çıkardı (1896).
Bu defa tek şef yoktu. Gizli olmaya gayret eden bir reisliğin vazifesini muhtelif şahsiyetler deruhte
ediyorlardı (üzerlerine alıyorlardı). Bazıları kötü şöhretli oldu: Doktor Nazım, posta memuru Talât Bey,
Bahattin Şakir, Damat Mahmut Paşa ve oğulları, daha sonra ayrılan Prens Sabahattin ve Prens
Lütfullah.
Başlangıçta Paris ve Selânik'te yerleşmiş propaganda ocakları çoğaldılar. Abdülhamit fena metod
tatbik ediyordu: ortadan kaldırmak için küçük gazeteleri satın alırken daha büyük miktarda bunların
yerlerini alanları desteklemiş oluyordu.
Ordu, Fran-masonluğun desteklediği Jön Türk hareketine çabuk denebilecek bir zamanda kazanıldı.
Subaylar, büyük devletlerin yerinde olmayan müdahelelerine hiddetleniyor, gayrî Müslimlerin
hürriyet teşebbüslerinden telâşlanıyorlardı. Jakobenlikleri, henüz milliyetçilik seviyesinde idi. Hareketi
ilk defa Selânik'teki 3'üncü Ordu topluca tasvip etti (kabul etti).
İttihat ve Terakki Komitesi'nin çok kere romantik, çok kere kahramanca olan tarihini, tafsilâtına
girerek burada anlatamayız. Sadece Manastır yakınında Resne'den hareketle, bundan böyle hatırası
Yeni Türkiye'nin ilk kutlama tarihi olarak tesit edilmekte olan 23 Temmuz 1908 ihtilâlini çıkaran iki
subayın, Ahmet Niyazi ve Enver'in, cüretkâr hamlesini hatırlatalım.
23 Temmuz 1908 ihtilâli, herkes için, Makedonya mevzuunda Rusya ve İngiltere tasarıları üzerinde
neticesiz konuşup durah batı politikacıları için, kuvvetlerini tam takdir edemeyen ve ümitlerini
sultanın ölümüyle Hamit idaresinin son bulmasına bağlayan kurtarıcıların kendileri için de
beklenmedik bir süpriz oldu. Filhakika, kudretin zahirî görünüşü Abdülhamit'in çevresinde emsalsiz bir
baskı, men ve ihbar cihazı ile devam ettirilmekte idi. İlk isyan emaresinde, yıpranmış bir idareyi
muhafaza etmeye kimsenin niyetli olmadığı ortaya çıktı. Makedonya'nın asî birliklerine karşı sultan,
Asya birliklerini çağırdı, onlar ise cevap vermeyi reddettiler. Daha fenası Verisoviç'e toplanıp Yıldız'a
Meşrutiyet idaresine dönüşü talep için telgraf çeken Arnavutların döneklikleri oldu.
Şu halde, razı olmak, 1876 Meşrutiyetini meriyete (yürürlüğe) koymak, seçimleri hazırlamak, yeni bir
hükûmet kurmak icap ediyordu.
İktidar, bittabi ekseriyeti subay olan İttahat ve Terakki Komitesini idare edenlerindi. Bunlar,
doğrudan doğruya devlet işlerini ele alacak yerde, hükûmete getirdikleri şahıslar vasıtasıyla devlet
işlerini yürütmeyi ihtiyar (alışkanlık) edinmişlerdi.
Bu ilk devrede, ilk Fransız ihtilâlinin şairâne aylarında, Lui XVI gibi Abdülhamit'in de dava haricinde
bırakıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü ihtiyar sultan zaruretlere boyun eğdi, iyi teşkilâtlı bir ihtilâlcilere
güler yüz gösterdi.
24 Temmuz 1908, Türkiye'de ve Türkiye haricinde, sultanın hareket tarzındaki çekinmeye bakarak
hükmedildiği gibi, umumî heyecan uyandırdı denilebilir.
Asi subaylar muzaffer oldukları için memnundurlar. Dünün saray adamları tekrar kendilerini toplama
imkânıyla kurtulmuş olmalarına memnundurlar. Birkaç derviş, birkaç müneccim ve irtikâpla az çok
doyurulmuş bir çok yüksek erkân hariç, Hamitçi memurlar, sultan ve kendileri mevkilerini muhafaza
ettiklerinden hoşnutturlar. Hapse atılmış âsiler hürriyetlerine kavuştukları için bahtiyardırlar. Yunan
andartları, Bulgar komitacıları Meşrutiyet sevinci içinde kardeş oluyorlar. Hristiyan halk yenilenen
Kanunu Esasî'nin "tabî oldukları din ne olursa olsun, bütün imparatorluk tebaası fark gözetilmeksizin
Osmanlıdır" diyen sekizinci maddesinden ötürü sevinmektedir.
Hele Fransa'da ne sevinç! Bütün cumhuriyetçiler kendilerine demokrasi ve hürriyette iltihak eden
(katılan) Türk kardeşlerinin bayramını kutluyorlardı. Kendi öz telkinimizi bulmanın hoşumuza gittiği bu
Türk ihtilâlinin sevinçli haberinin ilham ettiği safiyâne mısraları burada tekrarlamaya lüzum yoktur.
Fakat bu hareketin diplomatik sahada tesir ve yayılışı o derece kuvvetli idi ki, Abdülhamit'e çok bağlı
Almanya İmparatoru bile, iktidara gelişleri umumî bir teveccüh ile selâmlanan bu bahtiyar suikatçileri
tebrik etmekten kendini alamadı. Şüphesiz ki hükûmet reisi Kâmil Paşa tarafından açıklanan
programın bazı maddesi kapitülâsyonların muhtemel ilgasını bildirdiğinden yabancılar için gönül kırıcı
idi. Fakat dikkatli birkaç izan (anlayış) sahibi hariç, tebliğ safhası, geçirilen zaman ve felâketlerle
kazandığı gerçek ehemmiyetini bulamadı.
Yenilenen Türkiye'ye bir dostluk kredisi açılmıştı (1909). Bu evvelce olduğu gibi, idamlar sistemi
işlemeye başlayana kadan uzun aylar sürdü. Fazla olarak hükûmetler tereddütlü veya yorgun
cumhuriyetlerdeki kadar çabuk birbiri arkasından değişiyordu. Bir komite istibdatı, sultanın istibdatı
yerine dehşet saçıyordu. İstanbul örfî idare altına alınmıştı. Biriken bu hatalar, Selânik birliklerinin
müdahelesine sebep olan ve temsilî bir sultanla, Mehmet V ile değiştirilen Abdülhamit'in tasfiyesini
mazur gösteren bir tepkiyi tahrik ettiler (27 Nisan 1909).
Türk dahilî hayatı böylece karışmış iken, millî ihtirasın aniden alevlenmiş olduğu Balkanlar'da,
Temmuz 1908 ihtilâlinin neticeleri gelişiyordu. Türk milliyetçiliği tarafından yaratılan atmosferde, Sırp
ve Bulgar milliyetçilikleri canlanıyorlardı. "Avusturya, kendini rahatsız etmeyen Bulgar milliyetçiliği ile
bağdaşmazdı. Avusturya,Yugoslav kaynaşmasına son vermek için cüretkâr bir karar aldı: 5 Ekim
1908'de François-Joseph, 1878'de Avripa'nın muhafazasını kendine emanet ettiği Türk eyaletleri
Bosna Hersek'in ilhakını ilân etti. Daha önc, Avrupa'yla anlaşarak Prens Ferdinant, krallığa tahvil ettiği
(çevirdiği) prensliğinin istiklâlini ilân etmişti; kendini Bulgarların çarı ilân ettirdi" (J. İsaac)
Avusturya'nın kararı, başlangıcının tarihini belirtmemek ihmalcilik olabilecek olan Merkezî Avrupa
buhranını açıyordu.
Bu arada, Jön Türk hükûmeti, dahilî statüsüyle aynı zamanda haricî politikasını nafile tesbite
uğraşıyordu. Dahiliye nazırı Talât Bey, Selânik'te: "Rejimimizin, bütün teveccühlere rağmen, bekâsı
için hakiki bir desteğe ihtiyacı olduğundan kudret sahibi Üçlü İttifak'la bilhassa AvusturyaMacaristan'la ve dolayısıyla hem kuvvetinin hem teveccühünün kâfi delillerini bize göstermiş bulunan
Almanya ile sıkı bir dostluğu devam ettirmeye mecburuz," diye söylüyordu.
1911. "İhtilâl bitmemiştir. İhtilâli kazananların menfaatleri çekişmek için ihtilâfa (anlaşmazlığa)
düştükleri devredeyiz: Bu, Umumî Selâmet Meclisi veya İttihat ve Terakki dedikleri bütün mutlak
meclislerin âkibetidir". (René Pinon) Fakat bu dahilî karışıklıklar yanında haricî hadiseler harp
mantığına uygun olarak cereyan ettiler. Fas hadiseleri, Afrika toprakları için tamahı uyandırdı ve
bilhassa İtalya, Fransa Fas'a ve Almanya Kongo'ya yerleştiğine göre Trablus'u kapmanın saati geldiğini
düşündü. Jön Türkler, Trablus'u itibarları zedelenmeden bırakamazlardı. Harp, İtalyanlar Trablusgarp'ı
işgal ettiklerinde ilân edildi (7 Ekim 1911). Bir sene sonra Türkiye, Merkezî İmparatorlukların tazyiki
altında anlaşmaya mecbur oluyordu (Ekim 1912).
Fakat Türk-İtalyan harbi diğer harpleri hazırlıyordu. Bulgaristan Sırbistan'la (Mart 1912), sonra
Yunanistan'la ittifak ettiğinden, Karadağ Sırbistan'a yardım vâad ettiğinden, Rusya tarafından gizlice
muzaheret (yardım) gösterilen bir Balkan İttifakı Türklere karşı ortaya çıktı. Yunanlılar Selânik'e girer
iken, Türkler Kırkkilise'de (Kırklareli), Bulgarlar Kumanova'da Sırplar tarafından mağlûp edildiler.
Bulgarlar, İstanbul'a 30 km. mesafede, Çatalca'da, durdurulabildiler. Türkler, kendilerine Avrupa'da
yalnız İstanbul ve Boğazları bırakan Londra Sulh mukaddimatını (antlaşmasını) (30 Mayıs 1913)
imzaladılar. Bu mağlûbiyet saatinde ne Üçlü İttifakta ne de Küçük İtilâf'ta dostları kalmamıştı ve Pierre
Loti'nin sesi "Can çekişen Türkiye" için tek başına bir matem şakısı olmuştu. Birkaç ay sonra (1913
Aralığı) Alman generali Liman von Sanders Birinci Ordu Kumandanlığına getiriliyordu. Rusya'nın itirazı
üzerine, generalim görev emri Türk Ordusu Müfettişi olarak değiştirildi. 1914 Ekiminden itibaren,
Türkiye Dünya Harbi'nde Almanya yanında yer alıyordu.
1908 hadiselerinden çıkan Türkiye'yi Almanya'ya doğru sürükleyen karara, halâ iktidarda bulunan
İttihat ve Terakki Komitesini muhalefet eden Ahrar Fıkrasının veya İtilaf Partisinin veya tam ünvanını
vermek için saflarında Prens Sabahattin ve Lütfi Fikri'nin faaliyet gösterdiği, fakat Kâmil Paşa ve
gayrimüslim unsurlara dayanan Hürriyet ve İtilaf 'ın yarattığı ayrılıklar sebep olmuştu. Komite ve bu
muhalefet arasındaki mücadele gaddarlığın en feci şekillerine büründü: İtilâfçı Harbiye Nazırı Nazım,
askerî şöhretinin kinlerden koruyamadığı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, müteaddit defalar ilân
edilen bir örfi idare marifetiyle gazeteleri muntazaman kapatılan ve üstelik kötü muameleye maruz
bırakılan gazetecilere yapılan cinayetler. Tanınmış bir muharrir olan Hüseyin Cahid'in idare ettiği ve
komitenin resmî neşriyat organı Tanin de bu sansürden kaçınamadı. Sansürün darbeleri eski batı
usulüne göre önleniyor; kapatılan Tanin, Renin, İkdam, İktiham oluyordu.
Türk Robespierreliği rolünde ise muzaffer ihtilâlin uyanık subayı, maceralarda rütbeler alan, şimdi
paşa ve Sultan mehmet V'le hânedana damat olan Enver Paşa idi. Hakikatte Türkiye'nin harp
içerisinde muharip (savaşan) taraflardan birine katılmasına ve neticede sonuna karar veren de olur.
Enver, niçin Alman dostu oldu? Çünkü Almanya, Boğaziçi kıyılarında kudret ve kararı temsil
ediyordu. Rusya, ananevî düşman idi ve Fransa, İstanbul'da, prestijine yaramayan imtiyazlı bir saflık
havası içinde idi. Sarı kitap, Sadrazam Sait Halim'in, İtilâf temsilcilerine 4 Ağustos 1914'te "Babıâlî'nin
kâti bir bitaraflık gözeteceğini" temin ederken istifade ettiği bu saflığın izlerini taşır. Aynı ayın 8'inde
aynı teminatlar ve İngiliz donanmasından kaçan ve Boğaziçi'ne doğru yolda olan Alman kravüzörleri
Breslau ve Goeben'e Çanakkale Boğazı'nın kapatılacağı vaadi. 10 Ağustos 1914'te iki gemi Boğazlar'ı
aşıyor ve ertesi günden itibaren bir satış masalıyla Türk gemisi olarak maskeleniyordu. 11 Ağustos
1914'ten, İstanbul'la Rusya, İngiltere ve Fransa'nın bütün siyasî münasebetleri kestiği 31 Ekim 1914
tarihine kadar Türkiye, emperyalizmin yeni müttefikine cephane, işçi ve bahriyeli veren Almanya'nın
askerî müstemlekesi olur. Bu, İtilâf devletleriyle harbe, aynı zamanda mukaddes cihada hazırlıktır.
Kararı Talât, Cemal ve Enver paşalar takbik edecektir: Cemal Paşa İstanbul askerî valisidir, Talât Bey
dahiliyeyi, polisi idare eder ve bilâhare sadrazam olacaktır (Ocak 1917), üçüncüsü daha aldatıcı, daha
kurnaz, fakat asker olduğu için kendini Napolyon sanmak derecesinde mağrurdur. Bu triumvira,
ihtilâlin babası yaşlı Ahmet Rıza'yı ve intihar eden (1 Şubat 1916) Velieaht Prens Yusuf İzzetin'i
susturur. Bu arada kapitülasyonlar kimseye danışılmaksızın kaldırıldığında, zorla herşey
Türkleştiriliyordu. Ermenistan vak'alarına yeniden bir dönüş olduğu kendiliğinden anlaşılıyor.
Amerikalı Morgenhau'un tahkikatı benzeri görülmemiş bir dehşet bilânçosunu açıklıyor.
Aşırılıkları bu sert şekilde tezahür eden (beliren) milliyetçiliğin, başka propaganda tarzları da vardı.
Bilhassa, Hamdullah Suphi ve romancı Halide Edib'in beraberce çalıştıkları Türk Yurdu mecmuası ile
prensipleri açıklanan milliyetçilik, Türk Ocaklarını kuruyordu. Sultan bu gösterilere yabancı kalıyordu:
Çanakkale zaferine veya ordularının methine titrek bir elle manzumeler yazmakla iktifa ediyordu.
Büyük Harbin ve ona Türk iştirakinin (katılmasının) tarihini yeniden yazmanın yeri değildir. Sadece
tarihçilerin nasıl bir ihtimamla bu Türk iştirakini asgariye indirdiklerine işaret etmek münasip olur.
Fransa tarafından kini sürdürmek hiç temenni edilmemiştir: aksine, muharebelerin meşru şiddeti
içinde, Türk ruhunu belirten alicenaplık ve insanlık çizgilerine işaret etmekle iktifa edilmiştir.
Pekâlâ şimdi, harbin müsebbibi Jön Türkler hakkında maziye intikal etmiş bir meselede, nasıl bir
hüküm vermek lâzımdır? Mazeret mevzuubahs olmaksızın durumları başlı başına bir izahtır. Bu izah
nedir? Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden bütün unsurlardan kaygılanan vatanperverlikleri ve
imparatorluk Hristiyanlarının kurtuluş teşebbüsleri, İttihatçılar, Osmanlılık fikrini tutmuşlardı ve bu
mükellefiyeti taşıyabilmek için doğru bir mantıkla Abdülhamit'in İttahadı İslâmcı (İslâm Birliği)
politikasını yenilemek zorunda kalmışlardı. Böylece Arnavutlara, bir Hint-Avrupa dili için hemen
hemen kullanışsız olan Arap harflerini aldırmaya kadar gitmişlerdi.
İslâma, sırf vatanperverlik mülâhazasıyla dönüş, imparatorluk Hristiyan tebaasının hâmileri
(koruyucuları) İtilâf memleketlerine karşı Jön Türkler'in beslediği husumeti (düşmanlığı) yakından izah
eder. 1908 esaslarından uzaklaşmayı anlamaya imkân verir.
Jön Türk hareketinin nazariyatçısı sosyolog Ziya Gökalp, hareketin programını şu üç kelimeyle izah
etmişti: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (Batılılaşmak)! İslâmlaşmak! O zamandan beri
tasavvur edilen, devletin ve dinin ayrılmasına hiç benzemeyen bir şey!
Islahatlar, bilhassa tensikatlara (kısmalara) "idarî kadroların yeknesak, tertipli bir hâle getirilmesi için
tasfiyesi"ne hasredilmişti (ayrılmıştı). İki Meclis, namuslu ve usanmaz cethi nihayet
mükâfatlandırılmış Ahmet Rıza'nın riyasetinde (başkanlığında), devri sabıkın en bariz suistimallerine
son vermek mevzuubahs olduğunda birçok kanuna oy verdiler; fakat yenilerini yapmada çekingen
kaldılar. Dinî taassubu gücendirmek korkusu, eski alışkanlıklara şuursuz bir hürmetten bahsetmeksizin
Jön Türk ıslahatçılarının heyecanını sık sık dizginledi. Onların ve Mustafa Kemal'in icraati arasında ne
büyük fark! Birincilere bu dar hareket tarzını veren belki ve bilhassa bu mukayesedir (karşılaştırmadır)
ve şüphesiz ki İttihatçılar için bir intikal (geçiş) devresi insanları olmak mazeretini kabul etmek doğru
olacaktır.
Büyük bir şef bulmak talihine de eremediler. Belki büyük bir şef olma istidadından olan Mahmut
Şevket'in ömrü, yapabileceğini göstermek için vefa etmedi. Her biri yapı itibarıyla kısa boylu üçler
birtakım liyakatlere sahip idiler, fakat hiçbiri büyük çapta değildi.
Nihayet ilâve icap ederki, İttihatçılar, halk efkârının gözünde itibarlarını, iaşe rezaletleri ve
aralarından bazılarının bulaşmış bulunduğu gayrimüslimlere fena muamele ile kaybettiler. Bütün
dünyada olduğu gibi harp içerisinde yeni zenginler edinen Osmanlı rejimi diğer taraftan muhtelif
(çeşitli) idare işlerinden de zarara uğradı. Bir Kara Kemal'in icraati meşhur olarak kaldı. Feshine karar
vermek için, 1918 Ekiminde komitece yapılan son içtimada (Kongreye nazarî olarak bütün
salâhiyetlerin intikali) Talât Paşa, partisine isnat edilen vakıaların doğruluğunu mahzun bir eda ile
kabul etti. Bu icraatı önlemek niyetinde olduğunu ancak meselenin ahval ve şerait müsaade ettiği
zaman, daha ileride ortaya atılmasını teklif etti.
Meselâ Bahattin Şakir gibi bazı ittihatçılar, isimlerinin Ermeni kaliâmlarına karışmasıyla, kötü
gösterildiler. Komite bunları reddetmeyerek susmasıyla örtbas etti ve suçları üzerine almış oldu.
Bu sebepten ve başkalarından sönmeyen kinler, bu siyasî partinin idarecilerini takip edecektir.
Meşhur triumvira azalarının Asya ve Avrupa'da harpten bir hayli sonra feci şekilde öldürüldükleri göze
çarpacaktır. İttihatçı eski sadrazamlardan biri Prens Sait Halim ve Dr. Bahattin Şakir de aynı âkıbete
uğradılar.
Komitenin fırtınalı mukadderatının feci sonu, İzmir Suikastı davası ve komite azalarından dördünün
idama mahkûmiyeti oldu (26-27 Ağustos 1926). Bunlar arasında, memleketin merkezî imparatorluklar
yanında harbe girişine karşı itiraz etmiş bulunan nadir Jön Türklerden biri, Cavit Bey de vardı.
29 Eylül 1918'de Bulgaristan silâhları bıraktığında, Suriye'de General Allenby Kumandasında İngiliz
birliklerinin ilerleyişinden müteessir olan Türklerin daha uzun zaman mukavemet edemeyecekleri
belli oldu. Filhakika bir ay sonra, yeni Bahriye Nazırı Rauf Bey ve Akdeniz Müttefik Donanmaları Baş
Kumandanı Amiral Calthrope, Mondros körfezinde demirli Superb zırhlısında bir mütakere
aktediyorlardı.
General Franchet d'Esperey'in tasvibini getirmesi icap eden kuriye İngiliz hatlarında kaldığından,
İngiliz Amirali, Müttefikler adına, mütarekeyi yalnız olarak imzalamıştı. Müzakerelere, Kut el-Amarâ
(Irak cephesi) esiri, esaretinden beri Türklerin büyük dostu olmuş olan General Towshend'in
arabuluculuğu ile başlanmıştı.
Bu anlaşmanın başlıca hükümleri şunlardır: Boğazların serbestliği; ordunun terhisi ve harp
gemilerinin teslimi; Toros tünellerinin işgali; telgraf merkezlerinin kontrolu; ticaret gemilerinden ve
demiryollarından Müttefiklerce faydanılması; imha etmemek kaydı ile Müttefikler istediklerinde,
silâh, cephane, harp malzemesinin teslimi; Ermenilerle meskûn bir yerde kargaşalık patlak verirse
Müttefiklerin burayı işgal etmeleri.
Bir maddeyi, belki neticeleri itibarıyla en mühimi olanını ilâve etmek icap eder: Müttefikler,
emniyetleri için lüzumlu gördükleri bazı stratejik noktaları işgal etmek hakkını muhafaza ediyorlardı.
(7'nci madde)
Mütakere şartları, Türklerin derhal silâhsızlanması hususunda ısrar etmemekle, az şiddetli gibi
telakki edilebilirdi, fakat bu yumuşaklık bile hiç olmazsa mevzuubahs 7'nci madde kadar müstakbel
ihttilâflara gebe idi. Unutmamak lâzımdır ki, Fransa, eski bir Yunan dostu Clemanceau ve İngiltere
öfkeli bir Türk düşmanı Lloyd George tarafından idare edilmekte idi.
Mondros mütakeresi Ahmet İzzet Paşanın ve Mehmet IV (Vahdettin)'nın hükümdarlığı sırasında
imzalandı.
Aynı senenin temmuz ayından beri sultan olan bi ikincisi, saltanatı kısa süren Murat V dahil, diğer üç
selefi gibi Abdülmecit'in oğlu idi. Zeki, fakat karaktersiz bir insan idi.
Bütün Türklere yayılmayan bir gevşeme, harbi takip etti,fakat rehavet uzun sürmedi. Zaten harpten
mütessir olmuş memleketi yeni mücadeleler bekliyordu.
Türk halk efkârı, vatanın bölünmesinden bahsolunmasını istemiyordu, ancak bir manda ihtimalini
kabul ediyordu. Halbuki Müttefikler, hattâ harp sırasında taksimin şartlarını, İngiltere, Fransa, İtalya
ve Rusya arasında aktedilen 26 Nisan 1915 Londra anlaşması gibi ahitlerle (anlaşmalarla) tesbit
etmişlerdi. Bu tasarılardan ve parçalanmalardan bihaber bazı Türk gazeteleri, İngiliz mandasını övüyor
(bilhassa Alemdar), diğerleri 8 Ocak 1918 Reis Wilson beyannamesinin 12'nci maddesinin tesiri
altında kalmış, Amerikan tarafları idiler (İstiklâl). Ali Kemal, Rıza Tevfik, Sait Molla, Şeyhül İslâm
Mustafa Sabri'nin mensup oldukları bir İngiliz Dostları Cemiyeti bile kuruldu. Rahip Frew bu cemiyetin
kurulmasında mühim bir rol oynadı.
Fakat az sonra, Müttefikler mütakere hükümlerinin tatbikine geçtiler. Muahede (anlaşma)
hükümlerini tatbike kâfi derecede Türkiye'nin gayret etmediğini bahane ederek, Kasım 13'te,
İstanbul'a kadim (eski) başşehir Hristiyanlarının heyecan gösterisi ile istikbâl edilen (karşılanan)
donanmalarını gönderdiler ve aynı ayın 23'ünde General Franchet d'Esperey, Türklerin kalbinde
hatırası uzun zaman hüzünle kalacak olan muzafferane girişini yaptı.
Bu hadiseler, milliyetçi (İttihatçı) veya sırf vatanperver olsun kaynaşmanın tekrar uyanmasını, aynı
zamanda azınlık unsurlar arasında istiklâl emelinin yeniden doğmasını mukadder olarak tahrik edecek
veya hiç olmazsa şiddetlendirecekti.
Şu manalı olaylar zikre değer: Yunan Konsolosluğu tarafından asılan ve dalgın yolcuların hayret
bakışları altında Beyoğlu kaldırımlarını süpüren muazzam Yunan bayrakları ve camiye karşı muhtemel
bir hareketi önlemek için ihtiyaten Ayasofya'nın kubbeleri altında yatırılan Türk askelerinin nöbet
tutması.
Bu andan itibaren, Türk vatanının kurtulması için türlü cemiyetler kuruldu. Bilhassa merkezi
İstanbul'da, biri Erzurum'da ve bir başkası Harput'ta mümessillikleri olan Vilâyatı Şarkiye Müdafaaî
Hukuku Milliye Cemiyeti vardı. Bu cemiyetin başlıca sözcüsü meşhur Türk kitapseveri, Diyarbakır sabık
(eski) Defterdarı Ali Emirî Efendi idi. Gaye, Müslümanların göçünü önlemek ve Ermenilerin muhtemel
teşebbüslerine mukaveket etmek idi. Diğer cemiyetler, ademî merkeziyetçilikte bir çare veya daha az
kötülük görerek, infiratçılık isnadına (ayrılıkçılık suçlamasına) uğramak pahasına bölgeci gruplaşmalar
yaratıyordu. Edirne bölgesinde Trakya Paşaeli Cemiyeti veye Pontus müstakil devletini kurmak
istemelerinden şüphe edilen Rumların hareketine karşı savaşmayı tasarlayan, merkezi İstanbul'da,
Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyet gibi.
Ayrı ayrı unsurlardan mürekkep olan Osmanlılar, Türkler için yeni endiye mevzuları teşkil eden
muhtelif cemiyetlerde gruplaşıyorlardı. Pontus bölgesindeki faaliyetlerinden başka olarak, Rumların
İstanbul'da Patrikhanenin himaye ettiği yetişkinlere açık Mavri Mira izcilik teşkilâtı vardı.
Kürtler, bir yabancı kuvvetin himayesinde Kürdistan istiklâlini güden Kürt Tealî Cemiyetini
İstanbul'da kurdular. Diyarbakır, Bitlis ve Elâzığ'da (Harput) mümessillikleri vardı.
Tamamen Türk dahilî siyaseti bakımından, partilerin durumu, uğranılan mağlûbiyetle altüst olmuştu.
Fesh edilmiş İttahat ve Terakki Komitesi tarafından terkedilmiş hükûmet mevkilerini eski Hürriyet ve
İtilâf azaları ele geçirdiler; Peyam gazetesi ve daha sonra Mihranın yerine geçen Sabah'ın başyazarı
polemikçi Ali Kemal Dahiliye Nazırı oluyor (gerçekte kısa zaman için: Mayıs-Haziran 1919) Filozof Rıza
Tevfik'e de aynıyle bir vekâlet temin edildi.
Jön Türkler, bununla beraber iktidarı ele geçirmek ümidinden vazgeçmediler ve partinin yeni ismi
olan Tereddüt Fırkası altında tekrar toplanmaya teşebbüs ettiler. İngilizler, bu kaynaşmalara, başlıca
İttahatçıları (bu arada sürgün mektupları 1931'de neşredilen (yayınlanan) Ziya Gökalp'ı) hapsederek
ve sonra Malta'ya sürerek son verdiler. 16 sürgün Maltan'dan kaçmaya ve Avrupa'ya geçmeye
muvaffak oldu. (Sabık İaşe Nazırı Kara Kemal bunların arasında idi.)
