Finansal Sistemin Yapısı Finansal sistem; tasarruflar ve yatırımlar arasında “aracılık (intermediation)” hizmeti sunmaktadır (Kar ve Tuncer, 1999:1). Bu anlamda tasarruflarla yatırımlar arasında fon transferine olanak sağlayan finansal sektör, genel olarak finansal piyasalar (tahvil ve bono piyasaları), finansal aracılar (bankalar, sigorta şirketleri, sosyal güvenlik kuruluşları) ve bunların sunmuş olduğu hizmetlerden oluşur. Finansal piyasaları diğer piyasalardan ayıran en önemli özellik, diğer piyasalarda mal ve hizmetlerin değişimi yapılırken, finansal piyasalarda finansal bir varlığın değişiminin yapılmasıdır. Dolayısıyla tüm finansal piyasaların fon sağlamak gibi ekonomik bir fonksiyonu vardır (Parasız ve Yıldırım, 1994: 3). Finansal sistemin kaynağını bireylerin ve firmaların yapmış oldukları tasarrufların bu sisteme tekrar dönüşmesi oluşturur. Şekil 3.1.’den de izlenebileceği üzere, finansal sisteme giren bu fonlar yine bireylere şirketlere ve kamuya sunulmaktadır (Öcal ve diğerleri, 1997: 20 ). Üretimin pazar için yapılmaya başlaması (üretimin ticarileşmesi) süreciyle birlikte, ekonominin parasallaşması ve işbölümünün yaygınlaşması ekonomik faaliyetlerin hızla artmasına neden olmuş ve ekonomik gelişmeleri hızlandırmıştır. Ekonomik gelişmelerin artması, bu faaliyetlerde bulunan ekonomik birimlerde ciddi finansal taleplere neden olmuştur. Bu finansman ihtiyaçlarını kendi öz kaynaklarıyla gideremeyen birimler için dış finansman kaçınılmaz bir hal almıştır. Diğer taraftan fon ihtiyaçları olan bu ekonomik birimlerin yanında fon fazlalığı bulunan ekonomik birimlerin de varlığı bu iki tarafı ortak bir amaç doğrultusunda karşı karşıya getirmiştir. Zaten finansal sistemin varlığı da bu ekonomik birimlerin kendi içlerinde tasarrufyatırım denkliğini sağlayamamalarından kaynaklanmaktadır. İşte finansal sistem, genel olarak bu ekonomik birimlerin karşı karşıya gelerek bir borç alacak ilişkisine girebilmelerine olanak sağlayan araç ve kurumlardan oluşmaktadır (Canbaş ve Doğukanlı, 1997: 1). Finansal sistemde yukarıda vurgulanan borç alacak ilişkisi (fon transferi) dolaylı ve dolaysız (doğrudan) finansman şeklinde olmaktadır (Uludağ ve Arıcan, 1999: 112). Dolaylı Finansman Kendi nam ve hesabına faaliyet gösteren finansal aracı kurumlar, ticaret bankaları, emekli sandığı, sosyal sigorta kurumları, sigorta şirketleri, kredi kurumları ve benzeri kuruluşlar tarafından fon arz ve talep eden birimlerin karşı karşıya getirilerek, genellikle mevduat ve krediler şeklindeki finansal araçlar vasıtasıyla verilen finansman şeklidir. Dolaylı finansman da fon arz ve talep eden birimler arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Küçük tasarruflar genellikle 1 önce bir aracı kurum veya kuruluşta birikmekte ve bunlar kanalıyla fon açığı bulunan birimlere aktarılmaktadır Örneğin bir ticaret bankasında biriken mevduat ipotek karşılığı krediye dönüştüğünde veya bir hayat sigortası şirketinde biriken sigorta pirimleri, şirket yönetimi tarafından herhangi bir şirketin tahvillerine yatırıldığında dolaylı finansman söz konusudur. Dolaysız (doğrudan) Finansman Dolaysız finansman yönteminde ise, fon fazlası bulunan birimler fon açığı olan birimlerle bir aracıya gereksinim olmadan karşı karşıya gelirler. Bu finansman türünde kullanılan finansal araçlar ise genellikle sermaye piyasası araçları olan hisse senetleri, tahviller ve bonolardır. Dolaysız finansmanda fonlar aracı kurumlar vasıtasıyla yer değiştirirken dolaylı finansmanda kendi nam ve hesabına faaliyette bulunan aracı kurumlar vardır. Finansal kurumlar, temel aktifleri büyük ölçüde finansal araçlardan oluşan ve faaliyetleri de bu finansal araçlar içerisinde yoğunlaşan ve böylelikle gelirlerini genel olarak finansal araçlarla ilgili işlemlerden sağlayan kurumlardır. Ekonomik birimler arasında finansal köprü vazifesi gören finansal kurumların sağladığı yararlar şu şekilde sıralanabilir (Alp, 2000: 61): Fon maliyetini azaltmak, riski azaltmak ve dağıtmak, vade ayarlaması yapmak, miktar ayarlaması yapmak, Finansal danışmanlık hizmeti sunmak. Finansal aracılar, fonları toplarlar, riski yayarlar, tasarruf sahiplerine faiz geliri ve likit finansal varlıklar sağlarlar, tasarrufçular ve yatırımcılar arasında vade konusunda denge kurarlar ve bilgilendirilme maliyetlerini azaltırlar. Finansal aracılar bu sayede, fon transferinin etkinliğini arttırırlar ve böylece tasarrufları, yatırımları, sermaye birikimini ve ekonomik kalkınmayı teşvik etmiş olurlar (Kargı, 1998: 30). 2 Finansal Sistemde Fon Akışı Dolaylı Finansman Finansal Aracılar Fonlar Fonlar F o n l a r Tasarruf Edenler ve Kredi Alanlar -Hane Halkı -Firmalar -Kamu Kesimi -Yabancılar Borçlanmalar ve harcamalar -Firmalar -Kamu Kesimi -Hane Halkı -Yabancılar Fonlar Fonlar Finansal Piyasalar Doğrudan Finansman Ülkeden ülkeye ve ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre değişiklik gösteren finansal sistem genel olarak beş temel öğeden oluşur: Fon arz edenler (tasarrufçular) Fon talep edenler (yatırımcılar) Yatırım ve finansman araçları 3 Fon akımına aracılık eden yardımcı kuruluşlar Hukuki ve idari düzen Birbiriyle ilişkili bir çok alt piyasadan oluşan finansal piyasalar çeşitli kriterlere göre sınıflandırılmalarına rağmen bu sınıflandırmalardan en çok bilineni piyasalarda işlem gören değerlerin piyasalarda kalma sürelerine göre yapılan sınıflandırmadır. Bu doğrultuda finansal piyasaların yapısı, piyasaları sınıflandırarak açıklanabilir (Parasız, 1997: 52 ). Borç ve Pay Senedi Piyasaları Ekonomik birimlerin finansal piyasalar vasıtasıyla fon kullanmaları genel olarak borç senedi ve pay senedi ihracı yoluyladır. Borç senedi, borçlu tarafından alacaklıya yapılacak olan ödemeyi özellikle verilmesi gereken bir miktar parayı ya da eşyayı göstermek için düzenlenen bir belgedir. Borç senetlerinin vadeleri konusunda kesin bir ayrım olmamasıyla birlikte vadesi bir yıldan daha az olan borç senetleri kısa vadeli, bir yıldan daha fazla on yıldan daha azsa orta vadeli ve beş ya da on yıldan fazlaysa da uzun vadelidir. Pay senedi de bilinen adıyla hisse senedidir. Finansal piyasalardan fon elde edebilmenin ikinci bir yoludur. Bir şirketin hisse senetlerinden alınması demek o firmanın net gelirine ve aktiflerine hisse senedi oranında sahip olmak demektir. Birincil ve İkincil Piyasalar Sermaye piyasaları, birincil ve ikincil piyasalardan oluşur. Bu ayrım işlemlerine göre finansal piyasalar olarak ta sınıflandırılabilir. Birincil piyasa, yeni çıkarılmış tahvil, hisse senedi, bono gibi menkul kıymetlerin ilk kez ilk alıcılarına satıldığı finansal piyasadır. Birincil piyasanın temel özelliği, menkul değerin ihraçtan satın alınmasıdır (Seyidoğlu, 1999: 59 ). İkincil piyasalar ise, daha önce çıkartılmış menkul kıymetlerin alınıp satıldığı ikinci el piyasalardır. Birincil piyasalar, kişiler tarafından iyi bilinmemekle birlikte aslında menkul kıymet borsaları, döviz piyasaları, future (gelecek) ve opsiyon piyasaları olarak adlandırılabilen ikinci el piyasaları eskiden çıkarılmış olan menkul değerlerin alınıp satıldığı piyasalar olarak daha iyi bilinmektedir. Birincil piyasalarla ikincil piyasaları ayırt eden temel faktör budur. İkincil piyasalarda menkuller kar amacıyla alınıp satılırlar. Bu piyasalar sermaye piyasasının kalbi gibidir (Seyidoğlu, 1999: 269 ). 4 Borsalar ve Tezgah Üstü Piyasaları Piyasalar organizasyonları açısından böyle bir sınıflandırmaya tabi tutulurlar. İkinci el piyasaları bir borsa yada tezgah üstü piyasası oluşturarak organize edilir. Mal borsaları, menkul kıymet borsaları ve döviz borsaları olarak ayrılan borsalar, alıcı ve satıcıların ekonomik varlıkların alım ve satımını yapmak üzere toplandıkları hükümet denetimi altında piyasalar olarak tanımlanabilir (Seyidoğlu, 1999: 66). Organize piyasalar olarak ta adlandırılabilecek bu piyasaları menkul kıymet piyasalarındaki tahvil, bono ve hisse senetleri piyasaları örnek verilebilir. Tezgah üstü piyasaları ise, borsalara kote ettirilmemiş (borsaya kayıt olmamış) kıymete konu olacak hisse senetlerinin borsa dışından alınıp satıldığı piyasalar olarak adlandırılmaktadır. Tezgah üstü piyasalarında işlemler ve piyasada uygulanacak kurallar piyasada işlem yapan aracılar tarafından belirlenir. Serbest döviz ve serbest altın piyasası en güzel örneğini oluşturur. Para ve Sermaye Piyasaları Genel olarak finansal piyasalar, fonların ödünç verilme sürelerine göre, para ve sermaye piyasaları olarak ikiye ayrılabilir. Literatürde, bu piyasalar mali piyasalar olarak da adlandırılırlar. Para Piyasaları, kısa süreli yani süreleri bir yıldan daha az olan parasal aktiflerin alınıp satıldığı piyasalardır. Para piyasalarının başlıca kurumu ticari bankalar olmakla birlikte diğer finansman kurumları, aracı kurumlar, sigorta şirketleri, bankerler vb. gibi ajanları da bulunmaktadır. Para piyasaları altın ve döviz piyasalarını da kapsar. Geniş anlamda para piyasaları bu üçünün bileşimidir. Para ve sermaye piyasaları mali fonların devredilmesine aracılık etmekle beraber para piyasaları sermaye piyasalarına oranla daha az riskli, vadeler kısa ve maliyetler daha düşüktür. Para piyasası menkul kıymetleri vadelerinin az olması ve hemen hemen risk taşımamasından dolayı daha fazla alınıp satılmakta yani daha fazla likit özellik taşımaktadır. Sermaye piyasaları ise, piyasada işlem gören fonların bir yıldan uzun süreyle işlemde kaldığı piyasalardır. Sermaye piyasası kurumları olarak menkul kıymet borsaları örnek gösterilebilir. Sermaye piyasaları, hisse senedi ve tahvil piyasalarıyla birlikte yatırım ve konut kredileri gibi orta ve uzun vadeli fonların işlem gördüğü tüm birincil ve ikincil piyasaları kapsayan bir sistemdir. 5 Türkiye’de Para Piyasalarının Finansal Sistemdeki Yeri Türk Finansal Sisteminde para - sermaye piyasası ayrımı kesin bir çizgiyle ayrılmamaktadır (Taş, 2001: 87-91). Çünkü aynı piyasalarda kısa ve orta-uzun vadeli fonların el değiştirmesi söz konusu olabilmektedir. Çizelge 2.’de Türkiye’de finansal sistemi oluşturan para ve sermaye piyasalarına ilişkin kurumsal örgütlenme sınıflandırması yer almaktadır. Türkiye’de Finansal Sistemin Yapısı FİNANSAL SİSTEMİN YAPISI A) Para Piyasaları 1. Örgütlü Para Piyasaları B) Sermaye Piyasaları 1. Örgütlü Sermaye Piyasaları TCMB Açık Piyasa İstanbul Menkul Kıy. Borsası (İMKB) TCMB İnterbank Piyasası İMKB Hisse Senedi Piyasası TCMB Bankalararası Döviz Piyasası İMKB Tahvil ve Bono Piyasası İMKB Vadeli İşlemler Piyasası 2.Örgütsüz Para Piyasaları Bankalararası TL Piyasası İMKB Uluslar arası Pazar Bankalararası Döviz Piyasası İstanbul Altın Borsası (İAB) Serbest Döviz Piyasası İAB Altın Piyasası İAB Vadeli İşlemler Piyasası 2. Örgütsüz Sermaye Piyasası Bankalararası Repo Piyasası Bankalararası Tahvil Piyasası Serbest Altın Piyasası Kaynak: Tunay, 2001: 109 Bankacılık sektörü, sermaye piyasası, sigortacılık, leasing, factoring, sosyal güvenlik kuruluşları ve örgütlenmemiş bir borç piyasası olarak adlandırılabilecek tefecilik piyasalarının bir bütün oluşturduğu Türk finansal sisteminde finansal aracılara ilişkin sınıflandırma Çizelge 3.’te gösterilmiştir. 6 Türk Finansal Sisteminde Aracılık FİNANSAL ARACILAR A) Mevduat Toplayan B) Mevduat Toplamayan Ticari Bankalar Yatırım ve Kalkınma Bankaları Özel Finans Kurumları Sigorta Şirketleri Leasing Şirketleri Factoring Şirketleri Aracı Kurumlar Tüketici Finansman Şirketleri Kaynak: Tunay, 2001: 110 Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’de finansal sistem, küçük ve çeşidi fazla olmayan finansal işlevleri yerine getirmeye çalışan ve gelişimini henüz tamamlayamamış bir sistem olarak kabul edilebilir (TBB, 2005:11). Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi türlenmemişlik (ürün çeşitliliğinin az olduğu) olgusudur. Diğer başlıca nedenler; düşük gelire bağlı olarak düşük tasarruf düzeyi, enflasyonun uzun yıllar yüksek bir düzeyde seyretmesi, finansal araçların ve hizmetlerin yüksek oranda vergilendirilmesi nedeniyle finansal aktiflere olan talebin düşük düzeyde kalması sayılabilir. Türkiye’de finansal sistemin gözetim ve denetimden sorumlu bağımsız bir örgütün uzun süre yokluğu bu sektörün davranışlarının yakından izlenmesini zorlaştırmıştır. Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu (BDDK)’nun (1999) oluşturulması ise çok yeni bir olaydır. Farklı otoriteler tarafından gözetim ve denetimin üstlenilmesi, sistemde aksaklıklara ve iletişim bozukluklarına yol açmaktadır. 7 Finansal Sistemde Denetim ve Düzenleme Finansal Sektördeki Kurumlar Düzenleme ve Denetimden Sorumlu Olan Otoriteler Bankalar BDDK- SPK ÖFK BDDK Sigorta Şirketleri Hazine Leasing Şirketleri Hazine Factoring Şirketleri Hazine Tüketici Finansman Şirketleri Hazine Gayri Menkul Yatırım Ortaklıkları SPK Emeklilik Fonları SPK Aracı Kurumlar SPK Kaynak: TBB, 2005: 12 Çizelgede finansal sektörde faaliyette bulunan kurumlar ve bu kurumlardan düzenleme ve denetleme anlamında sorumlu olan otoriteler yer almaktadır. Bu durum yetki ve koordinasyon sorununun oluşmasına katkı sağlayacak ve istenilen düzenlemelerin ve denetlemelerin zamanında ve koordineli bir şekilde yapılmasını engelleyecektir. Finansal sistemler, ekonomilerin önemli bir parçasını oluşturmaları bakımından ekonomilerdeki değişikliklerden doğal olarak etkilenmektedirler. Türk finansal sistemindeki en önemli atılımlar, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte oluşmuştur. 24 Ocak kararları Türk ekonomisi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Türk finansal sistemi, bankaların ağırlıklı olduğu ve sisteme giriş çıkışların 1980 öncesi dönemde son derece sınırlı olduğu bir özellik göstermiştir. Finansal kurumların toplam aktiflerinin yüzde 90’dan daha büyük kısmını bankalar oluştururken, geriye kalan kısmı banka dışı finansal kurumlar oluşturmaktadır (TBB, 2005). 1980’lerle birlikte sermaye piyasası alanındaki yasal ve kurumsal düzenlemeler finansal sisteme yeni alanlar ve araçlar getirmiş, fakat hisse senetleri dışında bu piyasanın mali araçları ciddi düzeyde bir uygulama alanı bulamamıştır. Doğal olarak da sermaye piyasası kurumları borsa işlemlerinde yoğunlaşmıştır. Finansal sistemde bankacılık sektörü ağırlıklı rolüne rağmen ülke ekonomisinin etkin işleyişi için gerekli olan fon arz ve talebinin bankacılık yoluyla yerine getirildiği söylenemez. Çünkü bankacılık sistemi toplamış olduğu mevduatlar ve diğer fonlarla ekonominin reel kesiminin fonlarını karşılamaktan çok, kamu kesiminin finansman açığını karşılamaya 8 çalışmaktadır (Sarıkamış, 2001; TBB, 2003: 23). Özellikle 1990’lı yıllardan sonra makro ekonomik istikrarın sağlanamaması, finansal sektör ile hazineyi birbirine bağımlı hale getirmiş ve bu süreç bir borç- yüksek faiz kısır döngüsünün oluşmasına yol açmıştır. Diğer bir ifadeyle bankacılık sektörü topladığı mevduatları yatırımlar yerine riski az ve getirisi yüksek olan hazine bonolarında değerlendirmiştir (Akyüz ve Boratav, 2003). Türk Bankacılık Sektörünün rekabetçi bir yapıda çalıştığını söylemek güçtür. Kamu bankalarına yasal ve yönetsel faklılıklardan dolayı verilen bir takım ayrıcalıklar ve yükümlülükler sektörde haksız rekabete yol açmaktadır. Kamu bankalarına bankacılık dışında verilen bazı görevler, kamu bankalarının kaynak ve faaliyetlerinin karlı olmayan alanlara yönelmesine ve rekabet gücünün zayıflamasına yol açmaktadır (Benli ve Sönmezler, 2002: 82). Türkiye’de bankacılık faaliyetleri açısından bankacılık sistemi kesin çizgilerle birbirinden ayrılmamaktadır. Örneğin, sektörel bankalar bağlı oldukları sektörlere krediler vermelerinin yanında mevduat bankacılığı da yapmaktadırlar. Dahası ticaret bankaları mevduat bankacılığıyla birlikte orta ve uzun vadeli krediler de vermektedirler. 