Document

advertisement
Finansal Sistemin Yapısı
Finansal sistem; tasarruflar ve yatırımlar arasında “aracılık (intermediation)” hizmeti
sunmaktadır (Kar ve Tuncer, 1999:1). Bu anlamda tasarruflarla yatırımlar arasında fon transferine
olanak sağlayan finansal sektör, genel olarak finansal piyasalar (tahvil ve bono piyasaları),
finansal aracılar (bankalar, sigorta şirketleri, sosyal güvenlik kuruluşları) ve bunların sunmuş
olduğu hizmetlerden oluşur. Finansal piyasaları diğer piyasalardan ayıran en önemli özellik, diğer
piyasalarda mal ve hizmetlerin değişimi yapılırken, finansal piyasalarda finansal bir varlığın
değişiminin yapılmasıdır. Dolayısıyla tüm finansal piyasaların fon sağlamak gibi ekonomik bir
fonksiyonu vardır (Parasız ve Yıldırım, 1994: 3). Finansal sistemin kaynağını bireylerin ve
firmaların yapmış oldukları tasarrufların bu sisteme tekrar dönüşmesi oluşturur. Şekil 3.1.’den de
izlenebileceği üzere, finansal sisteme giren bu fonlar yine bireylere şirketlere ve kamuya
sunulmaktadır (Öcal ve diğerleri, 1997: 20 ).
Üretimin pazar için yapılmaya başlaması (üretimin ticarileşmesi) süreciyle birlikte,
ekonominin parasallaşması ve işbölümünün yaygınlaşması ekonomik faaliyetlerin hızla artmasına
neden olmuş ve ekonomik gelişmeleri hızlandırmıştır. Ekonomik gelişmelerin artması, bu
faaliyetlerde bulunan ekonomik birimlerde ciddi finansal taleplere neden olmuştur. Bu finansman
ihtiyaçlarını kendi öz kaynaklarıyla gideremeyen birimler için dış finansman kaçınılmaz bir hal
almıştır. Diğer taraftan fon ihtiyaçları olan bu ekonomik birimlerin yanında fon fazlalığı bulunan
ekonomik birimlerin de varlığı bu iki tarafı ortak bir amaç doğrultusunda karşı karşıya
getirmiştir. Zaten finansal sistemin varlığı da bu ekonomik birimlerin kendi içlerinde tasarrufyatırım denkliğini sağlayamamalarından kaynaklanmaktadır. İşte finansal sistem, genel olarak bu
ekonomik birimlerin karşı karşıya gelerek bir borç alacak ilişkisine girebilmelerine olanak
sağlayan araç ve kurumlardan oluşmaktadır (Canbaş ve Doğukanlı, 1997: 1).
Finansal sistemde yukarıda vurgulanan borç alacak ilişkisi (fon transferi) dolaylı ve
dolaysız (doğrudan) finansman şeklinde olmaktadır (Uludağ ve Arıcan, 1999: 112).
Dolaylı Finansman
Kendi nam ve hesabına faaliyet gösteren finansal aracı kurumlar, ticaret bankaları, emekli
sandığı, sosyal sigorta kurumları, sigorta şirketleri, kredi kurumları ve benzeri kuruluşlar
tarafından fon arz ve talep eden birimlerin karşı karşıya getirilerek, genellikle mevduat ve
krediler şeklindeki finansal araçlar vasıtasıyla verilen finansman şeklidir. Dolaylı finansman da
fon arz ve talep eden birimler arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Küçük tasarruflar genellikle
1
önce bir aracı kurum veya kuruluşta birikmekte ve bunlar kanalıyla fon açığı bulunan birimlere
aktarılmaktadır
Örneğin bir ticaret bankasında biriken mevduat ipotek karşılığı krediye dönüştüğünde veya
bir hayat sigortası şirketinde biriken sigorta pirimleri, şirket yönetimi tarafından herhangi bir
şirketin tahvillerine yatırıldığında dolaylı finansman söz konusudur.
Dolaysız (doğrudan) Finansman
Dolaysız finansman yönteminde ise, fon fazlası bulunan birimler fon açığı olan birimlerle
bir aracıya gereksinim olmadan karşı karşıya gelirler. Bu finansman türünde kullanılan finansal
araçlar ise genellikle sermaye piyasası araçları olan hisse senetleri, tahviller ve bonolardır.
Dolaysız finansmanda fonlar aracı kurumlar vasıtasıyla yer değiştirirken dolaylı finansmanda
kendi nam ve hesabına faaliyette bulunan aracı kurumlar vardır.
Finansal kurumlar, temel aktifleri büyük ölçüde finansal araçlardan oluşan ve faaliyetleri
de bu finansal araçlar içerisinde yoğunlaşan ve böylelikle gelirlerini genel olarak finansal
araçlarla ilgili işlemlerden sağlayan kurumlardır. Ekonomik birimler arasında finansal köprü
vazifesi gören finansal kurumların sağladığı yararlar şu şekilde sıralanabilir (Alp, 2000: 61): Fon
maliyetini azaltmak, riski azaltmak ve dağıtmak, vade ayarlaması yapmak, miktar ayarlaması
yapmak, Finansal danışmanlık hizmeti sunmak.
Finansal aracılar, fonları toplarlar, riski yayarlar, tasarruf sahiplerine faiz geliri ve likit
finansal varlıklar sağlarlar, tasarrufçular ve yatırımcılar arasında vade konusunda denge kurarlar
ve bilgilendirilme maliyetlerini azaltırlar. Finansal aracılar bu sayede, fon transferinin etkinliğini
arttırırlar ve böylece tasarrufları, yatırımları, sermaye birikimini ve ekonomik kalkınmayı teşvik
etmiş olurlar (Kargı, 1998: 30).
2
Finansal Sistemde Fon Akışı
Dolaylı Finansman
Finansal Aracılar
Fonlar
Fonlar
F
o
n
l
a
r
Tasarruf Edenler
ve Kredi Alanlar
-Hane Halkı
-Firmalar
-Kamu Kesimi
-Yabancılar
Borçlanmalar ve
harcamalar
-Firmalar
-Kamu Kesimi
-Hane Halkı
-Yabancılar
Fonlar
Fonlar
Finansal Piyasalar
Doğrudan Finansman
Ülkeden ülkeye ve ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre değişiklik gösteren finansal
sistem genel olarak beş temel öğeden oluşur:

Fon arz edenler (tasarrufçular)

Fon talep edenler (yatırımcılar)

Yatırım ve finansman araçları
3

Fon akımına aracılık eden yardımcı kuruluşlar

Hukuki ve idari düzen
Birbiriyle ilişkili bir çok alt piyasadan oluşan finansal piyasalar çeşitli kriterlere göre
sınıflandırılmalarına rağmen bu sınıflandırmalardan en çok bilineni piyasalarda işlem gören
değerlerin piyasalarda kalma sürelerine göre yapılan sınıflandırmadır. Bu doğrultuda finansal
piyasaların yapısı, piyasaları sınıflandırarak açıklanabilir (Parasız, 1997: 52 ).
Borç ve Pay Senedi Piyasaları
Ekonomik birimlerin finansal piyasalar vasıtasıyla fon kullanmaları genel olarak borç
senedi ve pay senedi ihracı yoluyladır. Borç senedi, borçlu tarafından alacaklıya yapılacak olan
ödemeyi özellikle verilmesi gereken bir miktar parayı ya da eşyayı göstermek için düzenlenen bir
belgedir. Borç senetlerinin vadeleri konusunda kesin bir ayrım olmamasıyla birlikte vadesi bir
yıldan daha az olan borç senetleri kısa vadeli, bir yıldan daha fazla on yıldan daha azsa orta
vadeli ve beş ya da on yıldan fazlaysa da uzun vadelidir. Pay senedi de bilinen adıyla hisse
senedidir. Finansal piyasalardan fon elde edebilmenin ikinci bir yoludur. Bir şirketin hisse
senetlerinden alınması demek o firmanın net gelirine ve aktiflerine hisse senedi oranında sahip
olmak demektir.
Birincil ve İkincil Piyasalar
Sermaye piyasaları, birincil ve ikincil piyasalardan oluşur. Bu ayrım işlemlerine göre
finansal piyasalar olarak ta sınıflandırılabilir. Birincil piyasa, yeni çıkarılmış tahvil, hisse senedi,
bono gibi menkul kıymetlerin ilk kez ilk alıcılarına satıldığı finansal piyasadır. Birincil piyasanın
temel özelliği, menkul değerin ihraçtan satın alınmasıdır (Seyidoğlu, 1999: 59 ). İkincil piyasalar
ise, daha önce çıkartılmış menkul kıymetlerin alınıp satıldığı ikinci el piyasalardır. Birincil
piyasalar, kişiler tarafından iyi bilinmemekle birlikte aslında menkul kıymet borsaları, döviz
piyasaları, future (gelecek) ve opsiyon piyasaları olarak adlandırılabilen ikinci el piyasaları
eskiden çıkarılmış olan menkul değerlerin alınıp satıldığı piyasalar olarak daha iyi bilinmektedir.
Birincil piyasalarla ikincil piyasaları ayırt eden temel faktör budur. İkincil piyasalarda menkuller
kar amacıyla alınıp satılırlar. Bu piyasalar sermaye piyasasının kalbi gibidir (Seyidoğlu, 1999:
269 ).
4
Borsalar ve Tezgah Üstü Piyasaları
Piyasalar organizasyonları açısından böyle bir sınıflandırmaya tabi tutulurlar. İkinci el
piyasaları bir borsa yada tezgah üstü piyasası oluşturarak organize edilir. Mal borsaları, menkul
kıymet borsaları ve döviz borsaları olarak ayrılan borsalar, alıcı ve satıcıların ekonomik
varlıkların alım ve satımını yapmak üzere toplandıkları hükümet denetimi altında piyasalar olarak
tanımlanabilir (Seyidoğlu, 1999: 66). Organize piyasalar olarak ta adlandırılabilecek bu piyasaları
menkul kıymet piyasalarındaki tahvil, bono ve hisse senetleri piyasaları örnek verilebilir.
Tezgah üstü piyasaları ise, borsalara kote ettirilmemiş (borsaya kayıt olmamış) kıymete
konu olacak hisse senetlerinin borsa dışından alınıp satıldığı piyasalar olarak adlandırılmaktadır.
Tezgah üstü piyasalarında işlemler ve piyasada uygulanacak kurallar piyasada işlem yapan
aracılar tarafından belirlenir. Serbest döviz ve serbest altın piyasası en güzel örneğini oluşturur.
Para ve Sermaye Piyasaları
Genel olarak finansal piyasalar, fonların ödünç verilme sürelerine göre, para ve sermaye
piyasaları olarak ikiye ayrılabilir. Literatürde, bu piyasalar mali piyasalar olarak da
adlandırılırlar. Para Piyasaları, kısa süreli yani süreleri bir yıldan daha az olan parasal aktiflerin
alınıp satıldığı piyasalardır. Para piyasalarının başlıca kurumu ticari bankalar olmakla birlikte
diğer finansman kurumları, aracı kurumlar, sigorta şirketleri, bankerler vb. gibi ajanları da
bulunmaktadır. Para piyasaları altın ve döviz piyasalarını da kapsar. Geniş anlamda para
piyasaları bu üçünün bileşimidir.
Para ve sermaye piyasaları mali fonların devredilmesine
aracılık etmekle beraber para piyasaları sermaye piyasalarına oranla daha az riskli, vadeler kısa
ve maliyetler daha düşüktür. Para piyasası menkul kıymetleri vadelerinin az olması ve hemen
hemen risk taşımamasından dolayı daha fazla alınıp satılmakta yani daha fazla likit özellik
taşımaktadır.
Sermaye piyasaları ise, piyasada işlem gören fonların bir yıldan uzun süreyle işlemde
kaldığı piyasalardır. Sermaye piyasası kurumları olarak menkul kıymet borsaları örnek
gösterilebilir. Sermaye piyasaları, hisse senedi ve tahvil piyasalarıyla birlikte yatırım ve konut
kredileri gibi orta ve uzun vadeli fonların işlem gördüğü tüm birincil ve ikincil piyasaları
kapsayan bir sistemdir.
5
Türkiye’de Para Piyasalarının Finansal Sistemdeki Yeri
Türk Finansal Sisteminde para - sermaye piyasası ayrımı kesin bir çizgiyle
ayrılmamaktadır (Taş, 2001: 87-91). Çünkü aynı piyasalarda kısa ve orta-uzun vadeli fonların el
değiştirmesi söz konusu olabilmektedir. Çizelge 2.’de Türkiye’de finansal sistemi oluşturan para
ve sermaye piyasalarına ilişkin kurumsal örgütlenme sınıflandırması yer almaktadır.
Türkiye’de Finansal Sistemin Yapısı
FİNANSAL SİSTEMİN YAPISI
A) Para Piyasaları
1. Örgütlü Para Piyasaları
B) Sermaye Piyasaları
1. Örgütlü Sermaye Piyasaları
TCMB Açık Piyasa
İstanbul Menkul Kıy. Borsası (İMKB)
TCMB İnterbank Piyasası
İMKB Hisse Senedi Piyasası
TCMB Bankalararası Döviz Piyasası
İMKB Tahvil ve Bono Piyasası
İMKB Vadeli İşlemler Piyasası
2.Örgütsüz Para Piyasaları
Bankalararası TL Piyasası
İMKB Uluslar arası Pazar
Bankalararası Döviz Piyasası
İstanbul Altın Borsası (İAB)
Serbest Döviz Piyasası
İAB Altın Piyasası
İAB Vadeli İşlemler Piyasası
2. Örgütsüz Sermaye Piyasası
Bankalararası Repo Piyasası
Bankalararası Tahvil Piyasası
Serbest Altın Piyasası
Kaynak: Tunay, 2001: 109
Bankacılık sektörü, sermaye piyasası, sigortacılık, leasing, factoring, sosyal güvenlik
kuruluşları ve örgütlenmemiş bir borç piyasası olarak adlandırılabilecek tefecilik piyasalarının bir
bütün oluşturduğu Türk finansal sisteminde finansal aracılara ilişkin sınıflandırma Çizelge 3.’te
gösterilmiştir.
6
Türk Finansal Sisteminde Aracılık
FİNANSAL ARACILAR
A) Mevduat Toplayan
B) Mevduat Toplamayan
Ticari Bankalar
Yatırım ve Kalkınma Bankaları
Özel Finans Kurumları
Sigorta Şirketleri
Leasing Şirketleri
Factoring Şirketleri
Aracı Kurumlar
Tüketici Finansman Şirketleri
Kaynak: Tunay, 2001: 110
Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’de finansal sistem, küçük ve çeşidi fazla olmayan
finansal işlevleri yerine getirmeye çalışan ve gelişimini henüz tamamlayamamış bir sistem olarak
kabul edilebilir (TBB, 2005:11). Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi türlenmemişlik (ürün
çeşitliliğinin az olduğu) olgusudur. Diğer başlıca nedenler; düşük gelire bağlı olarak düşük
tasarruf düzeyi, enflasyonun uzun yıllar yüksek bir düzeyde seyretmesi, finansal araçların ve
hizmetlerin yüksek oranda vergilendirilmesi nedeniyle finansal aktiflere olan talebin düşük
düzeyde kalması sayılabilir.
Türkiye’de finansal sistemin gözetim ve denetimden sorumlu bağımsız bir örgütün uzun
süre yokluğu bu sektörün davranışlarının yakından izlenmesini zorlaştırmıştır. Bankacılık
Denetleme ve Düzenleme Kurumu (BDDK)’nun (1999) oluşturulması ise çok yeni bir olaydır.
Farklı otoriteler tarafından gözetim ve denetimin üstlenilmesi, sistemde aksaklıklara ve iletişim
bozukluklarına yol açmaktadır.
7
Finansal Sistemde Denetim ve Düzenleme
Finansal Sektördeki Kurumlar
Düzenleme ve Denetimden Sorumlu
Olan Otoriteler
Bankalar
BDDK- SPK
ÖFK
BDDK
Sigorta Şirketleri
Hazine
Leasing Şirketleri
Hazine
Factoring Şirketleri
Hazine
Tüketici Finansman Şirketleri
Hazine
Gayri Menkul Yatırım Ortaklıkları
SPK
Emeklilik Fonları
SPK
Aracı Kurumlar
SPK
Kaynak: TBB, 2005: 12
Çizelgede finansal sektörde faaliyette bulunan kurumlar ve bu kurumlardan düzenleme ve
denetleme anlamında sorumlu olan otoriteler yer almaktadır. Bu durum yetki ve koordinasyon
sorununun oluşmasına katkı sağlayacak ve istenilen düzenlemelerin ve denetlemelerin zamanında
ve koordineli bir şekilde yapılmasını engelleyecektir.
Finansal sistemler, ekonomilerin önemli bir parçasını oluşturmaları bakımından
ekonomilerdeki değişikliklerden doğal olarak etkilenmektedirler. Türk finansal sistemindeki en
önemli atılımlar, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte oluşmuştur. 24 Ocak kararları Türk
ekonomisi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
Türk finansal sistemi, bankaların ağırlıklı olduğu ve sisteme giriş çıkışların 1980 öncesi
dönemde son derece sınırlı olduğu bir özellik göstermiştir. Finansal kurumların toplam
aktiflerinin yüzde 90’dan daha büyük kısmını bankalar oluştururken, geriye kalan kısmı banka
dışı finansal kurumlar oluşturmaktadır (TBB, 2005). 1980’lerle birlikte sermaye piyasası
alanındaki yasal ve kurumsal düzenlemeler finansal sisteme yeni alanlar ve araçlar getirmiş, fakat
hisse senetleri dışında bu piyasanın mali araçları ciddi düzeyde bir uygulama alanı bulamamıştır.
Doğal olarak da sermaye piyasası kurumları borsa işlemlerinde yoğunlaşmıştır.
Finansal sistemde bankacılık sektörü ağırlıklı rolüne rağmen ülke ekonomisinin etkin
işleyişi için gerekli olan fon arz ve talebinin bankacılık yoluyla yerine getirildiği söylenemez.
Çünkü bankacılık sistemi toplamış olduğu mevduatlar ve diğer fonlarla ekonominin reel
kesiminin fonlarını karşılamaktan çok, kamu kesiminin finansman açığını karşılamaya
8
çalışmaktadır (Sarıkamış, 2001; TBB, 2003: 23). Özellikle 1990’lı yıllardan sonra makro
ekonomik istikrarın sağlanamaması, finansal sektör ile hazineyi birbirine bağımlı hale getirmiş ve
bu süreç bir borç- yüksek faiz kısır döngüsünün oluşmasına yol açmıştır. Diğer bir ifadeyle
bankacılık sektörü topladığı mevduatları yatırımlar yerine riski az ve getirisi yüksek olan hazine
bonolarında değerlendirmiştir (Akyüz ve Boratav, 2003).
Türk Bankacılık Sektörünün rekabetçi bir yapıda çalıştığını söylemek güçtür. Kamu
bankalarına yasal ve yönetsel faklılıklardan dolayı verilen bir takım ayrıcalıklar ve yükümlülükler
sektörde haksız rekabete yol açmaktadır. Kamu bankalarına bankacılık dışında verilen bazı
görevler, kamu bankalarının kaynak ve faaliyetlerinin karlı olmayan alanlara yönelmesine ve
rekabet gücünün zayıflamasına yol açmaktadır (Benli ve Sönmezler, 2002: 82).
Türkiye’de bankacılık faaliyetleri açısından bankacılık sistemi kesin çizgilerle birbirinden
ayrılmamaktadır. Örneğin, sektörel bankalar bağlı oldukları sektörlere krediler vermelerinin
yanında mevduat bankacılığı da yapmaktadırlar. Dahası ticaret bankaları mevduat bankacılığıyla
birlikte orta ve uzun vadeli krediler de vermektedirler.
9
Finansal Sistemin Amaçları ve Fonksiyonları
Finansal sistemin temel amacı, ekonomik birimlere maksimum kaynak kullanımını
sağlayacak fonları temin etmektir (Parasız ve Yıldırım, 1994: 5). İktisatçılar ekonomik
kalkınmada finansal sektörün önemine dair farklı fikirlere sahiptirler. Sürekli bir
ekonomik büyüme ve buna bağlı olan ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için
verimli ve istikrarlı bir finansal sistemin gerekliliği, özellikle 1997 Asya ülkelerinin
yaşadığı krizler ve Türkiye’deki son ekonomik gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde
her geçen gün daha çok hissedilmektedir. Yaşanan son ekonomik gelişmelerden
anlaşılmaktadır ki, finansal sektör ekonominin performansını ciddi bir şekilde
etkilemektedir. Finansal sektörün ekonominin her yanını etkileyebilme özelliği olan bir
endüstri olduğu düşünüldüğünde bu etkileşim daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Finansal sektörde yaşanacak bir politika değişikliğinin yada sorunun ekonominin
genelini etkilemesi finansal sektör fonksiyonlarıyla yakından ilişkilidir. Finansal sektör
fonksiyonlarının iyi analiz edilmesi, bir ekonomideki iktisadi hayatın nasıl işlediğini ve
ekonomik krizlerin nasıl geliştiğini algılamada yardımcı olabilecektir.