Mütakereden sonra siyasî klüp veya cemiyet olarak, Hürriyet ve İtilâf (Reisi Albay Sadık Bey), Ferit
Paşa tarafından riyaset edilen, İngiliz tarafları Sulh ve Selâmet, Tealî-i İslâm Cemiyetleri vardı.
Türk Ocakları da kapatıldı, fakat İttihatçılar gizli olarak faaliyete devam ediyorlardı.
Böylece, İngilizler memleket üzerinde baskılarını daha fazla arttırmaya lüzum gördüklerinden politika
atmosferi bir hayli bulanık idi.
1919 Ocağından itibaren, Musul'u 3 Kasım'dan beri işgal altında bulunduran İnglizler Kilikye'da
(Adana, Maraş, antep) ve Urfa'da (eski Edes) yerleştiler. 7 ay sonra Suriye ile beraber bu mıntıkayı
Fransızlara bıraktılar. Fakat bu andan sonra Türkler, Mustafa Kemal Paşa tarafından tâyin edilen
muhtelif subaylar ve 3.300 kişi ile Mersin, Tarsus, Osmaniye mıntıkasında bir Adana cephesi
kurmuşlardı.
Esasen, Mütakerenin arifesinde Halep yakınında bulunan Katma'daki umumî karargâhında Mustafa
Kemal Paşa, Ali Cenaî Bey gibi mümtaz kimselere millî müdafaa çeteleri teşkil etmelerini tavsiye ve
onlara silâh tedarik etmişti.
29 Nisan 191'da İtalyanlar, 26 Nisan 1915 Londra anlaşmasına uygun olarak Antalya'yı ve
Anadolu'nun doğu-batı köşesini işgal ettiler.
Bu toptan işgaller haricinde İç Anadolu'daki muhtelif şehirlere Müttefik birlikleri giriyordu: Konya'da
İtalyanlar, Merzifon ve Samsun'a İngilizler, Bursa ve Balıkesir'e Fransızlar yerleşmişlerdi.
Müttefikler arasında tevali eden (süren) ihtilâflara ve muhtelif beynelmilel anlaşmazlıklara rağmen,
Türk arazisi üzerindeki bu el koyuşlar, şüphesiz, evvelden kararlaştırılmış bir plâna göre devam
ediyordu. Bununla beraber bunların halk efkârında, Türkiye'nin bütünlüğüne yeni bir darbe kadar
tesirleri katî olmuyordu. Müteşebbisleri tarafından ağır bir psikoloji hatası ile İzmir Yunanlılara işgal
ettirildi.
Vaziyetten iyi haberdar edilmeyen İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya başvekilleri içtimaında
(toplantısında), "Yüksek Meclis", Mütakerenin 7'nci meşhur maddesi gereğince, Yunanistan'ın İzmir'i
işgale salâhiyetli kılınmasına karar verdi. 14 Mayıs 1919'da İngiliz, Fransız, Amerikan ve Yunan
birliklerinden müteşekkil (oluşan) bir donanma ile Amiral Calthrope İzmir limanına girdi. Calthrope,
bu kararı XVII'nci Osmanlı Kolordu Kumandanlığına resmen tebliğ ve kumandanlığı muhalefet
etmemeye davet etti. Kolordu kumandanı İstanbul'dah talimat talep etti. Fakat âciz hükûmet, İngiliz
amiralinin tebliğinin Mütakere hükümlerine uygun olduğunu Harbiye Nezareti vasıtasıyla bildirdi.
15 Mayıs'ta sabahın saat 7'sinde, nakliye gemileri, Yunan Averof ve Limnos zırhlıları refaketinde
(eşliğinde), Albay Zafiriotis kumandası altındaki birliklerin çıkartmasına başladılar. Yunun askerleri
İzmir'in Ortodoks halkının alkışlarıyla karşılandılar. Bazı taşkınlıklar yapıldı. Türk askerleri serpuşlarını
(şapkalarını) çıkararak "yaşa Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyordu ve itaat etmeyi red eden bir Türk
subayı öldürüldü. İsmi Fethi Bey idi ve XVII. Kolordu askerlik şubesi reisi ve erkânıharp albayı idi.
Yunan torpitoları, Türk askerlerini getiren gemiler üzerine ateş ettiler, 30 kişiyi öldürdüler, 40 kişiyi
yaraladılar. 8 gün sonra, İzmir hinterlandı da böylece işgal edildi.
Silâhlı bir mukavemet imkânsızlığından, vatanseverler, Calthrope tebliği haberi üzerine derhal bir
Reddi İlhak Cemiyeti kurdular. Fakat Müttefiklerin Türkiye'ye karşı tuttukları politikaları için daha
endişe verici bir hadise hemen hemen aynı zamanda vuku buldu. Tam İzmir'in işgalinin ertesi günü,
16 Mayıs, Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'u Millî Mukavemeti idare etmek üzere Samsun'a gitmek için
terkediyordu.
Bu fevkalâde insanı okuyucuya takdim etmek sırası gelmiştir.
İKİNCİ BAHİS
MUSTAFA KEMAL
SAMSUN'A HAREKETİNE KADAR HAYATI
(16 MAYIS 1919)
Mustafa Kemal - Çocukluk ve tahsil seneleri - Askerlik mesleği - İlk muharebeler - Büyük harp
(Çanakkale, Kafkas cephesi, Filistin ve Suriye) , Mütakereden sonra.
"Şarkın uyanış tarihine, hadiselere tesir eden nafiz (seçkin) simalı yaratıcısının siluetini çizmeksizin
girmek imkânsızdır. Çok nadir ahvalde birbiriyle beraber olan iki vasıf, onda bir arada bulunmaktadır:
Askerî kumandanlık kabiliyeti, sivil teşkilâtçılık kudreti.
"Kuvvetli şahsiyetiyle Anadolu'nun şefi, değiştirdiği şark ruhu üzerinde derin tesir icra eder." (Berthe
Georges-Gaulis)
"Mustafa Kemal'in şahsiyeti bu son senelerin Türkiye tarihini baştan başa doldurur. Sultan ve
Babıâlî'nin ihanetiyle vicdanı isyan ederek İstanbul'u terkettiği, Osmanlı İmparatorluğu yerine bir millî
Türk devleti yaratmak için Samsun'a çıktığı günden beri olan askerî zaferler, siyasî ihtilâl, içtimaî
ıslahatlar (devrimler), hepsi onun kendi eseridir. O, her seferinde, her sahada ve ne kritik durumlarda
takip edilecek yolu çizmiştir; tatbik edilecek usul hakkında karar vermiş ve icrasını idare etmiştir.
Meclisin üstünde ve dışında milletine lüzumlu teşviki aşılamaya devam eden de odur. Evvelce savaş
meydanlarında ne idi ise, devletin başında yine öyle, bir hareket adamı, insan idarecisi olmak
istiyordu. Nutuklarında şatafatlı cümleler, sözlerinde değersiz, ağdalı hitabet yoktur. Lisanı sade,
samimî, gösterişsiz, herkesin anlayabileceği seviyededir. Ve görüldüğü gibi, tek bir ülkü onu tamamen
kavramıştır: Medeniyet. Mustafa Kemal'e göre Türkiye, Dünya'yı idare eden modern medeniyeti
kayıtsız, şartsız kabul etmeli, asrıyla beraber yürümelidir." (P. Gentizon. Mustafa Kemal ou L'Orient en
marche)
"Kemal, diktatörlüğe, benzerini söylemek çok güç olan, neticeleri zengin, kesin bir zaferin
kanatlarıyla ulaştı."
"Mustafa Kemal, tam bir istiklâlden faydalanan ve Osmanlı İmparatorluğunun en şanlı anlarından
sonra maruz kaldığı yabancı müdahalelerden masun görünen yeni Türkiye'yi ortaya çıkardı. Bütün
aşağılatılmalara tevekkülle katlanan ve büyük devletlerce taksimi kararlaştırılmış bir halktan en büyük
devletler tarafından tam itibarla muamele edinen bir millet vücuda getirdi. Hürriyete alışmış olmayan
bir halkın, kurtarıcısının elleri içine bütün kudretleri vermesine nasıl hayret etmemeli?"
"Mustafa Kemal, bir sulh idaresi ile 12 harp ve felâket senesinin yaralarını iyileştirmekle iktifa
etmedi. Bir doğu halkında asla görülmemiş en derin ihtilâli Türkiye'de yaptı: Hilâfeti kaldırdı ve onu
uzun zamandan beri temsil eden Osmanlı hanedanını memleket dışına çıkardı; dinin devlet işlerine
karışarak idarenin temelini teşkil ettiği bir memlekette onu devletten ayırdı; esastan dine bağlı bir
halktan, kökten lâik bir millet yaptı."
"Gelenekler düzeninde ortaya attığı devrim, din alanıdaki kadar deri ve tamdı." (F. Cambo)
Mustafa Kemal, kaderini herkesten çok mîrasa veya irsiyete dayanmadan kendi eliyle yoğurdu. Anası
ve babası, mütevazi kimselerdi; Arnavutluk'un Sırbistan'a yakın bir yerinden, Mustafa'nın 1880'de
doğduğu Selânik'e gelmiş Türklerdi. Babası, Ali Rıza Efendi, liman müdürlüğünda önceleri memur oldu
ve bilâhare kereste tüccarlığı yapmak için idareden ayrıldı. Genç yaşta öldü ve küçük Mustafa, Güney
Arnavutluk'un mütevazi bir çiftçisi ile bir Makedonyalı'nın kızı olan annesi Zübeyde Hanım tarafından
büyütüldü. Zübeyde Hanım, ikinci oğlu Mustafa'da benzeri görülecek kuvvetli karakteriyle, iyi çiftçi
neslinden bir ev kadını idi. İlk oğlu doğumda ölmüştü. Mustafa'nın küçüğü, Makbule adında bir de kızı
vardı.
Babanın ölümünden sonra aile, Selânik yakınında Lazaran'da Zübeyde Hanımın çiftçi kardeşi yanına
çekildi ve Mustafa Kemal, Selânik'te oturan teyzesinin yanına gönderilesiye kadar bir küçük çiftçi
çocuğunun sıhhatli hayatını yaşadı. Teyzesi onu Şemsi Efendi ilk okuluna kaydettirdi. Öğretim, burada
yeni programlara göre yapılmakta idi. Mustafa Kemal, sonra mülkiye rüştiyesine kabul edildi ise de
orduya karşı sevgisinden ve o zamandan tezahüre (belirmeye) başlayan hür mizacından (kişiliğinden),
okulu haksız bir cezadan dolayı terketti ve kendi arzusu ile Askerî Rüştiyeye kaydoldu. Müstesna
kabiliyetleri, burada hocaları ve bilhassa matematik hocası Yüzbaşı Mustafa Efendi tarafından fark
edildi ve bu, sınıf çavuşu veya müzakereci seçilmesini temin etti. İşte kendisiyle aynı ismi taşıyan bu
subaydandır ki, Arapçada olgun manasına gelen Kemal ismini aldı.(Mustafa, Peygamber'in
isimlerinden biri olup seçkin manasına gelmektedir.)
Mustafa Kemal, bundan sonra, 17 yaşına Manastır Askerî İdadîsine geçti. Bu sıralarda Türkiye
Yunanistan'la harp halinde idi. Mustafa Kemal, bu andan itibaren ihtilâlci fikirleri benimsedi ve
dominiken rahiplerinin vermekte olduğu Fransızca derslerinden faydalanarak Rousseau ile Voltaire'in
eserlerini Ohrili yeni dostu Fethi Bey ile okumaya başladı. Tatillerini Selânik'te geçiriyordu, fakat
annesi Zübeyde Hanımın yeniden evlenmiş olduğu üvey babası Rodoslu zengin tüccarla
geçinemiyordu.
İmtihanlarını parlak bir şekilde vererek, 20 yaşında Manastır'dan ayrıldı ve asteğmen rütbesiyle
İstanbul'a geldi; Pangaltı'daki Harp Okuluna, daha sonra da bu okulun kurmay sınıfına girdi.
matematiğe karşı temayülü (ilgisi) gitgide artıyordu. Güzel konuşan bir hatipti, arkadaşlarına ihtilâlci
mevzularda nutuklar verir ve siyasî makaleler hazırlardı.
Harp Okulu talebeleri ihtilâlci bir cemiyet kurduklarında, Mustafa Kemal, neşrettikleri el yazması
gazeteye hararetle yardım etti.
Harp Okulundaki siyasî toplantılar Askerî Tedrisat Umum Müdür İsmail Hakkı Paşa tarafından yasak
edilince, talebeler toplantılarını dışarıda yapmaya başladılar. Mezuniyet imtihanlarından sonra
Mustafa Kemal, bu toplantıların idaresini ele aldı ve annesinin gönderdiği harçlıklarla gizli bir yer
kiraladı.
Sultanın hafiyeleri tarafından bu toplantıların ihbar edilmesi gecikmedi ve Kurmay Yuzbaşı ünvanı
kendisine tanındığı gün (29 Kasım 1904) tevkif edildi. Yıldız Sarayındaki Tahkik Komisyonuna
arkadaşları ile beraber götürülen Mustafa Kemal, hapse mahkûm oldu ve burada üç ay kaldı.
Müteakiben, İsmail Paşa tarafından tekdir edildikten sonra Suriye'ye sürgüne gönderildi.
Suriye'de Mustafa Kemal, asî Dürzülere karşı yapılan seferlere iştirak etti. Şam'a döndüğünde ihtilâlci
faaliyetlerine devam etti ve Harp Okulundan arkadaşı Lütfi Müfit ile beraber "Vatan ve Hürriyet" adını
verdikleri gizli bir cemiyet kurdu.
Hakikî ihtilâlci merkezin Selânik olduğunu takdir ederek, kısa bir tatilden, değişik kıyafette Yafa'ya
geçmek için istifade etti. Buradan Mısır, Atina yoluyla Makedonya'ya geçti. Selânik'te annesinin
evinde barınır, arkadaşları vasıtasıyla garnizon değiştirme işini temine çalışırken, İstanbul'dan derhal
tevkifi için emir çıkarıldı. Fakat, o sırada Selânik Merkez Kumandanlığı muavini (daha sonra Dahiliye
Vekili), Vatan Cemiyetine aza olmuş olan Cemil Bey bunu önledi ve kaçması için zaman bıraktı.
Selânik'te bulunalı dört ay olmuştu. Yafa'ya döndü ve ilk firarında kendisine yardım eden liman
kumandanı Ali Bey, bir üniforma tedarik ederek ve Gazza'ya göndererek bir defa daha yardımına
koştu. Bundan sonra Ahmet Bey, Mustafa Kemal'in Suriye'den hiç ayrılmamış bulunduğunu ve halen
Gazza'da olduğunu bildiren bir rapor hazırladı. Mustafa Kemal'in takibinden vazgeçildi.
1907 Eylülünde, o zamanlar kolağası bulunan Mustafa Kemal, ileri fikirlere kazanılmış muhtelif
subaylarla teması sayesinde, vazifesini Manastır'a naklettirmeye muvaffak oldu. Tayin yerine
gidemedi; Üçüncü Kolordu Kumandanı bir askerî teftişte kendisini beğenerek Selânik'te kurmay
olarak alıkoydu. Orada tekrar dul kalan ve rahat bir hayat sürecek kadar geliri olmayan annesini
buldu. "Vatan ve Hürriyet"in bir şubesini Selânik'te kurmayı yeniden denedi. Fakat burada yerleşmiş
bulunan İttihat ve Terakkinin yeni teşebbüslere serbest bırakmadığını ve mahallî ihtilâl faaliyetini
merkezîleştirdiğini farketti.
Mustafa Kemal, İttihatçılarla anlaşamıyordu. İttihatçıların teşkilâtları ve aralarında dereceleri vardı
ve sadece meslekî ve askerî inzibat tanıyan Mustafa Kemal, kendinde bir maiyet adamı değil, bir şef
istidadı seziyordu. Cemal Bey için müphem (gizli) bir sempatisi vardı, diğerleri için ise başta Enver
olmak üzere hiçbir sempatisi yoktu. 1908 ihtilâlinin patlak verdiği güne kadar, onların hoşuna gidecek
birşey yapmadı, bu şekilde hadiselerden uzak kaldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti erkânının itibarını
sarsan kargaşalıktan itibarı lekesiz çıktığı için bahtiyar bir anlaşamamazlık!
Mamafih Mustafa Kemal, İttihatçı harekete, 1909 Nisanı isyanının (31 Mart) bastırılmasında iştirak
etmiştir: Mahmut Şevket Paşa, 2 ve 3. Kolordularla İstanbul üzerine yürürken, bu birliklerin öncüsü
olan I. Tümen Kurmay Başkanı Mustafa Kemal idi.
1910'da Mustafa Kemal Fransa'da kısa bir müddet kaldı: Pikardi manevralarına giden Ali Rıza Paşa
heyetine dahil bulunuyordu. Bu vesiyleyle Gazi'nin, Fransa'daki bu ikametini ve Fransa ülkesinin
erdemlerini asla unutmadığını söylemek mümkündür.
Bundan sonra tamamen meslekî vazifelerine döndü ve 3. Kolordu eğitim merkezinde ve kurmayında
vazifelerini parlak şekilde başardı. Fakat manevralarda, gezilerde ve harp oyunlarında yaptığı tenkitler
amirlerinin hoşuna gitmiyordu ve bu sebeple kendisinden, Selânik'te 38'inci Alay Kumandanlığını
vererek kurtulmak çaresine başvuruldu. Orada da çok muvaffak oldu ve arkadaşları, maiyeti nezdinde
itibarı arttı. Orduyu isyana teşvik ettiği bahanesiyle, Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa onu
Selânik'ten çağırttı ve payitahttaki Genel Kurmaya tâyin etti.
Bu arada yükselen şöhretinden, kendisine siyasî bir mevki yapmak için istifade etmeyi denedi ise de
hemen bundan vazgeçti. Siyaset hoşuna gitmiyordu ve siyasetin icap ettirdiği teşebbüsleri
istemeyerek yapıyordu. Siyasetten, gönlünün daha hoşlandığı bir iş için vaz geçiyordu.
1911'de İtalya Trablus'u işgal etmişti. Vaktiyle kısa bir vazifeyle burada bulunmuş olan Mustafa
kemal, birkaç arkadaşıyla Anadolu, Suriye ve Mısır'ı trenden ve eline geçen her vasıtadan
faydalanarak aşıp ikinci defa Trablus'a vardı. İskenderiye'deki İngiliz kumandanının ihbarına rağmen
hududu, hudut subayı Mısırlının yardımı ile geçebildi. İlk rastladığı birlikler, Tobruk mevziini tutan
Halepli Etem Paşa kuvvetleri idi. Bu birlikleri taarruza kaldırmaya karar verdi. Trablus'ta Türklerin ilk
muvaffakiyeti bu oldu. Tobruk'ta binbaşılığa terfini öğrendi.
Daha sonra Derne kuvvetleri kumandanlığına tayin edildiğinde, kendisinden daha genç olmasına
rağmen kumandan olan Enver'in emri altında bulundu. Mizaçları çok farklı bu iki insan, birbirlerine
ısınamadılar. Mustafa Kemal bir seneden beri Derne'de idi ki, daha vahim endişelerTrablus harbini
ikinci plâna geçirdi.
Balkan devletleri Türkiye'ye saldırmıştı: Mustafa Kemal, İstanbul'a Mısır, Fransa, Avusturya,
Romanya yolu ile gelebildi. Ümitsiz bir durum buldu: Osmanlı İmparatorluğu, Balkanları Rauf Bey
kumandasında bulunan Hamidiye'nin Karadeniz'deki baskınları hariç, bir muvaffakiyet tanımaksızın
kaybediyordu Selânik, Mustafa Kemal'in doğduğu şehir, Yunanlıların eline geçmişti. Bir mülteci
(göçmen) kampında bulunan ihtiyar, perişan annesi ile kızkardeşini aramaya gitti. Onları alıp
İstanbul'a yerleştirdi ve Gelibolu yarımadasında Bolayır hattını tutan bir hücum tümenine kurmay
başkanı olarak iltihak etmek üzere hareket etti. Bu birlik, bilâhare Edirne'nin kurtulması harekâtına
iştirak etmiştir.
Mustafa Kemal, Balkan harbinden sonra yarbay oldu. Enver'le ve İttihatçılarla münasebetleri,
Enver'in Liman von Sanders'i Türk ordusunu yeniden teşkilâtlandırma heyeti reisliğine atanmış
olduğunu öğrenince daha gerginleşti. Almanya'nın, memleketine bu el koymasını netice almaksızın
protesto etti. İttihatçılar, Mustafa Kemal'i rahatsız edici bulduklarından Sofya'ya askerî ateşe tâyin
ederek uzaklaştırdılar; Sofya'da Türk elçisi olarak dostu Fethi Beyi bulacaktı. Bulgaristan'da ikameti
sırasında, Mustafa Kemal, imkânları nisbetinde Babıâlî'nin bu harbe karışmasına mani olmaya
çalışarak dikkate değer bir ileri görüşlülük gösterdi. Almanların Paris üzerine yürüyüşlerinde dahi bu
harbin tahripkâr neticelerinden Türkleri korumaya uğraşıyordu.
Mustafa Kemal, bir kumandanlık elde edebilmek için çabalıyordu, Sofya'da 1914 Aralığa sonuna
kadar kaldı.
Kafkas cephesine gitmiş olan Enver'in yokluğunda nihayet bir kumandanlık elde etmeye muvaffak
oldu. Bu kadroları bir hayli eksik 19. Tümendi (1). Tümeni kurmaya, teşkilâtlandırmaya ve kendisine
büyük kıymet veren Liman von Sanders'in teşebbüsü ile Tekirdağ'dan Maydos'a naklettirmeye
muvaffak oldu. Aynı bölgeye bir albayla ikinci bir tümen gönderildiğinden, Maydos kesimi bu albayın
emirleri altına girdi ve Mustafa Kemal, birliğiyle Müttefiklerin Gelibolu yarımadasına çıkartma tarihi
olan 25 Nisana kadar kaldığı Bigalı köyüne yerleşti. İngilizlerin Arıburnu'na karşı teşebbüs ettikleri
beklenmedik hücumu soğukkanlılığı, karar verme kudreti, bir nevi seziş kabiliyeti sayesinde
muvaffakiyetsizliğe uğratmasını bilen, işte bu Mustafa Kemal'dir. Avustralya ve Yeni Zelanda (Anzak)
kuvvetlerinin ilerleyişini durduran ve cephelerini tesbite zorlayan da odur.
19 Mayıs 1915'te Miralay oldu.
Gene 6-9 Ağustos günlerinde Suvla koyuna çıkartma yapan İngiliz ordusunun Anafartalar'ı geriden
almak ve Arıburnu cephesini çökertmek için tasarladıkladı çevirme hareketini Kabatepe, Kocatepe ve
Conkbayırı mukabil taarruzu ile önleyen de Mustafa Kemal'dir.
Mustafa Kemal, Çanakkale'nin hakiki müdafii oldu. Müttefik kuvvetlerinin çekilmesi üzerine Kafkas
cephesine gönderildi ve Diyarbakır'da iken hak ettiği mirliva rütbesini kazandı. Albay İsmet, Kurmay
Başkanı ve General Kâzım Karabekir kumandan vekili idi.
7 ve 8 Ağustos 1916'da Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u hatları dağılmaya başlayan Ruslardan geri
aldı. Rusların bozgunu, bu çevrede malzeme ve teçhizat bakımından feci durumda olan Türkleri büyük
bir sıkıntıdan kurtardı.
Tehlike geçince, Mustafa Kemal, cephenin bu kısmında alâka çekici birşey görmemeye başladığı
sırada Hicaz seferî kuvvetleri kumandanlığına tâyin edildi. Kâzım Karabekir Paşaya Kafkasya Ermeni
askerî birlikleri ile uğraşması işini tevdi ederek (1917) Suriye'ye gitti.
Şam'da Başkumandan Vekili Enver'le bir mülâkat yaptı, Suriye cephesini takviye için Hicaz'ı
boşaltmayı tavsiye etti; fakat görüşünü kabul ettirmeye muvaffak olamadı ve bu mülâkat sonunda 2.
Ordu Kumandanlığına tâyin edildi.
Az sonra General von Falkenhayn'ın kumanda ettiği ve Bağdat'ı geri almak vazifesi verilecek olan
Yıldırım Ordular Grubuna bağlı 7'nci Ordu Kumandanlığının kendisine tevdiine karar verildi. Mustafa
Kemal, tahakkukunu imkânsız gördüğü bu projenin terkini talep ederek ileri görüşlülüğünün yeni
delillerini vermiş oldu.
Alman generalinin Arap kabileleri için tasarlamış olduğu siyaseti, Türkiye'nin dahilî işlerine bir
müdahale telâkki eden Mustafa Kemal'i öfkelendiriyordu. Ayrıca bazı askeri harekât projelerini de
tasvip etmiyordu. Düşüncelerinden vazgeçirmeye çalışmadan başka, her vasıtadan istifade ederek
onu ezmeye uğraşan von Falkenhayn ile arasında vahim anlaşmazlıklar patlak verdi. Nihayet Mustafa
Kemal, o sıralarda Halep civarında bulanan 7'nci Ordu Kumandanlığından istifasını gönderdi.
Vak'alar Mustafa Kemal'in ileri görüşlülüğünde bir defa hak verdi. Irak seferini iyi bir sonuca
ulaştıracak imkansızlık karşısında, Yıldırım Grubu, von Falkenhayn tarafından Filistin'e alındı.
İstifasını takiben, Mustafa Kemal 2. Ordu Kumandanlığına yeniden tayin edildi ise de buraya
dönmeyi kabul etmedi. İtibarı zevale (yok olmaya) başlayan Enver Paşa ısrara cesaret edemedi ve asi
komutana izin vererek işin içinden çıktı ve sonra 1918 Haziranında, Veliaht Vahdettin'in, Alman Genel
Karargahına seyahatinde, Mustafa Kemal'i ona refakat etmekle vazifelendirerek merkezden
uzaklaştırmayı münasıp gördü. Üç aylık hareketsizlikten bıkkın Mustafa Kemal,bu görevi kabul etti.
Hatıralarında, Almanların fikrince Türk misafirlerini oldukça tesir altında bırakması icap eden bu
seyahatin kısa, fakat meraklı hikayesi vardır. Bu hatıralarda, Guillaume II'nin kabulü ve Hindenburg,
Lüdendorff ile karşılaşmalar yazılıdır. Mustafa Kemal, resmen ilan edilmiş askeri nikbinliğe
(iyimserliğine) iştirak etmediğini kimseden gizlemedi. Müstakbel sultanla durumun düzeltilmesinde
ona yardım için boş yere anlaşmaya çalıştı.
Bu seyahatten sonra tedavi için gittiği Karslbat'ta, Temmuz 1918'de Mehmet V'in ölümünü öğrendi.
Yeni sultan, Mustafa Kemal'i getirtti ise de bu kere hiç anlaşamadılar. Enver, Mustafa Kemal'in Erkanı
Harbiye Reisliğine çağrılan Fevzi Paşanın yerine 7. Ordu (Karargahı Nablus'ta) Kumandanlığına tayinini
istedi. Damat Başkumandan Vekilinin kışkırtması ile Mustafa Kemal için 8. ve 2. ordular arasında
mekik dokumalar yeniden başlıyordu.
Mustafa Kemal'in iki kolordusuna İsmet ve Ali Fuat paşalar kumanda etmekte idiler. Başkumandan
ise, von Falkenhayn'in yerine gelen Mustafa Kemal'in eski dostu Liman von Sanders'ti.
Filistin'de durum vahim denilecek derecede karışıktı. Faysal'ın Araplarıyla hırpalanan, Albay T.E.
Lawrence'in baskınlarına maruz Türkler, cepheyi zor tutuyorlardı. 20 Eylülde İngilizlerin taarruzu
esnasında Mustafa Kemal'in ikazlarını nazarı itibare almamak hatası işlendi. Cephe çöktü ve Mustafa
Kemal, toptan bir hezimeti önlemek için bütün enerjisini kullanmaya mecbur kaldı. Umumi panikte
bütün mesuliyeti üzerine alarak Halep üzerine çekilişte ve bu arada hazırlattığı ikinci bir hat üzerinde
nizamı kurmaya muvaffak oldu. (Umumi karargahı Halep kuzeyinde Katma'da)
Bu anlarda büyük İttihatçı şefler, Türkiye'yi kendi kaderine bırakıp memleketi terkediyorlardı.
