Sosyal Değişim ve Din Öğretimi Agnostisizm: Bilinemezcilik

advertisement
Sosyal Değişim ve Din Öğretimi
Agnostisizm: Bilinemezcilik. Tanrının varlığı, yokluğu bilinemez dolayısıyla bu konu
tartışma dışıdır.
Çin ve Japon Dinleri: Bu dinlerde gelenek, görenek ve aile çok önemlidir. Ayrıca
önemli olan nefsini tezkiye edip iyi ahlaklı yaşamaktır.
Demokrasi: Bir düzen olarak, bir yönetim biçimi olarak insanların kendi
yöneticilerini seçmesidir. İnsanlığın yönetim konusunda geldiği en son aşama, buldukları en
son araçtır. Ama bazılarına göre demokrasi aynı zamanda hayat biçimidir. Aklın egemenliğini
kabul eden yaşama biçimidir. Bu anlamda İslam ile uyuşmaz.
Diyalog: Eğer diyalogda birbirimizi tanımak söz konusuysa hiçbir sakınca yoktur.
Ama eğer ikimizde Allah katında eşitiz deniyorsa o zaman sakıncalı olur.
Egoizm: Yaygın kanının aksine egoizm ahlak felsefesi anlamda kötü bir şey değildir.
Herkes kendisini düşünürse iyi ahlak ortaya çıkar, düzen çıkar, güzellik çıkar diye görüş.
Evrimcilik: Doğadaki güçlü olanın ayakta kalıp zayıf olanın ezilmesinden evrendeki
düzenin oluşması, dolayısıyla doğal ayıklanma yoluyla canlıların oluştuğunu söyleyen kuram.
Faşizm / Ulusçuluk / Irkçılık: En üstün halk bizim halkımız, halkın güçlü olabilmesi
için de devlet güçlü olmalıdır. Faşizm devletle alakalı yönetim biçimidir. Önce devlet
anlayışı.
Feminizm: Kadın ve erkek aslında dünyaya eşit gelmiştir. Ancak erkekler kadınları
ikinci sınıf vatandaş yapmıştır. Kadın bu esaretten kurtulup özgür eşit hale gelmelidir görüşü.
Freud: İnsan kötü yaratılmıştır; insanın yaptıklarının altında cinsellik ya da hâkimiyet
arzusu vardır.
Fundamentalizm: Asla dönelim; dinin aslını uygulamaya koyalım. Allah ile Kul
arasındaki bütün engelleri kaldıralım.
Hindistan Dinleri: Hindistan cahiliye döneminin benzerini yaşamaktadır. Kast
sistemi çok önemlidir. Reenkarnasyon ve karma; yeniden dünyaya gelme ana esaslardandır.
Hümanizm /İnsancılık: Her şey insan için, insana göre, insan tarafından, en son sözü
insan kendisi söyler. İnsanın kendisinin üstünde hiçbir varlık yoktur diyerek adeta insanın
tanrılaştırıldığı görüş.
İdealizm: Her şey, idealdeki yani kafamızdaki gibidir. Öyle de olmalıdır. Gerçek,
doğru, iyi, güzel bizim kafamızdaki ve idealdeki gibidir.
Kapitalizm: Darvinizmin hayat biçimi olarak yorumlanması. Liberalizmin ekonomiye
uyarlanmasıdır. Büyük balık küçük balığı yutar. Sen de yutulmak istemiyorsan başkasını
yutabilirsin. Güçlü olan ayakta kalır. Küçük olan ezilir. Ama bunun sonunda düzen kurulur.
Serbest ekonomi; insanlar istediğini yapsınlar.
Kuşkuculuk: Olumsuz anlamda; her şeyden şüphe etmek. Olumlu anlamda; her şeyi
sorgulayarak kabul etmek.
Laiklik: Devlet yönetiminde din adamlarını saf dışı bırakıp, ruhbanların dışındaki
insanların sözünün geçmesi. Devlet yönetiminde dini kuralların geçerli olmaması görüşü.
Liberalizm: Her şeyden önce bireyin özgürlüğü ve bireyin öncelikleri önemlidir.
1
Makyavelizm: Amaca ulaşmak için her yol mubahtır.
Materyalizm (Pozitivizm): Elle tutulan gözle görülen dışında hiç bir şey yoktur.
Manevi hiçbir şey yoktur.
Modernizm: Her şeyin doğrusunu Batı bilir, her şeyin en güzeline en yücesine Batı
ulaşmıştır ve bunların dışında doğru yoktur. Bu düşünce ve uygulamaların dışındakiler;
gericiliktir, ilkelliktir, geri kalmışlıktır.
Nihilizm: Hayatta hiçbir şeyin önemi yoktur. Her şey boştur. Dolayısıyla bir gayeye
bir amaca ihtiyaç yoktur. Hayatın akışı içerisinde kendi kendine yaşayıp gideceksin.
Postmodernizm: Batının dışında da doğru olabilir. Tek doğru Batı değil, birden fazla
doğru olabilir.
Pragmatizm: Bir şeyin iyi doğru güzel olduğunu anlamak için sonucuna ve faydasına
bakarız. Sonuç çoğunluğa fayda getiriyorsa o şey iyidir, doğrudur, güzeldir.
Protestanlık (Reformculuk): Allah ile kul arasında din adamı sınıfını kaldıralım.
Herkes istediği gibi Allah’ın mesajlarını yorumlasın, herkes istediği şekilde Allah’la bağ
kursun ve ibadet etsin.
Rasyonalizm: Son doğruyu akıl söyler, gerçek doğru akılla bulunur.
Realizm: Gerçek bizim kafamızda değil, bizim dışımızdadır. Biz onu eşyada, olayda,
durumda algılarız.
Rölativizm / Görecelilik: Olaylara bakış tek taraflı değildir. Herkes kendi açısından
farklı açılardan bakabilir. Doğru bir tek değildir. Açılara göre birçok doğru olabilir. Bir şeyin
bir tek açıklaması yoktur. Baktığı yere göre insan değişik görebilir.
Sekülerizm / Dünyevileşme: Dinin, maneviyatın hayatın tamamından yok edilmesi.
Dinin insan hayatından çıkarılmasıdır.
Sosyalizm: Önce toplum demektir. Anca beraber kanca beraber; nimetleri de
sıkıntıları da paylaşalım, hep beraber yaşayalım.
Tarihselcilik: Biz Kur’an’ı yorumlarken Kur'an’ın indiği döneme bakalım. Kur’an o
dönemde yaşayan insanlara bir model önermiştir. Biz Kur’an’ı alıp da bugün aynı kelimelerle
aynı yorumlarla yaşamamız mümkün değildir. O yaşanmış örnekten ilkeler çıkarıp
günümüzde kendi yolumuzu kendimiz çizmeliyiz. Allah atları övüyor, atları övmesinden biz
anlam çıkarmalıyız. O dönemde at olduğu için atlar övülmüştür biz bu dönemde o örnekten
yararlanarak ilkeler çıkarmalıyız. İslam o tarihte yaşandı ve biz şimdi ondan ilkeler çıkarıp
kendi yolumuzu kendimiz çizeceğiz görüşü.
Varoluşçuluk: Bireyin varlığı özünden önce gelir. Kimse kimseye karışmasın, herkes
kendi yolunu kendi çizsin. Doğruya yanlışa herkes kendi karar verip, sorumluluğu da kendisi
alsın. Kendisi dışında ona bir şeyi empoze edebilecek kimse yoktur.
Günümüz insanın temel sorunu, kimsenin kendinden başkasını tanımaması. Herkes
kendi sözünün geçmesini istiyor. Kimse kimseyi kendisine karıştırtmak istemiyor. Herkes
kral olmuş, biricik olmuş, kimse yerini haddini bilmez olmuş. Ne büyük belli, ne küçük; ne
saygı, ne sorumluluk var. Sebebi bireyin özgürlüğü fikrinin çekiciliği denebilir.
2
SEPTİSİZM/KUŞKUCULUK/ŞÜPHECİLİK
Genel bir tavır olarak, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeme, her şeyi belli bir eleştiri
süzgecinden geçirme tavrı; belli bir doğruya ulaşmadan önce kuşku duymanın zorunlu ve
kaçınılmaz olduğunu savunan anlayış.
Dogmatizmin tam karşısında yer alan bir tavır olarak kuşkuculuk, en azından bazı
şeylerin bilgisine ancak bir takım güçlüklerle ve kimi tedbirlerin sonucu olarak
ulaşılabileceğini savunur.
SEPTİKLER (Şüpheciler)
Şüpheciliğin ortaya çıkması ‘Bilginin imkânı problemi’ ile ilgilidir. Şüphecilik,
bilgilerimizin gerçekliğinden şüphe etmemiz gerektiğini bildiren düşünce sistemidir.
Bilgilerimizin gerçekliğinden şüphe etmemizin nedeni ise duyu organlarımızın bizi
yanıltmasıdır.
BİR TAVIR OLARAK ŞÜPHECİLİK:
Felsefi bakımdan sağlıklı bir tavır olarak şüphe felsefenin ruhunda vardır. Felsefe
eleştirici bir bilimdir. Her filozof işe başlarken, kendinden önce gelen bütün insani bilgi veya
deney birikimini ciddi bir biçimde sorgulamak, çözümlemek ve eleştirmekle işe başlar. Her
filozofun felsefi bir tavır olarak şüpheci olduğunu söylemek mümkündür.
Kant, bu tavrı ‘’gerçekleri, temelleri olmadığı sürece herhangi bir görüşü, iddiayı
kabul etmeme tavrı’’ olarak tanımlar.
BİR YÖNTEM OLARAK ŞÜPHECİLİK:
Birçok filozofta şüpheciliğin, kendisinde kara kılınan, kendisinde kalınan ve daha ileri
gidilmeyen bir en son amaç olarak benimsemesinin aksine, şüphenin, şüphenin kendisini
ortadan kaldırmayı amaçlayan bir yöntem olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Bir yöntem olarak şüpheciliğin en iyi örneklerini İslam dünyasında ‘Gazali’, batı
dünyasında ‘Descartes’ vermiştir. Bunlar doğruyu kendisinden şüphe edilmesi asla mümkün
olmayan, kesin bilgiyi ararlar. Doğruların veya bilgilerin kaynaklarını, yani duyuları ve aklı
ele alıp, onların bize şaşmaz ve kesin bilgiyi vermekte ne kadar güvenilir olduklarını
araştırırlar.
Descartes her şeyden şüphe etmenin mümkün olduğunu ancak şüphe eden inanın,
şüphe ettiği anda, şüphe ettiğinden şüphe etmesinin mümkün olmadığı sonucuna varmıştır.
Şüphe etmek bir tür düşünmektir. O halde şüphe eden insan, şüphe ettiği anda düşünmektedir.
Düşünmek ise var olmayı gerektirir. Çünkü şüphe etmek için şüphe eden bir varlığa gerek
vardır. Böylece Descartes, kendisinden şüphe edilmesi mümkün olmayan kesin bir ilk bilgiye
varır: Düşünüyorum o halde varım. Bu görüldüğü gibi şüpheden bilgiye geçiştir.
Descartes ile Gazali arasında şüphelerinin niteliği ve şüphelerden kurtulma
mekanizmaları bakımından bazı farklılıklar vardır. Bununla birlikte şüpheyi bir araç olarak
kullanıp, sonuçta şüpheden bilgiye geçmeleri bakımından benzerlik vardır.
Döneminin eşsiz dâhisi Gazali, o güne kadar çeşitli dalâletlere götüren Yunan kaynaklı
felsefeye karşı yeni bir bakış açısı koydu. Yunan felsefesinin sebep olduğu düşünce tarzını,
İslam âleminin safiyetinin bozulması ve zihni bağımsızlığın ortadan kaldırılması olarak
görüyor ve filozofları tenkit ederken, Yunan felsefesi karşısında taklitçi, teslimiyetçi ve pasif
kaldıklarını söylüyordu. Nitekim Farabi ve İbn-i Sina’yı eleştirirken, onların da taklitçi
olduğunu vurgulamış, Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi Yunanlıları sanki hiç hata yapmayan
insanlar olarak aşırı yükseltmeye gittiklerini söylemiştir. Gazali, “felsefecilerin, ilmin özünü
bırakıp kabuğu ile uğraştıklarını ortaya koyacağım” demiş ve bunu yapmıştır.
Gazali ilimleri önce dini ve dünyevi olarak ikiye ayırır. Gazâli’ye göre felsefe ve diğer
ilimler sahasında ortaya konan bilgi birikimi ile varlık dünyasını kavramada güçlü bir vasıta
olan akıl, açıklayıcı bir model olarak kullanılabilir ve bunun İslami açıdan hiç bir mahsuru
olmadığı gibi, bilakis teşvik edilmelidir. Ancak ilahiyat sahasında aklın izahtan aciz kaldığı
3
konuları, aklı mutlak kabul ederek izaha kalkışmak doğru değildir. Şöyle diyordu: “Şüphe
etmeyen doğruyu göremez, doğru bakamayan basiret sahibi olamaz, basiret sahibi olamayan
da zulmette ve sapıklıkta kalır. Tabiat ilimlerinden elde edilen bilgileri din adına tenkit etmeyi
vazife sayan kişi, aslında dine karşı suç işlemiş ve dine zarar vermiştir. Dinsizleri en çok
sevindiren şey, fen ilimlerine din adına karşı çıkılması ve bu konuların dine aykırı olduğunun
söylenmesidir. Zira dini çürütmenin en kolay yolu budur”.
İSLAMDA AKIL ve ŞÜPHE
“Hıristiyanlar âlim olunca, Hıristiyanlıkla alakaları kesilir, Müslümanlar cahil olunca
İslamiyet’le alakaları kesilir.” der Charles Mısmer. Ne kadar da doğru bir tespittir bu. Çünkü
Müslüman dünyasındaki cehaletin sebebi “aklı” terk etmiş olması ve akletme işini kanaat
önderlerine cemaat liderlerine terk etmiş olmasıdır. Oysaki ayetler açıkça bireyin bizzat
kendisine akletmeyi farz kıldığı halde birey ve oluşturduğu toplum bunu yapmıyor olmanın
bedelini sefaletle ve zilletle ödemektedir.
Allah’ın yarattıkları içinde; İnsan hiç şüphesiz müstesna bir yere sahiptir. İnsanın,
yaratıcısı karşısında ki bu değeri, ilahi bir lütuftan öte, “akıl” nimetiyle onurlandırılması ve
bu nimetin karşılığında kendisinden kulluk vazifesinin beklenmesinden kaynaklanmaktadır.
Yeryüzünde pek çok dinin ortak verilerine göre insan, her şeyden önce, düşünmekle
mükelleftir. Bu dinimizde o kadar büyük bir önem atfedilmiş bir konudur ki bunun hakkında
ayet ve hadislerde mevcuttur.
Kuranda zikredilen bu ayetlerin ne emrettiğine. Nisâ,82 – Muhammed,24 –
Mü’minun, 68 – Sâd, 29….Gördüğünüz tüm bu ayetler “akletme” ve “düşünme” üzerine
gönderilmiş ayetlerdir. Kur’an’ın 19 ayetinde “hikmet”den, 16 ayetinde “insanın cevheri ve
hakikati” olması itibariyle “Lübb” (yani akıl) dan, 2 yerinde de bu akıldan “nüha” lafzıyla söz
eder. Bu şekilde kuran “düşünmeyi” Allah’ın insan üzerine farz kıldığı bir yükümlülük
olarak ele almaktadır.
“Tedebbür” (düşünme )’den söz eden Kur’an ayetleri, insanlardan düşünmelerini
istemekte, insanları düşünmeye çağırmakta ve onları buna teşvik etmektedir. Hatta bu
“tedebbür” ayetleri insanlara Kur’an’ı Kerim hakkında düşünmelerini vacip kılmaktadır. Ama
dinim ve kitabım sadece “tabiat ve kâinat kitabı” hakkında düşünmeyi değil, gökten
vahyedilmiş “nass ve nakil” hakkında düşünmemi de istemektedir. “Nakl”i, “akıl”la
muhakeme etmesi insana yüklenmiş ilahi bir farizadır. Çünkü hâkim olan akıldır. Gerek din
meselelerinde, gerek dünya meselelerinde yükümlülük şartı akıldır. Hatta öyle ki aklı
olmayanı işlediği bir suçtan ötürü hem modern hukuka göre hem din hükümlerine göre
cezalandıramazsınız. Kısacası düşünmek haklardan bir “hak” değil bir “fariza”dır. Dolayısıyla
bir Müminden istenen dünya işlerinin ötesinde, din işlerinde de önüne getirileni olduğu gibi
“alıp kabul etmek” değil, kendisine bahşedilen “akıl” sayesinde nassların zahiri yorumları ile
nakillerin sığ anlamlarını aşarak doğru ve derin bir bilgiye ulaşmak için “fıkh” etmesidir. Söz
konusu “fıkh-tefagguh” emri biz insanlar için farz-ı ayn: ümmet içinse, Allah’ın tüm ümmet
üzerine yüklediği toplumsal bir farz, farz-ı Kifayedir.
Allah’ı bilmenin yolu akıldır. Teklifin şartlarında akıl vardır. Nasslarına ve varit olan
haberlere hükmetmek akılladır. “Akli-mucize” indirmesi, aklı şaşkınlığa düşürmek için değil,
gözetmek, ısrar etmek ve onda olan gücü ve melekeyi geliştirmek içindir. Şüphesiz ki İslam
bunu açıkça belirtmiştir. İlim iman etmenin sebebi ve dini doğrulamanın yoludur. İlim ise
ancak Allahın bahşettiği akılla yapılır.
İmam Gazali de “metodik kuşkuyu” benimseyenlerdendir. Hatta bu metodu
somutlaştıran – düşünsel serüveniyle ulaştığı – kişisel deneyimini kaydettiği “el-Munkızu
min’ed-Dalal (Gafletten kurtuluş) kitabı, “kuşku” metodunun Eş’ari ekolünün önde gelen bir
imamının düşüncesinde işgal ettiği yeri gösteren güzel bir örnektir.
Peygamber efendimizde vesvese konusunda kuşkuya kapılan sahabeleri
azarlamamıştır. O derece ki düşünsel bunalımdan vicdanları dayanılmayacak denli rahatsız
4
olarak peygambere varmışlardır. Kuşkulandıkları meseleyi ifade eden sözleri açıkça
kullanmayı yadırgayarak bundan çekinmişlerdir. Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre
Peygamber (sav)’e şöyle demişlerdi: “Ey Allah’ın resulü! Bizden birisinin nefsi ona öyle
şeyler söylüyor ki onu konuşmayı arzu etmez. Onun yeryüzünde herhangi bir benzeri de
yoktur. Biz nefislerimizde öyle şeyler buluyoruz ki, bizden hiç kimse onu konuşmaya cüret
edemez. ‘Onları utandıran bu kuşku hakkındaki sorularına Rasulullah’ın verdiği cevap akılla,
şüpheyle her konuda sorgulama yapılabileceğinin delillerinden biridir.
