Merhabalar Aziz Hocam,

advertisement
Felsefe-Yazın Dergisi
Ankara, 2007
Felsefe-Yazın Dergisi: Akademide yer almamanıza rağmen, Türkiye'de felsefenin gelişimine
büyük emek verdiniz, birçok temel felsefe metnini Türkçeye çevirdiniz. Türkiye'de felsefe ile
ilgilenen hemen hemen herkes adınızdan haberdar; ama sizi daha yakından tanımak istiyoruz.
Bize yaşamöykünüzü ve felsefe serüveninizi anlatır mısınız?
Aziz Yardımlı. Sorularınız için
teşekkür ediyorum. Ben aslında
Müzik ile ilgilenmeyi istemiştim —
ve sonuna dek, çünkü Felsefeyi
tanımıyordum ve büyümekte
olduğum 1960’larda Müzik
yüceydi. Ama koşulların ülkemizde
eğilimleri destekleyici değil,
engelleyici olduklarını anladım.
Sonunda ailemin ve çevremin
telkinleriyle ODTÜ Elektrik
Mühendisliğine girdim. Kısa bir
süre sonra yaptığım şey anlamsız
görünmeye başladı. Fizik
büyüleyiciydi, ama bir insanın
eğitiminin, yaşamının, varoluşunun
tek bir etkinlik çevresinde
biçimlendirilmesi saçmaydı. Tıp
doktorluğunun daha özgür bir
meslek olacağını düşünerek Hacettepe Tıp Fakültesine başladım. Ama orada dördüncü yılımı
tamamladığımda ülke adım adım 1970’lerin bugün acıyla anımsadığım nefret ve şiddet kültürüne
teslim oldu, tüm idealler, umutlar, sevinçler yaşamdan ayrılıp gittiler. Kentler büyürken uygarlık
küçüldü, yeni yeni modernleşmekte, uygarlaşmakta olan kültür göçebe kültürüne yenik düştü,
yalnızca ideolojilerin akladığı şiddete, suça, saldırganlığa politika, kurtuluş, devrim vb. denmeye
başladı. Nihilistlerin doğru olarak anladıkları gibi hepimiz herhangi bir kültürün ortasına
fırlatılmıştık — ve bizim durumumuzda bu henüz biçimlenmekte olan ve az gelişmiş ya da geri
denilen bir kültürdü. Ama, yine Nihilistlerin hiçbir zaman anlamadıkları gibi, bu saçmalığı
görebilmek aynı zamanda onu reddetmeye götürecek ışığı da görmekti. Felsefenin eksikliğini
duyumsamaya ve Hegel’in önemli, hayır, en önemli düşünür olduğunu sezmeye başlamıştım. Ne
yaptığımı bütünüyle bilerek, içine fırlatılmış olduğum kültürsüzlüğü terketmeye ve varoluşu daha
çok tanımaya karar verdim. İdeolojinin bir yanılsama olduğu konusunda en küçük bir kuşkum
kalmamıştı. Norveç’e giderek Oslo Üniversitesinde Felsefe okudum. Akademik eğitimin griliği ve
niteliksizliği bütünüyle bir yana, bu kez birinci en iyiyi bulmuştum ve sonuna dek gitmeye
istekliydim. Nihilistler anlamın yalnızca Tanrıda olduğunu düşünüyorlardı. Ben Felsefede, Bilgide
olduğunu düşünmeye başladım. Onlar Tanrının öldüğüne inanırken ve bu yüzden sonsuz bir
anlamsızlıkta yiterken, ben Bilginin ve Usun, Sevginin ve Sanatın yalnızca harika değil, tanrısal
olduğunu anlamaya başladım. Dünyayı felsefeci bir kral ya da tiran değil, ama yalnızca ve yalnızca
felsefenin, bilginin kendisi, kendini bilen Özne olarak insanlığın kendisi değiştirebilir, kurtarabilirdi.
Durumunu bilmeyen bir insanlık şimdiye dek her zaman yapmış olduğu gibi yalnızca Platon’un
mağarasındaki kölelerin rolünü oynuyordu.
Sorunuzun başındaki bir anlatıma takıldım: “Akademide yer almamanıza karşın, Türkiye’de
felsefenin gelişimine büyük emek verdiniz.” Doğru. Çünkü tersi paradoksal olurdu. Akademide yer
almamama karşın değil, ama özellikle yer almamayı seçerek felsefenin gelişimine katkıda
bulunabilirdim. Akademi kurumsal doğası gereği felsefeye dışsal, giderek yabancı kaygıları birincil
sayabilir. Ben felsefeyi koşulsuz olarak, saltık olarak gördüm. Felsefe yalnızca bilgelik sevgisi değil,
ama bilgi sevgisi, edimsel bilmenin kendisiydi. Akademi hakkında başından çok kesin ve çok dikkatli
yargılar oluşturdum. Her zaman doğallıkla kendi kültürüme aittim, ama onda Felsefe yoktu ve
Akademisi hiç de iyi bir durumda değildi. Batıda ise daha düzenli, daha bilgili olmasına karşın,
Akademik felsefenin kendisi Felsefeyi yenmenin aracı olmuş, Us pozitivizm tarafından ve dilin
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
1
kendisini düşünceden koparan bir ‘dil’ felsefeciliği tarafından bütünüyle sindirilmişti. Felsefenin bu
zayıflığı Batı kültüründe her zaman ve her nasılsa doğru olarak algıladığımız törel zayıflığa koşut bir
olguydu. Felsefe adına Felsefenin kendisini yadsıyan herşey — görgücülük, görecilik, kuşkuculuk,
nihilizm, pozitivizm vb. — öğretiliyor ve övülüyordu. Bunları, felsefe tarihine ait olmalarına karşın,
felsefe olarak sayamadım. Hegel’den sonra, yöntemli ve dizgesel diyalektiği yapamayan,
tanıtlamanın bilincinde bile olmayan derbeder bir düşünceye Felsefe diyebilmek için çok geç
olduğunu düşündüm. Akademi en iyisinden görgül, dışsal bir felsefe tarihi bilgisi vermenin ötesine
geçemiyordu. Sonuçta felsefe için önemli olan ayrım Akademi ya da Akademi-dışı arasındaki biçimsel
ayrım değil, Us ya da Us-dışı arasındaki özsel ayrım olarak anlaşılmalıydı. Ancak bu anlayış
temelinde Akademi kendi gerçek kavramının bilincini ve realitesini kazanabilir ve gerçek Platonik
Akademi olarak bütün bir insanlığın eğitimindeki vazgeçilmez işlevini üstlenebilirdi. Bu doğru olarak
kabul edildiğinde Üniversitenin bütün bir kültür sürecindeki önemi herşeyin üzerine çıkar ve onu
Kavramına uygun bir biçime yükseltmek birincil görev olur. Felsefede bir görevden, ödevden söz
edebiliriz, çünkü idealizm en temelde insan varoluşunun insanın kendi özsel Kavramına uygun olarak
edimselleşmesi bilincinden ve istencinden başka birşeyi anlatmaz. Felsefe insanı yönetmez, politika
değildir. Ama daha güçlüdür ya da gerçek politikadır çünkü yalnızca insanın kazanmak üzere
belirlendiği biçimi kavramasını sağlamanın aracıdır.