Liman von Sanders ve Alman subayları, mütakere günü cepheden gittiler. Mustafa Kemal, imkan
nisbetinde teşkilatlandırmış olduğu birliklerle cephede tek kumandan olarak kaldı. Aynı tarihte,
Yıldırım Ordular Grubu ve gruptan ne kaldı ise onun başkumandanı oldu. Muhasemat sona ermişti.
Buna rağmen Sadrazam İzzet Paşanın emirleri hilafına İskanderun'u İngilizlere vermeyi reddetti.
Umumi maneviyat bozukluğu arasında, uzakta, Suriye'de Türk şerefinin halası (kurtuluşu) için
çalışırken, İstanbul çevreleri onu unutmaya karar vermişe benziyorlardı.
Arkadaşlarından çoğu, daha gözde olanları İzzet Paşa kabinesine girmişlerdi. Albay İsmet Bey
Harbiye Nezareti müsteşarı olmuştu (22 Kasım 1918) Fevzi Paşa, Rauf, Fethi beyler hükumet azası
idiler.
İzzet Paşa tam istifa ettiği anda, Mustafa Kemal'i telgrafla İstanbul'a çağırdı. Beraberce İngiliz
taraftarı Tevfik Paşa kabinesini devirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. Mustafa Kemal'in
ikaz ve gayretlerine rağmen Meclis yeni sadrazama itimat beyan etti ve sultan da bu suretle hem
ondan yakasını kurtardı, hem de Mustafa Kemal'in tenkitlerinden sıyrılmış oldu.
Mustafa Kemal'in bu vesile ile huzura kabulü ise Mebusan Meclisinin kapamasına sebep olmakla
itham edilmesine imkan verdiğinden kendine zararlı olmuştur (21 Aralık 1918). Sultan, bu arada
sadrazam olarak bir başka İngiliz taraftarını, Damat Necip Paşanın dulu Mediha Sultan'ın kocası, üvey
kardeşi Damat Ferit Paşayı tayin ediyordu.
Böylece eski Bizans, büyük itibarı ve dokunulmaz askeri zaferleri temsil eden bu insanı
tanımamazlıktan geliyordu. Şu halde İstanbul'da müessir bir şekilde muvaffak olamazdı. İttihatçılar
gibi Hürriyet ve İtilafçıların da onu istemedikleri açıkça görünüyordu. Şüphesiz ki, bu anda vatanın
selametinin başka yerde, Anadolu'da onu beklediğini anladı.
Dikkate en çok çarpan husus, sultanın kendi kaderini kendi eliyle hazırlamasıydı. Aynı zamanda
sultan, hünkar yaveri olan Mustafa Kemal'in bütün telkinlerini reddetmişti. Bununla beraber,
zihinlerin bulanmasının endişe verici bir mahiyet almaya başladığı Anadolu'da nizamı kurmayı
Mustafa Kemal'e vazife olarak vermeyi düşündü. İngilizlerin hoş görmemelerine rağmen, Mustafa
Kemal, şahsında Enver'in ve İttihatçı şeflerin muazırını (karşısında) gören Damat Ferit'in tavsiyeleriyle
bu vazifeye seçildi.
İzmir'e Yunan çıkartması günü 3. Ordu Müfettişliğine tayin emrini alıyordu. Bu iki hadise arasında,
çıkartma ve tayinde bir tarih tesadüfü vardır; fakat birçok Türkün olduğu gibi İzmir kaybının Mustafa
Kemal'in kararlarında ağır bastığı muhakkaktır.
16 Mayıs'ta İstanbul'u terkediyor.
19'da Samsun'a çıkıyor.
Bu tarihten sonra Türk milli mücadelesi başlıyor.
Milli kahraman o sıralarda 39 yaşında idi.
ÜÇÜNCÜ BAHİS
MİLLİ MÜCADELE
Muhtelif Milli cepheler - 1919 Mayısında nizami Türk Ordusu - Kemalist hareketin başlangıcı Erzurum Kongresi - Sivas Kongresi - Milli Kuvvetlerin Reisi olarak Mustafa Kemal'in çalışmaları - Son
Osmanı Mebusan Meclisi ve İstanbul'un Müttefikler tarafından işgali.
Müttefikler, Yunanlılar da dahil, Türkiye'de işgal mıntıkalarını genişletmişlerdi. Zaten bir hayli uzamış
olan Mütakere, daha da devam edeceğe benziyordu. Bu sebeptendir ki, Müttefikler emniyet
tedbirlerini almaya devam ediyorlardı. Bu vesile ile Fransa ile aktedilen anlaşmaya dayanarak (22
Mayıs 1919), İngiltere'nin Filistin, Mezopotamya (Irak) ve petrol mıntıkası Musul'u da işgal ettiğini
ilave edelim.
Türkiye'de yabancı işgal kuvvetlerinin mevcudu, Tarih kitabına göre (Cilt IV, sayfa 30) şu şekilde
dağılmıştı:
İngilizler
İstanbul mıntıkası. 30.000
Çanakkale kesimi 3.000
Anadolu demiryolları 5.500
Musul kesimi 3.000
41.500
Fransızlar
İstanbul ve Çatalca mıntıkası .24.000
Çanakkale kesimi 4.000
Şark demiryolları (Trakya) 1.000
Klikya (Adana, Mersin, Tarsus, Urfa,
Maraş, Antep) 20.000
49.000
İtalyanlar
İstanbul mıntıkası .3.900
Antalya, Isparta, Söke, Muğla, Finike 12.000
Afyon Karahisar, Konya ve Akşehir. 1.500
17.400
Umumi yekun 107.900
Bu miktara İzmir ve havalisi Yunan işgal kuvvetlerini ve öteye beriye dağılmış Müttefik birliklerini de
ilave etmek icap eder.
Türklerin ise sadece, nizami orduda kalandan başka Mütarekeyi takiben kurulan müteaddit birlikleri
vardı. Bunların faaliyeti muhtelif cephelerin teşekkülüyle neticelendi ise de bu cephe tabiri mütecanis
ve devamlı bir mukavemet hattı manasını ifade etmiyordu.
Samsun'a vardığı andan itibaren, Mustafa Kemal, bu dağınık iyi niyetli insanları cesaretlendirmeyi ve
kabil olduğu kadar sevk ve idareyi vazife edindi.
Batıda Yunanlılara karşı en mühim birlik, halen Meclis Reisi Albay Kazım (Özalp) ve Yarbay Ali'nin
(Çetinkaya) (Afyon Mebusu) kumanda ettiği 61. tümendi. Bu sonuncusu, 28 Mayıs 1919'da Ayvalık'ı
işgal etmiş bulunan Yunan kuvvetlerine silahlı mukavemetinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Bursa ve civarında silahlı 1000 kişi toplanmıştı. Haziran ve temmuzda bazı birlikler, maneviyatları
bozularak dağılmaya başladılar. Mustafa Kemal bunları toplayarak teşkilatlandırdı ve Bahriye
Nazırlığından istifa ederek Milli Mücadele'ye katılan Rauf Beyin yardımı ile bu kuvvetleri birleştirdi.
Güneyde Toros ve Amanos geçitlerini 20 Ekim 1921'e kadar tutan Adana cephesi kuvvetlerinden ayrı
olarak Kozan ve Osmaniye'de cepheler kuruldu. Bu mıntıkadaki gerillalara yüzbaşı Osman Nuri (Tufan)
ve yüzbaşı Salim (Yörük Selim) kumanda ediyorlardı. Bu kimseler, bizim bu mıntıka Ermenilerinden
kurmuş olduğumuz birliklerle savaştılar ve daha sonra 14 Kasım 1921'de Kozan'ı aldılar. Maraş, Urfa
ve Antep mıntıkalarında olanlardan, daha ileride bahsedeceğiz.
Kuzeydoğuda Türkiye'yi taksim planlarının tatbikine, Bolşevikleşmiş Rusya'nın, 16 Şubat 1916 İngiliz,
Fransız, Rus anlaşmasının temin ettiği imkanlardan faydalanmak istememesinden, geçilememişti (1).
Rusların, bu mıntıkada, mezkur anlaşmaya göre işgal edeceği yerleri, eski Türk hududu kuzeyinde
İngilizlerin yardımı ile kurulan genç Ermeni devleti almıştı.
Dolayısıyla, burada da bir Türk cephesi, hem de her taraftan daha kuvvetli ve nizamlı, General Kazım
Karabekir tarafından kumanda edilen bir harp cephesi vardı. Silahtan tecridi, müttefik kontrol
subaylarının talebine rağman reddedebilecek kadar silahlı kuvveti bulunuyordu.
Şu halde özet olarak, üç milli mukavemet cephesi olduğu söylenebilir: Biri batıda Yunanlılara karşı,
ikincisi güneyde Fransız ve Ermenilere, üçüncüsü ise kuzeydoğuda Ermenilere karşı. Güneybatıda
İtalya işgaline karşı bir cephenin mevcut olmadığı görülmektedir.
Mustafa Kemal Samsun'a çıktığında Türkiye'de silahlı kuvvet olarak 50.000 kişi kalmıştı. 3. Orduya,
daha doğrusu Ordu Müfettişliğine ayrılmış bulunan bu kuvvetlerin dağılış tarzı şöyle idi:
Birinci Ordu : İstanbul, Fevzi Paşa, 4 kolordudan müteşekkil
17'nci Kolordu : İzmir cephesinde, Ali Nadir Paşa
14'üncü Kolordu : Bandırma, Yusuf İzzet Paşa
25'inci Kolordu : İstanbul, Sait Paşa
1'inci Kolordu : Edirne, Cafer Tayyar Bey
İkinci Ordu : Konya, Mersinli Cemal Paşa, iki
kolordu
12'inci Kolordu : Konya, Fahrettin Bey
20'inci Kolordu : Ankara, Ali Fuat Paşa
Üçüncü Ordu : Erzurum, Mustafa Kemal Paşa,
iki kolordu
3'üncü kolordu : Sivas, Refet Bey
15'inci Kolordu : Erzurum, Kazım Karabekir Paşa
Bundan maada (başka) Diyarbakır'da Cevdet Bey kumandasında 13'ünca Kolordu müstakil, gerçekte
doğrudan doğruya İstanbul'a bağlı olarak bulunmakta idi.
Bütün bu birliklerin sadece isimleri veya pek az mevcudu vardı. En kesif (yoğun) birlik Mustafa
Kemal'in emrinde bulunan, evvelce bahsettiğimiz Kazım Karabekir Paşa'nın 15'inci Kolordusu idi.
Üçüncü Ordunun kumandasını alır almaz (19 Mayıs 1919) Mustafa Kemal diğer iki ordu kumandanlığı
ile temasa geçti.
Samsun'da bulunan İngiliz kuvvetlerinin ve Entellijans Servisinin nezaretinden kurtulmak için
Mustafa Kemal, önce Havza'ya, sonra sahilden daha içeride Amasya'ya geçti.
İstanbul'da Damat Ferit Paşa hükumetinin tasvip ve teşviki ile Yüksek Müttefikler Meclisinin sert
kararlarını önlemek hususundaki boş ümidine göre basında ve sokakta şöyle böyle bir kaynaşma
ortaya çıkarken, Fransa'ya sırtlarını çevirerek İngiliz dostluğu güden İstanbul hükûmeti, yine
Fransa'nın teşebbüsü ile Paris toplantısına Damat Ferit ve Tevfik Paşa idaresinde bir heyet
gönderiyordu. Mustafa Kemal ise taşrada daha geniş ve daha cüretkar bir harekete başlamak üzere
idi: Anadolu'da ecnebi nüfuzuna, eski payıtahta ve Osmanlı hanedanının teşebbüslerine rağmen yeni
bir devlet kurmak büyük ülküsünün önce belirmesi, sonra yavaş yavaş gerçekleşmesi görülecektir.
Bu sebeple sultanın hükumeti, bu hareketin başlangıç hamlelerini müsbet karşıladığı halde bir
müddet sonra bundan hoşlanmamaya başladı.
Mustafa Kemal'in tasarılarını, Edirne 1. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Beye yazdığı mektuplarda
görmek kabildir: ''Trakya ve Anadolu'da milli hareketlerin birleştirilmesini ve Türk halkının dünyaya
açıkça ilan edilmesini temine matuf'' Sivas'ta bir kongre toplanması daha o zaman mevzuu bahistir.
Aynı ayın 22'sinde Mustafa Kemal, Amasya'dan yine mahrem bir tamim gönderiyordu:
1. Vatanın bütünlüğü ve milli istiklal tehlikededir.
2. Merkezi hükumet mesuliyetini müdrik değildir. Bu, millet için bir şerefsizliktir.
3. Millet hürriyetini kendi gayreti ile kurtaracaktır.
4. Millete reva görülen kötü muameleye bir hal çaresi bulmak ve milletin meşru taleplerini cihana
duyurmak için, herhangi bir tesir ve murakebeden uzakta bir milli meclis kurulmalıdır.
5. Anadolu'da en emin yer olarak Sivas görüldüğünden, burada bir kongrenin toplanması
kararlaştırılmıştır.
6. Netice olarak her vilayetten milletin itimadına layık üç delegenin seçilmesi ve bunların en kısa
zamanda Sivas'a gönderilmesi lazımdır.
7. Her ihtimale karşı bu tasavvurun milli bir sır olarak muhafazası ve delegelerin seyahatlerini gizli
yapması iktiza eder.
8. Doğu vilayetleri adına bir kongre Erzurum'da 10 Temmuzda toplanacaktır. Eğer diğer vilayet
temsilcileri, bu tarihten evvel Sivas'ta toplanabilirler ise müstakbel Erzurum Kongresi azaları Umumi
Meclise iştirak için aynı zamanda Sivas'a gideceklerdir.
Bu tamim bütün taşra askerî ve sivil mercilerine ve payıtahtın bazı şahsiyetlerine gönderildi:
Beyannameye şu manalı cümleyi ihtiva eden bir mektup ekliydi: ''Bundan böyle İstanbul, Anadolu'ya
hâkim değil, tâbi olacaktır.''
Bu davet Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Mersinli Cemal gibi kıymetli kumandanların kazanılmasını
temin etti.
Mustafa Kemal, Amasya'yı 27 Haziran'da terketti ve coşkulu bir şekilde karşılandığı Sivas'a
vardığında ikna için evlerine gitmek suretiyle kendisi gayret sarfederek her zamankinden daha faal bir
politikaya girişti. Askerler nezdinde sivillere nazaran daha muvaffak oluyordu, fakat umumiyetle halk,
Yunanlıların kötü hareketlerinden son derece heyecanlıydı (17 Haziran Menemen hadisesi.) Aynı
zamanda mahallî millî müdafaa delegelerinin istikrarı ile 28 Haziran Balıkesir'de bir kongre yapıldığı
da biliniyordu.
Mustafa Kemal'in İstanbul'a karşı takındığı tavır, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'nın istifasına ve
yerine gelen Ferit Paşa'nın ise Mustafa Kemal'i azletmesine sebebiyet verdi. İstanbul'dan gelen bu
haberlerden hiç kaygılanmayan Mustafa Kemal, 3 Temmuzda Erzurum'a geldi ve kongre hazırlıkları ile
meşgul oldu. Bu arada Fevzi ve Cevat paşalar (Genel Kurmay başkanlığı vazifesinde Fevzi Paşanın
halefi, halen harp meclisi azası ve Orgeneral) ile ve dostu İsmet Beyle (Albay ve sulh hazırlıkları
komisyonu azası) mektuplaşıyordu.
8-9 Temmuz gecesi Mustafa kemal yalnız vazifesinden değil, askerî sıfatlarından da istifa ettiğini
padişaha bildirdi. Az sonra Doğu Vilâyetleri Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve Erzurum İcra Komitesi,
kendisini reisliğe seçti.
Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919'da toplandı ve müzakere 14 gün sürdü (6 Ağustos'a kadar).
Reisliğe Mustafa Kemal seçildi ve aşağıdaki esaslardan mülhem bir nizamname ve beyanname
hazırladı:
1. Millî hudutlarla çevrili vatan, tektir ve paylaşılamaz.
2. Osmanlı hükûmeti zaaf gösterirse, millet her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı
savaşacaktır.
3. Vatanın müdafaasını idare edecek bir hükûmet kurulacaktır. Bu hükûmetin azaları millî kongre
veya bunun toplanmamış bulunması halinde icra komitesince seçilecektir.
4. Millî kuvvetler, icra organı ve millî irade mutlak hâkim olmalıdır.
5. Hristiyan azınlıklar (metinde unsurlar) siyasî hükümranlığımıza ve iktisadî muvazenemize tesir
edebilecek herhangi bir imtiyazdan istifade etmemelidirler.
6. Ne manda, ne himayecilik kabul edilmeyecektir.
7. Millî Meclisin en yakın zamanda toplanması ve hükûmet faaliyetinin bu meclise murakabesi için
icap eden yapılacaktır.
Bundan maada Kongre, Aralık ayından beri lağv edilmiş bulunan Mebusan Meclisinin toplanmasını
İstanbul'dan talep etti.
Erzurum kararları, metnin baştan sona tetkikinin gösterdiği üzere, millî hareketin tâbi olacağı esasları
tesbit etmekle beraber ancak mahdut bir sahaya tealluk ediyordu. (Doğu Anadolu'nun 7 vilâyeti,
Canik Sancağı ile Trabzon, Erzurum, Sivas, Mamuretülaziz (Elâzığ), Van, Bitlis). Kararlarda günün
şartlarına göre Müslüman ve hilâfet tâbirlerinden istifade etmek zaruretine uyulmuştu.
Kongrenin Doğu Vilâyetleri yerine Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti adını aldığı da nazarı
dikkati çekmektedir.
Kongre kapanmadan evvel seçilen Heyeti Temsiliye şöyle idi:
Mustafa Kemal Sabık 3. Ordu Müfettişi, Askerlikten Müstafi
Rauf Bey Sabık Bahriye Nazırı
Raif Efendi Sabık Erzurum Mebusu
İzzet Bey Sabık Trabzon Mebusu
Servet Bey Sabık Trabzon Mebusu
Şeyh Fevzi Efendi Erzincan Nakşibendî Şeyhi
Bekir Sami Bey Sabık Beyrut Valisi
Sadullah Efendi Sabık Bitlis Mebusu
Hacı Musa Bey Kürt Motki Aşireti Reisi (1)
Yine Erzurum'da Mustafa Kemal, İstanbul'dan kendisini tevkif emrini almış bulunan Kâzım Karabekir
Paşanın millî mücadeleyi iştirakini temine muvaffak oldu.
Mustafa Kemal Erzurum'u 2 Eylülde, Sivas'a gitmek üzere terketti. İki gün sonra Millî Kongre Sivas'ta,
onun reisliği altında toplandı. Erzurum programı genişletilerek, kararlaştırılan hususların bütün
Türkiye'de tatbiki kabul edildi. Bu suretle cemiyetin ismi "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk
Cemiyeti" adını alarak değiştirildi.
Kongre, padişaha, çok hürmetkâr bir başlangıçtan sonra şu mealde devam eden bir telgraf gönderdi:
(1)
"...Kendimizi kırgın durmaktayız ve dünün yaraları halâ kanayan, millî ve dinî ve coşkun hislerle dolu
kalplerimiz müteakip hâdiselerle yeniden rencide edilmiş bulunmakktadır:
1. Daha düne kadar hükümranlığımıza bağlı yeni devletlere Türk halkının 100 de 75, hattâ 90'ı teşkil
ettiği aziz vilâyetlerimizin hibe şeklinde terkedilişi,
2. Umumî harpte aldığı yaralar halâ kapanmamış kardeşlerimizin ve dindaşlarımızın maruz kaldığı
eza ve cefalar.
Eğer Avrupa bizi benzeri görülmeyen bir ölüme mahkûm etmeyi tasarlıyorsa, katillerimizin dahi içine
dehşet salcak bir kahramanlık ve cesaretle bu hükme karşı gelmeye ve mukadderatımıza sükûn içinde
razı olmak yerine, damarlarımızdaki kanın son damlasını düşmanlarımızın kanına karıştırmadan,
teslim olmamaya yemin ettik.
Memleketin hükümdarı ve bu milletin sevinç ve kederini bizimle 600 seneden beri paylaşmış bir
sulltanlar ailesinin şanlı halefi olan siz, padişah hazretlerinin lütfûndan beklediğimiz, Osmanlı
milletinin ölüm veya kalımı mevzuu bahs olduğu şu tarihî anda, millî hareketi ciddî telâkki etmeniz ve
memleketi her isyan ve dahilî taksimden korumanız ve muhafaza etmenizdir.
Zatı şahaneye, bu mıntıkada gelişmeye başlayan millî hareketin siyasî partilerin basit menfaatleri ile
alâkası olmadığını katî olarak temin ederiz.
Bu sebepler, umumî bir kararla, müteakip hususları huzuru şahanelerine arzederiz:
1. Türkler, her ne şekilde olursa olsun, hürriyetlerinin tahdidine, ne de Türklere meskûn
vilâyetlerinin en küçük parçasının dahi terkine razı değildirler ve olmayacaklardır.
2. Müslüman olmayan vatandaşlarımıza azamî kanun eşitliğini ve mal, can emniyetini tanımaya
hazırız; esasen kitabımız Kur'an'ın emirleri de bizi buna zorlamaktadır.
3. Vilâyetlerimizin bir karış toprağının dahi Ermenistan'a veya başka bir devlete verilmesi
imkânsızdır. İskenderun Körfezi'nden Musul'a giden hattın kuzeyinde herhangi bir bölgede işgal ve
yabancı idaresi devam ettikçe, silâhları bırakmamaya katî kararlıyız ve bunun için yemin etmiş
bulunuyoruz.
4. Eğer Avrupa devletleri, iddia ettikleri gibi insanlık hislerine hakikaten sahip iseler, lüzumsuz ve
haksız bir kan dökülmesine müsamaha etmeyi tasvip etmezlerse yukarıda belirtilen taleplerimizin
esas olarak kabul edileceğine dair teminat vermelidirler ve bu teminatı fiilen teyit içinde Adana, İzmir
gibi bize ait mıntıkalardan kuvvetlerini derhal çekmelidirler.
5. Memlekette âhenk ve birliğin her zamandan daha fazla hâkim olması icap eden bu tarihî anda
bile, tarafgirâne hareketten çekinmeyen ve milletin yüksek menfaatlerinin korunmasında ve vatanın
müdafaasında âcizliklerini isbat eden hükûmete ve hükûmet azalarının her birine karşı hiçbir güven
beslememekteyiz.
Netice olarak zatı şahaneleri, imparatorluğu her türlü taksimden ve çözülmeden uzak tutmak isterse,
Osmanlı milletinin itimadına lâyık tecrübeli ve şerefli şahıslardan müteşekkil bir hükûmet, iktidarı ele
almaya davet edilmesi ve seçimler çabuklaştırılarak Meclisin en kısa zamanda toplanması temin
edilmelidir.
6. Bu kararlar nihaî bir karar alınmadan evvel, aynı zamanda İtilâf devletlerine ve onların insanlık
hislerine hitaben açıklanmalıdır.
7. Taleplerimize uygun bir cevabı sabırsızlıkla telgraf başında beklemekteyiz. Şimdilik talep
edebileceklerimizin hepsi budur.
Taleplerimizin reddinin sebebiyet vereceği vahim neticelerin takdiri zatı şahanelerine bırakıyoruz. Bu
mesuliyet hükûmete ve zatı devletlerine düşecektir. Türklerin büyüklüğünü, bütün dünyanın yüzüne
çarparak, selâmeti kuvvetimizde arayacağız. (*)
Sivas Kongresi Heyeti
Demek ki, kongrenin İtilâf devletlerine ve İstanbul Hükûmetine karşı tavrı Erzurum'a nazaran daha
mütecaviz, buna mukabil Hristiyan azınlıklara karşı daha yumuşaktı.
Diğer taraftan toplantıların havası çetindi ve bazı delegeler mütereddit, hattâ mütecaviz tavırlarıyla
Mustafa Kemal'e bir hayli müşkülât çıkardılar. Bazıları Amerikan mandası meselesini ortaya attılar ise
de bu husus kongre tarafından reddedildi. Müzakerelerde sükûnu temin ve bazı delegelerin sinirlerini
yatıştırmak için Mustafa Kemal toplantıya gönderilen birtakım maksatlı haberleri elemek
mecburiyetinde kaldı.
Millî hükûmete açıkça cephe alamayan Damat Ferit Paşa hükûmeti, çarpışık yollardan itifadeyi
denedi. Ali Galip namında birini Harput Valisi tâyin etti. Bu, mürteci Kürtlerle Sivas Kongresi üzerine
bir hücum hazırladı. Mustafa Kemal taraftarlarını öfkelendirmekten başka işe yaramayan bu harekete
Malatya'da bulunan İngiliz Albayı Novill bulaşmış olmakla bilâhare itham edildi. Mustafa Kemal
yedeklerden müteşekkil 15'inci Alayı Malatya'ya sevketti ve Kürtler toplanmadan dağıldılar.
Erzurum Kongresi gibi Sivas Kongresi de, 7 günlük içtimadan sonra, 11 Eylülde toplantı dağılırken
Mustafa Kemal'in reisliğinde bir icra heyeti seçti.
Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti başka toplantı yapmaya imkân bulamadığından İcra
Komitesinin reisi olarak Mustafa Kemal iktidarı fiilen ve hukuken temsil ediyordu. Şu hâlde Mustafa
Kemal'in 11 Eylü 1919'dan itibaren millî hükûmetin reisi olduğunu kabul etmek iktiza eder (gerekir).
İlk işi, Ali Galip tarafından tasarlanan tecavüze karışmış olduğu için İstanbul hükûmetini itham etmek
oldu. (Mütecavizin ele geçen mektuplarından sadrazamın suç ortaklığı meydana çıkıyordu.) Dahiliye
Nazırı Adil Beye çektiği telgraf sarayın alışmadığı sertlikte idi ve tehditlerle sona eriyordu. Bu
muharebereler, Osmanlı hükûmetiyle münasebetin kesilmesini sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal, bundan sonra Damat Ferit Paşa kabinesinin azli ve Meclisin davet edilmesi için
sultana mümessiller gönderdi. Sultan nihayet boyun eğdi ve 2 Kasımda İstanbul'da kabine değişti.
Tevfik Paşa Hükûmet kurma talebini yaşı bahanesiyle reededince, sultan kabineyi kurmaya General
Ali Rıza'yı davet etti. Salih Paşa Bahriye, Damat Şerif Dahiliye, Reşit Paşa Hariciye, Tevfik bey de
Maliye Nazırı oldular.
Harbiye Vekâleti, Mustafa Kemal'in dostu Mersinli Cemal Paşaya verildi.
Yeni kabine bir bakımdan millî hareket için müsaitti.
Yeni kabineyi ilân eden Hattı Hümayun, Mebusan Meclisinin de kısa zamanda davet edileceğinden
bahsediyordu.
Diğer taraftan Mustafa Kemal, 7 Kasım tarihli beyanatı ile Ali Rıza Paşa kabinesi için memnuniyet ve
sempatisini izhar ediyordu.
Hatta Bahriye Nazırı Salih Paşa Millî hareketin başbuğu ile müzakere için gönderildi. Müzakereler üç
gün sürdü (20-22 Kasım 1919) ve hükûmetin bu müracaatı Kemalist hükûmetin gayrı resmî tanınması
olarak telâkki edildi. Amasya'da 22 Kasımda imzalanan bu protokolle Salih Paşa, müteakip kararları
arkadaşlarına kabul ettirmeyi, kabul ettiremediği takdirde istifa etmeyi taahüt etti.
1. Manda şeklinde dahi olsa Türklerle mesûn hiçbir vîlayet yabancı bir devlete terk edilmeyecektir.
2. Hristiyanlara müteallik hükümler Erzurum Kongresi kararlarına uygun olacaktır.
3. Anadolu ve Rumeli Müdaafi Hukuk Cemiyetinin hükmî şahsiyeti tanınacaktır.
4. Müttefiklerler Barış Konferansına iştirak edecek delegeler, Heyeti Temsiliye tarafından tasvip
edilecektir.
5. Yeni Mebusan Meclisi İstanbul'dan başka yerde toplanacaktır.
Osmanlı kabinesi bu protokolü tasvip etmedi ve Salih Paşa da istifa etmek vaadini tutmadı. Bilhassa
Damat Şerif Paşanın hareket tarzından bir müddet sonra Mustafa Kemal'le nazırlar arasında
anlaşmazlıklar çıktı. Bununla beraber, Mustafa Kemal Ali Rıza Paşa kabinesinin müstakbel seçimleri
hazırlamada kendisine yardım edeceğine inanıyordu.