–“Onu buluyor musunuz?”
– ‘Evet’
– “İşte bu apaçık imandır. İşte bu mahza imandır!”
Gazzali: 1059-1111) Farabi ve İbni Sina'nın karşısına, İslâm felsefesinin üçüncü
önemli kişiliği olan Gazali bir eleştirmen olarak çıkar. Gazali "şüphecilik" ile "iman"ı
birleştirme girişiminde bulunan özel bir düşünür tipidir. Gazali, Eflâtuncu Farabi ile Aristocu
İbni Sina'yı birer rasyonalist sayar. Ona göre bu iki filozof da dogmayı rasyonelleştirmek,
yani açık-seçik sözleri aklın anlayabileceği bir şekle sokmak, akıl ile aydınlatmak istemiştir.
Böylelikle, Gazali'ye göre, gerek Farabi gerekse İbni Sina aklı imanın üstüne koymuş
oldular. Oysa Gazali dini, bilimsel bilginin "karşıtı" olan bir şey diye yorumlar. Ona göre
dinin dogmaları bilimsel açıklamalarla, bilimsel bilgilerle aydınlatılamaz. Dinin dogmaları
yerine bilimin bilgileri konulamaz. Gazali, Farabi'nin ve İbni Sina'nın karşıtı olarak, dogmayı
bilgiden üstün sayıyor ve böylece, İlkçağ şüpheciliğini sürdürmüş oluyor.
Gazali şüpheciliğin bütün kanıtlarını yalnızca "bilimsel bilgiye karşı" kullanmaya
kalkar ve bunun için de bilimsel bilginin son derece önemsiz ve çürük bir temel üzerinde
oturmakta olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Ona göre bilimsel bilgi, kanıtlanması olanaksız bulunan birtakım varsayımlara
dayanır. Şayet dogmalara körükörüne inanılmasını istiyor diye din eleştiriyorsa, aynı eleştiri
bilim içinde yapılabilir. Bu görüşünü doğrulamak için de Gazali teorik matematiğin içinde
yüzdüğü çözümlenememiş güçlüklere dikkat çeker. Söz gelişi uzay ve zamanın sınırsız
bölünebileceği düşüncesi, bu tür güçlükleri içinde taşır. Ayrıca Gazali, bilimlerin
temellerinden biri olan "doğada her olayın bir nedeni olduğu" varsayımının da güçlüklerle
dolu olduğunu gösterir. Sebep ve sonuç kavramları arasındaki ilişkinin hiç de açık olmadığını,
birçok kez sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi anlayamadığımızı söyler. Sonuç olarak bilim,
kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayanır. Bunun için güvenilir değildir ve çürüktür.
Böylece Gazali bilime saldırmakla dini korumuş, yani bilime karşı şüpheci bir tutum
almakla, mistisizme içtenlikle inanmış dindar insan tipini savunmuş ve aynı zamanda dinin
dogmalarını akıl ile aydınlatmaya, desteklemeye çalışan skolastiğe karşı da cephe almış
oluyor.
Farabi, İbni Sina ve Gazali Doğu İslâm kültürünün üç büyük temsilcisidir. Önce
Doğuda gelişen bu kültür, sonraları Batıya da geçmiş ve İspanya ile Fas'ta büyük bir etki alanı
kazanmıştır. Nitekim Ortaçağın ilk yarısında tüm İspanyol kültürü tam anlamı ile İslâm
kültürünün etkisi altındadır.
SORULAR
1. Şüphecilik ne demektir?
2. “Şüphe etmeyen doğruyu göremez, doğru bakamayan basiret sahibi olamaz, basiret
sahibi olamayan da zulmette ve sapıklıkta kalır. Gazalinin bu sözünü yorumlayınız.
3. Peygamber efendimizde vesvese konusunda kuşkuya kapılan sahabelerimize nasıl
davranmıştır.
4. İslam dini dogmatizm ve şüpheye nasıl bakmıştır?
ATEİZM VE AGNOSTİSİZM
5
ATEİZM (tanrıtanımazlık): tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları
reddeden ve var olan gerçekliği akıl yoluyla açıklamayı kabul eden bir felsefi düşünce
akımdır.bu düşünce akımına tabi olanlara ateist denir.
Ateistler; bazen "tanrıtanımaz" kelimesiyle anılsalar da, bu isimlendirme var olan bir
tanrıyı reddetme fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez.
Ateizm inanç koşullanmalarını, hayalî yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış
açısıyla tanrının yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhanî varlıklar da reddedilir. Yani
ateistlere göre: Cennet, cehennem, ahret yoktur, tanrı ,peygamber,melek cin, günah ,sevap
yoktur, din, Kutsal kitap, mucizeler yoktur.
AGNOSTİSİZM (bilinemezcilik):Teolojik anlamda Tanrı’nın varlığının ya da
yokluğunun, bilimsel olarak da evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya
bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akımdır.Bu akımın takipçilerine agnostik veya
bilinemezci denir. Agnostisizmin iki türü vardır zayıf agnostisizme göre hiç kimsenin Tanrı
hakkında bir bilgisi yoktur; ancak bu belki bilinebilir; Güçlü agnostisizme göre ise Tanrı
hiçbir şekilde bilinemez].Agnostisizm genel olarak olaylara kuşkucu yaklaşır, kuşkucu sorular
sorar ve yanıtları kuşku ile bulmaya çalışır .Agnostik sözcüğünü ilk olarak İngiliz biyolog
Thomas Henry Huxley 1869yılında kullanmıştır. Buna rağmen daha erken düşünür ve
yazarların da bu düşünceye sahip olduğu bilinir. Örneğin Eski Yunan düşünür Protagoras da
agnostik olarak anılır.
Not:Agnostisizm, ateizm ile aynı şey değildir. Ateizm, tanrının var olmadığını veya
var olamayacağını savunur. Buna rağmen, agnostisizm tanrının var olup olmadığının
bilinmediğini veya asla bilinemeyeceğini savunur.
ATEİZMİN TARİHÇESİ
Ateizmin kökeni ilk dinlerin ve onların ortaya koyduğu tanrı düşüncesinin ortaya
çıkışına kadar uzanır. Antik Çağ'da Yunan maddeciliğinin temsilcileri Anaksimandros,
Anaksogoras, Demokritos ve Epikuros ateizmin en ünlü temsilcisidir.
Orta Çağ'a gelindiğinde kilisenin dayattığı gericilikten ötürü hiç kimse dinlerle çelişen
düşüncelerini açıkça ortaya koyamamıştır. 18.yüzyıl Aydınlanma çağında Baron d'Holbach ve
Denis Diderot gibi dine karşı tepkileri koyan düşünürler olduysa da, ateizm en parlak
dönemini 19-20.yüzyılda Ludwig Feuerbach, Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir Lenin ve
diğer bütün diyalektik maddeci filozoflar ile geçirmiştir
Ateizm, orta çağ Avrupa’sında çok nadir görülen bir görüştü. O dönemde metafizik,
din ve teoloji egemen olan akımlardı. Ama bu dönemde dahi doğa, yücelik, Tanrı’nın erdemi
gibi konularda farklı görüşler vardı. ve bu gibi gruplar, hristiyanlığa panteist bir bakış açısı
katıyordu.
Modern Dönem:
Rönesans ve Reform dönemleri, dini coşku içerisinde bir dirilmeye tanık olmuştur.
Yeni dini kurallar, popüler dini düşkünlükler ve yükselen sade Protestan kurallarını
benimseyen Kalvinizm gibi tarikatların oluşması bunun ispatıdır.
19. yüzyılın ikinci yarısında pek çok ünlü Alman filozof tanrısal olguları reddetti.
Ludwig Feuerbach, Arthur Schopenhauer, Karl Marx, Friedrich Engels ve Friedrich Nietzsche
bunların başlıcalarıydı.
20. yüzyılda ateizm kendini daha çok pratik ateizm olarak sahneledi. Bu dönemde
ateizm; varoluşçuluk, nesnelcilik, seküler hümanizm, nihilizm, pozitivizm, Marksizm,
feminizm ve genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde yer edindi.
20. yüzyılda ateizm, Marks ve Engels’in çalışmalarıyla kendine politik arenada da yer
buldu.
1966’da Time dergisinin “Tanrı Öldü mü?” sorusu, Dünya’nın yarıya yakınının
“dinsiz” bir yönetim altında bulunduğunu ortaya çıkardı. Ertesi yıl, Arnavutluk’un sosyalist
6
lideri Enver Hoca, ülkesinin tüm dini kurumlara kapatıldığını söyleyerek resmi düzeyde ilk
ateist devleti ilan etmiş oldu.
ATEİZMİN ÇEŞİTLERİ
a)MUTLAK ATEİZM:
İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip
olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır.
Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmıştır. pozitif ateizm de denir.
b)TEORİK ATEİZM:
Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek"
şeklinde tanımlanmıştır.Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını
reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır, negatif ateizmde denir.
c)PRATİK ATEİZİM:
"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak"
biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve
davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam
kurmayı istemektedir.
d)İLGİSİZLERİN ATEİZMİ:
Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan,
bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla
yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır
e)İDEOLOJİK ATEİZM
kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak
kullanılmıştır.en önemli temsilcisi Karl Marks’tır
ATEİZMİN İÇİNDE BARINDIĞI FELSEFİ AKIMLAR
1)varoluşçuluk, 2)nesnelcilik, 3)sekülerizm 4)hümanizm, 5)nihilizm, 6)pozitivizm,
7)Marksizm, 8)feminizm ve 9)genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde
ATEİST ARGÜMANLAR
a) KÖTÜLÜK PROBLEMİ:
Tanrı var olsaydı, kötülükler olmazdı. “
Yaşadığımız dünyada insanlar birbirlerine kötülük etmekte, depremler, salgın
hastalıklar, su baskınları gibi çeşitli felaketler olmaktadır. Her şeyi bilen bir tanrı, bu
kötülüklerin var olduğunu da bilir ve bunlara engel olur. David Hume bu kanıtı şöyle ortaya
koymuştur:
Tanrı, dünyadaki kötülükleri önlemek istiyor da gücü yetmiyorsa güçsüzdür.
Tanrı nın kötülükleri önlemeye gücü yetiyor da önlemek istemiyorsa kötü niyetlidir.
Tanrı, hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde olsa bunca kötülük olmazdı.
Demek ki o yoktur. Tanrı gibi mükemmel bir varlık, bu dünyadaki kötülüklerin olmasına izin
vermezdi. Çevremizdeki kötülükler, tanrının var olmadığının kanıtıdır. Bu kanıt ontolojik
kanıt doğrultusunda konulmuştur.
b) AHLAKİ GERÇEKLER :
” İnsan var olduğuna göre, tanrı yoktur. “
Nietzsche, Satre gibi bazı düşünürlere göre, insan özgür ve güçlüdür. Onun tanrı
tarafından önceden belirlenen bir özü yoktur. İnsan, özünü kendisi oluşturur. Nasıl olmak
istiyorsa öyle olur. Varlığı varoluş olgusu oluşturur. Bu varlığa temel olan herhengi bir varlık
düşünemeyiz. Varoluşsal varlık, hiç bir şeyden gelmez. Çünkü, kendisi dışında hiçbir şey
yoktur. Eğer tanrı var olsaydı varoluş ve özgürlük olmayacaktı. İnsan, kendi özünü
oluşturamayacaktı. Bu nedenle tanrı yoktur.
c) MADDE ARGÜMANI:
” Madde olduğuna göre, tanrı yoktur. “
7
Madde öncesiz ve sonrasız olan tek varlıktır. Tüm varlıklar maddeden meydana gelir.
Bu bize tanrı gibi doğaüstü ve maddi cinsten olmayan bir gücün yokluğunu gösterir. Bu kanıt
kozmolojik kanıt doğrultusunda konulmuştur.
İNSANLAR NİÇİN ATEİST OLUR?

Dinle tanışmayan bir aileye sahip olmak

Bazı bilimsel bulguların dinin verdiği bilgilerie ile çelişikliğinin olması(islamdaki ilk
insan akıllı ve bilgli bir varlıktır ilkel değildir ancak kısıtlı imkanlarla bulunan ve kesinliği
olmayan bulgulara göre ilk insan elbiseden yoksun toplayıcılıkla beslenen bilgisiz ve ilkel bir
canlıdır bu gibi çelişikliklerde bilme aşırı inanç ateizme götüren sebeblerdendir) ,akla aşırı
değer verilmesi

Dini yükümlülüklerden kurtulup dahada özgür olma isteği (namaz ,oruçtan
kaçış,haram helal özgürlüğü için)

Kötü örnek din adamları veya mensuplarıyla karşılaşma sonucu dinleden
soğuma(camide çocukken dövülen insanlar yada kendisini dolandıran sözde dinci cinci
hocalar)

Tanrı hizmet anlayışı yani başına gelen kötü şeylerin sebebi olarak tanrıyı
görme(cocuğu ölen kişinin’’tanrı olsaydı çocuğum ölmezdi ‘’ )

Bağlı bulunduğu konumdan dışlanma cemiyetten atılma korkusu(cemiyetten
uzaklaşma korkusu ,sanatçılarda daha çok görülür)

Çağ içinde popüler olması yada popüler kimselerin ateist olması(68 kuşağı bu
dönemde ateizmin popüler olması bu jenerasyonu da etkilemiştir)

Tanrı hakkında kesin bilgilere ulaşılamayacağı anlayışına sahip olmaları(görmüyorsan
duymuyorsam yoktur diyenler daha çok maddeciler)
SORULAR
1) Ateizm ve agnostisizmin kısaca tanımını yapınız.
2) Ateizmin çeşitleri nelerdir? Maddeler halinde yazınız.
3) Pratik ateizmi ve mutlak ateizmi açıklayınız
4) Ateist argümanlar nelerdir?
5) Ateizmin içinde barındığı felsefi akımlardan 8 tanesini yazınız.
DARWİNİZM
Charles Robert Darwin: (12 Şubat 1809 – 19 Nisan 1882) İngiliz doğa bilimcidir . İnsan
dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir yada birkaç ortak atadan evrildiğini
öne sürmüş ve bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur . Darwin' in fikirleri
üzerine inşa edilen modern evrim teorisi bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici
öğesidir.
Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh Üniversitesi'nde tıp,sonra
Cambridge Üniversitesi'nde teoloji okurken gelişti. Beagle gemisinde yaptığı beş senelik
yolculu sırasında , zamanın meşhur jeologu 1859'da yayımladığı On the Origin of Species
( Türlerin Kökeni Üzerine ) adlı kitabı , canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği
fikrinin geniş kabul görmesini sağladı.Daha sonra yayımladığı The Descent of Man, and
Selection in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçilim ) kitabında insan
evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi . The Expression of the Emotions in Man and
Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı kitabında ise insanların ve
hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu. Darwin
bugün, İngiliz tarihinin pek çok önemli ismiyle beraber Westminster Abbey'de gömülüdür.
Charles Lyell'ın ortaya attığı , geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle
aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak
ünlendi. Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine yaptığı dikkatli
gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgilenmeye başladı ve 1838'de doğal
seçilim fikrini geliştirdi .
Daha önce benzer fikirlerin " sapkınlık " olarak
8
nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun süre fikirlerini en yakın
arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için
araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858'de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir
mektubu okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini anladı, ve
nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi
Evrim teorisi
Canlıların her kuşakta rastlantısal değişikliklerle ve evrimciler arasında pek kabul
görmeyen, çevre koşullarının etkisiyle gelişen eşey hücrelerindeki genlerin sonraki kuşaklara
aktarılması sonucu türlerlerde ortaya çıkan gelişmenin zaman içinde bir türün tamamen farklı
bir türe dönüşmesine sebep olduğunu savunan teori.
Teoriye göre bu sayede tesadüfen oluşmuş bir tek canlı hücresinden şu ana kadar
yaşamış ve yaşamaya devam eden tüm canlı türleri evrimleşerek oluşmuştur. Çevre
koşullarının etkilemesi sonucu canlılarda türün değişmeden ortama uygun olarak gelişen
özellikleriyle karıştırılmamalıdır. Evrim bunu da içermekle birlikte esasında türlerin
kökenlerini ve dolayısıyla canlılığın oluşumunu yaratılış inancına alternatif olarak sunar.
Özellikle bu sebepten dolayı yaratılışa inananlar ile yaratılılışı kabul etmeyenler arasında
önemli ve stratejik bir konumu bulunmaktadır. Bilim adamı, din adamı veya herhangi bir
başka meslek veya gruptan insanların yaratıcı inancı ile yaratıcıyı reddediş inancı arasında en
başta ayrıma sebep olduğu için çok yoğun tartışmalara sebep olmaktadır.
Evrim teorisi günümüzde 'bilimsel' olarak sunulmasına rağmen daha çok semavi
dinlerdeki yaratılış inancına karşılık materyalizmin canlıların oluşumu sorusuna aradığı cevap
olması yönüyle felsefi bir konudur. Yeryüzünde türlerin biribirlerine geçişi şeklinde bir
evrimin hiç bir zaman gerçekleşmediği, bu güne kadar fosil bulgularında hiç bir ara forma
rastlanmaması (kesinlikle türlerin geçişini gösteren hiç bir ara form bulunmamaktadır)
teorinin çok önceden bilimsel yönünün çöktüğünü göstermektedir. Bu sebeple evrim teorisi
veya darwinizim aslında ateizmin varoluş inancıdır.
Darwin döneminde , canlı hücresi , içi su dolu bir torbacıktan ibaret
sanılıyordu. Dönemin
bilim adamları hücrenin organellerinden ve DNA'dan haberdar
değillerdi. Yaşamın , ciltler dolusu ansiklopediyi dolduracak miktarda
bilgiye
dayandığı
bilinmiyordu . Anormal doğan bebekler, annelerinin doğum sırasında
kapıldığı korkuların bir sonucu zannediliyordu. Darwin döneminde , bir bölgede toprağın
sabanla sürülmesinin, o bölgenin iklimini değiştireceğine inanılıyordu . Uzayı ise renksiz
bir sıvı olan eterin kapladığı zannediliyordu . Birkaç nesil boyunca elleri kesilen
kişilerin çocuklarının elsiz doğacağına inanılıyordu. Darwin
döneminde
(1859),
elektron mikroskobu henüz icatedilmemişti.