Akademi ya da Üniversite realitesi içinde değil idealitesi, gerçeği, Kavramı içinde düşünüldüğünde,
realitenin değil ama idealitenin güçlü, aslında saltık olarak güçlü olduğunu ve realiteyi Zaman içinde
dönüştürdüğünü ve Kavramı ile uyum içine gelinceye dek dönüştürmeyi sürdüreceğini görebiliriz. Bu
olumsuzun, henüz ‘olmayanın,’ henüz kendinde ya da gizil olanın olumlu olan üzerindeki gücüdür.
Üniversite bir zamanlar Batının Özgürlük kalesi olarak görülüyordu. Bir savunmacılık anlatımı olsa
da, bu eskimiş bir görüş değildir. Tersine, gerçek içeriğinde her zaman yenidir. Üniversitenin
kazanması için modern Yurttaş Toplumunda ona engel olabilecek hiçbir engel yoktur. Ve ussal
Üniversitenin kazanması insanlığın kazanması demek olacaktır.
Felsefe-Yazın Dergisi: Şu anda ne gibi çalışma faaliyet(ler)inde bulunuyorsunuz?
Aziz Yardımlı. Şu sıradaki ve her zamanki etkinliğim kültürümüzü her alanında üzerinden akan
gerilikten, hırpanilikten, Doğululuktan kurtaracak herşeyi yapmaya çalışmaktan oluşuyor. İnsan
doğasının kendini gerçekleştirmek, edimselleştirmek için özgür olmasına küçük de olsa katkıda
bulunmaya çalışmak, varoluşun gerçek anlamına doğru çabalamak: İnsanlığın Oluş Sürecinin bu
aşamasında daha büyük bir tutku ve daha büyük bir doyum düşünülemez. Eğer kuram ve kılgı bir ise,
İnsanlığın bilgi tarafından uygarlaştırılmadıkça sömürüden, türesizlikten, kavgadan kurtulması
olanaksızdır. Uygarlaşmanın saltık koşulunun insanın kendisinin bilgisi olduğunu, birincil olarak tinsel
gelişimden ve ikincil olarak ve ancak onun zemininde özdeksel gelişimden oluştuğunu yadsıyamayız.
Eğer varoluşumuzun özdeksel ve tinsel yanlarını karşılaştıracak olursak, insanın özdek olarak değil
ama Tin olarak — düşünce, duygu ve duyarlık olarak — insan olduğunu, ve bu karşılaştırma içinde
önem açısından felsefenin en yüksek teknolojiden de daha yüksek ve daha belirleyici olduğunu kabul
etmemiz gerekir. Uygarlaşmak için otomobiller ve otoyollar, televizyonlar ve bilgisayarlar vb. değil,
ama kendini bilmek, yani özgür olduğunu bilmek, bir us ve duyunç ve duyarlık taşıdığını bilmek ve
yalnızca ve yalnızca bu sonsuz değerleri kutsal saymak saltık olarak zorunludur. Uygarlık kültürün bu
değerler ile çakışmasından oluşur. Bu olmadıkça, yoksulluğu, bilgisizliği ve ona bağlı erdemsizliği,
giderek açlığı bile içeren kültürümüzde ve başka kültürlerde özdeksel gönencin paylaşılması
kaçınılmaz olarak eşitsizlik, türesizlik ve en çirkin bencillik tarafından koşullandırılır.
Felsefeciysek, etkinliğimizin birincil odak noktası bilgi olmalıdır, kuşkuculuk ya da bilgisizlik değil.
Bilmeden, anlamadan henüz yeterinden öte sorunlu olan kendi realitemize egemen olmamız olanaklı
olamaz. O zaman dışsal etmenler, altyapı vb. bizi denetler. Söz konusu bilgi insanlığın en büyük
bilgelerinin çağlar boyunca ortaklaşa ürettikleri bir birikimdir. Hiçbir zaman sıfırdan başlama
durumunda değiliz ve tüm geçmiş felsefe çabasını boşa giden bir başarısızlık olarak görmememiz
gerekir. Buna göre eğer felsefi etkinliğin genel olarak ne olması gerektiği düşünülürse, bu sonsuz
değerli birikimi gerçek anlamda kazanmanın, kavramanın daha öte neler yapmamız gerektiğini de
göstereceğini anlayabiliriz. Hegel’in Mantık Bilimi üzerine çeşitli kültür ortamlarında ve son olarak
Noesis Felsefe Atölyesinde arkadaşlarımla yıllardır sürdürdüğümüz ve daha yıllarca süreceğini
düşündüğümüz bir çalışma var. Ve bildiğimiz gibi, klasik felsefede Aristoteles’ten bu yana Mantık
Bilimi ya da Organon felsefenin, bilginin gerçek başlangıç noktası olarak kabul edilir. Batıda modern
Akademi bir yana, giderek Hegel üzerinde yoğunlaşan araştırmacılığın kendisi bile henüz bu
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
2
çalışmanın önemini anlamış değildir. Eğer düşüncenin doğasını, Kavramın kendisini, insanın bu Özünü
anlamak bilgi için temel ise, bu olmadan yapılan ‘felsefeler’ doksadan daha iyi olamazlar ve göreli
kültürel görüşler üretmekten öteye geçemezler. İstanbul’daki felsefe etkinliklerimizde de Mantık
Bilimi çalışmalarımızın en öğretici, en diriltici, ve en uyarıcı odak noktası oldu. Sürmekte olan bu
çalışmamızın tüm içeriğini internette www.ideayayinevi.com adresinde yayınlıyoruz. Bunun yanısıra
Ön-Sokratikler, Tarih Felsefesi, Tüze Felsefesi üzerine hemen hemen tüm çalışmalarımızın ses
kayıtlarına ulaşmak olanaklı ve bunlar yalnızca İstanbul’dan değil ama Türkiye’nin ve dünyanın
pekçok yerinden izleniyor.