Ülkelerin gelişmelerini ve sanayileşmelerini sürdürebilmeleri için ihtiyaç
duydukları önemli faktörlerden biri yatırımların arttırılmasıdır. Yatırımların arttırılması
da yatırımlarda kullanılacak fonların yeterli derecede sağlanabilmesine bağlıdır. Fakat
finans piyasalarında yatırımlara aktarılacak bu fonların kısıtlı olması ve verimli
alanlarda kullanılamaması çeşitli sorunları da beraberinde getirebilmektedir. İşte burada
finans piyasalarına önemli görevler düşmektedir (Levine, 1997: 691).
Finansal Sistemler;

Ticareti, korunmayı (hedging), ürün çeşitlendirmesini ve riskin bir
merkezde toplanmasını kolaylaştırır,

Kaynak dağılımını sağlar,

Yönetici ve firmaları denetler,

Tasarrufların mobilizasyonunu sağlar,

Mal ve hizmet değişimini kolaylaştırır,

Bilgi ve işlem maliyetlerini azaltır.
Finansal sektörün fonksiyonlarının incelenmesi finansal yapı ve hizmetlerin
sağlanması arasındaki ilişkinin incelenmesini gerektirmektedir. Bu bakımdan finansal
sistem, para yada bankalar gibi belli kurumlar üzerindeki odaklanmaları önleyip,
finansal yapı ve finansal sistemin fonksiyonları arasındaki ilişkiyi irdeleyerek daha
kapsamlı ve daha zor bir alanı temsil etmektedir. Günümüzde iktisatçılar finansal
sistemin fonksiyonlarını aşağıdaki başlıklar altında değerlendirmektedirler (Lee,1991;
Levine 1997; Llewellyn,1997).
Risk Yönetiminin Kolaylaştırılması
Finansal işlemlerde iki tür riskten söz edilebilir: Likidite riski ve duruma özel
(idiosyncratic) risk (Levine, 1997: 691). Finansal sistem, yatırımcılara özellikle yatırım
ve likidite riskini azaltma olanağı sunmaktadır. Likidite riski, varlıkları değişim aracına
dönüştürme sürecinde mevcut belirsizliklerden kaynaklanmakta ve sahip olunan
kıymetin istenildiğinde paraya çevrilememesini, kıymetin cari piyasa değerinin altında
elden çıkarılmasını ifade etmekte, duruma özel risk ise, içinde bulunulan durumdan
kaynaklanan özel riskleri ifade etmektedir. Bilgi asimetrileri ve işlem maliyetleri
likiditeyi engelleyebilmekte ve likidite riskini artırabilmektedir. Bu güçlükler,
likiditenin artırılması için finansal piyasaların ve kurumların oluşumu yönünde eğilimler
yaratmaktadır. Bu nedenle likit sermaye piyasaları finansal enstrüman ticaretinin göreli
olarak ucuz olduğu ve ticaretin zamanı ve yeri konusunda az bir belirsizliğin olduğu
piyasalardır.
Bazı yüksek dönüşümlü projeler, uzun dönemli bir sermaye gerektirdiğinden
likidite ve ekonomik büyüme arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Ancak
tasarrufçular uzun dönemde tasarruflarının kontrolünü bırakmak istemezler. Bu yüzden
eğer finansal sistem uzun dönem yatırımların likiditesini artırmazsa yüksek dönüşümlü
projelerde daha az yatırım olacağı olasıdır.
Finansal kurumlar, birbirlerinden habersiz çok sayıda tasarrufçunun kaynaklarını
toplaması özelliği ile yatırımların finansmanında kullanılan fonların yatırım
tamamlanmadan
önce
çekilebilme
risklerini
ve
uzun
dönemli
projelerin
gerçekleşmesindeki riskleri azaltmakta ayrıca olası fon isteklerini de karşılamaktadır.
Hicks, sermaye piyasasındaki gelişmelerin sanayi devriminin ilk on yılı boyunca
İngiltere’de likidite riskini azalttığını tartışmıştır. Hicks’e göre, 18. yüzyıl
İngiltere’sinde büyümeyi ateşleyen yeni unsur sermaye piyasası likiditesidir.
Tasarrufçular, likit sermaye piyasaları ile varlıklarını bono yada mevduat şeklinde
tutabilirler. Aynı zamanda sermaye piyasaları bu likit finansal araçları üretim
süreçlerinde likit olmayan uzun dönemli araçlara dönüştürebilirler. Sanayi devrimi,
uzun dönemler için
büyük sermaye taahhüdü içerdiğinden likidite dönüşümü
olmaksızın gerçekleşmeyebilir. Bu yüzden sanayi devrimi finansal devrimi beklemek
zorunda kalmıştır (Levine, 1997: 688-720).
Sermaye piyasasının yanı sıra, finansal aracılar da likiditeyi artırabilir ve likidite
riskini azaltabilir. Örneğin, bankalar likidite riskine göre tasarrufçulara garanti sağlarlar.
Likidite riskinden kurtulmayla da bankalar yüksek dönüşümlü yatırımları artırıp
ekonomik büyüme sürecine olumlu katkı yapabilirler.
Risk çeşidi ve sermaye birikimi arasındaki ilişki yanında risk çeşidi aynı zamanda
teknolojik değişimi de etkileyebilir. Birimler devamlı bir şekilde karlı piyasa yeri
edinebilmek için teknolojik gelişmeleri takip ederler. Yenilikçi için kar üretebilmenin
yanı sıra başarılı bir yenilik, teknolojik değişimi hızlandırır. Yenilik de çekicilik riskli
olabilir, yine de çeşitli yenilikçi projelerde portföy tutabilme yeteneği riski azaltır ve
büyümeyi artırıcı yenilikler yatırımı teşvik eder. Bu yüzden risk çeşidini kolaylaştıran
finansal sistemler teknolojik değişimi ve ekonomik büyümeyi hızlandırabilir.
Fon Akışını Sağlamak
Tasarrufların birbirinden farklı fon sahiplerinden toplanarak yatırıma yönelecek
sermaye birikimi sağlaması finansal sistemin önemli bir fonksiyonudur. Finansal sektör,
farklı ekonomik birimlerden toplanan bu fonları, bunlara ihtiyacı olan yatırımcılara
akışını sağlamaktadır. Finansal sektörün fon akışını sağlamadaki rolü, birbirinden
habersiz fon sahipleri ve yatırımcılar arasındaki bağlantıyı kurarak hem fon toplamadaki
zaman, hem de fonların elde ediliş maliyetini azaltma üzerinde olumlu bir etkisi söz
konusudur. Dolayısıyla finansal sistemin tasarrufları yatırımlara kanalize ederek
sermaye birikimine ve teknolojik yeniliklerin teşvik edilmesine katkı yapması
beklenmektedir (Levine, 1997: 699).
Bilgi ve İşlem Maliyetlerini Düşürmek
Finansal sektörün doğup gelişmesinde etkili olan diğer bir fonksiyonu bilgi ve
işlem maliyetlerini düşürerek yatırımcılara teşvik sağlamasıdır. Firma yönetim ve piyasa
koşullarının denetimi maliyetli ve zordur. Bireysel tasarrufçuların piyasa koşullarını
analiz için ne zamanı ne de kapasiteleri olmayabilir. Bu durum tasarrufçuların
güvenilirliği az olan faaliyetlerde yatırım yapma isteklerini çeldirebilir. Dolayısıyla
yüksek bilgi maliyetleri sermayenin yüksek değerli kullanımını önleyebilmektedir
(Levine, 1997: 695).
Bilgi kazanımının bu maliyeti finansal aracıların ortaya çıkması için teşvik
yaratabilir. Örneğin, bir üretim teknolojisi hakkında bilgi kazanımının sabit bir maliyete
neden olduğunu varsayalım. Aracılar olmaksızın her bir yatırımcı bu sabit maliyeti
ödemek durumundadır. Bu bilgi-maliyet yapısında bireyler bilgi maliyetleri ve
yatırımlarla ilgili bilgi süreci üzerinde maliyetlerin azaltılması için finansal aracıları
şekillendirebilirler. Her bireyin değerlendirme yeteneklerinin yerine bir merkez bunu
tüm bireyler için yapabilir. Bu şekilde bilgi maliyetleri üzerinde tasarruflara gidilmesi
yatırım fırsatları hakkında bilgi kazanımını kolaylaştırır ve kaynak dağılımını iyileştirir.
Bilgi kazanımı süreci önemli büyüme çıkarımlarına da sahip olabilmektedir. Bir
çok firma ve girişimci sermaye talep edeceğinden en umut verici firmaların seçiminde
piyasalar daha iyi konumdadırlar ve yöneticiler daha etkin bir sermaye dağılımını ve
daha hızlı bir büyümeyi teşvik edeceklerdir (Levine, 1997: 695).
Menkul kıymet piyasaları da bilgi edinimi konusunda aracılık işlevi gören bir
kurumdur. Menkul kıymet piyasaları geliştikçe ve daha likit hale geldikçe piyasa
katılımcılarının firma hakkında bilgi edinimleri kolaylaşmaktadır. Dolayısıyla büyük ve
likit menkul kıymet piyasaları bilgi edinme sürecini geliştirebilir. Ayrıca firmalar
hakkında artan bilgi kaynak dağılımını iyileştirmekte ve bu da ekonomik büyümeyi
etkilemektedir.
Stiglitz (1985), bilgilendirme fiyatları arcılığıyla hisse senedi piyasalarının bilgiyi
çok çabuk bir şekilde açığa çıkarmasından dolayı halkça bilinen mevcut bilgiyi elde
etmek için özel kaynakların harcanmasına yönelik az bir teşviğin olabileceğini
tartışmaktadır.
Tasarrufların Mobilizasyonu
Yatırımın yapılabilmesi için tamamen farklı tasarrufçulardan elde edilen sermaye
birikiminin değerlendirilmesi de finansal sistemin önemli bir fonksiyonudur.
Tasarrufların mobilizasyonu olarak adlandırılan bu fonksiyonla finansal sistemden
beklenen, riskin dağıtılarak likiditenin güçlendirilmesi ve kaynak dağılımının
iyileştirilmesidir.
Bireylerin tasarruf birikiminde daha fazla etkili olan finansal sistemler ekonomik
kalkınmayı önemli bir şekilde etkileyebilir. Sermaye birikimi üzerindeki daha iyi
tasarruf mobilizasyonunun doğrudan etkisi yanında, daha etkin bir tasarruf
mobilizasyonu kaynak dağılımını iyileştirebilir ve teknolojik yeniliği arttırabilir. Bu
yüzden yatırımlar için kaynakların etkin bir şekilde mobilizasyonuyla finansal sistem
daha iyi teknolojilerin benimsenmesi yolunda büyümenin teşvik edilmesinde önemli bir
rol oynamaktadır. Bir finansal sistemi tasarrufları ne kadar hızlı ve az maliyetle
yatırımlara aktarabiliyorsa o kadar etkin demektir. Ayrıca finansal sistem, informel
piyasalarda değerlendirilen fonların kayıt altına alınmasına da katkıda bulunabilir.
Verimsiz alanlarda değerlendirilen fonları verimli alanlara yönlendirebilir.
Yöneticilerin İzlenmesi
Finansal sistem, planlanan bilgi kazanımı maliyetlerinin azaltılmasıyla birlikte
firma yöneticilerinin izlenme maliyetlerini de azaltmak amacıyla ortaya çıkabilir.
Örneğin, şirket yöneticileri işletme içinde her gün faaliyette olmaları sebebiyle elinde
hisse senedi gibi değerli kağıtları bulunanlara karşı bir bilgi üstünlüğüne sahiptirler.
Finansal kurumlar, yöneticileri izleyerek bu bilgi üstünlüğünü azaltabilirler. Alınan
kredilerin ne şekilde kullanıldığını takip edebilirler. Finansal sektör bu yönüyle de
sermaye birikimine ve dolayısıyla da ekonomik büyümeye katkıda bulunabilmektedir
(Levine, 1997: 696).
Buna benzer bir şekilde gelişmiş menkul kıymet piyasalarında, firmaların
yönetiminin izlenmesi daha kolaydır. Dolayısıyla performansı iyi olmayan firmalarda
yöneticilerin görevlerinden uzaklaştırılması, kötü performans sergileyen firmaların
idaresinin yönetimini kolaylaştırarak daha iyi bir şirket kontrolü sağlayabilmektedir.
Yönetimin bu şekilde ele geçirilmesi tehtidi yönetsel amaçları hisse sahiplerinin
amaçlarına uygun hale getirebilmekte ve daha etkin bir şekilde yönetilebilmektedir.
İşlem Maliyetlerinin Düşürülmesi ve Uzmanlaşma
Tasarrufların mobilizasyonunun kolaylaştırılması ve bir ekonomi için mümkün
üretim teknolojilerinin genişletilmesinin yanı sıra işlem maliyetlerini düşüren finansal
düzenlemeler uzmanlaşmayı, teknolojik yeniliği ve büyümeyi arttırabilir. İşlemlerin
kolaylaştırılması, uzmanlaşma, yenilik ve ekonomik büyüme arasındak ilişkiler Adam
Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinin temel unsurlarını oluşturmaktadır. Smith
(1776), verimlilikteki gelişmelerin altında yatan temel faktörün uzmanlaşmış işgücü
bölüşümü olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Eğer daha çok uzmanlaşma varsa iyi
makinelerin ve üretim süreçlerinin de buna bağlı olarak icadı daha fazla olacaktır.
Nihayet finansal sistem işlem maliyetlerinin düşürülmesinde ve uzmanlaşmanın
arttırılmasında önemli bir role sahiptir.
Değişimi Kolaylaştırmak
Finansal sistem mal ve hizmetlerin değişimine de olanak vermektedir. Hızla
gelişen ekonomilerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni yatırım araçları ve
piyasalarıyla finansal sistem, bu değişim işlemini kolaylaştırmakta, fonlara daha çabuk
ve daha ucuz ulaşılmasını sağlamaktadır. Bu özellik finansal küreselleşme ile birlikte
daha da ön plana çıkmıştır. Eskiden bir kıtadan diğer kıtaya gönderilen mal, hizmet ve
sermaye aylar sonra yerine ulaşabilmekteyken günümüzde bu işlemler çok kısa sürelerle
yerine getirebilmektedir.
Finansal Aracılığın Maliyetinin Düşürülmesi
Finansal sektördeki gelişmelerin finansal aracılığın maliyetini de düşürmesi
beklenmektedir. Bu maliyet düşüklüğü finansal sektör verimliliğinin de
artmasını
sağlayacaktır. Finansal sektördeki gelişme sonucunda finansal kurumlar arasında
sunulan hizmetlerde bir rekabetin oluşması beklenmektedir. Beklenen bu rekabet ortamı
borç alma ve borç verme faiz oranları arasındaki farkı azaltarak maliyetlerin düşmesine
katkı sağlar. Bir finansal sistem aracılığın maliyetini ne kadar azaltabiliyorsa
tasarrufların daha büyük bir kısmının yüksek getirili yatırımlara tahsis edilmesine
olanak verdiğinden o kadar verimlidir (Llewellyn, 1997: 9). Ayrıca finansal aracılığın
maliyetinin azalması, ihtisaslaşma ve teknolojik yenilikleri destekleyerek ekonomik
büyümeyi de hızlandırmaktadır (Levine, 1997: 700).
Sermaye Piyasaları
Sermaye Piyasaları, orta ve uzun vadeli fon arz ve talebinin karşılaştığı
piyasalardır. Sermaye piyasaları denince akla gelen şey uzun vadeli finansman olup bu
vade 20-30 yıl gibi vadeleri kapsamaktadır (Alp, 2000: 375). Türkiye’de sermaye
birikiminin başlıca iki kaynağı mevcuttur: Yurt içi tasarruflar ve yabancı sermaye
yatırımları. Yurt içi tasarrufların ve yabancı sermayenin yatırımlara dönüştürülmesini
sağlayan kurumlar ise, finansal piyasalar ve özellikle İMKB, bankalar, firmalar ve
devlet (hazine) tir. Türkiye’deki bu kurumlar arasında gerçek anlamda sermaye piyasası
niteliğinde olan piyasa İMKB’dir
ve
maalesef iyi işlememektedir. Bunun açık
göstergesi olarak İMKB’nin faaliyette bulunduğu zaman zarfında yurt içi tasarrufların
hacminin yarı yarıya düşmesi ve milli gelirin ve kişi başına gelirin dolar bazında önemli
ölçüde azalması gösterilebilir (Akalın, 2002: 233-234).
Türkiye’de sermaye piyasalarının gelişiminin yeterli düzeyde olduğunu ifade
etmek oldukça güçtür. Bu durumun sebepleri arasında da; enflasyon rakamlarının
yüksek oluşu, kamu açıklarının yüksek seviyelerde oluşu ve hazinenin piyasadaki
fonların büyük bir kısmını çekmesi, mali piyasaların yeterince gelişmemiş olması ve
tasarrufçuların isteklerine karşılık verecek menkul kıymetlerin geliştirilmemiş olması ve
sosyal güvenlik fonlarının istenilen boyutlara sahip olmaması şeklinde sayılabilir (Alp,
2000: 375).
Sermaye piyasalarının gelişimini daha iyi inceleyebilmek amacıyla menkul
kıymet stoklarını incelemek daha yararlı olacaktır. Menkul kıymet stoklarını oluşturan
hisse senetleri, sermayeleri paylara bölünmüş ve karşılığında kıymetli evrak niteliğinde
pay senedi çıkarılabilen sermaye ortaklıklarının kanuni şekillere uygun olarak
düzenlendikleri belgeler olup sermayesinin belirli bir oranının temsil ve sahiplerine o
oranda ortaklık hakkı sağlayan senetlerdir ve kıymetli evrak vasfına sahiptirler (Bolak,
1998: 98).
Hisse senetleri, şirket sermayesinin bir parçasını temsil eder ve şirket ana
sözleşmesi, sermayenin kaç hisseye ayrılacağı ve her hissenin sermayenin ne kadarını
temsil edeceğini belirler (Çapanoğlu, 1993: 40).
Tahviller, anonim ortaklıkların borç para temini ile kredi ihtiyaçlarını karşılamak
amacıyla çıkardıkları borç senetleridir. Tahviller, esas olarak ortaklıkların borç para
temini için çıkardıkları para borcu senetleri olup, başka borç ve alacaklar için tahvil
düzenlenemez. Önceleri tahvil çıkarma yetkisi sadece anonim ortaklıklara tanınmış
olmakla birlikte, günümüzde bazı kamu iktisadi teşebbüslerine anonim şirket statüsünde
olmasalar bile tahvil çıkarma yetkisi tanınmıştır (Bolak, 1998: 106-107).
Finansman bonoları, kısa vadeli işletme sermayesi ihtiyaçlarını karşılamak için
şirketler tarafından ihraç edilen kısa vadeli ve teminatsız senetlerdir (Bolak, 1998: 123).
Finansman bonolarını anonim ortaklıklar, özelleştirme kapsamına alınanlar dahil kamu
iktisadi teşebbüsleri, mahalli idareler ile bu idarelerle ilgili özel mevzuat uyarınca
faaliyet gösteren kuruluşlar çıkarabilir (Büker ve diğerleri; 1997: 123).
Varlığa dayalı menkul kıymetler, bankalar, finansal kiralama şirketleri ve genel
finans ortaklıkları, alacaklar ve duran varlıklarını karşılık göstererek varlığa dayalı
menkul kıymet ihraç edebilirler. Bunları çıkarabilecek kuruluşlar, ihraç şartları, karşılık
gösterilebilecek alacak ve varlık türleri, ihraç limiti ve benzeri gibi esaslar sermaye
piyasası kurulu tarafından düzenlenir (Bolak, 1998: 125).
Banka bonoları ve banka garantili bonolar, kalkınma ve yatırım bankaları
sermaye piyasasından kaynak sağlamak üzere banka bonoları ve banka garantili bonolar
çıkarıp halka arz yoluyla satabilirler. Banka bonosu, kalkınma ve yatırım bankalarının
borçlu sıfatıyla düzenlediği ve halka arz yoluyla satılan bir emre yazılı senet
niteliğindedir. Banka garantili bonolar ise, kalkınma ve yatırım bankalarının kredi
kullanmak isteyen ortaklıklarını borçlu sıfatıyla düzenleyip teminat olarak bu bankalara
verdikleri emre yazılı kıymetli evraktır. Bunlar krediyi kullandıran bankanın garantisini
taşırlar (Seyidoğlu, 1999: 45).
Kar zarar ortaklığı belgesi, anonim şirketler finansman ihtiyaçlarını karşılamak
üzere yalnız kar ve zarara ortaklık hakkı veren menkul değerler ihraç edebilir ve bunları
halka arz yoluyla satabilir. Bu belgeler tahvil ve hisse senetlerinin bazı özelliklerini
taşımakla birlikte onlardan farklı bir tür oluştururlar. Tahvillerde olduğu gibi bu
belgelerde faiz gelirleri yoktur. Hisse senetlerindeki gibi bu belgeler şirkete mülkiyet
hakkı da vermez. Bu belge sahibi adeta şirkete dışarıdan geçici ortak olmuş gibidir.
Belge sahipleri yalnızca kar zarar ortaklığı belgesini ilgilendiren faaliyetten doğan kara
ya da zarara ortaktır (Seyidoğlu, 1999: 316).