Elektron mikroskobu bir yana, insanlık henüz buzdolabı (1938), telefon (1876),
daktilo (1867) ve hatta tükenmez kalemle ( 1863 ) bile tanışmamıştı. Dönemin araştırmacıları
,pergel, pusula, termometre ve benzeri basit araçlar kullanarak doğada olup biteni
anlamaya çalışıyorlardı. Paleontoloji alanındaki bulgular, yer altında saklı olan fosillerin
büyük bir bölümünü ortaya çıkarttı ve yeryüzünde var olduğu iddia edilen hayali evrimsel
geçmişi haklı çıkaracak "tek bir ara geçiş canlısı bile olmadığını" gösterdi.
Darwin döneminde hücre
yalnızca bir su damlasından ibaret sanılıyordu.
Hücrenin, milyonlarca sayfalık ansiklopediyi dolduracak bilgiye sahip oldukça kompleks bir
yapısı olduğu bilinmiyordu. Laboratuvarlar ve laboratuvarlarda kullanılan gereçler son
derece ilkeldi . Genetik, tıp, biyoloji, biyokimya gibi bilim dalları tanınmıyordu. Henüz
proteinlerin bile keşfedilmediği bu ortamda, Darwin, yaşamın sahip olduğu kompleksliğin
farkında
bile değildi. Bu şartlar altında ortaya attığı evrim teorisinin zamanla
geçerliliğinin ortaya çıkacağını zannetmişti. Oysa bilimdeki ilerlemeler ve fosil
bulguları,Darwin'in bu beklentisini tersine çevirdi.
9
Günümüzden 1.2 milyar yıl öncesi , tek bir çekirdeğe sahip tek hücreli
canlıların yeryüzünde hüküm sürdüğü bir ortamdır. Kambriyen'in b aş lan gıç dönemlerine
doğru ise , içinde birkaç farklı hücre tipi bulunan sünger tarzı canlılar karşımıza çıkar.
Kambriyen dönemi ise bu canlıların sözde atalarının değil,
bu canlılardan tamamen
bağımsız, kompleks ve müthiş çeşitlilikteki
canlıların ortaya çıktığı bir dönemdir.
Darwinistle rin
açıklama getir em ed ik leri
bu üstün yaratılış , Allah'ın kusursuz
bir eseridir.
Darwin döneminde, Kambriyen döneminin 60 milyon yıldan daha eskiye
dayanmadığıhesaplanmıştı Buna göre Dünya'nın hesaplanan yaşı ise 200 milyon yıldı. 9
(Dünya'nın şu an belirlenen yaşı 4.6 milyar yıldır.)
Darwin döneminde, bilimin her dalı ciddi şekilde gerideydi ve bu nedenle hayali evrim
süreci ile ilgili beklentiler, ilerleyen bilim ve teknolojiye ve onların insanlara sağlayacakları
imkanların bulgularına bırakılmıştı. Darwin'in döneminde, fosil bulgularının bilinmeyen pek
çok şeyi ortaya çıkaracağı beklentisi ile, ortaya atılan teoriler insanlara makul görünüyordu.
Nitekim,
o
dönemden
bu
yana,
Kambriyen dönemindeki bu ani ortaya çıkışı açıklayacak ara geçiş örneklerini bulma
çalışmaları sürdü gitti. Amaç, Kambriyen fosillerini andıran Kambriyen öncesi döneme ait
birkaç örnek bulabilmek, önceki dönemleri bu döneme sözde evrimsel olarak ilişkilendirecek
bir bağlantı kurabilmekti.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin Evrim Görüşü Nedir ?
Evrim teorisinin kurucusu kabul edilen Darwin'den (1809- 1882) yaklaşık bir
asır önce Anadolu'da yaşamış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (1703-1772) ,
canlı yaşamda bir "evrim " sözkonusu olduğunu marifetnâme isimli eserinde şu sözlerle açık
biçimde özetlemiştir:
"Hak Teala'nın emir ve tesiri ile felekler ve yıldızlar hareket edip, dört unsuru
istihale evrim ile birbirine karıştırıp yoğurmuşlardır. Böylece , önce madenler , sonra
bitkiler daha sonra hayvanlar meydana gelmiştir. hayvan kemalini bulduğunda insan
zahir olmuştur.
Bu bileşik cisimlerin dört mertebesi arasında yani maden, bitki, hayvan ve
insan arasında aracı bileşik cisimler de vardır. madenler ile bitkiler arasında vasıta ve
geçit olan mercandır... bitkiler ile hayvanlar arasında geçit hurma ağacıdır,çünkü o bitki
olmasına rağmen hayvan gibi erkeğine yakın olmadıkça
( döllenme olmayıp)
neticesi hurma olmaz. hayvanlar ile insanlar arasında
geçit
olanların en
açığı
maymundur. Çünkü bütün organları, kıl ve kuyruğundan
başka dışı
ve içi insana
benzer.
REALİZM ( GERÇEKÇİLİK )
Realizm, gerçekle olan uygunluğu ele alır ve gerçek hakkındaki bilgilerimizi
insanoğlunun bilmeye ve kavramaya ait kabiliyetlerinin mümkün olan en iyi
uygulamalarından sonra inandığı gibi ayrı bir konu olarak tanımlar. Bu durum, özün
değişiminden çok görüş açısının değişimidir. Bazı nesnelerin bizden bağımsız olarak var
olduğunu düşünüyorsak doğru yargılamanın, kararlarımızın nesnenin yoluyla uyuşması
gerektiği fikriyle örtüşmesini düşünmemiz normaldir. Eğer nesne, bizim bilmeye veya
kavramaya ait yeteneklerimizle tanımlanıyorsa, gerçek yargılama sadece özelliklerin bize
yargılamak için önderlik etmesi anlamına gelir.
Realizmde iki değişik karşıt görüş vardır:
1.
Realist kimsenin, düşünülen gerçek nesnelerin veya özelliklerin bizim
deneyimlerimize nasıl bir katkısı olduğunu hesaba katmadığıdır.
2. Realistin inandığı nesnelerin veya özelliklerin inanılmaz olduğudur.
Realizme karşı olanların stratejilerini iki madde altında ele alabiliriz :
10
a. Gerçekçi veya potansiyel, var olmayan fikirlerin düşünülen benzeyişine karşı çıkar.
Böylece, ahlaki ve estetik kararların farkını hissederiz, örneğin, kararların şartların
görünüşüne ve gözlemcinin durumuna bağlı olması kavramı.
b. Benzeyişi kabul eder. Fakat, bunu, nesnelerin bağımsız yapısından ziyade, bizim
yapımızın benzerliğinden ortaya çıkmış olarak açıklar. Bundan dolayı, ahlaki tarafsızlığın
aslında bir öznellik olduğu tartışılmaktadır. Bu durum, dünyada, bağımsız ahlaki özelliklerden
ziyade insanın psikolojik tepkilerinin bir sonucudur ya da sınıflandırmanın değişik dillerdeki
düzenleri arasındaki benzerlik, gerçek evrenselliğin bizim üzerimize uyguladığı zorunluluğun
değil insanın temel ilgilerinin bir sonucudur.
Kant, zamana ve mekana bağlı olarak değişen çevremizin deneyiminin bile kendi
içinde dünyevi doğası olmayan veya diğer varlıkların kanuni olarak tepki gösterdikleri şeylere
bir insan tepkisi olduğunu savundu. Buna göre, benzeyiş tartışmasının çok soyut bir realizm
kurmak için kullanıldığı düşünülebilir.
REALİZMİN ÇEŞİTLERİ
Realizmin pek çok farklı şekli ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazılarını şu şekilde
sıralayabiliriz:
1
) Nesnelerin varoluşlarının insan zihninden bağımsız olduğunu öne süren
teoriler :
a) Ontolojik Realizm : Gerçekliğin yapısını ve doğasını varlık, oluş, değişme, zaman
, mekan, öz, zorunluluk, yokluk, edimsellik gibi kategorileri kullanarak, kapsayıcı bir tarzda
açıklamaya çalışan felsefe türüne denir. Ontoloji, varlığın temel ilkelerini konu alınarak, bir
kategoriler öğretisi ortaya koyar. Bu şekilde nihai ve en yüksek gerçekliğin, mutlak varlığın
yani bir olanın, ideaların doğasını ifade etmeye, dış dünyadaki şeylerin varoluşları için söz
konusu gerçekliğe nasıl bağlı olduğunu göstermeye çalışır. Buna göre ontoloji var olmanın ne
olduğunu ,varolmanın ne anlama geldiğini konu alır ve çeşitli şeylerin ,örneğin düşüncelerin
,matematiksel nesnelerin ,tümellerin, algının nesnelerinin hangi anlam içinde varolduğunu
araştırır.
b) Kavramsal Realizm : Kavram, bir şeyin, bir nesnenin zihindeki ve zihne ait
tasarımına; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk
derecesini sergileyen bir düşünce , fikir ya da ifadeye verilen ad.
Kavramsal Realizmi ise tümellerin, genel kavramların insan zihninden ve insanın
bilgisinden bağımsız bir biçimde varolduğunu, tümellerin, onların bilincine varacak, bilgisine
sahip olacak zihinlerin hiç var olmaması durumunda bile var olacağını savunan görüş. Bu
görüşün en büyük temsilcisi ünlü Yunan filozofu Platon’dur.
c ) Bilimsel Realizm : Bilimsel teoride gözlenebilir olağanüstü şeylerin gerçek
olduğunu açıklamak için varsayılan, elektronlar gibi kuramsal varlıkların bağımsız olarak var
olduğunu söyleyen görüştür.
d ) Şekilsel Realizm : Düşüncelerimizden ve dilimizden bağımsız ve gerçek olan
şekilsel gerçeklerin olduğunu savunan görüştür.
e ) Ahlaki Realizm : ( i ) Bizim inançlarımızdan ya da davranışlarımızdan bağımsız,
ahlaki gerçeklerin olduğunu söyleyen görüştür. ( ii ) İlahi ya da insani kanun yapıcılarının
isteklerinden bağımsız olan ahlaki gerçeklerin olduğunu kabul eden görüştür.
2 ) Anlamsal Realizm : Bizim için hangisi olduğunu bilmemizi sağlayacak bir yol
olmamasına rağmen her ifade edici beyanat kesin bir gerçeklik değerine sahiptir. Bu fikrin
zıttı, basitçe antirealizm olarak tanımlanır ve buna göre de hiçbir şekilde doğruluğu
kanıtlanmamış gerçekler hakkında konuşmanın bir mantığı yoktur; bir beyanat açıklamaları
garanti edilerek anlamları mevcut olmadıkça doğru ya da yanlış olarak söylenemez.
3 ) Epistemolojik ( Bilgi Kuramı ) Realizm : Bağımsız dünyanın, evrenin bir parçası
olan nesnelerin ve niteliklerin zihinsel olarak algılanarak var olduğunu kabul eden görüştür.
4 ) Politik Realizm : Üç düşünceye ayrılır :
11
( i ) Politika çalışmalarına deneysel yaklaşım,
( ii ) Politikanın mümküniyetin sınırları içinde olması gerektiğini savunan düşünce.
Bu düşüncenin realistleri, var olan şartlar tarafından kabul ettirilen sınırlamaları kabul etmeye
meyillidirler.
( iii ) Ahlaki düşüncelerin politik kararlara karşı ilgisiz olması gerektiği düşüncesi.
5 ) Edebiyatta Realizm : Realizm, olguculuğun etkisi altında, hayali ve duyguyu
yenme akımıdır. Realizm, gerek akıl, gerek hayal yolundan eşyanın ve doğanın gerçeğine
ulaşmanın mümkün olamayacağına inanmaktadır. Realizm, Auguste Comte’un ( 1798 –
1875 ) kurduğu, Hippolyte Taine’nin ( 1828 - 1893 ) uyguladığı pozitivizmin etkisi altında
gelişmiştir. Realizm, hayal aleminden gerçek aleme dönüştür. Realizme göre sanatta gaye,
doğayı olduğu gibi kopya etmektir. Realist romancı, tarafsızdır; insanları, olayları olduğu gibi
vermek ister.
REALİZMİN TARİHSEL SÜRECİ
Realizm tarihsel süreçte dört dönemde incelenir: İlkçağda realizm, antikçağda realizm,
ortaçağda realizm ve günümüzde realizm.
Felsefi gerçekçilik : Burada ruhçu gerçekçilik ile maddeci gerçekçiliği ayırmak
gerekir. Ruhçu gerçekçiliği Platon öne sürmüştür. Zihnin ele aldığı fikirler ,bizim
varlığımızdan bağımsız ve duyusal eşyanın gerçekliğinden farklı ve ayrıdır. Bu idealar,
“hatırlama” yoluyla edindiğimiz bilgiden önce kavranabilir bir dünyada bulunur. Bu
gerçekçilik tümellerin gerçekçiliğini kabul eden bir doktrin tarafından ortaçağ da daha da
geliştirildi.
Maddeci gerçekçilik : Çocuksu gerçekçiliğin felsefi açıdan haklı çıkarılmasıdır. İki
aşamada ortay çıkar. Birincisi tüm bilgimizin duyusal deneyden hareket edilerek gelişmiş ve
meydana gelmiş olduğunu ileri süren ampirist bir teorinin kurulmasıdır. İkincisi ise gerçek
eşyaya özdeş olarak düşünülen bilginin temelleri hakkında maddeci bir teorinin ortaya
çıkmasıdır. Maddeci gerçekçiliğin belli başlı örneklerinden biri marksist bilgi teorisidir.
Marksist bilgi teorisine göre fikirlerimiz , bize, kendinde gerçek hakkında bilgi verir. Çünkü
bu fikirler gerçek dünyanın yansılarıdır.
Günümüzde Realizm
Yeni gerçekçilik, yeni Tomacılık, kişilikçilik, varlıkbilimcilik vb. gibi nesnel
düşünceci öğretiler hala ortaçağın gerçekçilik anlayışını sürdürmektedir. Yeni gerçekçilik,
ortaçağ gerçekçiliğinin savlarına, bir yenilik olarak tümellerin gerçek oldukları halde zihinsel
olmadıkları savını katmışlardır. Kimi çağdaş matematikçiler de matematik kavramların insan
bilinci dışında gerçekten var olduğunu ileri sürmekle aynı geleneği izlemektedirler. Bunların
dışında gerçekçilik, varlığın bilinçten bağımsız olarak var bulunduğunu dile getirir ki
Marksçılık bu anlamda bir gerçekçiliktir.
Marksçı gerçekçilik, insanların bütün yaratıcı eylemleriyle , oluş halindeki gerçeğe ve
aynı zamanda da kendi oluşmalarına katkıda bulunmalarıdır.
Bilimlerin Sınıflandırılması
Aristo’ya göre bilimler üçe ayrılır :
1. Kurumsal
2. Pratik
3. Poietik
İlk ilkelerin ve ilk nedenlerin bilimi kuramsal bilimler arasında yer alır. Doğup
büyüme ve çürüyüp bozulmanın fizik dünyası ile ay üstü dünya birbirinden ayrıdır. Bu ayrım
duyulara dayanılarak yapılmış bir ayrımdır. Kuramın ele alacağı nesneler ise , iki özellik
çiftine göre sınıflandırılabilir :
1. Hareketlilik-hareketsizlik
2. Ayrılma-ayrılmama
12
Hareketsizlik olumludur, hareketlikte ise düşüş ve yozlaşma vardır. Sadece ilk hareket
ettirici hareketsizdir. Ayrılmamış ve hareketli nesneleri fizik bilimi inceler ; hareketsiz ama
ayrılmamış varlıklar ise matematiğin konusudur. Hem ayrılmışlığı, hem de hareketsizliği
kendinde birleştirmiş varlıklar varsa bunlar dar anlamda ilk hareketsiz hareket ettiricinin
konusudur.
c) Tümevarım ve Tümdengelim :
Tümdengelim ve tümevarım bilgi edinmede kullanır ancak baskın olarak kullanılan
tümdengelimdir çünkü duyum zorunlu olarak tikeli ilgilendirir. Oysa bilim evrensel bilgiye
dayanır. Bilimsel bilgi tikellerin değil , tümellerin bilgisidir ve buna da akıl yoluyla varılır.
Akıl iki ayrı davranışla kendini gösterir :
1.Eylem : Etik. Yüreklilik ,cömertlik , adalet vb. Bunlar alışkanlıklarla yapıp
etmelerle ilgilidir. Kesin bilgiyi içermezler .
2. Dianoethik erdem : Uzun süren eğitimle kazanılır. Bunlar matematikte olduğu gibi
kesin bilgiyi içerir.
Dengeli durum ise tüm aşırılıklardan kaçmak , çelişkili durumlardan sakınmak ve orta
yolu bulmaktır.
FUNDAMENTALİZM
Köktendincilik, (radikal dincilik, dinî fundamentalizm), genellikle dinî esaslı asli
kaidelere geri dönme talebiyle kendini belli eden ve bu kaidelere katı bir biçimde bağlı olan
diğer görüşlere karşı toleranssız ve laiklik karşıtı dinî hareket veya bakış
açısıdır.Köktendincilik, genellikle dinî tabiattaki bir dizi kurala sıkı sıkıya bağlı, çağdaş
sosyal ve siyasi yaşam ile ilgili üzerinde uzlaşılmış prensiplere karşı tepkisi olan inancı
belirtir.Köktendincilik terimi İncil'in sözcüğü sözcüğüne okunup savunulması, hayata
uygulanması için başlatılan Protestan harekete denilmekteyken, zamanla genişleyerek bütün
dinî hareketlerdeki ideolojik öze vurgu yapan bir karaktere bürünmüştür. Dinin temel
prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, bu prensiplere dönmeyi savunan, Modernizm ve Sekülerizm
karşıtı dinî akımları tanımlamak için kullanılır. Dinî metinleri genelde kelime anlamlarıyla
anlarlar ve yeni yorumlara karşı çıkarlar. Bu kavram sıklıkla radikalizm (köktencilikle)
karıştırılmaktadır.
KÖKTENDİNCİLİĞİN DOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ
Fundamentalism kelimesi, Latince temel anlamına gelen fundamentum kökünden
türemiştir. Bu kavram ilk olarak 20. yüzyılın başlarında Amerika'da Evanjelik Protestanlar
tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra The Fundamentals (esaslar) adlı kitapçık
serisi yayımlamaya başlayan Evanjelikler, İncilin modern yorumları yerine esasını, gerçek
anlamını ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Zaman içerisinde değişime uğrayan bu kavram,
dinî metinlerin doğru okunmasından çok, dinî-kültürel hareketlerin bir türü olarak görülmeye
başlanmıştır.