Bugün felsefe literatürü yüzeysel bir okuma ile bile baş edilemeyecek bir ölçüde genişledi ve daha
da genişlemeyi sürdürüyor. Sık sık felsefe ile en küçük bir ilgisi olmayan bütünüyle boş yazınsal,
politik, ideolojik, kabaca salt kültürel yazılar bile kendilerini felsefe görünüşü altında sunuyorlar. Bu
bir yandan umut verici ve felsefenin öneminin yaygın olarak kabul edilmekte olduğuna tanıklık
ediyor. Ama öte yandan pek çok insan bu sözde ‘felsefelere’ takılıp kendine felsefe tarihinde
gerçekten değerli ve birincil olana ulaşma şansını yasaklıyor. Bu olgu karşısında modern nihilistik ve
pozitivistik felsefeciliğin tam olarak Usun kendisini yadsıdığını, tüm saldırılarının değişik biçimler
altında da olsa Usa yöneldiğini gözden kaçırmamanın olağanüstü önemini yadsıyamayız. Bu nedenle
ikisinin, pozitivizmin ve nihilizmin birliği olarak postmodernizmi tam açınımı içinde izlemeli ve
anlamalıyız. Ama Türkiye için henüz gereksinimler gündeminde birincil olan şey bizim dışımızda
üretilmiş olan felsefe kaynaklarını dilimize kazandırmak. Kendim bir süre daha bu alanda
çalışacağımı düşünüyorum.
Felsefe-Yazın Dergisi: Türkiye'de felsefe ile ilgili çalışmaların -çoğunlukla- akademik sınırlar
içerisinde kaldığını görüyoruz. Bu duruma ilişkin düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Felsefenin, akademik sınırların ötesinde, insanlarla buluşmasını sağlayabilecek çalışmalar ne
kadar olanaklıdır?
Aziz Yardımlı. Türkiye’de
felsefe açısından henüz işin
başlarındayız. Bir bilimin bir
süreç olduğunu, gelişmenin her
zaman bir birikim üzerine
olanaklı olduğunu düşünürsek,
önümüzde duran ilk görevin
Felsefe Tarihinin bu birikimini
ele geçirmek, ilkin en önemli
metinleri çevirmek olduğunu
söyleyebiliriz. Ne yazık ki henüz
yeterli olduğunu
söyleyebileceğimiz nitelikli bir
birikimimiz yok. Akademinin
dışarısına bakarsak, felsefe
yayıncılığı sık sık bu konuda en
küçük bir yetkinliği bile olmayan
bir yayıncılık sektörünün keyfine
ve para mantığının kurallarına
ve popülerliğe boyun eğme durumunda. Avrupalıların yüzyıllardır sürdürdükleri ve neredeyse bir
sanat düzeyine yükselttikleri bu sektör bizde henüz kültürün genel geriliğini ve kabalığını
yansıtmaktan öteye geçemedi. İçeriye bakarsak, üniversitelerimizin, felsefe bölümlerimizin büyük
bölümü henüz kuruluş ve büyüme aşamasında ve henüz üretken olamayacak denli yeni iken, eski
olanlar ise sözcüğün gerçek anlamında onarılamayacak denli eskimiş kurumlar görüntüsünü
taşıyorlar. Bu bütünsel geriliğin üstesinden gelebilmenin, değişmenin kolay olacağını düşünmek güç.
Eğer bir kültürün Felsefesi o kültürün öz-bilinci ise — ki felsefeciler olarak böyle olduğunu çok iyi
biliyoruz —, o zaman Türkiye’nin entellektüel açığının ne yazık ki çok büyük olduğunu ve bir kültür
olarak kendimizi bile gerektiği gibi bilemediğimizi söylemek zorundayız. Bireysel katkılarımız ne
denli küçük olursa olsun tümünün önemi ve yararı var, ve bu etkinliği dışsal güdülerle değil ama
bilinçli olarak ve en büyük özenle sürdürmeliyiz. Felsefe Akademinin içinde de dışında da
sürdürülüyor, ve bu tüm Batıda ve tüm tarihte her zaman böyle oldu. Önemli olan ve gerekli olan
tek şey Düşüncenin Özgürlüğüdür, çünkü güçlerinde ve yeteneklerinde özgür bırakılan Us en
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
3
doğrusunu, en iyisini ve güzelini üretmekten başka türlü yapamaz. Türkiye’de felsefe etkinliğinin
hızla ve yüksek bir nitelikte gelişeceğine inanıyorum, çünkü özgürüz, ve Özgürlük modern Türkiye
için bir daha geri alınamayacak bir yolda kazanıldı. Yapmamız gereken tek şey gözlerimizi açmak,
Özgürlüğün ne olduğunu özgürce düşünmek, bize sunulan bu saltık değerin elimizin altında
olduğunun bilincine ulaşmak, Felsefeyi ideolojik ya da dinsel önyargılara uyarlamaya çalışmamak,
Usu Usun kendisinden başka hiçbir yargıcın önüne çıkarmamaktır. Türkiye’de bilim, felsefe, sanat
konusunda geleneğin kendisinden gelenin dışında hiçbir sınırın olmadığını, Felsefeyi, bilgiyi
iletmenin yalnızca bizim kendimizin onu kazanıp kazanamadığımıza ve içeriği ona ne kadar uygun
biçimlerde sunabildiğimize bağlı olduğunu kabul etmeliyiz.