Yeni Mebusan Meclisi nerede toplanacağı sorusu bütün zihinleri işgal etmekte idi. Mustafa Kemal,
yabancıların eli altında olacağından, Meclisin İstanbul'da toplanma fikrine muarızdı (karşıydı).
Seçimlerle meşrû olmayı ümit eden arkadaşlarından ekserisi ise kendisinden ayrı kanaatte idiler. Bu
fikir cereyanı daha kuvvetli olduğundan Mustafa Kemal tarafından idare edilen Heyeti Temsiliye
itiraza cesaret edemedi ve Rauf Beyin ve diğer muhalif Kemalistlerin Osmanlı payıtahtına gitmesine
müsaade etti. Mustafa Kemal, siyasî hadiselere daha yakın olmak için İstanbul'a demiryolu ile bağlı
Ankara'ya taşınmaya karar verdi. İşte bu 27 Aralık 1919 tarihinden itibaren Ankara millî hareket
muvakkat hükûmetinin merkezi oldu. Mustafa Kemal, Ankara'da seçimlere hazırlananlara
tavsiyelerde bulunmayı ve mebusları lüzumlu talimatla teçhizi düşünüyordu, fakat bu hususta fazla
bir muvaffakiyet elde edemedi. Bunun üzerine seçimlerle alâkasını kesti ve namzetliğini koymaktan
vazgeçti. İleride kendisini ziyarete gelecek Ankara mebuslarına ve diğer müstakbel parlamentoculara
tesir etmeyi ümit ederek millete, yani halka dönmeye karar verdi.
Aralığın ortasında, millî teşkilât, yani milliyetçiler ile Kemalistlerin himayesinde seçimler yapıldı ve
bittabî Hürriyet ve İtilâfçıların aleyhine neticelendi.
Meclis 12 Ocak 1920'de ekseriye temin edilemediğinden toplanamadı ve aynı ayın onaltısında
yapılan ikinci toplantıda saray, açılış nutkunda, harbin müsebbiplerinden (İttihatçılardan), İzmir'in
Yunanlılar tarafından işgalinden, iyi bir idareyle durumun halli lüzumundan bahsetmekle beraber,
millî hareketten söz etmedi. Mustafa Kemal, çalışmaların millet tarafından takip edileceğini
hatırlatmayı ihmal etmeyerek Meclisi tebrik etti. Mebuslar, programı toprak bütünlüğünü temin,
hilâfet ve hükûmetin istiklâli, iktisadî bağımsızlık, Milletler Cemiyetine Türkiye'nin kabulü gibi
hususları ihtiva eden millî hizip adlı bir parti kurmaya teşebbüs ettiler. Bu milliyetçi temayüllü parti, 1
Şubattan itibaren Felâhı Vatan adını aldı. Yeni mebusların durumu zordu: Müttefikler yeni meclisi çok
millîci, Mustafa Kemal ise Müttefiklere karşı kâfi derecede karşıt bulunmakta idi.
General Milné ve Fransız (Defrance), İtalyan (Maissa) yüksek komitelerinin müşterek müracaatı
üzerine Mustafa Kemal'in hükûmette en sadık arkadaşı, Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa istifa
etmek mecburiyetinde kaldı (18 Ocak 1920). Bazılarına göre Klikya'da Fransızlara, bazılarına göre ise
İzmir'de Yunanlılara karşı millî kuvvetleri desteklediği kendisine isnat edilmekte idi. Aynı zamanda
Erkânı Harbiye Reisi Cevat Paşanın istifası istendi ve elde edildi. Mustafa Kemal ise, Fevzi Paşanın 1
Şubatta Cemal Paşanın yerine alması, kabinede yeni kısmî değişiklik (1) ve bilhassa Ankara'yı ziyarete
gelen mebuslar nezdinde propagandasında muvaffak olarak Erzurum ve Sivas kongrelerinin teyidi
demek olan Misakı Millî'yi Meclise kabul ettirmkle mukabelede bulundu.
Bu Misak'ın metni şudur:
''Ekte bir suretini verdiğimiz Misakı Milliîyi tasvip ve imza etmiş Osmanlı parlamentosu mebusları,
Misakı Millîde belirtilen esasların adil ve devamlı bir sulhu temin için, Osmanlı milletinin tasvip
edebileceği âzami fedakârlığı ihtiva ettiğini beyan ederler.
Madde 1. Hassaten Arap ekseriyetiyle meskûn ve 30 Ekim 1918 mütakeresi sırasında düşman işgali
altında bulunan Osmanlı İmparatorluğu ülkelerinin mukadderatı, ahalisinin serbestçe belirtecekleri
reylere göre tesbit edilmelidir.
Mütakere hattının içinde veya dışında, dince, ırkça ve emelce bir ve yek diğerlerine karşılıklı hürmek
ve fedâkarlık duyguları ile bağlı ve ırkî ve içtimaî hakları, muhit şartlarına tamamıyla riayet eden
Osmanlı İslâm çoğunluğuyla meskûn bulunan kısımların bütünü, hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple
ayrılma kabul etmez bir küldür.
Madde 2. Ahalisinin ilk serbest kaldıkları zamanda umumî reyleri ile anavatana iltihak etmiş bulunan
üç vilâyet (Kars, Ardahan, Batum) için icabında tekrar kamu oyuna müracaat edilmesini kabul ederiz.
Madde 3. Batı Trakya'nın hukukî vaziyeti ise, halkının serbestçe ifade edilecek arzusuna istinat
edilmelidir.
Madde 4. İmparatorluğun payıtahtı, hükûmetin ve halifeliğin durağı İstanbul ve aynı zamanda
Marmara denizinin emniyeti, her tecavüzden masun bulunmalıdır.
Bu esas mahfuz kalmak şartı ile, Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve münakalâtına
(ulaşımına) açılmasında, bizimle diğer âlakalı devletlerin verecekleri karar muteberdir.
Madde 5. İtilâf devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında takarrür eden (imzalanan) anlaşma
esaslarına göre azınlıklar hukuku, komşu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan
istifadesini sağlamak üzere tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.
Madde 6. Millî ve iktisadî inkişafımızı temin ve daha modern bir idare ile memleketi teçhiz etmek
gayesi ile istiklâl, mutlak hürriyet ve hareket serbestisini, bu paktı imzalayanlar, millî mevcudiyetin
ayrılmaz unsuru olarak kabul ederler.
Netice olarak siyasî, adlî, malî vs gelişmelerimize engel olacak kayıtlara muhalifiz.
Tahakkuk edecek borçlarımızın ödenmesi şartları da bu esaslara mugayir (aykırı) olmayacaktır. (28
Ocak 1920)
6'ıncı ve sonuncu maddelerin kapitülasyonlâr meselesinden evvelce yapılan beyanlarda daha sarih
(açık) olduğuna dikkat ediniz. Nizamî olan veya olmayan millî kuvvetlerin faaliyetlerinin muhtelif
cephelerde ciddiyet kesbetmesiyle Müttefiklerle olan çatışma gitgide vahimleşiyordu.
İzmir hinterlandında mühim takviye kuvvetleri getiren Yunanlılar, 3 Ekim 1919'da Milne tarafından
tesbit edilen hattı memleketin içinde daha ileri götürmek müsaadesene Müttefiklerden aldılar.
Fransız taraftarlığına umumî efkârda uyanan temayüller, Klikya cephesinde İngilizlerin yerini
Fransızların almasıyla infiale (tepkiye) döndü. Millî kuvvetler bu cephede taarruzla arazi kazanmaya
ve 11 Şubat 1920'de Maraş'ı tahliye ettirmeye muvaffak oldular. Maraş cephesinde (İslahiye, Maraş,
Pazarcık) iki şef temayüz etti: Kılıç Ali (lâkabı yüzbaşı Asaf) ve Aslan (sabık Maraş mebusu).
Ayıntap'ta önce Kılıç Ali Bey, Şahin, daha sonra ise Recep ve Özdemir beyler kumandasında 2500
kişiden ibaret bir kuvvet, askerlerimize 10 ay mukavemet ve şehri 8 Şubat 1920'ye kadar müdafaa
etti. (Bu şerefli müdafaadan dolayı şehir bilâhare Gazi Antep adını alacaktır.)
9 Şubatta Ali Saip Bey ve Nuri Bey kumandasında Urfa'ya karşı harekete başlandı. Kuvvetlerimizi üç
ay sonra bu şehri terketmeye mecbur ettiler. Garnizon harp kaidelerine rağmen hücuma uğradı, bir
kısmı katledilde, geri kalanı ise esir alındı. Diğer gerillalar Suruç, Birecik ve Cerablus'ta Ağustos sonuna
kadar büyük faaliyet gösterdiler.
Yine şubat içerisinde, askerlerimiz tarafından muhafaza edilen Akbaş'taki silâh ve mühimmat
deposuna muvaffakiyetle neticelenen bir baskın yapıldı.
Kuvvetlerini peyderpey Kafkasya, Kırım ve Anadolu'dan çekmekte ve terhis etmekte olan İngilizler,
milliyetçilerin cüretinin artmasından endişelendiler ve İstanbul Türklerine bir kuvvet gösterisi ile tesir
etmeyi tasarladılar.
Müttefiklerin hükûmet nezdinde gitgide artan müracaatları karşısında iki ateş arasında kalan Ali Rıza
Paşa kabinesi 3 Mart 1920'de istifa etti. Yerine, ölü doğan Amasya protokolu murahhası Salih Paşa
geçti. Yeni kabine Damat Ferit'in iktidara gelişi için bir intikal (geçiş) kabinesi vazifesini görecektir.
Sultan ve Salih Paşa, nazırlarının dağıtılmasında Müttefiklerin şüphesini izaleye çalıştılarsa da
Müttefikler daha müessir bir hususun tatbikine kararlıydılar.
1920 Martında İstanbul'daki Türk Ocağına baskın yapıldı.
16 Martta İstanbul'un işgali, daha doğrusu mevcut işgal baskının arttırılmasına teşebbüs edildi.
Fransa, İngiltere ve İtalya yüksek komiserlerinin sultana ve sadrazama notasını İstanbul Müttefik
İşgal Kuvvetleri Kumandanı General Sir Henry Wilson, kara ve deniz kuvvetlerinin yardımı ile Harbiye,
Bahriye nazırlıklarını, polis ve posta telgraf idarelerini ve karakollarını (Şehzadebaşı karakolundaki
erler öldürüldü) işgal ettirdi. (1)
Yüksek komiserler, İstanbul'un sultanın hükümdarlığı altında kalacağını bildirdilerse de işgal
müddetini tasrih etmediler. İşgal, neticede hakikî bir örfi idare hâlini aldı. Örfi idare hükümlerini
bildiren General Wilson'un beyannamesinde, millici ve tahrikçi herhangi bir harekete teşebbüs
edenin şiddetle cezalandırılacağı bildiriliyordu. Böylece sabık Sadrazam Prens Halim, Ağaoğlu Ahmet
Bey ve birçok mebus, Mütakereden beri Malta'da bulunan İttihatçı arkadaşlarının yanına
sevkedildiler. Mebuslar arasında Rauf, Fethi Bey gibi mümtaz şahsiyetler bulunduğundan protesto
maksadı ile ve Sinop mebusu Rıza Nur Beyin teklifi ile Meclisin lağvına karar verildi. (18 Mart 1920)
Mebuslar 23 Martta İngilizlerin İzmit'e çıkartma yapmasından birkaç gün sonra dağıldılar. Ekseriyeti
Ankara'ya gidecek ve toplanan Millî Meclisi takviye edecektir. Diğer bazı şahsiyetler de onlara
Ankara'da iltihak etti. Fevzi Paşa, İsmet Bey (20 Mart), Halide Edip, Adnan Adıvar vs...
Sadrazam Salih Paşa, Müttefiklerce Kemalist hareketi teline zorlandığından istifa etmeyi tercih etti.
(7 Nisan)
Böylece Müttefikler tarafından yapılan tazyik, Millî harekete yarıyordu. Müttefikler, Mustafa
Kemal'in nazarında siyasî otoritesini zaten kaybetmiş İstanbul'u aşağılatırken, Anadolu'yu takviye
etmekten başka birşey yapmadıklarının farkında değillerdi.
Umumiyetle ilâve edilebilir ki, Müttefikler Millî hareketin ehemmiyetini değerlendirmeyi
bilemediler. Mustafa Kemal, batının basını ve adamlarıyla temasa girmek ve dikkatlerini çekmek için
gayret sarfederken, Müttefikler, hareketi hafifsediler. İrtikâp edilen en büyük hata ise Kemalizmle
İttihatçılığı karıştırmak idi. Başlangıçta ki hareketin kaynaştığı fikrinin tesiri altında kalınmıştı ve ne
zaman birbirlerinden ayrıldıkları, daha başlangıçta, farkolunamamıştı. Bazı İttihatçılara muarız (karşı)
Türkler ve öncelikle azınlıklar, ayırtedememekten veya anlayamamaktan Müttefikleri bu hayata
sevkediyorlardı. Fransa, kendi istihbarat ajanlarını yalancı çıkarmayı sevmez: tehlikeli veya müziç
(zararlı) olmaya başlayan dostlarının, sadaketlerine bağlı kalarak aldanmayı, bazı kıstaslara göre
tanzim ettiği muhakeme tarzını yeni ahval ve şahıslara göre değiştirmeye tercih eder. İşte uzun
zaman, tembelce ısrar edilen hatâlı bir usulün esası budur.
DÖRDÜNCÜ KISIM
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
İlk millî parlamento - 2'nci ve son Damat Ferit Paşa hükûmetleri ve millî kuvveterle mücadelesi Türk-Fransız Ankara mütakeresi (30 Mayıs 1920) - İlk millî Teşkilâtı Esasiye kanunu - Büyük Millet
Meclisinde siyasî partiler.
Damat Ferit Hükûmetinin ilk işlerinden biri, zaten kendiliğinden dağılmış Mebusan Meclisini resmen
lağvetmek oldu. Kanunu Esasinin 7'nci maddesine göre kaleme alınan sarayın fermanı, İstanbul
Merkez kumandanı Mustafa Natık Paşa tarafından Fındıklı Sarayında bekletilen 15 mebus huzurunda
okundu. (Pazartesi 12 Nisan 1920)
Mustafa Kemal, eskiden beri istediği, İstanbul dışında devamlı bir meclisin kurulması saatinin nihayet
geldiğinde hükmetti.
Rıza Nur'un veto gösterisinden bir gün sonra, yani 20 Mart 1920'de millî sivil ve askerî mercilere
hitaben kaleme aldığı bir beyanname ile ''Ankara'da fevkâlade salâhiyeti haiz bir meclisin
toplanacağı'' bildirdi. Gazi tarafından bilâhare verilen izahatten anlaşıldığına göre, teşriî meclis tabiri
kendi tarafından önce münasip görülmekle beraber halk tarafından anlaşılmayacağı düşüncesiyle terk
edilmiştir. Beyanname, İstanbul'den gelecek mebuslarla temsil edilme imkânından bahsediyor ve 15
günde bitirilmek üzere seçimlere başlanmasını talep ediyordu.
Türkiye için münasip hükûmet şeklini münakaşa ile işe başladı. Bir hükûmet reisinin veya padişah
vekilinin seçilmesi arzu edilmediği kararlaştırıldı. Büyük Millet Meclisi, milletten aldığı bütün
salâhiyetleri, teşriî ve icraî, elinde bulunduracaktı. Salâhiyetleri kendi içinden bir vekiller heyetine
devredecek ve Meclis reisi de bu heyetin reisi olacaktı.
Böylece karara bağlanan tasarısının sonunda şu not vardı: Padişah ve halife, Meclis tarafından
hazırlanacak kanun hudutları dahilinde, üzerinde baskı kalktıktan sonra, salâhiyetlerini elde edecektir.
Bu karardan sonra Mustafa Kemal, Meclis reisi ve hükûmet başkanı seçildi. (24-25 Nisan 1920)
27 Nisan Fevzi Paşa, İsmet Bey Büyük Millet Meclisine kabul edildiler.
29 Nisanda Meclis, İhaneti Vataniye kanununu çıkarıyordu.
30 Nisanda, yeni Türk devletinin kuruluş Müttefiklere tebliğ edildi.
2 Mayısta, Vekiller Heyetinin kuruluşuna dair kanun çıkarıldı. Genel Kurmay Başkanı bu heyete dahil
bulunuyordu.
3 Mayısta ilk millî kabine kuruldu. Fevzi Paşa Harbiye Vekili, İsmet Bey Genel Kurmay Reisi oldu.
Heyetin diğer âzaları Şeyhülislâm Mustafa Fehmi, Dahiliye Cami, Hariciye Bekir Sami, Sıhhat Dr.
Adnan, Maliye Hakkı Behiç, Maarif Rıza Nur, Nafıa İsmail Fazıl, Adliye Celâlettin Arif beyler idi.
Yeni hükûmet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti adını aldı ve 5 Mayısta ilk defa toplandı.
Şu hâlde milli başkent, 1920'den itibaren Ankara'da yerlişiyordu.
O tarihlerde Angora dediğimiz, Galatların şehri ve Ogüst'ün vasiyetnamesinin hâkkedilmiş (yazılmış)
olduğu âbideden dolayı maşhur tarihî Ankir, bir şehirden ziyade büyükçene bir köydü ve ehemmiyeti
vilâyet merkezi olmasından ileri geliyordu. Yüksek yaylaların temiz ve aydınlık atmosferinde, geniş
ovayı çevreleyen güzel tepelerden birinin üzerindeki şairane kalesiyle güzelliği yoktu denemez; fakat
tuzlu ve çorak toprak bitkiye ve insana muhtaçtı ve kalenin içine ve etrafına dağılmış, sıkışık, alçak
evleriyle çöl ortasında kaybolmuş gibi idi. Yolcu burada hiçbir konfor bulamazdı. Otel diye harpten
beri beyaz Ruslar tarafından işletilen ve yontma taştan yapıldığı için onlar tarafından Taşhan adı
verilen barınak vardı.
Boğazın şirin kıyılarını terkederek, toz ve o zamanlar hüküm süren sıtma içinde yaşamaya gelenlerin
bu hareketindeki feragatı anlayabilmek için, eski İstanbulluların hissettiği soğumayı, içlerinde
bulundukları kayıtsızlık havasını tanımış olmak lâzımdır. Onları canlandıran millî heyecanın büyüklüğü
ve göç hâlindeki bu vatanın yeni şefinin cazibesi bu suretle ölçülebilir.
Yeni Osmanlı kabinesi iktidarı 5 Nisan 1920'de aldı. Yeni kabine, tasvibini (onayını) almadan, Hürriyet
İtilâf Partisine istinat ediyordu. Bu parti ise bütün hükûmet mevkilerinden tek başına faydalanmak
istiyor ve Damat Ferit'i siyasî görüş farklarının tercihinde hoşuna gideni yaptığından beğenmeyip
tenkit ediyordu.
Damat Ferit hükûmet idaresinin zihniyeti, neşredilen hattıhümayûn ile kısa zamanda ortaya çıktı.
Padişah, Kanunu Esasinin 27'nci maddesini zikrettikten sonra millîcilik perdesi altında, zaten zor bir
durumu büsbütün vahimleştiren ihtilâlin tenkili (ortadan kaldırılması) lüzumuna işaret ediyordu.
Sultanın politikasında değişiklik âni ve kâti idi. Bu değişiklik kabinenin ilk kararında, Şeyhülislâm
Dürrizade Aptullah Efendi imzalı ve 10 Nisan tarihli bir fetvada görülmektedir. Bu fetvada şu
mülâhazalar (görüşler) vardı: ''Halifenin (Allah onu kıyamete kadar korusun) hükümdarlığı altında
bulunan Müslüman şehirlerde toplanmış ve kendilerine reis seçmiş, yalan ve hileleriyle padişah
hazretlerinin tebâsını kandırmış, müsaadesiz asker toplanmış, vergi tarhetmiş (koymuş) kimselerin
öldürülmesi, şeran câiz midir? Bu şakilleri öldüren halife askerlerinin gazi ve onlar tarafından
öldürülenlerin şehit unvanına lâyık olacağı doğru mudur? Bütün bu sualleri cevap ''evet''ti. Anadolu
ile bütün muhabere (haberleşme) kesilmiş olduğundan, bu fetvâ müttefik tayyareleri ile atıldı.
Ertesi gün (11 Nisan), hükûmet Meclisin lağvını ilân ediyor ve 23 Nisanda, metni verilen mukaddes
fetvaya senâda (övgüde) bulunarak, millî kuvvetlerle ilişiği olanların, bunlarla münasebetini kesmesi
için bir hafta mühlet verildiğini bildiren bir tebliğ neşrediyordu.
Kemalistlere karşı, önce paşa unvanını alan, Muhammediye denilen birliklerin kumandanı, Çerkez
Ahmet Anzavur Bey gönderildi. Bazı muvaffakiyetler kazandı, Bandırma'yı (16 Nisan), Adapazarı'nı (20
Nisan) geri aldı, bir karşılaşmada 500 kadar esir alarak Eskişehir civarına kadar ilerledi.
Nisan sonuna doğru, eski Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa kumandasında, erkânı harbiyesi de
bulunan bir başka birlik kuruldu. Bu gaye için 300.000 Türk lirası tahsis edildi (ayrıldı). Sadrazam ve
Hariciye Nazır Vekili Damat Ferit, Harbiye Nazırlığını da derihte etti (üzerine aldı) ve Bolu, Düzce
mıntıkasında teşekkül eden birlikler, Hilâfet ordusu adını aldı.
Süleyman Şefik de başlangıçta muvaffakiyetler kazandı Hilâfet ordusu, az sonra İzmit'i, Biga'yı,
Bursa'ya kadar olan havaliyi işgal ederken, halk Konya'da ve diğer şehirlerde millîcilere karşı
ayaklanarak, Mustafa Kemal'in askerlerine vahşiyâne hareketlerde bulunuyordu.
11 Mayısta Divanı Harp, Mustafa Kemal'in ve 20'nci Kolordu sabık kumandanı Ali Fuat Paşa, Kara
Vasıf Bey, sabık Washington Elçisi Ahmet Rüstem Bey (Alfred Bilinski), sabık Sıhhat Müdürü Dr. Adnan
ve eşi Halide Edip Hanım gibi bazı taraftarlarının idamına gıyaben karar veriyordu.
Bu karar 24 Mayısta, padişah tarafından tasdik edildi.
Mustafa Kemal, sadrazam tarafından alınan kararlara şiddetle mukabele etti (karşılık verdi).
İsyanı bastırmak için, Büyük Millet Meclisinden, evvelce bildirdiğimiz İhaneti Vataniye Kanunu'nu
çıkardı. 5 Mayısta Ankara müftüsü, birçok dinî ve sivil erkân tarafından imzalanan bir fetvayı,
İstanbul'unkine mukabele olmak üzere ilân etti.
Bilâhare İhaneti Vataniye Kanunu'na istinaden (dayanarak) teşekkül eden (kurulan) İstiklâl
Mahkemeleri faaliyete başladılar.
Mustafa Kemal, durumu düzeltmeye muvaffak oldu. Hilâfet ordusunu olduğu gibi diğer düşmanlarını
da kaçırttı. 6 Haziranda padişahın iki alayı Millîcilere iltihak ettiler (katıldılar) ve 10 Haziranda İstanbul
Harbiye Nazırı çarpışmalara son verilmesini emrediyordu.
Damat Ferit kabinesi, bu çarpışmalara yeniden başlamak üzere kuvvetlerini teşkilâtlandırmaktan
yine de vazgeçmeyecektir ve göreceğimiz gibi Sèvres muahedesinin (antlaşmasının) Mustafa Kemal
tarafından tanınmasının reddi üzerine düşecektir.
Gördüğümüz gibi, birliklerimiz Kilikya'da bir hayli aksiliklere maruz kalmışlardı. Diğer
muvaffakiyetsizlikler de onları bekliyordu. 17 Mayısta Millîciler, Pozantı mıntıkasında şiddetli bir
taarruza giriştiler ve aynı ayın 28'inde birçok birliğimiz esir edildi.
Lüzumsuz bir kan dökülmesini durdurmayı arzu eden ve bu mücadelenin hakiî bir harbe dönerek
soysuzlaşmamasını isteyen Fransa, Suriye Yüksek Komiserlik Umumî Sekreteri M. Robert de Caix de
Saint-Aymour'u bir anlaşma aktiyle vazifelendirerek Ankara'ya gönderdi. 30 Mayısta General
Gouraund'nun temsilcisi 20 gün için mütakere imzalandı. Mustafa Kemal, müzakerelerde
temsilcilerimizden Kilikya'nın tahliyesinin taahhüt edilmesini talep etti. Temsilciler bu hususta karar
vermeye salâhiyetli olmadıklarını bildirdiler. Çarpışmalar, Zonguldak kömür mıntıkasının 18 Haziran
1920'de Fransızlar tarafından işgalini Türklerin bir harp hali telâkki etmeleri üzerine, yeniden başladı.
Türk-Fransız sulhu bir sene sonra imzalanabilecektir.
Buna rağmen Ankara mütakeresi faydasız olmamıştır. Bu şimdiye kadar kimsenin tanımadığı Büyük
Millet Meclisi hükûmetiyle yabancı bir devletin aktettiği ilk anlaşmadır. Demek ki -bunu unutmayınızbu hükûmetin zımnen (üstü kapalı) tanınması teşebbüsünü (girişimini) Fransa yapıyordu.
Teşekkül eder etmez, Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal tarafından verilen direktiflere uygun
olarak, Esas Teşkilât Kanunu'nu hazırlamakla meşgul oldu. Bu gayeyle seçilen Kanunu Esasi Encümeni,
esasları 4 ay müzakere edilen bir lâyiha hazırladı. Münakaşa, bilhassa lâyihanın 2'nci maddesi üzerine
yapıldı. Millî Meclis hükümetinin ''gayenin hüsulüne değin'' devam etmesi hükmü tahdit edici
görülmekte idi. İki teyamül vardı. Bu tahditin muhafazasına taraftar olanlar, Millet Meclisini muvakkat
(geçici) bir meclis telâkki ediyor (görüyor) ve hatta din adamları, hocalardan müteşekkil bu grubun
sağ kanadı halifelik ve sultanlığın yeniden tesisinin daha vazıh (açık) olarak yer alacağı bir metnin
ilâvesini talep ediyorlardı. Diğerleri, millî hükûmetin yeni şeklinin nihaî olduğunu ileri sürerek talep
edilen hususun reddini istiyorlardı.
Mustafa Kemal, sürüp giden bu münakaşalara son vermek gayesi ile o günkü halife ve padişahın bir
hain olduğunu, dolayısıyla yaşanılan zor şartlar içerisinde hilâfet meselesini münakaşa etmenin yersiz
olduğunu söyledi. (25 Eylül 1920)
Mesele muâllakta (boşlukta) kaldı, fakat 13 Eylülde Mustafa Kemal tarafından hazırlanan tasarıyla
uygun olarak Teşkilâtı Esasiye ana maddeleri 20 Ocak 1921'de Meclisce kabul edildi. Metin,
hâkimiyetin millete ait olduğunu, milletin de bu hakkı Büyük Millet Meclisine bıraktığını ilân ediyordu.
Meclis reisi hukuken, meclis içinden seçilen Vekiller Heyetinin Reisidir. Hilâfetin ne lağvı ne de
muhafazası mevzuu bahis idi. Zamanın zihniyeti, Meclisin şerî kanunlarının tatbikini gözetmekle
mükellef olmasına lüzum göstermekte idi.
Millî Mücadelenin başında, Millîcilerin Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk tâbir edilen geniş bir
cemiyet kurmuş olduklarını söylemiştik. Bu hususlar, Erzurum, Sivas kongrelerinde ve nihaî (son) şekil
olarak Misakı Millî'de ifade edilmiştir. Misakı Millî'nin mahdut hükümlerine bakarak bunun bir
parlamento partisi programı olarak kullanılamayacağı söylenebilir. Bu sebepten Mustafa Kemal,
Meclisce tasvip gören Teşkilatı Esasiye'nin ana 10. maddesine istinat eden bir siyasî parti programı
hazırladı. Ve 13 Eylülde bunu Halkçılık programı adı altında ilân etti. Yine bu programın prensiplerine
nazaran talî siyasî gruplar teşekkül etti: Tesanüt grubu, İstiklâl grubu, Müdafaai Hukuk zümresi, Halk
zümresi, Islahat grubu gibi. Parlamentonun çalışmasını vazife taksimiyle kolaylaştırmak için bu kuruluş
teşvik edilmişti. Fakat az sonra hayal kırıklığına uğrandı. İhtilâfların hakikîden ziyade zahiri vasıflarına
rağmen, müzakereler lüzumsuz yere uzuyordu.