Köktendinciliğin yükseldiği dönem ise 20. yüzyılın son çeyreğidir. Dünyanın birçok
kesiminde dinî hareketlerin güç kazandığı yıllarda köktendincilik gelişerek siyasî bir şekil
almıştır. Bu yükseliş dünyanın farklı yerlerinde farklı nedenlerle oluşmuş olsa da genel olarak
üç neden üzerinde durulmaktadır.
20. yüzyılda sekülerizmin benimsendiği ülkelerde dinin toplum üzerindeki etkinliği
azalmış, bununla birlikte toplumun bazı kesimlerinde ahlakî bozulmalar görülmeye
başlanmıştır. Köktendincilik toplumda, bu yozlaşmaya karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Ahlakî çöküntünün giderilebilmesi için dinin etkinliğinin artması gerektiği savunulmaya
başlanmıştır.
İkinci neden sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası dönemdir. Sömürgeci devletlerin
sömürge ülkelerde kendi kültürlerini yaymaya çalışmaları ve yerli kültürleri baskı altına
almaları hatta onları aşağılamaları sömürge sonrası dönemde, Batılı kültürlere olan
bağlılığının azalmasına ve Batılı fikirlere karşı toplumda büyük bir direnç oluşmasına neden
13
olmuştur. Ayrıca 70’lerden sonra sosyalizmin zayıflamasıyla birlikte emperyalizm karşıtlığı
da köktendincilik ile birlikte yükselmeye başlamıştır.
Üçüncü neden olarak küreselleşme gösterilmektedir. Küreselleşmenin milliyetçiliğin
gücünü zayıflatmasından sonra din, toplumda birleştirici unsur olarak görülmüştür ve bu
durum köktendinciliğin yükselmesine neden olmuştur.
KÖKTENDİNCİLİK VE MUHAFAZAKARLIK ARASINDAKİ FARKLAR
Köktendincilik ile muhafazakarlık birbirlerine yakın görünseler de ikisi arasında açık
farklar bulunur. Örneğin muhafazakarlık daha mütevazı, daha dengeli iken köktendincilikte
daha uç fikirlere ya da keskin çıkışlara rastlamak mümkündür. Muhafazakarlık mevcut olanı
korumaya daha yatkındır ve devamlılığı savunur; ancak köktendincilik açık biçimde devrimci
bir yapıya sahiptir. Muhafazakarlar eliti koruma ve hiyerarşiyi savunma eğilimindedirler; ama
köktendinciler biraz daha eşitlikçidirler.
Köktendinci Hıristiyanlık Amerika'da Evanjelik-Protestan gruplarda 19. yüzyılın
sonlarında ortaya çıkan "temel" Hıristiyan inançlarına (kelime anlamıyla anladıkları İncilin
mutlak hatasızlığı, İsa'nın bakire Meryem'den doğumu, İsa'nın insanlığın günahlarının
bağışlanması için çarmıha gerilmesi, İsa'nın yeniden doğuşu vs.) dönmeyi savunan dinî
akımları tanımlamak için kullanılır.
Fundamentalizm veya kökten dincilik, İncil'in sözcüğüne okunup savunulması, hayata
uygulanması için başlatılan Protestan harekete verilen bu tanımlama genişleyerek bütün dinî
hareketlerdeki ideolojik öze vurgu yapan bir karaktere büründü. Kavram sıklıkla
radikalizm=köktencilikle karıştırıldı.
Amerikan Hıristiyan Fundamentalizmi devrim sonrası hareketlerden, binyılcılığa,
evrim ve kürtaj karşıtlığına dayanır. Terimin dayanağı, kutsal metinleri bir araya getiren The
Fundamentals kitabıdır. Buradaki inanış Kitabı mukaddes mutlaktır, Mesih gelecektir.
Armageddon savaşı çıkacaktır. Amerikan fundamentalizmi de çeşitlidir. Evanjelikler,
Metodistler, Baptistler.
Muhafazakarlık gibi, fundamentalizm de tek bir ideoloji değildir, hemen her türlü
hareketin fundamentalizmi bulunabilir. 'Fundamentalizm'e kısaca yaratılışın kökenini
araştırmak denilebilir.
FUTBOLİZM
Belli bir işi yoktu genç Tuncay'ın. Ne iş olursa yapıyordu, tabii bulabilirse. Bugün,
onun iş bulabildiği nadir günlerden biriydi.
Para kazanmış olmanın mutluluğu ve bir kamyon tuğlayı tek başına indirmiş olmanın
yorgunluğuyla kenar mahallelerin birindeki derme çatma yapılmış evine geldi. Ertesi gün
onun için çok önemli bir gündü. Erken yatmalı ve erken kalkmalıydı. Saati altıya kurdu
yatmadan önce. Tuttuğu takımın golcü oyuncusunun bir galibiyet sonrasında çıkartıp tribüne
attığı o çamurlu ve terli formayı dolabından özenle çıkarttı, bir müddet hayran hayran
baktıktan sonra sırtına geçirdi. Tılsımı bozulmaması için hiç yıkamamıştı bu formayı. Başını
yastığa koyar koymaz uyuyakaldı, yarınla ilgili hayal bile kuramadan.
Altıya kurduğu saat epey çaldıktan sonra zorla gözlerini açtı. Kulağını tırmalayan
saatin zilini kapatmaya dermanı yoktu. Saat kısa bir süre daha çaldıktan sonra sustu, ardından
sabah ezanı okunmaya başladı. Tuncay kalkayım mı, yatayım mı diye düşünürken, gözleri bir
anda üzerindeki ter kokulu ve çamur renkli formasına ilişti, bir çırpıda yataktan fırladı,
lavaboya koştu. bu arada ezan bitmişti elini yüzünü yıkadı ve alelacele evden çıkarak sokağın
başındaki camiye doğru koşmaya başladı. Caminin önündeki dolmuş, kalkmak için son
yolcusunu bekliyordu. Tuncay biner binmez dolmuş hareket etti. İtiş kakış yirmi altı kişinin
bindiği dolmuş, stadyum durağına gelindiğinde on sekiz kişi birden inince boşalıvermişti.
Derbi maçında tribünde yer kapabilmek için ilk gelenler Tuncay ve diğerleri değildi. Bir sürü
taraftar o soğuğa rağmen geceyi stadyumun etrafında geçirmişti. Sıraya geçtiler ve üç saat
sonra açılacak gişelerin açılması için beklemeye başladılar. Hepsi de gururluydu, takımları
14
aşkına (!) o soğuğa rağmen erken gelebilme cesaretinde bulundukları için.
Futbol bir din haline mi geldi?
Kulüp formalarının ve renklerinin 'kutsal' sayıldığı, yıldız futbolcuların 'ilah' ilan
edildiği, stadyumların 'mabed'e benzetildiği, bir dönemde yaşıyoruz. Bu yüzden Napoli
Kardinali Giordano, geçen yıl İtalyan Spor Merkezi'nde, sporculara hitaben yaptığı bir
konuşmada, Marx'ın, 'Din, halkların afyonudur' sözünü tersine çevirerek, 'Futbol halkların
dinidir' dedi ve futbolu kilise için tehlikeli bir rakip ilan etti. Fransa 98 Dünya Kupası için
hazırlanan 44 sayfalık bir bültende de Tanrı, bir futbol taraftarı olarak nitelendirildi ve Allah'ı
daha iyi anlamak için şampiyonada neler yapılması gerektiği sıralandı.
Otuza yakın ülkeyi gezerek 'Futbol Asla Sadece Futbol Değildir' adlı kitabı yazarak objektif
değerlendirmelerinden dolayı beğeni kazanan Futbol Araştırmacısı Simon Kuper, futbol— din
ilişkisi konusunda şunları söylüyor: 'Brezilya'daki köylerin hepsinde kilise yok ama en küçük
köyde bile mutlaka futbol sahası mevcut. Dünyada ibadete giden insanların sayısı futbol
maçına gidenlerden fazla ama maçların seyredilmesi için kimsenin üzerinde toplumsal bir
baskı olmadığını da göz önünde bulundurmak lazım'
Dinin yerini spor alıyor
Goethe Enstitüsü ve Milliyet Gazetesi işbirliğiyle 17 Aralık 1997 tarihinde Alman
Kültür Merkezi'nde Spor ve Din konulu bir panel düzenlendi. Panele konuşmacı olarak
katılan Tübingen Üniversitesi'nden Dietmar Mieth, dinin boşluğunu sporun doldurduğu
görüşünü savunuyordu: 'Spor dinin yerini tutuyor, bazen de dinin rakibi olabiliyor. Batı
Avrupa'da cumartesi ve pazar günleri spor müsabakaları yapılıyor, aynı günlerde ayinlere de
gidiliyor. Ayinlere gidenlerin sayısı spor müsabakaları olduğu için azalıyor. Maçlara giden
artıyor. Dinin mirasçısı spor oluyor. Almanya'da bu durumu kısıtlamaya çalışıyorlar. Örneğin
pazar günleri belli saatlerde müsabaka yapılmıyor'. Mieth, konuşmasında, dinin kurumsal
açıdan etkinliğini azaltmakta, hissi olarak artırmakta olduğunu da belirtiyordu. Mieth'e göre
insanlar, bu yüzden, dini ihtiyaçlarını tatmin etmek için kiliselere değil futbol sahalarına
yöneliyorlardı. Dietmar Mieth, paneldeki konuşmasını şu cümleyle bitirdi. 'İnsan, hayatında
en yüksek değer olarak sporu görürse o zaman spor onun dini olur'.
Günümüzde medya tarafından ilah olarak takdim edilen yıldız futbolcular, çoğu futbol
tutkunu tarafından da ilah kabul edilmiyor değil. Tanju Çolak da bir zamanlar öyleydi.
Futboldaki son dönemlerinde başarısız olup araba kaçakcılığı suçundan da hapse girince
ilahlığı milahlığı kalmadı, kendini bile kurtaramadı. Şu anda Tanju'yu arayıp soran yok.
Bir zamanların bir başka futbol ilahı(!) Maradona, eroin bağımlısı şu günlerde. Bu
illetten kurtulmak istiyor ama bir türlü muvaffak olamıyor. Kısacası, kendine bile faydası yok.
Maradona o ilgiye hasret şimdi. İnsanlardan ilgi görebilmek için 'futbola tekrar başlıyorum'
demeçleri veriyor ama o günler geçti artık. Maradona da bunun farkında ki şunu söylüyor:
'Bana ihtiyaç duyulmasına ihtiyacım var'.
Futbol Holiganlığı Nedir?
Futbol holiganlığı tanımlanması zor bir kavramdır. Medya bir çok farklı olaya farklı
noktalarda "holiganlık" etiketini yapıştırma konusunda oldukça esnek davranarak bu zorluğu
daha da arttırmaktadır. Futbol holiganlığı çoğunlukla futbol fanatikleri arasında görülen bir
bozukluk olarak değerlendirilebilir. Bu kavram genellikle her zaman olmamakla birlikte bir
maç öncesinde ya da maç sonrasında meydana gelen suç teşkil eden hareketleri içermektedir.
Çoğu futbol seyircisi kalabalığı kavgaları birdenbire ortaya çıksa da kimileri daha önceden
planlanmıştır.
Futbol Holiganlığı İlk Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır ?
Futbol holiganlığı geleneksel anlamıyla ilk kez 1960'ların sonunda ortaya çıkmış 1970'lerin
sonundan 1980'lerin ortasına dek de en yüksek noktaya ulaşmıştır. Ancak futbol maçları
sırasında ortaya çıkan kitle çatışmalarının kayıtlarının geçmişi on dokuzuncu yüzyıla kadar
dayanmaktadır. 1846 yılında Derby'de çıkan karışıklıkta iki grup insan dağınık kalabalığa
15
saldırmıştı. Bu olaylar 1880'e kadar devam etmişti. Resmi ya da resmi olmayan türden olumlu
figürlerin azlığı sonucunda da bu tip olayların sıklığının engellenmesi oldukça zor hale
gelmişti. Oyunla aslında hiç de bağdaşmayan bu toplu bozukluğa karşı takınılan yumuşak
tutum resmin ileriki safhalarının da bulutlanmasına sebep olmaktaydı.1970 ve 1980'li yıllarda
futbol holiganlığının daha yaygınlaştığı ve daha geniş anlamlarda şiddet içermeye başladığı
ifade edilmektedir. Ancak yine de durumun ne kadarlık bir yükseliş yaptığını miktar bazında
söylemek çok zor olduğu gibi medyanın konuya artan ilgisi nedeniyle artık çok daha sık
karşılaşılan bir hal aldığı da bilinmektedir.
Bir İnsan “Holigan” Yapan Şey Nedir?
Bir insanın futbolla ilgili şiddet içeren bir harekete nasıl katıldığı üzerinde fikir yürütmek
oldukça zordur çünkü buna sebep olabilecek onlarca faktör bulunmaktadır. Tüm futbol
holiganlarının aynı yaş grubuna aynı sınıfa dahil olduklarını ya da aynı psikolojik öyküye
sahip olduklarını söyleyebilmek imkansızdır. Holigan çeteleri arasındaki organize kavgalar
anlamında bakıldığında bir gruba ait olmak o grubun davranışlarını benimsemek ve bu
davranışlardan en yüksek düzeyde haz almak bu kişiler için söylenebilecek başlıca şeyler.
Ancak büyük çaplı uluslar arası karşılaşmalarda kendiliğinden ortaya çıkan sıkıntılar daha
karmaşık sebeplere işaret etmektedir. Alkol kullanımı ve yabancı düşmanlığı bu sebeplerden
sayılsa da polisin konuya dair tutumu oluşan rahatsızlıkların en önemli sebebi olarak
görülmektedir.
Futbol Holiganlığı Bir “İngiliz Rahatsızlığı” mıdır?
Birçok durumda futbol holiganlığı bir "İngiliz Rahatsızlığı" olarak adlandırılmıştır. Ancak
bu durum sadece İngiltere ile sınırlandırılamaz. Üstelik bir çok farklı ülkede de holiganizm ile
ilgili sıkıntılar yaşanmaktadır. Hatta bu problemle Belçika Hollanda ve diğer Doğu Avrupa
ülkelerinde kavgaların stadyum içi ve çevresinde çok nadiren gerçekleştiği İngiltere'den daha
fazla karşılaşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Büyük olasılıkla en ciddi futbol izleyicisi çatışmaları Doğu Avrupa Orta Afrika ve Güney
Amerika'da ortaya çıkmaktadır. Örneğin Joahnnesburg'daki 2000 yılı Bayanlar Şampiyonası
Finali hakemlerden birinin bir ofsayt bayrağını kabul etmeyip Nijerya'nın gol atmasına izin
vermesi ile Güney Afrikalı taraftarların şiddete başvurmaları yüzünden iptal edilmek zorunda
kalınmıştı.
Futbol Holiganlığı Ortadan Kaldırılabilir mi?
Futbolun kitlesel bir bozukluktan bir rahatsızlıktan uzak olabileceğini düşünmek çok da
gerçekçi değildir. Ne zaman kalabalık insan grupları bir araya gelirse gelsin bir futbol maçı
olsun ya da olmasın genellikle alkol kullanımının da etkisiyle bir çatışma potansiyeli her
zaman oluşur. Holiganizmin önünü kesmek için birçok caydırıcı cezalar yasal düzenlemeler
ve polis faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. 1970 ve 1980'lerde futbol holiganlığının yüksek
algılandığı dönem sırasında hükümetler holiganizmle ilgili çok az bilgi ve anlayış içeren
agresif politikalar uygulamışlardı. Bu politikaların birçoğu amacının tersine sonuçlar vermiş
taraftarlarla polisin karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıca şiddetin futbol oynanan
alanın dışına kaydırılması için de çok az derecede etkili olabilmiştir. Holiganizmi önlemeye
yönelik tedbirlerin bir kısmı da acımasız yasal düzenlemeler içermiştir. Örneğin 2000 yılında
oluşturulan şüpheli holiganların seyahat etmelerini engelleyen "Futbol Hareketi" gibi… Bu
tip hamlelerin masum taraftarlara özgürlükçü sivil anlamda oldukça olumsuz sonuçlar
yaşattığı da bilinmektedir. Yine de 1970 ve 1980'lerden beri İngiltere'deki stadyum çevreleri
bir cumartesi gecesi şehir merkezinde yaşayabileceğinizden daha fazla güvenli hissetmenizi
sağlayacak duruma gelmiştir. Diğer ülkelerdeki sıkıntılar da bazı uygun politikaların
uygulanması sayesinde azaltılabilecektir: Polisin alkollü bir taraftar grubunu ciddi bir
tehlike arz etmelerini önleyerek kontrol altına alması gerçekten mümkündür. Tıpkı 2004
yılında Portekiz'de gerçekleşen Avrupa Şampiyonasında ve 2006 yılında Almanya'da
gerçekleştirilen Dünya Kupasında olduğu gibi…
16
PROTESTANLIK VE REFORM
Reform, 15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa'yı etkileyen Katolik Kilisesi ne karşı
yapılmış dinsel bir harekettir.
Katolik kilisesinin aşırı zenginleşmesi ve yozlaşması, siyasetle ve dünyasal
etkinliklerle daha fazla ilgilenmeye başlaması birçok din adamının tepkisini çekmiş ve reform
hareketlerine yol açmıştır. Reform hareketleri önce Almanya'da sonrasında ise Fransa,
İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkelerinde de etkili olur. Bu reform hareketi Hristiyanlığın yeni
ve büyük üç mezhebinden Protestanlığın oluşmasını sağlamıştır.
Reform hareketinin önderi Cermen kökenli teolog ve filozof Martin Luther’dir.
Luther’in kaderi kendinden önce ortaya çıkan ve sapkın olarak ilan edilip yakılan reformcular
gibi olmamıştır. Büyük bir başarı yakalamış ve Avrupa tarihinin akışını değiştirmiştir. Bu
dönemde Almanya Papalık tarafından sömürülüyordu. Bundan dolayı İtalya’ya büyük bir
nefret duyuluyordu. Martin Luther de bu durumdan fazlasıyla yararlanmıştır. Martin Luther
Roma’ya yaptığı bir ziyaret sırasında Papa’nın Hıristiyanları kandırdığını, haksız olarak zevk
ve lüks içinde bir hayat yaşadığını fark etti. Luther bu durumu gördükten sonra Hıristiyanlığın
amacına dönmesi gerektiğini söylemiş ve Roma Kilisesi’ne (Katolikliğe) karşı oluşacak
büyük bir hareketin temellerini atmıştır. Böylece Luther on yıl içinde kendisini ilk “Protestan”
isyanının başında bulmuştur.
Bir rahibin Almanya’da affedilme sertifikaları (Endüljans) satmaya başlaması ise
bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu sistem Papalığın kasasına büyük gelir sağlıyordu. Bu
duruma Luther’in yanı sıra Saksonya Elektörü [2]de büyük tepki göstermiştir. Affedilme
sertifikalarını satan rahip bölgeden sürülmüştür. Luther,ilk kez bir eylemle Katoliklere
meydan okuyarak hükümdarının izlediği siyaseti destekliyordu.