Bütün insanlık ve felsefe ilişkisi açısından belirtmek gerek ki, kişilerin belli bir noktadan sonra
entellektüel olarak değişmeleri hemen hemen olanaksız, ve isteseler de, çok ciddi çabalara
girişseler de, bunu yapmada pek başarılı olamıyorlar. Bu yüzden felsefe eğitiminde de gençlere
ulaşabilmek her zaman sürecin niteliğinin yükselmesinin ve iyileşmesinin biricik yolu olarak
görülmeli. Ve yine bu yüzden felsefe öğretmenlerine düşen görevin önemi sonsuzdur. Bir Lise
öğretmeni öğrencilerine Felsefenin, Usun ışığını başka her bilimde olduğundan daha güçlü olarak
gösterebilir, onlara dünyaya bakışta nelerin özsel olduğunu anlatmayı başarabilir, erkenden
entellektüel, etik ve estetik bir derinlik kazandırabilir. Diyalektik düşünceyi gençlerin çok daha
kolay, çok daha severek, ve çok daha başarılı olarak kavradıkları bir gerçek.
Felsefe-Yazın Dergisi: Biz, FelsefeYazın çevresi olarak, akademi kadar akademi dışının da
önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü, güçlü bir akademi-dışı çalışma ya da oluşum akademiyi
de güçlü kılacaktır. Bu şekilde akademideki felsefeciler daha ciddi çalışmalar yapacak ve daha
nitelikli ürünler ortaya koyacaklardır. Akademi ve akademi-dışı birbirlerini teşvik edici bir işlev
göreceklerdir. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz?
Aziz Yardımlı. Bu konuyu yukarıda bir ölçüde açmaya çalıştım. Önemli olan şey bir kültürün bütün
kesimlerinin yürürlükteki geçersiz, eskimiş, değersizleşmiş kalıplardan özgür olarak düşünmeleri ve
böylece tümünün bir bakıma koşut ve eşgüdümlü gelişme şansını kazanmalarıdır. Felsefecilik hiç
kuşkusuz yalnızca kendi içine kapanmamalı, Akademinin geri kalan bölümleri ile ve hiç kuşkusuz
başta Yazın, Resim, Müzik, Tiyatro, Sinema olmak üzere tüm sanat alanları ile ve basın, radyo ve TV
gibi iletişim araçlarıyla da etkileşim içerisine girmelidir. İçinde olduğumuz gelişim süreci ancak
kendinin bilincine vardığı düzeye dek insan hırsının ve kör tutkularının güdümünde ve hizmetinde
olmaktan uzaklaşabilir. Bu özbilinci üretme etkinliğinde Felsefenin sorumluluğu ve yükümlülüğü
başka herşeyin üzerindedir. Felsefe kendi yarattığımız durumun özbilincini ve çözümlemesini
üretmelidir. Düşünen her insanın öğrenmek, bilmek, gelişmek istediğini gözden kaçırmamalıyız. Her
insan sonsuz değerdeki yetilerle donatılı bir varlıktır ve değişmek, gelişmek, büyümek doğasının en
gerçek belirlenimidir, her birinin hem hakkı hem de ödevidir. Bu gelişme gizilliğini tutuşturacak
kıvılcımın, etkinleştirecek ve önünü açacak biricik etmenin, onu nihilizmin anlamsızlığı ve
değersizliği yerine Usun büyüklüğüne, derinliğine, ve gücüne götürecek olan şeyin Klasik Felsefe
olduğunu gözden kaçırmamalıyız.
Felsefe-Yazın Dergisi: Sizce Türkiye'de bir felsefe geleneğinden söz edilebilir mi? Genel olarak
Türkiye'deki felsefenin içinde bulunduğu durum hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Aziz Yardımlı. Türkiye’de felsefe bugüne dek hiçbir zaman Usun Özgürlüğü içinde yapılmadı. Kendi
payıma çok güzel ve çok güçlü bir Dilden başka hiçbir temel üzerine dayanamadım. Eğer dayanmaya
çalışsaydım, eğer gördüklerimi felsefecilik diye alsaydım, yokolurdum. Felsefede bir geleneğin
olmamasını bir bakıma işimizi kolaylaştıran başlıca etmen olarak görebiliriz, çünkü olsaydı onu
yenmemiz gerekirdi. Gelenek hiçbir ussal temeli olmadan salt öyle “geldiği” için sorgulanmadan
kabul edileni anlatır. Oysa felsefenin başlangıcı — ama yalnızca başlangıcı — sorgulamadır, kuşkudur.
Bu ise doğrudan doğruya geleneğin sonudur. Gene de Türkiye için bir tür gelenekten, Felsefeyi
ideolojiye, hiç kuşkusuz bir inanç gibi, bir tür din gibi kabul edilen ideolojiye uyarlama, onun
hizmetine sokma gibi henüz kendini ağır bir biçimde duyumsatan bir eğilimden söz edebiliriz. Bu
felsefeye, bilgiye, Usun kendisine uygulanan bir tür sansür gibi birşeydir. Özgürlüğü zayıflattığı
düzeye dek, ahlaksal olarak beklenenin tam tersinde sonuçlandığını görmek güç olmamalıdır, çünkü
ahlakın kendisi Özgürlük olmaksızın olanaksızdır. İdeoloji her durumda nefret, şiddet ve kavga
üzerine dayalı bir değişim istencidir. Ama Özgürlüğü tiranlık yoluyla kazanmayı istemek
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
4
paradoksaldir. Felsefenin, aslında Düşünce Özgürlüğünün kendisinin üzerine yükseltilen bu inakçılık
sözcüğün tam anlamıyla ortaçağ skolastiklerinde gördüğümüz şeydir, çünkü onlar da Felsefeyi kutsal
yazılara uyarlamaya çalışıyor, böylece onu yokediyorlardı.
Türkiye’de geleneğin kültürün başka her alanında da etkili olan bir direncinden söz edebiliriz.