Mustafa kemal, bunun üzerine Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adı altında ve aynı ismi
taşıyan eski cemiyetin parlamentoda temsili için bir grup teşkile karar verdi. (15 Mayıs 1921)
Mustafa Kemal tarafından idare edilen bu mütesanit (birlik) grup, Misakı Millî'ye istinat ederek
(dayanarak) Teşkilâtı Esasiye'de bildirilen prensipleri tatbik edecekti.
Bahsettiğimiz kısa ömürlü gruplar istisna edilirse, Millî Mecliste siyasî partilerden ziyade birtakım
siyasî temayüller (yönelimler) olduğu söylenebilir.
Sağ kanatta Müslüman muhafazakârlar, bilhassa din adamları vardı. meclisin bazı ıslâhatlarını
başlangıçta geciktirmeye muvaffak oldu ise de, bu topluluk, ikinci Büyük Millet Meclisinde büsbütün
ehemmiyetini kaybedecektir.
Sonra mutedil (ılımlı) muhafazakârlar vardı. bunlar yavaş yavaş Mustafa Kemal politikasına iltihak
ettiler (katıldılar).
Sol kanatta halkçılar, Mustafa Kemal'in siyasî fikirlerine taraftar olanlar vardı.
Aşırı solda komünistler var idi ise de, maceralarını ileride anlatacağımız Yeşil Ordu ve Etem vakasında
itibarlarını tamamen kaybettiler.
BEŞİNCİ BAHİS
İSTİKLÂL HARBİ
İKİNCİ İNÖNÜ MUHAREBELERİNE KADAR
26 Haziran 1920-31 Mart 1921
İstiklâl harbinin başlangıcında durum. -20 Haziran 1921 Yunan taarruzu. -Sèvres muahedesi (10
Ağustos 1920). -Yeşil Ordu ve Çerkez Ethem. -Birinci İnönü muharebesi (9-10 Ocak 1921). -Kuzey
Doğu cephesinde Ermenilere karşı zaferler. -Müttefiklerle Osmanlıların uzlaşma teşebbüsleri. -İkinci
İnönü harbi (26-31 Mart 1921).
İstiklâl Harbi Millî Mücadele'nin en mühim safhasıdır ve bu safha, Sèvres muahedesini kabul
ettirmek için başlayan, Türk-Yunan harbiyle karışmaktadır. (Müttefikler görünüşte müstenkif
(çekimser) veya müdafaa halinde idiler.) Bu safha sonnuda Sèvres muahedesinin meriyete (yürürlüğe)
girmesine mani olunacaktır. Sévres muahedesinin Osmanlı hükûmetince kabulü ise, eski
imparatorluğun fiilen son bulmasına ve yine Türkiye ile arasında katî bir uçurum açılmasına sebep
olacaktır.
Harp ilân olmadığından, Yunan taarruzunun başlangıç tarihi olan 20 Haziranı, İstiklâl Harbi'nin
başlangıcı olarak almak gerekir.
Bu tarihin sulh sulh muahedesinin imzalanış tarihinden evvel olmasının pek ehemmiyeti yoktur.
Hükümler evvelce Türklere bildirilmişti ve daha çok önceden manevî tesirlerini yapmıştı; Millîciler
mücadelenin tehlike ve ehemmiyetini müdrik (anlamış) idiler.
Mayıs ortasına doğru, İtilâf devletlerinin pek ağır şartlar teklif edecekleri öğrenilince, durumları bu
sıralarda karışık olan Millîciler işlerini hâlle muvaffak olmuşlardı. Anzavur öldürülmüş, Süleyman Şefik
İstanbul'a sığınmıştı. Müttefikler fena durumda idiler. İngilizler İzmit'i işgal etmişlerdi, fakat bir
taraftan Marmara denizine diğer taraftan Boğaz içine doğru ilerliyen Millîciler tarafında durumları
tehdit edilmekte idi. Hattâ bir mütareke bile aktedildi. Çarpışmalar mütareke sona ermeden başladı
ve Millîciler 17 Haziranda Gebze'yi aşmış ve Tuzla'yı işgal etmişlerdi. Anadolu'nun içinde, Konya
mıntakasında demiryolunu tutan İtalyan birlikleri Eskişehir'e kadar itildiler ve buradaki İngiliz
garnizonu ile beraber denize kadar sürüldüler. Müttefik kontrol subayları tevkif ve Malta sürgünlerine
karşılık rehine olarak muhafaza ediliyordu. Kilikya'da Millîcilerin muvaffakiyetleri (başarıları) ise
mâlumdur. Trakya'da İstanbul'un 16 Martta işgali üzerine, sadrazama hükûmetiyle bütün
münasebetleri kesmiş olduğu ve müterekenin ihlâl edilmiş telâkki ettiğini bildirmiş olan Mustafa
Kemal'e bağlı Cafer Tayyar, duruma hâkimdi. Kuzey-Doğuda seferberlik, 9 Haziran 1920'de, Büyük
Millet Meclisi tarafından ilân edilmişti. Kâzım Karabekir Paşa, bu çevrede Ermenilere karşı mühim
zaferler kazanmak arifesinde idi.
İstanbul'da bile Millîcilerin gitgide tehdidini arttıran çevirmenleri, bazı muhitlerde (çevrelerde)
Hristiyanları, her an Mustafa Kemal'in askerlerinin gözükmesinden endişe ediyorlardı. O senede
Haziranın 20'sine tesadüf eden bayramın son günü, Mustafa Kemal'in İstanbul'u geri almak niyetinde
olduğu söyleniyordu. Sokaklarda, vatansever Türk kadınları gizlice millî renkleri taşıyan kokartlar
dağıtıyorlardı. Müttefik kuvvetlerine gelince, şehri boşaltmaya hazırlanıyorlardı.
Millîcilerin başlıca kozu, İtilâf devletlerinin yeni bir harp için inkâr edilmez isteksizlikleri idi ama bu
isteksizlik, Mustafa Kemal'i yenmek için ortaya atılan Venizelos'un taleplerini kabule mani olmuyordu.
Venizelos'un talepleri, Hythe ve Boulgone konferanslarında kabul edildi. Yunanistan, Anadolu ve
Trakya'yı işgal müsaadesini aldı.
Şu hâlde, Yunanlıların Hazira 1920 taarruzu, serbest ve millîyetçi Türkiye'yi dize getirmek için yapılan
dört tazyik teşebbüsünden sonuncusu ve en mühimidir (1).
Yunanlılar ilerlerken, siyasî çalışmalar bunları takip ediyordu. Bunlar bir müddetten beri devam
etmekte idiler; Uzun ve çetin müzakereler Londra Sulh Konferansının 5 komisyonunu işgal etmekte
idi. San-Remo konferansında 1920 Nisanında Lloyd George ve Millerand tarafından büyük bir hamle
yapıldı.
Müttefiklerin daveti üzerine, San-Remo kararlarını tebellûğ etmek( bildirmek) için, Damat Ferit Paşa
tarafından bir heyet teşkil edildi. Bu heyet Versailess'a 6 Mayıs'ta geldi. Heyet şu şahıslardan
müteşekkil idi: Tevfik Paşa, eski Sadrazam, Heyet Başkanı; Reşit Bey, Dahiliye Nazırı; Fahrettin Bey,
Maarif Nazır; Cemil Paşa, Nafıa Nazır, eski İstanbul Valisi. (Mahmut Muhtar Paşa, Bahriye Nazırı ve
harbin ilk üç senesinde Berlin elçisi, delege olarak seçilmeyi kabul etmemiştir.)
Heyet, Millerand'ın riyaset (başkanlık) ettiği Sulh konferansı tarafından 11 Mayısta kabul edildi. İtilâf
devletlerinin görüşü belirtildikten sonra anlaşmanın başlıca hükümlerini muhtevi (içeren) metin
heyete verildi. Muahedeyi (anlaşmayı) incelemek ve görüşlerini yazılı olarak ifade etmek üzere heyet
ebir ay mühlet (süre) verildi.
Tevfik Paşanın, Müttefiklerin talep ettikleri hususları bildiren telgrafı Türkler arasında şaşkınlık
yarattı.
Verilen mühlet 15 gün daha uzatıldığından, heyetin iki azası Reşit Bey ve Cemil Paşa, Türkiye'nin
cevabını hükûmetlerine takdim etmek üzere İstanbul'a geldiler. Dönüşlerini beklemeksizin Damat
Ferit, Boulogne Konferansı'nda konuşulmak üzere, Trakya ve İzmir'e dair mukabil (karşı) teklifleri
hâmil olarak Toulon'a doğru yola çıktı. Versailles'a 20 Haziranda, Yunanlıların Türklerin hakkından
gelmek vazifesini aldıkları tarihte geldi. Mukabil teklifler, mühletin sona erdiği 26 Haziranda, Damat
Ferit tarafından veridi. İstanbul'a giden diğer iki delegenin cevabı 31'inde teklifler tamamlandı.
Tanzim edilen mukabil teklifleri Spa konferansı inceledi ve 17 Temmuzda Millerind, Yüksek Meclis
adına bunların reddedildiğini Osmanlı heyetine bildirdi. Spa'daki ''sükût''la maneviyatı bozulan heyet,
14'te İstanbul'a dönmüştü: Damat Ferit, Spa konferansına kendini davet ettirmeye muvaffak
olamamıştı.
Anlaşmayı imzalamayı reddederse payıtahtını da kaybedeceğinden korkan padişah, mühim hâllerde
yapıldığı gibi Şûrayı Saltanatı davet etti (22 Temmuz). Sabık sadrazam Ali Rıza Paşa hariç, Şûrayı
Saltanat, ekseriyetle muahedenin imzalanmasına karar verdi. Bununla beraber, Sulh Konferansından
Trakya'nın Milletler Cemiyetinin kontrolu altında bulunmasının ve İzmir'in serbest liman olmasının
hükûmetçe temin edilmesi temennisini (dileğini) belirtti.
Bundan sonra Damat Ferit kabinesi anlaşmanın imzası içni 3 temsilci tesbit etti: Bağdatlı Hâdi Paşa,
Filozof Rıza Tevfik, Bern elçisi Halis Bey.
Müttefiklerle sulh muahedesi 10 Ağustos 1920'de S­evres'de imzalandı (1). Hiçbir zaman tatbik
edilmemiş olmasına rağmen muahede hükümlerini hatırlamak gerekir:
1. İstanbul- Bu şehir, anlaşma hükümlerini ve bilhassa azınlıkların haklarını ihlâl etmemek şartıyla
padişaha bırakılmıştı (36'ncı madde).
2. Boğazlar- Harp zamanında dahi seyrüsefere açık veserbest olacaktı (37'nci madde). Alâkalı
milletler ve İtilâf devletleri temsilcilerinden müteşekkil Boğazlar komitesinin nezareti (gözetimi)
altında bulunacaktı.
3. Kürdistan- İstanbul'da bulunan bir komisyon, kürt halkının ekseriyette bulunduğu bölgeler için bir
istiklâl tasarısı hazırlayacaktı.
4. Ermenistan- 88'nci madde ''İtilaf devletleri gibi Türkiye'de Ermenistan'ın hür ve müstakil bir devlet
olduğunu ilân eder. ''Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinde Türk-Ermeni hududunun tesbiti
Birleşik Amerika Devletleri Cumhurreisinin hakemliğine tevdi edilmiştir (bırakılmıştır). (madde 89)
5. Yunanistan- Türkiye, Yunanistan'a Trakya'yı Karadeniz sahilinde Podima'nın 7 km. kuzey
batısındaki bir noktadan (Midye'nin doğusunda), Büyük Çekmece gölü kenarındaki Kalikrita'nın 1 km.
güney batısındaki bir noktaya kadar terkediyordu (1). Bozcaada ve İmroz adaları Yunanistan'a
geçiyordu. İzmir, 66'ıncı maddede tasrih edilen (belirtilen) civar bölge ile beraber, Türk
hükümdarlığında kalıyor; fakat Türkiye, bu şehirdeki hükümranlık haklarını Yunan hükûmetine
devrediyordu. Türkiye'nin imtiyaz hakları şehrin dış kalesine devamlı çekilecek bir Türk bayrağı ile
temsil edilecekti. Beş sene sonra İzmir şehir meclisi Yunanistan'a nihaî ilhakı talep edebilirdi. Milletler
Cemiyeti de kendi zaviyesinden plebisit isteyebilirdi.
6. Hudut Arap Memleketleri- Türkiye, Suriye, Arabistan ve Musul vilâyeti dahil Irak, aynı zamanda
Mısır üzerindeki haklarını kaybediyordu. Mısır üzerinde İngiliz himayeciliği tanıyordu. Suriye sınırı
Mardin kuzeyinden, Urfa'dan Cebelibereket (Osmaniye) sancağından geçiyordu.
7. Diğer memleketler- Türkiye, Fransa'nın Tunus ve Fas'ta himayeciliğini tanıyor, Britanya
İmparatorluğuna Kıbrıs'ın, İtalya'ya On İki Ada'nın ilhakını (katılmasını) kabul ediyordu.
8. Azınlıklar- Müteaddit (çeşitli) hükümler onların haklarını koruyordu.
9. Ordu ve deniz kuvvetlerine dair hükümler- Türkiye, 35.000'i jandarma, 15.000'i asker olmak üzere
50.000 kişiyi silah altında bulundurabilecekti. Deniz kuvveti, 7 şalopa ve 6 torpito muhburundan
ibaret olacaktı.
10. Malî hükümler- İtilâf devletleri tazminat talebinden vazgeçmekte, fakat sivillerin zararları için
tazminat hakkını muhafaza etmekte idiler.
11. Kapitülâsyonlar- Yeniden tesis edilecek ve ağırlaştırılacaktı.
Sèvres muahedesinin ertesi günü, yabancılar ve Kemalistlere muarız (karşı) Türkler, millî hareket
olmasaydı şartların bu kadar sert olmayacağını, diğerleri ise, belki de haklı olarak, millî hareket
olmasaydı daha da sert olacağını düşünüyorlardı.
Muahedenin imzasını takiben, derhal İtalya İstanbul'da bir elçilik kuracağını bildirdi. Fransa, 1920
Eylülünde İtalya'yı takip etti. İngiltere ise bir mümessillik iki iktifa etti (yetindi). Yunan Yüksek
Komiseri Kanellopulos, Ortodosk Kilisesi Saint-Synode ve Karma Meclisin müşterek toplantısında,
Sèvres muahedesinin ''Helenleri, başşehirler kraliçesinin kanlı boyalı kapılarına yaklaştırdığını''
bildiriyordu. (1920 Ağustos sonu)
Ağustos sonunda Yunanlılar Simav ve Uşak'ı işgal ettiler, sonra cephede kısa bir sükûn oldu.
Müttefikleri muahededen itibaren Anadolu'da asayişi temin için altı ay mühlet tanıdıkları Osmanlı
kabinesi, Lütfi Fikri'nin teklifiyle Yunanistan'la müzakere ederek, meşkük (belirsiz) imtiyazlar elde
etmeye çalışıyordu. Fakat yola getirilemeyen Mustafa Kemal'in mütecaviz tavrıyla karşılaşan İtilâf
devletlerinin memnuniyetsizliği karşısında Damat Ferit, kabinesini iki defa islaha teşebbüsten sonra
bir daha iktidara gelmemek üzere, Kasım 1920'de istifa etti. Hürriyet İtilâf Partisi çöküyor ve iktidar
bir intikal (geçiş) hükûmeti kuran Tevfik Paşa'ya geçiyordu.
Bir müddet sonra, Millîciler lehine, başka bir hadesi olacaktır: Venizelos'un, Kral Aleksandr'ın kaza ile
ölümü akabinde, seçimde devrilmesi (Kasım 1920). Plebisitle tahta geçen Kral Konstantin'in dönüşü
ile Müttefiklerin Yunanlılar'a karşı durumunu değişip değişmeyeceği konuşuluyordu.
Fakat başka endişeler Mustafa Kemal'i beklemekte idi.
Bu da, bu anda ihtiyacını hissettiği, Yunan kuvvetlerine karşı koymaya muktedir kâfi miktarda nizamî
askerdi. Diğer cephelerde olduğu gibi, Batı cephesinde de disiplinsiz cephelere başvurmak
mecburiyetinde kalıyordu ki, bitmez tükenmez harplerle yorgun düşmüş nizamî birliklerin, bunlarla
teması maneviyatlarının bozulmasına sebebiyet veriyordu. Bu duruma deva bulmak için bazı
müteşebbis kimseler Millet Meclisi'ne harpçi ve itimat telkin eder bir kuvvetin teşkilatlandırılmasını
teklif ettiler. Mustafa Kemal, meşgul bulunduğundan, bu teşebbüse karışmadan yapılmasına izin
verdi. Teşkilatçılar isminin nüfuzundan istifade ettiler. Bir müddet sonra kurulan birlikler, Yeşil Ordu
adını aldı. Çerkez Reşit Bey, bir mebus ve iki kardeşi, Ethem ve Tevfik Bey belli başlı kurucular
arasında idi. Anzavur'a karşı çarpışmalarda Ethem, Millîcilere büyük hizmet etmişti. Bu
muvaffakiyetler başını döndürdüğünden siyasî rol oynamaya kalktı; komünist propagandasına kapıldı
ve kızıl temayüllü Yeni Dünya gazetesi, yeni askerî teşkilâtın himayesinde, Eskişehir'de 20 Ağustos'ta
çıktı. Kütahya'da ikamet eden Ethem'in birlikleri Kuvvei Seyyare adını aldı. Bu işte tehlike gören
Mustafa Kemal'in tavsiye ve gayretlerine rağmen, bu propaganda Büyük Millet Meclisi mebusları
arasında da taraftar buldu ve bu mebusların ekseriyeti reislerine ciddi müşkülât çıkardılar.
Hatta o zamanki Garp Cephesi Kumandanı Ali Fuat Paşanın, 24 Kasım 1920'de, Gediz'de Yunanlılara
karşı yaptığı taarruzun, Ethem ve kardeşi Tevfik'in talimatıyla yapıldığı dedikodusu dolaştı. Bu taarruz,
Yunanlıların Bursa cephesinde biraz daha ilerlemesini temin etmekten başka bir netice vermedi.
Diğer taraftan, Nazım Bey adlı sabık bir vali, yabancı desteğiyle bir Komünist Partisi kurmayı tasarladı
(Halk İştirakiyön) ve hafif bir ekseriyetle Dahiliye Vekili seçilmeye muvaffak oldu.
Mustafa Kemal bunun üzerine harekete geçti. Nazım Bey'i istifaya mecbur etmeye muvaffak oldu ve
umumî karargâhı Bilecik'te bulunan Garp Cephesi Kumandanlığı'na, Gediz taarruzuna Erkânı Harbiye
Reisi olarak muhalefet etmiş olan İsmet Bey'i tâyin etti (10 Kasım). Ali Fuat Paşa ise Moskova'ya elçi
olarak gönderildi (8 Kasım 1920).
Bu tedbirlerden memnun olmayan Ethem, Mustafa Kemal'e karşı hesaplı bir hürmekâr tavır
muhafaza ederken cephe kumandanının emirlerine açıkça karşı gelmeye ve dilediği gibi hareket
etmeye başladı. Mustafa Kemal, nihayet bulunduğu zor duruma rağmen, cepheden çektiği askeri
Ethem'e karşı sevketti. Bunlar, âsiyi ve kardeşlerini Kütahya'dan atarak, Gediz istikametine sürdüler.
Ethem, o zaman, Yunanlılara iltihak ederek hizmetlerine girdi. Ethem'in ve ihanetinin hatırası, Rus
propagandasına kapılan birkaç Türkün ham komünistlik arzularını sarstı.
Yunanlılar, önlerindeki perdenin Ethem'in takibi yüzünden inceldiğini farkedince, Bursa ve Uşak
cephesinde, Afyon ve Eskişehir istikametinde yeni bir taarruza geçtiler (6 Ocak 1921). Ethem'in
tenkilinin (uzaklaştırılmasının) yarattığı imkândan istifade ederek Anadolu'yu kat eden demiryolunu
ele geçirmek istiyorlardı.
Taarruzun başında İsmet Bey, Kütahya cephesinde Ethem'in âsilerine karşı Yarbay İzzettin Bey
kumandasında 61'inci Tümeni ve bir süvari birliğini bırakarak, bütün kuvvetlerini kuzeyde, Eskişehir
batısında, İnönü'ye ve güneyde Uşak doğusunda, Dumlupınar'a gönderdi. 9 Ocakta, Bursa
kesimindeki 3 Yunan tümeninden ikisi, İnönü'deki Türk mevzileri ile karşılaştılar. 10 Ocakta âsilerin
takibinden vazgeçen İsmet bey, Kütahya'dan İnönü'ye geldi ve gecenin 9'unda, Yunan taarruzunun
kırılmasıyla son bulan, şiddetli bir savaş başladı. Aynı gece, Yunanlılar Bursa istikametinden çekildiler.
Tarihe'e göre, bu muharebe, Yunanlarıların kuvvetleri 20.000 silâh, 150 ağır makineli, 50 top, 200
kılınç, Türklerinki ise 6.000 silâh, 50 mitralyöz, 28 top, 300 kılınçtı.
Yunan ordusu, Afyonkarahisar'ı tutan Dumlupınar mevziine hücuma teşebbüs etmedi.
Birinci İnönü Savaşı, Yunanlılara karşı harpte ilk Türk zaferi olmakla mühimdir. Bu zafer, Kemalist
ordunun maneviyatını yükseltmeye yaradı.
Kuzeyde Yunanlılar hücum ederken, Ethem aynı anda, kütahya batısındaki Türk kuvvetlerine taarruz
ediyordu. İzzettin Bey tarafından mağlûp edildi ve İnönü'nün muzaffer kuvvetleri tarafından Gediz
istikametinde kovalandı. Ethem ve kardeşleri Eskişehir'e hücumu denedilerse de mağlûp oldular ve
askerlerinin kendilerini terketmesiyle yunan hatlarına iltica ettiler.
1917'de Rus cephesinin dağılmasını takiben, Kafkasya'nın güneyinde Erivan mıntıkasında, Gümrü ve
Karsta, İtilâf devletleri tarafından himaye edilen ve milliyetçi, Türk düşmanı hislerle mücehhez
(donanmış) Taşnak Ermeni siyasî partisinin idare ettiği bir Ermeni devleti kurulmuştu.
Millet Meclisi, bu mıntıka ve hudut Türklerinin maruz kaldıkları tethiş, hattâ kâtliâma müsamaha
etmekle itham ettiği bu hükûmete karşı mevziî seferberlik ilân ve emri altında 15'inci Kolordu
bulunan Kâzım Karabekir Paşaya kuzey-doğu cephesi kumandanlığını tevdi etti. Ermeniler, Türklerin
müstakil bir devlet kurmayı tasarladıkları için Oltu'yu işgal ettiklerinden, Büyük Millet Meclisince 7
Temmuz 1920'de bir ültimatom gönderildi. Bu ültimatom hiçbir netice vermedi. 22 Eylülde,
Afyankarahisar'da toplanan askerî şefler, Ermenistan'ı istilâya karar verdiler. 24'te hudutta yığılan
Türk birlikleri, bir Ermeni hücumunu defettiler ve sonra taarruza geçtiler. Kâzım Karabekir Paşa Oltu,
Albay Halit Sarıkamış, Yarbay Nihat Bey Bayburt ve Karakilise, Nuri Paşa ise Karabağ ve Zangezor
üzerine yürüyordu. 29 Eylülde, bu anî taarruzla şaşıran Ermeni hükûmeti seferberlik ilân etti.
Çarpışmaları, Türkler, maharet ve süratle sevkettiler. İlk olarak, Kâzım Karabekir Paşa Oltu'yu aldı. 8
Ekimde, Bolşevikler ve Azerbaycanlılar, başı bozuk Tatarlar açlığın hüküm sürdüğü Ermenistan'ın
kuzey hududuna hücum ettiler. Erivan hükûmeti tarafından yanında harbe davet olunan Gürcistan
seferber oldu ise de hududunu beklemekle iktifa etti. Sarıkamış cephesinde Ermenilerin birkaç
muvaffakiyetine rağmen bu şehir, 10 Ekimde Türkler tarafından alındı ve 17 Ekimde Iğdır'da
Azerbaycanlılar ile Türkler irtibat tesis ettiler. 22 Ekimde Sovyetler bir nota vererek, Erivan demiryolu
imtiyazının terki şartı ile, Rus-Tatar cephesinde muhasamatın (çatışmasının) kesilmesini teklif ettiler.
talep reddedildi. 30 Ekimde 15'inden beri boşaltılmış Kars'ı Türkler aldı. 7 Kasımda, Gümrü zaptedildi.
Bu arada, Erivan'da bir halk hareketi Taşnak hükûmetini devirmişti ve 5 Kasımda yeni sosyal-
demokrat kabine mütakere talep ediyor ve 3 Mart 1918 Brest-Litowsk anlaşmasını tanımayı kabul
ediyordu. Bu anlaşmaya göre, Ermeni birlikleri Arpaçay gerisinde, Türk birlikleri ise Gümrü hattında
kalacaklardı. Türk kumandanı nizamı teminle mükellefti. Ermenilerin, Türkleri derhal silâhsızlanmaları
hususunda ısrar etmekle ve Türklerin Ermenileri, Ermeni Generali Sabuh'un Gümrü üzerine yürüyerek
mütakereyi ihlâl etmekle itham etmeleri (suçlamaları) üzerinde çarpışmalar tekrar başladı. (11 Kasam
1920)
Bir defa daha yenilen Ermenisten, 18'de yeni bir mütakereyi kabul etti ve 26'da başlayan sulh
müzakereleri Gümrü anlaşmasına (3 Aralık 1920) ulaştı. Ermenistan, Brest-Litowsk anlaşmasını
tanıyor, hangi devletin olursa olsun valiliğini kabul etmemeyi taahhüt ediyor, Natişevan, Zangezor ve
Karabağ mıntıkalarının mukadderatını (geleceğini) plebisitle tesbiti tasvip ediyordu.
Türkiye, bu suretle 1878'de kaybetmiş olduğu Kars'ı geri alıyordu.
Ermenistan'da iktidar, Sovyetlerin eline geçince Gümrü anlaşması, Moskova (16 mart 1921) ve Kars
(13 Ekim 1921) anlaşmaları ile teyit edildi.
Türklerin Ermenistan üzerinde zaferleri, İngilizlerin tahliyesinden sonra Batum'u işgal eden
Gürcülerin daha münisleşmesini (yumuşamasını) temin etti. Büyük Millet Meclisi, bu ilhakı protesto
ederek, Brest-Litowsk ve Trabzon Türk-Gürcü anlaşmalarının, Batum'u Türklere bıraktığını bildirdi.
Gürcüler, murahhas (delege) göndererek, Artvin, Ardahan ve Batum'un Türklere terkini kabul ettiler.
Bu bölgeler, 1921 Martında, Türk ordusu tarafından işgal edildi; fakat Batum, Moskova antlaşmasıyla
sonradan Ruslara verilecektir. Artvin ve Ardahan kesim olarak Türkiye'ye kalacaktı. Böylece, Büyük
Millet Meclisi, millî sahasını, felâketli Sévres muahedesinin imzalanmasından pek az sonra,
genişletiyordu.
Esasen Millîcı Türklerin bir taraftan, Antalya'yı (Mayıs 1921) boşaltmak üzere bulunan İtalya ile, diğer
taraftan Mart 1921 anlaşmasına zemin teşkil edecek 23 Ağustos 1920 tarihli anlaşmayı imzalamış
bulunduğu Sovyet hükûmeti ile iyi münasebetleri vardı.
Bu anlaşmaya göre, Millîci hükûmet ''Sovyet hükûmetinin muvafaki olmaksızın Müttefiklerle
anlaşmaya girişmeyeceğini'' taahhüt ederken, Sovyet hükûmeti de ''Türk millîcilerin haklı taleplerini
manen ve maddeten desteklemeyi'' kabul ediyordu (madde 2). Bu hükümler başlangıçta gizli iken
1920 Aralığında açıklandılar.
Damat Ferit Paşa ve Venizelos'un devrilmesinden sonra siyasî hava bir hayli değişmişti. İhtiyar Tevfik
Paşa tarafından riyaset (başkanlık) edilen yeni kabine, mutedil, millî harekete müsait kimselerden
müteşekkildi. Şu şekilde hülâsa edilebilecek programının başında Mustafa Kemal'e yakınlaşmak yer
alıyordu:
1. İstanbul ve Ankara'yı iki hasım kardeş gibi ayıran iktidar ikiliğine bütün Türklerin birliğini
gerçekleştirerek ve Anadolu'yu sükûna erdirerek son vermik,
2. İtilâf devletleri ile iyi münasebetleri arttırmak. (Halka ilân tarihi 20 Ekim)
Dahiliye Nazırlığının, Tevfik Paşanın siyasî karşıtı Ahmet İzzet Paşaya verilmesi bile manidardı.