9 Finansal Sistemin Amaçları ve Fonksiyonları Finansal sistemin temel amacı, ekonomik birimlere maksimum kaynak kullanımını sağlayacak fonları temin etmektir (Parasız ve Yıldırım, 1994: 5). İktisatçılar ekonomik kalkınmada finansal sektörün önemine dair farklı fikirlere sahiptirler. Sürekli bir ekonomik büyüme ve buna bağlı olan ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için verimli ve istikrarlı bir finansal sistemin gerekliliği, özellikle 1997 Asya ülkelerinin yaşadığı krizler ve Türkiye’deki son ekonomik gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde her geçen gün daha çok hissedilmektedir. Yaşanan son ekonomik gelişmelerden anlaşılmaktadır ki, finansal sektör ekonominin performansını ciddi bir şekilde etkilemektedir. Finansal sektörün ekonominin her yanını etkileyebilme özelliği olan bir endüstri olduğu düşünüldüğünde bu etkileşim daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Finansal sektörde yaşanacak bir politika değişikliğinin yada sorunun ekonominin genelini etkilemesi finansal sektör fonksiyonlarıyla yakından ilişkilidir. Finansal sektör fonksiyonlarının iyi analiz edilmesi, bir ekonomideki iktisadi hayatın nasıl işlediğini ve ekonomik krizlerin nasıl geliştiğini algılamada yardımcı olabilecektir. Ülkelerin gelişmelerini ve sanayileşmelerini sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları önemli faktörlerden biri yatırımların arttırılmasıdır. Yatırımların arttırılması da yatırımlarda kullanılacak fonların yeterli derecede sağlanabilmesine bağlıdır. Fakat finans piyasalarında yatırımlara aktarılacak bu fonların kısıtlı olması ve verimli alanlarda kullanılamaması çeşitli sorunları da beraberinde getirebilmektedir. İşte burada finans piyasalarına önemli görevler düşmektedir (Levine, 1997: 691). Finansal Sistemler; Ticareti, korunmayı (hedging), ürün çeşitlendirmesini ve riskin bir merkezde toplanmasını kolaylaştırır, Kaynak dağılımını sağlar, Yönetici ve firmaları denetler, Tasarrufların mobilizasyonunu sağlar, Mal ve hizmet değişimini kolaylaştırır, Bilgi ve işlem maliyetlerini azaltır. Finansal sektörün fonksiyonlarının incelenmesi finansal yapı ve hizmetlerin sağlanması arasındaki ilişkinin incelenmesini gerektirmektedir. Bu bakımdan finansal sistem, para yada bankalar gibi belli kurumlar üzerindeki odaklanmaları önleyip, finansal yapı ve finansal sistemin fonksiyonları arasındaki ilişkiyi irdeleyerek daha kapsamlı ve daha zor bir alanı temsil etmektedir. Günümüzde iktisatçılar finansal sistemin fonksiyonlarını aşağıdaki başlıklar altında değerlendirmektedirler (Lee,1991; Levine 1997; Llewellyn,1997). Risk Yönetiminin Kolaylaştırılması Finansal işlemlerde iki tür riskten söz edilebilir: Likidite riski ve duruma özel (idiosyncratic) risk (Levine, 1997: 691). Finansal sistem, yatırımcılara özellikle yatırım ve likidite riskini azaltma olanağı sunmaktadır. Likidite riski, varlıkları değişim aracına dönüştürme sürecinde mevcut belirsizliklerden kaynaklanmakta ve sahip olunan kıymetin istenildiğinde paraya çevrilememesini, kıymetin cari piyasa değerinin altında elden çıkarılmasını ifade etmekte, duruma özel risk ise, içinde bulunulan durumdan kaynaklanan özel riskleri ifade etmektedir. Bilgi asimetrileri ve işlem maliyetleri likiditeyi engelleyebilmekte ve likidite riskini artırabilmektedir. Bu güçlükler, likiditenin artırılması için finansal piyasaların ve kurumların oluşumu yönünde eğilimler yaratmaktadır. Bu nedenle likit sermaye piyasaları finansal enstrüman ticaretinin göreli olarak ucuz olduğu ve ticaretin zamanı ve yeri konusunda az bir belirsizliğin olduğu piyasalardır. Bazı yüksek dönüşümlü projeler, uzun dönemli bir sermaye gerektirdiğinden likidite ve ekonomik büyüme arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Ancak tasarrufçular uzun dönemde tasarruflarının kontrolünü bırakmak istemezler. Bu yüzden eğer finansal sistem uzun dönem yatırımların likiditesini artırmazsa yüksek dönüşümlü projelerde daha az yatırım olacağı olasıdır. Finansal kurumlar, birbirlerinden habersiz çok sayıda tasarrufçunun kaynaklarını toplaması özelliği ile yatırımların finansmanında kullanılan fonların yatırım tamamlanmadan önce çekilebilme risklerini ve uzun dönemli projelerin gerçekleşmesindeki riskleri azaltmakta ayrıca olası fon isteklerini de karşılamaktadır. Hicks, sermaye piyasasındaki gelişmelerin sanayi devriminin ilk on yılı boyunca İngiltere’de likidite riskini azalttığını tartışmıştır. Hicks’e göre, 18. yüzyıl İngiltere’sinde büyümeyi ateşleyen yeni unsur sermaye piyasası likiditesidir. Tasarrufçular, likit sermaye piyasaları ile varlıklarını bono yada mevduat şeklinde tutabilirler. Aynı zamanda sermaye piyasaları bu likit finansal araçları üretim süreçlerinde likit olmayan uzun dönemli araçlara dönüştürebilirler. Sanayi devrimi, uzun dönemler için büyük sermaye taahhüdü içerdiğinden likidite dönüşümü olmaksızın gerçekleşmeyebilir. Bu yüzden sanayi devrimi finansal devrimi beklemek zorunda kalmıştır (Levine, 1997: 688-720). Sermaye piyasasının yanı sıra, finansal aracılar da likiditeyi artırabilir ve likidite riskini azaltabilir. Örneğin, bankalar likidite riskine göre tasarrufçulara garanti sağlarlar. Likidite riskinden kurtulmayla da bankalar yüksek dönüşümlü yatırımları artırıp ekonomik büyüme sürecine olumlu katkı yapabilirler. Risk çeşidi ve sermaye birikimi arasındaki ilişki yanında risk çeşidi aynı zamanda teknolojik değişimi de etkileyebilir. Birimler devamlı bir şekilde karlı piyasa yeri edinebilmek için teknolojik gelişmeleri takip ederler. Yenilikçi için kar üretebilmenin yanı sıra başarılı bir yenilik, teknolojik değişimi hızlandırır. Yenilik de çekicilik riskli olabilir, yine de çeşitli yenilikçi projelerde portföy tutabilme yeteneği riski azaltır ve büyümeyi artırıcı yenilikler yatırımı teşvik eder. Bu yüzden risk çeşidini kolaylaştıran finansal sistemler teknolojik değişimi ve ekonomik büyümeyi hızlandırabilir. Fon Akışını Sağlamak Tasarrufların birbirinden farklı fon sahiplerinden toplanarak yatırıma yönelecek sermaye birikimi sağlaması finansal sistemin önemli bir fonksiyonudur. Finansal sektör, farklı ekonomik birimlerden toplanan bu fonları, bunlara ihtiyacı olan yatırımcılara akışını sağlamaktadır. Finansal sektörün fon akışını sağlamadaki rolü, birbirinden habersiz fon sahipleri ve yatırımcılar arasındaki bağlantıyı kurarak hem fon toplamadaki zaman, hem de fonların elde ediliş maliyetini azaltma üzerinde olumlu bir etkisi söz konusudur. Dolayısıyla finansal sistemin tasarrufları yatırımlara kanalize ederek sermaye birikimine ve teknolojik yeniliklerin teşvik edilmesine katkı yapması beklenmektedir (Levine, 1997: 699). Bilgi ve İşlem Maliyetlerini Düşürmek Finansal sektörün doğup gelişmesinde etkili olan diğer bir fonksiyonu bilgi ve işlem maliyetlerini düşürerek yatırımcılara teşvik sağlamasıdır. Firma yönetim ve piyasa koşullarının denetimi maliyetli ve zordur. Bireysel tasarrufçuların piyasa koşullarını analiz için ne zamanı ne de kapasiteleri olmayabilir. Bu durum tasarrufçuların güvenilirliği az olan faaliyetlerde yatırım yapma isteklerini çeldirebilir. Dolayısıyla yüksek bilgi maliyetleri sermayenin yüksek değerli kullanımını önleyebilmektedir (Levine, 1997: 695). Bilgi kazanımının bu maliyeti finansal aracıların ortaya çıkması için teşvik yaratabilir. Örneğin, bir üretim teknolojisi hakkında bilgi kazanımının sabit bir maliyete neden olduğunu varsayalım. Aracılar olmaksızın her bir yatırımcı bu sabit maliyeti ödemek durumundadır. Bu bilgi-maliyet yapısında bireyler bilgi maliyetleri ve yatırımlarla ilgili bilgi süreci üzerinde maliyetlerin azaltılması için finansal aracıları şekillendirebilirler. Her bireyin değerlendirme yeteneklerinin yerine bir merkez bunu tüm bireyler için yapabilir. Bu şekilde bilgi maliyetleri üzerinde tasarruflara gidilmesi yatırım fırsatları hakkında bilgi kazanımını kolaylaştırır ve kaynak dağılımını iyileştirir. Bilgi kazanımı süreci önemli büyüme çıkarımlarına da sahip olabilmektedir. Bir çok firma ve girişimci sermaye talep edeceğinden en umut verici firmaların seçiminde piyasalar daha iyi konumdadırlar ve yöneticiler daha etkin bir sermaye dağılımını ve daha hızlı bir büyümeyi teşvik edeceklerdir (Levine, 1997: 695). Menkul kıymet piyasaları da bilgi edinimi konusunda aracılık işlevi gören bir kurumdur. Menkul kıymet piyasaları geliştikçe ve daha likit hale geldikçe piyasa katılımcılarının firma hakkında bilgi edinimleri kolaylaşmaktadır. Dolayısıyla büyük ve likit menkul kıymet piyasaları bilgi edinme sürecini geliştirebilir. Ayrıca firmalar hakkında artan bilgi kaynak dağılımını iyileştirmekte ve bu da ekonomik büyümeyi etkilemektedir. Stiglitz (1985), bilgilendirme fiyatları arcılığıyla hisse senedi piyasalarının bilgiyi çok çabuk bir şekilde açığa çıkarmasından dolayı halkça bilinen mevcut bilgiyi elde etmek için özel kaynakların harcanmasına yönelik az bir teşviğin olabileceğini tartışmaktadır. Tasarrufların Mobilizasyonu Yatırımın yapılabilmesi için tamamen farklı tasarrufçulardan elde edilen sermaye birikiminin değerlendirilmesi de finansal sistemin önemli bir fonksiyonudur. Tasarrufların mobilizasyonu olarak adlandırılan bu fonksiyonla finansal sistemden beklenen, riskin dağıtılarak likiditenin güçlendirilmesi ve kaynak dağılımının iyileştirilmesidir. Bireylerin tasarruf birikiminde daha fazla etkili olan finansal sistemler ekonomik kalkınmayı önemli bir şekilde etkileyebilir. Sermaye birikimi üzerindeki daha iyi tasarruf mobilizasyonunun doğrudan etkisi yanında, daha etkin bir tasarruf mobilizasyonu kaynak dağılımını iyileştirebilir ve teknolojik yeniliği arttırabilir. Bu yüzden yatırımlar için kaynakların etkin bir şekilde mobilizasyonuyla finansal sistem daha iyi teknolojilerin benimsenmesi yolunda büyümenin teşvik edilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bir finansal sistemi tasarrufları ne kadar hızlı ve az maliyetle yatırımlara aktarabiliyorsa o kadar etkin demektir. Ayrıca finansal sistem, informel piyasalarda değerlendirilen fonların kayıt altına alınmasına da katkıda bulunabilir. Verimsiz alanlarda değerlendirilen fonları verimli alanlara yönlendirebilir. Yöneticilerin İzlenmesi Finansal sistem, planlanan bilgi kazanımı maliyetlerinin azaltılmasıyla birlikte firma yöneticilerinin izlenme maliyetlerini de azaltmak amacıyla ortaya çıkabilir. Örneğin, şirket yöneticileri işletme içinde her gün faaliyette olmaları sebebiyle elinde hisse senedi gibi değerli kağıtları bulunanlara karşı bir bilgi üstünlüğüne sahiptirler. Finansal kurumlar, yöneticileri izleyerek bu bilgi üstünlüğünü azaltabilirler. Alınan kredilerin ne şekilde kullanıldığını takip edebilirler. Finansal sektör bu yönüyle de sermaye birikimine ve dolayısıyla da ekonomik büyümeye katkıda bulunabilmektedir (Levine, 1997: 696). Buna benzer bir şekilde gelişmiş menkul kıymet piyasalarında, firmaların yönetiminin izlenmesi daha kolaydır. Dolayısıyla performansı iyi olmayan firmalarda yöneticilerin görevlerinden uzaklaştırılması, kötü performans sergileyen firmaların idaresinin yönetimini kolaylaştırarak daha iyi bir şirket kontrolü sağlayabilmektedir. Yönetimin bu şekilde ele geçirilmesi tehtidi yönetsel amaçları hisse sahiplerinin amaçlarına uygun hale getirebilmekte ve daha etkin bir şekilde yönetilebilmektedir. İşlem Maliyetlerinin Düşürülmesi ve Uzmanlaşma Tasarrufların mobilizasyonunun kolaylaştırılması ve bir ekonomi için mümkün üretim teknolojilerinin genişletilmesinin yanı sıra işlem maliyetlerini düşüren finansal düzenlemeler uzmanlaşmayı, teknolojik yeniliği ve büyümeyi arttırabilir. İşlemlerin kolaylaştırılması, uzmanlaşma, yenilik ve ekonomik büyüme arasındak ilişkiler Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinin temel unsurlarını oluşturmaktadır. Smith (1776), verimlilikteki gelişmelerin altında yatan temel faktörün uzmanlaşmış işgücü bölüşümü olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Eğer daha çok uzmanlaşma varsa iyi makinelerin ve üretim süreçlerinin de buna bağlı olarak icadı daha fazla olacaktır. Nihayet finansal sistem işlem maliyetlerinin düşürülmesinde ve uzmanlaşmanın arttırılmasında önemli bir role sahiptir. Değişimi Kolaylaştırmak Finansal sistem mal ve hizmetlerin değişimine de olanak vermektedir. Hızla gelişen ekonomilerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni yatırım araçları ve piyasalarıyla finansal sistem, bu değişim işlemini kolaylaştırmakta, fonlara daha çabuk ve daha ucuz ulaşılmasını sağlamaktadır. Bu özellik finansal küreselleşme ile birlikte daha da ön plana çıkmıştır. Eskiden bir kıtadan diğer kıtaya gönderilen mal, hizmet ve sermaye aylar sonra yerine ulaşabilmekteyken günümüzde bu işlemler çok kısa sürelerle yerine getirebilmektedir. Finansal Aracılığın Maliyetinin Düşürülmesi Finansal sektördeki gelişmelerin finansal aracılığın maliyetini de düşürmesi beklenmektedir. Bu maliyet düşüklüğü finansal sektör verimliliğinin de artmasını sağlayacaktır. Finansal sektördeki gelişme sonucunda finansal kurumlar arasında sunulan hizmetlerde bir rekabetin oluşması beklenmektedir. Beklenen bu rekabet ortamı borç alma ve borç verme faiz oranları arasındaki farkı azaltarak maliyetlerin düşmesine katkı sağlar. Bir finansal sistem aracılığın maliyetini ne kadar azaltabiliyorsa tasarrufların daha büyük bir kısmının yüksek getirili yatırımlara tahsis edilmesine olanak verdiğinden o kadar verimlidir (Llewellyn, 1997: 9). Ayrıca finansal aracılığın maliyetinin azalması, ihtisaslaşma ve teknolojik yenilikleri destekleyerek ekonomik büyümeyi de hızlandırmaktadır (Levine, 1997: 700). Sermaye Piyasaları Sermaye Piyasaları, orta ve uzun vadeli fon arz ve talebinin karşılaştığı piyasalardır. Sermaye piyasaları denince akla gelen şey uzun vadeli finansman olup bu vade 20-30 yıl gibi vadeleri kapsamaktadır (Alp, 2000: 375). Türkiye’de sermaye birikiminin başlıca iki kaynağı mevcuttur: Yurt içi tasarruflar ve yabancı sermaye yatırımları. Yurt içi tasarrufların ve yabancı sermayenin yatırımlara dönüştürülmesini sağlayan kurumlar ise, finansal piyasalar ve özellikle İMKB, bankalar, firmalar ve devlet (hazine) tir. Türkiye’deki bu kurumlar arasında gerçek anlamda sermaye piyasası niteliğinde olan piyasa İMKB’dir ve maalesef iyi işlememektedir. Bunun açık göstergesi olarak İMKB’nin faaliyette bulunduğu zaman zarfında yurt içi tasarrufların hacminin yarı yarıya düşmesi ve milli gelirin ve kişi başına gelirin dolar bazında önemli ölçüde azalması gösterilebilir (Akalın, 2002: 233-234). Türkiye’de sermaye piyasalarının gelişiminin yeterli düzeyde olduğunu ifade etmek oldukça güçtür. Bu durumun sebepleri arasında da; enflasyon rakamlarının yüksek oluşu, kamu açıklarının yüksek seviyelerde oluşu ve hazinenin piyasadaki fonların büyük bir kısmını çekmesi, mali piyasaların yeterince gelişmemiş olması ve tasarrufçuların isteklerine karşılık verecek menkul kıymetlerin geliştirilmemiş olması ve sosyal güvenlik fonlarının istenilen boyutlara sahip olmaması şeklinde sayılabilir (Alp, 2000: 375). Sermaye piyasalarının gelişimini daha iyi inceleyebilmek amacıyla menkul kıymet stoklarını incelemek daha yararlı olacaktır. Menkul kıymet stoklarını oluşturan hisse senetleri, sermayeleri paylara bölünmüş ve karşılığında kıymetli evrak niteliğinde pay senedi çıkarılabilen sermaye ortaklıklarının kanuni şekillere uygun olarak düzenlendikleri belgeler olup sermayesinin belirli bir oranının temsil ve sahiplerine o oranda ortaklık hakkı sağlayan senetlerdir ve kıymetli evrak vasfına sahiptirler (Bolak, 1998: 98). Hisse senetleri, şirket sermayesinin bir parçasını temsil eder ve şirket ana sözleşmesi, sermayenin kaç hisseye ayrılacağı ve her hissenin sermayenin ne kadarını temsil edeceğini belirler (Çapanoğlu, 1993: 40). Tahviller, anonim ortaklıkların borç para temini ile kredi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla çıkardıkları borç senetleridir. Tahviller, esas olarak ortaklıkların borç para temini için çıkardıkları para borcu senetleri olup, başka borç ve alacaklar için tahvil düzenlenemez. Önceleri tahvil çıkarma yetkisi sadece anonim ortaklıklara tanınmış olmakla birlikte, günümüzde bazı kamu iktisadi teşebbüslerine anonim şirket statüsünde olmasalar bile tahvil çıkarma yetkisi tanınmıştır (Bolak, 1998: 106-107). Finansman bonoları, kısa vadeli işletme sermayesi ihtiyaçlarını karşılamak için şirketler tarafından ihraç edilen kısa vadeli ve teminatsız senetlerdir (Bolak, 1998: 123). Finansman bonolarını anonim ortaklıklar, özelleştirme kapsamına alınanlar dahil kamu iktisadi teşebbüsleri, mahalli idareler ile bu idarelerle ilgili özel mevzuat uyarınca faaliyet gösteren kuruluşlar çıkarabilir (Büker ve diğerleri; 1997: 123). Varlığa dayalı menkul kıymetler, bankalar, finansal kiralama şirketleri ve genel finans ortaklıkları, alacaklar ve duran varlıklarını karşılık göstererek varlığa dayalı menkul kıymet ihraç edebilirler. Bunları çıkarabilecek kuruluşlar, ihraç şartları, karşılık gösterilebilecek alacak ve varlık türleri, ihraç limiti ve benzeri gibi esaslar sermaye piyasası kurulu tarafından düzenlenir (Bolak, 1998: 125). Banka bonoları ve banka garantili bonolar, kalkınma ve yatırım bankaları sermaye piyasasından kaynak sağlamak üzere banka bonoları ve banka garantili bonolar çıkarıp halka arz yoluyla satabilirler. Banka bonosu, kalkınma ve yatırım bankalarının borçlu sıfatıyla düzenlediği ve halka arz yoluyla satılan bir emre yazılı senet niteliğindedir. Banka garantili bonolar ise, kalkınma ve yatırım bankalarının kredi kullanmak isteyen ortaklıklarını borçlu sıfatıyla düzenleyip teminat olarak bu bankalara verdikleri emre yazılı kıymetli evraktır. Bunlar krediyi kullandıran bankanın garantisini taşırlar (Seyidoğlu, 1999: 45). Kar zarar ortaklığı belgesi, anonim şirketler finansman ihtiyaçlarını karşılamak üzere yalnız kar ve zarara ortaklık hakkı veren menkul değerler ihraç edebilir ve bunları halka arz yoluyla satabilir. Bu belgeler tahvil ve hisse senetlerinin bazı özelliklerini taşımakla birlikte onlardan farklı bir tür oluştururlar. Tahvillerde olduğu gibi bu belgelerde faiz gelirleri yoktur. Hisse senetlerindeki gibi bu belgeler şirkete mülkiyet hakkı da vermez. Bu belge sahibi adeta şirkete dışarıdan geçici ortak olmuş gibidir. Belge sahipleri yalnızca kar zarar ortaklığı belgesini ilgilendiren faaliyetten doğan kara ya da zarara ortaktır (Seyidoğlu, 1999: 316). Devlet tahvilleri, Devletin iç borçlanma için kullandığı bir araçtır. Devlet çıkarmış olduğu tahvilleri özel kişilere veya kurumlara satarak topladığı fonlarla bütçe açıklarını karşılamaya çalışır. Devlet tahvilleri çeşitli vadelere göre ihraç edilir (1 yıl, 1.5 yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl) ve 4 yıldan uzun vadeli olanlar için 6 ayda bir faiz ödemesi yapılır (Bolak; 1998: 129). Hazine bonoları, kamunun kısa vadeli borcunu ifade eden menkul kıymetlerdir. 