Toplum henüz bütününde, bilgisiz kesimlerinde olduğu gibi bilgili kesimlerinde de gelenek tininden
özgürleşmiş değil. Bu tutum Düşünce Özgürlüğünün ve böylece Bilginin sonu anlamına gelir, ve o
zaman Felsefenin yeri düşünmeyen bir propaganda tarafından alınır, Felsefe kendini kandırmaya
başlar. Türkiye’de son on yıllarda bütün bir yazarlar, sanatçılar, bilimciler kuşağı bu olguyu
anlamadığı için yetilerini ve yeteneklerini köreltti, ve tam bu Özgürlük yitimi nedeniyle
amaçladığının tam tersini elde etti, düşünsel Köleliğe teslim oldu. Sürekli değişim durumunda olan
Modern Toplumda bilimsel, etik ve estetik değerlerinin yükselmesi ancak ve ancak ideolojiden ve
boşinançtan Özgürlük yoluyla olanaklıdır. Us dışsal bir güdüme değil, ama yalnızca Özgürlüğe,
yalnızca kendi içinden belirlenime gereksinir. Özgür Düşünceden, bireyin en gerçek değerinden
korkmamak, tersine herşeyden çok ona güvenmek gerekir. Ve bu Felsefe etkinliği için başka
hepsinden daha geçerlidir. Bir kültürün Felsefeye yaklaşımı kendi karakteri tarafından
koşullandırılır. Ve Türk toplumunun bir Descartes, Rousseau, Hegel gibi sayısız düşünürü üreten Batı
kültürü ile aynı tözü paylaşmadığını, Osmanlının dışında kalan Halkın Doğu kültürünün yeni olana
direnen baskıcı ve yasaklayıcı karakterini taşıdığını ve bunun bütün bir Cumhuriyet döneminde
entellektüel karaktere de yansıdığını görmemiz gerekir. Özgürlük kültürü bizim gelenek kültürümüz
için ürkütücüdür, ve sık sık bir düşman olarak algılanır. Bir Felsefe geleneğinin değil ama bir Felsefe
birikiminin olmamasını bu öz-dayatımlı özgürlük-yoksunluğu zemininde anlayabiliriz. Bu eksiklik hiç
kuşkusuz Osmanlı kültürünün ve daha sonra Türk kültürünün Batı ile uzaklığı ve ona yabancılığı
tarafından da koşullandırıldı. Avrupa kültürleri karşılıklı etkileşim içinde neredeyse bütün bir Kıtayı
kapsayan evrensel bir dönüşümü ve yenileşmeyi yaşarken, biz bu kollektif çabanın önemli ölçüde
dışında ve gerisinde kaldık.
Gelişmek değişmek demektir, başkalaşmak demektir. Bunun özsel olarak bir duyunç ve istenç
girişimi olduğunu görmeli, doğruyu ve eğriyi kendi belirleme hakkımızın bilincini kazanmalıyız.
Değişim bir ortadan kalkış, bir ‘Aufhebung’ demektir. Bu düzeye dek eskinin yeniden, geleneğin
modernleşmeden nefret etmesi ve ona direnç göstermesi kaçınılmazdır. Ama aynı zamanda yeniyi
üreten bilinç yine o eski bilincin kendisi olduğu ve dönüşümü kendi istenciyle üstlendiği ölçüde, bu
gerilimin bizim kültürümüzde bugün bir zamanlar Avrupa’da olanın tersine uygarca çözülmesi
olanaklıdır.
Felsefe-Yazın Dergisi: Felsefe okurunun zaman zaman çeviri dilinizden hoşnutsuz olduğuna ve
çevirilerinizi anlamakta zorlandıklarına ilişkin yakınmalar duyuyoruz. Akademi çevrelerinden de
kullandığınız terminolojiye ilişkin kuşkuyla dolu bir yaklaşım gözlenmekte. Çevirilerinizin "daha
anlaşılır" olması mümkün müydü? yoksa böyle bir çeviri dili kullanmanızın özel nedenleri mi
var?
Aziz Yardımlı. Hiçbir zaman ‘zorlanma’nın büyük bir problem olduğunu düşünmedim. Evet, sık sık
zorlanırız, ve öğrenmek, yani değişmek, yani gelişmek kaçınılmaz olarak bizim kendimizde eski
olanın direnci ile karşılaşır. Ama öğrenmek isteyen için zorlamak bir hazdır. Yakınmalar durumunda
başından ve her zaman gözlediğim şey şu oldu: Kötü, bozuk, baştan sona anlaşılmaz bir çeviriyi
okuyanlar bir kural olarak hiçbir yakınmada bulunamazken, aynı kişiler aynı metni ilk kez anlaşılır
bir çeviride okudukları zaman anlaşılabilir olanı anlamada yatan gerçek güçlüğü yaşamaya başlarlar.
Anlaşılmaz olan salt anlaşılamadığı için hiçbir zorlanmaya ve dolayısıyla hiçbir yakınmaya yol
açmazken, anlaşılır olan ise salt anlamada yatan güçlükten ötürü yakınmaya yol açar. Bu tembel
tinin ironisidir, ve değişime direncin bir belirtisidir. Çevirilerimin anlaşılmaması durumunda asıl
sorunun hiçbir zaman sözcüklerin yeni olması, onlarla ilk kez karşılaşılması gibi birşey olmadığını
gördüm, çünkü sözcüklerden yakındıklarını söyleyenler açıkça yaygın olarak kullanılan ve bilinen
sözcükleri örnek olarak gösteriyorlar — ya da hiçbir örnek bulamıyorlardı. Bu bilinç düşüncesiz
bilinçtir, henüz kentliliğin uygarlığını, inceliğini ve ussallığını kazanamamıştır, ve bizim
kültürümüzün başlıca sorununa tanıklık eder. Kısaca, bu yakınmacılık Felsefenin içindeki bir sorun
olarak görülebilecek en son şeydir. Bütün bunların dışında, gene de metnin ‘daha anlaşılır’
olabilmesi olanağından söz edebilirsek, bu çeviriden çok özgün metni ilgilendiren bir sorundur.