Devlet tahvilleri, Devletin iç borçlanma için kullandığı bir araçtır. Devlet
çıkarmış olduğu tahvilleri özel kişilere veya kurumlara satarak topladığı fonlarla bütçe
açıklarını karşılamaya çalışır. Devlet tahvilleri çeşitli vadelere göre ihraç edilir (1 yıl,
1.5 yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl) ve 4 yıldan uzun vadeli olanlar için 6 ayda bir faiz ödemesi
yapılır (Bolak; 1998: 129).
Hazine bonoları, kamunun kısa vadeli borcunu ifade eden menkul kıymetlerdir.
13 Hafta, 26 hafta, 39 haftalık vadelerle ihraç edilirler. Hazine bonoları hamiline yazılı
olup iskonto ile satılırlar ve vade tarihinde itibaren Merkez Bankası tarafından nominal
değerleri üzerinden ödenirler (Bolak; 1998: 129-130).
Gelir ortaklığı senetleri, kamu kurum ve kuruluşlarına ait alt yapı tesislerinin
gelirlerine gerçek ve tüzel kişilerin ortak olması için çıkartılan hamiline yazılı
senetlerdir (Çapanoğlu; 1993: 53).
Dövize endeksli senetler, iç piyasada pazarlanmak üzere çıkartılan bir tahvil
türüdür. Enflasyon karşısında tahvillerin reel değerlerindeki düşüşleri önlemek amacıyla
bu tahviller TL olarak değilde dövize endeksli olarak çıkartılırlar. Dolayısıyla ulusal
para döviz karşısında değer kaybettikçe tahvillerin nominal değeri de yükselir
(Seyidoğlu, 1999: 141).
MAKROEKONOMİK İSTİKRARSIZLIKLAR VE FİNANSAL SEKTÖRÜN GELİŞİMİ
1980’de başlayan reformlarla, selektif kredi politikalarının kaldırılması, mevduat ve kredi
faizlerinin piyasa güçleri tarafından belirlenmesi için serbest bırakılması, zorunlu karşılık ve
disponibilite oranlarının düşürülmesi, finansal işlemler için uygulanan vergi oranlarının ve işlem
maliyetlerinin azaltılması, kambiyo rejiminin liberalize edilmesi gibi düzenlemelerin yanı sıra,
sektöre ilişkin yasal düzenlemelerin uluslararası normlar seviyesine yükseltilmeye çalışmaları,
finansal piyasaların ve kurumların gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de
finansal sistem 1980 yılından başlayarak uygulamaya konulan liberal politikalar sonucunda
önemli ölçüde yapısal bir değişikliğe uğramış, daha rekabetçi bir ortamda piyasa güçlerinin
harekete geçirilmesiyle dinamizm kazanmıştır. Türkiye’de liberal ekonomi politikalarının
sağladığı makroekonomik çerçeveye rağmen, finansal sistem içinde bankacılık sektörü baskın bir
konumda olmuş ve finansal sektör politikaları ilk etkilerini bankacılık sektörü üzerinde
göstermişlerdir.
24 Ocak Kararları ile başlayan reform dalgasına (faizlerin serbest bırakılmasına) finansal
piyasaların ilk tepkisi (centilmenlik anlaşması) olumsuz olmuş ve yukarıda açıklandığı üzere
banker krizi ile sonuçlanmıştır. Buradan, eski alışkanlıklara göre hareket eden bankacılık
sektörünün yeni ekonomik atmosfere uyum sağlamada güçlük yaşadığı anlaşılmaktadır. Banker
krizinin ardından 1983-1984 yıllarında 6 bankanın faaliyetine son verilmiş ve bu çerçevede
TMSF kurulmuştur.
Yabancı bankaların sayısında hızlı bir artış olmuş bir çok yeni ticaret bankası kurulmuştur.
1980-1990 döneminde kurulan ticaret bankası sayısı 19 olup bunlardan 8 tanesi yabancı
sermayelidir. Bu dönemde ayrıca 4’ü yabancı sermayeli 8 kalkınma ve yatırım bankası
kurulmuştur. Bu dönem sadece yabancı bankaların açılmasıyla kalmamış Türk bankaları da yurt
dışına açılarak banka kurmuş, şube açmış, iştiraklerde bulunmuştur (Günal, 2007: 325).
Diğer taraftan 1980 sonrası uygulanan tutarsız politika seçenekleri makroekonomideki
istikrarsızlığı artırmıştır. 1980-1986 döneminde hızlı bir ekonomik büyüme ve dış ticarette
önemli gelişmelere karşın, başta enflasyon olmak üzere önce iç borçlanmada ve 1989 yılında
sermaye hareketlerinde serbestliğin sağlanmasıyla da dış borçlanmada hızlı artışlar görülmüştür.
Diğer bir ifadeyle kamunun ekonomi politikaları kamu maliyesi dengelerinin bozulmasına ve
makroekonomik dengesizliklere kaynaklık etmiştir. Bu makroekonomik atmosfer finansal
sektörün özellikle de bankacılık sektörünün temel fonksiyonundan uzaklaşmasına neden
olmuştur. Ayrıca bankacılık sektöründe kamu bankalarının payının azaltılması çabalarından bir
sonuç alınamamış, kamu bankaları hala sektör içinde önemli bir paya sahiptirler. Bütün bunlar
bankacılık sektörünün karakteristiklerinin incelenmesi ile daha kolay anlaşılacaktır.
Türk bankacılığının temel özelliklerine bakıldığında ilk göze çarpan sistemin oligopol
piyasaları yapısına (rekabet yetersizliği) uygun bir görünüm arz etmiş olduğudur (Benli ve
Sönmezler, 2002: 81; Günal, 2007: 333). Piyasadaki firmaların çok azı piyasayı etkileyebilecek
güçtedir. Sektördeki fiyatlar (faiz), genel olarak birbirine yakın oluşmakta ve piyasada rekabet
fiyat dışı alanlarda (reklamlar gibi) yaşanmaktadır. Sektörün bu şekildeki yapısı Türk
bankacılığının etkinliğini azaltmaktadır.
1995
1997
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
İlk Beş Banka
Top. Aktif
Top. Mevdua.
Top. Kredi
İlk On Banka
Top. Aktif
Top. Mevduat
Top. Kredi
1990
Tablo 2.7: Bankacılık Sisteminde Yoğunlaşma (%)
54
59
57
48
53
50
44
47
46
46
50
42
48
51
52
56
55
49
58
61
55
60
62
54
60
64
48
63
66
56
63
64
58
62
64
57
75
85
78
71
73
75
67
70
72
68
69
73
69
72
71
80
80
82
81
86
74
82
86
75
84
88
77
85
89
80
86
90
83
85
89
83
Tablo 2.7’den izlenebileceği üzere sistemdeki ilk beş banka, sistemin büyük bir kısmını
elinde bulundurmaktadır. Aktiflerin büyüklüğüne göre, 2000 yılına kadar ilk beş bankada ilk iki
sırayı kamusal sermayeli ticaret bankası, ilk on bankada ise dört kamusal sermayeli ticaret
bankası yer almaktadır (TBB, 2001: 41). Bankacılık sektöründe ilk beş ve ilk on bankanın toplam
aktifler, toplam mevduatlar ve toplam krediler içindeki payı 1990’lı yıllar boyunca genel olarak
azalmıştır. Yoğunlaşma düzeyinin azalmasında etkili olan faktörler, sektöre girişin hızlanması,
yüksek enflasyon, yüksek kamu borçlanması, mevduat güvencesi ve yurt dışı piyasalardan kısa
vadeli de olsa borçlanma imkanlarının artmasıdır (TBB, 2008c: 102). Ancak yoğunlaşma 2000’li
yıllarda tekrar artmaya başlamıştır. Banka sayılarındaki dramatik düşüşler yoğunlaşma
derecelerini de etkilemiştir (Ural ve Acar Balaylar, 2008: 19).
Türk bankacılık sektörünün ikinci özelliği, sektörde şube bankacılığının geçerli olduğudur.
Ticaret bankalarının büyüyebilmeleri için çok sayıda şubeye sahip olmak zorunda olmaları,
küçük yerleşim birimlerinde bile bazen aynı cadde üzerinde birkaç farklı şubenin varlığını
gerektirmektedir. Bununla birlikte enflasyonist bir ortam, mevduatın giderek daha pahalı bir
kaynak halini alması, banka şubeleri için öngörülen sermaye miktarının artırılması ve şubelerin
artan maliyetleri gibi bazı ekonomik şartların varlığı karşısında bankaların daha rasyonel bir şube
politikası izlemeleri şube sayılarında bir azalışa yol açmıştır.
Tablo 2.8: Banka Sayıları (Adet)
Banka Sayısı
Mevduat Bankaları
Kamu
Özel
TMSF
Yabancı
Kalkınma ve Yatırım
Bank.
Katılım Bankaları
Banka Sayısı
Mevduat Bankaları
Kamu
Özel
TMSF
Yabancı
Kalkınma ve Yatırım
Bank.
Katılım Bankaları
1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997
62
65
69
69
73
74
71
73
75
78
52
53
56
55
57
58
55
55
56
59
8
8
8
8
6
6
6
5
5
5
25
24
25
26
31
32
29
32
33
36
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
19
21
23
21
20
20
20
18
18
18
8
9
10
10
12
12
12
13
13
13
2
3
3
4
4
4
4
5
6
6
1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007
81
87
84
66
59
55
53
52
50
50
60
62
61
46
40
36
35
34
33
33
4
4
4
3
3
3
3
3
3
3
38
31
28
22
20
18
18
17
14
11
0
8
11
6
2
2
1
1
1
1
18
19
18
15
15
13
13
13
15
18
15
6
19
6
18
5
15
5
14
5
14
5
13
5
13
5
13
4
13
4
Bankacılık sektöründe ağırlık mevduat bankalarından yanadır. Tablo 2.8’den banka sayıları
incelendiğinde, 1999 yılı banka sayısının en fazla olduğu yıl olarak görülmektedir. Bu durum
hem mevduat bankaları, hem kalkınma ve yatırım bankaları ve hem de katılım bankaları için de
geçerlidir. Ancak 1999 yılından sonra Türk Bankacılık sisteminde banka sayılarında azalma
başlamıştır. 2000 yılında 61 olan mevduat bankaları sayısı 2001 yılında 46’ya düşmüştür. Bu
düşüş sonraki yıllar için de geçerli olmuş ve 2007 yılı itibariyle, bankacılık sisteminde toplam 33
adet mevduat bankası faaliyetine devam etmektedir. Bunlardan 3 tanesi kamu sermayeli, 11’i
özel sermayeli, 11’i TMSF bünyesinde faaliyetini sürdürmektedir. Diğer yandan bankacılık
sektöründe yabancı yatırımcıların ilgisi 2007 yılında da sürmüştür. 2006 yılında 15 adet olan
yabancı sermayeli mevduat bankası sayısı, 2007 yılında 18 adede yükselmiştir.
Türk bankacılık sisteminin üçüncü özelliği, sistemdeki bankaların ticaret bankaları, kalkınma
ve yatırım bankaları, katılım bankaları ve sektörel bankalar olarak bir ayrıma tabi tutulmasıdır.
Görünüşün böyle olmasına rağmen bankacılık faaliyetleri itibariyle sistem kesin çizgilerle
birbirinden ayrılmamaktadır. Örneğin, sektörel bankalar bağlı oldukları sektörlere krediler
vermelerinin yanında mevduat bankacılığı da yapmaktadırlar. Dahası ticaret bankaları mevduat
bankacılığıyla birlikte ülke şartlarından dolayı orta ve uzun vadeli krediler de vermektedirler.
Bununla birlikte Türkiye’de Bankacılık kesimi devlet iç borçlanma senetlerinin neredeyse tek
alıcısı konumundadır (Köne, 2003: 240).
Tablo 2.9: Bankacılık Sisteminde Toplam Aktiflerin Dağılımı (%)
Mevduat
Bankaları
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
90,4
90,8
91,2
91,5
92,7
92,9
91,8
92,6
94,0
94,6
95,3
95,2
95,6
95,4
95,7
95,9
96,3
96,8
96,8
96,6
Kamu
Sermayeli
Mevduat
Bankaları
43,4
45,6
44,8
42,4
43,1
36,9
39,6
37,7
38,3
34,6
34,9
34,9
34,2
31,2
33,1
33,3
34,9
31,4
29,6
29,2
Özel
Sermayel
i Mev.
Bank.
43,9
42,5
43,5
45,9
46,0
52,3
49,2
52,0
52,7
55,4
53,3
49,5
47,4
57,3
54,5
57,0
57,4
59,7
54,8
52,3
Fon’a
Devred.
Mev.
Bank.
1,4
2,6
9,1
8,5
3,9
5,0
2,9
0,6
0,5
0,3
0,2
Yabancı
Sermayel
i Mev.
Bank.
3,1
2,7
2,9
3,1
3,7
3,8
3,0
2,9
1,4
4,7
4,4
5,2
5,2
3,0
3,0
2,8
3,4
5,2
12,2
15,0
Kalkınma
Yatırım
Bankaları
9,6
9,2
8,8
8,5
7,3
7,1
8,2
7,4
6,0
5,4
4,7
4,8
4,4
4,6
4,3
4,1
3,7
3,2
3,2
3,4
SEKTÖR
TOPLAMI
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
Tek banka olarak belirtilen Bayındırbank’ın bünyesinde, Etibank, İnterbank, Esbank, EGS Bank, Toprankbank,
İktisat Bankası ve Kentbank’da bulunmaktadır.
1
Bankacılık sistemi toplam aktiflerinin dağılımında mevduat bankalarının payında yıllar
itibariyle bir artış görülmekte iken, kalkınma ve yatırım bankalarının payında da bir azalma
görülmektedir. İncelenen dönemin başında, kamu sermayeli mevduat bankaları ve özel sermayeli
mevduat bankalarının toplam aktifler içerisindeki payı yaklaşık olarak birbirine eşitken, bu oran
son yıllarda özel sermayeli mevduat bankaları lehine ciddi bir oranda değişme göstermektedir.
2007 itibariyle toplam aktifler içerisinde kamu sermayeli mevduat bankalarının payı yüzde 29,2;
özel sermayeli mevduat bankalarının payı ise yüzde 52,3 olarak gerçekleşmiştir. Fona devredilen
bankaların payı çok küçük bir miktar iken, yabancı sermayeli mevduat bankalarının toplam
aktifler içerisindeki payında ise yüzde 15 gibi çok ciddi bir artış izlenmektedir. Kalkınma ve
yatırım bankalarının payı da yüzde 3,4 olarak gerçekleşmiştir.
Diğer taraftan katılım bankalarının toplam aktifler içerisindeki payı ise 2005 yılında yüzde 2
civarında iken, 2006 ve 2007 yılında yüzde 3 civarına yükselmiştir (TKBB, 2008b).
Tablo 2.10: Bankacılık Sisteminde Toplam Mevduatların Dağılımı (%)
Toplam
Mevduat
Payları
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
Mevduat
Bankaları
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
Kamu
Özel
Fon’a
Sermayeli Sermayeli DevrediMev. Bank. Mevduat
len
Bankaları
43,6
52,8
47,2
50,0
48,6
49,2
46,3
51,7
49,6
48,6
43,6
54,9
43,9
54,2
43,3
54,0
44,1
53,4
39,9
56,7
40,7
52,4
4,3
39,8
46,4
15,1
40,3
43,5
12,9
33,7
60,9
3,4
36,8
56,6
4,5
37,5
57,3
3,0
41,8
55,0
0,1
37,7
54,7
0
35,7
52,3
0
35,8
49,7
0
Yabancı
SEKTÖR
Sermayeli TOPLAMI
Mev.
Bank.
3,6
100
2,8
100
2,2
100
2,0
100
1,7
100
1,6
100
1,9
100
2,7
100
2,5
100
3,4
100
2,7
100
2,7
100
3,2
100
2,0
100
2,1
100
2,2
100
3,1
100
4,8
100
12,0
100
14,4
100
Mevduat toplama ticaret bankalarının işidir. Kamu sermayeli ticaret bankalarının mevduatlar
içindeki payı yıllar itibariyle ve 2001 krizinde azalmıştır. Bu durumu kriz sonucu yeniden
yapılanmalarıyla birlikte kısa vadeli yükümlülüklerinin tasfiye edilmesi ve rasyonel olmayan
yapılarından kurtulma çabaları açıklamaktadır. 2001 yılında özel sermayeli bankaların toplam
mevduatlardaki yaklaşık yüzde 17’lik artışını ise fona devredilen bankaların durumlarının
çözüme kavuşturulup birleştirilmeleri ya da satılmaları sonucu iyileştirilmeleri oluşturmaktadır.
2007 itibariyle toplam mevduatların yaklaşık yarısını özel sermayeli ticaret bankaları
oluştururken, bazı özel sermayeli bankaların yabancı sermayeli bankalara aktarılması sonucu
yüzde 14,4’lük bir payı da yabancı sermayeli bankalar oluşturmaktadır. Toplam mevduatların
yüzde 35,8’i ise kamusal sermayeli ticaret bankalarına aittir.
Toplam mevduatlardaki katılım bankalarının payı değerlendirildiğinde ise, 2005 yılında
yüzde 3’ten 2006-2007 yılında yüzde 4’e yükseldiği görülmektedir (TKBB, 2008b).
Tablo 2.11: Bankacılık Sisteminde Toplam Kredilerin Dağılımı (%)
Toplam Mevduat
Kredi
Bank.
Payları
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
85,6
86,5
88,1
88,1
89,2
89,5
87,7
89,0
90,1
91,8
91,3
89,6
90,8
91,2
91,5
90,6
93,0
95,0
95,5
95,9
Kamu
Serm.
Mev.
Bank.
47,1
47,3
45,4
43,3
42,4
35,5
38,1
39,2
35,1
34,7
29,1
28,2
27,7
19,8
17,6
18,2
20,9
20,6
21,6
22,5
Özel
Fon’a
Serm.
DevrediMevduat len
Bank.
35,9
36,5
39,8
41,7
43,7
51,2
47,8
47,9
53,3
54,4
57,6
1,7
55,1
7,1
54,5
6,5
66,5
1,4
66,9
2,6
67,1
1,3
67,4
0
67,5
0
58,6
0
58,4
0
Yabancı Kalkınm SEKTÖR
Sermayel a-Yatırım TOPLA
i Mev.
Bank.
MI
Bank.
2,6
14,4
100
2,8
13,5
100
2,9
11,9
100
3,2
11,9
100
3,0
10,8
100
2,8
10,5
100
1,8
12,3
100
1,9
11,0
100
1,8
9,9
100
2,7
8,2
100
2,9
8,7
100
2,9
10,4
100
2,8
9,2
100
3,5
8,8
100
4,4
8,5
100
4,0
9,4
100
4,6
7,0
100
6,8
5,0
100
15,3
4,5
100
18,8
4,1
100
Toplam krediler incelendiğinde, kamusal sermayeli mevduat bankalarının yıllar itibariyle
payının azaldığı, özel ve yabancı sermayeli mevduat bankalarının paylarının ise arttığı
gözlenmektedir. Kalkınma ve yatırım bankalarının payında ise 1999 yılındaki artışın dışında
sürekli azalma olmuştur. 2007 itibariyle toplam krediler içinde ticaret bankalarının payı yüzde
95,9; kalkınma ve yatırım bankalarının payı ise yüzde 4,1 olarak gerçekleşmiştir. Toplam krediler
için katılım bankalarının durumu ise son yıllar için ortalama yüzde 5 civarındadır (TKBB,
2008b).
Tablo 2.9, 2.10 ve 2.11’den görüldüğü gibi 2007 yılı itibariyle kamu bankalarının toplam
aktiflerde yüzde 29,2, toplam mevduatlarda yüzde 35,8 ve toplam kredilerde sektörün yüzde
22,5’ini kontrol ettiği görülmektedir. Günal’a (2007: 342) göre, kamu bankalarının toplam
mevduatlar içindeki payıyla toplam krediler içindeki payı arasındaki fark, kamu bankalarının
topladığı mevduatları krediye dönüştüremediğinin açık bir göstergesidir. Kamu bankalarının
sisteme katkıları, bankacılık sisteminin saydamlıktan yoksun olması ve gizli teşviklerden ibarettir
(Erzan ve diğerleri, 2001: 8).
Kamunun sektörde işgal ettiği yer sektörü müdahalelere açık bir konumda tutmaktadır.
Dolayısıyla Türk Bankacılık Sektörünün rekabetçi bir yapıda çalıştığını söylemek güçtür. Kamu
bankalarına yasal ve yönetsel faklılıklardan dolayı verilen bir takım ayrıcalıklar ve yükümlülükler
sektörde haksız rekabete yol açmaktadır. Kamu bankalarına bankacılık dışında verilen bazı
görevler, kamu bankalarının kaynak ve faaliyetlerinin karlı olmayan alanlara yönelmesine ve
rekabet gücünün zayıflamasına yol açmaktadır (Benli ve Sönmezler, 2002: 82).