13 Hafta, 26 hafta, 39 haftalık vadelerle ihraç edilirler. Hazine bonoları hamiline yazılı olup iskonto ile satılırlar ve vade tarihinde itibaren Merkez Bankası tarafından nominal değerleri üzerinden ödenirler (Bolak; 1998: 129-130). Gelir ortaklığı senetleri, kamu kurum ve kuruluşlarına ait alt yapı tesislerinin gelirlerine gerçek ve tüzel kişilerin ortak olması için çıkartılan hamiline yazılı senetlerdir (Çapanoğlu; 1993: 53). Dövize endeksli senetler, iç piyasada pazarlanmak üzere çıkartılan bir tahvil türüdür. Enflasyon karşısında tahvillerin reel değerlerindeki düşüşleri önlemek amacıyla bu tahviller TL olarak değilde dövize endeksli olarak çıkartılırlar. Dolayısıyla ulusal para döviz karşısında değer kaybettikçe tahvillerin nominal değeri de yükselir (Seyidoğlu, 1999: 141). MAKROEKONOMİK İSTİKRARSIZLIKLAR VE FİNANSAL SEKTÖRÜN GELİŞİMİ 1980’de başlayan reformlarla, selektif kredi politikalarının kaldırılması, mevduat ve kredi faizlerinin piyasa güçleri tarafından belirlenmesi için serbest bırakılması, zorunlu karşılık ve disponibilite oranlarının düşürülmesi, finansal işlemler için uygulanan vergi oranlarının ve işlem maliyetlerinin azaltılması, kambiyo rejiminin liberalize edilmesi gibi düzenlemelerin yanı sıra, sektöre ilişkin yasal düzenlemelerin uluslararası normlar seviyesine yükseltilmeye çalışmaları, finansal piyasaların ve kurumların gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de finansal sistem 1980 yılından başlayarak uygulamaya konulan liberal politikalar sonucunda önemli ölçüde yapısal bir değişikliğe uğramış, daha rekabetçi bir ortamda piyasa güçlerinin harekete geçirilmesiyle dinamizm kazanmıştır. Türkiye’de liberal ekonomi politikalarının sağladığı makroekonomik çerçeveye rağmen, finansal sistem içinde bankacılık sektörü baskın bir konumda olmuş ve finansal sektör politikaları ilk etkilerini bankacılık sektörü üzerinde göstermişlerdir. 24 Ocak Kararları ile başlayan reform dalgasına (faizlerin serbest bırakılmasına) finansal piyasaların ilk tepkisi (centilmenlik anlaşması) olumsuz olmuş ve yukarıda açıklandığı üzere banker krizi ile sonuçlanmıştır. Buradan, eski alışkanlıklara göre hareket eden bankacılık sektörünün yeni ekonomik atmosfere uyum sağlamada güçlük yaşadığı anlaşılmaktadır. Banker krizinin ardından 1983-1984 yıllarında 6 bankanın faaliyetine son verilmiş ve bu çerçevede TMSF kurulmuştur. Yabancı bankaların sayısında hızlı bir artış olmuş bir çok yeni ticaret bankası kurulmuştur. 1980-1990 döneminde kurulan ticaret bankası sayısı 19 olup bunlardan 8 tanesi yabancı sermayelidir. Bu dönemde ayrıca 4’ü yabancı sermayeli 8 kalkınma ve yatırım bankası kurulmuştur. Bu dönem sadece yabancı bankaların açılmasıyla kalmamış Türk bankaları da yurt dışına açılarak banka kurmuş, şube açmış, iştiraklerde bulunmuştur (Günal, 2007: 325). Diğer taraftan 1980 sonrası uygulanan tutarsız politika seçenekleri makroekonomideki istikrarsızlığı artırmıştır. 1980-1986 döneminde hızlı bir ekonomik büyüme ve dış ticarette önemli gelişmelere karşın, başta enflasyon olmak üzere önce iç borçlanmada ve 1989 yılında sermaye hareketlerinde serbestliğin sağlanmasıyla da dış borçlanmada hızlı artışlar görülmüştür. Diğer bir ifadeyle kamunun ekonomi politikaları kamu maliyesi dengelerinin bozulmasına ve makroekonomik dengesizliklere kaynaklık etmiştir. Bu makroekonomik atmosfer finansal sektörün özellikle de bankacılık sektörünün temel fonksiyonundan uzaklaşmasına neden olmuştur. Ayrıca bankacılık sektöründe kamu bankalarının payının azaltılması çabalarından bir sonuç alınamamış, kamu bankaları hala sektör içinde önemli bir paya sahiptirler. Bütün bunlar bankacılık sektörünün karakteristiklerinin incelenmesi ile daha kolay anlaşılacaktır. Türk bankacılığının temel özelliklerine bakıldığında ilk göze çarpan sistemin oligopol piyasaları yapısına (rekabet yetersizliği) uygun bir görünüm arz etmiş olduğudur (Benli ve Sönmezler, 2002: 81; Günal, 2007: 333). Piyasadaki firmaların çok azı piyasayı etkileyebilecek güçtedir. Sektördeki fiyatlar (faiz), genel olarak birbirine yakın oluşmakta ve piyasada rekabet fiyat dışı alanlarda (reklamlar gibi) yaşanmaktadır. Sektörün bu şekildeki yapısı Türk bankacılığının etkinliğini azaltmaktadır. 1995 1997 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 İlk Beş Banka Top. Aktif Top. Mevdua. Top. Kredi İlk On Banka Top. Aktif Top. Mevduat Top. Kredi 1990 Tablo 2.7: Bankacılık Sisteminde Yoğunlaşma (%) 54 59 57 48 53 50 44 47 46 46 50 42 48 51 52 56 55 49 58 61 55 60 62 54 60 64 48 63 66 56 63 64 58 62 64 57 75 85 78 71 73 75 67 70 72 68 69 73 69 72 71 80 80 82 81 86 74 82 86 75 84 88 77 85 89 80 86 90 83 85 89 83 Tablo 2.7’den izlenebileceği üzere sistemdeki ilk beş banka, sistemin büyük bir kısmını elinde bulundurmaktadır. Aktiflerin büyüklüğüne göre, 2000 yılına kadar ilk beş bankada ilk iki sırayı kamusal sermayeli ticaret bankası, ilk on bankada ise dört kamusal sermayeli ticaret bankası yer almaktadır (TBB, 2001: 41). Bankacılık sektöründe ilk beş ve ilk on bankanın toplam aktifler, toplam mevduatlar ve toplam krediler içindeki payı 1990’lı yıllar boyunca genel olarak azalmıştır. Yoğunlaşma düzeyinin azalmasında etkili olan faktörler, sektöre girişin hızlanması, yüksek enflasyon, yüksek kamu borçlanması, mevduat güvencesi ve yurt dışı piyasalardan kısa vadeli de olsa borçlanma imkanlarının artmasıdır (TBB, 2008c: 102). Ancak yoğunlaşma 2000’li yıllarda tekrar artmaya başlamıştır. Banka sayılarındaki dramatik düşüşler yoğunlaşma derecelerini de etkilemiştir (Ural ve Acar Balaylar, 2008: 19). Türk bankacılık sektörünün ikinci özelliği, sektörde şube bankacılığının geçerli olduğudur. Ticaret bankalarının büyüyebilmeleri için çok sayıda şubeye sahip olmak zorunda olmaları, küçük yerleşim birimlerinde bile bazen aynı cadde üzerinde birkaç farklı şubenin varlığını gerektirmektedir. Bununla birlikte enflasyonist bir ortam, mevduatın giderek daha pahalı bir kaynak halini alması, banka şubeleri için öngörülen sermaye miktarının artırılması ve şubelerin artan maliyetleri gibi bazı ekonomik şartların varlığı karşısında bankaların daha rasyonel bir şube politikası izlemeleri şube sayılarında bir azalışa yol açmıştır. Tablo 2.8: Banka Sayıları (Adet) Banka Sayısı Mevduat Bankaları Kamu Özel TMSF Yabancı Kalkınma ve Yatırım Bank. Katılım Bankaları Banka Sayısı Mevduat Bankaları Kamu Özel TMSF Yabancı Kalkınma ve Yatırım Bank. Katılım Bankaları 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 62 65 69 69 73 74 71 73 75 78 52 53 56 55 57 58 55 55 56 59 8 8 8 8 6 6 6 5 5 5 25 24 25 26 31 32 29 32 33 36 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 19 21 23 21 20 20 20 18 18 18 8 9 10 10 12 12 12 13 13 13 2 3 3 4 4 4 4 5 6 6 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 81 87 84 66 59 55 53 52 50 50 60 62 61 46 40 36 35 34 33 33 4 4 4 3 3 3 3 3 3 3 38 31 28 22 20 18 18 17 14 11 0 8 11 6 2 2 1 1 1 1 18 19 18 15 15 13 13 13 15 18 15 6 19 6 18 5 15 5 14 5 14 5 13 5 13 5 13 4 13 4 Bankacılık sektöründe ağırlık mevduat bankalarından yanadır. Tablo 2.8’den banka sayıları incelendiğinde, 1999 yılı banka sayısının en fazla olduğu yıl olarak görülmektedir. Bu durum hem mevduat bankaları, hem kalkınma ve yatırım bankaları ve hem de katılım bankaları için de geçerlidir. Ancak 1999 yılından sonra Türk Bankacılık sisteminde banka sayılarında azalma başlamıştır. 2000 yılında 61 olan mevduat bankaları sayısı 2001 yılında 46’ya düşmüştür. Bu düşüş sonraki yıllar için de geçerli olmuş ve 2007 yılı itibariyle, bankacılık sisteminde toplam 33 adet mevduat bankası faaliyetine devam etmektedir. Bunlardan 3 tanesi kamu sermayeli, 11’i özel sermayeli, 11’i TMSF bünyesinde faaliyetini sürdürmektedir. Diğer yandan bankacılık sektöründe yabancı yatırımcıların ilgisi 2007 yılında da sürmüştür. 2006 yılında 15 adet olan yabancı sermayeli mevduat bankası sayısı, 2007 yılında 18 adede yükselmiştir. Türk bankacılık sisteminin üçüncü özelliği, sistemdeki bankaların ticaret bankaları, kalkınma ve yatırım bankaları, katılım bankaları ve sektörel bankalar olarak bir ayrıma tabi tutulmasıdır. Görünüşün böyle olmasına rağmen bankacılık faaliyetleri itibariyle sistem kesin çizgilerle birbirinden ayrılmamaktadır. Örneğin, sektörel bankalar bağlı oldukları sektörlere krediler vermelerinin yanında mevduat bankacılığı da yapmaktadırlar. Dahası ticaret bankaları mevduat bankacılığıyla birlikte ülke şartlarından dolayı orta ve uzun vadeli krediler de vermektedirler. Bununla birlikte Türkiye’de Bankacılık kesimi devlet iç borçlanma senetlerinin neredeyse tek alıcısı konumundadır (Köne, 2003: 240). Tablo 2.9: Bankacılık Sisteminde Toplam Aktiflerin Dağılımı (%) Mevduat Bankaları 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 90,4 90,8 91,2 91,5 92,7 92,9 91,8 92,6 94,0 94,6 95,3 95,2 95,6 95,4 95,7 95,9 96,3 96,8 96,8 96,6 Kamu Sermayeli Mevduat Bankaları 43,4 45,6 44,8 42,4 43,1 36,9 39,6 37,7 38,3 34,6 34,9 34,9 34,2 31,2 33,1 33,3 34,9 31,4 29,6 29,2 Özel Sermayel i Mev. Bank. 43,9 42,5 43,5 45,9 46,0 52,3 49,2 52,0 52,7 55,4 53,3 49,5 47,4 57,3 54,5 57,0 57,4 59,7 54,8 52,3 Fon’a Devred. Mev. Bank. 1,4 2,6 9,1 8,5 3,9 5,0 2,9 0,6 0,5 0,3 0,2 Yabancı Sermayel i Mev. Bank. 3,1 2,7 2,9 3,1 3,7 3,8 3,0 2,9 1,4 4,7 4,4 5,2 5,2 3,0 3,0 2,8 3,4 5,2 12,2 15,0 Kalkınma Yatırım Bankaları 9,6 9,2 8,8 8,5 7,3 7,1 8,2 7,4 6,0 5,4 4,7 4,8 4,4 4,6 4,3 4,1 3,7 3,2 3,2 3,4 SEKTÖR TOPLAMI 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 Tek banka olarak belirtilen Bayındırbank’ın bünyesinde, Etibank, İnterbank, Esbank, EGS Bank, Toprankbank, İktisat Bankası ve Kentbank’da bulunmaktadır. 1 Bankacılık sistemi toplam aktiflerinin dağılımında mevduat bankalarının payında yıllar itibariyle bir artış görülmekte iken, kalkınma ve yatırım bankalarının payında da bir azalma görülmektedir. İncelenen dönemin başında, kamu sermayeli mevduat bankaları ve özel sermayeli mevduat bankalarının toplam aktifler içerisindeki payı yaklaşık olarak birbirine eşitken, bu oran son yıllarda özel sermayeli mevduat bankaları lehine ciddi bir oranda değişme göstermektedir. 2007 itibariyle toplam aktifler içerisinde kamu sermayeli mevduat bankalarının payı yüzde 29,2; özel sermayeli mevduat bankalarının payı ise yüzde 52,3 olarak gerçekleşmiştir. Fona devredilen bankaların payı çok küçük bir miktar iken, yabancı sermayeli mevduat bankalarının toplam aktifler içerisindeki payında ise yüzde 15 gibi çok ciddi bir artış izlenmektedir. Kalkınma ve yatırım bankalarının payı da yüzde 3,4 olarak gerçekleşmiştir. Diğer taraftan katılım bankalarının toplam aktifler içerisindeki payı ise 2005 yılında yüzde 2 civarında iken, 2006 ve 2007 yılında yüzde 3 civarına yükselmiştir (TKBB, 2008b). Tablo 2.10: Bankacılık Sisteminde Toplam Mevduatların Dağılımı (%) Toplam Mevduat Payları 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Mevduat Bankaları 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 Kamu Özel Fon’a Sermayeli Sermayeli DevrediMev. Bank. Mevduat len Bankaları 43,6 52,8 47,2 50,0 48,6 49,2 46,3 51,7 49,6 48,6 43,6 54,9 43,9 54,2 43,3 54,0 44,1 53,4 39,9 56,7 40,7 52,4 4,3 39,8 46,4 15,1 40,3 43,5 12,9 33,7 60,9 3,4 36,8 56,6 4,5 37,5 57,3 3,0 41,8 55,0 0,1 37,7 54,7 0 35,7 52,3 0 35,8 49,7 0 Yabancı SEKTÖR Sermayeli TOPLAMI Mev. Bank. 3,6 100 2,8 100 2,2 100 2,0 100 1,7 100 1,6 100 1,9 100 2,7 100 2,5 100 3,4 100 2,7 100 2,7 100 3,2 100 2,0 100 2,1 100 2,2 100 3,1 100 4,8 100 12,0 100 14,4 100 Mevduat toplama ticaret bankalarının işidir. Kamu sermayeli ticaret bankalarının mevduatlar içindeki payı yıllar itibariyle ve 2001 krizinde azalmıştır. Bu durumu kriz sonucu yeniden yapılanmalarıyla birlikte kısa vadeli yükümlülüklerinin tasfiye edilmesi ve rasyonel olmayan yapılarından kurtulma çabaları açıklamaktadır. 2001 yılında özel sermayeli bankaların toplam mevduatlardaki yaklaşık yüzde 17’lik artışını ise fona devredilen bankaların durumlarının çözüme kavuşturulup birleştirilmeleri ya da satılmaları sonucu iyileştirilmeleri oluşturmaktadır. 2007 itibariyle toplam mevduatların yaklaşık yarısını özel sermayeli ticaret bankaları oluştururken, bazı özel sermayeli bankaların yabancı sermayeli bankalara aktarılması sonucu yüzde 14,4’lük bir payı da yabancı sermayeli bankalar oluşturmaktadır. Toplam mevduatların yüzde 35,8’i ise kamusal sermayeli ticaret bankalarına aittir. Toplam mevduatlardaki katılım bankalarının payı değerlendirildiğinde ise, 2005 yılında yüzde 3’ten 2006-2007 yılında yüzde 4’e yükseldiği görülmektedir (TKBB, 2008b). Tablo 2.11: Bankacılık Sisteminde Toplam Kredilerin Dağılımı (%) Toplam Mevduat Kredi Bank. Payları 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 85,6 86,5 88,1 88,1 89,2 89,5 87,7 89,0 90,1 91,8 91,3 89,6 90,8 91,2 91,5 90,6 93,0 95,0 95,5 95,9 Kamu Serm. Mev. Bank. 47,1 47,3 45,4 43,3 42,4 35,5 38,1 39,2 35,1 34,7 29,1 28,2 27,7 19,8 17,6 18,2 20,9 20,6 21,6 22,5 Özel Fon’a Serm. DevrediMevduat len Bank. 35,9 36,5 39,8 41,7 43,7 51,2 47,8 47,9 53,3 54,4 57,6 1,7 55,1 7,1 54,5 6,5 66,5 1,4 66,9 2,6 67,1 1,3 67,4 0 67,5 0 58,6 0 58,4 0 Yabancı Kalkınm SEKTÖR Sermayel a-Yatırım TOPLA i Mev. Bank. MI Bank. 2,6 14,4 100 2,8 13,5 100 2,9 11,9 100 3,2 11,9 100 3,0 10,8 100 2,8 10,5 100 1,8 12,3 100 1,9 11,0 100 1,8 9,9 100 2,7 8,2 100 2,9 8,7 100 2,9 10,4 100 2,8 9,2 100 3,5 8,8 100 4,4 8,5 100 4,0 9,4 100 4,6 7,0 100 6,8 5,0 100 15,3 4,5 100 18,8 4,1 100 Toplam krediler incelendiğinde, kamusal sermayeli mevduat bankalarının yıllar itibariyle payının azaldığı, özel ve yabancı sermayeli mevduat bankalarının paylarının ise arttığı gözlenmektedir. Kalkınma ve yatırım bankalarının payında ise 1999 yılındaki artışın dışında sürekli azalma olmuştur. 2007 itibariyle toplam krediler içinde ticaret bankalarının payı yüzde 95,9; kalkınma ve yatırım bankalarının payı ise yüzde 4,1 olarak gerçekleşmiştir. Toplam krediler için katılım bankalarının durumu ise son yıllar için ortalama yüzde 5 civarındadır (TKBB, 2008b). Tablo 2.9, 2.10 ve 2.11’den görüldüğü gibi 2007 yılı itibariyle kamu bankalarının toplam aktiflerde yüzde 29,2, toplam mevduatlarda yüzde 35,8 ve toplam kredilerde sektörün yüzde 22,5’ini kontrol ettiği görülmektedir. Günal’a (2007: 342) göre, kamu bankalarının toplam mevduatlar içindeki payıyla toplam krediler içindeki payı arasındaki fark, kamu bankalarının topladığı mevduatları krediye dönüştüremediğinin açık bir göstergesidir. Kamu bankalarının sisteme katkıları, bankacılık sisteminin saydamlıktan yoksun olması ve gizli teşviklerden ibarettir (Erzan ve diğerleri, 2001: 8). Kamunun sektörde işgal ettiği yer sektörü müdahalelere açık bir konumda tutmaktadır. Dolayısıyla Türk Bankacılık Sektörünün rekabetçi bir yapıda çalıştığını söylemek güçtür. Kamu bankalarına yasal ve yönetsel faklılıklardan dolayı verilen bir takım ayrıcalıklar ve yükümlülükler sektörde haksız rekabete yol açmaktadır. Kamu bankalarına bankacılık dışında verilen bazı görevler, kamu bankalarının kaynak ve faaliyetlerinin karlı olmayan alanlara yönelmesine ve rekabet gücünün zayıflamasına yol açmaktadır (Benli ve Sönmezler, 2002: 82). Finansal sistemde bankacılık sektörü ağırlıklı rolüne rağmen ülke ekonomisinin etkin işleyişi için gerekli olan fon arz ve talebinin bankacılık yoluyla yerine getirildiği söylenemez. Çünkü bankacılık sistemi toplamış olduğu mevduatlar ve diğer fonlarla ekonominin reel kesiminin fonlarını karşılamaktan çok, kamu kesiminin finansman açığını karşılamaya çalışmaktadır (Sarıkamış, 2001; TBB, 2003: 23). Özellikle 1990’lı yıllardan sonra makro ekonomik istikrarın sağlanamaması, finansal sektör ile hazineyi birbirine bağımlı hale getirmiş ve bu süreç bir borçyüksek faiz kısır döngüsünün oluşmasına yol açmıştır. Diğer bir ifadeyle bankacılık sektörü topladığı mevduatları yatırımlar yerine riski az ve getirisi yüksek olan hazine bonolarında değerlendirmiştir (Akyüz ve Boratav, 2003). Türk bankacılık sisteminin dördüncü özelliği, sistemin holding bankacılığı görünümü sergilemesidir. Türkiye’deki özel bankaların tamamına yakını yönetim ve sermaye yapısı bakımından belli kişiler, gruplar ve holdinglerin (Çukurova, Doğuş, Sabancı, Süzer, Koç Holding gibi) kontrolündedir (Günal, 2007: 342). Gelişen sanayi kuruluşlarının kendi finansmanlarında likidite sorununu garanti altına alma arzuları, sistemi ekonomik büyüme için bankalara sahip olmaya, yani holding bankacılığına teşvik etmektedir. Bu durum bankaların etkinlikten (gerçek bankacılık faaliyetlerinden) uzaklaşarak kredi potansiyelini kendi grupları bünyesindeki firmalara yönlendirilmesine neden olmaktadır. Bu eğilim kamu bankalarının devleti finanse etmesiyle aynı etkiyi beraberinde getirmektedir (Benli ve Sönmezler, 2002: 81). Bu görünümün ekonomi açısından sakıncalı olan tarafı, yatırımların hem verimli alanlara yapılamaması hem de kaynakların daha pahalı olmasına sebep olarak kaynak dağılımındaki etkinliğin bozulmasına yol açmasıdır. Bankacılık sektörünün karakteristiklerinden ve istikrarsız makroekonomik yapıdan kaynaklanan faktörler sonucu ortaya çıkan risklere karşı mevduat sahiplerini güvence altına almak ve bankacılık sektörüne güveni sağlamlaştırmak için 1983 yılında kurulan TMSF’nin yükü ve sorumluluğu 1994 krizinin ardından mevduata %100 güvence getirilmesiyle artmıştır. Bankacılık sektöründe yeterli ve etkin gözetim ve denetim mekanizmasının bulunmadığı 1990’lı yıllarda bir çok özel bankanın özellikle de holding bankalarının içinin boşaltılması ve TMSF’ye devredilmesi,2 güvence sisteminin yarattığı ahlaki tehlike (morald hazard) olgusuna yol açmıştır. Makroekonomik istikrarsızlığın temel bir olgu olarak görüldüğü 1990’lı yıllarda bankalar daha riskli pozisyonlar almışlar, mevduat sigorta sistemine güvenerek bankacılık piyasa disiplininden önemli tavizler vermiştir (Tunay, 2005: 239). Etkin bir gözetim ve denetim mekanizmasının bulunmaması bir çok ülkede bankacılık sisteminde yapısal sorunların oluşmasına katkıda bulunmaktadır (Stiglitz, 2000; Williamson, 2000). Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı krizlerin büyük çoğunluğunun finansal sektörden ve özelliklede bankacılık sektöründen kaynaklandığı düşünülürse, etkin bir gözetim ve denetim biriminin oluşturulmasının gerekliliği daha iyi anlaşılabilir. Bankacılık alanındaki yasal ve kurumsal düzenlemelerin değişen koşullara ve uluslararası standartlardaki gelişmelere uyumu konusunda da önemli adımlar atılmıştır. Bu çerçevede 1999’da yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu önemli bir dönüm noktasıdır. Bu kanunla 2 4389 sayılı kanunda yapılan düzenlemeyle 4491 sayılı kanun TMSF’nin bankalara el koymasını düzenlemiştir. Fon bundan önce el koyduğu 3 bankayla birlikte 5 bankanın yönetimine daha el koymuştur. Bu bankaların sorunlu kredileri ise Türk Bankacılık Sektörünü ciddi biçimde etkilemiştir. 2000 yılı sonunda fonun elindeki banka sayısı 11’e yükselmiştir. Bankalara el koyma süreci 2000 yılından sonra da devam etmiş fonun yönetimindeki banka sayısı artmıştır. 1997-2004 arasında fona devredilen toplam banka sayısı 22’dir. uluslararası uygulamalara paralel olarak bankacılık sektörünün düzenleme, gözetim ve denetimi idari ve mali özerkliğe sahip olan (siyasi otoritenin müdahalesinden bağımsız) Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumuna (BDDK) bırakılmıştır. BDDK Haziran 1999’da kurulmuş ve Ağustos 2000’de faaliyete başlamıştır. Bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşturulması denetim ve gözetim sürecinin asıl amacını oluşturmaktadır. Artan makroekonomik sorunlar ve başta bankacılık sistemi olmak üzere finansal sistemde kırılganlığın artması siyasi otoriteleri 1999 sonlarında, enflasyonun düşürülmesi, ekonomik istikrar ve sürdürülebilir bir büyümenin sağlanması amaçlarıyla bütçe disiplini ve yapısal reformlara dayalı bir ekonomik program uygulamaya itmiştir. Bu genel çerçevede makroekonomik önlemlerin yanında finansal sistemin (özellikle bankacılık) kırılganlığını azaltmak amacıyla radikal kararlar alınmış ve düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler bankaların finansal yapılarının ve bankacılık gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi alanlarında yoğunlaşmaktadır. Bir ekonomide bankalar, hem ekonominin geneli hem de mali kesim açısından çok önemli olduğundan, bankacılık sektöründeki sorunlar ekonominin geneline çok çabuk yayılabilmektedir. Bankacılık sisteminde yaşanan sorunların temelini ise “eski” denetim sistemi oluşturmaktadır (Günal, 2007: 335). Eski denetim sisteminde bankacılık sisteminin gözetim ve denetimi TCMB, Hazine Müsteşarlığı, Hazine Müsteşarlığına bağlı Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu, bankaların her yıl yaptırmaları gereken zorunlu denetimleri gerçekleştiren bağımsız denetim kuruluşları ve TCMB’ye bağlı TMSF tarafından yürütülmekteydi. Bankacılık sektöründe ortaya çıkan sorunlar üzerine denetim sonuçlarında ortaya çıkan tabloya yönelik uygun önlemler alınmadığı veya önlemlerin siyasi kaygılardan kaynaklandığı tartışmaları başlamıştır. Bu tartışmaların temelini ise, denetim ve yaptırım yetkilerinin farklı kurumlar tarafından gerçekleştirilmesi oluşturmaktadır. Mayıs 2001’de yürürlüğe konulan GEGP çeçrevesinde, kamu bankalarının yeniden yapılandırılması, özel bankaların daha sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, TMSF’ye devredilen bankaların çözüme kavuşturulması, gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi ve bankacılık sektöründeki etkinliğin arttırılması için yasal ve kurumsal düzenlemelerin sağlanması amaçlarıyla Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı uygulamaya konulmuştur. Bu dönemde programın temel prensiplerinin kararlılıkla uygulanması sonucu bankacılık sisteminde olumlu önemli gelişmeler olmuştur. Temel makroekonomik göstergeler bakımından ekonomik performans iyileşmiş, yüksek oranlı ve istikrarlı bir büyümeyle birlikte enflasyon oranında bir düşüş trendi yakalanmıştır. Enflasyonla mücadelenin kurumsal altyapısı hazırlanmış, TCMB Kanununda yapılan değişiklikle, bankanın görevinin fiyat istikrarı olduğu açıkça tanımlanmıştır. TCMB’ye araç bağımsızlığı sağlanmış ve Para Politikası Kurulu oluşturulmuştur. Bu dönemde bankacılık sistemi önemli bir yeniden yapılanma süreci yaşamıştır. Özel bankalar 2001 krizi sonrası kaybettikleri sermayelerini güçlendirmişlerdir. Bunu başaramayan bankalar ise ya birleşmiş ya da TMSF’ye devredilmiştir. Kamu bankaları yeniden yapılandırılarak mali bünyeleri güçlendirilmiştir. Bankacılık sektörünün takipteki alacaklarının bir kısmı için “finansal yeniden yapılandırma programı” uygulanmıştır. Bu program kapsamında banka sisteminin mali yapısının güçlendirilmesi üç kanaldan yürütülmüştür (Celasun, 2002). Görev zararı stoklarını bilançolarından tasfiye etmek için, kamu bankalarına özel tertip Devlet İç Borçlanma Senedi (DİBS) verilmiştir. Mali yükümlülüklerinin kapatılması ve özkaynakları ile döviz pozisyonlarının güçlendirilmesi için TMSF bünyesindeki bankalara özel tertip DİBS ve döviz cinsi senetler ihraç edilmiştir. Özel sermayeli ticari bankalara yabancı para pozisyon açıklarının kapatılmasına katkıda bulunmak ve Hazinenin iç borçlanma vadesini uzatabilecek koşulları sağlamak için bu kesimle iç borç takası yapılmıştır (TCMB, 2002: 45-50; DPT, 2001: 89-92). Bankacılık sisteminin mali bünyesinin güçlendirilmesinin yanı sıra, sistemin kurumsal yapısını ve denetimini etkinleştirecek yasal ve operasyonel düzenlemeler uygulamaya konulmuştur. Yeni yasal çerçevede kamu bankalarına görev verilmesi merkezi hükümet bütçesine ödenek konulması koşuluna bağlanmıştır. Türkiye’nin ekonomi politiği için önem taşıyan bu değişim, bütçenin siyasal işlevinin ve saydamlığının artmasına katkıda bulunacak bir olgudur. Ancak, 2001 yılında kamu bankalarını yeniden yapılandırırken kredilendirme kapasitelerinin daraltılmış olması, krizden çıkışı zorlaştırmıştır (Celasun, 2002). Ayrıca bir dizi yasal mevzuat sonucu denetim ve gözetim mekanizmasında görev dağılımı daha açık bir şekilde düzenlenmiştir. 1994 sonrasında TCMB’ye bağlı bir şekilde faaliyette bulunan TMSF’nin Haziran 1999 tarihinde BDDK tarafından idare ve temsil olunmasına hükmedilmiştir. Ancak, Aralık 2003 yılında Fon’un karar organının Fon Kurulu olduğu, genel yönetim ve temsilinin Fon Kurulu’nca düzenleneceği 5020 sayılı Bankalar Kanunu ile düzenlenerek özerk bir yapıya kavuşturulmuştur (TMSF, 2008a). Dolayısıyla gözetim ve denetim mekanizmasında etkinliği sağlamak ve kurumsal bir yapı oluşturma anlamında önemli bir yol alınmış ve TMSF ile BDDK bu görev ve sorumluluklarını başarı ile sürdürmektedirler. Türkiye Ekonomisi’ne ilişkin yukarıda yapılan tartışmalar, makroekonomik politikalarda iki temel özelliğin ön plana çıktığını göstermektedir. Birincisi, ithal ikameci bir sanayileşme anlayışına dayanmakta ve bu dönemde sanayileşme hedefinin korumacı ve müdahaleci politikalarla gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır. Keynesyen iktisadi düşüncesinin de etkisiyle ithal ikameci ekonomi politika seçeneğini uygulayan ülkelerde, düşük faizlerin yatırımları artıracağı beklentisiyle yetkili otoriteler tarafından düşük tutulması durumunun Türkiye için de geçerli olduğu görülmektedir. İthal ikameci politikaların kalkınma planları ile uygulandığı dönemde, finansal sektörün bu planların hedeflerini gerçekleştirmeye dönük olarak dizayn edildiği ve özellikle kamu bankacılığının baskın bir rol oynadığı finansal sektörde, fonların planlar doğrultusunda kullandırılması çabasının ön plana çıktığı görülmektedir. Ayrıca makroekonomik politika çerçevesinin de etkisiyle finansal sektörde korumacı ve müdahaleci bir yapının olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de finansal sektörde kredi tayınlaması, selektif kredi politikaları, sektöre girişlerin yasaklanması veya sıkı izne tabi tutulması ve faiz oranlarının yetkili otoriteler tarafından belirlenmesi gibi bir çok sınırlamanın ve kısıtın varlığı sözkonusudur. Uygulanan ithal ikameci politikaların 1970’lerin sonunda krizle sonuçlanması, Türkiye’yi yeni politika seçenekleri aramaya yönlendirmiştir. Türkiye Ekonomisi’ni 1979’daki büyük krizinden çıkarmak için tercih edilen makroekonomik politika seçeneği, ekonominin dayandığı temel parametreleri değiştirmiş ve serbest piyasa ekonomisi ilkelerini öne çıkararak ihracata dönük bir sanayileşme anlayışını kabul etmiştir. Bu çerçevede özellikle devletin küçülmesine, özel sektörün teşvik edilmesine, fiyatların serbest piyasa koşullarında oluşmasını engelleyen kısıtların kaldırılmasına ve ekonominin dış dünya ile eklemlendirilmesine yönelik reformların yapıldığı görülmektedir. Bu ekonomi politika seçeneğinin finansal sektöre yansıması ise, faizlerin piyasa güçleri tarafından belirlenmesine izin verilmesi, kredi ve mevduat faiz oranlarına ve miktarlarına ilişkin kısıtlayıcı unsurların kaldırılması, yabancı bankaların sektöre girişlerine izin verilmesi ve yerleşikler ile yabancıların döviz cinsinden ekonomik faaliyetlerine olanak sağlayan düzenlemelerin yapılması şeklinde olmuştur. Öncelikle finansal piyasalardaki her türlü kısıtın kaldırılmasına yönelik olarak başlayan finansal sektör reformları, 1989 yılında sermaye hesabının serbestleştirilmesi ile dış finansal piyasalarla tamamen bütünleşmesiyle sonuçlanmıştır. Finansal liberalizasyon ile birlikte tasarruf sahiplerinin atıl ve verimsiz bir şekilde değerlendirdikleri fonların kısmen finansal sektöre çekildiği görülse de, makroekonominin dayandığı politika seçeneğindeki tutarsızlıklar ve reformların hızlı bir şekilde yapılamaması finansal liberalizasyondan beklenen sonuçları sınırlandırmıştır. Özellikle kamuda mali disiplinin sağlanamaması sonucu artan borçlanma ihtiyacı önceleri iç piyasalardan ve 1989 sonrasında ise dış piyasalardan karşılanmaya başlanmıştır. Sürekli bütçe açıkları sonucu artan borçlanma ihtiyacı bir yandan faizleri yükseltirken bir yandan da finansal sektördeki fonların artan ölçüde kamu tarafından kullanılmasına neden olmuştur. Kamu maliyesindeki bu yapısal durum borcun borçla kapatılması sürecine girmesiyle de ekonominin krize girmesine katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla dış dünya ile tamamen bütünleşmiş bir ekonomideki makroekonomik istikrarsızlıklar, finansal sektörü temel fonksiyonlarından uzaklaştırmıştır. Ayrıca liberal politika çerçevesine uygun yasal ve kurumsal altyapının zamanında oluşturulmaması da ayrı bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle etkin bir gözetim ve denetim mekanizmasının geliştirilememiş olması, bir çok özel bankanın TMSF’ye devredilmesiyle sonuçlanmıştır. Yine uygulanan popülist politikalar, kamu bankalarının görev zararlarının artmasına ve krizlerin faturasının ağırlaşmasına neden olmuştur. Bütün bu tartışmalar, Türkiye’de finansal liberalizasyonun finansal gelişmeye katkısı açısından önem arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’de finansal gelişmeyi belirleyen faktörler incelenirken ekonominin temel özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Finansal liberalizasyon sürecinde Türkiye’de makroekonomik göstergelerdeki değişimin incelendiği ikinci bölümden sonra, üçüncü bölümde finansal gelişmenin ölçülmesi ile ilgili tartışmalardan sonra, Türkiye’de finansal gelişme, geliştirilen farklı finansal gelişme göstergeleri kullanılarak betimsel olarak incelenecektir. FİNANSAL GELİŞMENİN ÖLÇÜLMESİ Bir değişkenin ölçülebilmesi, her şeyden önce onun iyi tanımlanmasını gerektirmektedir. Bu durum özellikle finansal gelişme için de söz konusudur. Finansal gelişmenin değerlendirilebilmesi için ölçülmesi, ölçülebilmesi için de tanımlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Finansal gelişmenin ölçülmesindeki güçlük, bunun çok boyutlu bir özellik taşımasından kaynaklanmaktadır. Finansal gelişme, bir ekonomide finans piyasasında kullanılan araçların çeşitliliğinin artması ve bu araçların daha yaygın olarak kullanılır hale gelmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Başka bir tanım olarak finansal gelişme, finansal piyasaların gelişmişliği olarak nitelendirilebilir. Bu ifadeden yola çıkarak finansal açıdan gelişmiş bir ekonomi için, finansal kurumların ve hizmetlerin çeşitliliğinin arttığı, finansal sistemde yaratılan fonların reel kesime aktarılma oranlarının yüksekliğinden bahsetmek olanaklıdır. Finansal gelişme, ölçülmesi güç olan ya da hazır verisi olmayan bir değişkendir. Bu sebeple finansal gelişme ile ilgili alternatif ölçütlerin geliştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca geliştirilen her gösterge, finansal sektördeki gelişmenin farklı yönlerindeki etkilerinin ölçülmesini yansıttığından analizler açısından önem arz etmektedir. Finansal gelişmenin ölçülebilmesi için iyi tanımlanmış bir göstergeler demetinin ekonomik politikaların hazırlanmasında, geliştirilmesinde ve uygulanmasında gerekli olduğu açıktır. Bu yüzden finansal sektör için geliştirilen göstergeler demeti; parasal durumu, kredi akışını, likidite yönetimini ve finansal sektörün risk yönetim karakteristiklerini kapsamalıdır. Ayrıca finansal sistemin gelişimini ölçmek için fiyat belirleme ve fiyat esnekliği yönlerini içerecek şekilde finansal fiyatlama mekanizmasını da içermelidir (Kar ve Ağır, 2005: 55). Görüldüğü üzere finansal sektörün gelişimini gösterebilmek için tek bir gösterge yeterli olmamaktadır. Ampirik çalışmalarda finansal gelişmenin göstergesi olarak farklı değişkenler kullanılmaktadır (Gupta, 1984; Odedokun, 1989; King ve Levine, 1993a; Levine, 1997; Gregorio ve Guidotti, 1995; Lynch, 1996; Arestis ve Demetriades, 1997; Gelbard ve Leite, 1999; Kar ve Pentacost, 2000). Bu bağlamda finansal gelişme göstergeleri, miktar ölçütleri, yapısal ölçütler, finansal fiyatlar, ürün çeşitliliği ve değişim maliyeti gibi farklı kategorilerde incelenebilmektedir (Lynch, 1996). Miktar Ölçütleri Ampirik çalışmalarda ölçülmesi güç olan bir değişken için, en iyi şekilde temsil edebilen değişkenler (proxies) seçilmektedir (Kar, 2001b: 157). Bu bağlamda parasal büyüklükler, kredilere ilişkin büyüklükler ve sermaye piyasalarına ilişkin göstergelere dayanan miktar ölçütleri, finansal gelişmenin geleneksel göstergeleri olarak hemen hemen tüm ampirik çalışmalarda ortak değişkenler olarak yer almaktadırlar. Bununla birlikte hem bankacılık göstergeleri hem de sermaye piyasaları ile ilgili göstergeleri içeren mali varlık stoğuna ilişkin gösterge de diğer bir miktar ölçütü olarak değerlendirilmektedir. Parasal Büyüklükler Parasal büyüklükler, taşıdığı bilgi dolayısıyla finansal kalkınma için kullanılan en yaygın göstergelerinden birisini oluşturmaktadır (Galetoviç, 1996; Gregorio ve Guidotti, 1995; Lynch, 1996). Parasal büyüklükler olarak gösterilen bu büyüklükler, dar tanımlı para arzı (M1), geniş tanımlı