Felsefe güçtür, ve dayançsızlık ve tembellik için olanaksızdır. Kant, Hegel, Heidegger gibi
felsefecilerin metinlerinin kolay olduğunu hiçbir biçimde söyleyemeyiz. Yine dile dönersek, biraz
üzerine düşünürsek göreceğimiz gibi, arı dil yabancı sözcüklerin yol açtığı etimolojik güçlüklerden
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
5
özgür olduğu ve Kavramı daha doğrudan gösterdiği için aslında Felsefenin özellikle yeğlemesi
gereken biçimdir. Ve Türkçe’de üretilen yeni sözcükler dili hem güzelleştiren hem de güçlendiren
birer sanat yapıtı gibidir (görüngü, edimsellik, olgusallık, olgu, algı, değişki, almaşık, bakışık,
ayrışık, belit, duyunç, istenç, bilinç, imge, imgelem, dizge, dizem, düzen, gizillik, kılgı, kuram,
içkin, aşkın, tümdengelim, tümevarım, tekil, tikel, evrensel, uzam, imlem, düşlem, özdek, devim,
eytişim, uylaşım vb.). Bunlar anlama duruluk kazandırdıkları ölçüde anlamayı güçleştirmek yerine,
tam tersine kolaylaştırırlar. Böyle sayısız güzel sözcüğü üretmiş dilbilimcilerimize minnettar
olmalıyız.
Özellikle bu sözcükleri onlara karşı çıkanların kendilerinin de kullandıklarını gördüğümüz için bu saf
yakınmacılık tutumunu ciddiye almak anlamsızdır. Bildiğimiz gibi, dilde ‘alışkanlık’ etmeni diye
birşey vardır ve hepimiz yeni olana sandığımızdan çok daha kısa bir süre içinde alışabiliriz. Başka bir
alanda, klasik müziğe alışmamış bir kulak da ilkin pekala gürültüden başka birşey duyamayabilir.
Ama alışınca, duyarlığını terbiye edince, bir zamanlar onu rahatsız etmiş olan şey en beğendiği şey
olabilir. Tek bir sözcükle, anlaşılmadığı sanılan şey dil değil ama onun ilettiği içeriktir. Felsefe
kurguldur, ve bu doğası ile sıradan bilinç tarafından, analitik anlak tarafından anlaşılmaması hiç
kuşkusuz anlaşılabilir birşeydir. İnsanlığın çok büyük çoğunluğu bu dünyadan hiçbir zaman felsefenin,
gerçekliğin, bilginin ne olduğunu anlamadan, kendilerinin bilemeden geçip gider. Bin yıl boyunca
uygarlık adına taş üstüne taş koymamış bir kültürden kopup gelerek felsefeyi yargılayanlara, birkaç
yalın sözcükten yakınanlara, gerçekte yalnızca kahve köşelerine yaraşanlara insanın gerçek yüksek
değerlerini götürme gibi bir amacımız olmamalıdır.
Gerçekten de, anlaşılır olmayanı anlama ve anlaşılır olanı anlamama durumunun kendisi anlaşılır
değildir. Çevirileri yapmamın başlıca nedenlerinden biri eski çevirilerin anlaşılır olmamaları bir
yana, ‘çeviri’ adını bile taşıyamayacak bir düzeyde okunamaz olmalarıydı. Descartes, Spinoza, Kant,
Hegel (ve yakında yayımlamayı umduğum Rousseau) gibi düşünürlere bölük pörçük çevirilerde
yapılan haksızlık ve kabalık inanılmayacak ve kabul edilemeyecek boyutlardaydı. Bu olguyu
göremeyenler ve doğru ve güzel olan karşısında kuşkuya düşenler için tek bir sözcük bile harcamaya
değmez. Eğer felsefenin ancak ve ancak anadilde öğrenilebildiğini, bir insanın ancak ve ancak
anadilinin sözcüklerinde düşünebildiğini kabul edersek, ilk felsefe etkinliğimizin felsefeyi
anadilimize aktarma olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Yabancı dilde felsefe ya da bilim
yapılabileceği görüşü bir yanılsama olmanın da ötesinde uygar değildir.
Felsefede henüz yeterince bilgili ve güçlü olmamaya bağlı bir kuşkuculuğu, güvensizliği, ürkekliği
yaşıyoruz. Yarayı ancak onu açan bıçağın iyileştirebildiği düzeye dek, ancak bilgimizi arttırdıkça
kuşkudan, güvensizlikten uzaklaşmayı, daha uygar, daha olgun olmayı başarabiliriz. Yine, bilgisizlik
kendi kararını vermek yerine, kendi için düşünmek yerine, bunda da başkalarına bağımlı olmayı
getirir. Ve bu bağımlılık Batıda salt sığlığı nedeniyle en anlaşılır olana, analitik felsefecilik denilen
kabalığa teslim oluyorsa, bilgisizliğin bu tutarlı tutumuna hiçbir biçimde hayret etmemek gerekir.
Felsefe-Yazın Dergisi: Şimdi, ileriye dönük projeleriniz nelerdir? Bunları öğrenebilir miyiz?
Aziz Yardımlı. Bu alandaki projelerimizi felsefenin evrensel doğası ile bağıntı içinde düşünmeliyiz.
Pragmatik sorunlar için yapılacaklar belli. Ama konuyu bütününde düşünmek için felsefenin Batıdaki
durumunu dikkatle anlamamız gerekir, çünkü açıkça çocuksu ve duygusal bir Batı düşmanlığına
karşın bu düşmanlığın normlarını da kapsamak üzere kültürel olarak Batıdan beslenen ve belirlenen
bir değişim süreci içindeyiz. Batı felsefeciliğinde Hegel’den sonra Usa karşı dönen nihilistik ve
pozitivistik eğilimlerin, evrensel bir misolojinin egemen olduğu bilinen bir olgudur. Bu iki eğilim son
30 yıl içinde kendini Usun ne kadar saçmalayabileceğini sergileyen postmodernizm olarak yeniden
yapılandırdı. Oslo’da felsefe eğitimimi sürdürdüğüm yıllarda sayısız doksa arasında işin gerçeğini
öğrenmemde yardımcı olabilecek, Hegel’in çözemediği güçlükleri aşmada ışık tutabilecek bilgeler
aradım. Yalnızca Norveç’te değil, ama Avrupa’nın her yerinde. Ve eğer Çin’de olsaydı, oraya bile
gitmeye hazırdım. Ama çok dikkatli ve çok ayrıntılı araştırmalardan sonra, bütün bir Avrupa’da
Hegel’i gerçekten anlayabilmiş ve daha ileriye yönelmiş tek bir düşünürün bile olmadığını gördüm.