Finansal sistemde bankacılık sektörü ağırlıklı rolüne rağmen ülke ekonomisinin etkin işleyişi
için gerekli olan fon arz ve talebinin bankacılık yoluyla yerine getirildiği söylenemez. Çünkü
bankacılık sistemi toplamış olduğu mevduatlar ve diğer fonlarla ekonominin reel kesiminin
fonlarını karşılamaktan çok, kamu kesiminin finansman açığını karşılamaya çalışmaktadır
(Sarıkamış, 2001; TBB, 2003: 23). Özellikle 1990’lı yıllardan sonra makro ekonomik istikrarın
sağlanamaması, finansal sektör ile hazineyi birbirine bağımlı hale getirmiş ve bu süreç bir borçyüksek faiz kısır döngüsünün oluşmasına yol açmıştır. Diğer bir ifadeyle bankacılık sektörü
topladığı mevduatları yatırımlar yerine riski az ve getirisi yüksek olan hazine bonolarında
değerlendirmiştir (Akyüz ve Boratav, 2003).
Türk bankacılık sisteminin dördüncü özelliği, sistemin holding bankacılığı görünümü
sergilemesidir. Türkiye’deki özel bankaların tamamına yakını yönetim ve sermaye yapısı
bakımından belli kişiler, gruplar ve holdinglerin (Çukurova, Doğuş, Sabancı, Süzer, Koç Holding
gibi) kontrolündedir (Günal, 2007: 342). Gelişen sanayi kuruluşlarının kendi finansmanlarında
likidite sorununu garanti altına alma arzuları, sistemi ekonomik büyüme için bankalara sahip
olmaya, yani holding bankacılığına teşvik etmektedir. Bu durum bankaların etkinlikten (gerçek
bankacılık faaliyetlerinden) uzaklaşarak kredi potansiyelini kendi grupları bünyesindeki firmalara
yönlendirilmesine neden olmaktadır. Bu eğilim kamu bankalarının devleti finanse etmesiyle aynı
etkiyi beraberinde getirmektedir (Benli ve Sönmezler, 2002: 81). Bu görünümün ekonomi
açısından sakıncalı olan tarafı, yatırımların hem verimli alanlara yapılamaması hem de
kaynakların daha pahalı olmasına sebep olarak kaynak dağılımındaki etkinliğin bozulmasına yol
açmasıdır.
Bankacılık sektörünün karakteristiklerinden ve istikrarsız makroekonomik yapıdan
kaynaklanan faktörler sonucu ortaya çıkan risklere karşı mevduat sahiplerini güvence altına
almak ve bankacılık sektörüne güveni sağlamlaştırmak için 1983 yılında kurulan TMSF’nin yükü
ve sorumluluğu 1994 krizinin ardından mevduata %100 güvence getirilmesiyle artmıştır.
Bankacılık sektöründe yeterli ve etkin gözetim ve denetim mekanizmasının bulunmadığı 1990’lı
yıllarda bir çok özel bankanın özellikle de holding bankalarının içinin boşaltılması ve TMSF’ye
devredilmesi,2 güvence sisteminin yarattığı ahlaki tehlike (morald hazard) olgusuna yol açmıştır.
Makroekonomik istikrarsızlığın temel bir olgu olarak görüldüğü 1990’lı yıllarda bankalar
daha riskli pozisyonlar almışlar, mevduat sigorta sistemine güvenerek bankacılık piyasa
disiplininden önemli tavizler vermiştir (Tunay, 2005: 239). Etkin bir gözetim ve denetim
mekanizmasının bulunmaması bir çok ülkede bankacılık sisteminde yapısal sorunların
oluşmasına katkıda bulunmaktadır (Stiglitz, 2000; Williamson, 2000). Türkiye’nin 1980 sonrası
yaşadığı krizlerin büyük çoğunluğunun finansal sektörden ve özelliklede bankacılık sektöründen
kaynaklandığı düşünülürse, etkin bir gözetim ve denetim biriminin oluşturulmasının gerekliliği
daha iyi anlaşılabilir.
Bankacılık alanındaki yasal ve kurumsal düzenlemelerin değişen koşullara ve uluslararası
standartlardaki gelişmelere uyumu konusunda da önemli adımlar atılmıştır. Bu çerçevede
1999’da yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu önemli bir dönüm noktasıdır. Bu kanunla
2
4389 sayılı kanunda yapılan düzenlemeyle 4491 sayılı kanun TMSF’nin bankalara el koymasını düzenlemiştir. Fon
bundan önce el koyduğu 3 bankayla birlikte 5 bankanın yönetimine daha el koymuştur. Bu bankaların sorunlu
kredileri ise Türk Bankacılık Sektörünü ciddi biçimde etkilemiştir. 2000 yılı sonunda fonun elindeki banka sayısı
11’e yükselmiştir. Bankalara el koyma süreci 2000 yılından sonra da devam etmiş fonun yönetimindeki banka sayısı
artmıştır. 1997-2004 arasında fona devredilen toplam banka sayısı 22’dir.
uluslararası uygulamalara paralel olarak bankacılık sektörünün düzenleme, gözetim ve denetimi
idari ve mali özerkliğe sahip olan (siyasi otoritenin müdahalesinden bağımsız) Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumuna (BDDK) bırakılmıştır. BDDK Haziran 1999’da kurulmuş
ve Ağustos 2000’de faaliyete başlamıştır. Bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşturulması denetim
ve gözetim sürecinin asıl amacını oluşturmaktadır.
Artan makroekonomik sorunlar ve başta bankacılık sistemi olmak üzere finansal sistemde
kırılganlığın artması siyasi otoriteleri 1999 sonlarında, enflasyonun düşürülmesi, ekonomik
istikrar ve sürdürülebilir bir büyümenin sağlanması amaçlarıyla bütçe disiplini ve yapısal
reformlara dayalı bir ekonomik program uygulamaya itmiştir. Bu genel çerçevede
makroekonomik önlemlerin yanında finansal sistemin (özellikle bankacılık) kırılganlığını
azaltmak amacıyla radikal kararlar alınmış ve düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemeler
bankaların finansal yapılarının ve bankacılık gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi
alanlarında yoğunlaşmaktadır.
Bir ekonomide bankalar, hem ekonominin geneli hem de mali kesim açısından çok önemli
olduğundan, bankacılık sektöründeki sorunlar ekonominin geneline çok çabuk yayılabilmektedir.
Bankacılık sisteminde yaşanan sorunların temelini ise “eski” denetim sistemi oluşturmaktadır
(Günal, 2007: 335). Eski denetim sisteminde bankacılık sisteminin gözetim ve denetimi TCMB,
Hazine Müsteşarlığı, Hazine Müsteşarlığına bağlı Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu,
bankaların her yıl yaptırmaları gereken zorunlu denetimleri gerçekleştiren bağımsız denetim
kuruluşları ve TCMB’ye bağlı TMSF tarafından yürütülmekteydi. Bankacılık sektöründe ortaya
çıkan sorunlar üzerine denetim sonuçlarında ortaya çıkan tabloya yönelik uygun önlemler
alınmadığı veya önlemlerin siyasi kaygılardan kaynaklandığı tartışmaları başlamıştır. Bu
tartışmaların temelini ise, denetim ve yaptırım yetkilerinin farklı kurumlar tarafından
gerçekleştirilmesi oluşturmaktadır.
Mayıs 2001’de yürürlüğe konulan GEGP çeçrevesinde, kamu bankalarının yeniden
yapılandırılması, özel bankaların daha sağlıklı bir yapıya kavuşturulması, TMSF’ye devredilen
bankaların çözüme kavuşturulması, gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi ve bankacılık
sektöründeki etkinliğin arttırılması için yasal ve kurumsal düzenlemelerin sağlanması amaçlarıyla
Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı uygulamaya konulmuştur.
Bu dönemde programın temel prensiplerinin kararlılıkla uygulanması sonucu bankacılık
sisteminde olumlu önemli gelişmeler olmuştur. Temel makroekonomik göstergeler bakımından
ekonomik performans iyileşmiş, yüksek oranlı ve istikrarlı bir büyümeyle birlikte enflasyon
oranında bir düşüş trendi yakalanmıştır. Enflasyonla mücadelenin kurumsal altyapısı hazırlanmış,
TCMB Kanununda yapılan değişiklikle, bankanın görevinin fiyat istikrarı olduğu açıkça
tanımlanmıştır. TCMB’ye araç bağımsızlığı sağlanmış ve Para Politikası Kurulu oluşturulmuştur.
Bu dönemde bankacılık sistemi önemli bir yeniden yapılanma süreci yaşamıştır. Özel
bankalar 2001 krizi sonrası kaybettikleri sermayelerini güçlendirmişlerdir. Bunu başaramayan
bankalar ise ya birleşmiş ya da TMSF’ye devredilmiştir. Kamu bankaları yeniden
yapılandırılarak mali bünyeleri güçlendirilmiştir. Bankacılık sektörünün takipteki alacaklarının
bir kısmı için “finansal yeniden yapılandırma programı” uygulanmıştır.
Bu program kapsamında banka sisteminin mali yapısının güçlendirilmesi üç kanaldan
yürütülmüştür (Celasun, 2002). Görev zararı stoklarını bilançolarından tasfiye etmek için, kamu
bankalarına özel tertip Devlet İç Borçlanma Senedi (DİBS) verilmiştir. Mali yükümlülüklerinin
kapatılması ve özkaynakları ile döviz pozisyonlarının güçlendirilmesi için TMSF bünyesindeki
bankalara özel tertip DİBS ve döviz cinsi senetler ihraç edilmiştir. Özel sermayeli ticari bankalara
yabancı para pozisyon açıklarının kapatılmasına katkıda bulunmak ve Hazinenin iç borçlanma
vadesini uzatabilecek koşulları sağlamak için bu kesimle iç borç takası yapılmıştır (TCMB, 2002:
45-50; DPT, 2001: 89-92).
Bankacılık sisteminin mali bünyesinin güçlendirilmesinin yanı sıra, sistemin kurumsal
yapısını ve denetimini etkinleştirecek yasal ve operasyonel düzenlemeler uygulamaya
konulmuştur. Yeni yasal çerçevede kamu bankalarına görev verilmesi merkezi hükümet bütçesine
ödenek konulması koşuluna bağlanmıştır. Türkiye’nin ekonomi politiği için önem taşıyan bu
değişim, bütçenin siyasal işlevinin ve saydamlığının artmasına katkıda bulunacak bir olgudur.
Ancak, 2001 yılında kamu bankalarını yeniden yapılandırırken kredilendirme kapasitelerinin
daraltılmış olması, krizden çıkışı zorlaştırmıştır (Celasun, 2002). Ayrıca bir dizi yasal mevzuat
sonucu denetim ve gözetim mekanizmasında görev dağılımı daha açık bir şekilde düzenlenmiştir.
1994 sonrasında TCMB’ye bağlı bir şekilde faaliyette bulunan TMSF’nin Haziran 1999 tarihinde
BDDK tarafından idare ve temsil olunmasına hükmedilmiştir. Ancak, Aralık 2003 yılında Fon’un
karar organının Fon Kurulu olduğu, genel yönetim ve temsilinin Fon Kurulu’nca düzenleneceği
5020 sayılı Bankalar Kanunu ile düzenlenerek özerk bir yapıya kavuşturulmuştur (TMSF,
2008a). Dolayısıyla gözetim ve denetim mekanizmasında etkinliği sağlamak ve kurumsal bir yapı
oluşturma anlamında önemli bir yol alınmış ve TMSF ile BDDK bu görev ve sorumluluklarını
başarı ile sürdürmektedirler.
Türkiye Ekonomisi’ne ilişkin yukarıda yapılan tartışmalar, makroekonomik politikalarda iki
temel özelliğin ön plana çıktığını göstermektedir. Birincisi, ithal ikameci bir sanayileşme
anlayışına dayanmakta ve bu dönemde sanayileşme hedefinin korumacı ve müdahaleci
politikalarla gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır. Keynesyen iktisadi düşüncesinin de etkisiyle
ithal ikameci ekonomi politika seçeneğini uygulayan ülkelerde, düşük faizlerin yatırımları
artıracağı beklentisiyle yetkili otoriteler tarafından düşük tutulması durumunun Türkiye için de
geçerli olduğu görülmektedir. İthal ikameci politikaların kalkınma planları ile uygulandığı
dönemde, finansal sektörün bu planların hedeflerini gerçekleştirmeye dönük olarak dizayn
edildiği ve özellikle kamu bankacılığının baskın bir rol oynadığı finansal sektörde, fonların
planlar doğrultusunda kullandırılması çabasının ön plana çıktığı görülmektedir. Ayrıca
makroekonomik politika çerçevesinin de etkisiyle finansal sektörde korumacı ve müdahaleci bir
yapının olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de finansal sektörde kredi tayınlaması,
selektif kredi politikaları, sektöre girişlerin yasaklanması veya sıkı izne tabi tutulması ve faiz
oranlarının yetkili otoriteler tarafından belirlenmesi gibi bir çok sınırlamanın ve kısıtın varlığı
sözkonusudur. Uygulanan ithal ikameci politikaların 1970’lerin sonunda krizle sonuçlanması,
Türkiye’yi yeni politika seçenekleri aramaya yönlendirmiştir.
Türkiye
Ekonomisi’ni
1979’daki
büyük
krizinden
çıkarmak
için
tercih
edilen
makroekonomik politika seçeneği, ekonominin dayandığı temel parametreleri değiştirmiş ve
serbest piyasa ekonomisi ilkelerini öne çıkararak ihracata dönük bir sanayileşme anlayışını kabul
etmiştir. Bu çerçevede özellikle devletin küçülmesine, özel sektörün teşvik edilmesine, fiyatların
serbest piyasa koşullarında oluşmasını engelleyen kısıtların kaldırılmasına ve ekonominin dış
dünya ile eklemlendirilmesine yönelik reformların yapıldığı görülmektedir. Bu ekonomi politika
seçeneğinin finansal sektöre yansıması ise, faizlerin piyasa güçleri tarafından belirlenmesine izin
verilmesi, kredi ve mevduat faiz oranlarına ve miktarlarına ilişkin kısıtlayıcı unsurların
kaldırılması, yabancı bankaların sektöre girişlerine izin verilmesi ve yerleşikler ile yabancıların
döviz cinsinden ekonomik faaliyetlerine olanak sağlayan düzenlemelerin yapılması şeklinde
olmuştur. Öncelikle finansal piyasalardaki her türlü kısıtın kaldırılmasına yönelik olarak başlayan
finansal sektör reformları, 1989 yılında sermaye hesabının serbestleştirilmesi ile dış finansal
piyasalarla tamamen bütünleşmesiyle sonuçlanmıştır.
Finansal liberalizasyon ile birlikte tasarruf sahiplerinin atıl ve verimsiz bir şekilde
değerlendirdikleri fonların kısmen finansal sektöre çekildiği görülse de, makroekonominin
dayandığı politika seçeneğindeki tutarsızlıklar ve reformların hızlı bir şekilde yapılamaması
finansal liberalizasyondan beklenen sonuçları sınırlandırmıştır. Özellikle kamuda mali disiplinin
sağlanamaması sonucu artan borçlanma ihtiyacı önceleri iç piyasalardan ve 1989 sonrasında ise
dış piyasalardan karşılanmaya başlanmıştır. Sürekli bütçe açıkları sonucu artan borçlanma
ihtiyacı bir yandan faizleri yükseltirken bir yandan da finansal sektördeki fonların artan ölçüde
kamu tarafından kullanılmasına neden olmuştur. Kamu maliyesindeki bu yapısal durum borcun
borçla kapatılması sürecine girmesiyle de ekonominin krize girmesine katkıda bulunmuştur.
Dolayısıyla dış dünya ile tamamen bütünleşmiş bir ekonomideki makroekonomik istikrarsızlıklar,
finansal sektörü temel fonksiyonlarından uzaklaştırmıştır. Ayrıca liberal politika çerçevesine
uygun yasal ve kurumsal altyapının zamanında oluşturulmaması da ayrı bir sorun olarak ortaya
çıkmıştır. Özellikle etkin bir gözetim ve denetim mekanizmasının geliştirilememiş olması, bir çok
özel bankanın TMSF’ye devredilmesiyle sonuçlanmıştır. Yine uygulanan popülist politikalar,
kamu bankalarının görev zararlarının artmasına ve krizlerin faturasının ağırlaşmasına neden
olmuştur.
Bütün bu tartışmalar, Türkiye’de finansal liberalizasyonun finansal gelişmeye katkısı
açısından önem arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’de finansal gelişmeyi belirleyen
faktörler incelenirken ekonominin temel özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini ortaya
koymaktadır.
Finansal liberalizasyon sürecinde Türkiye’de makroekonomik göstergelerdeki değişimin
incelendiği ikinci bölümden sonra, üçüncü bölümde finansal gelişmenin ölçülmesi ile ilgili
tartışmalardan sonra, Türkiye’de finansal gelişme, geliştirilen farklı finansal gelişme göstergeleri
kullanılarak betimsel olarak incelenecektir.
FİNANSAL GELİŞMENİN ÖLÇÜLMESİ
Bir değişkenin ölçülebilmesi, her şeyden önce onun iyi tanımlanmasını gerektirmektedir. Bu
durum
özellikle
finansal
gelişme
için
de
söz
konusudur.
Finansal
gelişmenin
değerlendirilebilmesi için ölçülmesi, ölçülebilmesi için de tanımlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
Finansal gelişmenin ölçülmesindeki güçlük, bunun çok boyutlu bir özellik taşımasından
kaynaklanmaktadır.
Finansal gelişme, bir ekonomide finans piyasasında kullanılan araçların çeşitliliğinin artması
ve bu araçların daha yaygın olarak kullanılır hale gelmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Başka bir
tanım olarak finansal gelişme, finansal piyasaların gelişmişliği olarak nitelendirilebilir. Bu
ifadeden yola çıkarak finansal açıdan gelişmiş bir ekonomi için, finansal kurumların ve
hizmetlerin çeşitliliğinin arttığı, finansal sistemde yaratılan fonların reel kesime aktarılma
oranlarının yüksekliğinden bahsetmek olanaklıdır.
Finansal gelişme, ölçülmesi güç olan ya da hazır verisi olmayan bir değişkendir. Bu sebeple
finansal gelişme ile ilgili alternatif ölçütlerin geliştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca geliştirilen her
gösterge, finansal sektördeki gelişmenin farklı yönlerindeki etkilerinin ölçülmesini yansıttığından
analizler açısından önem arz etmektedir. Finansal gelişmenin ölçülebilmesi için iyi tanımlanmış
bir göstergeler demetinin ekonomik politikaların hazırlanmasında, geliştirilmesinde ve
uygulanmasında gerekli olduğu açıktır. Bu yüzden finansal sektör için geliştirilen göstergeler
demeti; parasal durumu, kredi akışını, likidite yönetimini ve finansal sektörün risk yönetim
karakteristiklerini kapsamalıdır. Ayrıca finansal sistemin gelişimini ölçmek için fiyat belirleme
ve fiyat esnekliği yönlerini içerecek şekilde finansal fiyatlama mekanizmasını da içermelidir (Kar
ve Ağır, 2005: 55). Görüldüğü üzere finansal sektörün gelişimini gösterebilmek için tek bir
gösterge yeterli olmamaktadır.
Ampirik
çalışmalarda
finansal
gelişmenin
göstergesi
olarak
farklı
değişkenler
kullanılmaktadır (Gupta, 1984; Odedokun, 1989; King ve Levine, 1993a; Levine, 1997; Gregorio
ve Guidotti, 1995; Lynch, 1996; Arestis ve Demetriades, 1997; Gelbard ve Leite, 1999; Kar ve
Pentacost, 2000). Bu bağlamda finansal gelişme göstergeleri, miktar ölçütleri, yapısal ölçütler,
finansal fiyatlar, ürün çeşitliliği ve değişim maliyeti gibi farklı kategorilerde incelenebilmektedir
(Lynch, 1996).
Miktar Ölçütleri
Ampirik çalışmalarda ölçülmesi güç olan bir değişken için, en iyi şekilde temsil edebilen
değişkenler (proxies) seçilmektedir (Kar, 2001b: 157). Bu bağlamda parasal büyüklükler,
kredilere ilişkin büyüklükler ve sermaye piyasalarına ilişkin göstergelere dayanan miktar
ölçütleri, finansal gelişmenin geleneksel göstergeleri olarak hemen hemen tüm ampirik
çalışmalarda ortak değişkenler olarak yer almaktadırlar. Bununla birlikte hem bankacılık
göstergeleri hem de sermaye piyasaları ile ilgili göstergeleri içeren mali varlık stoğuna ilişkin
gösterge de diğer bir miktar ölçütü olarak değerlendirilmektedir.