Martin Luther,31 Ekim 1517’de Wittenberg kalesi kilisesinin kapısına bu affedilme
sertifikalarına karşı fikirlerini içeren; 95 maddeden oluşan bildiriyi asarak Protestan Reformu
hareketini resmen başlattı. Luther bu metni hazırlarken daha önce reform hareketine girişmiş
olan ve gibi isimlerin görüşlerinden etkilenmişti. İncil'in farklı dillere çevirilmesi ve
matbaanın bulunup halk tarafından da okunabilir hale gelmesiyle, insanlar kilisenin
doktrinlerinin yanlış ve yobaz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Martin Luther astığı protesto
metninde özellikle endüljans a karşı çıkar. Bu bildiri Papalık tarafından hiç de hoş
karşılanmamıştı. Luther, sonuçta aforoz edilmesine kadar ilerleyecek olan bu süreçte birçok
tartışmayla yüz yüze kalmıştı. Almanya’da Luther’i savunanlar olduğu gibi ona karşı çıkanlar
da vardı. Böylelikle Almanya ikiye bölünmüştü. Bu bölünmenin beraberinde de 1522-1525
yılları arasında Şövalyeler Kavgası ve Köylüler Savaşı adı altında iki büyük olay meydana
gelecekti.
Böylelikle Hıristiyanlık; Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık olarak üçe
bölünmüştür. Luther ise Protestanlık mezhebinin kurucusu olarak tarihe geçmiştir.
Dinin yanı sıra Martin Luther eğitimin de laikleşmesini istemiştir.Martin Luther,
eğitimin yaralarını hararetle savunurken "iyi okullar hayattaki tüm doğru davranışların çiçek
açtığı bir ağaçtır ve ağaçların çürümesi durumunda dinde ve tüm sanat kollarında körelme
kaçınılmazdır” ifadesiyle okulların ve okumanın sivil hayatta büyük bir aydınlık kaynağı
olduğu düşüncesini yaymaya çalışmıştır.
Augsburg Antlaşması
Augsburg Barış Antlaşması, 1555 yılında Luther’in Protestanlık mezhebinin dolaylı
olarak, Katolik mezhebinden ayrıldığı antlaşmadır. Barış Antlaşması, Kutsal Roma
İmparatoru V.Charles ve Schmalkaldik Ligi güçleri arasında 25 Eylül 1555 tarihinde
Almanya’nın Augsburg şehrinde imzalandı. Bu antlaşmayla Fransa ve Kutsal Roma
İmparatorluğu arasında sürmekte olan Schmalkaldik Savaşları sona erdi. Alman prenslerinin
Luteranizm ve Katoliklik arasında istediklerini seçmelerine olanak tanındı. Ayrıca isteyen
ailelerin istedikleri dinin hakim olduğu bölgeye yerleşme hakları olduğu bir dönem başlamış
17
oldu. Protestanlık, imparatorun hakimiyetine taraftar olmayan prensler arasında ve bilhassa
Almanya, İsviçre, Danimarka, Baltık kıyıları ve kısmen de Fransa’da yaygınlaştı. Bu
bölgelerde Katolik kilisesinin mallarına el konuldu, prensler zenginleşti.
Reform'un Sonuçları Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks
Mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı
mezhepler arasında çatışmalar başladı.
Din adamları ve kilise eski itibarını kaybetti.
Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.
Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.
Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu.
Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da
siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların
krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı
Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.
Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon
Mahkemeleri kuruldu.
Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.
Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı
Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir.
Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı.
Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi.
Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep
kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin
suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur.
Reform'un Nedenleri
 Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması.
 Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in millî dillere
çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması.
 Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik
Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması.
 (Endüljans) sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi.
Reform hareketlerinin tetikleyicileri
 Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve
Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi
 Mevcut mezhepleri ve onların kurallarını eleştiren bilim adamlarının varlığı
 Kağıt ve matbaanın kullanılması
 Kilisenin görevinin dışına çıkarak halkı ve dini ekonomik açıdan zorlaması
Sonuçları
 Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında
Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı, mezhepler arasında
çatışmalar başladı.
 Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti.
 Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı.
 Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu.
 Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el koyuldu.
 Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da
siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek
onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi,
Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir.
18












Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon
mahkemeleri kuruldu.
Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular.
Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı
Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı
gerçekleşmemiştir.
FAŞİZM
BENİTO MUSSOLİNİ: Asıl adı Benito Amilcare Andrea Mussolini’dir. 29 Temmuz
1883 Forli İtalya doğumludur. 2. Dünya savaşı sırasında İtalya’nın Başbakanı Hitler
ile birlikte Faşizm ’in en önemli uygulayıcılarındandır. Üniversite eğitiminin ardından
öğretmenlik yaparak çalışmaya başladı. 1902’de zorunlu askerlik görevinden kaçmak
için İsviçre’ye gider. 1904’te İtalya’ya geri döner ve Sosyalist Partisi’ne katılır ve
yayın organında çalışır.
Faşizm ’in Tanımı: Demokratik idarelerde sosyal sınıfların dengesinin bozulmasında,
orta sınıflar arasındaki dayanışmaya dayanan bir dikta rejimidir. Faşizm kelimesinin
aslı Latince ‘’Demet’’ manasına gelen Fasces kelimesinden gelir. Kelime anlamı
olarak eski Roma devrinde imparatorun arkasında yürüyen iki celladın bir sopa
demetinden yaptıkları balta ve sopalardır.
Faşist: Sadece kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve diğer insanların
düşüncesine saygı göstermeyen hatta diğer insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayan
insana denir.
FAŞİZM’İN DOĞUŞU
İtalya yeni topraklar ve sömürgeler ele geçireceğini umduğu 1. Dünya Savaşı’ndan
beklediğinden az toprak elde ederek çıkmıştı. Savaş sonunda yaşanan hayat pahalılığı ,
üretim düşüklüğü, ulusal borçlar ve artan vergiler ülkede büyük bir toplumsal ve
ekonomik bunalıma yol açmıştı. Bu sırada Mussolini İtalya'nın tüm sorunlarını
çözeceği savıyla ortaya çıktı. Ülke sorunlarına ancak faşistlerin çare bulacağını, güçlü
bir devletin gerekliliğini vurgulayarak, savaştan ve ekonomik bunalımdan en çok zarar
görmüş olan orta sınıfları ve işsizleri çevresinde topladı. Ayrıca, İtalya'da o dönemde,
grevlerin yaygınlaşmasından ve seçimlerde sol partilerin oylarını artırmalarından
korkan büyük sermaye sahipleri de Faşist Parti'yi önce yalnızca parasal olarak, daha
sonraları siyasal olarak açıkça desteklediler. Öte yandan Mussolini'nin kurduğu Kara
Gömlekliler adı verilen silahlı çeteler köy ve kentlerde kendilerinden farklı düşünen
kişilere saldırmaya, korku yaratarak insanları sindirmeye başladılar.
İSLAM AÇISINDAN FAŞİZM
Faşizm barışa, dostluğa, kardeşliğe, uzlaşmaya ve hoşgörüye karşıdır. Dinin özünü ise
bu güzel ahlaki özellikler oluşturur. Dolayısıyla faşizm, dinle tam anlamıyla çelişen bir
ideolojidir.
Örneğin faşizm ırkçılığı benimser. Faşistler daima kendi ırklarının, milletlerinin
diğerlerinden üstün olduğu iddiasıyla yola çıkmışlar, üstelik bu iddiaya dayanarak
diğer milletlerin toprakları ve malları üzerinde hak iddia etmişlerdir. Bu ırkçı iddia
sayısız savaşın, çatışmanın, katliamın, "etnik temizliğin" çıkış noktasıdır. Oysa daha
önce de belirttiğimiz gibi Kuran'a göre üstünlük ırka, renge ya da diğer başka bir
özelliğe göre değil Allah'a yakınlığa, inanç ve ahlaka bağlıdır. Bu gerçek Kuran'da
şöyle bildirilir:
Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle
tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin
en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Kuran, Barış ve Uzlaşma Emreder
19

















Dinle faşist ideolojinin bağdaşmadığı bir nokta da Kuran'ın barışı, uzlaşmayı
savunması ve tavsiye etmesidir. Dikkat edilirse bu özellikler faşizmle taban tabana
zıttır. Faşizm saldırgan olmayı, işgal etmeyi, savaşmayı, kaba kuvvetle hareket etmeyi,
zulmetmeyi yol olarak benimsemiştir. Ancak tüm bunlar Kuran'a göre zalimliktir. Aynı
zamanda Allah'ın hoşlanmadığı hareketlerdir. Tam tersine Allah iyilikte bulunmayı ve
insanların arasını düzeltmeyi emreder:
Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya
iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim
Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa
Suresi, 114)
İslam, Masum İnsanların Öldürülmesini Yasaklar
Faşist ahlakın bir diğer özelliği, kendisine belirlediği sözde "kutsal" hedef uğruna
binlerce masum insanı göz kırpmadan feda edebilmesi ve bunu bir erdem gibi
görmesidir. "Hedefler araçları meşrulaştırır" mantığıyla düşünen faşistler, gerçekte
hiçbir şekilde meşru da olmayan bir hedef için her türlü vahşeti gerçekleştirebilirler.
Oysa Kuran'da insanlara haksız yere saldırmanın, masum insanları öldürmenin çok
büyük bir suç olduğu bildirilmiştir. Faşizme göre insan hayatının hiçbir değeri yoktur,
ama dine göre tek bir insanın hayatı dahi çok önemlidir. Allah şöyle buyurur:
Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın
(haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu
(öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur... (Maide
Suresi, 32)
Türk Sineması'nda faşizmin izleri
İkinci dünya savaşı döneminde Türkiye'de gösterime giren Alman propaganda filmleri
Alman kültürü ve sosyal yaşam tarzını idealize ediyordu. Ve Ağalık kavramını faşizm
gibi gösterme eğilimleride bir hayli fazla.
GÜNÜMÜZÜN FAŞİSTLERİ: NEO-NAZİLER
1990'lı yıllardan itibaren dazlaklar olarak bilinen örgütler, ırkçı faşist eylemlerini
artırmaya başladılar. Genellikle problemli çevrelerde yetişmiş, düşük eğitimli, başıboş,
kendine güveni olmayan gençlerin katıldığı bu çeteler her türlü suça ve zalimliğe
eğilimlidirler.
Kaba Kuvvet, İslam Ahlakına Aykırıdır
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o
zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir
dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)
ÜLKEMİZDE FAŞİZM
Ülkemizde faşist eylem ve uygulamaların olmaması, buna niyet edenlerin daha en
başında engellenmiş olmaları, ayrıca Darwinizm'in yaygın kabul görmemesidir.
DARWİNİZM: İnsan gelişmiş bir hayvandır, bazı ırklar evrim sürecinde geri kalmıştır,
doğada kıyasıya bir mücadele vardır, bu mücadelede güçlü olan kazanır, zayıf olan
elenir gibi iddialarıyla, 20. yüzyılda, başta faşizm olmak üzere birçok zararlı
ideolojiye destek vermiştir. Vicdan ve akıl sahibi her insan, yeryüzünde bozgunculuk
çıkaran, barışı ve huzuru bozmaya yeltenen her türlü güç ve ideoloji ile ilmi ve fikri
bir mücadele içinde olmalıdır. Çünkü barış ve güvenlik Allah'ın insanlara bir emridir.
Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (İslam'a) girin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208)
Faşizm ’in Bir Diğer Merkezi Almanya
Almanya, Hitler’in deyimiyle, “Versay ayıbından (Schande von Versailles) kurtulma
çabası içine girdi. Ülke nereden bakılsa bir kara yıkımla karşı karşıyaydı. İşsizler daha
20
1930’da altı milyonu aşmıştı. Art arda gelen iflâslar iş yaşamının dokusunu yiyip
bitiriyordu. Yalnız Hitler ve çevresindekiler değil, iş adamları ve oy kullanacak Alman
ulusu da daralan çemberden etkili ve askerî ağırlıklı bir dış tutumla
kurtulabileceklerine inanıyorlardı. Halk kararlı bir önder ve ulusal bir yeniden doğuş
özlemi içindeydi. Son savaşta yenilginin nedenini de “sırttan hançerlenmeğe”
bağlamışlar, Yahudileri de bunun baş sorumlusu olarak görüyorlardı.
 Almanya’da Yahudi kökenli yurttaşlar toplam nüfusun %1’inin de altındaydı. Topu
topu 565.00 olabilir. Hiçbir Yahudi kendi devleti olan Almanya’ya karşı silâha
başvurmadıysa da, Nazi iktidarı ve onunla işbirliği yapanlar duvarlara şu duyuruluları
astılar: “Yahudilerle alış-veriş etmeyin; onlar bizim başımızın belâsıdır.” Kimliklerine
ve pasaportlarına “Yahudi” (Jude) anlamına “J” harfini damgaladılar ve kollarına ya
da göğüslerine sarı-siyah renklerde altı köşeli yıldızı taktırdılar. Aynı harf ve yıldız
Yahudi evleri ve iş yerlerinin kapılarına ve camlarına da boyalarla çizildi.

ADOLF HİTLER
 20. yüzyıla damgasını vuran diktatörlerden Adolf Hitler, 20 Nisan 1889’da Yukarı
Avusturya’da küçük bir kasaba olan Braunau Inn’de doğdu. 1933 yılından itibaren
Almanya’nın başbakanı, 1934 yılından itibaren ise lideri (Führer) olan Hitler, ülkenin
bütün sorunlarını Yahudilere ve diğer azınlıklara bağlamıştı. Halkın önünde yaptığı
konuşmalarda Alman ırkının üstün ırk olduğunu söylemiş ve halkı kısa süre içinde
buna inandırmıştı.
 Böylece Hitler diktatörlüğünde, Yahudiler için toplama kampları yapılmış ve tüm
Avrupa’da yaklaşık 6 milyon Yahudi öldürülmüştü. Alman ırkını iyileştirmek için de
binlerce zihinsel engelli insanın hayatına son verilmişti.
MİSYONERLİK
“Misyon” kelimesi sözlükte “görev, yetki, vekâlet, bir kimseye bir işi yapması için
verilen görev ve bir kişiyi bir göreve göndermek” anlamlarına gelir. Buna göre “misyoner” de
“görevli, yetkili kimse” demektir. Kelime Hıristiyanlıkla ilişkili olarak özel bir anlam
kazandığından, misyon ve misyoner kelimelerini şöyle anlamamız gerekiyor: Hıristiyanlığı
yayma gayesi ile kurulan kuruluşlara misyon, bu misyonda görev alanlara misyoner,
Hıristiyanlığı yayma faaliyetinin her çeşidine de misyonerlik denir.
Elbette sadece Hıristiyanlık dininin mensupları dinlerini yayma çabası göstermez.
Diğer başka dinler de yayılma arzusundadır, o dinlerin mensupları da dinlerini başkalarının
kabul etmesi için çaba gösterirler. Ancak “misyonerlik” denilince akla sadece Hıristiyanlık
gelir. Zira tarih boyunca ve bugün Hıristiyanlar, misyonerlik faaliyetlerine çok büyük önem
vermişler, bu faaliyetleri kurumsallaştırmışlar ve bunun için her yolu mübah görmüşlerdir.
Hıristiyanlığı yayma faaliyetinin dünyanın her yerinde, her türlü yöntemi kullanarak ve çok
yoğun şekilde devam ediyor olması, misyonerlik ve Hıristiyanlık arasında bir özdeşlik
doğmasına sebep olmuştur.
Misyonerlik Ve Tebliğ Arasındaki Fark
İslâm, “Allah katında yegane din İslâm’dır.” (Âl -i İmran, 19) ve “Kim İslâm’dan
başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecektir” (Âl-i İmran, 85) buyurur. Yani insanlığın
biricik sahih dini İslâm’dır. İnsanlar bu sahih dine davet edilmelidir. Fakat bu davetin ölçüleri
vardır. Cenab -ı Allah “onlarla mücadelenin en güzel şekilde yapılmasını” ( Nahl , 125)
emreder. Buna göre Müslüman tebliğci, Allah’ın kullarına hakkaniyetle, müsamaha ile, inanç
ve irade özgürlüğünü esas alarak yaklaşır. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) ilkesinden
hareketle kimseyi zorla veya çeşitli vaatlerle kandırarak Müslüman yapma yolunu seçmez.
Yahudi ve Hıristiyanlara “ Ehl -i kitap” statüsü tanıyarak dinlerini serbestçe yaşama
hakkını verir. İslâm tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. İslâm, din doğru bir şekilde
tebliğ edildiği takdirde, insanların kendi istek ve iradeleriyle Müslüman olacaklarını öngörür.
21
Hıristiyanlar ise bu noktada çok farklı davranır. Bugün maddi menfaat, iş bulma,
öğrenim görme, yurt dışına gitme gibi çeşitli vaatlerle kandırılarak insanlar Hıristiyan
yapılmaya çalışılmaktadır. Dahası onların tahrif edilmiş kutsal kitabı bu iş için her yolu
mübah görür.
Misyonerlerin Gaye Ve Hedefleri
Misyonerliğin gayesi temelde Hıristiyanlığı yaymak olarak gözükse de, aslında iş
bundan ibaret değildir. Fransa Katolik Enstitüsü profesörlerinden Jack Daniel, misyonerliği üç
aşamalı olarak ele almaktadır:
1. Misyonerliğin bütün gayesi Hıristiyanlığı yer yüzüne yaymaktır.
2. Bir ülkede kiliseler bina etmeden önce veya ettikten sonra bu kiliseleri yaşatacak
elemanları bulmak. Bunun için de o ülkenin aydınlarının kültürüne ve eserlerine Hıristiyanî
unsurlar sokmak. (Son yıllarda yerli Hıristiyanların televizyonlarda birden bire boy
göstermeye başlaması bu amaca yöneliktir.)
3. Hıristiyanlıkla Batı uygarlığını aynı göstermek. Yani Batı’nın bugünkü maddi
gelişmişliğini Hıristiyanlığa borçlu olduğu, Müslüman dünyanın geri kalmışlığına da İslâm’ın
sebep olduğu fikrini işlemek.
Bu propaganda ile ilgili olarak şu kadarını söyleyelim, tarih ispat ediyor ki
Müslümanlar yüksek İslâmî hassasiyet gösterdikleri devirlerde üstün olmuşlar, dinlerinden
uzaklaştıkları ölçüde de gerilemişlerdir. Hıristiyan dünyada ise bunun tam tersi olmuştur.