para arzı (M2, M2Y, M3) değişkenlerinden türetilen (M1/GSMH, M2/GSMH, M2Y/GSMH, M3/GSMH gibi) çeşitli göstergelerden oluşmaktadır (Gupta, 1984: Jung, 1986; Odedokun, 1989; Wood, 1994; Murinde ve Eng, 1994a; 1994b). Bir finansal gelişme göstergesi olarak M1/GSMH değerinin ekonominin parasallaşma sürecinin aşılmasından sonra finansal gelişmenin devam etmesiyle birlikte düşmesi beklenmektedir. Yani M1/GSMH oranının yüksek olması (dolaşımdaki para miktarının büyük olması) finansal azgelişmişliğin, düşük olması ise finansal piyasaların gelişmişliğinin bir göstergesidir. Diğer yandan ampirik çalışmalarda en sık kullanılan finansal sektör göstergelerinden biri geniş tanımlı para arzının gelire oranıdır (M2/GSMH). Bu gösterge ekonomideki parasallaşmanın derecesinin ölçütüdür. M2/GSMH oranı halkın bankacılık sistemini kullanımı hakkında bilgi verir. Doğal olarak bu oranın yüksek olması finansal piyasaların gelişmişliğinin göstergesi sayılabilir. M2’den farklı olarak M2Y döviz tevdiat hesaplarını da bünyesinde barındırır. Bu oran bankacılık sistemindeki mevduatların bir bölümünün yabancı paralardan oluştuğu göz önüne alındığında kullanılması gerekli bir büyüklük olarak ifade edilebilir. Bankalar aracılığı ile borç verilebilecek fonları temsil ettiği varsayılan M3/GSMH (Erim ve Türk, 2005: 27) geniş tanımlı para arzı göstergesi parasal göstergelerden bir diğerini oluşturmaktadır. Finansal gelişmenin sağlandığı durumlarda M3/GSMH oranının arttığı ampirik olarak bulgulanmış bir değişkendir (McKinnon, 1991: 13). Dolayısıyla hızlı ekonomik büyümenin sağlandığı durumlarda M3/GSMH göstergesinin de yüksek olması beklenmektedir. Parasal büyüklüklerin finansal gelişmenin bir göstergesi olarak kullanılabileceğinin bazı problemlere sebep olabileceği de tartışılmaktadır (Gregorio ve Guidotti, 1995; King ve Levine, 1993a). King ve Levine (1993a), farklı parasal büyüklüklerin finansal aracılığın farklı yönlerini temsil edeceğini ve farklı hareket edeceğini söylemektedir. Gregorio ve Guidotti (1995) ise, M2/GSMH oranının mevduatların kredi olarak kullanabilmesini göz önünde bulundurarak bu oranın daha iyi bir finansal gösterge oranı olduğunu vurgulayarak, M1/GSMH’nin finansal gelişme göstergesi olarak kullanımını eleştirmektedir. Kredilere İlişkin Büyüklükler Kredilere ilişkin büyüklükler olarak ise, yurt içi toplam kredi hacmi (YİKH) ile özel sektöre verilen krediler (ÖSKH) değişkenlerinden türetilebilecek (yurt içi kredi hacminin gelire oranı (YİKH/GSMH), özel sektöre verilen kredilerin gelir içerisindeki payı (ÖSKH/GSMH) veya özel sektöre verilen kredilerin toplam krediler içerisindeki payı (ÖSKH/YİKH gibi) göstergeler finansal gelişmenin ölçütü olarak kullanılmaktadır (Gupta, 1984; Odedokun, 1989; Agung ve Ford, 1998; Durham, 2002). King ve Levine (1993a)’in kullandığı kredilere ilişkin göstergelerden birisini, özel girişimcilere verilen kredilerin, merkezi ve yerel yönetimlere verilen kredilerle kamu ve özel girişimcilere verilen krediler toplamına oranı olarak elde edilen değişken oluşturmaktayken diğeri ise özel sektöre verilen kredilerin GSYİH içerisindeki payı oluşturmaktadır. Finansal gelişme sürecinin olumlu sonuçlarından bir tanesi kredi hacminin genişlemesidir. Yatırımlara aktarılan fonların artmasının ekonomik performansı etkilemesinden dolayı, finansal gelişmenin sağlanabildiği durumlarda yurt içi kredi hacminde ve özel sektöre verilen kredi hacminde bir artış beklenmektedir. Benzer bir şekilde, finansal gelişmeye paralel yurt içi kredi hacmi içerisinde özel sektöre verilen kredilerin payında da bir artış beklenmektedir. Sermaye Piyasası Göstergeleri Finansal gelişmişliğin miktar ölçütlerinden bir diğeri de sermaye piyasasına ilişkin göstergelerden oluşmaktadır (Arestis ve Demetriades, 1997; Filer Honousek ve Campos, 1999; Mazur ve Alexander, 2000; Müslümov ve Aras, 2002). Bunlardan bir tanesi, sermaye piyasasının genişliğini ölçmek için kullanılan piyasa değeri oranı (market capitalization ratio), piyasadaki hisse senetleri değerlerinin (toplam piyasa değeri) GSMH’ye oranı yoluyla elde edilmektedir. Sermaye piyasasının genişliğinin ölçülmesi için kullanılan bir diğer gösterge ise piyasadaki şirketlerin sayısıdır. Sermaye piyasalarının önemli fonksiyonlardan birisinin, piyasadaki likidite riskinin azaltılması olması sebebiyle piyasaların gelişmişlik göstergesi olarak, likidite göstergeleri kullanılmaktadır. Borsa gelişiminin önemli bir göstergesi olan likidite, borsaların fonksiyonlarını etkin bir şekilde yerine getirmesini engelleyen işlem maliyetiyle ters orantılıdır. Bu göstergeler, hisse senedi işlem hacminin GSMH’ye oranı veya işlem hacminin piyasa değerine oranı şeklinde ifade edilmektedir (Arestis ve Demetriades, 1997: 786; Erim ve Türk, 2005: 34). Levine ve Zervos’a (1996) göre gelişmiş menkul kıymet borsaları, yatırımlar ve büyüme üzerinde bankacılık sektöründen daha güçlü ve farklı bir etkiye sahiptir. Özellikle artan kapitalizasyon oranı bir ekonominin sermayeyi harekete geçirme ve riski dağıtma gücünü iyileştirebilir (Arestis ve Demetriades, 1997: 785). Menkul kıymet borsalarının performansına dair diğer önemli noktalar, volatilite, yoğunlaşma ve fiyatlamada etkinliğin olup olmamasıyla yakalanabilir. Fiyatlamada etkinliğin ölçümü ulusal ve uluslararası sermaye piyasalarının dünya piyasalarına entegrasyonunun bir göstergesidir (Arestis ve Demetriades, 1997: 786). Piyasanın gelişmişliği ile ters yönde ilişkili olduğu varsayılan göstergeler ise, yoğunlaşma ve dalgalılıktır (volatility). Yoğunlaşma piyasadaki en büyük 10 hisse senedinin piyasa değeri içindeki payıyla ölçülürken, dalgalılık hisse senetlerinin getirilerinin yıl içindeki standart sapmalarının hesaplanmalarıyla ölçülmektedir. Bununla birlikte diğer bir gösterge olarak da, sermaye piyasaları için yukarıda ifade edilen tüm bu göstergelerin ortalamaları alınarak bir sermaye piyasası gelişmişlik indeksi de oluşturulabilmektedir (Erim ve Türk, 2005: 34). Finansal gelişme süreci sermaye piyasalarının da gelişimini kapsamaktadır. Sermaye piyasalarının gelişimi ise firmalara doğrudan kredi edinebilme olanağı sunmaktadır. Doğal olarak kredi edinebilme olanağının bu yolla artması finansal gelişmenin sağlanmasıyla ilgilidir. Borsadaki işlem hacmi, piyasanın yönünü tespit etmede kullanılan önemli bir ölçüttür (Başoğlu vd., 2001: 512). Borsa kapitalizasyon oranının artması piyasanın gelişmişliğinin göstergesi olabilecek bir ölçüt olarak algılanabilmektedir. Piyasa işlem hacminin GSMH’ye oranındaki artış da kapitalizasyon oranına benzer bir gösterge olarak, finansal gelişmişliğin göstergesi olabilmektedir. Bununla birlikte sermaye piyasalarında borsaya kote ettirilen şirket sayılarındaki artış, finansal gelişmişliğin göstergelerinden birisidir. Mali Varlık Stokuna İlişkin Gösterge Miktar göstergesi olarak kullanılabilecek diğer bir finansal gelişme göstergesi de hem parasal göstergelerin hem de sermaye piyasasına ilişkin göstergelerin bir arada bulunduğu, bir ekonominin tüm finansal varlıklarını ifade eden toplam mali varlık stoğu (total financial assets) (TMVS) TMVS/GSMH değişkenidir (Erim ve Türk, 2003: 23). Mali varlık stoğu içerisinde, parasal göstergeler, döviz tevdiat hesaplarını da içine alan bankacılık sistemi toplam mevduat miktarı ile birlikte kamu ve özel sektörün menkul kıymetleri ile finansal aracı kurumların toplam varlıkları bulunmaktadır. TMVS’nin finansal gelişme ile birlikte yükselmesi beklenmektedir. Yapısal Ölçütler İktisadi gelişme sürecinde, finansal sistem çok önemli bir rol oynamakta ve işlevlerini çok farklı kanallarla yerine getirmektedir. Bundan dolayı finansal sistemin gelişimi farklı ölçütlerin kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda finansal sistemin yapısındaki değişikliklerin ve sistemi oluşturan alt birimlerin öneminin belirlenmesi de oldukça önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu göstergelerden biri de, M2/M1 oranıdır. Bu göstergedeki artış, bir ekonominin finansal sisteminin gelişmişlik seviyesi ile doğru orantılıdır (Lynch, 1996). Bu artış finansal sistemin gelişimiyle birlikte vadeli mevduat miktarının işlem amaçlı para miktarına göre daha hızlı artacağı anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, M2/M1 oranındaki artış, eldeki paranın nasıl değerlendirildiğiyle yakından alakalı bilgileri yansıttığından yapısal bir gösterge niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla finansal gelişmeye paralel olarak ekonomik birimlerin ellerindeki parayı işlem amaçlı da olsa atıl tutma yerine vadeli mevduat olarak değerlendirmeleri söz konusu olacak ve bu da finansal sistemdeki M2/M1 oranını artıracaktır (Kar ve Ağır, 2005: 60). Finansal Fiyatlar Gelişmiş finansal sistemlerde fiyatlar piyasa güçleri tarafından belirlendiğinden, pozitif olarak gerçekleşmektedir. Bu durum ekonomik birimlerin rasyonel kararlarının bir sonucudur. Çünkü bireyler, reel getirisi pozitif olmayan yatırımlardan kaçındıkları takdirde ekonominin büyüme olanakları sınırlandırılmamış olacaktır. Bu hem neo-klasik büyüme modellerinin hem de son zamanlarda geliştirilen içsel büyüme modellerinin bir sonucudur (Lynch, 1996). Bu aynı zamanda finansal sektörün liberalleşmesini savunan McKinnon ve Shaw’un argümanlarının temelini oluşturmaktadır. Faiz oranları, reel anlamda pozitif olmanın yanı sıra, ekonomik beklentileri de doğru yansıtmalıdır. Dolayısıyla faiz oranlarının seviyesi ve esnekliği çok önemlidir. Bu bağlamda bir ekonomideki finansal fiyatlar ve bunların esnekliği finansal gelişmenin bir göstergesi olarak alınabilir. Reel faiz oranları en önemli finansal fiyatları oluşturmaktadır. Bu onanın pozitif olması finansal gelişmenin en temel ön şartıdır. Geri kalmış ekonomilerdeki parçalanmış (fragmented) piyasalarda genellikle negatif reel faiz oranı oluşmakta ve bu durum finansal varlıklar şeklindeki tasarrufları olumsuz etkilemektedir. Her ne kadar reel faiz oranları ile toplam tasarruflar arasındaki ilişkide belirsizlik olsa da3, finansal tasarruf ile reel faiz oranı arasında pozitif bir ilişki olduğu ileri sürülmektedir (Fry, 1995; Dornbusch ve Reynoso, 1989). Mevduatı sürekli hale getirebilmek için kredi faizlerinin de pozitif olması çok önemlidir. Bütünleştirilmiş finansal piyasalar beklentiler üzerine oluşturulduklarından pozitif reel faiz oranı üretirler (Kar ve Ağır, 2005: 61). Değişen ekonomik şartlara fiyatların gösterdiği tepki de önemlidir. Etkin finansal sistemler, ekonomik şartlardaki değişmeden kaynaklanan yeni beklentilere uyumu kolaylaştırmaktadırlar. Ancak geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde yıllar içerisinde değişen ekonomik koşullar karşısında aynı tür politikaların uzun yıllar uygulandığı da bir gerçektir. Örneğin, birçok ülkede enflasyon oranlarındaki artışa rağmen, faiz oranları yetkili birimlerce uzun süre baskı altında tutulmuş ve sonuçta negatif reel faiz oranlarının oluşmasına neden olunmuştur. Buna karşılık liberal finansal sistemlerde faiz oranlarının değişen ekonomik konjonktüre ve beklentilere hızla uyum sağladığı bilinmektedir. Faiz oranlarını katı (sıkı) bir şekilde kontrol etmek, eğer enflasyon değişken ise, reel faiz oranı istikrarsızlığı pahasına, nominal olarak istikrarlı faiz oranı sağlar. Dolayısıyla, reel olarak yıkıcı ve zarar verici bir şekilde volatilitesi yüksek reel faiz oranı oluşturmadan, istikrarlı bir düşük nominal faiz oranı sağlamanın tek yolu, düşük ve istikrarlı bir enflasyon oranı gerçekleştirmektir (Kar ve Ağır, 2005: 61). Piyasaya dönük finansal sistemler, fiyatların kontrol altında tutulduğu sistemlere göre, ceteris paribus, sırasıyla düşük reel faiz volatilitesi ve yüksek nominal faiz volatilitesi gösterirler (Kar ve Ağır, 2005: 61). Tasarruf ve yatırımın faiz esnekliği hakkında, çok sayıdaki ülkenin ele alındığı geniş bir ampirik literatür vardır. Fakat bu literatür birbiriyle çelişkili sonuçlar ortaya koymaktadır (Williamson ve Mahar, 2002: 83). Reel faiz oranlarının tasarruflar üzerindeki etkilerini inceleyen ve birbirlerinden farklı sonuçlara ulaşan çalışmalar için, bknz (Gelb, 1989; Grene ve Villanueva, 1991; Demetriades ve Devereux, 1992; Fry, 1978; 1980; 1995). Diğer taraftan bu tartışmanın Türkiye üzerine yapılan ampirik çalışmalar için de geçerli olduğu 4. Bölümde ayrıntılı bir şekilde vurgulanmaktadır. 3 Ürün Çeşitliliği Finansal gelişmişliğin göstergelerinden bir tanesini de finansal piyasalardaki araçların çeşitliliği oluşturmaktadır. Gelişmiş sermaye piyasalarına sahip olan ülkelerde piyasalardaki ürün çeşitliliği fazladır. Bu durum, piyasa aktörlerinin bir taraftan tasarruflarını birbirinden farklı yatırım enstrümanlarında değerlendirebilmelerine olanak sunmakta, diğer taraftan da fona ihtiyacı olan birimlerin alternatif borç alabilme kabiliyetleri gelişmiş olmakta, doğal olarak da sisteme daha fazla fon çekilebilmektedir. Finansal araçlar para ve sermaye piyasası araçları olarak temelde iki farklı grup oluştururlar. Para piyasası araçları, hazine bonoları, mevduat sertifikaları, finansman bonoları, teminat mektupları vb., gibi vadeleri bir yılın altında, likit ve daha az maliyetli finansal araçlardan oluşmaktadır. Sermaye piyasası araçları ise vadeleri bir yılın üzerinde ve genellikle gelişmiş organize piyasalar olarak nitelendirilmektedir. Sermaye piyasasının araçları para piyasasının araçlarına göre çok daha değişkendir ve riskleri fazladır. Sermaye piyasası araçlarında vade yapıları uzun olduğundan dolayı daha az likittirler (Günal, 2006: 29). Sermaye piyasası araçları olarak da, hisse senetleri, devlet tahvilleri, ipotek senetleri, tüketici ve ticari krediler gibi araçlar sayılabilir. Eğer bir finansal sistem, para ve sermaye piyasalarında işlem gören, finansal araçları çeşitlendirebilmiş ise gelişmiş bir finansal sistem olarak adlandırılabilir. Değişim Maliyeti Finansal sistemden yerine getirmesi beklenen fonksiyonların çoğu, fon değişiminden kaynaklanacak olan maliyetin de düşürülmesine katkı sağlayabilecektir. Hızla gelişen ekonomilerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni yatırım araçları ve piyasalarıyla finansal sistem, mal ve hizmet değişimini kolaylaştırmakta, fonlara daha çabuk ve daha ucuz ulaşılmasını sağlamaktadır. Sistemin bu özelliği finansal küreselleşmeyle birlikte daha da ön plana çıkmaktadır. Eskiden bir kıtadan diğerine gönderilen mal, hizmet ve sermaye aylar sonra yerine ulaşabilmekteyken günümüzde bu işlemler çok kısa sürelerle gerçekleşebilmektedir. Finansal sektördeki gelişme sonucunda finansal kurumlar arasında sunulan hizmetlerde bir rekabetin olması beklenir. Beklenen bu rekabet ortamı borç alma ve borç verme arasındaki faiz oranları arasındaki farkı azaltarak maliyetlerin düşmesine de katkı sağlar. Bir finansal sistem, aracılığın maliyetini ne kadar azaltabiliyorsa tasarrufların daha büyük bir kısmının yüksek getirili yatırımlara tahsis edilmesine olanak verdiğinden o kadar verimlidir (Llewellyn, 1997: 9). Finansal sistem, tasarruf edenler ile yatırım yapmak için bu tasarrufları talep eden yatırımcıları karşı karşıya getirmektedir. Bu işlevini yerine getirirken yatırımcılardan aldığı kredi faiz oranı ile tasarrufçulara verdiği mevduat faiz oranı arasında kalan kısmı kendisi için alıkoyar. Etkin bir finansal sistem bu aracılık sisteminde en az miktarı kendisi için alıkoyandır. Bu sayede yatırıma aktarılabilecek fon miktarının optimal seviyede tutulması olanaklı olur. Dolayısıyla bir finansal sistemin hedefi, işlem maliyetini azaltmak olmalıdır (Kar ve Ağır, 2005: 64). Finansal sistemin değişim maliyetini etkin bir şekilde gerçekleştirebilmesi uzun dönemli sürdürülebilir bir büyümenin sağlanmasında kritik önem taşımaktadır. Bu işlevin etkin bir şekilde yerine getirilmesinde, aracılık maliyetlerinin düşürülmesi önemli bir önkoşul niteliğindedir (TBB, 2003). Finansal aracılığın işlem maliyeti genellikle faiz oranı (speads) ile ölçülmektedir. Bu ise kredi faiz oranı ile mevduat faiz oranı arasındaki farktan (faiz marjı) oluşmaktadır. Ürün Çeşitliliğine Göre Bir Değerlendirme Finansal piyasa araçlarındaki çeşitlilik yapısı için, Türkiye’de menkul kıymet piyasalarında işlem gören menkul kıymet stokları 1986-2007 aralığı için incelenmektedir. Tablo 3.2’ye göre veri dönemde kamu kesiminin çıkarttığı menkul kıymetler, özel sektör menkul kıymetlerinden çok fazla bir paya sahiptir. 1986 yılında özel kesim menkul kıymetlerinin toplam menkul kıymet stoğundaki payı yüzde 23,2 iken, kamu kesimi menkul kıymetlerinin payı yüzde 76,8 olarak görülmektedir. Bu oranların yanında dikkati çeken diğer bir nokta ise, 1986 yılındaki menkul kıymet stokları içerisinde işlemi yapılan finansal araçlarda alternatif finansal araçların varlılığın sınırlı olmasıdır. Toplamı oluşturan değerler birkaç finansal araç tarafından oluşturulmaktadır. Bu görünüm ele alınan dönem itibariyle de geçerliliğini korumuş, finansal araçlarda bir artış olmamıştır. Toplam menkul kıymet stokları içerisinde özel sektörün payı, 1990’lı yılların başlarında ciddi bir ilerleme kaydetmiş olmasıyla birlikte, bu artış çok uzun sürmemiş 1990’lı yılların ortalarında veri dönemin başlangıç değerlerinin de altına inmiştir. Bu yıllardan sonra toplam menkul kıymetler içerisindeki payını arttıramayan özel kesim menkul kıymet stokları, 2000 yılından sonra ciddi bir düşüşle karşılaşmıştır. 