Parasal Büyüklükler
Parasal büyüklükler, taşıdığı bilgi dolayısıyla finansal kalkınma için kullanılan en yaygın
göstergelerinden birisini oluşturmaktadır (Galetoviç, 1996; Gregorio ve Guidotti, 1995; Lynch,
1996). Parasal büyüklükler olarak gösterilen bu büyüklükler, dar tanımlı para arzı (M1), geniş
tanımlı para arzı (M2, M2Y, M3) değişkenlerinden türetilen (M1/GSMH, M2/GSMH,
M2Y/GSMH, M3/GSMH gibi) çeşitli göstergelerden oluşmaktadır (Gupta, 1984: Jung, 1986;
Odedokun, 1989; Wood, 1994; Murinde ve Eng, 1994a; 1994b). Bir finansal gelişme göstergesi
olarak M1/GSMH değerinin ekonominin parasallaşma sürecinin aşılmasından sonra finansal
gelişmenin devam etmesiyle birlikte düşmesi beklenmektedir. Yani M1/GSMH oranının yüksek
olması (dolaşımdaki para miktarının büyük olması) finansal azgelişmişliğin, düşük olması ise
finansal piyasaların gelişmişliğinin bir göstergesidir. Diğer yandan ampirik çalışmalarda en sık
kullanılan finansal sektör göstergelerinden biri geniş tanımlı para arzının gelire oranıdır
(M2/GSMH). Bu gösterge ekonomideki parasallaşmanın derecesinin ölçütüdür. M2/GSMH oranı
halkın bankacılık sistemini kullanımı hakkında bilgi verir. Doğal olarak bu oranın yüksek olması
finansal piyasaların gelişmişliğinin göstergesi sayılabilir. M2’den farklı olarak M2Y döviz tevdiat
hesaplarını da bünyesinde barındırır. Bu oran bankacılık sistemindeki mevduatların bir
bölümünün yabancı paralardan oluştuğu göz önüne alındığında kullanılması gerekli bir büyüklük
olarak ifade edilebilir. Bankalar aracılığı ile borç verilebilecek fonları temsil ettiği varsayılan
M3/GSMH (Erim ve Türk, 2005: 27) geniş tanımlı para arzı göstergesi parasal göstergelerden bir
diğerini oluşturmaktadır. Finansal gelişmenin sağlandığı durumlarda M3/GSMH oranının arttığı
ampirik olarak bulgulanmış bir değişkendir (McKinnon, 1991: 13). Dolayısıyla hızlı ekonomik
büyümenin sağlandığı durumlarda M3/GSMH göstergesinin de yüksek olması beklenmektedir.
Parasal büyüklüklerin finansal gelişmenin bir göstergesi olarak kullanılabileceğinin bazı
problemlere sebep olabileceği de tartışılmaktadır (Gregorio ve Guidotti, 1995; King ve Levine,
1993a). King ve Levine (1993a), farklı parasal büyüklüklerin finansal aracılığın farklı yönlerini
temsil edeceğini ve farklı hareket edeceğini söylemektedir. Gregorio ve Guidotti (1995) ise,
M2/GSMH oranının mevduatların kredi olarak kullanabilmesini göz önünde bulundurarak bu
oranın daha iyi bir finansal gösterge oranı olduğunu vurgulayarak, M1/GSMH’nin finansal
gelişme göstergesi olarak kullanımını eleştirmektedir.
Kredilere İlişkin Büyüklükler
Kredilere ilişkin büyüklükler olarak ise, yurt içi toplam kredi hacmi (YİKH) ile özel sektöre
verilen krediler (ÖSKH) değişkenlerinden türetilebilecek (yurt içi kredi hacminin gelire oranı
(YİKH/GSMH), özel sektöre verilen kredilerin gelir içerisindeki payı (ÖSKH/GSMH) veya özel
sektöre verilen kredilerin toplam krediler içerisindeki payı (ÖSKH/YİKH gibi) göstergeler
finansal gelişmenin ölçütü olarak kullanılmaktadır (Gupta, 1984; Odedokun, 1989; Agung ve
Ford, 1998; Durham, 2002). King ve Levine (1993a)’in kullandığı kredilere ilişkin
göstergelerden birisini, özel girişimcilere verilen kredilerin, merkezi ve yerel yönetimlere verilen
kredilerle kamu ve özel girişimcilere verilen krediler toplamına oranı olarak elde edilen değişken
oluşturmaktayken diğeri ise özel sektöre verilen kredilerin GSYİH içerisindeki payı
oluşturmaktadır.
Finansal gelişme sürecinin olumlu sonuçlarından bir tanesi kredi hacminin genişlemesidir.
Yatırımlara aktarılan fonların artmasının ekonomik performansı etkilemesinden dolayı, finansal
gelişmenin sağlanabildiği durumlarda yurt içi kredi hacminde ve özel sektöre verilen kredi
hacminde bir artış beklenmektedir. Benzer bir şekilde, finansal gelişmeye paralel yurt içi kredi
hacmi içerisinde özel sektöre verilen kredilerin payında da bir artış beklenmektedir.
Sermaye Piyasası Göstergeleri
Finansal gelişmişliğin miktar ölçütlerinden bir diğeri de sermaye piyasasına ilişkin
göstergelerden oluşmaktadır (Arestis ve Demetriades, 1997; Filer Honousek ve Campos, 1999;
Mazur ve Alexander, 2000; Müslümov ve Aras, 2002). Bunlardan bir tanesi, sermaye piyasasının
genişliğini ölçmek için kullanılan piyasa değeri oranı (market capitalization ratio), piyasadaki
hisse senetleri değerlerinin (toplam piyasa değeri) GSMH’ye oranı yoluyla elde edilmektedir.
Sermaye piyasasının genişliğinin ölçülmesi için kullanılan bir diğer gösterge ise piyasadaki
şirketlerin sayısıdır.
Sermaye piyasalarının önemli fonksiyonlardan birisinin, piyasadaki likidite riskinin
azaltılması olması sebebiyle piyasaların gelişmişlik göstergesi olarak, likidite göstergeleri
kullanılmaktadır. Borsa gelişiminin önemli bir göstergesi olan likidite, borsaların fonksiyonlarını
etkin bir şekilde yerine getirmesini engelleyen işlem maliyetiyle ters orantılıdır. Bu göstergeler,
hisse senedi işlem hacminin GSMH’ye oranı veya işlem hacminin piyasa değerine oranı şeklinde
ifade edilmektedir (Arestis ve Demetriades, 1997: 786; Erim ve Türk, 2005: 34).
Levine ve Zervos’a (1996) göre gelişmiş menkul kıymet borsaları, yatırımlar ve büyüme
üzerinde bankacılık sektöründen daha güçlü ve farklı bir etkiye sahiptir. Özellikle artan
kapitalizasyon oranı bir ekonominin sermayeyi harekete geçirme ve riski dağıtma gücünü
iyileştirebilir (Arestis ve Demetriades, 1997: 785). Menkul kıymet borsalarının performansına
dair diğer önemli noktalar, volatilite, yoğunlaşma ve fiyatlamada etkinliğin olup olmamasıyla
yakalanabilir. Fiyatlamada etkinliğin ölçümü ulusal ve uluslararası sermaye piyasalarının dünya
piyasalarına entegrasyonunun bir göstergesidir (Arestis ve Demetriades, 1997: 786).
Piyasanın gelişmişliği ile ters yönde ilişkili olduğu varsayılan göstergeler ise, yoğunlaşma ve
dalgalılıktır (volatility). Yoğunlaşma piyasadaki en büyük 10 hisse senedinin piyasa değeri
içindeki payıyla ölçülürken, dalgalılık hisse senetlerinin getirilerinin yıl içindeki standart
sapmalarının hesaplanmalarıyla ölçülmektedir. Bununla birlikte diğer bir gösterge olarak da,
sermaye piyasaları için yukarıda ifade edilen tüm bu göstergelerin ortalamaları alınarak bir
sermaye piyasası gelişmişlik indeksi de oluşturulabilmektedir (Erim ve Türk, 2005: 34).
Finansal gelişme süreci sermaye piyasalarının da gelişimini kapsamaktadır. Sermaye
piyasalarının gelişimi ise firmalara doğrudan kredi edinebilme olanağı sunmaktadır. Doğal olarak
kredi edinebilme olanağının bu yolla artması finansal gelişmenin sağlanmasıyla ilgilidir.
Borsadaki işlem hacmi, piyasanın yönünü tespit etmede kullanılan önemli bir ölçüttür (Başoğlu
vd., 2001: 512). Borsa kapitalizasyon oranının artması piyasanın gelişmişliğinin göstergesi
olabilecek bir ölçüt olarak algılanabilmektedir. Piyasa işlem hacminin GSMH’ye oranındaki artış
da kapitalizasyon oranına benzer bir gösterge olarak, finansal gelişmişliğin göstergesi
olabilmektedir. Bununla birlikte sermaye piyasalarında borsaya kote ettirilen şirket sayılarındaki
artış, finansal gelişmişliğin göstergelerinden birisidir.
Mali Varlık Stokuna İlişkin Gösterge
Miktar göstergesi olarak kullanılabilecek diğer bir finansal gelişme göstergesi de hem parasal
göstergelerin hem de sermaye piyasasına ilişkin göstergelerin bir arada bulunduğu, bir
ekonominin tüm finansal varlıklarını ifade eden toplam mali varlık stoğu (total financial assets)
(TMVS) TMVS/GSMH değişkenidir (Erim ve Türk, 2003: 23). Mali varlık stoğu içerisinde,
parasal göstergeler, döviz tevdiat hesaplarını da içine alan bankacılık sistemi toplam mevduat
miktarı ile birlikte kamu ve özel sektörün menkul kıymetleri ile finansal aracı kurumların toplam
varlıkları bulunmaktadır. TMVS’nin finansal gelişme ile birlikte yükselmesi beklenmektedir.
Yapısal Ölçütler
İktisadi gelişme sürecinde, finansal sistem çok önemli bir rol oynamakta ve işlevlerini çok
farklı kanallarla yerine getirmektedir. Bundan dolayı finansal sistemin gelişimi farklı ölçütlerin
kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda finansal sistemin yapısındaki değişikliklerin ve
sistemi oluşturan alt birimlerin öneminin belirlenmesi de oldukça önemli bir unsur olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu göstergelerden biri de, M2/M1 oranıdır. Bu göstergedeki artış, bir ekonominin
finansal sisteminin gelişmişlik seviyesi ile doğru orantılıdır (Lynch, 1996).
Bu artış finansal sistemin gelişimiyle birlikte vadeli mevduat miktarının işlem amaçlı para
miktarına göre daha hızlı artacağı anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, M2/M1 oranındaki
artış, eldeki paranın nasıl değerlendirildiğiyle yakından alakalı bilgileri yansıttığından yapısal bir
gösterge niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla finansal gelişmeye paralel olarak ekonomik birimlerin
ellerindeki parayı işlem amaçlı da olsa atıl tutma yerine vadeli mevduat olarak değerlendirmeleri
söz konusu olacak ve bu da finansal sistemdeki M2/M1 oranını artıracaktır (Kar ve Ağır, 2005:
60).
Finansal Fiyatlar
Gelişmiş finansal sistemlerde fiyatlar piyasa güçleri tarafından belirlendiğinden, pozitif
olarak gerçekleşmektedir. Bu durum ekonomik birimlerin rasyonel kararlarının bir sonucudur.
Çünkü bireyler, reel getirisi pozitif olmayan yatırımlardan kaçındıkları takdirde ekonominin
büyüme olanakları sınırlandırılmamış olacaktır. Bu hem neo-klasik büyüme modellerinin hem de
son zamanlarda geliştirilen içsel büyüme modellerinin bir sonucudur (Lynch, 1996). Bu aynı
zamanda finansal sektörün liberalleşmesini savunan McKinnon ve Shaw’un argümanlarının
temelini oluşturmaktadır. Faiz oranları, reel anlamda pozitif olmanın yanı sıra, ekonomik
beklentileri de doğru yansıtmalıdır. Dolayısıyla faiz oranlarının seviyesi ve esnekliği çok
önemlidir. Bu bağlamda bir ekonomideki finansal fiyatlar ve bunların esnekliği finansal
gelişmenin bir göstergesi olarak alınabilir.
Reel faiz oranları en önemli finansal fiyatları oluşturmaktadır. Bu onanın pozitif olması
finansal gelişmenin en temel ön şartıdır. Geri kalmış ekonomilerdeki parçalanmış (fragmented)
piyasalarda genellikle negatif reel faiz oranı oluşmakta ve bu durum finansal varlıklar şeklindeki
tasarrufları olumsuz etkilemektedir. Her ne kadar reel faiz oranları ile toplam tasarruflar
arasındaki ilişkide belirsizlik olsa da3, finansal tasarruf ile reel faiz oranı arasında pozitif bir ilişki
olduğu ileri sürülmektedir (Fry, 1995; Dornbusch ve Reynoso, 1989). Mevduatı sürekli hale
getirebilmek için kredi faizlerinin de pozitif olması çok önemlidir. Bütünleştirilmiş finansal
piyasalar beklentiler üzerine oluşturulduklarından pozitif reel faiz oranı üretirler (Kar ve Ağır,
2005: 61).
Değişen ekonomik şartlara fiyatların gösterdiği tepki de önemlidir. Etkin finansal sistemler,
ekonomik şartlardaki değişmeden kaynaklanan yeni beklentilere uyumu kolaylaştırmaktadırlar.
Ancak geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde yıllar içerisinde değişen ekonomik koşullar
karşısında aynı tür politikaların uzun yıllar uygulandığı da bir gerçektir. Örneğin, birçok ülkede
enflasyon oranlarındaki artışa rağmen, faiz oranları yetkili birimlerce uzun süre baskı altında
tutulmuş ve sonuçta negatif reel faiz oranlarının oluşmasına neden olunmuştur. Buna karşılık
liberal finansal sistemlerde faiz oranlarının değişen ekonomik konjonktüre ve beklentilere hızla
uyum sağladığı bilinmektedir. Faiz oranlarını katı (sıkı) bir şekilde kontrol etmek, eğer enflasyon
değişken ise, reel faiz oranı istikrarsızlığı pahasına, nominal olarak istikrarlı faiz oranı sağlar.
Dolayısıyla, reel olarak yıkıcı ve zarar verici bir şekilde volatilitesi yüksek reel faiz oranı
oluşturmadan, istikrarlı bir düşük nominal faiz oranı sağlamanın tek yolu, düşük ve istikrarlı bir
enflasyon oranı gerçekleştirmektir (Kar ve Ağır, 2005: 61).
Piyasaya dönük finansal sistemler, fiyatların kontrol altında tutulduğu sistemlere göre, ceteris
paribus, sırasıyla düşük reel faiz volatilitesi ve yüksek nominal faiz volatilitesi gösterirler (Kar ve
Ağır, 2005: 61).
Tasarruf ve yatırımın faiz esnekliği hakkında, çok sayıdaki ülkenin ele alındığı geniş bir ampirik literatür vardır.
Fakat bu literatür birbiriyle çelişkili sonuçlar ortaya koymaktadır (Williamson ve Mahar, 2002: 83). Reel faiz
oranlarının tasarruflar üzerindeki etkilerini inceleyen ve birbirlerinden farklı sonuçlara ulaşan çalışmalar için, bknz
(Gelb, 1989; Grene ve Villanueva, 1991; Demetriades ve Devereux, 1992; Fry, 1978; 1980; 1995). Diğer taraftan bu
tartışmanın Türkiye üzerine yapılan ampirik çalışmalar için de geçerli olduğu 4. Bölümde ayrıntılı bir şekilde
vurgulanmaktadır.
3
Ürün Çeşitliliği
Finansal gelişmişliğin göstergelerinden bir tanesini de finansal piyasalardaki araçların
çeşitliliği oluşturmaktadır. Gelişmiş sermaye piyasalarına sahip olan ülkelerde piyasalardaki ürün
çeşitliliği fazladır. Bu durum, piyasa aktörlerinin bir taraftan tasarruflarını birbirinden farklı
yatırım enstrümanlarında değerlendirebilmelerine olanak sunmakta, diğer taraftan da fona
ihtiyacı olan birimlerin alternatif borç alabilme kabiliyetleri gelişmiş olmakta, doğal olarak da
sisteme daha fazla fon çekilebilmektedir.
Finansal araçlar para ve sermaye piyasası araçları olarak temelde iki farklı grup oluştururlar.
Para piyasası araçları, hazine bonoları, mevduat sertifikaları, finansman bonoları, teminat
mektupları vb., gibi vadeleri bir yılın altında, likit ve daha az maliyetli finansal araçlardan
oluşmaktadır. Sermaye piyasası araçları ise vadeleri bir yılın üzerinde ve genellikle gelişmiş
organize piyasalar olarak nitelendirilmektedir. Sermaye piyasasının araçları para piyasasının
araçlarına göre çok daha değişkendir ve riskleri fazladır. Sermaye piyasası araçlarında vade
yapıları uzun olduğundan dolayı daha az likittirler (Günal, 2006: 29). Sermaye piyasası araçları
olarak da, hisse senetleri, devlet tahvilleri, ipotek senetleri, tüketici ve ticari krediler gibi araçlar
sayılabilir.
Eğer bir finansal sistem, para ve sermaye piyasalarında işlem gören, finansal araçları
çeşitlendirebilmiş ise gelişmiş bir finansal sistem olarak adlandırılabilir.
Değişim Maliyeti
Finansal sistemden yerine getirmesi beklenen fonksiyonların çoğu, fon değişiminden
kaynaklanacak olan maliyetin de düşürülmesine katkı sağlayabilecektir. Hızla gelişen
ekonomilerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni yatırım araçları ve piyasalarıyla finansal
sistem, mal ve hizmet değişimini kolaylaştırmakta, fonlara daha çabuk ve daha ucuz ulaşılmasını
sağlamaktadır. Sistemin bu özelliği finansal küreselleşmeyle birlikte daha da ön plana
çıkmaktadır. Eskiden bir kıtadan diğerine gönderilen mal, hizmet ve sermaye aylar sonra yerine
ulaşabilmekteyken günümüzde bu işlemler çok kısa sürelerle gerçekleşebilmektedir.
Finansal sektördeki gelişme sonucunda finansal kurumlar arasında sunulan hizmetlerde bir
rekabetin olması beklenir. Beklenen bu rekabet ortamı borç alma ve borç verme arasındaki faiz
oranları arasındaki farkı azaltarak maliyetlerin düşmesine de katkı sağlar. Bir finansal sistem,
aracılığın maliyetini ne kadar azaltabiliyorsa tasarrufların daha büyük bir kısmının yüksek getirili
yatırımlara tahsis edilmesine olanak verdiğinden o kadar verimlidir (Llewellyn, 1997: 9).
Finansal sistem, tasarruf edenler ile yatırım yapmak için bu tasarrufları talep eden
yatırımcıları karşı karşıya getirmektedir. Bu işlevini yerine getirirken yatırımcılardan aldığı kredi
faiz oranı ile tasarrufçulara verdiği mevduat faiz oranı arasında kalan kısmı kendisi için alıkoyar.
Etkin bir finansal sistem bu aracılık sisteminde en az miktarı kendisi için alıkoyandır. Bu sayede
yatırıma aktarılabilecek fon miktarının optimal seviyede tutulması olanaklı olur. Dolayısıyla bir
finansal sistemin hedefi, işlem maliyetini azaltmak olmalıdır (Kar ve Ağır, 2005: 64).
Finansal sistemin değişim maliyetini etkin bir şekilde gerçekleştirebilmesi uzun dönemli
sürdürülebilir bir büyümenin sağlanmasında kritik önem taşımaktadır. Bu işlevin etkin bir şekilde
yerine getirilmesinde, aracılık maliyetlerinin düşürülmesi önemli bir önkoşul niteliğindedir (TBB,
2003). Finansal aracılığın işlem maliyeti genellikle faiz oranı (speads) ile ölçülmektedir. Bu ise
kredi faiz oranı ile mevduat faiz oranı arasındaki farktan (faiz marjı) oluşmaktadır.
Ürün Çeşitliliğine Göre Bir Değerlendirme
Finansal piyasa araçlarındaki çeşitlilik yapısı için, Türkiye’de menkul kıymet piyasalarında
işlem gören menkul kıymet stokları 1986-2007 aralığı için incelenmektedir. Tablo 3.2’ye göre
veri dönemde kamu kesiminin çıkarttığı menkul kıymetler, özel sektör menkul kıymetlerinden
çok fazla bir paya sahiptir. 1986 yılında özel kesim menkul kıymetlerinin toplam menkul kıymet
stoğundaki payı yüzde 23,2 iken, kamu kesimi menkul kıymetlerinin payı yüzde 76,8 olarak
görülmektedir. Bu oranların yanında dikkati çeken diğer bir nokta ise, 1986 yılındaki menkul
kıymet stokları içerisinde işlemi yapılan finansal araçlarda alternatif finansal araçların varlılığın
sınırlı olmasıdır. Toplamı oluşturan değerler birkaç finansal araç tarafından oluşturulmaktadır. Bu
görünüm ele alınan dönem itibariyle de geçerliliğini korumuş, finansal araçlarda bir artış
olmamıştır.
Toplam menkul kıymet stokları içerisinde özel sektörün payı, 1990’lı yılların başlarında ciddi
bir ilerleme kaydetmiş olmasıyla birlikte, bu artış çok uzun sürmemiş 1990’lı yılların ortalarında
veri dönemin başlangıç değerlerinin de altına inmiştir. Bu yıllardan sonra toplam menkul
kıymetler içerisindeki payını arttıramayan özel kesim menkul kıymet stokları, 2000 yılından
sonra ciddi bir düşüşle karşılaşmıştır. 2001-2002-2003 ortalaması yaklaşık olarak yüzde 8’lerde
kalmış, bu ise incelenen dönemdeki en düşük oranları oluşturmaktadır. Toplam menkul kıymet
stoku içerisinde hisse senetleri oranlarının düşük olmasında talep yönünde yaşanan sorunlar ve
firmaların halka açılmada isteksiz davranmaları yatmaktadır. 2003 yılından sonra özel kesim
menkul kıymetlerinde bir artış olmuş bu artış 1996 yılından sonra ilk kez bu oranlara ulaşmıştır.