Hürmet gören bu general, bilindiği gibi, Mondros mütakeresi sırasında sadrazam olmuştu ve Mustafa
Kemal'le iyi münasebetleri vardı.
İşe başlar başlamaz, kabine, İzzet Paşa reisliğinde bir heyeti, Müttefiklerin tasvibi ve bazılarına göre
telkini ile, Mustafa Kemal nezdine göndermekle meşgul oldu. Vaktiyle, bu tasarı Damat Ferit Paşa
tarafından da düşünülmüş ise de düşüşünü hızlandırmaktan başka işe yaramamıştı. Bilhassa millî
harekete karşı sempatisinin, bu hareketi Müttefik kararları üzerine bir baskı vasıtası olarak
görmesinden ileri geldiği sanılan İzzet Paşanın tercih edilmesi şartlara en uygun olarak görülmekte idi.
Sèvres muahedesinin imzalanmasından beri değişen zaruret karşısında, Şurayı Saltanat toplantısı
kararına iştirak etmiş olduğu için, bu muahede hükümlerinin tatbikine de yararlı olması icap ettiği
düşünülüyordu.
Millîcilerin şüphelerini izale (gidermek) için, heyete hiçbir yabancı temsilcinin katılmaması
kararlaştırılmıştı. İzzet Paşa, Mustafa Kemal'e Müttefiklere karşı mukavemetin beyhudeliğini ve
onlarla uyuşmasının daha yerinde olacağını anlatacaktı.
Mareşal İzzet Paşa ve arkadaşları (1) Bilecik'e 5 Aralık 1920'de geldiler ve Mustafa Kemal tarafından
karşılandılar. Daha sonra Ankara'ya geçtiler ve Osmanı heyeti burada uzun müddet kaldı. Gazi'nin
sonradan dediği gibi, ''İzzet ve Salih Paşa Anadolu'ya ısınamadılar.'' Aralık ayı sonunda, sadrazam
Fransa yüksek komiseri vasıtası ile, açık bir mektup göndererek geri dönmelerini istedi; buna rağmen
heyet gitmeyince gizli emirlerle birincinin iptal edilmesi düşünüldü. Nihayet uzlaştırıcı heyet hiçbir
netice elde edemedi.
İzzet Paşa, İstanbul'a 19 Mart 1921'de, beklenmediği, zira İstanbul'da bile kimse onlarla alâkadar
değildi, bir sırada döndü. Vazifesi, gayesini kaybetmişti. Müttefiklerin bile değiştirmeye hazırlandıkları
bir muahedenin tatbikini övemezdi.
Müttefik siyaseti zaten başka anlaşma yolları arıyordu; Sèvres muahedesinin yeniden gözden
geçirilmesi fikri yavaş yavaş vücut buluyordu. Bu değişikliğin emareleri, daha Venizelos'un
devrilmesinden evvel zuhur etmişti. Bir müddet evvel Sèvres muahedesinin tâdil edilmeyeceğinden
(değiştirilemeyeceğinden) bahseden Fransa Hariciye Nazırı Millerand, Aix-les-Bains'de, M. Gioletti ile
millîcıler ve Babıâlî arasındaki ihtilâfa son verdirerek, Türkiye'ye yardım etmek hususunda anlaşmıştı.
(1920 Eylülü). Türkler, bundan mütehassis oldular ve bunu takiben Millerand'ın Cumhurreisliğine
seçilmesi hararetle karşılandı.
Millerand'ın halefi Leygues, Meclisin hariciye komisyonunda, muahedenin, Türkiye için müsait bir
şekilde değiştirilmesi mevzuu bahs olduğunu bildirdiğinde kimse hayret etmedi. Bu fikre alışılmaya
başlanmıştı.
İtalya, Fransa gibi Kemalist harekete git gide taraftar olmakta ve Roma, Anadolu ile gizlice temas
etmekte idi. Cavit Bey kabinesi hususî kalem müdürü olan Reşit Saffet Bey ve eski Atina elçisi Galip
Kemalî Bey, İtalyan hükûmeti nezdindeki siyasî temsilcisi Osman Nizamî Paşa ile irtibat temin
ediyorlardı.
15 Ocak 1921'den 20'ye kadar Roma'da, Batıda bulunan Türk devlet adamları gizli bir toplantı
yaptılar: Ahmet Rıza, Cavit, Hüseyin Hilmi Paşa, Şükrü Paşa, Mahmut Muhtar Paşa ve iki kemalist
delege Rüstem Bey (Talât Paşanın kongreye iştirak talebini red eden) ve Kenan Bey.
25 Ocakta Paris Konferansı, esası Sévres muahedesi olmak üzere, Doğu meselesinin hallini müzakere
etmek için, Müttefik devletler ile Yunan ve türk hükûmetlerinin Londra'da yapılacak 21 Şubat
konferansına davet edilmesine karar verdi. Aynı tebliğ, Türk hükûmetinin, Mustafa Kemal'in veya
Ankara hükûmeti seçkin temsilcilerinin Osmanlı heyetinde bulunması şartı ile davet edileceğini ilâve
ediyordu. Bu, Anadolu'da kurulan hükûmetin yeni ve zımnî (dolaylı) tanınması idi.
Tevfik Paşa, Mustafa Kemal'i temsilcilerini tesbite davet etti. Mustafa Kemal dayatarak, beynelmilel
bir konferansta Türkiye'yi temsile, yeni Teşkilâtı Esasiyenin gösterdiği gibi, yalnız Büyük Millet Meclisi
hükûmetinin salâhiyetli olduğunu cevaben bildirdi ve cevabına Teşkilâtı Esasiye metninin bir suretini
ekledi. Demek ki Millîci delegeler, doğrudan doğruya Londra konferansına gönderileceklerdi.
Filhakika, Lloyd George, İtalya vasıtası ile bir davet yaptığından, Mustafa Kemal, Hariciye Vekili Bekir
Sami reisliğinde bir heyet teşkil ettirdi. (1)
Londra konferansı (27 Şubat -12 Mart 1921), İzmir ve Trakya'ya ilk olarak beynelmilel bir heyetin
gönderilmesine karar vermekle işe başladı. yunanistan, bu kararı kabul etmeyince (6 Mart notası)
Sèvres muahedesi hükümlerine zıt bir çok değişiklik ihtiva eden (içeren) ikinci bir teklif yapıldı (12
Mart). Cevap için bir ay mühlet verilmişti; fakat teklif, ne Türkleri ne de Yunanlıları memnun
etmediğinden Londra konferansı neticesiz kaldı ve çarpışmalar, az sonra yeniden başladı.
Müzakereler esnasında, ihtiyarlardan müteşekkil Osmanlı heyeti genç Ankara delegelerine büyük
hürmet gösterdi. Heyete Sadrazam Tevfik Paşa riyaset ediyordu ve heyet azaları arasında Mustafa
Reşit Paşa ile Osman Nizamî Paşa vardı.
Aynı zamanda Londra konferansına davet, Osmanlı hükûmetinin millîci şeflere karşı tutumunun
değişmesi gibi bir netice de verdi. İstanbul Divanı Harbinin Mustafa Kemal ve arkadaşlarını idama
mahkûm eden kararı, Askerî Temyiz Meclisi tarafından bozuldu. 1 Şubattan itibaren İstanbul
gazeteleri Damat Ferit kabinesinin bir kararının manettiği paşa, bay ünvanını millîciler için kullanmaya
başladılar.
Londra müzakerelerine muvazi (paralel) olarak Büyük Millet Meclisi hükûmeti, Moskova'da
Sovyetlerle bir anlaşma imza ediyordu (16 Mart 1921).
Yine Londra konferansı sırasında, Ankara delegesi Bekir Sami Bey, İngiltere, Fransa, İtalya ile
alaşmalar aktetti. Briand'la müzakere edilen konu, Klikya'nın bazı şartlarla tahliyesine dairdi. Bu
anlaşmalar, Üçlü İtilâftan mülhem olduğu ve Sèvres'i tamamladığı, Türkiye'ye bırakılan mıntıkaları
İngiltere, Fransa ve İtalya'nın iktisadî nüfus bölgelerine böldükleri mülâhazasıyla, Büyük Millet
Meclisinde red edildiğinden meriyete (yürürlüğe) giremedi. Londra anlaşmaları, 1921 Mayısında
neşrolunan Malta sözleşmesi kadar faydasız oldu. Bekir Sami, 12 Mayıs 1921'de istifa etti.
Yunan taarruzu, 23 Martta, yani Londra Konferansında teklif edilen bir aylık müddetin sona
ermesinden evvel başladı. 1'inci İnönü Harbini takiben, Bursa ve Uşak'taki Yunan ordusu takviye
edilmişti. Diğer taraftan İzmit'te Yunanlılar bir tümen yerleştirdiler ise de, Türkler, Kocaeli grubu ile
buna karşı koydular.
İkinci İnönü, neticede birinciye cevap oldu. Bu defa da Yunanlılar, Bursa ve Uşak'tan aynı gaye ile
hareket ettiler: Anadolu demiryolu. Bununla beraber, kuvvetler evvelkinden daha mühim idi:
Yunanlıların 40.000 tüfek, 3700 ağır ve hafif makineli, 144 top, 1200 kılınç; Türklerin ise 15.000 tüfek,
150 ağır ve hafif makineli, 56 top ve 900 kılıçları vardı. Yunan cephesinde General Papulas, Türk
cephesinde ise İsmet paşa (Ethem'in tenkili, I'inci İnönü zaferinin mükâfatı olarak 10 Ocak 1921 Büyük
Millet Meclisi kararıyla) kumanda ediyordu.
Yunan taarruzu, millîciler için bir süpriz olmadı. 15 Marttan beri, Eskişehir ve Afyon mıntıkalarına
birlikler yığmışlardı. 22 martta Kütahya'ya, maraş askerî kumandanı Salâhattin Adil Bey kumandasında
2'nci Kolordu geliyordu. İleride bu birlik, İnönü mevzilerinin sağ kanadını takviye edecektir.
Kastamonu valisi ve askerî kumandanı Muhittin Paşa, 20 Martta, Bursa cephesi sağ kanadının
kumandasını aldı.
Bursa'dan hareket eden Yunan birlikleri, Bilecik-Pazarköy istikametinde yürüdüler. İlk gün, 20 km.
ilerleyerek Hasanpaşa-Fındıklı-Yenişehir hattını işgal ettiler. Ertesi gün, 24 Martta, Türkleri Nazif Paşa
-Köprühisar mevzilerinden çıkardılar ve Gümüş deresi - Bilecik hattını ve 25 Martta da PazarcıkYeniköy hattını işgal ettiler. 26'da Adapazarı alındı ve Yunanlılar, İnönü'ndeki Türk uç mevzileri ile
temasa geçtiler. Türk birlikleri Karaköy, Afgin, Karadağ ve Çukurdağ arasında toplanmıştı. Yunanlılar,
önce sağ kanada ve sonra yeni takviyelerle merkeze ve sola hücum ettiler. Türklerin geri çekilmesi ile
Kovalıca'ya ulaştılarsa da hamleleri Türk mukabil (karşı) taarruzları ile kırıldı. 30 Martta takviyelerle
taarruza kalkmayı denediler fakat Ankara'dan, bu arada Meclis Muhafız Taburunu da takviye olarak
alan Türkler tarafından püskürtüldüler.
Güneydeki Yunan kuvveti, Uşak'tan hareketle Dumlupınar mevzilerini 24 Martta, Balmahmud'u 27
Martta ve nihayet Afyonkarahisar'ı 28 Martta aldı ise de kuzey ordusunun muvaffakiyetsizliği güney
ordusunu çekilmeye icbar etti (zorladı). Buna rağmen 8'den 11 Nisana kadar, Türklerin geri almaya
çalıştıkları Dumlupınar'ı muhafaza ettiler.
Yunanlılar aynı zamanda İzmit'i 28 Nisandan 28 Haziran 1921'e kadar işgal ettiler.
ALTINCI BAHİS
İSTİKLÂL HARBİ. DEVAM VE SON İKİNCİ İNÖNÜ HARBİNDEN MUDANYA MÜTAREKESİNE
(31 Mart 1921 - 11 Ekim 1922)
Kütahya Eskişehir muharebeleri. - Sakarya harbi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921). - Arabuluculuk
teşebbüsleri. - Sakarya muharebesinden sonra askerî durum. - Zafer taarruzu ve Başkumandanlık
savaşı. - Mudanya Mütakeresi (11 Ekim 1922). - Türk-Rus anlaşması. - Türk-Fransız Ankara anlaşması
(20 Ekim 1922).
Anadolu'da Yunan seferi, görüldüğü gibi Venizelos'un eseri idi. Bu devlet adamı yunanistan'ı
terkedince, (16 Kasım 1920) bir plebisitin yeniden tahta çıkarttığı Kral Konstantin, siyasî hasmı
tarafından başlanılan teşebbüsü bırakmak istemedi veya bırakamadı. Zaten, Millîcilerin
davranışlarından memnun olmayan Müttefiklerden, daha doğrusu Lloyd George'dan teşvik
görüyordu. Yunan başkumandanı ise, Türk nizami ordusunu olgunlaşmadan ezmek için zamanın
müsait olduğunu, İkinci İnönü Savaşı'ndan sonra tanzim ettiği (düzenlediği) bir raporda belirtiyordu.
Yalnız, 85.000 kişilik bir takviye istemekte idi.
İstek kabul edildi ve ikinci neticesiz teşebbüsü takip eden sükûn devresinde, yunanlılar kuvvetli bir
ordu kurmakla meşgul olur iken küçük İnebolu şehrini bombardıman ve Pontus Yunan Cumhuriyeti
çetelerini takviye etmekle yetindiler.
Tarihe göre Anadolu'daki Yunan kuvvetleri, bu arada 96.00 tüfek karşılığı 7 ilâ 12 tümene, 1300
kılınca, 5600 ağır ve hafif mitralyöz ve 345 topa yükseldi. türklerin bütün Batı cephesinde 51.265
tüfekleri, 440 mitralyözleri, 4.727 kılınçları ve 162 topları vardı.
Her iki İnönü savaşında da cephe iki kısma bölünmüştü. Batı cephesi İsmet Paşa, Güney cephesi ise
Refet Paşanın emirleri altında idi. Tecrübe, tek bir kumandanlığın idaresine ihtiyaç gösterdiğinden,
Batı cephesi Geyve'den Afyonkarahisar'a kadar uzatıldı ve İsmet Paşanın kumandasına verildi.
Eskişehir'in kuzeybatısında, Kütahya batısında ve daha güneyde müdafaa sistemi takviye edildi.
Türk tümenleri dört gruba ayrılmıştı:
1'inci grup Albay İzzettin Bey : İnönü kesimi
3'üncü grup Albay Arif Bey : Kütahya bölgesi
4'üncü grup Albay
Kemâlettin Sami : Çöğürler kesimi ve
Kütahya kuzeyi
12'nci grup Albay Halit Bay : Afyonkarahisar şehri
ve bölgesi
Bundan maada (başka), Kocaeli grubu tâbir edilen diğer bir grup daha olup, Albay Kâzım Bey
kumandasında idi. Albay Fahrettin Bey kumandasında da 5'inci bir süvari grubu kuruldu.
1921 yazında yeni Yunan taarruzu başlayınca, 2'nci İnönü'nden beri ancak 3 ay geçtiğinden ve
ulaştırma zorluğundan, Türkler mühimmat ve silâh stoklarını tamamlamak için kâfî zaman
bulamamışlardı. Dolayısıyla kabul edilen taktik müdafaa oldu.
Yunan birlikleri, 10 Temmuz 1921'de harekete geçtiler. İlerlemeleri çok süratli oldu. Türklerin
merkezinde ve sağ kanadına yükleniyorlardı. 13 temmuz'da Afyon, 17'de Kütahya, 20'de Eskişehir
alındı. Evvelki Yunan taarruzlarının hedefine nihayet ulaşılmıştı ve Türkler, demiryolu gibi kıymetli
ulaştırma vasıtasından mahrum kalacaklardı. yYunanlılar bu ilk muvaffakiyetle yetinebildilerdi. Onlar
için esef edilecek cihet, daha ileri gitmek istemeleri oldu.
18 Temmuz'da Karacahisar'a nakledilen Batı cephesi karargâhına gelen Mustafa Kemal, cephe
kumandanına orduyu Sakarya gerisine çekmek üzere, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde toplanılması
için talimat verdi. İki ordu arasına pek bereketli olmayan toprakları ve nehri sokmak ve Türklere
yeniden toplanmak için zaman kazandırmak istiyordu.
Buna rağmen Türk kumandanlığı, 21 Temmuzda Eskişehir'in doğusunda bir mukabil (karşı) hücumu
denedi; fakat birlikler Seyit Gazi-Kırgızdağ mıntıkasında bir çevirme hareketine girişen, adetçe üstün
Yunan kuvvetleri ile karşılaştılar. Bu Türklerin Eskişehir muharebesi diye isimlendirdikleri
karşılaşmadır.
Türkler, Sakarya gerisine çekildiler.
Eskişehir'in alınmasından sonra, 25 Temmuzda başlayan Yunan taarruzunun durdurulmasına rağmen
durum vahim idi. Kâzım Karabekir Paşa, yapılacak bir iş kalmamış olan kuzey-doğu cephesinden
takviyeler getirdi.
Millet Meclisinde endişe hüküm sürüyordu ve paniği durdurmak zarurî idi. Bütün ümitler Mustafa
Kemal'de toplandı ve 5 Ağustos 1921'de Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'e, o zamana kadar
yalnız padişaha verilen, Başkumandanlık unvanını verdi ve üç ay sonunda yenilebilir mutlak hak
tanıdı.
3 Nisan 1921'den beri Vekiller Heyeti Reisi, Harbiye Vekili ve Erkânı Harbiye Reisi olan Fevzi Paşa,
Harbiye Vekâletini Rafet Paşaya bırakarak diğerlerini muhafaza etti.
Mustafa Kemal, derhal faaliyete geçerek, birliklerin ikmâli için millî tekalîf komisyonlarını kurdu ve
Fevzi Paşayla Polatlı'ya gitti.
Diğer taraftan, Yunanlılar da büyük faaliyet gösteriyorlardı. Başkumandan olan Kral Konstantin
İzmir'e çıkmış ve 7 Temmuz'da Uşak'a gelmişti. Sonra Kütahya'ya yerleştiğinde Lloyd George, İngiliz
Parlamentosunda Sèvres muahedesinin kifâyetsiz (yetersiz) olduğunu ve daha da genişletilmesi icap
ettiğini (gerektiğini) söylüyordu.
13 Ağustosta Eskişehir Seyit Gazi hattından harekete geçen Yunanlılar, ilerlemeye başladılar. 15'de,
Kral Konstantin ''Ankara'ya!'' emrini veriyordu.
Tarihe göre, yunanlılar 88.000 tüfek, 7.000 mitralyöz, 300 top ve 1300 kılınç, 15-20 tayyare ile
mücehhez iken Türklerin 40.000 tüfeği, Yunanlılardan 10 defa eksik olmak üzere 700 mitralyözü, 177
topu, 2.745 kılıcı ve 2 tayyareleri vardı. Süvari kuvvetleri hariç, Türklerin adetçe azlığı barizdi (belli idi).
Türk ordusunun dağılışı, gruplar itibarıyla, İkinci İnönü muharebesinin aynı idi ve grup kumandanları
da değişmemişti. birliklerin dağılışı şöyle idi: 1'inci grup Mihallıççık'ta, sakarya önünde, 3'üncü grup
Ankara-Eskişehir demiryolunun kuzeyinde ve nehrin doğusunda, 12'nci grup aynı demiryolunun öbür
tarafında, 4'üncü grup Polatlı-Malıköy mıntıkasında, Kocaeli grubu, Sakarya istikametinde yürüyüşte
idi. Bir ihtiyat grubu, Sincanköy'de Yusuf İzzettin Paşa kumandasında idi. Nihayet, Kilikya'da
Fransızlarla yapılan anlaşma sonunda serbest kalan 2'nci Kolordu, Akşehir'den Haymana'ya,
Salâhattin Adil Bey kumandasında ilerlemekte idi. 5'inci süvari grubu, Fahrettin Paşa kumandasında
Aziziye'de idi.
Hareket hâlinde birlikler müstesna, yalnız süvariler ve 3'üncü grup Sakarya önünde bulunuyordu.
Taaruzun başında, Yunanlılar süratle ilerleyerek nehrin sağ kıyısına, karşıya geçmemiş Türk
birliklerini attılar; sonra, Yunan taaruzu sol kanat üzerine yüklendi. Yunan sağ kanadı Sakarya'yı geçti
ve doğudan batıya akan ve Sakarya'nın sağ kanalını teşkil eden Ilıca çayına geldi. İki ordu arasında
yakın temas 23 Ağustos'ta temin edildiğinden, bu tarih Türklerce, bu muharebelerin başlangıç tarihi
olarak kabul edilmiştir.
Bu muharebe 22 gün, 22 gece, 100 kilometre uzunluğunda bir cephe üzerinde cereyan etti.
Muharebede, Yunanlıların Helenizm Megoloideası'nın mukadderatı, Türklerin ise vatanlarının bekâsı
mevzuu bahs olduğundan, çarpışmalar çok şiddetli oldu. Türkler tarafında en seçkin kumandan olarak
Kâzım, Şükrü Naili, Kemâlettin Sami, Fahrettin, İzzettin, Derviş ve başkaları vardı.
Bilhassa, Türkler için ikmâl zorluğu mevcuttu ve daimi bir gayret ve tükenmez imana ihtiyaç
gösteriyordu. Biçare köylüler, tahta tekerlekli kağnıları ile, kadınlar ise sırtlarında mühimmat
taşıyorlardı. (1)
Ilıca nehri üzerinde Yunan birlikleri taarruza başladıklarında, evvelce batıya dönük bulunan Türk
cephesi, cenuba (güneye) bükülmüştü. Türkler şimdi Ankara'yı müdafaa ediyorlardı. Mustafa Kemal,
taarruzun başında Yunanlıların güneyden bir çevirme hareketine girişeceklerini tahmin ederek, bu
tedbiri baştan düşünmüştü. Ilıca nehrinin kuzeyinde, düşmanı şiddetli bir mukavemetle yıprattıktan
sonra, sol kanadından birliklerini mukabil taarruz için mecburi yürüyüşle sağa çekmekten çekinmedi
ve sonra mukabil taarruz bütün cephede başladı. Yunan ordusu kaçıyordu. 13 Eylül de Sakarya'nın sağ
kıyısında Yunanlı kalmamıştı.
Yunan ilerleyişi, bundan 22 asır evvel, Makedonyalı Büyük Fatih'in, zihnindeki ''Doğu meselesi''nin
karışık düğümlerini çözmek için efsanevi ve sembolik kılınç darbesini indirmiş olduğu, tarihi Gordium
mıntıkasında kırılmıştı.
19 Eylül 1921'de Büyük Millet Meclisi, Türkiye'nin kurtarıcısına Müşir askeri ünvanını ve Müslüman
memleketlerde muzaffer manasına gelen Gazi şeref rütbesini veriyordu. Milli Mücadelenin ve
Türklerin Marne'ı olan bu muharebenin ruhu, Mustafa Kemal olmuştu.
İtilâf devletleri, Fransa, İngiltere ve İtalya, muhasamata (düşmanlığa) son vermek için hizmetlerini
sunmaya karar verdiklerinde, Paris'te 22 Mart 10922'de toplanan üç hariciye vekilinin ''Doğu
Konferansı'', bir mütareke teklif etti. Bu teklif, İtilâf devletleri tarafından tesbit edilecek askeri
komisyonların kontroluna tâbi, bir bitaraf mıntıka tesisine dairdi. Mütareke üç ay için imzalanacak ve
yenilenebilecekti.
İtilaf devletlerinin teşebbüsü, iki hasım tarafça kabul edildi. Bununla beraber, Kemalist Türkiye
yabancı askerî kontrol tanımıyordu. Müzakereyi, Yunanlıların Anadolu'yu tahliyesi hâlinde kabul
ediyordu.
O zaman, 26 Martta, Paris Konferansı, sulh anlaşması şartlarını bildiren bir nota gönderdi. Bu Sèvres
muahedesinin iyileştirilmiş veya yeniden tanzim edilmiş bir nevi idi. Bazı tahdide tâbî olarak, İzmir
Türklere iade ediliyordu. Türk birliklerinin sulh zamanı mevcudu 50.000 den 85.000 çıkarılacaktı.
Bu teklifler, Türk Millîcilerinde İnfiü (tepki) yarattı. Sèvres muahedesinin nefret uyandıran
hükümlerinin yeni ve basit bir tab'ı, bir nevi sulh taarruzu denilebilecek bu tekliflerle, Yunanlıların
başını kurtarmak, aynı zamanda Doğu meselesini yine Batının lehine halletmek istendiği
düşünülüyordu.
Ankara hükûmeti, 5 Nisanda, mukabil tekliflerde bulundu. Teklifler, 15 tarihli bir cevapla
reddedildiler. Büyük Millet Meclisi, İzmit'te bir konferans toplanmasını teklif etti. Bu da Londra
tarafından reddedildi.
Bir defa daha söz silâhlarındı.
Sivrihisar ve Afyonkarahisar istikametinde çekilen Yunan birlikleri takip edildiler ve Eskişehir'in
doğusunda, Kütahya ve Afyon'da evvelce hazırlanan müdafaa mevzilerine kadar kovalandılar. Netice
olarak, Yunanlılar, Eskişehir muharebesinden sonra işgal ettikleri mevzilere dönmüşlerdi.
İşi bitirmeye karar veren ve müzakerelerin lütfuna kâti bir zaferi tercih eden Mustafa Kemal,
tasarısını gerçekleştirmek üzere Türkiye'yi lüzumlu kuvvetlerle teçhiz (donatmak) için bütün enerjisini
kullandı. Diğer cephelerde fazla olan herşey, yayan veya en iptidaî (ilkel) ulaştırma vasıtaları ile, batıya
yollandı. Erzurum, kars, Elcezire, Adana mıntıkasında pek az kuvvet bırakıldı. Kağnı, belki de
basitliğinden olacak, yeniden ikmâl çalışmalarına iştirak etti: Dolu tekerlekler, parmaklı tekerleklerden
daha az çamura batıyordu. Sadık unsurların ve millî gayeye katılan bahriyelilerin gayretleri ile,
Müttefiklerin nezareti altında bulunan İstanbul'daki silâh depolarından, cephane sandıkları, hattâ
toplar gizlice alınıyor ve Anadolu'ya sevkediliyordu.
Sakarya'da sağ kanada kumanda eden ve Büyük Millet Meclisi başkanı olacak olan yeni Millî
Müdafaa Vekili Kâzım Paşa, ordunun ikmâlini teşkilâtlandırarak memlekete büyük hizmetler etti.
Tesirli olduğu görülen süvari birlikleri takviye edildi.
Yunanlılar, mevzilerini süratle sağlamlaştırmakla meşgul idiler. Durum tersine dönmüştü ve dikenli
tellerin arkasında Türk taarruzunu bekleyen şimdi onlardı.
Taarruza, 1922 Haziranında, Mustafa Kemal karar verdi. Bu sıralarda, Mustafa Kemal, bazı Meclis
azalarının, bilhassa Malta'dan dönen İttihatçıların, sinsi faaliyetlerine maruz idi. Mustafa Kemal'e
tanınan mutlak hakkın yenilenmesinden memnun olmadıklarından, Yunanlılara taarruzda gecikilmiş
olmasına hayrette gözüküyorlardı. Bunun üzerine Gazi, askerî durum hakkında açıklamada bulunmay
lüzumlu gördü.