Batı’nın bugünkü refahının iki temeli vardır: Kilisenin baskısından kurtularak tamamen
dünyevîleşmeleri, sömürgecilik faaliyetleri ile dünyayı yağmalamaları.
Misyonerliğin birinci hedefi Hıristiyanlığı yaymaksa, ikinci hedefi de İslâmî gelişmeyi
ve yayılmayı durdurmaktır. Bunun için de Müslümanları Hıristiyan yapamazlarsa ne
yapmaları gerektiği üzerinde dururlar. Bu amaçla da hiç olmazsa kendi dininden, kültüründen,
tarihinden kopuk, yozlaşmış, köksüz bir neslin ortaya çıkması için çalışırlar. Müslüman
ülkelerde bu kadarını bile büyük bir başarı kabul etmişlerdir.
Nitekim ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerdeki ilk faaliyetlerinde hiçbir başarı
elde edememişler, bunun sonucunda toplumu yozlaştırma yoluna gitmişlerdir. Çok uzun bir
süreci göze alarak giriştikleri bu yolda maalesef kısmen başarılı da olmuşlardır.
Nasıl Yetişiyorlar?
Misyonerlere öncelikle genel anlamda Hıristiyanlık, özel olarak da görev yapacakları
ülkenin kültürü öğretilir. Bunun için önce okullardan ailelerinin izniyle en zeki çocuklar
seçilir. Bu çocuklar misyonerlik yapacakları ülkelerin okullarına da gönderilip özel eğitime
tabi tutulur. Eğitimleri ilk olarak Hıristiyanlığı en iyi şekilde öğrenmekle başlar. Hıristiyan
şuuru ve heyecanı verilerek dünyanın en ücra köşesinde seve seve görev yapacak hale
getirilirler. Bunun yanında mesleki eğitim de verilir. Doktorluk, hemşirelik ve öğretmenlik
önde gelen mesleklerdendir.
Misyonerlere mali yönden büyük destek sağlanır. Aldıkları bu destekle her misyoner
gittiği ülkedeki işsiz, fakir ve kimsesizlere maddi yardım yaparak onları Hıristiyanlığa dahil
etmeye çalışır. Çeşitli yardım dernekleri kurmaları, oralarda görev yapmaları ve bu şekilde
propaganda faaliyetinde bulunmaları sağlanır. Ne yazık ki ülkemizde ve diğer Müslüman
ülkelerde bu metodu başarı ile uygulamaktadırlar.
Her misyonere din eğitimi yanında diğer alanlarda eğitimler de verilir. Birden fazla
yabancı dil öğrenmeleri teşvik edilir. İslâm ülkelerinde görev yapacak misyonerlere Arapça
ve İslâm kültürü öğretilir. Ancak bu metot bazen aleyhlerine işlemiş, İslâm dinini öğrenen
bazı misyonerler kendi hür iradeleri ile Müslüman olmuşlardır.
Müslümanların Hıristiyanlığa yöneltecekleri tenkitlere çok iyi hazırlanırlar. İslâm’a ve
Müslümanlara hangi konularda tenkit yöneltecekleri, hangi noktalarda gençlerin zihinlerini
bulandıracakları konusunda da eğitilirler.
22
Görüldüğü gibi, ülkemiz ve İslâm dünyası göz önüne alındığında bir yanda son derece
donanımlı ve her yola baş vuran Hıristiyan misyonerler, diğer yanda da çoğunlukla kendi
dininden ve kültüründen bîhaber bilgisiz ve fakir Müslüman halk bulunmaktadır. Yine de
misyonerler tam istedikleri gibi bir netice alamıyorlar.
Misyonerlerin Çalışma Yöntemleri
Misyonerler gittikleri ülkelerin şartlarına göre çok çeşitli faaliyetler içine girerler.
Öncelikle İncil’i, Hıristiyanlığı propaganda eden kitap, broşür ve dergileri o ülkenin diliyle
yayınlar ve dağıtırlar. Bugün ülkemizin her tarafında sayısız İncil dağıtmaktadırlar. Aslında
hem Kur’an’ı hem de İncil’i okuyan bir insanın Kur’an karşısında İncil’i tercih etmesi normal
şartlarda kesinlikle mümkün değildir. Ancak kendi dinini ve kitabını bilmeyen Müslümanların
bu yolla kandırılmaları söz konusu olmaktadır. Bundan kurtulmak için insanımıza kendi
dinini, kendi kitabını ve kendi kültürünü en iyi şekilde öğretme vazifesi hepimizin
sorumluluğudur.
Misyonerlik faaliyetlerinin değişik taktiklerinden biri de, Hıristiyanlığı hemen telkin
etmemeleridir. Önce kültür tahribatı yapmaya çalışırlar. Sonra çeşitli sorularla zihinleri
bulandırırlar. Müslümanların maddi geri kalmışlığını öne sürerler. Bunun sorumlusu olarak
İslâm’ı göstermeye çalışırlar. Bu söylenenlere inanan birini kandırmaları artık kolaydır.
Bulundukları ülkelerde azınlık okulları açmaya çalışırlar. Azınlık cemaatlerin
çocuklarının bilgi ve kültür düzeyini yaşadıkları toplumun çocuklarından üstün hale getirirler.
Bu okullardaki Hıristiyan çocuklarını daha da şuurlandırmaya çalışırlar. Hıristiyan olmayan
çocukları Hıristiyan yapamasalar bile kendi dinlerinden şüphe duyar hale getirirler. Böylece
bu çocuklar bazen kendileri farkında olmadan Hıristiyan kültürünün taşıyıcısı olurlar.
Misyonerler bir diğer metod olarak da, insanlara “sevgi” kavramını öne sürerek
yaklaşmaya çalışmaktadırlar. Kilise ve misyonerler bugün şunları telkin etmektedirler: “İslâm
kılıç zoru ile yayılmıştır, kılıç dinidir. Hıristiyanlık ise sevgi dinidir. Çünkü Hz. İsa insanlara
acıdı, insanlığın Hz. Adem’den gelen aslî suçunu kendisini çarmıhta feda ederek kaldırdı.”
Bunu söylerken Matta İncili’ndeki şu sözlerden bahsetmezler: “Yeryüzüne barış
getirmeye geldim sanmayın! Ben barış getirmeye değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben
adamla babasının ve kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim.”
Diğer taraftan İslâm tarihinde kılıç çekilerek Müslümanlaştırılmış bir tek kişi
gösterilemeyeceğini, çünkü dinde zorlama olmadığını, fethedilen memleketlerde gayri
Müslimlerin dinlerinde her zaman hür olduklarını unutmuş gözükürler.
SORULAR
1. Misyonerlik nedir? Misyonerlik ve tebliğ arasındaki farklar nelerdir?
2. Misyonerlerin gaye ve hedefleri nelerdir?
3. Misyonerler nasıl yetiştiriliyor?
4. Misyonerlerin çalışma yöntemleri nasıldır?
5. Charlis Mismar’ın “Hristiyanlar alim oldukça, Müslümanlar ise cahil oldukça
dinlerinden uzaklaşırlar.” Sözünün masonlukla nasıl bir ilişkisi vardır?
LİBERALİZM
Liberalizm veya Türkçeleşmiş haliyle Erkincilik, özgürlüğü birincil politik değer
olarak ele alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır. Genel anlamda liberalizm,
bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve kimi zaman kurumların gücünün
sınırlandırıldığı, düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, özel teşebbüse olanak sağlayan bir
serbest piyasa ekonomisinin olduğu, hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf bir devlet
modelini ve toplumsal hayat düzenini hedefler. Liberal demokrasi olarak adlandırılan bu
devlet düzeninin, açık ve adil olduğu iddia edilen bir seçim sistemi ile birlikte tüm
vatandaşların kanun önünde eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu bir sistem olduğu
sağlanır
23
Kralların doğal yönetim hakkı, veraset sistemi, devlet dini gibi eski devlet teorisini oluşturan
birçok temel kabule liberalizm karşı çıkar. Tüm liberaller bireyin yaşama hakkı, özgürlüğü ve
mülkiyet hakkı gibi temel insan haklarını kabul eder ve desteklerler. Bununla birlikte birçok
ülkede modern liberalizm, toplumsal refahın sağlanması açısından, devletin birey özgürlüğü
üzerinde minimal bir kısıtlayıcı gücü olmasını savunarak klasik liberalizmden ayrılır.
Liberalizmin kökleri batı aydınlanma sürecine dayansa da, bugün için terim sağdan
sola siyasal yelpazenin farklı noktalarını kapsayan, özgürlük temelli bir düşünce çizgisini
tanımlar. 18. yüzyıl sonlarından itibaren liberalizm gelişmiş ülkeler için ana ideolojik
akımlardan biri haline geldi.
Türk Dil Kurumu sözlüğü liberal sözcüğünün Fransızca libéral 'den geldiğini belirtir
ve şu anlamları verir:
1- Hürriyet ve serbestlikle ilgili.
2- Serbest ekonomiden yana olan (kimse, parti vb).
3- Hoşgörülü.
Liberalizmde eğilimler
Yukarıda anlatılan temel çerçeve dahilinde olmakla birlikte, liberalizm içinde derin
çatışmalar ve karşıtlıklar bulunur. Bu karşıtlıklar klasik liberalizm dışında kimi farklı
eğilimler oluşmasını sağladı. Birçok tartışmada karşıt taraflar farklı kavramlar için aynı
sözcüğü, kimi zaman da aynı kavram için farklı sözcükleri kullanırlar.
1- Politik liberalizm: Liberal demokrasi taraftarlığı.
2- Kültürel liberalizm: Bireysel hak ve özgürlüklerin kimi devletsel ve/veya dini sebepler
sebebiyle kısıtlanması karşıtlığı.
3- Ekonomik liberalizm: Devlet müdahalesine ve mülkiyetine karşı özel mülkiyet hakkı
taraftarlığı.
4- Sosyal liberalizm: Fırsat eşitsizliğine karşı olarak eşitlik taraftarlığı için kullanılmaktadır.
5- Muhafazakar
liberalizm: Bireysel
özgürlük,serbest ekonomi girişimciliği,
düşünce, din ve vicdan özgürlüğünü halkın geleneksel ,kültürel yapısı dikkate deger alınarak
reformu öngören sağcı ideoloji özgürlüğüdür.
6- Modern liberalizm: Modern liberalizm kavramıyla ise yukarıda listelenen saf formlardan
ziyade, bugün hemen hemen tüm birinci dünya ülkelerinde görülen, bu formların bir harmanı
olan liberalizm anlatılmaktadır.
Liberalizmin Kronolojisi
İlk olarak Antik Yunan’da Sofistler olarak nitelendirilen filozofların fikirlerinin liberalizme
benzediği söylenir. Aristo’nun Politika isimli eserinde de bu fikirlerin geçtiği rivayet ediliyor.
Üçüncü olarak ortaçağda 1224–1274 yılları arasında yaşayan Aquino’lu Thomas ve ardından
Timur’u Osmanlı Devleti’ne saldırtan İbn’i Haldun geliyor. Thomas Hobbes, Leviathan isimli
eserinde devleti özgürlüklerin korunması ve devamı için gerekli görmüştür. O dönemde
devletin varlığının meşruiyeti ve kaynağı tartışılıyordu. Ama Hobbes’un bu konudaki
görüşleri kendinden öncekilerden farklı. Hobbes öncesi (bazı filozoflar hariç) devletin
kaynağının Tanrı olduğu ve bu nedenle de doğal olarak devletin meşru bir yapısı olduğu
düşünülüyordu. Ama Hobbes’a göre, devletin varlığının sebebi bireylerin çıkarlarının
korunmasıdır. Çıkarların korunması aynı zamanda meşruiyetin de sebebidir.
John Locke, siyasi liberalizmin kurucusudur. Adam Smith ve David Hume; yasayı, mülkiyet
hakkını ve özgürlük gibi kavramları korumak devletin görevidir diyor. Lord Acton ve Edward
Mulke ve de bunlardan çok daha fazla etkili olan Jeremy Bentham faydacı felsefeyi ortaya
atmışlardır.
Temel ilkeleri
1- Bireysellik: Bireyi esas alıp onu bütün diğer kurumlardan üstün tutan görüştür. Yani birey
müşterek olan toplum, devlet gibi kurumlardan önce gelir. Hareket noktası kutsal kabul edilen
24
bireydir. Ekonomik hayata da bu anlayış yansır. Tüm toplumsal kurumların önünde birey
vardır.
2- Ussallık (Rasyonellik, Akılcılık) varsayımı: Bireyin amaçlarına ulaşabilmesi için
kullanacağı yolları kendisinden daha iyi kimsenin bilemeyeceği düşüncesidir. Bir liberal için
herkes kendi amaçları doğrultusunda rasyonel davranabilme yetisine sahiptir ve kendi
mutluluğunu nasıl sağlayabileceğini başkalarından iyi bilir. Her bireysel seçim bu
varsayımdan ötürü rasyonelkabul edilir ve bundan ötürü de dokunulmaz nitelik kazanır.
3- Özgürlük: Liberalizmin en esaslı noktalarındandır. Bireyin hür olması, istediğini baskıya
maruz kalmadan yapmasıdır. Ama bu durum pür özgürlüğe de dönüşebilir. Bu tarz özgürlük
negatif bir noktaya yönelmiştir. Liberalizmde bu tür pür özgürlük kabul edilmemektedir. Yani
bir bireyin diğerlerinin özgürlüğünü kısıtlamaması gerekir. Libertaryenler ise işte bu negatif,
pür özgürlüğü istiyorlar.
4- Doğal Düzen: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler !” felsefesidir. Dünya kendi
kendine gider. Bırakınız yapsınlar; devletin herhangi bir malın üretimini herhangi bir sebeple
yasaklamaması gerektiği düşüncesidir. Bırakınız geçsinler ise; devletin mal ve sermaye
dolaşımını herhangi bir nedenle gümrük gibi önlemlerle sınırlamaması gerekliliğidir.
Bırakınız geçsinler felsefesi hem üretici hem de tüketici açısından önemlidir. Üretici daha çok
para kazanırken tüketici de daha ucuza mal bulur.
5- Piyasa Ekonomisi: Mal ve hizmet fiyatının piyasada belirlendiği ekonomi sistemidir.
6- Sınırlı Sorumlu Devlet: Ekonomiye devlet müdahalesi yoksa fertler istedikleri mal ve
hizmetleri üretiyorlarsa sınırlı sorumlu devlet vardır. Devlet ancak iç güvenlik, dış güvenlik,
adalet, eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetlerini görmelidir. Tüm bunlar liberalizm sistemini
oluşturur.
Kaynak: http://liberalizm.nedir.com/#ixzz2TFWdSLRK
TÜRKİYEDE LİBERALİZM
Liberalizm Türkiye' ye 19 . yy . da Tanzimat Fermanıyla ( 1839 ) beraber girmeye
başlamıştır . Tanzimat Fermanı ile esas itibariyle , Osmanlı devleti , sivil hukukta Batının
liberal esaslarına çok yaklaşmış; islam hukukundan uzaklaşmıştı . Şöyleki söz konusu Ferman
ile devletin tüm uyruklarının , dinleri , mezhepleri , ırkları ne olursa olsun kanun önünde hak
ve mükellefiyetleri bakımından eşit tutulacağı kabul edilmişti .
Ekonomik alanda Tanzimattan sonraki dönemde genel olarak devletçi bir politika
izlenmiştir . Ticaret alanında serbest ticaret ilkesi benimsenmekle birlikte , sanayi alanında
devlet eliyle sanayileşme politikası izlenmiştir . Bu başarılı olmayınca yeni devlet eliyle bir
burjuva yaratma çabalarına girişilmiştir . Fakat bu çabalar da sonuçsuz kalmıştır . Cumhuriyet
dönemi de dahil , Türkiye de esas itibariyle Özal'a kadar devletçi — müdahaleci bir iktisat
politikası hakim olmuştur .
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ( 1924 ) ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları ( 1930 )
kurulmuştur . Bu partiler esas itibariyle liberal demokratik partidir . Fakat ömürleri uzun
sürmemiş kapatılmıştır . 1950-60 döneminde Demokratik parti ile birlikte liberal ilkeler gün
yüzüne çıkabilmiş fakat 27 Mayıs darbesi ile bu kıpırdama bastırılmıştır .
Buraya kadar olan bölümü söyle toparlarsak liberalizmin tarihi talihsiz bir tarih
olmaktan kurtulamamıştır . Osmanlı'dan başlarsak , Prens Sebahattin'in Hürriyet ve İtilaf
Fırkasının liberal fikirleri , İttihak ve Terakkinin despotik idaresi altında hayat hakkı
bulamamıştır . Cumhuriyet dönemibde liberalizmde , sozyalizm de düşman ilan edilmiştir .
Liberal Cavit Bey idam edilmiş , komünist Mustafa Suphi , Trabzon açıklarında
boğdurulmuştur
.
Half Fırkasından sonra kurulan ilk Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası esas itibariyle liberal
demokratik bir partiydi . Fakat bu partinin ömrü uzun sürmedi , parti kapatıldı . Mensuplarına
siyasal hayat yasaklandı . Ülkede devletçi bir yapıda tek parti dönemi hakim oldu . Bundan
sonra Özal dönemine kadar başarılı bir liberal ekonomiye geçiş yapılamadı .
25
Liberalizm ve özgürlük
Liberal felsefenin ideolojisi özgürlüktür, başka bir deyimle liberalizm özgürlüğü
ideolojileştirerek kendine varlık alanı bulur. Bu, liberallerin özgürlüğü üç alanda temellük
etmesi gibi garip bir duruma yol açıyor.
1) Dine ve Tanrı'ya karşı özgürlük.
Bu çerçevede Tanrı'ya ve imana (Hıristiyan dogmaya ve bazılarının dogma ile aynı şey
saydığı İslami nassa) karşı bireysel aklın özgürleştirilmesini savunur. Nihayetinde ilk
liberallerin meşhur sloganlarından biri "ne Tanrı ne efendi"ydi, her ikisinin de otoritesini
reddediyorlardı.
2) Sosyo-politik muhtevasıyla liberallerin özgürlüğü, mutlakıyetçi idareye ve aristokrasiye
karşı sınıfsal bir özgürlüktür. Bu, burjuvazinin özgürlük talebidir.
3) Nefsin istek ve tutkularını, bedenin zevklerini kısıtlayan her engele karşı serbestlik.
İslam'ın özgürlük telakkisi farklıdır.
1) İnsanlar özgür doğar. Hz. Ömer şöyle diyordu: "Annelerin hür doğurduğu insanları ne
zamandan beri köleleştirdiniz?" Bu, toplumsal statüyle ilgili özgürlük tanımıdır.