2007 yılında toplam menkul kıymet stokları içerisinde özel sektörün payı yüzde 17 olarak
gerçekleşmiştir. Hisse senetleri piyasasının ekonomik şartlara duyarlılığı oldukça fazla
olmasından dolayı herhangi bir ekonomik değişme, piyasanın aniden yön değiştirmesine neden
olabilmektedir. Hisse senetleri piyasasının gelişimini engelleyen talepte yaşanan sorunların
kaynağını, nakit kar payı ödemelerinin düzensizliği ve yatırımcının fonlarını daha fazla gelir elde
etmek amacıyla kamu menkul kıymet stoklarına yöneltmesi vb. gibi piyasadaki volatilitenin fazla
olması oluşturur.
2006
2007
2005
2004
2003
2002
2001
2000
1999
1998
I.Özel Sektör
Menkul
Kıymetleri
Hisse Senedi
Tahvil
Finansman Bonosu
Varlığa Dayalı
Menkul Kıymet
Banka Bonosu/Banka
Garantili Bono
Kar Zarar Ortaklığı
Belgesi
Gayrimenkul
Sertifikası
II.Kamu Kesimi
Menkul
Kıymetleri
Devlet Tahvili
Hazine Bonosu
Gelir Ortaklığı
Senetleri
Dövize endeksli
Senetler
Özelleştirme tahvili
Toplam
1997
Tablo 3.3: Ürün Çeşitliliği (1997-2007) (%)
13,3
13,9 14,0
15,7
7,9
8,0
8,4
10,0
11,4
14,0
17,0
12,9
0,1
0
0,2
13,8 14,0
0
0
0
0
0,1
0
15,7
0
0
0
7,9
0
0
0
8,0
0
0
0
8,4
0
0
0
10,0
0
0
0
11,4
0
0
0
13,9
0
0
0
16,8
0,1
0,1
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
0
86,7
86,1 86,0
84,3 92,1
92
91,6
90,0
88,6
86,0
83,0
50,8
33,8
0
42,2 72,6
42,7 11,9
0
0
78,7 76,6 68,2
4,7 15,0 22,6
0
0
0
79,0
11,9
0
76,9
12,0
0
80,9
6,3
0
82,4
3,3
0
81,0
2,0
0
0
0
0
0
0
0
0,9 0,5 0,7
100 100 100
0,8
100
1,2
100
1,4
100
0,3
100
0
100
0
2,1
100
Kaynak: SPK, 2008a.
0
0
1,3 1,4
100 100
0
0
Özel sektörün hisse senetleri dışındaki uzun vadeli borç araçlarını bu kadar az tercih
etmesinin sebebi kamu sektörünce çıkarılan buna benzer araçlarla aralarında rekabet gücünün
olmamasıdır. Kamu sektörünün ihtiyacı olan fonları karşılamakta kullandığı uzun vadeli
araçlarda vergi muafiyetlerinin olması kamu sektörünce çıkarılan bu araçlara talebin fazla
olmasını sağlarken aksine özel sektörün bu araçlarına talebi önlemiştir. Özel sektördeki bu
durumun bir diğer önemli nedeni de yüksek enflasyondur. Yüksek enflasyon uzun dönemde
kıymetlerin değerini düşürmekte, finansman maliyetlerini yükseltmekte ve bu durumda bu
yatırımları caydırmaktadır.
Kamu kesimi menkul kıymetlerinin toplam menkul kıymet stokları içerisindeki payı her
zaman çok yüksek seviyelerde seyretmiştir. Kamu kesimi, menkul kıymet stoklarının büyük bir
kısmını kendisi kullanmaktadır. Bu durum özellikle 2001 krizinde kamu açıklarının artmasıyla
beraber tehlikeli boyutlara ulaşmış adeta özel kesim için kullanılacak fon bırakılmamıştır. Diğer
bir ifadeyle, kamu kesimi sermaye piyasalarındaki fonların çoğunu menkul kıymet yoluyla
çekerek özel kesimi bu piyasadan adeta dışlamaktadır (Alp, 2000: 382).
Kamunun ihraç ettiği menkul kıymetler de sınırlı bir çerçevede kalmış fakat, incelenen
dönemde 1996 yılına kadar neredeyse tüm finansal araçlar piyasada işlem görmüştür. Kamu
menkul kıymet stokları içerisinde, başlangıçta devlet tahvili diğer finansal araçlardan daha çok
kullanılmışken, 1996 yılına doğru hazine bonolarının payı devlet tahvilini geçmiş, gelir ortaklığı
senetleri ve dövize endeksli senetlerin payı ise neredeyse kalmamıştır. 1997 sonrasında devlet
tahvili diğer menkul kıymetler içerisinde en çok kullanılan araç haline gelmiştir. Kamu kesimi
menkul kıymet stokları içerisinde devlet tahvili, toplam içerisinde son üç yılın ortalaması yüzde
80’in üzerinde seyretmektedir. Diğer taraftan, 1995 yılından itibaren özelleştirme tahvillerinin de
piyasada yer bulduğu, ancak son yıllarda kullanılmadığı görülmektedir.
Gelişmiş sermaye piyasalarına sahip olan ülkelerde finansal piyasalarda finansal araçların
çeşitliliği fazladır. Yukarıdaki tartışmalar Türkiye’de finansal araçların çeşitlilik bakımından
gelişmediğini göstermektedir. Finansal sistemde alternatif finansal ürünler geliştirilememiş, var
olan finansal ürünler de birkaçı dışında zamanla ortadan kaybolmuştur.
Finansal gelişmenin göstergesi olabilecek çeşitli değişkenlerle Türkiye’de finansal
gelişmenin seyrinin incelendiği bu bölümden sonra, dördüncü bölümde, Türkiye’de finansal
liberalizasyon ve finansal gelişme üzerine yapılan ampirik literatür detaylı bir şekilde
incelenecektir.
PARA POLİTİKASI
En kolay tanımıyla para politikası, para miktarı ve faizlerin ne şekilde yönlendirilmesi gerektiğini
sorgular. 1980li yıllardan itibaren dünyada merkez bankalarının bağımsızlıklarının sağlanmasıyla
birlikte para politikasını merkez bankaları hükümetlerden bağımsız şekilde yönetmektedir. Para
politikasının temel amacı fiyat istikrarı, finansal istikrar, iktisadi büyüme ve tam istihdam gibi
olgulardan sadece biri veya birden fazlası olabilmektedir. Örneğin, TCMB’nın temel amacı fiyat
istikrarını sağlamaktır destekleyici amacıysa finansal istikrarı sağlamaktır. ECB’nın ise temel
amacı fiyat istikrarını sağlamakken Fed’in ise temel amacı fiyat istikrarını, tam istihdamı ve
iktisadi büyümeyi sağlamaktır.
Aşağıdaki tablo.4’den de görülebileceği gibi para politikalarında iki temel yaklaşım vardır.
1.Aktif para politikaları: Aktif para politikaları, yönetimlerin takdirine bağlı para politikalarıdır.
Bu yaklaşımda yönetimler yani merkez bankaları ekonominin genel durumunu incelerler ve buna
bağlı olarak da para miktarı, faiz, kredi hacmi gibi büyüklükleri ekonominin ihtiyaçları
doğrultusunda ayarlamaya çalışırlar. Bu yaklaşım Keynesci geleneğin uzantısında oluşmuştur.
2.Kurala bağlı para politikaları: Belirli bir büyüklüğü para politikasının hedefi olarak belirleyip,
bir politika hedefini yönetimin uymakla yükümlü olduğu bir kural kabul eden para politikası
yaklaşımıdır(Paya,2007:174).Bu yaklaşım Keynesci olmayan yaklaşımların savunduğu bir
yaklaşımdır. Mesela; Geleneksel yaklaşım ve parasalcı teori bu yaklaşımdaki parasal hedefleme
rejimini savunurlar.
Bu yaklaşımdaki enflasyon hedeflemesinin çapası hedef enflasyon oranıdır yani merkez bankaları
hedef enflasyon oranı üzerinden enflasyonu düşürmeye çalışırlar, döviz kuru hedeflemesindeyse
hedef döviz kuru(sabit kur) üzerinden enflasyon düşürülmeye çalışılır, parasal hedefleme
rejimindeyse hedef para miktarı üzerinden enflasyon düşürülmeye çalışılır.
Tablo 4: Para politikalarındaki iki temel yaklaşım
Para Politikaları
Aktif para pol.
Kurala bağlı para pol.
Hedef kurallar
Enflasyon hedeflemesi
Araç kurallar
Döviz kuru
hedeflemesi
Parasal Hedefleme
Kurala bağlı para politikalarından 2008 yılına kadar en çok uygulanmakta olanı,1990 yılında ilk
Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlanan enflasyon hedeflemesi rejimidir. Bu rejim, para
politikasının fiyat istikrarını sağlamaya ve sürdürmeye yönelik olarak kurumsallaştığı modern bir
stratejidir(TCMB,2006:3) .Bu rejim çerçevesinde merkez bankaları doğrudan enflasyonu
hedeflemekte ve para politikası araçlarını enflasyon gerçekleşmelerinin ilan edilen hedef
seviyesinde olmasını sağlamak için kullanmaktadır. Ancak 2008 küresel finans kriziyle
gelişmekte olan ekonomiler sadece fiyat istikrarını dikkate alan enflasyon hedeflemesi
rejiminden, fiyat istikrarının yanında finansal istikrarı da dikkate alan esnek enflasyon
hedeflemesi rejimine geçmişlerdir.
4.1. TCMB’nın Yeni Para Politikası Stratejisi
TCMB, 2010 yılının sonlarından itibaren makro finansal riskleri de gözeten yeni bir para
politikası çerçevesi tasarlamış ve uygulamaya koymuştur. Bu kapsamda, enflasyon
hedeflemesinin genel çerçevesi gözden geçirilerek destekleyici amaç olan finansal istikrara vurgu
artırılmış; bu amaca yönelik olarak ek politika araçları geliştirilmiştir. Böylece çok amaçlı, çok
araçlı ve esnek bir politika stratejisi uygulanmaya başlanmıştır.
Tablo 4.1. TCMB’nın Para Politikası Stratejisi
AMAÇLAR
ARAÇLAR
ESKİ YAKLAŞIM
YENİ YAKLAŞIM
FİYAT İSTİKRARI
FİYAT İSTİKRARI
FİNANSAL İSTİKRAR
POLİTİKA FAİZİ
Politika faizi, APİ, Faiz
Koridoru, Zorunlu
karşılıklar , İhracat
Reeskont Kredileri
Tablo 4.1, bize TCMB’nın yeni ve eski para politikası stratejisinin amaçlarını ve araçlarını
göstermektedir.2006dan itibaren uygulanan geleneksel enflasyon hedeflemesi rejiminde temel
amaç fiyat istikrarı ve bu amaca yönelik olarak kullanılan aktif politika aracıysa politika faizi
olmuştur. 2010 sonundan itibaren benimsenen esnek enflasyon hedeflemesi rejimi olarak
adlandırabileceğimiz yaklaşımdaysa temel amaç korunmakla birlikte Merkez Bankasının
destekleyici amacına olan vurgu artırılmış ve bu amaçlara ulaşabilmek amacıyla da tek bir araç
yetersiz kalacağından faiz koridoru, zorunlu karşılıklar ve diğer likidite uygulamaları da aktif bir
şekilde kullanılmaya başlanmıştır.
4.1.1. Neden Yeni Bir Politika Stratejisine İhtiyaç Duyuldu?
Kriz sonrası merkez bankacılığında değişen anlayış
Finansal istikrara yönelik farkındalığın artması
Krizi önlemek temizlemekten daha az maliyetli
Küresel krizden çıkarılan önemli derslerden birisi, merkez bankalarının fiyat istikrarına
odaklanırken finansal sistemde biriken riskleri ve varlık fiyatlarındaki şişkinlikleri göz ardı
etmemesi gerektiğidir. Bu doğrultuda G-20 gibi uluslararası platformlarda merkez bankalarının
finansal istikrara daha fazla önem vermesi gerektiği görüşü giderek yaygınlık kazanmaktadır.
Ayrıca, finansal krizleri önlemek için makro politikalarla tepki vermenin önemine değinen
çalışmalar yakın dönem iktisadi yazınında giderek ağırlık kazanmıştır(Kara,2012a:2)
Konjonktürel etkiler
- Olağanüstü bol likidite, dalgalı risk iştahı, sermaye akımlarında oynaklık artışı
Çalışmanın daha önceki taraflarında da belirttiğimiz gibi küresel krizle birlikte bu krizden
çıkmaya başta FED, ECB gibi merkez bankaları genişletici para politikasına başvurmuşlardır.
Gelişmiş ekonomilerdeki merkez bankalarının politikalarının yarattığı likidite fazlasının büyük
kısmı ise bu ülkelerde kalmamakta ve gelişmiş ekonomilere göre yabancıya yüksek reel faiz
veren Türkiye gibi ekonomilere akmaktadır. Gelişmiş ülkelerde süregelen niceliksel genişleme
sonucu ortaya çıkan kısa vadeli likidite bolluğu ve küresel finans sisteminde süregelen
kırılganlıklar, sermaye akımlarında ciddi oynaklıklara yol açmaktadır.
Türkiye’ye özgü yapısal nedenler
- Açık ekonomi, düşük tasarruf oranı, yapısal cari açık
- Sermaye akımlarındaki oynaklığa duyarlılık
Türkiye ekonomisi yapısı gereği düşük tasarruf oranına sahip, ithal girdi kullanımına bağlı üretim
yapısı olan dolayısıyla yüksek büyüme zamanlarında yüksek cari açık veren, büyüme düştükçe
cari açığı düşen bir ekonomidir. Ekonomi tasarruf açığını, yüksek cari açığı yabancı sermayeyle
finanse etmekte ve dolayısıyla sermaye akımlarındaki oynaklığa aşırı duyarlı hale gelmektedir.
Grafik 4.1.1’den de görüldüğü gibi 1994, 2001, 2008 krizlerinde iktisadi faaliyetteki daralma hep
sermaye akımlarında ani duruşla birlikte gerçekleşmiştir. Bu gözlem, finansman’ın oldukça kısa
vadeli ve oynak olduğu bir konjonktürde, küresel risk iştahındaki ani değişimlere karşı
ekonominin dayanıklılığını artırmanın gerekliliğine işaret etmekte; aynı zamanda para
politikasında daha esnek bir yaklaşımın önemini ortaya koymaktadır. İşte TCMB’nin uyguladığı
yeni politika çerçevesinin de esas olarak bu kapsamda değerlendirilmesi gerekmektedir.
(Kara,2012a:4)
Grafik 4.1.1. GSYİH Büyümesi ve Sermaye Hareketleri
Kaynak: Kara,2012a:5
4.1.2. Yeni Para Politikasının Tasarımı-Basitleştirilmiş Aktarım Mekanizması ve
Göstergeleri
Grafik 4.1.2. TCMB’nın Politika Araçları ve Amaçları
ARAÇLAR
AKTARIM KANALI
VE GÖSTERGELER
AMAÇLAR
TCMB yeni para politikası stratejisinin finansal istikrar ayağı çerçevesinde sermaye
akımlarındaki oynaklığın yurt içi piyasalar üzerindeki olumsuz etkilerini sınırlamayı
amaçlamaktadır. Yeni politika çerçevesinde krediler ve döviz kuru gibi değişkenlere ayrı bir
önem atfedilmektedir. Buna göre dünyada bollaşan likidite ile birlikte artan sermaye akımları
Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde bir yandan yerli paranın aşırı değerlenmesine neden
olmakta, bir yandansa hızlı kredi büyümesine neden olarak cari açığı artırmaktadır. Hızlı kredi
büyümesi aynı zamanda iktisadi yazında finansal krizleri öncüleyen önemli değişkenlerden biri
olarak ön plana çıkmaktadır. 2008 Küresel krizinden en çok etkilenen ekonomiler krizden önce
ciddi kredi genişlemesi yaşamış olan ekonomilerdir, çünkü bu insanlar aldıkları kredileri
ödeyememiş, sonunda da finansal kriz doğmuştur ve bu ekonomiler ciddi daralmışlardır. Aynı
zamanda hızlı kredi büyümesi bankaların ve firmaların vade ve kur uyumsuzluklarını da
artırmaktadır. Dolayısıyla sermaye akımlarının yoğun olduğu dönemde bir yandan kredi alanların
geri ödeyememe durumu olabileceği gibi, vade ve kur uyumsuzluklarında artış da olabilmekte bir
yandan ise bunun kur ve kredilerle cari açığı artırması ve finansman akımlarında ani bir
bozulmanın ise ekonomide ani duruş riskini beraberinde getirebilmesi söz konusudur. Öte yandan
sermaye çıkışlarının yoğun olduğu dönemlerde olan kredilerdeki ani daralma ve yerli paradaki
aşırı değer kaybı da makroekonomik ve finansal istikrar açısından arzu edilmeyen durumlardır.
Dolayısıyla TCMB 2010 yılı sonlarından itibaren sermaye akımlarındaki oynaklığın etkilerini
yumuşatıcı bir para politikası stratejisini benimsemekte ve bu çerçevede kredilerin makul oranda
büyümesini hedeflemekte ve döviz kurundaki aşırı hareketlere kayıtsız kalmamaktadır.
Tablo 3de de açıkladığımız ve Grafik 4.1.1’de de görebileceğimiz üzere TCMB fiyat istikrarı ve
finansal istikrar amacına ulaşabilmek amacıyla birden fazla araç kullanımına başlamış, faiz
politikasını birden çok faizle aktif şekilde kullanmaya başlamış, yine zorunlu karşılıkları
çeşitlendirmiş ve Rezerv Opsiyon Mekanizması gibi Türk icadı buluşlar çıkarmıştır.
2010 yılı sonundan itibaren uygulanan politikaların başarısına bakabilmemiz için Merkez
bankasının finansal istikrar alanındaki temel göstergelerine bakmamız lazım. Bunlar kredi olarak
Grafik 3a ve 3b olarak Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi olarak da Grafik 4te gösterilmektedir.
Grafik 3a: Krediler ve Cari Açık
Grafik 3b.Toplam Kredi Artış hızı
Kredide ilk olarak, kredi büyüme hızına bakarsak 2010 yılında yüzde 35 seviyelerine çıkan kredi
büyüme hızı izlenen politikalarla 2011 yılında yüzde 25’e düşürülmüş, 2012’deyse bu oran yüzde
16 ya düşürülmüştür. TCMB 2013 yılı kredi büyüme hızı için referans değer olarak yüzde 15
oranını dile getirmiştir. Bu oranın 2013 yılı için finansal kesimin işleyişine ilişkin makro riskleri
artırmayacak makul kredi büyüme oranı olduğu düşünülmekte ve önümüzdeki yıllarda kademeli
azaltılması hedeflenmektedir.
Kredide ikinci olarak,net kredi kullanım oranına bakarsak,2010 yılında yüzde 14 olan kredi
stokundaki değişimin GSYH’daki payı 2011 yılında yüzde 10 a,2012 yılında ise yüzde 8’e
düşürülmüştür. TCMB finansal istikrar alanında kredi büyüme hızından daha çok net kredi
kullanım oranına bakmaktadır,bunun nedeni bu değişkenin gelire kıyasla borçluluğun ne kadar
hızlı arttığına dair bir gösterge olması ve cari dengeyle kredi büyüme hızından daha yakın ilişkili
olmasıdır. 2013 yılı ve sonrasındaysa net kredi kullanım oranında yüzde 7,5 lik sabit bir referans
değer söz konusudur.
İzlenen politikalarla 2011 yılında kredi büyüme hızı ve net kredi kullanım oranı düşse de cari
açık yüzde 10 gibi rekor seviyelere çıkmış, Türkiye ekonomisi yüzde 8,8lik bir büyüme hızı
yakalamıştır. 2012 yılında ise kredi büyüme hızı ve net kredi kullanım oranın düşürülmesiyle cari
açık/gsyh yüzde 10dan 5,8’e düşmüş ancak ekonomi yumuşak iniş4 yerine sert bir iniş yaparak
yüzde 2,2 büyümüştür.
Finansal istikrar alanında TCMB’nın diğer göstergesiyse Reel Efektif Döviz Kuru
Endeksidir(REK). Merkez Bankası döviz kurlarındaki aşırı hareketlere kayıtsız kalmayacağını
söylemektedir. Bu çerçevede ulusal paranın aşırı değerli olup olmadığına yada döviz piyasasına
müdahale edip etmeyeceğine Tüfe Bazlı Rek’e bakarak karar vermektedir. Önce REKİ
tanımlamalıyız, TCMB uygulaması açısından Türkiye’nin dış ticaretinde önemli paya sahip
ülkelerin(36 ülkedir bu) para birimlerinden oluşan sepete göre TL’nin ağırlıklı ortalama değerine
Nominal Efektif Döviz Kuru Endeksi(NEK), NEK’in nispi fiyat etkilerinden arındırılmasıyla
oluşturulan ortalamaya REK denir. REK ekonomilerin dış ticarette rekabet güçlerinin
değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden birisidir.