Yunanlılara hücum kararı verilince, 10 Ekim 1921'den beri Batı cephesi kumandanı İsmet Paşa,
taarruzu hazırlamakla meşgul oldu. Başkumandan, Akşehir'deki karargâha bir ziyaretten sonra
harekâtın Ağustos'ta başlamasına karar verdi ve Ankara'ya döndü. (6 Ağustos)
Bu sıralarda, tamamlanan askerî güç meyvalarını vermişti; Türk ordusu, Yunanlıların kuvvet ve
silâhlarına ulaşamamakla beraber hissedilir derecede yaklaşmış, hattâ süvari birliklerinde adetçe bir
üstünlüğe bile sahip bulunuyordu. Batıdan kolaylıkla ikmâl gören Yunanlıların malzemesi daha iyi idi.?
tarihte Yunan ordusu 130.000 tüfek, 8.060 mitralyöz, 348 top, 1.300 kılıçtan müteşekkildi. Türk
ordusu ise 98.670 tüfek, 1.864 mitralyöz, 232 top ve 5.286 kılıçtan ibaretti.
Mustafa Kemal'in plânı şöyle idi: Düşmanın silâhlı kuvvetlerinin imhasını hedef tutan bir hareket
harbi yapmak ve Afyonkarahisar'ın güneyinden Akarçay ve Dumlupınar'a hücum etmek, bu suretle
katî bir netice elde etmek.
Şuhut kasabası civarında dar bir sahada, Türk birliklerinin toplanmasını gizli tutmak için, icap eden
(gereken) bütün tedbirler alınmıştı.
20 Ağustos 1922'de, Başkumandan, gizlice ayrıldığı Ankara'dan, otomobille Konya üzerinden Akşehir
umumî karargâhına geliyordu.
İsmet ve Fevzi Paşa, Erkânı Harbiye Heyetleri ile birlikte, Türk hücum birliklerinin toplanma yeri,
Küçük Şuhut'a gittiler. Buradan, hücum kuvvetini teşkil eden 11 piyade ve 3 süvari tümeni, gece
yürüyerek, gündüz tayyarelerden saklanarak Akarçay ile Ahırdağ arasında mevzi aldılar.
26 Ağustos'ta, İsmet ve Fevzi paşalar refakatinde Başkumandan, Kocatepe (Afyonkarahisar
güneyinde, bu şehirle Şuhut kasabası arasında) rasat yerine çıktı. Sabahın beş buçuğunda kesif bir
topçu ateşi başladı. Hücum akşama kadar devam etti ve Yunanlıların takviyeli mevzileri bir günde
alındı. Ertesi günü, yeni taarruzlar, Yunanlıları kuzeye doğru püskürttü. Müteakip günlerdeki
savaşlarda 1 ve 2'nci Türk orduları, güney ve doğu kenarından cepheyi tazyik ettiler ve süvari grubu
batı ve kuzeyden onları takip etti; böylece Yunan ordusu ikiye bölünmüş oldu. Dumlupınar'ın kuzey
batısındaki Aslıhanlar mıntıkasında çevrilen güney kısmı, Çalköy yakınında, başkumandan tarafından
şahsen idare edilen bir muharebe sonunda tamamen imha edildi (30 Ağustos). 31 Ağustos'ta Mustafa
Kemal, bu zaferi kazandığı harp sahasını incelerken, kaçan düşman kuvvetlerinin takbini
süratledirmek, Uşak'tan trenle çekilen birliklere ve Eskişehir bölgesinde bulunan Yunan ordusunun
ikinci parçasına hücum ederek, Anadolu'yu Yunanlılardan tamamen temizlemek tedbirlerini
kararlaştırıyordu. 1 Eylülde meşhur emrini verdi: ''Ordular, Hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!''
2 Eylülde Uşak'a girdi. Burada, esir edilen General Trikupis (azledilen Hacı Anestis'in yerine gelen) ve
yardımcısı General Dionis kendisine getirildi.
Türk ordusu, İzmir'i 9 Eylülde ve Mustafa Kemal, ertesi günü şehre girdi.
Maalesef, 13 Eylülde, müthiş bir yangın, şehri tamamen harap etti. Yunanlılar ve Türkler, bu felâkete
sebebiyet verdikleri için, birbirlerini karşılıklı olarak itham ettiler (suçladılar).
Menderes bölgesi Yunan birlikleri, Türklerin ellerine düşen kumandanlarından emir
alamadıklarından, İzmir'in işgalinden sonra esir edildiler.
Diğer taraftan, Yunanlıları Eskişehir'den çıkarmış olan 3'üncü Ordu grubu, onları takip etti ve Bursa
doğusunda çevirdi. bu gruba bağlı bir tümen, Mudanya yakınlarında esir edildi. Gerisi, Bandırma'dan
veya Kapıdağ yarımadasından gemilere binerek kurtuldu.
18 Eylülde Batı Anadolu, Yunan birliklerinden tamamen temizlenmişti. Sakarya harbinden sonra
yaptıkları gibi Yunanlılar, peşlerinde Yunan halkı olduğu hâlde, yolları üzerinde bulunan herşeyi
yakarak ve tahrip ederek kaçtılar.
Bir müddet sonra, İzmit'ten hareket eden Türk birlikleri, Boğazlar istikametinde, Gebze'ye kadar
ilerleyerek İngiliz birlikleri ile temasa geçtiler.
Trakya'da bir Yunan ordusu var idi ise de duruma tesir edemezdi. Herşey, İstanbul Boğazında ve
Çanakkale'de mevzilenmiş, Harrington birliklerinin takınacağı tavra bağlı idi. Başvekil Lloyd George
silâhlı bir çatışma ihtimalini kabul eder göründü. Hattâ dominyonlara takviye için müracaat etti ise de,
hadiselerin haricî inkişafından (gelişmesinden), teşebbüsü neticesiz kaldı.
İşte bu kritik anda, Çanakkale'yi tahliye ettirmiş olan ve ileride görüleceği üzere, Türkiye ile ayrı bir
anlaşma aktetmiş bulunan Fransa, bir çatışmayı önlemek için gayret gösterdi. Fransa, FranklinBouillon'un keskin zekâsı ve açıksözlülüğü ile buna muvaffak oldu. Müzakereler, Türk-Fransız
dostluğunun yeniden teessüsünü temin etti (kurulmasını sağladı).
Fransa İstanbul yüksek komiseri General Pelle'nin İzmir'de, Mustafa Kemal'den Türk ordularının
bitaraf mıntıkaya sokulmamasını talep ettiği bir ziyaretten maada (başka) Gazi, bir Fransız harp
gemisiyle buraya gelen M. Franklin Bouillon'la mühim bir görüşme yaptı.
Mustafa Kemal'in Trakya kurtarılmadıkça ileri yürüyüşü durdurmanın imkânsız olduğunu bildirdiği bu
görüşme sırasında, Meriç'e kadar Trakya'nın tahliye edileceğini vaad eden ve Yunan birliklerinin hangi
hat gerisine çekileceğini tespit için İzmit veya Mudanya'da bir askerî mütareke komisyonu
toplanmasını teklif eden, 23 tarihli İtilaf devletlerinin muhtırası geldi.
Büyük Millet Meclisi hükümeti Mudanya'yı seçtiğinden, muhtelif devlet temsilcileri 3 Ekim 1922'de
ve müteakip günlerde toplandılar.
İngiltere'yi General Harrington, Fransa'yı General Charpy, İtalya'yı General Monbelli, Türkiye'yi İsmet
Paşa ve Yunanistan'ı General Mazarakis temsil ediyordu.
Müzakereler, İtilaf devletleri temsilcilerinin, Trakya'nın tahliyesini bir sulh antlaşması neticesine
doğru bağlamak istemelerinden çetin geçiyordu. Çarpışmalara Türklerin yeniden başlama tehdidi
karşısında derhal kesilen müzakerelere bir müddet sonra tekrar başlandı ve 11 Ekim'de bir anlaşmaya
varılabildi. Yunan temsilcisi imzalamayı reddetti ise de hükümetin müttefiklerin tazyiki (baskısı) ile
anlaşmayı daha sonra tanıdı.
Yunan ordusu, Trakya'yı on beş gün içerisinde tahliyeyi kabul ediyor, Türkiye ise, burayı bu suretle
silâh atmadan elde ediyordu. Türkler, bu mıntıkada nizamı, anlaşmanın gerçekleşmesine kadar, en
fazla 8.000 kişilik bir jandarma kuvveti göndererek temin edebileceklerdi.
Boğazlar mıntıkasında sivil idare Türklere geçiyor, fakat İtilâf devletleri, sulhun akdine kadar, burada
asker bulundurma hakkını muhafaza ediyorlardı.
Trakya'daki Yunan halkının ekseriyeti, çekilen Yunan birliklerini takip etti.
Evvelce görüldüğü gibi, Büyük Millet Meclisi ile Sovyetler arasında bir anlaşma 20 Ağustos 1920'de
aktedilmişti ve Ali Fuat Paşa Moskova'ya elçi olarak gönderilmişti.
Ruslar, çifte İnönü zaferinin ve Müttefiklerin, Ankara delegelerini Londra Konferansına davet
etmelerinin tesiri altında kalarak, 1 Mart 1921'de Türkiye ile bir anlaşma aktettiler.
Bu anlaşma, İktisat Vekili ve Kastamonu mebusu Yusuf Kemal bey, Maarif Vekili ve Kastamonu
mebusu Rıza Nur Bey ve elçi, hususî murahhas olarak Ali Fuat Paşa ile Haricî İşler Halk Komiseri
Çiçerin ve Merkez İcra komitesi azası Korkmazof tarafından imzalandı.
Wilson'varî bir başlangıçla, milletlerin kardeşliği prensibinden ve milletlerin mukadderatını serbestçe
tâyin haklarından bahsediyor ve emperyalistliğe karşı mücadelede milletleri tesanüte (dayanışmaya)
davet ediyordu.
Her iki taraf da, tarafeynden (taraflardan) birine yüklenmek istenen, herhangi bir sulh anlaşması
veya beynelmilel akti tanımamayı prensip olarak kabul ediyordu. Rusya, Türkiye namı altında 19 Ocak
1920 tarihli Misakı Millî'de belirtilen mıntıkaların anlaşıldığını kabul ediyordu. (1'inci madde)
Her iki taraf da, Çar Hükûmeti ile padişahın Türkiyesi arasında aktedilen bütün anlaşmaları muteber
(geçerli) saymıyorlardı. (madde 6)
Rusya'da Türkiye'de kapitülasyonların lâğvını kabul ediyordu (madde 7).
Taraflar, mukabil (karşı) tarafa hasım toplulukların kendi memleketlerinde teşkilat kurmalarını veya
ikametini kabul etmemeyi taahhüt ediyor (8. madde) ve milletçe en fazla istenilen rejimin karşılıklı
olarak tatbikinde anlaşıyorlardı.
Takriben 7 ay sonra, Türkiye, Rusya ve üç Sovyet Sosyalist Kafkas Cumhuriyeti ile (Ermenistan,
Azerbaycan, Gürcistan) Kars anlaşmasını aktediyordu. (13 Ekim 1921) (1)
Bu anlaşma, bilhassa Moskova muahedesi hükümlerini, Türkiye'nin yeni ilhaklarını teyid ediyordu.
(1)
Nihayet 2 Ocak 1922'de, Ukranya Sovyet Sosyelist Cumhuriyeti ile bir anlaşma yapıldı. Hariciye Vekili
Yusuf Kemal ve Ukranya Sovyetleri Merkez İcra Komitesi azası, halk komiserleri meclisi azası, Kırım ve
Ukranya'da bütün silâhlı kuvvetler başkumandanı, Kızıl Yıldız nişanını hâmil, konferansta fevkalâde
elçi olarak bulunan Mişel Frunze arasında aktedildi (imzalandı).
Ruslar, Türkiye'yi resmen tanıyan ilk devlet oldular.
Türk-Rus anlaşması, şu hâlde Kemalist devlet için çok ehemmiyetli idi. Müzakereler, Avrupa'da
büyük hoşnutsuzlukla takip edildi. Bununla beraber, tekmil Doğu Avrupa'nın istikrar kazanması
hususunda bu anlaşmaların gayet müsait inikâslarını (yansımalarını), aynı zamanda bazı gayeye matuf
(yönelmiş) neşriyatın Türkiye'yi komünizm hegemonyası altına sokmayı istemekle itham etmeye
kadar vardıkları Kemalist politikaya tevcih edilen aceleci tenkitlerin esassızlığını, Avrupa fark etmeye
başladı.
Türkiye ile Fransa'nın 1920 Mayısından beri bir anlaşma zemini aradıkları görülmüştü. Bu gayretler
Briand tarafından devam ettirildi. Fakat 1921 Haziranında bir neticiye varılabildi ve Ankara'ya resmî
sıfatla giden Franklin Bouillon'la bir anlaşma tanzim edilebildi. Mustafa Kemal, Hariciye Vekili Yusuf
Kemal ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa tarafından takip edilen müzakereler uzadı.
Türkiye'ye karşı iyi temayüllerini takdir ettiği Franklin Bouillon'la, Mustafa Kemal müzakere ederken,
yalnız yeni Türk devletinin var olduğunu ve Misakı Millî'ye uygun bu devletin mutlak bir hürriyeti
hakkı bulunduğunu ona kabul ettirmeye çalışıyordu. Müzakereler, kapitülasyonlar meselesinden ve
Kemalist hareketin belirtiği kökten değişikliğin anlaşılmamasından zorluklarla karşılaştı. Kemalist
hareketten doğan Türk devleti, sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden canlanması olmayıp,
üstelik dahilî siyasetinin başlıca noktalarında ona tamamen zıt anlayışa istinat eden (dayanan) bir
teşekküldü. M. Franklin Bouillon'un büyük liyâkatı, bu hususu açıkça ayırt etmeye ve peşin hükümlere
galebe çalmaya muvaffak oldu. Kendisi ile Yusuf Kemal tarafından 20 Ekim 1921'de Ankara anlaşması
diye anılan aktin imzalanması, bu peşin hükümlere ilk darbeyi vurdu.
Bu siyasî vesika diplomatik maharati gösterir: İki taraf arasında harp halinin sona ermesi (1. madde)
ve üçüncü müteakip maddelerde Kilikya'nın Fransa tarafından tahliyesi demek olan birliklerin karşılıklı
çekilmesi. 7'inci madde ile Fransa, Türk halkının ekseriyette bulunduğu İskenderun mıntıkasında,
resmî lisanı Türkçe olmak üzere, bu hususî idare rejimi tesis etmeye razı oluyordu.
8'inci madde ile Türk-Suriye hududu şöyle tarif edilmişti. ''İskenderun Körfezinde Payas'ın
kuzeyindeki bir noktadan hareketle hudut Meydanı Ekbes'e doğru ilerleyecek, oradan güney doğuda
Moskova'yı Suriye'yi, Karnaba'yı ve Kilis'i Türkiye'ye bırakarak dönecek; buradan Bağdat hattına
ulaşarak Nusaybin'e kadar bu hattı Türk arazisine bırakacak; oradan Nusaybin-Cezire - İbni Ömer eski
yolunu takiben Dicle'ye ulaşacaktır.''
Muahedede, kapitülasyonlardan bahis yoktu. Yalnız muahedeye ek bir mektubunda, Yusuf Kemal
Bey, Türkiye'nin hükümranlık ve hürriyetine dair bütün meselelerini, karşılıklı bir anlayışla halletmeye,
Fransa hükümetinin çaba sarfedeceğine ümidi olduğunu ifade ediyordu.
Sade bu memlekete derhal temin ettiği imkânlar bakımından değil, Türkiye'ye karşı bir müttefik
cephesinin kalkmasını belirtmesinden, yeni devleti resmen tanınmasına delâlet ettiğinden ve o
zamana kadar Kilikya cephesinde tutulmakta olan Millîci birliklerin serbest kalmasını temin
etmesinden, Ankara anlaşması, Türkiye'de mühim bir siyasî muvaffakiyet (başarısı) olarak telâkki
(kabul) edildi.
YEDİNCİ BAHİS
SALTANATIN LAĞVI VE LAUSANNE KONFERANSI
Saltanatın lâğvı (1 Kasım 1922).- İlk Lausanne Konferansı (20 Kasım 1922-4 Şubat 1923).- İkinci
Lausanne Konferansı (23 Nisan-24 Temmuz 1923).- İstanbul'un Müttefikler tarafından tahliyesi (2
Ekim 1923).- Lausanne müzakereleri sırasında iç siyasî durum.- İkinci Büyük Millet Meclisi ve Halk
Fırkası.- Türkiye'nin yeni başkenti.
Mudanya mütarekesinin aktinden sonra Müttefikler sulh müzakereleri ile meşgul oldular. İki Türk
hükûmetine yapılan davet, sadrazam Tevfik Paşaya hitaben gönderildi. Sadrazam Tevfik Paşa da bu
daveti Büyük Millet Meclisine ulaştırdı (28 Ekim 1922). Bu beceriksizlik, aşağıda Gazi tarafından bizzat
hülâsa edilen hikâyede görüleceği üzere, Saltanatın devrilmesine sebep veya vesile oldu:
Zaferden sonra Mustafa Kemal, askerî ve siyasî meselelerin kendisini tuttuğu İzmir'de, ikametini bir
müddet daha uzattı. Mebusların çoğu ise, onu Ankara'da görmek istiyorlardı. Siyasî çevreler, bilhassa
Sultanın mukadderatının ne olacağını tahminle meşgul idi. Millîcilerin galebesi, Mehmet VI'nın tahtı
ergeç terketmeye mecbur kılacağını ve mühim değişiklikler olacağını tahmine imkân veriyordu.
O sıralarda, (12 Temmuz 1922'den beri) Vekiller Heyeti Reisliğinde Rauf Bey bulunmakta idi. İkinci
grup tabir edilen Sultanın iktidarına taraftar olanlarca seçildiğinden, Rauf Bey bu andan itibaren, eski
dostunun hareket tarzından uzaklaşmaya başlamakta idi. Hattâ, Mustafa Kemal'i Ankara'ya
getirtmeye çalıştı. Mustafa Kemal, bu ısrarda, askerî hareket bittiğinden devlet işlerine karışmamaya
bir davet görüyordu. Mustafa Kemal'in reddi üzerine Rauf Bey İzmir'e gitti ve müteaddit günlük işler
müzakere edildi.
Mustafa Kemal, nihayet Ankara'ya gitmeye karar verince, Rauf Bey bundan, saltanatın âkibetini
soruşturmak için istifade etti. Konuşma, Keçiören'de Refet Paşa'nın evinde, ev sahibi ile Ali Fuat
Paşanın yanında oldu. Rauf, Gazi'ye âniden Saltanatın lâğvına niyeti olduğuna dair dedikoduların neye
istinat ettiğini sordu. Mustafa Kemal, Rauf'a Saltanat mevzuunda ne düşündüğünü sorarak cevaptan
sakındı. Rauf, kendisinin ve babasının ekmeğini yemiş oldukları padişahların devamına taraftar
olduğunu açıkça söyledi. Asırlardan beri süren bir hürmetle çevrili olarak ve tebaalarının ihtiras ve
kavgalarının üstünde tahtta kalmaya devam etmelidirler.
Refet Paşa bu görüş tarzını tasvip etti. Ali Fuat, Rusya'dan dönüşünü mazeret göstererek özür diledi
ve konuşmaya iştirakı reddetti.
Mustafa Kemal, bu meseleyi müzakere için zamanın gelmemiş olduğunu söylemekle iktifa etti.
Aslında harekete geçmek için müsait bir fırsat bekliyordu. Yukarıda bahsettiğimiz davet şeklinde bu
fırsat ortaya çıktı.
Tevfik Paşanın telgrafını ele geçiren Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisindeki locasına Rauf'u, sonra
da Kâzım Karabekir Paşayı çağırttı ve Saltanatın devrilmesini talep edeceğini söyledi. Kendisine
yardım etmelerini rica ediyordu. Kabul ettiler ve Rauf Bey, kürsüde Padişahlığın devrilmesini ileride
millî bir gün olacağını söyledi.
Mustafa Kemal burada söz aldı, saltanatın kaldırılması icap ettiğini açıkladı.
Ertesi gün, Büyük Millet Meclisinde Hilâfet meselesi uzun, uzun münakaşa edildi. Mustafa Kemal, bu
müessenin Hülâğu'nun son halife Mustasım'ı 1258'de katlettiğinden beri mevcut olmadığını ve bittabı
Selim I'ın Mısır'ın fethi sırasında Mustasım'ın soyundan bir mülteciye mübâlağalı bir ehemmiyet
atfetmiş olmasının, bugün de mevcut olmasını icap ettirmeyeceğini söyledi.
Bundan sonra bir önerge yağmuru oldu. Meselenin müzakeresi, üç encümene gönderildi: Teşkilâtı
Esasiye, Şeriye, Adliye. Bu bir red idi. Ama, Mustafa Kemal meseleyi böyle görmüyordu. Bir sıranın
üzerine çıktı ve şu sözleri söyledi: Beyler, iktidar ve hükümranlık az veya çok akademik münakaşalarla
temin edilemez. Sultanlar, iktidarı ve hükümranlığı kuvvetle elde ettiler ve millete emri vakî yaptılar.
Eğer millet hükümranlık istiyorsa, ayni şekilde hareket etmelidir, bu emri vakî hali de esasen
mevcuttur. Benim gibi düşünmeyen mebuslara gelince, hiç bir şeye mani olamıyacaklardır ve başlarını
lüzumsuz yere tehlikeye atmaktadırlar.''
Sonra bazı teknik izahat vererek, Meclisin din adamlarını ikna etti. Karma encümen süratle bir kanun
lâyihası hazırladı.
''Aynı günün ikinci içtimaında, (toplantısında)" Gazi ilâve ediyor, ''kanun tasarısı okundu. Birisi açık
reye konmasını teklif ettiğinde, kürsüye çıktım: Beyhude, dedim, Yüksek Meclisinizin memleketin ve
milletin hürriyetini ebediyen temin edecek tedbirleri ittifakla kabul edeceğinden şüphe etmiyorum.
''Reye, reye'' diye sesler işitildi. Nihayet reis oya koydu ve derhal ilân etti. ''İttifakla kabul edildi''.
Bununla beraber bir itiraz, bir tek itiraz duyuldu. Birisi ''itiraz ederim'' diye bağırıyordu. Haykırışı
''karar verilmiştir'' sözleriyle bastırıldı. İşte Saltanatın yıkılışının son safhası böyle kapanıyordu.''
Kanun, Mehmet VI.nın Padişah ünvanının kaldırıldığına dairdi. Hilâfet, Osmanlı hanedanına,
salâhiyetleri belirtilmeden, bırakılmıştı.
Son Osmanlı kabinesi derhal istifasını verdi ve beş gün sonra, İstanbul'un adresi Millî Meclisin eline
geçiyordu. O sırada, Trakya yüksek komiseri olarak oradan geçmekte olan Refet Paşa idareyi ele aldı
ve az sonra Adnan Bey daimî temsilci oldu.
Ali Kemal'in gün ortasında kaçırılması ve linç edilmesiyle telâşa düşen Sultan, bir müddet sonra
İngiliz kuvvetleri baş kumandanı Sir Charles Harrington'a mutemet bir adamını gönderdi. Hayatından
endişe ederek, bütün müslümanların halifesi sıfatı ile, kendisine melce teminini rica ediyordu.
17 Kasım 1922 sabahı, İngiliz generali Mehmet VI.yı otomobille aldı ve bir harp gemisine götürdü.
Burada, İngiliz amirali tarafından kabul edildi. Yüksek komiser Henderson, kendisini ziyarete geldi ve
Krala bildirilecek bir husus olup olmadığını sordu.
18 Kasım içtimada, Büyük Millet Meclisi Vahdettin'i halifelikten de iskât ediyor ve Abdülâziz'in oğlu
ve Mehmet VI.'nın kardeş çocuğu Aldülmecit efendiyi halife ilân ediyordu.
Sèvres muahedesinin halle muvaffak olamadığı sulhü müzakere etmek üzere Lausanne'a gidecek
heyet reisliğine, Türkiye tarafından İsmet Paşa seçildi.
İsmet Paşa, bu vazifeye hazırlık olarak 26 Ekimden beri Hariciye Vekilliğine getirilmişti (1).
Yalnız Türkiye, üç delege göndermişti. Fransa, Barrare ve Bompard, İngiltere Marki Curzon of
Kedelston (Konferans Başkanı) ve Sir Horace Rumbold tarafından temsil edilmekte idi.
Uzun müzakerelerden sonra, ilk Lausanne Konferansı bir tasarı hazırladı.
A. Türk-Yunan münasebetlerine müteallik hükümler:
1. Sulh müzakereleri neticelenmeden evvel sivil ve askerî esirlerin mübadelesine dair anlaşma
(öncelikle imzalandı.)
2. Mudanya mütarekesine uygun olarak Trakya'da Meriç'in sol kıyısından Türk hududunun tesbiti.
Türkiye İmroz ve Bozcaada'yı geri alıyor ve Yunan adalarından Anadolu kıyısına yakın olanlar
silâhsızlandırılıyordu. (Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya)
3. Türkiye'deki Yunanlılar ile Yunanistan'daki Türkler, Batı Trakya ve İstanbul Rumları hariç,
mübadele edileceklerdi. Mübadele edilen kimseler hiçbir mazeretle eski yerlerine dönemiyeceklerdi.
4. Doğu Trakya'da ve Batı Anadolu'da, Yunanlılar tarafından yapılan tahribatın tazmini meselesi.
B. Türkiye'nin Müttefik devletlerle münasebetlerine taalluk eden hükümler (Anlaşma ile
halledilebilenler)
1. Suriye hududunun tesbiti (Ankara-Türk-Fransı anlaşmasının tasvibi).
2. On iki ada üzerinde İtalya hâkimiyetinin tanınması.
3. Boğazlar meselesine gelince, Türkiye'ye, kendinin de iştirak edeceği bir harpte, bunları
silâhlandırmak hakkı tanınıyordu. Yabancı devlet gemilerinin geçişi, bazı formalitelere tabi idi.
Boğazlar komisyonu, yalnız ecnebi gemiler için yetkili olabilecekti; askerlikten tecrit edilen
mıntıkalarda ise hiçbir kontrol hakkı olmayacaktı.
4. Çanakkale mıntıkasında Müttefik mezarlıklarına saygı gösterilmesi.
C. Anlaşmanın Müttefik Devletlerle halledemediği meseleler.
1. Sabık Osmanlı İmparatorluğu ile olan borçlar meselesi. Bilhassa Fransız murahhaslarını alâkadar
etmekte idi.
2. Kapitülasyonlar meselesi.
3. İstanbul'un ve Boğazlar'ın Müttefiklerce tahliyesi.
4. Irak'la hududun tesbiti.
Bu tasniften sonra, İsmet Paşa ile Müttefiklerin hal edemediği meselelerin bir hayli olduğu
görülmektedir. Türk heyeti reisi, kendisine tevdi edilen tasarıyı imzalamayı reddettiğinden konferans
inkitâa uğradı (4 Şubat 1923).
Lozan Konferansı, 23 Nisan 1923'te toplanarak tam üç ay sürdü. Sekreterlikte bazı değişiklikler
müstesna, Türk heyeti ilk konferanstakinin aynı idi.
Müttefikler, bilhassa Fransızlar heyette değişiklik yapmıştı. General Pell´e'nin delege olarak tâyini,
Türkler tarafından çok müsait karşılandı.
Bununla beraber, Türk-Fransız nizaları, (anlaşmazlıkları) konferansta en fazla endişe veren hususlar
oldu. Hattâ, Türk gazeteleri Fransa'nın tecridinden bahsettiler ve bu güçlüklerle, General Weygand'ın
Suriye yüksek komiserliğine tâyini ile Suriye hududunda Türk birliklerinin yığınak yapmasını, ilgili
gördüler. Borçlar meselesinde hakkımızın tanınmasını takiben, iki memleket arasında başlıca zorluk,
Osmanlı borçları kuponlarının ödenme şekli oldu. Fransa, Türkiye'ye borç verilen paranın, bu
kuponların ödenmesinde de ayni, yani altın olmasına dair Muhterem kararını teyidini kat'iyetle
istiyordu. Türkiye ise bunu reddetti. Bundan başka Chester projesine taalluk eden (dayanan) anlaşma
kararını, daha doğrusu bu isimdeki yeni projeyi, (1'inci Chester projesi 1911'de idi.) Fransa protestosu
ediyordu. Bu, Büyük Millet Meclisince tasvibi kaydıyla, Nafıa Vekili Fevzi Bey ile ''K.A. Quennedy ve
Arthur Chester'' Amerikan grubu arasında imzalanan muazzam bir mukavele idi. 4385 kilometre
uzunluğunda bir demiryolu inşasına dairdi. Samsun-Sivas hattının inşası harpten evvel Fransızlara
verildiğinden, General Pell´e, millici hükûmet temsilcisine, hükûmetimizin protesto notasını verdi (11
Nisan). Nihayet üçüncü bir zorluk mevcuttu: Ekseriyeti Fransız olan demiryolu, liman, tramvay ve gaz,
tütün işletmelerini veya şirketlerinin imtiyazları meselesi.