2001-2002-2003 ortalaması yaklaşık olarak yüzde 8’lerde kalmış, bu ise incelenen dönemdeki en düşük oranları oluşturmaktadır. Toplam menkul kıymet stoku içerisinde hisse senetleri oranlarının düşük olmasında talep yönünde yaşanan sorunlar ve firmaların halka açılmada isteksiz davranmaları yatmaktadır. 2003 yılından sonra özel kesim menkul kıymetlerinde bir artış olmuş bu artış 1996 yılından sonra ilk kez bu oranlara ulaşmıştır. 2007 yılında toplam menkul kıymet stokları içerisinde özel sektörün payı yüzde 17 olarak gerçekleşmiştir. Hisse senetleri piyasasının ekonomik şartlara duyarlılığı oldukça fazla olmasından dolayı herhangi bir ekonomik değişme, piyasanın aniden yön değiştirmesine neden olabilmektedir. Hisse senetleri piyasasının gelişimini engelleyen talepte yaşanan sorunların kaynağını, nakit kar payı ödemelerinin düzensizliği ve yatırımcının fonlarını daha fazla gelir elde etmek amacıyla kamu menkul kıymet stoklarına yöneltmesi vb. gibi piyasadaki volatilitenin fazla olması oluşturur. 2006 2007 2005 2004 2003 2002 2001 2000 1999 1998 I.Özel Sektör Menkul Kıymetleri Hisse Senedi Tahvil Finansman Bonosu Varlığa Dayalı Menkul Kıymet Banka Bonosu/Banka Garantili Bono Kar Zarar Ortaklığı Belgesi Gayrimenkul Sertifikası II.Kamu Kesimi Menkul Kıymetleri Devlet Tahvili Hazine Bonosu Gelir Ortaklığı Senetleri Dövize endeksli Senetler Özelleştirme tahvili Toplam 1997 Tablo 3.3: Ürün Çeşitliliği (1997-2007) (%) 13,3 13,9 14,0 15,7 7,9 8,0 8,4 10,0 11,4 14,0 17,0 12,9 0,1 0 0,2 13,8 14,0 0 0 0 0 0,1 0 15,7 0 0 0 7,9 0 0 0 8,0 0 0 0 8,4 0 0 0 10,0 0 0 0 11,4 0 0 0 13,9 0 0 0 16,8 0,1 0,1 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 0 86,7 86,1 86,0 84,3 92,1 92 91,6 90,0 88,6 86,0 83,0 50,8 33,8 0 42,2 72,6 42,7 11,9 0 0 78,7 76,6 68,2 4,7 15,0 22,6 0 0 0 79,0 11,9 0 76,9 12,0 0 80,9 6,3 0 82,4 3,3 0 81,0 2,0 0 0 0 0 0 0 0 0,9 0,5 0,7 100 100 100 0,8 100 1,2 100 1,4 100 0,3 100 0 100 0 2,1 100 Kaynak: SPK, 2008a. 0 0 1,3 1,4 100 100 0 0 Özel sektörün hisse senetleri dışındaki uzun vadeli borç araçlarını bu kadar az tercih etmesinin sebebi kamu sektörünce çıkarılan buna benzer araçlarla aralarında rekabet gücünün olmamasıdır. Kamu sektörünün ihtiyacı olan fonları karşılamakta kullandığı uzun vadeli araçlarda vergi muafiyetlerinin olması kamu sektörünce çıkarılan bu araçlara talebin fazla olmasını sağlarken aksine özel sektörün bu araçlarına talebi önlemiştir. Özel sektördeki bu durumun bir diğer önemli nedeni de yüksek enflasyondur. Yüksek enflasyon uzun dönemde kıymetlerin değerini düşürmekte, finansman maliyetlerini yükseltmekte ve bu durumda bu yatırımları caydırmaktadır. Kamu kesimi menkul kıymetlerinin toplam menkul kıymet stokları içerisindeki payı her zaman çok yüksek seviyelerde seyretmiştir. Kamu kesimi, menkul kıymet stoklarının büyük bir kısmını kendisi kullanmaktadır. Bu durum özellikle 2001 krizinde kamu açıklarının artmasıyla beraber tehlikeli boyutlara ulaşmış adeta özel kesim için kullanılacak fon bırakılmamıştır. Diğer bir ifadeyle, kamu kesimi sermaye piyasalarındaki fonların çoğunu menkul kıymet yoluyla çekerek özel kesimi bu piyasadan adeta dışlamaktadır (Alp, 2000: 382). Kamunun ihraç ettiği menkul kıymetler de sınırlı bir çerçevede kalmış fakat, incelenen dönemde 1996 yılına kadar neredeyse tüm finansal araçlar piyasada işlem görmüştür. Kamu menkul kıymet stokları içerisinde, başlangıçta devlet tahvili diğer finansal araçlardan daha çok kullanılmışken, 1996 yılına doğru hazine bonolarının payı devlet tahvilini geçmiş, gelir ortaklığı senetleri ve dövize endeksli senetlerin payı ise neredeyse kalmamıştır. 1997 sonrasında devlet tahvili diğer menkul kıymetler içerisinde en çok kullanılan araç haline gelmiştir. Kamu kesimi menkul kıymet stokları içerisinde devlet tahvili, toplam içerisinde son üç yılın ortalaması yüzde 80’in üzerinde seyretmektedir. Diğer taraftan, 1995 yılından itibaren özelleştirme tahvillerinin de piyasada yer bulduğu, ancak son yıllarda kullanılmadığı görülmektedir. Gelişmiş sermaye piyasalarına sahip olan ülkelerde finansal piyasalarda finansal araçların çeşitliliği fazladır. Yukarıdaki tartışmalar Türkiye’de finansal araçların çeşitlilik bakımından gelişmediğini göstermektedir. Finansal sistemde alternatif finansal ürünler geliştirilememiş, var olan finansal ürünler de birkaçı dışında zamanla ortadan kaybolmuştur. Finansal gelişmenin göstergesi olabilecek çeşitli değişkenlerle Türkiye’de finansal gelişmenin seyrinin incelendiği bu bölümden sonra, dördüncü bölümde, Türkiye’de finansal liberalizasyon ve finansal gelişme üzerine yapılan ampirik literatür detaylı bir şekilde incelenecektir. PARA POLİTİKASI En kolay tanımıyla para politikası, para miktarı ve faizlerin ne şekilde yönlendirilmesi gerektiğini sorgular. 1980li yıllardan itibaren dünyada merkez bankalarının bağımsızlıklarının sağlanmasıyla birlikte para politikasını merkez bankaları hükümetlerden bağımsız şekilde yönetmektedir. Para politikasının temel amacı fiyat istikrarı, finansal istikrar, iktisadi büyüme ve tam istihdam gibi olgulardan sadece biri veya birden fazlası olabilmektedir. Örneğin, TCMB’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır destekleyici amacıysa finansal istikrarı sağlamaktır. ECB’nın ise temel amacı fiyat istikrarını sağlamakken Fed’in ise temel amacı fiyat istikrarını, tam istihdamı ve iktisadi büyümeyi sağlamaktır. Aşağıdaki tablo.4’den de görülebileceği gibi para politikalarında iki temel yaklaşım vardır. 1.Aktif para politikaları: Aktif para politikaları, yönetimlerin takdirine bağlı para politikalarıdır. Bu yaklaşımda yönetimler yani merkez bankaları ekonominin genel durumunu incelerler ve buna bağlı olarak da para miktarı, faiz, kredi hacmi gibi büyüklükleri ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda ayarlamaya çalışırlar. Bu yaklaşım Keynesci geleneğin uzantısında oluşmuştur. 2.Kurala bağlı para politikaları: Belirli bir büyüklüğü para politikasının hedefi olarak belirleyip, bir politika hedefini yönetimin uymakla yükümlü olduğu bir kural kabul eden para politikası yaklaşımıdır(Paya,2007:174).Bu yaklaşım Keynesci olmayan yaklaşımların savunduğu bir yaklaşımdır. Mesela; Geleneksel yaklaşım ve parasalcı teori bu yaklaşımdaki parasal hedefleme rejimini savunurlar. Bu yaklaşımdaki enflasyon hedeflemesinin çapası hedef enflasyon oranıdır yani merkez bankaları hedef enflasyon oranı üzerinden enflasyonu düşürmeye çalışırlar, döviz kuru hedeflemesindeyse hedef döviz kuru(sabit kur) üzerinden enflasyon düşürülmeye çalışılır, parasal hedefleme rejimindeyse hedef para miktarı üzerinden enflasyon düşürülmeye çalışılır. Tablo 4: Para politikalarındaki iki temel yaklaşım Para Politikaları Aktif para pol. Kurala bağlı para pol. Hedef kurallar Enflasyon hedeflemesi Araç kurallar Döviz kuru hedeflemesi Parasal Hedefleme Kurala bağlı para politikalarından 2008 yılına kadar en çok uygulanmakta olanı,1990 yılında ilk Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlanan enflasyon hedeflemesi rejimidir. Bu rejim, para politikasının fiyat istikrarını sağlamaya ve sürdürmeye yönelik olarak kurumsallaştığı modern bir stratejidir(TCMB,2006:3) .Bu rejim çerçevesinde merkez bankaları doğrudan enflasyonu hedeflemekte ve para politikası araçlarını enflasyon gerçekleşmelerinin ilan edilen hedef seviyesinde olmasını sağlamak için kullanmaktadır. Ancak 2008 küresel finans kriziyle gelişmekte olan ekonomiler sadece fiyat istikrarını dikkate alan enflasyon hedeflemesi rejiminden, fiyat istikrarının yanında finansal istikrarı da dikkate alan esnek enflasyon hedeflemesi rejimine geçmişlerdir. 4.1. TCMB’nın Yeni Para Politikası Stratejisi TCMB, 2010 yılının sonlarından itibaren makro finansal riskleri de gözeten yeni bir para politikası çerçevesi tasarlamış ve uygulamaya koymuştur. Bu kapsamda, enflasyon hedeflemesinin genel çerçevesi gözden geçirilerek destekleyici amaç olan finansal istikrara vurgu artırılmış; bu amaca yönelik olarak ek politika araçları geliştirilmiştir. Böylece çok amaçlı, çok araçlı ve esnek bir politika stratejisi uygulanmaya başlanmıştır. Tablo 4.1. TCMB’nın Para Politikası Stratejisi AMAÇLAR ARAÇLAR ESKİ YAKLAŞIM YENİ YAKLAŞIM FİYAT İSTİKRARI FİYAT İSTİKRARI FİNANSAL İSTİKRAR POLİTİKA FAİZİ Politika faizi, APİ, Faiz Koridoru, Zorunlu karşılıklar , İhracat Reeskont Kredileri Tablo 4.1, bize TCMB’nın yeni ve eski para politikası stratejisinin amaçlarını ve araçlarını göstermektedir.2006dan itibaren uygulanan geleneksel enflasyon hedeflemesi rejiminde temel amaç fiyat istikrarı ve bu amaca yönelik olarak kullanılan aktif politika aracıysa politika faizi olmuştur. 2010 sonundan itibaren benimsenen esnek enflasyon hedeflemesi rejimi olarak adlandırabileceğimiz yaklaşımdaysa temel amaç korunmakla birlikte Merkez Bankasının destekleyici amacına olan vurgu artırılmış ve bu amaçlara ulaşabilmek amacıyla da tek bir araç yetersiz kalacağından faiz koridoru, zorunlu karşılıklar ve diğer likidite uygulamaları da aktif bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. 4.1.1. Neden Yeni Bir Politika Stratejisine İhtiyaç Duyuldu? Kriz sonrası merkez bankacılığında değişen anlayış Finansal istikrara yönelik farkındalığın artması Krizi önlemek temizlemekten daha az maliyetli Küresel krizden çıkarılan önemli derslerden birisi, merkez bankalarının fiyat istikrarına odaklanırken finansal sistemde biriken riskleri ve varlık fiyatlarındaki şişkinlikleri göz ardı etmemesi gerektiğidir. Bu doğrultuda G-20 gibi uluslararası platformlarda merkez bankalarının finansal istikrara daha fazla önem vermesi gerektiği görüşü giderek yaygınlık kazanmaktadır. Ayrıca, finansal krizleri önlemek için makro politikalarla tepki vermenin önemine değinen çalışmalar yakın dönem iktisadi yazınında giderek ağırlık kazanmıştır(Kara,2012a:2) Konjonktürel etkiler - Olağanüstü bol likidite, dalgalı risk iştahı, sermaye akımlarında oynaklık artışı Çalışmanın daha önceki taraflarında da belirttiğimiz gibi küresel krizle birlikte bu krizden çıkmaya başta FED, ECB gibi merkez bankaları genişletici para politikasına başvurmuşlardır. Gelişmiş ekonomilerdeki merkez bankalarının politikalarının yarattığı likidite fazlasının büyük kısmı ise bu ülkelerde kalmamakta ve gelişmiş ekonomilere göre yabancıya yüksek reel faiz veren Türkiye gibi ekonomilere akmaktadır. Gelişmiş ülkelerde süregelen niceliksel genişleme sonucu ortaya çıkan kısa vadeli likidite bolluğu ve küresel finans sisteminde süregelen kırılganlıklar, sermaye akımlarında ciddi oynaklıklara yol açmaktadır. Türkiye’ye özgü yapısal nedenler - Açık ekonomi, düşük tasarruf oranı, yapısal cari açık - Sermaye akımlarındaki oynaklığa duyarlılık Türkiye ekonomisi yapısı gereği düşük tasarruf oranına sahip, ithal girdi kullanımına bağlı üretim yapısı olan dolayısıyla yüksek büyüme zamanlarında yüksek cari açık veren, büyüme düştükçe cari açığı düşen bir ekonomidir. Ekonomi tasarruf açığını, yüksek cari açığı yabancı sermayeyle finanse etmekte ve dolayısıyla sermaye akımlarındaki oynaklığa aşırı duyarlı hale gelmektedir. Grafik 4.1.1’den de görüldüğü gibi 1994, 2001, 2008 krizlerinde iktisadi faaliyetteki daralma hep sermaye akımlarında ani duruşla birlikte gerçekleşmiştir. Bu gözlem, finansman’ın oldukça kısa vadeli ve oynak olduğu bir konjonktürde, küresel risk iştahındaki ani değişimlere karşı ekonominin dayanıklılığını artırmanın gerekliliğine işaret etmekte; aynı zamanda para politikasında daha esnek bir yaklaşımın önemini ortaya koymaktadır. İşte TCMB’nin uyguladığı yeni politika çerçevesinin de esas olarak bu kapsamda değerlendirilmesi gerekmektedir. (Kara,2012a:4) Grafik 4.1.1. GSYİH Büyümesi ve Sermaye Hareketleri Kaynak: Kara,2012a:5 4.1.2. Yeni Para Politikasının Tasarımı-Basitleştirilmiş Aktarım Mekanizması ve Göstergeleri Grafik 4.1.2. TCMB’nın Politika Araçları ve Amaçları ARAÇLAR AKTARIM KANALI VE GÖSTERGELER AMAÇLAR TCMB yeni para politikası stratejisinin finansal istikrar ayağı çerçevesinde sermaye akımlarındaki oynaklığın yurt içi piyasalar üzerindeki olumsuz etkilerini sınırlamayı amaçlamaktadır. Yeni politika çerçevesinde krediler ve döviz kuru gibi değişkenlere ayrı bir önem atfedilmektedir. Buna göre dünyada bollaşan likidite ile birlikte artan sermaye akımları Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde bir yandan yerli paranın aşırı değerlenmesine neden olmakta, bir yandansa hızlı kredi büyümesine neden olarak cari açığı artırmaktadır. Hızlı kredi büyümesi aynı zamanda iktisadi yazında finansal krizleri öncüleyen önemli değişkenlerden biri olarak ön plana çıkmaktadır. 2008 Küresel krizinden en çok etkilenen ekonomiler krizden önce ciddi kredi genişlemesi yaşamış olan ekonomilerdir, çünkü bu insanlar aldıkları kredileri ödeyememiş, sonunda da finansal kriz doğmuştur ve bu ekonomiler ciddi daralmışlardır. Aynı zamanda hızlı kredi büyümesi bankaların ve firmaların vade ve kur uyumsuzluklarını da artırmaktadır. Dolayısıyla sermaye akımlarının yoğun olduğu dönemde bir yandan kredi alanların geri ödeyememe durumu olabileceği gibi, vade ve kur uyumsuzluklarında artış da olabilmekte bir yandan ise bunun kur ve kredilerle cari açığı artırması ve finansman akımlarında ani bir bozulmanın ise ekonomide ani duruş riskini beraberinde getirebilmesi söz konusudur. Öte yandan sermaye çıkışlarının yoğun olduğu dönemlerde olan kredilerdeki ani daralma ve yerli paradaki aşırı değer kaybı da makroekonomik ve finansal istikrar açısından arzu edilmeyen durumlardır. Dolayısıyla TCMB 2010 yılı sonlarından itibaren sermaye akımlarındaki oynaklığın etkilerini yumuşatıcı bir para politikası stratejisini benimsemekte ve bu çerçevede kredilerin makul oranda büyümesini hedeflemekte ve döviz kurundaki aşırı hareketlere kayıtsız kalmamaktadır. Tablo 3de de açıkladığımız ve Grafik 4.1.1’de de görebileceğimiz üzere TCMB fiyat istikrarı ve finansal istikrar amacına ulaşabilmek amacıyla birden fazla araç kullanımına başlamış, faiz politikasını birden çok faizle aktif şekilde kullanmaya başlamış, yine zorunlu karşılıkları çeşitlendirmiş ve Rezerv Opsiyon Mekanizması gibi Türk icadı buluşlar çıkarmıştır. 2010 yılı sonundan itibaren uygulanan politikaların başarısına bakabilmemiz için Merkez bankasının finansal istikrar alanındaki temel göstergelerine bakmamız lazım. Bunlar kredi olarak Grafik 3a ve 3b olarak Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi olarak da Grafik 4te gösterilmektedir. Grafik 3a: Krediler ve Cari Açık Grafik 3b.Toplam Kredi Artış hızı Kredide ilk olarak, kredi büyüme hızına bakarsak 2010 yılında yüzde 35 seviyelerine çıkan kredi büyüme hızı izlenen politikalarla 2011 yılında yüzde 25’e düşürülmüş, 2012’deyse bu oran yüzde 16 ya düşürülmüştür. TCMB 2013 yılı kredi büyüme hızı için referans değer olarak yüzde 15 oranını dile getirmiştir. Bu oranın 2013 yılı için finansal kesimin işleyişine ilişkin makro riskleri artırmayacak makul kredi büyüme oranı olduğu düşünülmekte ve önümüzdeki yıllarda kademeli azaltılması hedeflenmektedir. Kredide ikinci olarak,net kredi kullanım oranına bakarsak,2010 yılında yüzde 14 olan kredi stokundaki değişimin GSYH’daki payı 2011 yılında yüzde 10 a,2012 yılında ise yüzde 8’e düşürülmüştür. TCMB finansal istikrar alanında kredi büyüme hızından daha çok net kredi kullanım oranına bakmaktadır,bunun nedeni bu değişkenin gelire kıyasla borçluluğun ne kadar hızlı arttığına dair bir gösterge olması ve cari dengeyle kredi büyüme hızından daha yakın ilişkili olmasıdır. 2013 yılı ve sonrasındaysa net kredi kullanım oranında yüzde 7,5 lik sabit bir referans değer söz konusudur. İzlenen politikalarla 2011 yılında kredi büyüme hızı ve net kredi kullanım oranı düşse de cari açık yüzde 10 gibi rekor seviyelere çıkmış, Türkiye ekonomisi yüzde 8,8lik bir büyüme hızı yakalamıştır. 