Bu tabir IMF tarafından ortaya atılan bir terimdir. Buna göre ekonomide büyüme hızı potansiyel
büyüme hızının üzerine çıkarsa -ki bu Türkiye’de 5-5,5 arasındadır- ,bu durumda bazı sorunlar
ortaya çıkabilir. Bu sorunlar cari açık, enflasyon, bütçe açığı gibidir. Türkiye ekonomisinde de
2011 yılında 8,8 büyürken enflasyon 10,45 e cari açık ise 10a çıkmıştır. Bu durumda cari açığı ve
enflasyonu kontrol altında almaya büyüme hızı potansiyel büyüme hızına düşürülmelidir. Buna
yumuşak iniş denmektedir. Yani Türkiye için 2012 yılında cari açığı ve enflasyonu kontrol altına
alarak potansiyel büyüme hızı çevresinde büyümektir.
4
Grafik 4a:Reel Efektif Döviz Kuru Endeksi
Grafik 4b. Cari Açık Veren Ülkelerde Döviz
Kuru Oynaklığı
TCMB 2003 yılını 100 olarak kabul ederek oluşturduğu REK de her yıl ortalama 2 puanlık bir
artışı normal kabul etmektedir. Buna göre Türkiye’nin enflasyon ölçüm yöntemiyle REK’in
hesaplandığı sepetteki ülkelerin enflasyon ölçüm yöntemi birbirinden farklı olduğundan
Türkiye’nin enflasyonu bu ülkelerden ortalama 2 puan yüksek çıkacaktır ve REK’deki her yıl
ortalama 2 puanlık bir artış normal kabul edilebilecektir. 2010 yılı sonlarında ABD tarafından
gerçekleştirilen 2.parasal genişlemenin ulusal parayı aşırı değerli hale getireceği beklentisi ve
kasımdan itibaren 2.genişlemenin başlamasıyla beraber REK 2010 Kasımda 131(2010 denge
değeri=114) seviyelerini görmüş dolar kuru 1,40lara inmiştir, Merkez Bankası bunu engellemek
için gecelik borçlanma faizlerini çok ciddi düşürmüş bunun sonucunda ulusal paradaki aşırı
değerlenme baskısı giderilmiş, Türk lirası normalleşmiş ve REK haziran 2011 de denge değeri
diyebileceğimiz 113,30’a gelmiştir. Ancak 2011 Ağustos ayında Avrupa borç krizinin
derinleşmesiyle küresel risk iştahının zayıflaması sonucu gelişmekte olan ekonomilerde sermaye
çıkışlarıyla birlikte Türk lirası aşırı değer kaybetmiş ve 2011 sonunu REK 109 civarında(denge
değeri=114) kapatmıştır. 2011 sonlarında ve 2012 yılında Merkez Bankası tarafından izlenen faiz
koridoru, Rezerv opsiyonu mekanizması ve likidite yönetiminde(Api) sıkılaştırıcı politikalarla
ulusal para değer kazanmış ve Rek 2012 yıl sonunu 118,32 seviyesinde yani denge
değeri(2012=118) olarak diyebileceğimiz değere çok yakın kapatmış ve ulusal paradaki aşırı
değer kaybı da önlenmiş ve 2012 yılının genelinde kurda istikrar sağlanmıştır.
2013 yılında TCMB Reel efektif döviz kuru endeksinde 120yi denge değeri olarak belirlemiş ve
sermaye girişlerinin yoğun olduğu bir dönemde olduğumuzdan bir manada Merkez bankasının
2013 Rek hedefi Rek’in 120yi aşmaması olmuştur. Merkez bankasının iletişin politikalarında
sıklıkla Rek’in 120’yi aştığında ulusal paranın aşırı değerli hale geleceği ve banka tarafından
ölçülü politika faizi indirimleri yapılacağı, eğer REK 130’u aşarsa TCMB elindeki bütün
araçlarla kura müdahele edeceği söylenmiş ve söylenmektedir. Buradaki amaç, döviz kurunu aşırı
oynaklıktan kurtarmaktır.
2013 nisan ayında REK 121,10’a yükselmiş merkez bankası gerek Nisanda gerekse Mayısda 50
şer baz puan indirimlerle, zorunlu karşılık artışı ve Rok artışlarıyla kura müdahele etmiştir. Rek’e
bakarak merkezin uyguladığı politikaların özellikle 2012 yılı olmak üzere döviz kurlarındaki aşırı
oynaklığı azalttığını söyleyebileceğimiz gibi cari açık veren ülkelerde döviz kuru oynaklığı
grafiğine(Grafik 4.b) bakarak da Türkiye’nin 2011 yılında Cari açık veren ülkelerin döviz kuru
oynaklığında orta yerlerde olduğunu, ancak alınan tedbirler ve politikalarla 2012 yılında
Türkiye’de döviz kuru oynaklığının en düşük seviyeye geldiğini söyleyebiliriz.
4.2. Para Politikası Araçları
Parasal yetki kurumu, para tabanını ve/veya para çoğaltanını(k) etkileyerek para arzını(M)
istenilen yönde değiştirebilir. Para politikası araçları, para politikası hedeflerine ulaşabilmek
amacıyla kullanılan ve merkez bankasının kontrolü altında olan büyüklükler veya
değişkenlerdir.(Keyder, 2012:56)
Para politikası araçları doğrudan ve dolaylı para politikası araçları olmak üzere ikiye ayrılır.
Doğrudan para politikası araçları, merkez bankalarının bankaların kredi veya mevduat faizini ya
da kredi hacmini doğrudan kontrol eden araçlardır. Dolaylı para politikası araçları ise piyasadaki
arz ve talep koşulları etkilenerek yürütülmektedir. Yani aslında doğrudan araçlar doğrudan
müdahale içerirken, dolaylı araçlar piyasa bazlı (dolaylı müdahele) araçlardır.
Operasyonel anlamda standart para politikası araçları ise dolaylı para politikası araçları olarak
nitelendirilmektedir.(Keyder, 2012:56) Doğrudan para politikası araçları günümüzde kullanım
alanı çok daralmış araçlardır. Aslında doğrudan para politikası araçlarının tümünün kullanımı
günümüzde neredeyse ortadan kalkmış durumdadır. Kriz halinde bile ne Fed ne de AMB bu
politika araçlarına başvurmamışlardır.(Eğilmez,2012a:3)
Çalışmamızda önce kısaca doğrudan para politikası araçlarına bakılacak sonra dolaylı para
politikası araçlarına bakılırken orada referans merkez bankası olarak aldığımız TCMB’in güncel
para politikası araçlarına değinilecektir.
4.2.1. Doğrudan Para Politikası Araçları
4.2.1.1. Faiz Denetimi
Merkez Bankası bankaların mevduat ya da kredi faizlerini doğrudan belirleyebileceği gibi bir üst
limitte koyabilir ve aynı zamanda bu vadelerde de farklı olabilir. Mesela Türkiye’de 19701980ler yılları arasında Merkez bankası kararnamelerle bankaların uygulayacakları faiz oranları
belirlemekteydi.
Bu tür müdahaleler mümkün olsa da günümüzdeki uygulama daha çok dolaylı politikalar
aracılığıyla piyasa faizlerini etkilemeye yönelmiş, doğrudan faiz oranlarına müdahale yöntemi
terk edilmiştir.(Eğilmez,2012a:2)
4.2.1.2. Kredi Tavanı
Merkez Bankası bankaların açabilecekleri kredilere bir tavan(üst limit) getirebilir. Bu limit
mesela mevduatların yüzde 80i gibi olabilir. Merkez bankası bunu banka bazında da
uygulayabilir. Bazı sektörler teşvik edilmesi amacıyla kredi tavanı yüksek konulurken diğerlerine
daha düşük de konulabilir.
Bu yöntem günümüzde kullanılmıyor. Onun yerine dolaylı yöntem olan zorunlu karşılıkların
artırılması gibi yöntemlerle kredi büyüme hızı frenleniyor.
4.2.1.3. Farklılaştırılmış Reeskont Kotaları, Oranları
Banka bazında reeskont kotaları, bankaların amaçlarına, risk durumuna, likidite ihtiyacına bağlı
olarak belirlenmektedir. Bu kotalar yardımıyla bazı bankaların reeskont penceresinden daha fazla
yararlanabilmesi, bazı sektörlerin desteklenmesi amaçlanmaktadır. Örneğin, tarım sektörüne daha
fazla kaynak aktarılabilmesi amacıyla tarım kredisi veren bankaların reeskont kotaları yüksek
yada reeskont oranları düşük tutulabilmektedir. (Akçay:2002,34)
4.2.1.4. Disponibilite Uygulamaları(Oranı)
Merkez Bankası tarafından belirlenen bankaların kabul ettiği mevduat ve diğer yükümlülüklere
karşılık kasalarında tutması gereken disponibl değerler oranıdır.
Disponibl değerler: Her an paraya çevrilebilir varlıklardır. Disponibl değer olarak bankaların
kasalarındaki türk lirası mevcudu, TC merkez bankası nezdinde vadesiz serbest mevduat, Hazine
Plasman bonoları, Devlet iç borçlanma tahvilleri sayılabilir.
Disponibilite oranı artarsa bankaların daha az kredi verip daha fazla disponibl değer kasalarında
tutacaklarından kredi hacmi ve para arzı azalır. Disponibilite oranı azalırsa bankalar daha fazla
kredi verecek daha az disponibl değer tutacaklar ve kredi hacmi, para arzı artacaktır.
16.11.2005 tarihinde disponibilite uygulamasına son verilmiştir. İşlevini yitirmiş olan
disponibilite düzenlemesinin kaldırılmasıyla, bankaların Merkez Bankasında DİBS tutma
zorunluluğu sona erdirilmekte ve böylece bu konuda AB müktesabatına uyum sağlanmaktadır
(Keyder,2012:78)
4.2.1.5.
Finansal Kurumların Portföylerin Yeniden Düzenlenmesi
Finansal kurumların satın alacakları menkul kıymetlerin miktarının, faaliyet alanının
belirlenmesidir.(Arslan,2011:496 )
4.2.1.6.
Tüketici Kredilerin Kontrolü
Merkez bankası tüketici kredilerinin peşin ödenen kısmını, vade yapısını vs. düzenleyebilir.
(Arslan,2011:496 )
4.2.1.7. İthalat Teminatları
İthalatçılara, ithalat bedelinin belli bir yüzdesini merkez bankasına teminat olarak yatırma
zorunluluğu getirilmesidir. Bloke edilen bu fonlar ile toplam talep düşerken enflasyon oranı
düşebilir. Bu TCMB’nın 1930-1990 döneminde uyguladığı bir para politikası aracıdır.
4.2.1.8.
Zorunlu Döviz Devir Oranları( Türkiye’de 1996-1999 yılları arasında kullanılan
bir para politikası aracıdır)
Merkez bankası, banka ve diğer döviz kazancı olan kuruluşlara ( Ptt, özel finans kuruluşları,
kıymetli maden alım/satımı gerçekleştiren aracı kurumlar, v.b.) ihracat veya görünmeyen
kalemlerden doğan döviz gelirlerinin merkez bankasınca saptanan belirli bir oranını Merkez
bankasına satması zorunluluğunu getirmiştir. Kur merkez bankasınca belirlenmekte, merkez
bankası arzu ettiği takdirde bu yoldan aldığı dövizin bir kısmını Bankalar arası döviz piyasasında
satabilmekteydi. Bu yolla Merkez bankası, hem ilgili kurumların ellerinde bulundurdukları dövizi
kontrol edebilmiş, hem de ilan ettiği döviz devir kuru sayesinde döviz fiyatını(kurunu)
etkileyebilmiştir hem de para arzını artırmıştır( Keyder,2012:98)
4.2.1.9.
Bankaları İkna Yolu
Merkez bankası ticari bankalardan izleyeceği sıkı veya gevsek para politikasına destek
vermelerini isteyebilir. Bu amaçla görüşmeler yapılarak ticari bankaların ikna edilmesi yoluna
giderilir. (Arslan,2011: 496)
4.2.1.10. Reklam ve Resmi Olmayan Öğütler
Merkez bankaları görüşlerini kamuoyu ile paylaşmak için birçok yol kullanabilir. Merkez bankası
görüşlerini basın yayın organları aracılığıyla açıklayabileceği gibi, yapacağı tavsiyelerle
firmaların bekleyişlerini de etkileyebilir(Önder,2005:65).
4.2.2 Dolaylı Para Politikası Araçları
4.2.2.1 TCMB’nın Kullanmadığı Araçlar
4.2.2.1.1. Döviz Alım-Satım İhalesi ve Dövize Doğrudan Müdahale
Öncelikle bu ikisi arasındaki farkı anlatmamız lazım, temel farklardan birisi alım satım ihalesinde
ihaleyle döviz alıp satılır, diğer fark ise dövize doğrudan müdahale merkez bankasının en son
başvurduğu yoldu. Doğrudan alım yada satım müdahalesi aracına başvurmak için kurlarda aşırı
oynaklık olmalıdır.
Merkez bankası geçmiş zamanlarda dalgalı kur rejiminin temel ilke ve işleyişini etkilememek
kaydıyla önceden kamuoyuna duyurarak döviz rezerv düzeyini artırmak amacıyla döviz alım
ihaleleri düzenleyebilmekteydi ya da kurda aşırı oynaklık görünce de kura müdahale amaçlı alım
ya da satım ihaleleri düzenleyebilmekteydi. Dışsal şok ya da öngörülemeyen gelişmeler
nedeniyle döviz piyasasında derinliğin kaybolması; buna bağlı olarak da döviz fiyatlarında aşırı
oynaklık gözlenmesi halinde, merkez bankası önceden kamuoyuna duyurmak suretiyle döviz
alım ya da satım ihalelerine ara verebilmekteydi ve piyasaya doğrudan müdahale etmekteydi ya
da bu ikisini bir arada da yapabilmekteydi.
TCMB günümüzde özellikle karşılıklar politikasında Rezerv Opsiyonu Mekanizması(ROM)
uygulaması olmak üzere faiz koridoru ve İhracat Reeskont Kredileriyle(İRK) döviz likiditesini ve
kuru düzenlemeyi tercih ediyor. Merkez Bankası aşağıda açıklayacağımız bu politika araçlarıyla
2012 yılından itibaren döviz kurunda istikrarı sağlamıştır ve alım satım ihaleleri ve doğrudan
müdahale araçlarını 2012 yılında neredeyse hiç kullanmamıştır ve bu politika araçlarına 2013
yılında istisnai durumlar dışında kullanmayacağını açıklamıştır.
4.2.2.2. TCMB’nın Para Politikasının Aktif Araçları
4.2.2.2.1.Reeskont Oranı(Politikası)
Merkez bankasının bankalara verdiği krediye uyguladığı faiz oranı reeskont oranı verilen krediye
ise reeskont kredisi denir. TCMB bu borcu bankalar tarafından sunulan ticari senetler karşılığında
verir. Bu işlem adı geçen evrağın ikinci kez nakde çevrilmesi, diğer bir deyişle reeskonta tabi
tutulması şeklinde yorumlanabilir. Reeskont penceresi uygulaması, para-menkul kıymet
piyasalarının gelişmediği 1980’ler öncesinde merkez bankalarının en önemli dolaylı politika
araçlarından bir tanesiydi.
Bu faiz oranı düşük olursa bankalar merkez bankalarından daha ucuza kredi alabilecekler ve
alacakları kredi miktarı, parasal taban artar ve aynı zamanda bankalar daha ucuza kredi
alabileceklerinden atıl rezerv oranını düşürürler bu da para çarpanının artırır, bu iki etkene bağlı
olarak para arzı artar. Bunun düşürülmesi tam tersi bir durum ortaya çıkarır.
Türkiye’de reeskont kredilerine baktığımızda 2009 ve 2011 yılları haricinde yok(ki bu
dönemlerde reeskont faizleri düşürüldü) denecek kadar azdı.Bu durum kısmen izlenen halka
açılma politikası nedeniyle bankaların özel sektör kredilerindeki nispi azalma sonucu merkez
bankası kaynaklarına daha az gereksinim duyması,kısmen de uygulanan yüksek reeskont oranının
caydırıcı etkisi (20110 da yüzden 15 mesela) ve nihayet bankaların TCMB nezdinde kurulan
interbank para piyasasından borçlanmayı tercih etmeleri ile açıklanabilir.(Keyder,2012:333)
Ayrıca APİ işlemleri de bunu azaltmaktadır. 2012 yılında faizler biraz artırılıp( yüzde 14’den
17’e çıktı sonra 16’a düştü) sonra hafif düşürülmüş buna rağmen reeskont kredileri ciddi manada
artmıştır. Bunun nedeni merkez bankası ve eximbank iş birliği içerisinde izlenen ihracat reeskont
kredileri politikasıdır. Dış taleple büyüme düşüncesi içinde bir takım düzenlemeler yapılmış ve
ihracat Reeskont kredileri artırılmıştır.
İhracat Reeskont kredileri döviz üzerinden düzenlenmiş senetlerin reeskonta kabulü suretiyle 120
gün vadeli ve Türk lirası olarak kullandırılmakta, merkez bankasına geri ödemeleri ise döviz
cinsinden yapılmaktadır.(TCMB:2012a:16)
İhracat reeskont kredilerinin cari açığın azaltılmasına ve Merkez bankasının döviz rezervlerinin
güçlendirilmesine katkısı göz önünde bulundurularak kredi limitleri (TCMB:2012a:16);
i) 2 Ocak 2012 tarihinde 1,5 milyar ABD doları artırılarak 4,5 milyar ABD dolarına,
ii) 9 Mayıs 2012 tarihinde ikinci defa 1 milyar ABD doları daha artırılarak 5,5 milyar ABD
dolarına
iii) 4 Aralık 2012 tarihinde 500 milyon ABD doları daha artırılarak 6,0 milyar ABD dolarına
yükseltilmiştir
Ayrıca 2012 yılında kredi kullanımına dair bazı kolaylıklar getirilmiştir. Böylece, 2011 yılında
3,1 milyar ABD doları olan ihracat reeskont kredisi kullanımı, 2012 yılında 21 Aralık tarihi
itibarıyla 10,2 milyar ABD dolarına ulaşmış olup 3,7 milyar ABD doları borç bakiyesi
bulunmaktadır. Sonuç olarak, 2012 yılında ihracat reeskont kredisi kullanımı merkez bankasının
net döviz rezervlerine 8,3 milyar ABD doları katkı sağlamıştır(TCMB:2012a:16).
TCMB 2013 yılında ihracat reeskont kredilerini kullandırmaya devam edecektir. İhracat reeskont
kredilerinin döviz rezervlerini destekleyici işlevi de göz önünde bulundurularak ihracat reeskont
kredisi limitinin yükseltilmesi ve sağlanan kullanım kolaylıkları sonucunda ulaşılan aylık
kullanım düzeyinin sürmesi halinde reeskont kredilerinin 2013 yılı döviz rezervlerine yaklaşık 12
milyar ABD doları katkı yapması beklenmektedir(TCMB:2012a:18).
4.2.2.2.2. Zorunlu Karşılıklar
Bankalar topladıkları mevduatın ve diğer kaynaklarının merkez bankası tarafından belirlenen
oranda belirli bir miktarını, ileride karşılaşabilecekleri zorluklarda talep edip kullanabilmek ve
merkez bankasının para arzını kontrol edebilmesi amacıyla, merkez bankasına yatırmak
zorundadırlar. Buna zorunlu karşılıklar, bunun miktarını belirlemeye yarayan orana da karşılık
oranı adı veriliyor.
Zorunlu karşılıklar kredileri esas olarak iki kanaldan etkilemektedir: (i) doğrudan maliyet kanalı,
(ii) likidite kanalı.
Zorunlu karşılık oranlarındaki değişimler bankaların kaynak maliyetini etkilemektedir. Bu
nedenle bankalar, karşılık oranlarındaki değişimleri kredi ve/veya mevduat faizlerine yansıtma
eğiliminde olmaktadır. Ancak, mevduat faizlerinin düşük olduğu bir konjonktürde bu ek
maliyetten kaynaklanan faiz artışı sınırlı kalmaktadır. Örneğin, TCMB’nin 2010 Eylül ayından
itibaren zorunlu karşılık oranlarına faiz ödenmesine son vermesi ve Nisan 2011 dönemine kadar
zorunlu karşılık oranlarının ağırlıklı ortalamasını yüzde 13,3 seviyesine çekmesi ile ortaya çıkan
doğrudan maliyet etkisi yaklaşık 100 baz puan olmuştur. Bu maliyetin tamamı kredi faizlerine
yansıtılsa dahi kredi talebi üzerindeki etkinin belirgin olmayacağı düşünülmektedir. Zira
Türkiye’de faizlerdeki küçük değişimlerin krediler üzerindeki etkisi sınırlı olmaktadır.
Dolayısıyla, zorunlu karşılık oranlarındaki (makul) değişimlerin maliyet kanalıyla krediler
üzerinde oluşturacağı etkinin sınırlı kalacağı tahmin edilmektedir.(Kara,2012a:12)
Likidite kanalına bakarsak, merkez bankası zorunlu karşılık oranını yükselttiğinde bankalar daha
büyük miktar rezerv tutmak zorunda kalmakta, yaratacakları kaydi para ve para arzı
azalmaktadır. Tersi durumunda ise zorunlu karşılık oranı düşürüldüğünde, daha az rezerv tutma
nedeniyle bankaların yaratacağı kaydi para miktarı ve para miktarı artmaktadır. Böylece zorunlu
karşılık oranının yükseltilmesi ekonomide para arzının daralmasına neden olurken, zorunlu
karşılık oranının düşürülmesi de ekonomide ki para arzı miktarını artırmaktadır.