İngiltere ile İstanbul'un ve tahmin edilmeyen müşkülât (zorluk) mevzuu Musul'un tahliyesi vardı.
Harp tazminatı ödemek istemeyen Yunanlılarla da zorluklar çıktı ise de bu mevzuda çabuk anlaşıldı:
27 Mayısta tanzim edilen bir anlaşma ile Edirne'nin istasyonu Karaağaç, harp tazminatlarına karşılık
Türklere verilecekti. Münakaşa, bir müddet sonra, Yunan ordusu tarafından Türkiye'de imzalanan
harp tekâlifi senetlerinin Yunanlıların ödemeyi reddetmeleriyle tekrar canlandı.
Bütün devletleri alâkadar eden kapitülasyonlar meselesinde, yabancılara hukukî teminatlar veren bir
anlaşmaya varıldı. 5 sene süresince, Türk Adliye Vekâleti nezdinde Avrdupalı hukuk müşavirlerinin
bulunmasına, her yabancı tebaalının tevkifinde, bunların haberdar edilmesi ve bu tedbir sebeplerini
tetkik etmeleri karar altına alındı. Bu tedbir muvakkat olduğundan, Türkler haklı olarak kendilerini
kapitülasyonlar meselesinde dâvayı kazanmış kabul ettiler.
Karantina ve sağlık servisleri için 3 doktorun Türk memuru olarak tâyini, bu arada kabul edildi.
Müttefik delegelerinin 4 Temmuzda müşterek müracaatı gibi âcil meselelere rağmen, İsmet Paşa
evvelce kararlaştırdığı meseleler üzerinde ısrar etti ve böyece diğer imkânlar, meselâ kabotajın
millîleştirilmesi gibi, elde etti.
Nihayet Müttefikler, sulh muahedesinin tasvibinden 6 hafta sonra, Boğazlar'ı ve İstanbul'u tahliyeyi
kabul ettiler ve anlaşma 23 Temmuz 1923'te Polonya, 24 Temmuzda da bütün İtilâf devletleri ile
imzalandı. Bu, Meşrutiyetin ilânı yıldönümünün ertesi gününe tesadüf ediyordu.
İki vâhim mesele halledilmemiş kalıyordu: Kuponların ödenmesi ve Musul'un tahliyesi.
''Bizden istenenler ve elde ettiklerimiz'' başlığı ile 25 Temmuz tarihli akşam gazetesi, sulhun
bilânçosunu şöyle yapıyordu:
''Bizden istenilen, Trakya'nın Yunan, İstanbul'un beynelmilel, Anadolu'nun Ermeni, Adana'nın bir
Fransız, İtalya'nın bir İtalyan kolonisi olması idi. Ne ordumuz, ne bahriyemiz olmamalıydı.
Anadolu'nun ortasında kaybolmuş iki veya üç vilâyetle, Saray, ufak veya büyük devletlerin
mürakabesinde kalacaktı; Maliyemiz, Adliye, Nafıa, Deniz ve Kara kuvvetlerimiz, hudutlarımız,
boğazlar, maarifimiz mürakabe altında bulunacaktı. Türkler parya ve Hristiyanlar efendi olacaktı; bir
kelime ile, Türkiye bir devlet olmaktan çıkacak, dağılacak, bayrağı Marmara ve Ege denizi kıyılarından
kaybolacaktı. İşte Sèvres muahedesi tasarısı, mânası bu idi.
''Elde ettiklerimiz ise: Anadolu ihtilâli, İzmir mıntıkasında Yunanlıların, Adana bölgesinde işgal
ordusunun, Doğu cephesinde Ermenilerin yolunu kesti. Antalya'daki kuvvetler çekildiler. Bütün Doğu
ve Batı Anadolu, Adana, Trakya, Antalya, Boğazlar, İstanbul bizimdir. Ordumuz, bahriyemiz olacak,
kendi kendimizin efendisi olacağız. Millî birlik tahakkuk edilmiştir. Türkiye'de, Türkler imtiyazlı unsuru
teşkil edeceklerdir. İşte, arzumuz bu idi. İşte Lausanne anlaşmasının mânası budur.''
Türkler, Sèvres muahedesi ile İstiklâl harbi zaferinin temin ettiği anlaşma arasında kat ettikleri yolu
böyle ölçüyorlardı. Lausanne anlaşmasının imzalanması haberiyle Türkleri saran büyük sevincin
mânası böylece anlaşılıyor.
Bazı istisnalar dışında, Mustafa Kemal'in askerî başarılarından sonra sadık yardımcısı İsmet siyasî
başarıların en parlağını kazanmış oluyordu.
Bu iki muvaffakiyet, bazılarınca, hattâ Avrupa'da ''Türk Mucizesi'' olarak vasıflandırıldı.
Daha, anlaşmanın Büyük Millet Meclisince tasvibi vardı.
23 Ağustos 1923 içtimaında, Büyük Millet Meclisi haricî işler encümeni reisi Yusuf Kemal Bey,
raporunu okuyarak, İsmet Paşa'yı tebrik etti. Bununla beraber, bunu takip eden müzakerede bazı
tenkitler belirtildi. Bilhassa Suriye hududunun çizilmesi Mersin Mebusu Niyazi, Şair Yahya Kemal ve
Hamdullah Suphi Beyler tarafından tenkit edildi. 23 içtimaında İsmet Paşa bir nutuk söyledi ve
anlaşma 4 kanun lâyıhası halinde tasvip edildi. İkisi 13 oya karşı 208'le, diğer ikisi ise 14-16 oya karşı
213 oyla.
Lausanne'da kararlaştırıldığı gibi İstanbul ve Boğazlar, anlaşmasının tasvibi tarihi 23 Ağustos'tan
itibaren 6 hafta içerisinde tahliye edielcekti.
Bu tasvibi dahi beklemeksizin, Türk hükûmeti, bu hareketi hazırlamakla vazifeli bir komisyon
kurmuştu. İstanbul Mevki Kumandanı Salâhattin Adil'in başkanlığında bu komisyon, subaylardan ve
alâkalı diğer teşkilât mümessillerinden müteşekkildi. (Hariciye, İstanbul Vilâyeti, Vakıflar, Polis.)
Tahliye faaliyetine, bu komisyonun ilk toplantısını takiben başlandı (5 Ağustos). Harp malzemesi
müstesna, tahliye hususunda fazla zorlukla karşılaşılmadı. Bir kaç müzakereden sonra, depolarda
mevcut malzemenin, anlaşmanın imza edildiği 24 Temmuzda teslim edilmesi kararlaştırıldı.
Türkler, hâdise çıkarmadan ve birbiri ardına Osmaniye telsiz istasyonlarını (6 Eylül), posta
merkezlerini (20 Eylül), İmroz ve Bozcaada'yı (aynı ayın sonunda) işgal ettiler.
Müttefik birlikleri, Tevhidi Efkâr gazetesinin yazdığı gibi, ''Dört buçuk asırdan beri ilk defa yabancı
işgal görmüş bir şehri'' terkederek 2 Ekimde gittiler.
6 Ekim 1923'te Türk birlikleri, Türk halkının çılgınca tezahüratı arasında, şehri giriyordu. Başlarında,
Yunan Baş Kumandanından alınan ata binmiş, Şükrü Naili Paşa ilerliyordu. 6 Ekim, Türkiye'nin millî
bayramlarından biridir.
Lausanne murahhasları toplandığı sırada, Büyük Millet Meclisinde şu siyasî partiler vardı:
1. İktidarda ve ekseriyette, Mustafa Kemal'in idare ettiği, Müdafaai Hukuk Partisi,
2. Reisleri, Millet Meclisi Reis Vekili Hüseyin Avni olan İkinci Grup denilen muhalefet.
İkinci grubun katî bir programı olmamakla beraber, muhafazakâr temayüllü, düşen hanedana
sempati besleyen ve her fırsatı (Meselâ I.inci Lausanne Konferansının inkitâa (kesintiye) uğraması
gibi) kollayarak Mustafa Kemal'e sinsi bir muhalefet yapmakta idi. Taktiğini belirtmek için, 22 Aralık
1922'de 3 mebus tarafından Meclise verilen ve Türkiye'nin şimdiki hudutları içerisinde doğan
kimselerin Büyük Millet Meclisine seçilebilmesine taallûk eden bir kanun tasarısı zikredilebilir. Bu,
Mustafa Kemal'i, siyasî faaliyetten uzaklaştırmak idi.
3. İttihatçılar. Nizamî İttihat ve Terakki partisi mevcut değildi fakat uslanmamış bazı ittihatçılar eski
devirleri tahayyül ediyor ve icabında perde arkasından faaliyet gösteriyorlardı. Yeni nizama hararetle
iltihak eden bir kaçı müstesna, diğerleri pek itibar görmüyordu ve Malta sürgünlerinin dönüşü resmen
tesit edilmedi.
İkinci grup, âzalarından Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin bir lâz, Topal Osman Ağa tarafından 27
Mart 1923'te öldürülmesiyle, galeyana geldi. Nizamî olmayan bir birliğin, Giresun alayının, yarbay
payesini edinmiş bulunan Osman Ağa, aslında Çerkez Etem nevinden, başlangıçta millî harekete
hizmet eden nizamî ordu kurulunca gücenen, bir çete reisi idi. Hükûmet, seri ve merhametsiz (katilin
25 adamı ile gizlendiği evin muhasarası ve ağanın öldürülmesi) bir tenkille, ikinci gruba bu cinayeti
istismar imkânını vermedi.
Tahmin edilemiyecek kadar vahim bazı haller sonunda, muhalefetin tasavvurlarına bir mani teşkil
edeceğinden kaygılanarak, Mustafa Kemal Meclisi lâğva, daha doğrusu kendi kendini feshe zorlamaya
karar verdi. 20 Ocak 1921 Teşkilâtı Esasiye Kanununa ek muvakkat bir madde ''Büyük Millet Meclisi iki
sene için seçilmiştir ve millî tasavvurların tahakkukuna değin devam edecektir'' hükmünü ihtiva
etmekte idi. Bu maddeye istinaden, 3 senedenberi toplanabilen Meclis, alkışlar arasında kendini fesh
etti. (1 Nisan 1923)
1 Nisanda, Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal'in bir yazısı, 120 kişilik yeni seçimlerin
yapılacağını bildiriyordu.
3 Nisanda 50.000 yerine 20.000 kişinin bir mebus seçeceğine dair yeni seçim kanun yürürlüğe
giriyordu (1. madde). Seçime iştirak edebilmek için 25 yerine 18 yaş kâfi idi. (2. madde). Profesörler
müstesna, memurlar, seçimlerden iki ay önce istifa ettikleri takdirde, mebus olabilirlerdi (3. madde).
Seçimler, evvelce olduğu gibi, iki dereceli olacak, fakat seçim için hiç bir iştirak ücreti alınmayacaktı
(4. madde).
Kanun kabul edilir edilmez, seçim faaliyetine Dahiliye Vekili Fethi Beyin emri ile başlandı.
8 Nisanda, Mustafa Kemal, Halk Fırkası adı altında yeni bir partinin, Müdafaai Hukuk yerine
kurulacağını bildiren bir seçim beyannamesini, Müdafaai Hukuk Grubuna tasvip ettiriyordu.
Beyanname, aynı zamanda, yeni siyasî partinin programını teşkil edecek dokuz temel prensibi de
(umde) tanıtıyordu.
Birinci prensip, hükümranlığın halka ait olduğunu ve mahallî idare teşkilâtının şekillerini
gösteriyordu: Vilâyet meclisleri, vilâyet müfettişlikleri, köy kanunları.
İkincisi, Saltanatın lâğvına dair idi.
Diğer prensipler, veciz tabirlerle, bütün sahalarda yeniden teşkilâtlanma projelerine temas etmekte
idi.
Seçim faaliyeti şu şekilde devam etti: Teftiş heyetleri, 66 yerine 78 livada kütükleri tanzim ettirip ilân
oluyor ve namzetlik beyannamelerini kabul ediyordu. Müdafaai Hukuk müteşebbis heyeti, namzetleri
merkezden gösteriyor, icabında mahalline propaganda heyetleri gönderiyor ve Ankara'daki heyetle
mahallî heyetler daimî, temas halinde bulunuyordu. Hakikatte Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk'un
reisi sıfatiyle sık, sık müdahale ediyor ve mühim kararlar onun imzasını taşıyordu.
Bu ilk devre, namzetlerin ekseriyetlerini eleyerek, miktarını azaltmaya yaramakta idi. Kabul edilen
namzetler, bittabi Müdafaai Hukuk'unkilerdi.
Birinci derece seçimlere, 9 Haziranda ilk önce İstanbul'da başlandı. Seçimler, mutlak bir sükûnet
havası içinde tamamlandılar. Onlar, zaten yegâne mevcut parti Müdafaai Hukuk'un namzetlerine
ittifakla verildi. Memleketin seçim kargaşalığı yerine her zamandan daha fazla sükûna ihtiyacı vardı.
Mebusların seçilmesi de ayni şartlar altında yapıldı. 29 Haziranda, İstanbul şehri valisine, Mustafa
Kemal bir mektup göndererek, kendisine tevdi edilen şehir hemşeriliği fahri ünvanı için teşekkür
ediyordu. Bu mektuba, ikinci derecede seçmenlerin (müntehibi sani) reylerini verecekleri 15
namzedin isimlerini havi listeyi eklemişti. Seçimler, 1923 Ağustosu başında nihayetlendirildi.
İkinci Büyük Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923'te en yaşlı üye, tarihçi Abdurrahman Şeref'in (İstanbul
mebusu) reisliğinde toplandı. Geçici reislik için ise, Ali Fuat Paşa namzet gösterildi.
İkinci içtimada, (13 Ağustos) Meclis Başkanlık Divanını kurdu. Mustafa Kemal ittifakla reis seçildi.
(Aslında ittifak değil ekseriyet idi. Zira Mustafa Kemal oyunu, Lausanne'dan yeni dönen İsmet Paşa'ya
vermişti.) Ali Fuat Paşa, ikinci reis olarak bırakıldı.
Mustafa Kemal, iki şehirden, Ankara ve İzmir'den seçilmişti. Ankara'yı tercih etti.
Hüseyin Avni Bey ve eski meclisin bir kaç mebusu seçilmişti.
Bir müddet evvel kurulacağı resmen bildirilen Halk Fırkası, bir kaç gün evvel teessüs etmişti (9
Ağustos). Programı derhal ilân edildi ise de 18 Ağustos'ta bazı değişiklikler yapıldı.
Vekiller Heyeti, 14 Ağustosta Büyük Millet Meclisi tarafından ekseriyetle seçildi: En talihsizi 190
oydan 186'sını almıştı.
Mustafa Kemal'in siyasetinden git gide ayrılan Rauf Beyin yerine Fethi Bey, Başvekil ve Dahiliye Vekili
seçildi.
İsmet Paşa Hariciye, Kâzım Paşa Millî Müdafaa Vekilliklerine ittifakla getirildiler. Fevzi Paşa, Genel
Kurmay Başkanı olarak kaldı.
13 Ekim 1923'te, Büyük Millet Meclisi, Ankara'nın merkez olmasına dair kanunu kabul etti. Bütün
mühim kararda olduğu gibi, mesele oya konmadan önce, meşru ve müessir bir ekseriyeti olan yegâne
siyasî parti Halk Fıkrası grubunda görüşülmüştü. Konya'nın merkez olarak seçilmesi de mevzuu bahs
oldu ise de, Millî Mücadele hatıraları sebebiyle, Ankara tercih edildi.
Aslında, yeni kanunda kullanılan tabir, başşehir olmayıp, Fransızcaya idare merkezi veya idarenin
ikametgah yeri olarak tercübe edilebilecek ''makarri idare'' idi. Bu değişiklik, payıtaht kelimesinden
itimolojik sebeplerle hoşlanmıyan Mustafa Kemal'in müdahalesi ile olmuştur. Filhakika bu kelime
aslında ''tahtın eşiği'' demektir.
SEKİZİNCİ BAHİS
REJİMİN İSTİKRAR BULMASI CUMHURİYET
Lausanne Konferansını takiben iç siyasî durum.- Cumhuriyetin ilânı (28 Ekim 1923).- 9 Ekim 1923
tarihli kanunun metni.- Hilâfetin lâğvı.
Yeni Büyük Millet Meclisinin Lausanne anlaşmasından sonra toplandığı görülmüştü. Halk Fırkası
tarafından kuvvetle desteklenen seçimlerin, bu parti şefinin elleri arasına itaatli bir parlamento
getireceği sanılabilirdi. Bu ümitler tamamen tahakkuk etmedi. Filhakika, muhaliflerin en mühimleri
yeni Meclisten uzaklaştırılmış iseler de, Meclis eski âzalarından çoğunu muhafaza ediyordu. Ve
aralarında yeni rejim sertleştikçe muhalefet fikri uyanıyordu. Ve aralarında yeni rejim sertleştikçe
muhalefet fikri uyanıyordu. Muhalefet, kendini sakladığından ve ihtiyatla sindiğinden, henüz elle
tutulur halde olmamakla beraber, başını kaldırmak için müsait fırsatlardan istifadeye yeniden hazırdı.
Bu karışık durumdan Mustafa Kemal, Türkiye'ye demokratik ve meşrutî idare şeklini verirken, şahsî
durumunu kuvvetlendirecek bir rejim değişikliği yaratmak için istifade edecektir.
Gazi, Cumhuriyeti ilân etmesine nelerin zorladığını bizzat anlatıyor. Burada, bu mevzuda,
''Nutku''nun bize öğrettiklerini hülâsa etmekle yetineceğiz.
Yeni Fethi Bey kabinesi, aşikâr bir kötü niyete maruz kalmakla gecikmedi. Bazı mebusların tavrı o
kadar mütecaviz idi ki iktidar hırsı ile hareket edip etmediklerinden şüphe edilebilirdi.
Kendini hırpalanmış hisseden ve vazifelerinden birini atmak suretiyle teselli bulacağını zanneden
Başvekil Fethi Bey, 24 Ekim 1923'te Dahiliye Vekiliğinden istifa etti. Aynı gün, Ali Fuat Paşa da, Millet
Meclisi ikinci reisliğinden ayrılıyordu.
Bu istifalardan cesaret bulan muhalefet, Dahiliye Vekilliğine, Mustafa Kemal'in bu mevkie onu
istemediğini bile bile, Erzincan mebusu Sabit Beyi namzet gösterdi. Ayni zamanda Halk Fırkası grubu,
İstanbul'da bulunan Rauf Beyi ikinci reisliğe teklif etmeyi kararlaştırıyordu. Bu, namzet göstermeyi
Lausanne siyasetinin vasıtalı bir reddi telâkki eden Mustafa Kemal'e karşı çıkınca cephe almaktı.
Fethi Bey ve arkadaşları, Mustafa Kemal'e, haksız tertip ve hücumlarda hareketsiz bırakıldıklarından,
acı acı şikâyet ediyorlardı.
Bunun üzerine Gazi, durumun zannedildiğinden de kötü olduğuna hükmederek, vekilleriyle
müteakip tedbirler üzerinde anlaşmaya vardı.
Fethi Bey ve diğer vekiller, Çankaya'ya, Mustafa Kemal'in ikametgâhına davet edildiler. Onlara,
Mustafa Kemal, istifa etmelerini ve yeni bir kabine için teklifleri kabul etmemelerini tavsiye etti. Yalnız
Fevzi Paşa, Genel Kurmay Başkanlığını, askerî meselelerde idarenin devam etmesini temin için, kabul
edecekti. Kendi haline terk edilen Büyük Millet Meclisi, bu sebepten kargaşalığa düşecek ve neticesiz
konuşmalarla meşgul olacaktı. İşte o sırada, yeni cumhuriyetçi rejimin ilânını teklif eden bir kanun
tasarısıyla Mustafa Kemal müdahale edecekti.
Her şey bu plâna uygun olarak cereyan etti.
27 Ekimde, Fethi bey kabinesi istifa etti. 28'inde Halk Fırkası merkezi, zorlukla namzetler listesini
hazırlayabiliyordu. Ayni gün grupta, Fethi Bey başkanlığında müzakere edildi. Mustafa Kemal,
kanunen reis olduğundan, bu toplantıya davet edildi. Müzakereler, bir neticeye varmaksızın, geç
vakte kadar devam etti. Toplantı sonunda, Mustafa Kemal, fikrini söylemek için, bazı mebusları
Çankaya'ya götürdü. Kâzım Paşa vasıtasıyla davet ettiği İsmet ve Fethi Beyleri, ayni zamanda kendisini
ziyarete gelmiş bulunan Rize mebusu Fuat ile Afyon Karahisar mebusu Ruşen Eşref'i de yemeğe
alakoydu. İşte bu yemekte, Mustafa Kemal ertesi günü Cumhuriyeti ilân edeceğini bildirdi.
Davetlilerin ayrılacağı sırada yalnız İsmet Paşa'yı tuttu ve onunla bir kanun tasarısı hazırlamak için geç
vakitlere kadar çalıştı.
29 Ekim Pazartesi, öğleden sonra, Halk Fırkası evvelki gibi bir neticeye ulaşamıyan yeni bir toplantı
yaptı ve ümitsizlik içinde, Gazinin fikrine müracaat etmeye, grubun açık oturumunda düşüncesini
bildirmesini ricaya karar verdi.
Bu toplantı, aynı günün akşamı oldu. Davete icabet eden Mustafa Kemal, cevap vermek için
mebuslardan bir saat mühlet talep etti. Bu mühlette, bir çok mebusu odasına çağırmak, evvelki gece
hazırladığı kanun tasarısı müsfettesini göstermek ve metni münakaşa etmek için istifade etti.
Bundan sonra, toplantı salonuna giden Mustafa Kemal, söz alarak, en iyi usulün Teşkilâtı Esasiye'yi
değiştirmek olduğunu bildirdi. Sonra, Cumhuriyetin ilânı tasarısını okudu. Yeni bir münakaşayı takiben
bu tasarı kabul olundu ve toplantı İsmet Paşa riyasetinde Büyük Millet Meclisi açık içtimaına
(toplantısına) çevrildi. Öğleden sonra saat, altı idi. Teşkilâtı Esasiye encümenine tasarı verilirken,
gündemdeki diğer hususların müzakeresine geçildi. Bir müddet sonra encümen, tasarıyı âcilen
müzakeresi kaydıyla iade ediyordu. Alkışlarla teklif kabul edildi. Bundan sonra Mustafa Kemal'i, yeni
cumhuriyetin reisi yapan kanun oya kondu. Gizli oya iştirak eden 158 mebus tarafından tasarı ittifakla
kanunlaştı.
Cumhuriyet rejimi, 29 Ekim 1923, saat 8.30'da ilân edilmişti.
Türkiye'de Cumhuriyeti ilân eden bu kanun metninin tercümesi şudur:
''Milletin bekâsını ve hürriyetini temin eden harp müddetince millî hâkimiyet esası kabul edilmiş ve
bu esasa hassasiyetle riayet edilmişti. Bu tarzın millete temin ettiği hizmetleri tekrarlamak yersizdir.
Millî hâkimiyet millilerin kendi mukadderatının kendi tarafından idaresi esasına dayandığnıdan
Cumhuriyet idaresi ile karışmaktadır. Cumhuriyet kelimesi kendi kendini idare kavramını ifade etmek
için daha makul görülmektedir. Cumhuriyetçi rejimi katî bir şekilde ifade eden bu tarzın Teşkilâtı
Esasiye'ye yerleştirilmesine bu sebepten lüzum görülmüştür. Cumhuriyet ilân edildiğinde bir
Cumhurreisliği ihdas etmek gerekmektedir.
''Salâhiyetlerin tesbiti bakımından, Cumhurreisinin Başkanvekili göstermesi, bunun da hükûmeti
kurması lâzımdır. Netice olarak mevcut hükûmet şeklini tasrih gayesi ile, Teşkilâtı Esasiye kanununun
1, 3, 8, 9 maddelerinin müteakip şekilde değiştirilmesini ve devletin müslüman dinine ve Türk lisanına
dair yeni bir madde konulmasına lüzum olduğu kanaatindeyiz. Acilen oya baş vurulmasını ve
maddelerin kanunlaştırılmasını teklif ederiz.
1. Madde. Hâkimiyet mutlak şekilde milletindir İdare, halkın mukadderatını kendi kendine idaresi
esasına dayanmaktadır. Türk hükûmeti şekli cumhuriyettir.
2. Madde. Türk devletinin dini islâm, resmî lisanı türkçedir.
4. Türk devleti, Büyük Millet Meclisince idare edilir. Büyük Millet Meclisi, muhtelif hususları, bu
arada hükûmet çalışmalarını, vekiller vasıtasıyla idare eder.
10. Madde. Cumhurreisi, Büyük Millet Meclisi tarafından, açık oturumda âzaları arasından ve bir
devre için seçilir. Reis, halefi seçilesiye kadar, vazifesine devam eder ve tekrar seçilebilir.
11. Madde. Türkiye Cumhuriyetinin reisi devletin de reisidir. Bu sıfatla lüzum görüldüğünde Vekiller
Heyetine başkanlık edebilir.
12. Madde. Başkanvekil, Büyük Millet Meclisi âzaları arasından Cumhur Reisi tarafından seçilir. Diğer
Vekiller yine Meclis âzaları arasından ve Başvekil tarafından seçilirler. Cumhur Reisi, kabineyi Meclisin
tasvibine arzeder. Eğer Meclis, toplantı halinde değil ise içtimaını bekler.''
10, 11, 12'nci maddeler, Gazi tarafından 28 Ekim gecesi hazırlandığı gibidri. 2'inci madde encümen
tarafından ilâve edilmiştir.
Ekim ayı ortalarından beri, basında, Teşkilâtı Esasiye'de bir islâhattan ve rejimin cumhuriyetle
yenilenmesinden bahsolunmakta idi. Gazetelerin tedarike muvaffak oldukları Meclis Teşkilâtı Esasiye
encümeni tarafından hazırlanan bir kanun tasarısı, 23 Ekimde neşredilmekle değişik tefsirlere ve
anlaşmazlıklara sebebiyet vermişti. 114 maddelik bu tasarının kabul edilenle pek az benzer tarafı
vardı. En büyük fark ise, ilk tasarıda Cumhurreisinin yalnız Vekiller Heyetinin değil, Büyük Millet
Meclisinin de kanunen başkanı tanıması idi.
Mustafa Kemal'in mahir ve enerjik müdahalesi olmaksızın, mezkûr tasarının kabul edilmesi ve hiçbir
zaman kanunlaşamaması muhakkak gibi idi.
Bundan böyle, O'nun sayesinde, Hükûmet mekanizması, Cumhurreisinin himayesinde arızasız
işleyecektir. Vekiller için istikrar temin edilmiştir. İsmet Paşa, bu devirden, yani 10 seneden beri
memleketi, şefinin ve daimi dostunun umumî talimatları ile idare etmektedir.
Bu istikrar sayesinde iktisadî, idarî, hukukî, içtimaî dini bir programın tamamı, ciddî mukavemet
olmaksızın tatbik edilecektir.
Cumhuriyetin kuruluşunun 10.uncu yıl dönümü münasebetiyle hazırlanan böyle bir tarihî eser,
Cumhuriyetin ilânı mevzuuna gelip orada kalmalıdır.
Bununla beraber evvelkilerin tabiî bir neticesi olmakla beraber, hiç olmazsa kısaca mühim bir
mevzua temas etmezsek, vazifemiz tamamlanmamış olur: Hilâfetin lâğvı.
İzmir'de yapılan harp oyunları sırasında (15-22 Şubat 1923) kararlaştırılan hilâfetin lâğvı, Halk Fırkası
tarafından 2 Martta müzakere edildi.
3 Mart 1924'te Büyük Millet Meclisinde, eğitimin laikleştirilmesi, şeriye işleri, vakıflar (müdürlüklere
değiştirildi) ve Erkânı Harbiye ''Vekilliklerinin'' kaldırılması kanunları ile beraber kabul edildi.
Kanunlaşan metinler kısa, fakat manalı (anlamlı) idi. Medreseler ve dün tedrisatı mekteplerinin
kaldırılmasına ve nizamiye, şeriye mahkemelerinin tefrikine taâlluk etmekte idi. Halife Abdülmecit
efendi, 4 Martta, yani kanunun kabulünün ertesi günü, bütün düşen hanedanla birlikte Türkiye'den
ayrıldı.
Böylece yeni Türkiye'nin siyasi rejimi sağlamlaştırılmış oldu.
Download