2) Fakihlerin kabul ettiği özgürlük. Dinî hayatın yaşanması, dinî tebliğin yapılması önündeki
engellerin ortadan kaldırılması. Cihadın tarifi budur: İnsan ile İslam arsındaki engellerin
ortadan kaldırılması için kişinin var gücüyle harcadığı çabadır. Bu çabayı bedeni bir faaliyet
olarak yapabiliriz (savaş, yani cihad), içtihat olarak yapabiliriz (fıkıh), nefsin mücahedesi
olarak yapabiliriz (tasavvuf); entelektüel bir ceht ve çaba olarak yapabiliriz (kelam ve
düşünce) faaliyeti olur.
3) Sufilerin kabul ettiği özgürlük. Bedende, dünyevi tabiatımızda hapsolmuş olan ruhun tekrar
asıl yurduna, Allah'a kavuşması çabası demek olan ruhun özgürlüğü.
Bu tanımlardan bakıldığında İslam'da özgürlük Allah'a kulluk yapmak üzere engelsiz bir
ortamın, sosyal, politik, ekonomik, maddi ve kültürel dünyanın tesis edilmesi çabasıdır.
Liberal özgürlük ise insanın kul olmaktan çıkarılması çabası ve talebidir.
Özgürlüğün temellük edilmesi, özgürlük tanımının ve muhtevasının sadece ve sadece liberal
felsefenin işaret ettiği kavramsal çerçeve içinde kalınarak yapılması, diğer referans
çerçevelerine ait özgürlük tanımlarının kale alınmaması demektir. Oysa farklı irfan ve felsefe
havzaları birden fazladır ve her birinin farklı insan tanımı ve algısı olduğu gibi, farklı
özgürlük tanımı ve algısı vardır.
Bizim yukarıda özgürlüğü İslam bakış açısından üç ayrı düzeyde ele alışımız, politik,
ekonomik, ahlaki ve sosyal hayatın tanziminde insanın ve farklı toplulukların özgürlüklerine
ilişkin farklı algılara sahip olduğumuz anlamına gelir.
Mesela düşünce ve düşüncenin ifade edilmesi açısından bakıldığında İslam, tam özgürlükçü
bir karaktere sahiptir. Ebussud Efendi'ye, "Bir gayrimüslim kendi inancını açıklarken
Müslümanların kutsal saydığı değerlere dil uzatırsa, onları küçültücü ifadeler kullanırsa, ona
ne lazım gelir?" diye sorulur. Şeyhülislam'ın verdiği cevap şu olur: "Bir şey lazım gelmez.
Amacı İslam'ı küçültmek değil, kendi inancını (ve belki şakilesini) ortaya koymaktır." (Not:
Bu fetvayı son zamanlarda bizim kesimin severek okuduğu bir gazetede vahy ve vahy meleği
hakkında çıkan yakışıksız yazılar için de bir kıstas olarak alabiliriz.)
Demek ki, liberalizmi salt bir teknik olarak ele almak gerekirse, düşünce ve ifade özgürlüğü
tam olmalıdır. İktisadi hayatta teşebbüs özgürlüğünün sağlanması gerektiği açıktır. Ama
devlet bir yandan orta sınıfların iktisadi gelişmesi için teşebbüs özgürlüğünü korurken, diğer
yandan servetin belli ellerde toplanmaması ve zayıfların korunması için de gerekli tedbirler
alabilir, almalıdır. Bu komünist rejimlerdeki gibi planlı ve müdahaleci ekonomi modelini
benimsemek anlamına gelmez. Ahlaki alanda sınırsız özgürlük İslam'a yabancıdır.
Toplumdaki farklı din ve inançlardaki insanların "ma'ruf ve münker"le ilgili ortak telakki ve
kabulleri sosyo-politik hayatın temeli olmak durumundadır. [email protected]
EGOİZM ( BENCİLLİK)
26
Alm. Egoismus(m), Fr. Egoisme (m), İng. Egoism. Psikoanaliz teorisine göre “ben”
veya Latince “ego”, zihnin dış dünya ile temasta bulunan kısmı. Her şeyi kendine mal eden,
yalnız kendi çıkar ve menfaatini gözetip düşünen kimseler için kullanılır. Günümüzde buna,
kendini düşünme olarak anlam verilmektedir.
Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de, eski Yunan’dan
başlayarak bunu müdafaa eden bir grup ve felsefik ekol daima mevcut olmuştur. Mesela, eski
Yunan felsefecilerinin bazıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendi mutluluğunu
aramasını öngörmüş ve bu suretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddia etmiştir.
Egoizmi tamamen saf bir şekilde ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek
mümkündür. Diğer bütün hallerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve
isteklerinin etkisi altında ve bunlarla perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir
çeşidi biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı
yollar ve görüşlerle zuhur eder. Mesela, toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini
tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan bazıları bu gruptandır. Egoizm genel
anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. En basit karşılığı
"bencillik" olsa da, genel olarak egoizme üç farklı felsefi açıdan yaklaşılır:
Psikolojik egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarları için hareket ettiği savunan
doktrin,
Etiksel (ahlaki) egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi
yapmalarının doğru olduğunu savunan doktrin,
Rasyonel egoizm: İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel
olduğunu savunan doktrin.
Temsilcisi Thomas Hobbes’tır. Ona göre birey “ben sevgisiyle” yani daima ve
öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı bireyin
kendi hayatını koruması ve sürdürülebilmesidir. Ahlaklılık, kişinin kendini koruma
güdüsünün dışa vurulmasının bir biçimidir. Bireyin eylemlerine, iyi ve kötü diyen yine
bireyin kendisidir. Birey daima yararına, çıkarına uygun olanı yapar. Her insanın çıkarı bir
olamaz, bu yüzden evren ahlak yasası olamaz.
EGOİZM VE İSLAM DİNİ
Egoizm, her dinde ve inanç sisteminde kötülenmiştir. Özellikle İslam dininde üzerinde
çok durulmuş ve insanlar egoist olmamaları için ikaz edilmişlerdir. İslam dininde insan,
insanın yapısı, ihtiyaçlarının temini, arzu ve isteklerin tatmini, beşeri münasebetlerin ve
cemiyet hayatının organizasyonuna ait bildirilenler, dinin temel hükümlerinden olan emirler
ve yasaklar, egoizme fırsat vermeyecek bir mükemmellik gösterir. Bu bildirilenler ve
hükümler, medeni bir hayat yaşamak için birbirlerine muhtaç olarak ve çeşitli ihtiyaçlar içinde
yaratılmış olan insanı kendi hakkına razı ve diğer insanların haklarına saygılı olmaya sevk
eder. Böylece her hususta adil olmak ve adaletten ayrılmamak düsturuna sahib olan bir insan
ve cemiyette egoizm kendiliğinden yok edilmiş olur. Bundan başka ve daha fazla olarak her
insanın hak sahipleri ve muhtaçlara haklarından biraz daha fazlasını vermesi tavsiye ve telkin
edilir. Böyle yaparlarsa kendilerine ihsan sahibi ve yaptıklarına da ihsan adı verilerek Allahü
Teala tarafından beğenildikleri bildirilir. Bütün bunlardan daha ileri olarak kendi ihtiyacı olan
şeyi muhtaç olan din kardeşine vermeye de “isar” denilir. isar sahipleri yüksek bir ahlak ve
faziletin timsali olarak gösterilir.
İslam dininin temel kitaplarında ve ahlak kitaplarında yer alan egoizmi
yasaklayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır:
Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevabı verilir.
Kendi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kimsenin imanı kamil olmaz.
Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan
değildir...
Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulmedenleri affet!
27
Evinizde pişen yemekten, komşunuzun hakkını veriniz!
Sıkıntıya düşen komşusuna yardım eden, sıkıntısını gideren kimseye, Allahü Teâlâ
kıyâmet günü kıymetli elbise giydirecektir.
İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.
O, Kur’ân-ı Kerim’deki emanet hakikatinin pek çok yönlerinden birinin de “ene=ego”
olduğunu ifade sadedinde; “ene”nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar
insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir
Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de
kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre “ene”nin bu birbirinden ayrı
derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan
biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din
tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi
çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu
karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn
ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet
vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut’lar, Şeddad’lar,
Firavun’lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismânî ve bedenî
arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları,
totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale
gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.
Nübüvvet cereyanına gelince o, “kuvve-i akliye” dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve
sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; “kuvve-i dâfia” dalında âdil hakimleri, melek gibi melikleri
semere vermiş; “kuvve-i câzibe” dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet
kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla
“ene”nin bir kulluk unvanı ve esrâr-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek
mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede “ene” kendini bir abd bilir, Yaratan’ın hizmetinde
olduğunu düşünür; O’na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O’nu hoşnut etme
arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp
egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalâa edenler, dolayısıyla da, Hakk’a kul olacaklarına
değişik mâlihulyalara dalarak cismânî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve
hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi
bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar,
“ene”deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk’ın inayet gölgesinde O’nun rıza ufkuna doğru…
“Ene”nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe “egoizm” de dediğimiz
“enâniyet”, kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî
çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de
diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği,
onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer –üzerinde
durulabilir– hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve “onlar” dediği
kimseleri
karalamak
için
elinden
gelen
her
mel’aneti
irtikâp
eder.
Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta
kendine “gaye insan” nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü
sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve “ben” merkezli bir
dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da
muzaaf enâniyet anlamında “egosantrizm” sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her
hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği
çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da,
kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva
ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi
hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd
28
etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman
redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında
nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı
çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için
sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemâdi hır-gür çıkarırlar.
BENCİLİN HİKÂYESİ
"Bencil”, "yalnız " olarak doğmuştu. Çok büyük sıkıntıları vardı yaşama gözlerini
açarken. Aç, güçsüz ve çaresizdi. Lakin bunu anlatacak çok güçlü bir silahı vardı Elinde "
Gözyaşları" Sadece kendini düşünmeliydi çünkü sadece o vardı ve tek başına idi.
Derken önce "Şefkat " daha sonra da " Sevgi" ile tanıştı. Onu hemen kollarına almışlar,
giydirip ısıtmışlar, karnını doyurmuşlar, şarkılar söyleyip uyutmuşlardı. Onun bütün
kaprislerine içten bir sıcaklıkla göğüs geriyordu onlar. Birde kalplerindeki en güzel
duygularla sarıp sarmalıyorlardı onu büyürken "Bencil " şımarıktı. Onu dizginleyip
uslandırmak oldukça güçtü. Bu yüzden bir süre sonra "Eğitim" devreye girdi.
"Bencil" oldukça asi idi. bir süre dirense de "Eğitimin " tatlı dili ve nezaketi onu gitgide
eğitime doğru çekti. Ama gene de bencil ara sıra ortadan kaybolup "Oyun " denen eğlenceye
kendini atıyordu artık ona benzeyen diğer " Benciller " de tanışıp arkadaşlık etmeye
başlamıştı. küçük "Bencil "Diğer bencillerle zaman geçirdikçe birlikte "neşe " yi ve
"Paylaşma " yı tanımaları fazla zaman almadı böylece. Aradan yıllar geçtikçe eğitimle daha
sıkı fıkı oldular." Bencil sevgi şefkat eğitim ve paylaşımın arasında büyümeye devam
ediyordu. Onlarsa aralarında hep "mutluluk " denen birinden bahsediyorlardı. Dayanamadı bir
gün sordu eğitime : "Ne idi mutluluk" "Mutluluk senin içinde" dedi. "Yeter ki onu hisset.
Öyle bir hisset ki çevrendekilere de yayılsın." Yalnız unutma onu korumak biraz da senin
elinde. Mutluluk birazda çaba ve özveri ister. Ama inan "Bencil" bu hepsine değer. Bencil o
anda içinde "mutluluğu " hissetti. Sımsıcaktı ve hiç de sandığı kadar uzakta da değildi.
Mutluluk kendi içinde ve yanı başında idi. Başından beri hep tek başına olduğunu sanıyordu
ama aslında hiç yalnız değildi. Özellikle Sevgi ve şefkat onu hiç bir zaman. Yalnız
bırakmamış her zaman destek olmuşlardı. Gözleri yaşardı "Bencilin" Nasıl olup da bunları
şimdiye kadar bunları düşünememişti. Şimdi sevgi ve şefkati içinde ta derinden hissediyordu.
Öyle güzel bir duygu idi ki bu… Daha sonra diğer bencilleri ve paylaştıklarını düşündü.
Neşelenmişti işte o an eğitimle göz göze geldiler. Eğitim ona gülümseyerek dedi ki "Artık
senin benimle bu en son günün " Bencil ağlamaklı oldu birden ne kadar da alışmıştı ki ona…
" Bencil her şey için teşekkür ederim, eğitimini başarıyla tamamladın. Sen tanıdığım en
başarılı öğrencimdin. Keşke herkes senin gibi olsa idi Bundan sonra seni YAŞAMIN kollarına
atıyorum artık sana "İNSAN" diyeceğiz. İNSAN hiç bir zaman eğitimi ve onun ona
verdiklerini unutmadı. Yaşama koştu ve ona kucak açtı artık aldıklarını tek tek Yaşama verme
zamanı gelmişti Artık paylaşma zamanı idi Sevgi ve şefkat ise onunla birlikte mutlulukla
yaşamdaki diğer İNSANLARA gülümsüyordu.
VAROLUŞÇULUK
Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) bireyin deneyimini, ve bu deneyimin tekilliğini ve
biricikliğini insan doğasını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır.
Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki
karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten
yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur.
Bu akım insan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu
öne sürer. Gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. İnsan erdemlerini kendi
yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. İnsan ancak elinden geleni
yapabilir ama, yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. Her şey bir seçiş meselesidir ve
her seçişin bir sebebi vardır. Peki bu sebep duygularımızdan mı doğmaktadır ? Hayır diyor
varoluşçular. Zira harekete geçmemiş duygu hiçbir şey değildir.
29
Duygu insana doğru yolu göstermez. Varoluşçuluk "özgürsünüz, yolunuzu kendiniz
seçin" demektedir. Bir insan için toplumda değişmeyen bir zorunluluk varsa o da
şudur: Dünyada yaşamak, bir iş görmek, başkaları arasından bulunmak, ölümlü olmak…
İlk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmış (1927), İkinci
Dünya Savaşı yıllarında Fransız düşünür ve romancı Sartre'nin benimsemesi ve edebiyata
uygulaması ile bütün dünyada yaygınlaşmıştır.
Genel Anlamda Varoluşçuluk
Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı.
En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve
Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve
Sören Aabye Kierkegaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır.
Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir:
1 Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya
onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir varlığın
tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh
olarak
varolduğunu
öne
süren
idealizme
karşı
çıkar.
2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir
problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu
çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar.
3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak
durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle,
varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de,
varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini
tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya
fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü
kendisinin belirleyeceğini öne sürer.
Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı
çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın
özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir.
4) . Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu,
yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini;
hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini
kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.
5) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla
anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu,
evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne
sürer.
6) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk,
ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan
insan tarafından yaratıldığını savunur.
"Varoluş özden önce gelir" önermesi
"Varoluş özden önce gelir." önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu,
bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olarak görülmüştür. Kişinin varoluşu dışında gelişen
bireysel yapı "o" ile ifade edilmektedir. Bu durumda diğerlik ifade eden bu yapı; bağımsız
edimler ve sorumluluk bilincini kapsayarak varoluş olarak tanımlanmaktadır.
Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında
toplumsal bir maske görevi görmektedir. İşte bu yapının içindeki dışa vurulamayan temel,
"öz"ü oluşturmaktadır. Bireyin yaşantısının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği
"gerçek öz"ü oluşturmaktadır. Bunun yerine keyfiyet addedilen öz, "onun" tabiriyle diğer
30
tanımlamalarda kullanılmıştır. Böylece insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına
karar veren ve bunları yaparken ortaya irade koyan bir üçüncü kişi olarak algılanmıştır
Varoluşçuluk ve Din
Çağımızda hem Batıda hem Müslüman ülkelerde etkili olmuş felsefi akımlardan
birisi, belki de önde geleni, değişik biçimleriyle varoluşçuluktur.
Bu akımın temsilcileri arasında Kierkegaar, (1813-1855) Jaspers (1883-1869) ve
Marcel (1884-1973) gibi Allah’a inanlar olmakla beraber, Heidegger, Sartre, Camus (19131960) gibi ateistler de bulunmaktadır. Bu nedenle aralarında varoluşçuluğun ne olduğu veya
olmadığı ile ilgili olarak da tam bir bütünlük olmasa da, özellikle ateist ve nihilist
varoluşçuluk anlayışının 20. yüzyılda daha çok etkili olduğu görülmektedir.
Günümüzde bu etkiler farklı şekilde devam etmektedir. Bu etkinin farkında olan
John F. Whealon’un kanaati “düşünen her erkek ve kadın[ın] varoluşçuluğun ortaya koyduğu
sorunlarla yüzleşmeden bir hayat felsefesi geliştiremeyeceği” yönündedir. Dahası aynı yazara
göre “çağdaş varoluşçuluğun ortaya koyduğu Saçmalık (Absurd) sorunuyla hesaplaşmadıkça
tatmin edici bir kelam ortaya koymak mümkün değildir.”
19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda gelişen pozitivist bilim anlayışı ile
varoluşçu nihilist felsefe akımlarının şekillendirdiği bu yeni yaşam tarzında geleneksel
manevi ve ahlaki değerlerin yeri yoktur.
Dini, geleneksel ve dogmatik olarak nitelenen tüm değerlerin yerini
bilim almıştır.Aslında kainatın ve kainattaki tek tek şeylerin hiçbir anlamı yoktur. İnsan bu
anlamsız dünyada tamamen bir yabancıdır. İnsan kendi iradesi dışında bu saçma ve düşman
dünyaya terkedilmiş, daha doğrusu fırlatılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da bu dünyadaki
konumu bir yabancının konumudur.
Bu anlayışa göre ” insanın karşısında artık ona yol gösteren Tanrı yoktur, sağlam
değerler, gerçeklikler yoktur; dünya anlaşılmaz ve ona yabancıdır. İnsan hiçbir şeyin
karşısındadır, hiçliğin.” Heidegger’in ifadesiyle, “bizler bize acımayan ve aldırmayan bir
dünyaya atıldığını tecrübe eden varlıklardan başka bir şey değiliz.”
Böylece her tür aşkın ve moral temellendirmenin ve değerin varlığının ve etkinliğinin
ret edildiği, saçma (absurd) ve anlamsız bir dünyada tek değer merkezi olarak insanın kendi
varlığı, daha doğrusu varoluşu görülmüştür.