TCMB, 2011 ocak itibariyle vadeye dayalı zorunlu karşılıklar(VDZK) uygulamasını yürürlüğe
soktu. O dönemde yüzde 6 seviyesinde olan zorunlu karşılıklar artık yüzde 5-8 arasında
değişecekti. Bu uygulama çerçevesinde vadesi uzun olan mevduatın zorunlu karşılığı yüksek
vadesi kısa olanınki ise düşük tutulmaktaydı ve halen tutulmaktadır. Bu hamle ile tasarrufların
vadesinin uzatılması ve kredi-mevduat arasındaki vade uyumsuzluğunun azaltılması
amaçlanmaktadır. Türkiye’de mevduatın ortalama vadesi bu uygulamaya kadar 1 aydı. Krediler
ise 3-5 yıldır. Dolayısıyla bu uyumsuzluğu gidermekti amaç. Yani amaç: finansal istikrardır.
Yapılan uygulama sonucu mevduatın ortalama vadesi 1 aydan 65 güne çıkmıştır ancak tabii ki
tam olarak istenilen başarı henüz sağlanamamıştır.
Genel olarak bakarsak zorunlu karşılıklar nasıl finansal istikrarı sağlar diye sorduğumuzda,
zorunlu karşılıklar temelde kredi arzını etkilemek amacıyla kullanılmaktadır. Sermaye girişlerinin
arttığı dönemlerde, arz koşullarındaki gevşeme ve faiz oranlarındaki düşüş nedeniyle kredi
büyümesi hızlanarak makro finansal riskleri besleyebilmektedir. Bu durumda zorunlu karşılık
oranlarının artırılması kredi arzını sınırlayabilmektedir. Sermaye girişlerinin aniden zayıfladığı
veya risk algılamasının arttığı dönemlerde ise zorunlu karşılıkların düşürülmesi kredilerde ani
duruş riskini azaltmaktadır( Kara,2012a:12)
TCMB, zorunlu karşılık aracını vadeye dayalı zorunlu karşılıklar olarak çeşitlendirdiği gibi Eylül
2011’den başlayarak kademeli şekilde oturtulan Rezerv Opsiyonu mekanizmasıyla da
çeşitlendirmiştir.
4.2.2.2.2.1. Rezerv Opsiyonu Mekanizması(ROM)
Rezerv Opsiyonu Mekanizması(Rom) bankaların TCMB’de tutmak zorunda oldukları Türk lirası
zorunlu karşılıkların belirli bir yüzdesini döviz (dolar ve/veya euro) ve standart(işlenmemiş) altın
cinsinden yatırmalarına imkân tanıyan bir uygulamadır (TCMB,2012b:1). Bu uygulama
bankalara bir opsiyondur, tercihtir.
Bu imkanın hangi ölçüde kullanılabileceğine dair üst limitler Rezerv Opsiyon Oranı(ROO) ile
belirlenmektedir. (TCMB,2012b:1) İlk aşamada yüzde 10 olan rezerv opsiyon oranı kademeli
olarak artırılmış ve bugün itibariyle bankalar Türk lirası zorunlu karşılıkların yüzde 60’ını döviz
ve veya altın(altında oran yüzde 30dur) olarak Tcmb’na yatırabilmektedir.
Türk lirası zorunlu karşılıkların her birimi için yatırılabilecek yabancı para veya altın karşılığını
belirleyen katsayılar ise Rezerv Opsiyonu Katsayısı (ROK) olarak tanımlanmıştır. Bankaların bu
imkândan hangi ölçüde yararlanacakları (optimal kullanım oranı) bankaların sağlayabildiği
yabancı para kaynak miktarına ve imkânı diğer fonlama araçlarıyla kayıtsız bırakan marjinal
ROK değerine (eşik ROK) bağlı olarak değişecektir. Eşik ROK ise temel olarak yabancı para ve
Türk lirası kaynakların göreli maliyetlerine bağlıdır. (TCMB,2012b:1)
Grafik 5.a: TL Zorunlu Karşılıkların Döviz
Tesis Edilebilmesine İlişkin ROK’lar
Grafik 5b: TL Zorunlu Karşılıkların Altın Olarak
Tesis Edilebilmesine İlişkin ROK’lar
Grafik 5.a bize söz konusu tarihler itibariyle Rezerv opsiyon oranlarını ve Rezerv opsiyon kat
sayılarını göstermektedir. Merkez bankası başta sermaye akımlarındaki oynaklığın kur ve kredi
hacmi üzerindeki etkisini azaltmak olmak üzere aşağıdaki sayacağımız nedenlerle bu para
politikası aracını aktif bir şekilde kullanmaktadır.
Bankalar, Türk lirası zorunlu karşılıkların döviz ve altın olarak tesis edilebilmesi
imkânından büyük ölçüde ve istikrarlı olarak yararlanmaktadır. 24 Mayıs 2013 tesis tarihi
itibarıyla, sektör genelinde döviz imkanının kullanım oranı yuzde 82,6, altın imkanının kullanım
oranı yüzde 80,6 olarak gercekleşmiştir(TCMB,2013:17)
Grafik 6: Rezerv Opsiyonu Mekanizması:Otomatik Dengeleyici
Rezerv Opsiyon Mekanizmasının otomatik dengeleyici olarak çalışması beklenmektedir. Bunu
anlatırsak;
Sermaye girişlerinin hızlandığı dönemlerde, genellikle yabancı para kaynakların maliyeti Türk
lirası kaynakların maliyetine göre düşmektedir. Bu durumda, eşik ROK artmakta ve bankalar
Türk lirası zorunlu karşılıkların daha yüksek bir oranını yabancı para cinsinden tutma eğiliminde
olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, döviz borçlanma maliyetlerinin düşmesi, bankaların ROM’dan
daha çok yararlanmalarını teşvik etmektedir. Böylelikle, yurt içine giren dövizin bir kısmı,
bankalarca Türk Lirası zorunlu karşılıkların tesisinde kullanılmak üzere TCMB nezdinde bulunan
hesaplara aktarılarak piyasadan çekilmekte ve bu şekilde Türk lirası üzerindeki değerlenme
baskısı sınırlanmış olacağı gibi ülkeye giren dövizin krediye dönüşüm oranı da azalmaktadır. Söz
konusu dönemlerde, borçlanma kısıtlarının gevşemesine bağlı olarak artan sermaye akımları
ROM imkânının daha fazla kullanılmasına, dolayısıyla artan döviz likiditesinin belirli bir
kısmının yine bu mekanizma aracılığıyla piyasadan çekilmesine neden olmaktadır. Bunun
sonucunda, sterilize edilmesi gereken Türk lirası likidite miktarı aynı miktarda dövizin merkez
bankasınca satın alındığı duruma göre daha az olmaktadır(TCMB:2012b:1)
Sermaye girişlerinin yavaşladığı dönemlerde ise, yabancı para kaynakların maliyeti Türk lirası
kaynakların maliyetine göre artmakta ve yurt dışı fonlara erişim zorlaşmaktadır. Bu durumda,
bankalar ihtiyaç duydukları döviz likiditesinin bir kısmını ROM kullanımlarını azaltmak suretiyle
elde etme yoluna gitmektedir. Sermaye girişlerinin yavaşlamasının borçlanma kısıtlarını daha da
bağlayıcı hale getirmesi nedeniyle de bankalar rezerv opsiyonu kullanımlarını azaltmaktadır.
Anılan durum, Türk lirası üzerindeki değer kaybetme yönlü baskıyı hafifletirken Türk lirası
likidite talebini artırmaktadır. (TCMB:2012b:1)
4.2.2.2.2.1.1. Rezerv Opsiyonu Mekanizmasının Faydaları
Bankalar açısından;
 Bankalara likidite yönetiminde esneklik sağlar.
 Her bankaya kendi likidite optimizasyonunu yapabilme olanağı sağlamaktadır.
 Bankaların TL likiditesi artar, TL fonlama maliyeti düşer.
 Bankalara dışarıdan daha ucuza yabancı para borçlanmalarını teşvik eder.
TCMB açısından;
 TCMB brüt rezervlerini güçlendirmektedir.2011:88,3 milyar dolar 2012:120,8 milyar
dolar, katkısı yaklaşık 27 milyar dolar.
 Yastık altı altının ekonomiye kazandırılmasına katkı sağlamaktadır.
 Diğer politika araçlarına(mesela faiz koridoruna) duyulan ihtiyacı azaltır.
 Kısa vadeli sermaye akımlarının yaratabileceği oynaklığı azaltmaktadır(kur istikrarını
sağlamakta, kredi büyüme hızındaki artışı veya düşüşü sınırlandırmakta ve ülkeye giren
dövizin krediye dönüşüm oranının artması veya düşmesini sınırlandırmaktadır).
4.2.2.2.2.2 Kaldıraca Dayalı Zorunlu Karşılıklar
TCMB’nın 2013 yılı son çeyreğinde sadece raporlama olarak yürürlüğe sokacağı ve 2014 yılı
başından başlayarak ise uygulamaya koyacağını açıkladığı yeni araç kaldıraca dayalı zorunlu
karşılık oranları uygulamasıdır.
Sermaye yeterliliği katsayısı, risk ağırlıklarının hesaplanma biçiminden dolayı bazı dönemlerde
makro finansal riskleri değerlendirmekte yetersiz kalabilmektedir. Kaldıraç oranının Basel II
sermaye yeterlilik oranıyla birlikte destekleyici bir araç olarak kullanılması, bankalar ve sistemin
bütünü
nezdinde
yüksek
borçlanmadan
kaynaklanan
risklerin
birikmesini
sınırlayacaktır(TCMB,2012a:28)
TCMB, Basel III düzenlemesiyle(bu 2018de devreye girecek) yürürlüğe girecek olan
uygulamalardan birisi olan kaldıraca dayalı zorunlu karşılık oranını 2014 yılı başından itibaren
yaşama geçiriyor.
Kaldıraç oranı şöyle hesaplanacak:
Kaldıraç Oranı = Ana sermaye / (Pasif Toplamı(AKTİF TOPLAMI) + Bilanço Dışı Kalemler)
Bu şu demek: eğer aktiften bakarsanız, yaptığınız işe göre sermayeniz ne kadar?
Pasiften bakarsanız, borç ve benzeri yükümlülüklerinize göre sermayeniz ne kadar?
Bu denklemin amacı ana sermayenin borç ve borç benzeri yükümlülükler karşısındaki ağırlığını
ölçmektir. Türkiye’de bankacılık kesiminde ortalama kaldıraç oranı yıllar itibariyle yüzde 8 ile 7
arasında değişiyor. Yani 8 TL’lik ana sermaye ile 100 TL’lik borç ve benzeri yükümlülük
taşınıyor. Türkiye’de son verilere göre kaldıraç oranı en düşük olan banka yüzde 3 orana sahip,
yani 3 TL ana sermaye ile 100 TL’lik borç ve benzeri yükümlülük taşıyor.(Eğilmez,2012b:3)
Yapılan bir araştırmada, kaldıraç oranı en az %5 olan bankaların 2007 sonrası krizden sorunsuz
çıkma ihtimalleri %5’ten düşük kaldıraçla çalışanlara göre çok daha yüksek olmuştur. Bundan
dolayı ideal kaldıraç oranı en az 5dir. Türkiye’de bankaların çoğunluğu 7’den büyük kaldıraca
sahiptir ve 5 altı 3 banka vardır.
2013 yılının son çeyreğinde ortalama kaldıraç oranı yüzde 3 ile 3,5 arasında kalan bankalara 2014
yılından başlayarak 1 ile 2 puan aralığında ek zorunlu karşılık yükümlülüğü getirilecek. İzleyen
yıllarda bu oranlar arttırılarak yüzde 5’e kadar çıkarılacak ve o düzeyde korunacak. Böylece ek
zorunlu karşılık vermekten kurtulmak isteyen bankaların kaldıraç oranını daha makul düzeylere
çekmeleri sağlanacak.(Eğilmez,2012b:3)
4.2.2.2.3 Açık Piyasa İşlemleri(APİ)
Açık piyasa işlemleri para arzını ve ekonominin likiditesini düzenlemek amacıyla merkez
bankasının piyasadaki mevcut devlet tahvil ve bonolarını(Dibs) alıp satması yoluyla gerçekleşir.
Bu işlem için yeni tahvil veya senet ihraç edilmez. Şayet merkez bankası para arzını bu yolla
artırmayı amaçlarsa piyasadan açık piyasa alımlarında bulunur. Böylece piyasaya para enjekte
eder; eğer amaç para arzını düşürmekse, portföyündeki senet/tahvillerin bir kısmını satışa çıkarır.
Bu yolla piyasadan para çeker.(Keyder,2012:80)
Tablo 4’den de görülebileceği gibi açık piyasa işlemlerinde merkez bankası devlet iç borçlanma
senetleri kullanarak ters repo, doğrudan satış, repo ve doğrudan alış yapabilmektedir. Açık piyasa
masası repoyu(Tcmb acısından repo, bankalar açısından ters repo) piyasada geçici likidite fazlası
olduğu dönemlerde(örneğin devlet iç borçlanma senetlerinin itfa tarihinde) likidite fazlasını
çekmek için kullanmakta, işlemin vadesini ise geçici likidite sıkıntısı olan günlere(örneğin vergi
dönemi) denk getirmeye çalışmaktadır. Eğer merkez bankası piyasadaki likidite fazlasının kalıcı
olduğunu düşünüyorsa doğrudan açık piyasa satışı yapması yoluyla likidite fazlasını
çekilebilmektedir. Piyasada nakit sıkışıklığı olduğu dönemde ise, bu işlemlerin tersi olan
doğrudan açık piyasa alımı veya ters repo(TCMB acısından, bankalar acısından repo) ile piyasaya
taze para sürülmektedir.
Tablo 4. Api Uygulamaları
İŞLEM ÇEŞİDİ
HANGİ
YAPILIR?
DURUMDA
SONUÇTA NE OLUR?
Doğrudan Satım
Piyasada
kalıcı
likidite
fazlasının
olduğu durumlarda yapılır.
Piyasadan kalıcı olarak
likidite çekilmiş olur.
Repo
Piyasada
geçici
likidite
fazlalığı
olması durumunda yapılır.
Piyasadan
geçici
likidite
çekilmiş olur.
Doğrudan Alım
Piyasada
kalıcı
likidite
sıkışıklığının
olduğu durumlarda yapılır.
Piyasaya kalıcı olarak likidite
sağlanmış olur.
Ters Repo
Piyasada geçici likidite açığı
olması
durumunda yapılır.
Piyasaya geçici olarak likidite
sağlanmış olur.
olarak
Merkez bankaları repo-ters repo işlemleri için ihale açmaktadır. Burada iki çeşit ihale söz
konusudur: (Paya,2007:168)
a.Miktar ihalesi
b.Faiz ihalesi(geleneksel yöntem)
Miktar ihalesinde merkez bankası faizi belirler, karşı taraftakiler bu faizden almak istedikleri
miktar belirtirler (Paya,2007:168).
Faiz ihalesi piyasa koşullarına daha açık olup merkez bankalarının etkisini azaltır. Burada
kurumlar(kişiler) talep ettikleri faiz düzeyi ile birlikte vermek istedikleri borç miktarını teklif
olarak verirler (Paya,2007:168).
20 Mayıs 2010 tarihinden itibaren TCMB bir hafta vadeli repo ihalelerini (TCMB açısından ters
repo) sabit faiz oranından miktar ihalesi yöntemiyle gerçekleştirmeye başlamış, Böylece bir hafta
vadeli repo ihale faiz oranı para politikası açısından politika faiz oranı niteliği kazanmıştır.
Faiz ihalesine bakarsak, TCMB 1 aylık repoyu(TCMB açısından ters repo) faiz ihalesi yani
geleneksel yöntemle yapmaktadır. Aynı zamanda 1 hafta vadeli repoyu da bazen çeşitli
nedenlerle(mesela enflasyonu düşürmek, dolar fiyatının artmasını önlemek gibi) geleneksel
yöntemle yapabilmekte ve buna istisnai gün uygulaması denmektedir. İstisnai gün uygulamasında
faiz, politika faizi yerine ihaleyle belirlenmekte ve merkez bankası piyasaya verdiği parayı
kısmaktadır.
4.2.2.2.4.Faiz Politikası
Merkez Bankası’nın bankalarla para alış verişinde uyguladığı faizleri değiştirerek piyasa
faizlerini etkilemeyi hedeflemesine faiz politikası deniyor.(Eğilmez,2012a:4)
TCMB 2010 yılının sonlarından itibaren makro finansal riskleri dikkate alan yaklaşımı
çevresinde geleneksel enflasyon hedeflemesi rejiminde aktif olarak kullanılan politika faizinin
yanında faiz koridorunu da aktif bir şekilde kullanmaya başlamıştır. TCMB’nin çeşitli işlemleri
için uyguladığı farklı faiz oranları söz konusudur, önce bunlara bakalım.
Bir hafta vadeli repo işlemlerine uygulanan faiz (politika faizi.): TCMB, 1 hafta vade ile repo
ihalesi açıyor, bankalar ellerindeki tahvil ve bonoları TCMB’ye verip karşılığında para alıyorlar
ve vade sonunda parayı iade edip kağıtlarını geri alıyorlar. TCMB bu araçla banka ve finans
kurumlarının piyasada uyguladığı faiz oranlarını, bankalardan alınan kredilerin miktarını, hisse
senedi ve döviz gibi varlıkların fiyatlarını etkileyebiliyor. Bu işleme uygulanan faiz oranı 3
haziran 2013 itibariyle baktığımızda yıllık % 4,50.(Eğilmez,2012a:5) Bir hafta vadeli repo ihalesi
ile yapılan TL fonlama miktarı gerekli görüldüğünde aşağı ve yukarı yönlü
ayarlanabilmektedir.(TCMB:2012c:5)
Grafik 7:TCMB Para Politikasının Operasyonel Yapısı
Gecelik Borç Alma ve Borç Verme Faizi: TCMB’nın, hesaplarını kapatabilmek için gecelik
olarak borç almak ya da ellerinde kalan paraları gecelik olarak borç vermek isteyen bankalara
uyguladığı faize bu adlar veriliyor. TCMB, bu yolla ikincil piyasada oluşan kısa vadeli faiz
oranlarını, döviz kurlarını ve kredilerin büyüme hızını etkileyebiliyor.3 haziran 2013 itibariyle
baktığımızda TCMB’nin gecelik borç almada uyguladığı faiz oranı yıllık % 3,50, gecelik borç
vermede uyguladığı faiz oranı yıllık yüzde 6,50dir (Eğilmez,2012a:5).
Geç likidite penceresi faizi: Hesaplarını kapatmak ya da ellerinde bulunan parayı borç vermek
için son ana kadar bekleyen bankalara uygulanan caydırıcı faiz oranlarını kapsayan bir
uygulamadır. Bu uygulamada saat 16.00 ile 17.00 arasında TCMB’ye gecelik borç vermek
isteyenlere yıllık % 0, gecelik olarak TCMB’den borç almak isteyenlere yıllık % 11,50 faiz
uygulanıyor(Eğilmez,2012a:5).
Grafik 7 de görüldüğü gibi TCMB’nin gecelik borç verme ve borç alma faizinin arasında kalan
alan “faiz koridoru” olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu operasyonel yapının bir gereği olarak
piyasa faizleri(bankalar arasındaki borçlanma faiz oranı, gösterge faiz oranı, mevduat faiz oranı)
ve politika faizi faiz koridorunun içinde oluşmaktadır.
Geleneksel enflasyon hedeflemesi uygulayan birçok merkez bankası faiz koridorunu
kullanmaktadır. Ancak, geleneksel yapıda faiz koridoru genelde kendi başına bir araç olmaktan
ziyade piyasa faizlerinin politika faizinden belirgin şekilde sapmasını engellemek amacıyla
kullanılmaktadır. Bu doğrultuda faiz koridoru politika faizi etrafında simetrik ve (genelde
değişmeyen) dar bir bant olarak tanımlanmakta, diğer bir ifadeyle pasif bir rol üstlenmektedir.
Öte yandan, TCMB’nin mevcut sisteminde faiz koridoru aktif bir araç olarak kullanılmaktadır.
Şöyle ki, Grafik 8’de rahatlıkla görüldüğü gibi TCMB gerekli gördüğünde faiz koridorunun
genişliğini ayarlayabilmekte ve bunu yaparken de koridoru politika faizi etrafında asimetrik bir
şekilde oluşturabilmektedir. Tasarlanan bu yapıda faiz koridoru, hem kısa vadeli sermaye
hareketlerindeki oynaklığa karşı daha hızlı ve esnek tepki verebilmesini sağlamakta hem de
gerektiğinde kredi büyümesi üzerinde etkili bir araç olarak kullanabilmektedir.(TCMB,2012a:4)
Yoğun bir sermaye girişi olduğunda Merkez Bankası faiz koridorunu genelde aşağı yönlü
genişleterek TL’nin aşırı değer kazanmasını önlerken, yoğun bir sermaye çıkışındaysa bu sefer
TL’nin aşırı değer kaybını önlemeye genelde koridorun üst bandını genişletir yani faiz
koridorunu yukarı yönlü genişletir. Bu da döviz kurunu etkilediği gibi bankaların mevduat ve
kredi faizlerini de etkiler.
Grafik 8: Faiz Koridorunun Uygulaması
Download