Hemen hemen herkes Kavram konusunda kuşkuluydu, ve Us adına yola çıkanlarda bile Dilin
birincilliğine doğru evrensel bir yönelim vardı — sanki Dil Kavram olmaksızın Dil olabilecekmiş gibi.
Akademik felsefe aşağı yukarı bütününde Batı kültürünün evrensel pragmatizmine, duyunçsuzluğuna
ve usdışına uyarlanmıştı. Bir kaç önemli düşünür Hegel’i açıkça anlamayı başaramadıklarını kabul
ederken, çoğunluk onu anlamış gibi yaparak düşüncelerini çözümlüyor, yorumluyor, ya da
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
6
çürütüyordu. Felsefe Russellların, Popperların, Derridaların, Baudrillardların elinde bir parodiye
çevrilmişti, ve ideolojinin felsefeyi itip kakmasının, diyalektiği baş aşağı çevirmesinin vb. sözünü
etmek bile gereksizdir. Hegel’in ötesi vardı, çünkü başarısı ne kadar büyük ve benzersiz olursa olsun
onu açımlamada bütünüyle başarısız kalmıştı. Sorunu çözmek bir bakıma Hegel’in kendisinin
uyguladığına benzer bir girişimi gerektiriyor gibi görünüyordu. Çağın felsefi sorunu ve görevi
Aristoteles ve Hegel’de sergilenen kurgul çözümlemeyi gerçekten izlenebilir bir tanıtlama düzlemine
yükseltmek, onu her felsefe öğrencisinin öğrenmesine olanak veren bir duruluğa getirmekti. Felsefe
— kurgul düşünce — hiç kuşkusuz beklenmedik ölçüde güçtür, ama Usu, insan Usunun kendisini
tanımaktan başka birşey olmadığı düzeye dek o Us için olanaksız olamaz. Bu tür gözlemlerin sonucu
önümüzde yatan projenin çıkarsaması olarak görünüyor.
Felsefe-Yazın Dergisi: Son olarak, FelsefeYazın dergisi okurlarına iletmek istediğiniz bir
mesajınız ya da söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Aziz Yardımlı. Dünya-Tininin, İnsanlığın bizim ait olduğumuz bu çok-kültürlü diliminde de evrensel
ussal kültürün gelişmesi için çok yoğun, çok bilinçli, sözcüğün gerçek anlamında tutkulu bir düşünsel
üretime gereksinimimiz var. Ve Özgürlük Tini bu süreç için gereken bireyselliğin ve bireylerin
yaratılmasının biricik olanağı ve güvencesidir. Bireysellik zorunlu olarak anamalcılığın, neoliberalizmin bir kavramı değildir. Bu Özgürlük — boşinançtan, ideolojiden, herhangi bir tiranlıktan ya
da usdışı yetkeden Özgürlük — bizim kuşaklarımıza sunulan en değerli armağandır, çünkü gelişmenin
saltık olanağıdır, gerçi Cumhuriyet kuşakları tarafından uzun bir süre boyunca anlaşılamamış olsa da.
Bütün projelerimizi henüz İnsanlığın çok küçük bir kesiminin yararlanabildiği bu saltık değere hakkını
vermeye doğru ayarlamalıyız. Eğer insanlığın içinde bulunduğu gerilik, şiddet ve türesizlik durumu,
bu sözde ‘postmodern durum’ ya da ‘tarihin sonu’ onun yazgısı değilse, bu onun daha öte gelişmek
zorunda olduğunu, şimdi ulaştığı aşamanın henüz her varoluş boyutunda çok yetersiz olduğunu
anlatır. Gerilik en sonunda insanlığın kendi kendisinden başka hiçbir etmenin sorunu ve sorumluluğu
değildir. Ve ancak kendi sorununun sorumluluğunu üstlenebilen bir insanlık özgürdür, değişebilirdir,
ve kendini kötü kendisinden, fırlatılmışlığa teslim olmaktan kurtarabilir. Üniversitelerimizden
parlamentomuza, öğretmenlerimizden yazarlarımıza, ressamlarımızdan müzisyenlerimize dek
toplumun her yurttaşının, her bireyinin Usun kendi alanında eğitime, gelişime gereksinimi ve hakkı
var. Bu gereksinimi gökyüzü doyuramaz. Ancak Özgürlük koşulunda felsefi etkinlik doyurabilir.
İnsanların salt emekçi oldukları, yaşamlarını tekdüze emeğe adamak zorunda oldukları için bilgiden
yoksun kalabileceklerini düşünemeyiz.
Modern Batı kültüründe başından bu yana birşeylerin ciddi olarak ters gitmekte olduğu olgusu daha o
zamanlar düşünceye ve duyunca yetenekli hiç kimsenin gözünden kaçmamıştı. Modern Batı tini
kendini insanlıktan ayırırken aynı zamanda insanlığın geri kalanına karşı düşmanca bir tutuma girdi.
Onu sömürdü, köleleştirdi, ezdi. Bu duyunçsuz irrasyonalizm Batı felsefesinde Görgücülük ve
türevleri tarafından Usun bütünsel — kuramsal, etik ve estetik — reddedilişinde yansımasını ve
aklanmasını buldu. Usdışı bir varoluşa ancak usdışı bir felsefe yaraşabilirdi, ve görgücülük, görecilik,
nihilizm, varoluşçuluk, ve son olarak postmodernizm Batının onu temsil edici felsefe formatları oldu.