2012 yılında ise kredi büyüme hızı ve net kredi kullanım oranın düşürülmesiyle cari açık/gsyh yüzde 10dan 5,8’e düşmüş ancak ekonomi yumuşak iniş4 yerine sert bir iniş yaparak yüzde 2,2 büyümüştür. Finansal istikrar alanında TCMB’nın diğer göstergesiyse Reel Efektif Döviz Kuru Endeksidir(REK). Merkez Bankası döviz kurlarındaki aşırı hareketlere kayıtsız kalmayacağını söylemektedir. Bu çerçevede ulusal paranın aşırı değerli olup olmadığına yada döviz piyasasına müdahale edip etmeyeceğine Tüfe Bazlı Rek’e bakarak karar vermektedir. Önce REKİ tanımlamalıyız, TCMB uygulaması açısından Türkiye’nin dış ticaretinde önemli paya sahip ülkelerin(36 ülkedir bu) para birimlerinden oluşan sepete göre TL’nin ağırlıklı ortalama değerine Nominal Efektif Döviz Kuru Endeksi(NEK), NEK’in nispi fiyat etkilerinden arındırılmasıyla oluşturulan ortalamaya REK denir. REK ekonomilerin dış ticarette rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden birisidir. Bu tabir IMF tarafından ortaya atılan bir terimdir. Buna göre ekonomide büyüme hızı potansiyel büyüme hızının üzerine çıkarsa -ki bu Türkiye’de 5-5,5 arasındadır- ,bu durumda bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Bu sorunlar cari açık, enflasyon, bütçe açığı gibidir. Türkiye ekonomisinde de 2011 yılında 8,8 büyürken enflasyon 10,45 e cari açık ise 10a çıkmıştır. Bu durumda cari açığı ve enflasyonu kontrol altında almaya büyüme hızı potansiyel büyüme hızına düşürülmelidir. Buna yumuşak iniş denmektedir. Yani Türkiye için 2012 yılında cari açığı ve enflasyonu kontrol altına alarak potansiyel büyüme hızı çevresinde büyümektir. 4 Grafik 4a:Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi Grafik 4b. Cari Açık Veren Ülkelerde Döviz Kuru Oynaklığı TCMB 2003 yılını 100 olarak kabul ederek oluşturduğu REK de her yıl ortalama 2 puanlık bir artışı normal kabul etmektedir. Buna göre Türkiye’nin enflasyon ölçüm yöntemiyle REK’in hesaplandığı sepetteki ülkelerin enflasyon ölçüm yöntemi birbirinden farklı olduğundan Türkiye’nin enflasyonu bu ülkelerden ortalama 2 puan yüksek çıkacaktır ve REK’deki her yıl ortalama 2 puanlık bir artış normal kabul edilebilecektir. 2010 yılı sonlarında ABD tarafından gerçekleştirilen 2.parasal genişlemenin ulusal parayı aşırı değerli hale getireceği beklentisi ve kasımdan itibaren 2.genişlemenin başlamasıyla beraber REK 2010 Kasımda 131(2010 denge değeri=114) seviyelerini görmüş dolar kuru 1,40lara inmiştir, Merkez Bankası bunu engellemek için gecelik borçlanma faizlerini çok ciddi düşürmüş bunun sonucunda ulusal paradaki aşırı değerlenme baskısı giderilmiş, Türk lirası normalleşmiş ve REK haziran 2011 de denge değeri diyebileceğimiz 113,30’a gelmiştir. Ancak 2011 Ağustos ayında Avrupa borç krizinin derinleşmesiyle küresel risk iştahının zayıflaması sonucu gelişmekte olan ekonomilerde sermaye çıkışlarıyla birlikte Türk lirası aşırı değer kaybetmiş ve 2011 sonunu REK 109 civarında(denge değeri=114) kapatmıştır. 2011 sonlarında ve 2012 yılında Merkez Bankası tarafından izlenen faiz koridoru, Rezerv opsiyonu mekanizması ve likidite yönetiminde(Api) sıkılaştırıcı politikalarla ulusal para değer kazanmış ve Rek 2012 yıl sonunu 118,32 seviyesinde yani denge değeri(2012=118) olarak diyebileceğimiz değere çok yakın kapatmış ve ulusal paradaki aşırı değer kaybı da önlenmiş ve 2012 yılının genelinde kurda istikrar sağlanmıştır. 2013 yılında TCMB Reel efektif döviz kuru endeksinde 120yi denge değeri olarak belirlemiş ve sermaye girişlerinin yoğun olduğu bir dönemde olduğumuzdan bir manada Merkez bankasının 2013 Rek hedefi Rek’in 120yi aşmaması olmuştur. Merkez bankasının iletişin politikalarında sıklıkla Rek’in 120’yi aştığında ulusal paranın aşırı değerli hale geleceği ve banka tarafından ölçülü politika faizi indirimleri yapılacağı, eğer REK 130’u aşarsa TCMB elindeki bütün araçlarla kura müdahele edeceği söylenmiş ve söylenmektedir. Buradaki amaç, döviz kurunu aşırı oynaklıktan kurtarmaktır. 2013 nisan ayında REK 121,10’a yükselmiş merkez bankası gerek Nisanda gerekse Mayısda 50 şer baz puan indirimlerle, zorunlu karşılık artışı ve Rok artışlarıyla kura müdahele etmiştir. Rek’e bakarak merkezin uyguladığı politikaların özellikle 2012 yılı olmak üzere döviz kurlarındaki aşırı oynaklığı azalttığını söyleyebileceğimiz gibi cari açık veren ülkelerde döviz kuru oynaklığı grafiğine(Grafik 4.b) bakarak da Türkiye’nin 2011 yılında Cari açık veren ülkelerin döviz kuru oynaklığında orta yerlerde olduğunu, ancak alınan tedbirler ve politikalarla 2012 yılında Türkiye’de döviz kuru oynaklığının en düşük seviyeye geldiğini söyleyebiliriz. 4.2. Para Politikası Araçları Parasal yetki kurumu, para tabanını ve/veya para çoğaltanını(k) etkileyerek para arzını(M) istenilen yönde değiştirebilir. Para politikası araçları, para politikası hedeflerine ulaşabilmek amacıyla kullanılan ve merkez bankasının kontrolü altında olan büyüklükler veya değişkenlerdir.(Keyder, 2012:56) Para politikası araçları doğrudan ve dolaylı para politikası araçları olmak üzere ikiye ayrılır. Doğrudan para politikası araçları, merkez bankalarının bankaların kredi veya mevduat faizini ya da kredi hacmini doğrudan kontrol eden araçlardır. Dolaylı para politikası araçları ise piyasadaki arz ve talep koşulları etkilenerek yürütülmektedir. Yani aslında doğrudan araçlar doğrudan müdahale içerirken, dolaylı araçlar piyasa bazlı (dolaylı müdahele) araçlardır. Operasyonel anlamda standart para politikası araçları ise dolaylı para politikası araçları olarak nitelendirilmektedir.(Keyder, 2012:56) Doğrudan para politikası araçları günümüzde kullanım alanı çok daralmış araçlardır. Aslında doğrudan para politikası araçlarının tümünün kullanımı günümüzde neredeyse ortadan kalkmış durumdadır. Kriz halinde bile ne Fed ne de AMB bu politika araçlarına başvurmamışlardır.(Eğilmez,2012a:3) Çalışmamızda önce kısaca doğrudan para politikası araçlarına bakılacak sonra dolaylı para politikası araçlarına bakılırken orada referans merkez bankası olarak aldığımız TCMB’in güncel para politikası araçlarına değinilecektir. 4.2.1. Doğrudan Para Politikası Araçları 4.2.1.1. Faiz Denetimi Merkez Bankası bankaların mevduat ya da kredi faizlerini doğrudan belirleyebileceği gibi bir üst limitte koyabilir ve aynı zamanda bu vadelerde de farklı olabilir. Mesela Türkiye’de 19701980ler yılları arasında Merkez bankası kararnamelerle bankaların uygulayacakları faiz oranları belirlemekteydi. Bu tür müdahaleler mümkün olsa da günümüzdeki uygulama daha çok dolaylı politikalar aracılığıyla piyasa faizlerini etkilemeye yönelmiş, doğrudan faiz oranlarına müdahale yöntemi terk edilmiştir.(Eğilmez,2012a:2) 4.2.1.2. Kredi Tavanı Merkez Bankası bankaların açabilecekleri kredilere bir tavan(üst limit) getirebilir. Bu limit mesela mevduatların yüzde 80i gibi olabilir. Merkez bankası bunu banka bazında da uygulayabilir. Bazı sektörler teşvik edilmesi amacıyla kredi tavanı yüksek konulurken diğerlerine daha düşük de konulabilir. Bu yöntem günümüzde kullanılmıyor. Onun yerine dolaylı yöntem olan zorunlu karşılıkların artırılması gibi yöntemlerle kredi büyüme hızı frenleniyor. 4.2.1.3. Farklılaştırılmış Reeskont Kotaları, Oranları Banka bazında reeskont kotaları, bankaların amaçlarına, risk durumuna, likidite ihtiyacına bağlı olarak belirlenmektedir. Bu kotalar yardımıyla bazı bankaların reeskont penceresinden daha fazla yararlanabilmesi, bazı sektörlerin desteklenmesi amaçlanmaktadır. Örneğin, tarım sektörüne daha fazla kaynak aktarılabilmesi amacıyla tarım kredisi veren bankaların reeskont kotaları yüksek yada reeskont oranları düşük tutulabilmektedir. (Akçay:2002,34) 4.2.1.4. Disponibilite Uygulamaları(Oranı) Merkez Bankası tarafından belirlenen bankaların kabul ettiği mevduat ve diğer yükümlülüklere karşılık kasalarında tutması gereken disponibl değerler oranıdır. Disponibl değerler: Her an paraya çevrilebilir varlıklardır. Disponibl değer olarak bankaların kasalarındaki türk lirası mevcudu, TC merkez bankası nezdinde vadesiz serbest mevduat, Hazine Plasman bonoları, Devlet iç borçlanma tahvilleri sayılabilir. Disponibilite oranı artarsa bankaların daha az kredi verip daha fazla disponibl değer kasalarında tutacaklarından kredi hacmi ve para arzı azalır. Disponibilite oranı azalırsa bankalar daha fazla kredi verecek daha az disponibl değer tutacaklar ve kredi hacmi, para arzı artacaktır. 16.11.2005 tarihinde disponibilite uygulamasına son verilmiştir. İşlevini yitirmiş olan disponibilite düzenlemesinin kaldırılmasıyla, bankaların Merkez Bankasında DİBS tutma zorunluluğu sona erdirilmekte ve böylece bu konuda AB müktesabatına uyum sağlanmaktadır (Keyder,2012:78) 4.2.1.5. Finansal Kurumların Portföylerin Yeniden Düzenlenmesi Finansal kurumların satın alacakları menkul kıymetlerin miktarının, faaliyet alanının belirlenmesidir.(Arslan,2011:496 ) 4.2.1.6. Tüketici Kredilerin Kontrolü Merkez bankası tüketici kredilerinin peşin ödenen kısmını, vade yapısını vs. düzenleyebilir. (Arslan,2011:496 ) 4.2.1.7. İthalat Teminatları İthalatçılara, ithalat bedelinin belli bir yüzdesini merkez bankasına teminat olarak yatırma zorunluluğu getirilmesidir. Bloke edilen bu fonlar ile toplam talep düşerken enflasyon oranı düşebilir. Bu TCMB’nın 1930-1990 döneminde uyguladığı bir para politikası aracıdır. 4.2.1.8. Zorunlu Döviz Devir Oranları( Türkiye’de 1996-1999 yılları arasında kullanılan bir para politikası aracıdır) Merkez bankası, banka ve diğer döviz kazancı olan kuruluşlara ( Ptt, özel finans kuruluşları, kıymetli maden alım/satımı gerçekleştiren aracı kurumlar, v.b.) ihracat veya görünmeyen kalemlerden doğan döviz gelirlerinin merkez bankasınca saptanan belirli bir oranını Merkez bankasına satması zorunluluğunu getirmiştir. Kur merkez bankasınca belirlenmekte, merkez bankası arzu ettiği takdirde bu yoldan aldığı dövizin bir kısmını Bankalar arası döviz piyasasında satabilmekteydi. Bu yolla Merkez bankası, hem ilgili kurumların ellerinde bulundurdukları dövizi kontrol edebilmiş, hem de ilan ettiği döviz devir kuru sayesinde döviz fiyatını(kurunu) etkileyebilmiştir hem de para arzını artırmıştır( Keyder,2012:98) 4.2.1.9. Bankaları İkna Yolu Merkez bankası ticari bankalardan izleyeceği sıkı veya gevsek para politikasına destek vermelerini isteyebilir. Bu amaçla görüşmeler yapılarak ticari bankaların ikna edilmesi yoluna giderilir. (Arslan,2011: 496) 4.2.1.10. Reklam ve Resmi Olmayan Öğütler Merkez bankaları görüşlerini kamuoyu ile paylaşmak için birçok yol kullanabilir. Merkez bankası görüşlerini basın yayın organları aracılığıyla açıklayabileceği gibi, yapacağı tavsiyelerle firmaların bekleyişlerini de etkileyebilir(Önder,2005:65). 4.2.2 Dolaylı Para Politikası Araçları 4.2.2.1 TCMB’nın Kullanmadığı Araçlar 4.2.2.1.1. Döviz Alım-Satım İhalesi ve Dövize Doğrudan Müdahale Öncelikle bu ikisi arasındaki farkı anlatmamız lazım, temel farklardan birisi alım satım ihalesinde ihaleyle döviz alıp satılır, diğer fark ise dövize doğrudan müdahale merkez bankasının en son başvurduğu yoldu. Doğrudan alım yada satım müdahalesi aracına başvurmak için kurlarda aşırı oynaklık olmalıdır. Merkez bankası geçmiş zamanlarda dalgalı kur rejiminin temel ilke ve işleyişini etkilememek kaydıyla önceden kamuoyuna duyurarak döviz rezerv düzeyini artırmak amacıyla döviz alım ihaleleri düzenleyebilmekteydi ya da kurda aşırı oynaklık görünce de kura müdahale amaçlı alım ya da satım ihaleleri düzenleyebilmekteydi. Dışsal şok ya da öngörülemeyen gelişmeler nedeniyle döviz piyasasında derinliğin kaybolması; buna bağlı olarak da döviz fiyatlarında aşırı oynaklık gözlenmesi halinde, merkez bankası önceden kamuoyuna duyurmak suretiyle döviz alım ya da satım ihalelerine ara verebilmekteydi ve piyasaya doğrudan müdahale etmekteydi ya da bu ikisini bir arada da yapabilmekteydi. TCMB günümüzde özellikle karşılıklar politikasında Rezerv Opsiyonu Mekanizması(ROM) uygulaması olmak üzere faiz koridoru ve İhracat Reeskont Kredileriyle(İRK) döviz likiditesini ve kuru düzenlemeyi tercih ediyor. Merkez Bankası aşağıda açıklayacağımız bu politika araçlarıyla 2012 yılından itibaren döviz kurunda istikrarı sağlamıştır ve alım satım ihaleleri ve doğrudan müdahale araçlarını 2012 yılında neredeyse hiç kullanmamıştır ve bu politika araçlarına 2013 yılında istisnai durumlar dışında kullanmayacağını açıklamıştır. 4.2.2.2. TCMB’nın Para Politikasının Aktif Araçları 4.2.2.2.1.Reeskont Oranı(Politikası) Merkez bankasının bankalara verdiği krediye uyguladığı faiz oranı reeskont oranı verilen krediye ise reeskont kredisi denir. TCMB bu borcu bankalar tarafından sunulan ticari senetler karşılığında verir. Bu işlem adı geçen evrağın ikinci kez nakde çevrilmesi, diğer bir deyişle reeskonta tabi tutulması şeklinde yorumlanabilir. Reeskont penceresi uygulaması, para-menkul kıymet piyasalarının gelişmediği 1980’ler öncesinde merkez bankalarının en önemli dolaylı politika araçlarından bir tanesiydi. Bu faiz oranı düşük olursa bankalar merkez bankalarından daha ucuza kredi alabilecekler ve alacakları kredi miktarı, parasal taban artar ve aynı zamanda bankalar daha ucuza kredi alabileceklerinden atıl rezerv oranını düşürürler bu da para çarpanının artırır, bu iki etkene bağlı olarak para arzı artar. Bunun düşürülmesi tam tersi bir durum ortaya çıkarır. Türkiye’de reeskont kredilerine baktığımızda 2009 ve 2011 yılları haricinde yok(ki bu dönemlerde reeskont faizleri düşürüldü) denecek kadar azdı.Bu durum kısmen izlenen halka açılma politikası nedeniyle bankaların özel sektör kredilerindeki nispi azalma sonucu merkez bankası kaynaklarına daha az gereksinim duyması,kısmen de uygulanan yüksek reeskont oranının caydırıcı etkisi (20110 da yüzden 15 mesela) ve nihayet bankaların TCMB nezdinde kurulan interbank para piyasasından borçlanmayı tercih etmeleri ile açıklanabilir.(Keyder,2012:333) Ayrıca APİ işlemleri de bunu azaltmaktadır. 2012 yılında faizler biraz artırılıp( yüzde 14’den 17’e çıktı sonra 16’a düştü) sonra hafif düşürülmüş buna rağmen reeskont kredileri ciddi manada artmıştır. Bunun nedeni merkez bankası ve eximbank iş birliği içerisinde izlenen ihracat reeskont kredileri politikasıdır. Dış taleple büyüme düşüncesi içinde bir takım düzenlemeler yapılmış ve ihracat Reeskont kredileri artırılmıştır. İhracat Reeskont kredileri döviz üzerinden düzenlenmiş senetlerin reeskonta kabulü suretiyle 120 gün vadeli ve Türk lirası olarak kullandırılmakta, merkez bankasına geri ödemeleri ise döviz cinsinden yapılmaktadır.(TCMB:2012a:16) İhracat reeskont kredilerinin cari açığın azaltılmasına ve Merkez bankasının döviz rezervlerinin güçlendirilmesine katkısı göz önünde bulundurularak kredi limitleri (TCMB:2012a:16); i) 2 Ocak 2012 tarihinde 1,5 milyar ABD doları artırılarak 4,5 milyar ABD dolarına, ii) 9 Mayıs 2012 tarihinde ikinci defa 1 milyar ABD doları daha artırılarak 5,5 milyar ABD dolarına iii) 4 Aralık 2012 tarihinde 500 milyon ABD doları daha artırılarak 6,0 milyar ABD dolarına yükseltilmiştir Ayrıca 2012 yılında kredi kullanımına dair bazı kolaylıklar getirilmiştir. Böylece, 2011 yılında 3,1 milyar ABD doları olan ihracat reeskont kredisi kullanımı, 2012 yılında 21 Aralık tarihi itibarıyla 10,2 milyar ABD dolarına ulaşmış olup 3,7 milyar ABD doları borç bakiyesi bulunmaktadır. Sonuç olarak, 2012 yılında ihracat reeskont kredisi kullanımı merkez bankasının net döviz rezervlerine 8,3 milyar ABD doları katkı sağlamıştır(TCMB:2012a:16). TCMB 2013 yılında ihracat reeskont kredilerini kullandırmaya devam edecektir. İhracat reeskont kredilerinin döviz rezervlerini destekleyici işlevi de göz önünde bulundurularak ihracat reeskont kredisi limitinin yükseltilmesi ve sağlanan kullanım kolaylıkları sonucunda ulaşılan aylık kullanım düzeyinin sürmesi halinde reeskont kredilerinin 2013 yılı döviz rezervlerine yaklaşık 12 milyar ABD doları katkı yapması beklenmektedir(TCMB:2012a:18). 4.2.2.2.2. Zorunlu Karşılıklar Bankalar topladıkları mevduatın ve diğer kaynaklarının merkez bankası tarafından belirlenen oranda belirli bir miktarını, ileride karşılaşabilecekleri zorluklarda talep edip kullanabilmek ve merkez bankasının para arzını kontrol edebilmesi amacıyla, merkez bankasına yatırmak zorundadırlar. Buna zorunlu karşılıklar, bunun miktarını belirlemeye yarayan orana da karşılık oranı adı veriliyor. Zorunlu karşılıklar kredileri esas olarak iki kanaldan etkilemektedir: (i) doğrudan maliyet kanalı, (ii) likidite kanalı. Zorunlu karşılık oranlarındaki değişimler bankaların kaynak maliyetini etkilemektedir. Bu nedenle bankalar, karşılık oranlarındaki değişimleri kredi ve/veya mevduat faizlerine yansıtma eğiliminde olmaktadır. Ancak, mevduat faizlerinin düşük olduğu bir konjonktürde bu ek maliyetten kaynaklanan faiz artışı sınırlı kalmaktadır. Örneğin, TCMB’nin 2010 Eylül ayından itibaren zorunlu karşılık oranlarına faiz ödenmesine son vermesi ve Nisan 2011 dönemine kadar zorunlu karşılık oranlarının ağırlıklı ortalamasını yüzde 13,3 seviyesine çekmesi ile ortaya çıkan doğrudan maliyet etkisi yaklaşık 100 baz puan olmuştur. Bu maliyetin tamamı kredi faizlerine yansıtılsa dahi kredi talebi üzerindeki etkinin belirgin olmayacağı düşünülmektedir. Zira Türkiye’de faizlerdeki küçük değişimlerin krediler üzerindeki etkisi sınırlı olmaktadır. Dolayısıyla, zorunlu karşılık oranlarındaki (makul) değişimlerin maliyet kanalıyla krediler üzerinde oluşturacağı etkinin sınırlı kalacağı tahmin edilmektedir.(Kara,2012a:12) Likidite kanalına bakarsak, merkez bankası zorunlu karşılık oranını yükselttiğinde bankalar daha büyük miktar rezerv tutmak zorunda kalmakta, yaratacakları kaydi para ve para arzı azalmaktadır. Tersi durumunda ise zorunlu karşılık oranı düşürüldüğünde, daha az rezerv tutma nedeniyle bankaların yaratacağı kaydi para miktarı ve para miktarı artmaktadır. Böylece zorunlu karşılık oranının yükseltilmesi ekonomide para arzının daralmasına neden olurken, zorunlu karşılık oranının düşürülmesi de ekonomide ki para arzı miktarını artırmaktadır. TCMB, 2011 ocak itibariyle vadeye dayalı zorunlu karşılıklar(VDZK) uygulamasını yürürlüğe soktu. O dönemde yüzde 6 seviyesinde olan zorunlu karşılıklar artık yüzde 5-8 arasında değişecekti. Bu uygulama çerçevesinde vadesi uzun olan mevduatın zorunlu karşılığı yüksek vadesi kısa olanınki ise düşük tutulmaktaydı ve halen tutulmaktadır. Bu hamle ile tasarrufların vadesinin uzatılması ve kredi-mevduat arasındaki vade uyumsuzluğunun azaltılması amaçlanmaktadır. Türkiye’de mevduatın ortalama vadesi bu uygulamaya kadar 1 aydı. Krediler ise 3-5 yıldır. Dolayısıyla bu uyumsuzluğu gidermekti amaç. Yani amaç: finansal istikrardır. Yapılan uygulama sonucu mevduatın ortalama vadesi 1 aydan 65 güne çıkmıştır ancak tabii ki tam olarak istenilen başarı henüz sağlanamamıştır. Genel olarak bakarsak zorunlu karşılıklar nasıl finansal istikrarı sağlar diye sorduğumuzda, zorunlu karşılıklar temelde kredi arzını etkilemek amacıyla kullanılmaktadır. Sermaye girişlerinin arttığı dönemlerde, arz koşullarındaki gevşeme ve faiz oranlarındaki düşüş nedeniyle kredi büyümesi hızlanarak makro finansal riskleri besleyebilmektedir. Bu durumda zorunlu karşılık oranlarının artırılması kredi arzını sınırlayabilmektedir. Sermaye girişlerinin aniden zayıfladığı veya risk algılamasının arttığı dönemlerde ise zorunlu karşılıkların düşürülmesi kredilerde ani duruş riskini azaltmaktadır( Kara,2012a:12) TCMB, zorunlu karşılık aracını vadeye dayalı zorunlu karşılıklar olarak çeşitlendirdiği gibi Eylül 2011’den başlayarak kademeli şekilde oturtulan Rezerv Opsiyonu mekanizmasıyla da çeşitlendirmiştir. 4.2.2.2.2.1. Rezerv Opsiyonu Mekanizması(ROM) Rezerv Opsiyonu Mekanizması(Rom) bankaların TCMB’de tutmak zorunda oldukları Türk lirası zorunlu karşılıkların belirli bir yüzdesini döviz (dolar ve/veya euro) ve standart(işlenmemiş) altın cinsinden yatırmalarına imkân tanıyan bir uygulamadır (TCMB,2012b:1). Bu uygulama bankalara bir opsiyondur, tercihtir. Bu imkanın hangi ölçüde kullanılabileceğine dair üst limitler Rezerv Opsiyon Oranı(ROO) ile belirlenmektedir. (TCMB,2012b:1) İlk aşamada yüzde 10 olan rezerv opsiyon oranı kademeli olarak artırılmış ve bugün itibariyle bankalar Türk lirası zorunlu karşılıkların yüzde 60’ını döviz ve veya altın(altında oran yüzde 30dur) olarak Tcmb’na yatırabilmektedir. Türk lirası zorunlu karşılıkların her birimi için yatırılabilecek yabancı para veya altın karşılığını belirleyen katsayılar ise Rezerv Opsiyonu Katsayısı (ROK) olarak tanımlanmıştır. Bankaların bu imkândan hangi ölçüde yararlanacakları (optimal kullanım oranı) bankaların sağlayabildiği yabancı para kaynak miktarına ve imkânı diğer fonlama araçlarıyla kayıtsız bırakan marjinal ROK değerine (eşik ROK) bağlı olarak değişecektir. Eşik ROK ise temel olarak yabancı para ve Türk lirası kaynakların göreli maliyetlerine bağlıdır. (TCMB,2012b:1) Grafik 5.a: TL Zorunlu Karşılıkların Döviz Tesis Edilebilmesine İlişkin ROK’lar Grafik 5b: TL Zorunlu Karşılıkların Altın Olarak Tesis Edilebilmesine İlişkin ROK’lar Grafik 5.a bize söz konusu tarihler itibariyle Rezerv opsiyon oranlarını ve Rezerv opsiyon kat sayılarını göstermektedir. Merkez bankası başta sermaye akımlarındaki oynaklığın kur ve kredi hacmi üzerindeki etkisini azaltmak olmak üzere aşağıdaki sayacağımız nedenlerle bu para politikası aracını aktif bir şekilde kullanmaktadır. Bankalar, Türk lirası zorunlu karşılıkların döviz ve altın olarak tesis edilebilmesi imkânından büyük ölçüde ve istikrarlı olarak yararlanmaktadır. 24 Mayıs 2013 tesis tarihi itibarıyla, sektör genelinde döviz imkanının kullanım oranı yuzde 82,6, altın imkanının kullanım oranı yüzde 80,6 olarak gercekleşmiştir(TCMB,2013:17) Grafik 6: Rezerv Opsiyonu Mekanizması:Otomatik Dengeleyici Rezerv Opsiyon Mekanizmasının otomatik dengeleyici olarak çalışması beklenmektedir. Bunu anlatırsak; Sermaye girişlerinin hızlandığı dönemlerde, genellikle yabancı para kaynakların maliyeti Türk lirası kaynakların maliyetine göre düşmektedir. Bu durumda, eşik ROK artmakta ve bankalar Türk lirası zorunlu karşılıkların daha yüksek bir oranını yabancı para cinsinden tutma eğiliminde olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, döviz borçlanma maliyetlerinin düşmesi, bankaların ROM’dan daha çok yararlanmalarını teşvik etmektedir. Böylelikle, yurt içine giren dövizin bir kısmı, bankalarca Türk Lirası zorunlu karşılıkların tesisinde kullanılmak üzere TCMB nezdinde bulunan hesaplara aktarılarak piyasadan çekilmekte ve bu şekilde Türk lirası üzerindeki değerlenme baskısı sınırlanmış olacağı gibi ülkeye giren dövizin krediye dönüşüm oranı da azalmaktadır. Söz konusu dönemlerde, borçlanma kısıtlarının gevşemesine bağlı olarak artan sermaye akımları ROM imkânının daha fazla kullanılmasına, dolayısıyla artan döviz likiditesinin belirli bir kısmının yine bu mekanizma aracılığıyla piyasadan çekilmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda, sterilize edilmesi gereken Türk lirası likidite miktarı aynı miktarda dövizin merkez bankasınca satın alındığı duruma göre daha az olmaktadır(TCMB:2012b:1) Sermaye girişlerinin yavaşladığı dönemlerde ise, yabancı para kaynakların maliyeti Türk lirası kaynakların maliyetine göre artmakta ve yurt dışı fonlara erişim zorlaşmaktadır. Bu durumda, bankalar ihtiyaç duydukları döviz likiditesinin bir kısmını ROM kullanımlarını azaltmak suretiyle elde etme yoluna gitmektedir. Sermaye girişlerinin yavaşlamasının borçlanma kısıtlarını daha da bağlayıcı hale getirmesi nedeniyle de bankalar rezerv opsiyonu kullanımlarını azaltmaktadır. Anılan durum, Türk lirası üzerindeki değer kaybetme yönlü baskıyı hafifletirken Türk lirası likidite talebini artırmaktadır. (TCMB:2012b:1) 4.2.2.2.2.1.1. Rezerv Opsiyonu Mekanizmasının Faydaları Bankalar açısından; Bankalara likidite yönetiminde esneklik sağlar. Her bankaya kendi likidite optimizasyonunu yapabilme olanağı sağlamaktadır. Bankaların TL likiditesi artar, TL fonlama maliyeti düşer. Bankalara dışarıdan daha ucuza yabancı para borçlanmalarını teşvik eder. TCMB açısından; TCMB brüt rezervlerini güçlendirmektedir.2011:88,3 milyar dolar 2012:120,8 milyar dolar, katkısı yaklaşık 27 milyar dolar. Yastık altı altının ekonomiye kazandırılmasına katkı sağlamaktadır. Diğer politika araçlarına(mesela faiz koridoruna) duyulan ihtiyacı azaltır. Kısa vadeli sermaye akımlarının yaratabileceği oynaklığı azaltmaktadır(kur istikrarını sağlamakta, kredi büyüme hızındaki artışı veya düşüşü sınırlandırmakta ve ülkeye giren dövizin krediye dönüşüm oranının artması veya düşmesini sınırlandırmaktadır). 4.2.2.2.2.2 Kaldıraca Dayalı Zorunlu Karşılıklar TCMB’nın 2013 yılı son çeyreğinde sadece raporlama olarak yürürlüğe sokacağı ve 2014 yılı başından başlayarak ise uygulamaya koyacağını açıkladığı yeni araç kaldıraca dayalı zorunlu karşılık oranları uygulamasıdır. Sermaye yeterliliği katsayısı, risk ağırlıklarının hesaplanma biçiminden dolayı bazı dönemlerde makro finansal riskleri değerlendirmekte yetersiz kalabilmektedir. Kaldıraç oranının Basel II sermaye yeterlilik oranıyla birlikte destekleyici bir araç olarak kullanılması, bankalar ve sistemin bütünü nezdinde yüksek borçlanmadan kaynaklanan risklerin birikmesini sınırlayacaktır(TCMB,2012a:28) TCMB, Basel III düzenlemesiyle(bu 2018de devreye girecek) yürürlüğe girecek olan uygulamalardan birisi olan kaldıraca dayalı zorunlu karşılık oranını 2014 yılı başından itibaren yaşama geçiriyor. Kaldıraç oranı şöyle hesaplanacak: Kaldıraç Oranı = Ana sermaye / (Pasif Toplamı(AKTİF TOPLAMI) + Bilanço Dışı Kalemler) Bu şu demek: eğer aktiften bakarsanız, yaptığınız işe göre sermayeniz ne kadar? Pasiften bakarsanız, borç ve benzeri yükümlülüklerinize göre sermayeniz ne kadar? Bu denklemin amacı ana sermayenin borç ve borç benzeri yükümlülükler karşısındaki ağırlığını ölçmektir. Türkiye’de bankacılık kesiminde ortalama kaldıraç oranı yıllar itibariyle yüzde 8 ile 7 arasında değişiyor. Yani 8 TL’lik ana sermaye ile 100 TL’lik borç ve benzeri yükümlülük taşınıyor. Türkiye’de son verilere göre kaldıraç oranı en düşük olan banka yüzde 3 orana sahip, yani 3 TL ana sermaye ile 100 TL’lik borç ve benzeri yükümlülük taşıyor.(Eğilmez,2012b:3) Yapılan bir araştırmada, kaldıraç oranı en az %5 olan bankaların 2007 sonrası krizden sorunsuz çıkma ihtimalleri %5’ten düşük kaldıraçla çalışanlara göre çok daha yüksek olmuştur. Bundan dolayı ideal kaldıraç oranı en az 5dir. Türkiye’de bankaların çoğunluğu 7’den büyük kaldıraca sahiptir ve 5 altı 3 banka vardır. 2013 yılının son çeyreğinde ortalama kaldıraç oranı yüzde 3 ile 3,5 arasında kalan bankalara 2014 yılından başlayarak 1 ile 2 puan aralığında ek zorunlu karşılık yükümlülüğü getirilecek. İzleyen yıllarda bu oranlar arttırılarak yüzde 5’e kadar çıkarılacak ve o düzeyde korunacak. Böylece ek zorunlu karşılık vermekten kurtulmak isteyen bankaların kaldıraç oranını daha makul düzeylere çekmeleri sağlanacak.(Eğilmez,2012b:3) 4.2.2.2.3 Açık Piyasa İşlemleri(APİ) Açık piyasa işlemleri para arzını ve ekonominin likiditesini düzenlemek amacıyla merkez bankasının piyasadaki mevcut devlet tahvil ve bonolarını(Dibs) alıp satması yoluyla gerçekleşir. Bu işlem için yeni tahvil veya senet ihraç edilmez. Şayet merkez bankası para arzını bu yolla artırmayı amaçlarsa piyasadan açık piyasa alımlarında bulunur. Böylece piyasaya para enjekte eder; eğer amaç para arzını düşürmekse, portföyündeki senet/tahvillerin bir kısmını satışa çıkarır. Bu yolla piyasadan para çeker.(Keyder,2012:80) Tablo 4’den de görülebileceği gibi açık piyasa işlemlerinde merkez bankası devlet iç borçlanma senetleri kullanarak ters repo, doğrudan satış, repo ve doğrudan alış yapabilmektedir. Açık piyasa masası repoyu(Tcmb acısından repo, bankalar açısından ters repo) piyasada geçici likidite fazlası olduğu dönemlerde(örneğin devlet iç borçlanma senetlerinin itfa tarihinde) likidite fazlasını çekmek için kullanmakta, işlemin vadesini ise geçici likidite sıkıntısı olan günlere(örneğin vergi dönemi) denk getirmeye çalışmaktadır. Eğer merkez bankası piyasadaki likidite fazlasının kalıcı olduğunu düşünüyorsa doğrudan açık piyasa satışı yapması yoluyla likidite fazlasını çekilebilmektedir. Piyasada nakit sıkışıklığı olduğu dönemde ise, bu işlemlerin tersi olan doğrudan açık piyasa alımı veya ters repo(TCMB acısından, bankalar acısından repo) ile piyasaya taze para sürülmektedir. Tablo 4. Api Uygulamaları İŞLEM ÇEŞİDİ HANGİ YAPILIR? DURUMDA SONUÇTA NE OLUR? Doğrudan Satım Piyasada kalıcı likidite fazlasının olduğu durumlarda yapılır. Piyasadan kalıcı olarak likidite çekilmiş olur. Repo Piyasada geçici likidite fazlalığı olması durumunda yapılır. Piyasadan geçici likidite çekilmiş olur. Doğrudan Alım Piyasada kalıcı likidite sıkışıklığının olduğu durumlarda yapılır. Piyasaya kalıcı olarak likidite sağlanmış olur. Ters Repo Piyasada geçici likidite açığı olması durumunda yapılır. Piyasaya geçici olarak likidite sağlanmış olur. olarak Merkez bankaları repo-ters repo işlemleri için ihale açmaktadır. Burada iki çeşit ihale söz konusudur: (Paya,2007:168) a.Miktar ihalesi b.Faiz ihalesi(geleneksel yöntem) Miktar ihalesinde merkez bankası faizi belirler, karşı taraftakiler bu faizden almak istedikleri miktar belirtirler (Paya,2007:168). Faiz ihalesi piyasa koşullarına daha açık olup merkez bankalarının etkisini azaltır. Burada kurumlar(kişiler) talep ettikleri faiz düzeyi ile birlikte vermek istedikleri borç miktarını teklif olarak verirler (Paya,2007:168). 20 Mayıs 2010 tarihinden itibaren TCMB bir hafta vadeli repo ihalelerini (TCMB açısından ters repo) sabit faiz oranından miktar ihalesi yöntemiyle gerçekleştirmeye başlamış, Böylece bir hafta vadeli repo ihale faiz oranı para politikası açısından politika faiz oranı niteliği kazanmıştır. Faiz ihalesine bakarsak, TCMB 1 aylık repoyu(TCMB açısından ters repo) faiz ihalesi yani geleneksel yöntemle yapmaktadır. Aynı zamanda 1 hafta vadeli repoyu da bazen çeşitli nedenlerle(mesela enflasyonu düşürmek, dolar fiyatının artmasını önlemek gibi) geleneksel yöntemle yapabilmekte ve buna istisnai gün uygulaması denmektedir. İstisnai gün uygulamasında faiz, politika faizi yerine ihaleyle belirlenmekte ve merkez bankası piyasaya verdiği parayı kısmaktadır. 4.2.2.2.4.Faiz Politikası Merkez Bankası’nın bankalarla para alış verişinde uyguladığı faizleri değiştirerek piyasa faizlerini etkilemeyi hedeflemesine faiz politikası deniyor.(Eğilmez,2012a:4) TCMB 2010 yılının sonlarından itibaren makro finansal riskleri dikkate alan yaklaşımı çevresinde geleneksel enflasyon hedeflemesi rejiminde aktif olarak kullanılan politika faizinin yanında faiz koridorunu da aktif bir şekilde kullanmaya başlamıştır. TCMB’nin çeşitli işlemleri için uyguladığı farklı faiz oranları söz konusudur, önce bunlara bakalım. Bir hafta vadeli repo işlemlerine uygulanan faiz (politika faizi.): TCMB, 1 hafta vade ile repo ihalesi açıyor, bankalar ellerindeki tahvil ve bonoları TCMB’ye verip karşılığında para alıyorlar ve vade sonunda parayı iade edip kağıtlarını geri alıyorlar. TCMB bu araçla banka ve finans kurumlarının piyasada uyguladığı faiz oranlarını, bankalardan alınan kredilerin miktarını, hisse senedi ve döviz gibi varlıkların fiyatlarını etkileyebiliyor. Bu işleme uygulanan faiz oranı 3 haziran 2013 itibariyle baktığımızda yıllık % 4,50.(Eğilmez,2012a:5) Bir hafta vadeli repo ihalesi ile yapılan TL fonlama miktarı gerekli görüldüğünde aşağı ve yukarı yönlü ayarlanabilmektedir.(TCMB:2012c:5) Grafik 7:TCMB Para Politikasının Operasyonel Yapısı Gecelik Borç Alma ve Borç Verme Faizi: TCMB’nın, hesaplarını kapatabilmek için gecelik olarak borç almak ya da ellerinde kalan paraları gecelik olarak borç vermek isteyen bankalara uyguladığı faize bu adlar veriliyor. TCMB, bu yolla ikincil piyasada oluşan kısa vadeli faiz oranlarını, döviz kurlarını ve kredilerin büyüme hızını etkileyebiliyor.3 haziran 2013 itibariyle baktığımızda TCMB’nin gecelik borç almada uyguladığı faiz oranı yıllık % 3,50, gecelik borç vermede uyguladığı faiz oranı yıllık yüzde 6,50dir (Eğilmez,2012a:5). Geç likidite penceresi faizi: Hesaplarını kapatmak ya da ellerinde bulunan parayı borç vermek için son ana kadar bekleyen bankalara uygulanan caydırıcı faiz oranlarını kapsayan bir uygulamadır. Bu uygulamada saat 16.00 ile 17.00 arasında TCMB’ye gecelik borç vermek isteyenlere yıllık % 0, gecelik olarak TCMB’den borç almak isteyenlere yıllık % 11,50 faiz uygulanıyor(Eğilmez,2012a:5). Grafik 7 de görüldüğü gibi TCMB’nin gecelik borç verme ve borç alma faizinin arasında kalan alan “faiz koridoru” olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu operasyonel yapının bir gereği olarak piyasa faizleri(bankalar arasındaki borçlanma faiz oranı, gösterge faiz oranı, mevduat faiz oranı) ve politika faizi faiz koridorunun içinde oluşmaktadır. Geleneksel enflasyon hedeflemesi uygulayan birçok merkez bankası faiz koridorunu kullanmaktadır. Ancak, geleneksel yapıda faiz koridoru genelde kendi başına bir araç olmaktan ziyade piyasa faizlerinin politika faizinden belirgin şekilde sapmasını engellemek amacıyla kullanılmaktadır. Bu doğrultuda faiz koridoru politika faizi etrafında simetrik ve (genelde değişmeyen) dar bir bant olarak tanımlanmakta, diğer bir ifadeyle pasif bir rol üstlenmektedir. Öte yandan, TCMB’nin mevcut sisteminde faiz koridoru aktif bir araç olarak kullanılmaktadır. Şöyle ki, Grafik 8’de rahatlıkla görüldüğü gibi TCMB gerekli gördüğünde faiz koridorunun genişliğini ayarlayabilmekte ve bunu yaparken de koridoru politika faizi etrafında asimetrik bir şekilde oluşturabilmektedir. Tasarlanan bu yapıda faiz koridoru, hem kısa vadeli sermaye hareketlerindeki oynaklığa karşı daha hızlı ve esnek tepki verebilmesini sağlamakta hem de gerektiğinde kredi büyümesi üzerinde etkili bir araç olarak kullanabilmektedir.(TCMB,2012a:4) Yoğun bir sermaye girişi olduğunda Merkez Bankası faiz koridorunu genelde aşağı yönlü genişleterek TL’nin aşırı değer kazanmasını önlerken, yoğun bir sermaye çıkışındaysa bu sefer TL’nin aşırı değer kaybını önlemeye genelde koridorun üst bandını genişletir yani faiz koridorunu yukarı yönlü genişletir. Bu da döviz kurunu etkilediği gibi bankaların mevduat ve kredi faizlerini de etkiler. Grafik 8: Faiz Koridorunun Uygulaması