Türkiye’de felsefe çalışmalarında yapmamız gereken ilk şey yakından akraba olduğumuz bu Batı
kültüründe felsefenin bugün içinde bulunduğu durumu yalnızca göreli olarak değil, ama saltık olarak
doğru kavramaktır. Eğer bu başarılabilecekse, ancak ve ancak Klasik Felsefenin ışığında başarılabilir,
çünkü Usun Işığı modern dönemin başlangıcında ilk kez parladığı zaman çok geçmeden onun hiç
sönmeyen o aynı Işık olduğu anlaşılmıştır. Ve felsefenin tarih tarafından koşullandığını, gelişmekte
olan bir süreç olduğunu anımsarsak, felsefenin henüz yeterince tanımadığımız bu tarihinin güncel
felsefeyi de kapsamak üzere araştırılması ve anlaşılması felsefedeki başlıca ereğimiz olmalıdır. Bu
birikimi genç kuşaklara aktarmak için Batıda yalnızca iyi olanın değil, ama özellikle en kötü olanın
da dilimize çevirisi hiç kuşkusuz özseldir. Ama aynı zamanda çevirinin kendisinin felsefenin özü ile,
kavramsal düşünce ile tanışık olmaksızın olanaksız olduğu düzeye dek, bu çalışma mekanik bir çeviri
çalışması olmanın ötesine geçmeli, özsel boyutlarında eşgüdümlü olarak yürütülmelidir. Felsefede
özgünlük, tikellik, yerellik aramak, tıpkı sanatta olduğu gibi, ancak kötü bir yapıt üretmede
sonuçlanır. Bilgi evrenseldir, insanlık içindir, ve felsefi bilgi için de aynı nesnellik eşit ölçüde geçerli
olmalıdır. Felsefede her zaman Tinin tarihsel bölünmüşlüğünün üstünde ve ötesinde, Usun gerçek
evrensellik alanındayızdır.
Klasik Felsefeyi ve Batı Felsefesini ayırdetmeliyiz. Batı Felsefesi tikel bir kültür olarak Batıya
özgüdür, evrensel değildir — pragmatik ve pozitivist, göreci ve nihilisttir. Klasik felsefe
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
7
evrenselcidir, idealistiktir, rasyonalisttir. Postmodern bakış açısı ona özgü görecilik gereği insanlık
için en yüksek ya da saltık kültür biçimini, evrensel bir uygarlığı yadsır. Tikel ahlakları, tikel
törellikleri, tikel tüzeleri, ve tikel felsefeleri savunur. Kültürel bir çoğulculuk ister. Geleneksel
kültürlerin geleneksel kalmaları ve modernleşmemeleri, yani değişme ve gelişme sürecine
yönelmemeleri, aslında modernleşmenin neresinden olursa olsun köklerine geri dönmeleri
gerektiğini ileri sürer, üstelik varoluşun bütününde usdışı ve dolayısıyla kendinde anlamsız ve saçma
olduğunu kabul etse de. Sürecin akışkan doğasını algılamayan bu felsefe düşman kültürlere
parçalanmış bir insanlığın durumunu tarihin sonu olarak görür. İnsanlığın istencinin ancak evrensel
ussal değerlerde bir olabileceğini doğrulayamaz, çünkü bu bütün bir dünya kültürünün türlülüğünün
saltık bir biçime doğru değişeceği, gelişeceği çıkarsamasına götürür. Ama göreciliğin gelişim ile bir
işi yoktur. Buna karşı Tinin gizilliğinden doğan gelişim dürtüsü ne Batının Batı, ne de Doğunun Doğu
kalamayacağını gösterir. Batıyı geçici tikel bir kültür biçimi olarak görürsek, onda Usa ait olan
herşeyin evrensel Tine, insanlığa ait olduğunu anlarız. Eğer çelişki kendini ortadan kaldırmaya
belirlenmişse, Batı bu özsel çelişkisi dolayısıyla ortadan kalkmaya belirlenmiştir.
Hiç kuşkusuz Doğu değil ama Batı Özgürlük bilinci, pozitif Bilgi, Demokrasi, Evrensel İnsan Hakları
gibi modern ussal ölçünlerin toprağıdır. Duygusal ve düşüncesiz bir ön-yargı ile Batıyı olmadığı şeyler
olarak, bilgisiz, anti-demokratik, totaliter vb. olarak görmeyi istemek geçersizdir. Ama bu
değerlerin bu tinin özüne yayıldığını ve onu baştan sona dönüştürüp gerçek anlamda eğittiğini,
uygarlaştırdığını söyleyemeyiz. Batı henüz yalnızca dört yüzyıldır işlemekte olan bir modern değişim
ve gelişim sürecinin ortasındadır ve burada değişim istencinin postmodern bir durma ya da kapanma
noktasına gelmiş olduğunu düşündürecek hiçbir belirti yoktur — postmodernist bir us-yadsımasına
dayalı kurgulamalar dışında. Sürecin bir süreç olması olgusunun kendisi bu kültürün henüz
duyunçsuzluk ve buna bağlı politik darkafalılık tarafından belirlendiğini anlatır. Avrupa’da ve ABD’de
demokrasi henüz moral olarak yeterince büyümemiş halkların istencidir. Ama Doğunun tersine, Batı
Özgürlüğü kavramış, başlangıçtaki bencil, yabanıl, yokedici özgürlüğünü adım adım
toplumsallaştırmış, zaman içinde daha da ussallaşan bir törellik ve yasallık içinde bireylerinin sınırsız
gizilliklerini ortaya dökme olanağını onlara sunmuştur. Bu biçimiyle, Batı bütün bir yer kürede
tarihsel değişimin o tarihin anlamına yaraşır olmayan kibirli Öznesi pozundadır. Ama gene de kendisi
bir Oluş sürecinde olan ve her gün değişip başkalaşan bir kültürün bütününde model alınması
olanaksızdır. Ve kendileri bütünüyle başka türden törel bileşenler üzerine kurulu kültürel yapıların
kendilerini tikel bir modele uyarlamaları da bütünüyle olanaksızdır. Bu düzeye dek, Türkiye’nin
kültürel gelişiminin Batıya bir öykünme olabileceğini düşünmek bile saçmadır. Değişmeye yetenekli
her kültür kendi diyalektiğinin belirlenimini izlemekten, gelişimini kendi istenciyle ve kendi gücüyle
gerçekleştirmekten daha başkasını yapamaz. Önemli olan yalnızca ve yalnızca değişme olanağını,
Özgürlüğünün bilincini kazanmış olmaktır. Gerisi — Dünya Tarihinin bütününde nasıl şekilleneceği —
ussal Ereğini gerçekleştirmekten başka hiçbirşey ile ilgilenmeyen Dünya Tininin bugüne dek
belirlediği ve bundan sonra da belirlemeyi sürdüreceği bir süreçtir.
Evrensel bir Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik dünyası yaratmak için özgürce çalışma dileğiyle.
Aziz Yardımlı,
İstanbul, 2007 Haziran
Felsefe-Yazın Dergisi — 2007 — Aziz Yardımlı
8
Download