Özet:İnsanın kendi değerlerini kendinin oluşturabileceğini; geleceğini yine kendisinin
kurabileceğini savunan bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın yaşamını kendisinin
kurması açısından özgür olduğunu savunur. İnsan özgürdür. Hem sadece özgür de değildir,
özgür olmak zorundadır. Çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün
yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur.
Genel Anlamda Varoluşçuluk
Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. En
önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve
Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve
Sören Aabye Kierkegaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır.
Varoluşçuluğu
belirleyen
temel
özellik
ve
tavırlar
şöyle
sıralanabilir:
1) Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya
onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir varlığın
tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh
olarak varolduğunu öne süren idealizme karşı çıkar.
2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir
problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu
çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar.
3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak
durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle,
31
varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de,
varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini
tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya
fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü
kendisinin belirleyeceğini öne sürer.
Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan
varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe
mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir.
4) . Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu,
yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini;
hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini
kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.
5) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir
olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin
rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.
6) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk,
ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan
insan tarafından yaratıldığını savunur.
"Varoluş özden önce gelir" önermesi
"Varoluş özden önce gelir." önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu,
bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olarak görülmüştür. Kişinin varoluşu dışında gelişen
bireysel yapı "o" ile ifade edilmektedir. Bu durumda diğerlik ifade eden bu yapı; bağımsız
edimler ve sorumluluk bilincini kapsayarak varoluş olarak tanımlanmaktadır.
Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında
toplumsal bir maske görevi görmektedir. İşte bu yapının içindeki dışa vurulamayan temel,
"öz"ü oluşturmaktadır. Bireyin yaşantısının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği
"gerçek öz"ü oluşturmaktadır. Bunun yerine keyfiyet addedilen öz, "onun" tabiriyle diğer
tanımlamalarda kullanılmıştır. Böylece insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına
karar veren ve bunları yaparken ortaya irade koyan bir üçüncü kişi olarak algılanmıştır
Varoluşçuluk ve Din
Çağımızda hem Batıda hem Müslüman ülkelerde etkili olmuş felsefi akımlardan
birisi, belki de önde geleni, değişik biçimleriyle varoluşçuluktur.
Bu akımın temsilcileri arasında Kierkegaar, (1813-1855) Jaspers (1883-1869) ve
Marcel (1884-1973) gibi Allah’a inanlar olmakla beraber, Heidegger, Sartre, Camus (19131960) gibi ateistler de bulunmaktadır. Bu nedenle aralarında varoluşçuluğun ne olduğu veya
olmadığı ile ilgili olarak da tam bir bütünlük olmasa da, özellikle ateist ve nihilist
varoluşçuluk anlayışının 20. yüzyılda daha çok etkili olduğu görülmektedir.
Günümüzde bu etkiler farklı şekilde devam etmektedir. Bu etkinin farkında olan John
F. Whealon’un kanaati “düşünen her erkek ve kadın[ın] varoluşçuluğun ortaya koyduğu
sorunlarla yüzleşmeden bir hayat felsefesi geliştiremeyeceği” yönündedir. Dahası aynı yazara
göre “çağdaş varoluşçuluğun ortaya koyduğu Saçmalık (Absurd) sorunuyla hesaplaşmadıkça
tatmin edici bir kelam ortaya koymak mümkün değildir.”
19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda gelişen pozitivist bilim anlayışı ile varoluşçu
nihilist felsefe akımlarının şekillendirdiği bu yeni yaşam tarzında geleneksel manevi ve ahlaki
değerlerin yeri yoktur.
Dini, geleneksel ve dogmatik olarak nitelenen tüm değerlerin yerini
bilim almıştır.Aslında kainatın ve kainattaki tek tek şeylerin hiçbir anlamı yoktur. İnsan bu
anlamsız dünyada tamamen bir yabancıdır. İnsan kendi iradesi dışında bu saçma ve düşman
dünyaya terkedilmiş, daha doğrusu fırlatılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da bu dünyadaki
konumu bir yabancının konumudur.
32
Bu anlayışa göre ” insanın karşısında artık ona yol gösteren Tanrı yoktur, sağlam
değerler, gerçeklikler yoktur; dünya anlaşılmaz ve ona yabancıdır. İnsan hiçbir şeyin
karşısındadır, hiçliğin.” Heidegger’in ifadesiyle, “bizler bize acımayan ve aldırmayan bir
dünyaya atıldığını tecrübe eden varlıklardan başka bir şey değiliz.”
Böylece her tür aşkın ve moral temellendirmenin ve değerin varlığının ve etkinliğinin
ret edildiği, saçma (absurd) ve anlamsız bir dünyada tek değer merkezi olarak insanın kendi
varlığı, daha doğrusu varoluşu görülmüştür.
KAPİTALİZM
Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bu araçların onlara sahip olmayan emekçiler
tarafından işletilmesine dayanan bir insan toplumunun hukuksal statüsü ; özel girişim ve
piyasa serbestliğine dayanan üretim sistemi , esas olarak büyük çapta gelişmiş teknik
sermayeye va mali sermayenin egemenliğine dayanan iktisadi sistem.
Marx çı terminolojide, temel emekçilerin , üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar
tarafından sömürülmesi yoluyla sistemli bir biçimde artı değer elde edilmesine bu artı değerin
önemli bir bölümünün ek sermaye haline getirilerek yeni bir artıdeğere dönüştürülmesine
dayanan iç çelişkilerden dolayı yıkılmaya mahkum siyasi , iktisadi ve toplumsal rejim.
Verimlilik üzerine yoğunlaştığı için , sürekli gelişme ortamı yaratabilen , fakat , adalet
kavramını yok saydığı içinde insanların tepkisini fazlasıyla çeken sistem.
KAPİTALİZMİN DOĞUŞU:
500yıl kadar önce Batı Avrupa'da ortaya çıktı. Kesin bir doğum tarihi koymak
mümkün değil. Sanayi devrimi ile doğmuştur diyebiliriz. Çürüyen Avrupa feodalizminin
içinde toprak sahibi sınıfın egemen olduğu bir toplumda değişim için bastıran güçlerin
ittirmesiyle ekonomik bir sistem olarak büyüdü.
Yeni kapitalist toplumun farkını sadece ticaret , olarak görmek doğru değil. Çünkü
ticaret hep vardı. Kapitalizmin gelişimi için bir şey daha zorunluydu. Kar ve piyasa ilişkileri
toplumsal yaşamın merkezine yerleşti ve üretim sürecinin kendisi rekabete dayalı sermaye
yatırımları ve emeğin kar amacıyla istihdamı etrafında belirlenir hale geldi. Kapital (sermaye)
sözcüğünün tanımladığı şey kapitalizmin merkezi olan yanıdır.
1500 yıllarında dünyanın birçok yerinde böylesi bir sistemin bazı unsurlarının
yaşama geçmeye çalıştığını görüyoruz. Ancak ilk çıkışı Batı Avrupa'da gerçekleşti. Bunun bir
nedeni bu bölgenin dünyanın daha geri kalmış ve Büyük Ortadoğu , Hindistan ve Çin
İmparatorluklarına göre daha az denetim ve kontrol altında olmasıydı.
Sanayi Devrimi sonrası , 18. yüzyılda kapitalizm tüm kapasitesiyle çalışmaya
başladı. Dönüştürme gücü arttı ve hızlandı. Kapitalizm 20. yüzyıla kadar bütün dünyayı
kuşattı , dokunmadık yer bırakmadı.
KAPİTALİZMİN AMAÇLARI VE ÖZELLİKLERİ :
Kapitalist rejimde iktisadi etkinliğin temel amacı kar elde etmektir. Ama kar elde
etmenin karşılığında girişimin başarısızlığa uğraması tehlikesi vardır. Modern kapitalizmin
ayırıcı özelliği , kar dışında ayırıcı belli bir güvenlik araması ve yeterince büyüdüğü zaman da
güç sahibi olmak istemesidir.
Klasik kapitalizm , merkezi olmayan bir ekonomi tipine tekabül eder. Bu tip
ekonomide üretimle tüketim arasındaki iktisadi denge , en yüksek karı elde etmeye yönelik bir
iktisadi hesaba göre hareket eden işletmelerle tüketicilerin , arz ve talep yasası tarafından
yönetilen bir rekabet piyasasında , hiçbir kısaltmaya uğramayan özgür davranışlarından doğar.
Bu sistemin temellerini oluşturan iktisadi mekanizmaların aksamasını önlemek amacıyla
devletin ara sıra müdahalede bulunması gerekir.
Başlangıçta kapitalizm esas olarak ticari bir nitelik taşıyordu ve çoğu kez kurallara
bağlıydı. XIX. yüzyılda en önemli kişisi girişimci olan sınai ve liberal kapitalizm ortaya çıktı.
XIX. yüzyıl sonlarından bu yana bireylerin yerini grupların aldığı görüldü. Anonim şirketler ,
üretim araçlarının büyük çapta merkezleşmesine yol açtı. Rekabeti sınırlamak amacıyla
33
üreticiler arsında antlaşmalar yapıldı. Girişimci artık en önemli kişi olmaktan çıktı ve onun
yerini maliyeci aldı. Böylece modern kapitalizm doğdu. Bu sistemin temel özellikleri
şunlardır :
a) Teknik sermayelerin önemi ve mali sermayenin egemenliği ,
b)Ücretlilerle işverenlerin , birbirleriyle mücadele eden güçlü sendikalar kurmaları.
MARX VE KAPİTALİZM :
Marx , 1849 yılında Londra'da ölene kadar tarihin , devindirici gücünü , işlerinden
başka bir şeye sahip olmayanlar ve onları çalıştıranlar arasındaki uyuşmazlıklardan aldığını
açıkladığı 'Kapital' adlı eseri üzerine çalıştı. Marx kapitalizmi inceledi ve bir işçinin
üretiminin , aldığı ücretten daha değerli olduğunu fark etti. Aralarında bulunan ve Marx'ın
artıkdeğer olarak adlandırdığı fark, patronların daha çok üretmek için yeniden çalıştırdığı
kardı.
Burjuvazinin çıkar yarışı-kapitalizmin temeli-bir devrimde kapitalistlerinmezarcısı'
olacak , daha kalabalık ve daha organize bir proletaryanın doğmasına neden oluyordu. Tarihi
çağında kapitalizmi , üretim araçları ortaklaşıldığından dolayı kardan herkesin yaralandığı
komünizm izleyecekti.
DARWİN VE KAPİTALİZM :
Kapitalizm terimi , sermayenin egemenliğini öngören , serbest , sınırsız , mutlak ve
toplumun bu kriterler içinde kıyasıya bir rekabet içinde olduğu ekonomik bir sistemi ifade
eder. 'Kapitalist toplum' ise , bireylerin son derece çetin ve acımasız bir şekilde birbirleriyle
rekabet ettikleri bir arenadır.Bu , aynı Darwin'in tarifini yaptığı , sermayeye sahip olanların
yaşayabildikleri , güçsüz ve zayıfların ise ezilerek yok oldukları , acımasızlığın hüküm
sürdüğü bir arenadır.
Darwin'in prensiplerini sosyal yaşama tanıtan ve Sosyal Darwinizm'in başlıca
temsilcilerinden Herbert Spencer'a göre ise , eğer bir insan fakirse bu onun hatasıdır ; hiç
kimse onun yükselmesi için yardım etmemelidir. Eğer bir insan zenginse , bunu ahlaksızlıkla
kazanmış olsa bile bu , onun becerisidir. Bu nedenle , fakir biri ortadan silinirken zengin biri
varlığını sürdürür. İşte bu görüş , günümüzde toplumların hemen hemen tamamına ait bir
görüştür ve Darwinist-kapitalist ahlakın bir özeti niteliğindedir.
KAPİTALİST EKONOMİ NASIL İŞLER ?
İçinde yaşadığımız sistem zengini daha zengin , fakiri de daha fakir yapıyor .
Dünyadaki üretim kapasitesi ve zenginlik artmasına rağmen sokaklarda yaşayan çocukların ,
işçilerin , yoksulların sayısı azalmıyor , aksine artıyor . Yani toplum olarak daha çok
üretmemize karşın daha çok yoksullaşıyoruz .
Bu gün toplam üretim 1960’lara göre 8 kat daha büyük . Ancak üretimdeki bu artış
ne yazık ki çok adaletsiz paylaşılmakta . 1950’lerde dünya nüfusunun en zengin 20’lik kesimi
toplam gelirin yüzde 30’unu alırken bu gün bu kesimin payı yüzde 60’ı geçti . Küçük bir
azınlık gittikçe zenginleşirken çalışanlar daha fazla yoksullaşmakta , hayatlarımız bu
adaletsizlik yüzünden daha da çekilmez hale gelmekte .
İnsanlık bu kadar yüksek bir teknoloji ve zenginliğe sahipken hala her yıl yaklaşık
30 milyon kişi açlık nedeniyle ölüyor . Türkiye’de her 10 bin kişiye 1 sağlık ocağı düşerken 2
tank düşüyor .
Bu işleyiş kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır . Çünkü kapitalizmde
öncelik insan değil kardır . Hiçbir girişimci şunları düşünerek fırın açmaz : ‘ Elimde epeyce
bir sermaye var . Bari ben bu sermayeyi bir fırın açmak için kullanıyım .Böylece insanlar
rahat rahat karnını doyurur . ‘ Yatırım yapacak bir girişimcinin kafasında öncelikle kar vardır
. Şöyle düşünür : ‘ Elimdeki bu sermayeyi nasıl kullanırsam kar eder , daha fazla sermaye
sahibi olurum ? ‘ Girişimci , eğer ekmek üretmek kar getirecekse fırın açar , aksi halde açmaz
. Ekmeğe ihtiyaç olup olmaması girişimcinin yatırım kararında belirleyici olmaz . Üretimde
34
kar olgusunun varlığı kapitalist ekonominin tıkanmasına , sistemin insanların ihtiyaçlarına
yanıt vermemesine neden olur .
Kapitalizm Windows işletim sistemine çok benzer , başlıca amaçları hata vermek ,
diğer sistemleri yoketmek , sık sık kilitleni kriz yaratmaktır . Eninde sonunda mutlaka çökerek
yenisiyle değiştirilerek hayatına devam edebilir .
MATERYALİZM NEDİR?
İnsan bilinci de dahil olmak üzere evrende varlığını sürüden her şeyin safi maddeden
ibaret olduğunu savunan materyalizm, evrendeki tüm ilişkilerin maddesel nedenlerden
kaynaklandığını savunan bir felsefi düşüncedir. Türkçede maddecilik ve özdekçilik olarak da
tanımlanan materyalist düşünce, evrende görünür düzeyde olay tüm varlıkların maddesel
etkileşim sonucunda ortaya çıktını ileri sürmektedir. Metafizikle ilgili kavramların da ötesinde
metafiziğin kendisini kabul etmeyen materyalizm, maddeyi varlığın temeli olarak kabul eder.
MATERYALİZMİN BAZI TEMEL İDDİALARI
1. Evrenin hacim olarak “sonsuz” olduğu ve sonsuzdan beri var olduğu, dolayısıyla maddenin
yaratılmadığı ispatlanmış bir gerçek gibi sunuluyordu.
2. Maddenin ve zamanın birer “mutlak” kavram oldukları, yani hep var olan, değişmeyen,
sabit kalan esaslar oldukları savunuluyordu.
3. İnsan zihninin yine sadece maddesel faktörlerle açıklanabileceği, insanın madde-ötesi bir
ruha sahip olmadığı öne sürülüyor, bütün zihinsel fonksiyonların maddeye indirgenebileceği
iddia ediliyordu.
20. yy.ın ortalarından sonra icat edilen bilgisayar, materyalistlerin aklın kendisinin
beyin dokusu içinde elektrik bağlantıları yoluyla ve maddenin terimleri ile açıklanabileceği
düşüncesini desteklemiştir.
İki asır önce yaşayan Auguste Comte’un iddiasına göre bilim, “ilkel” ve “metafizik
teşebbüsler” diye nitelendirilen dinin yerini alacak “pozitif’ bilgiyi temin edecekti. Comte’un
pozitif dîye vasıflandırdığı bilgi deney ve gözlemlere dayanan sistematik bilgi idi. Burada
gözleme dayanmayan, maddi deneylerle ispat edilemeyen spekülasyonlara yer yoktu.
Pozitivistler daha da ileri giderek felseelerini bir din olarak takdim ettiler, hatta Avrupa’da
insanlık dini (Religion of Humanity) kilisesi bile kurulmuştu. Gerçi bu felsefenin yanlışları
daha 20.
MATERYALİZMİN MÜSLÜMANLARA YANSIMALARI
Batının pozitif bilimlerinin teknolojik yansımaları karşısında acze düşmüş İslam
Dünyasında, materyalist eğilimler güçlenmiş, hemen her alanda bir yılgınlık hali kendisini
göstermiştir. Ünlü filozof İbni Haldun’un da tespit ettiği, psikolojinin genel bir kuralı, bir kez
daha doğrulanmıştır; “yenilenler, yenenleri taklit eder.” Bu devirde ulema katında da genel
olarak bir teslimiyetçi, karamsar, özür dileyici tavır egemen olmuştur. Kendilerini tutsak eden
bu teknolojik gelişmenin felsefi dayanağı pozitivizmin sıkıştırmasıyla Müslüman ulema,
ekseriya Batı Medeniyeti ile giriştiği hesaplaşma sürecinde tuhaf bükülmeler yaşamıştır.
Mesela, Hint düşünürü Seyyid Ahmed Han, Kur’an’ın pozitivist tarzda yeniden
yorumlanmasını isterken, Cemaleddin Efgani’nin zeki takipçilerinden Muhammed Abduh
bilimsellik uğruna Kur’an ayetlerinden olmayacak anlamlar çıkarabilmiştir. O kadar ki
Abduh, “cin”lere bilimsel bir izah getirmek için, onların daha önce görünmeyen varlıklar
olduğunu fakat şimdi mikroskobun bulunuşundan sonra gözlenebildiklerini söyleyerek,
cinlerin mikroplar olduğunu ileri sürmüştü.1 Kısaca, genel problem şuydu: İslam’ı günümüz
anlayışına uygun anlatmak isteyen pek çok düşünür, moda olmuş birtakım ideolojilere ve
fikirlere kapılmışlardı. Bu, tam bir parçalanma haliydi. Benzer bir kaos, tüm İslam tarihinde
iki defa daha yaşanmıştı. Birincisi, 8. yüzyılda tercüme faaliyetleriyle Antik Yunan
düşüncesinin İslam dünyasına aktarılmasından sonra akıl ve gönül çelici, mantık, hesap,
hendese ve siyasetle ilgili görüşlerle tanışan İslam dünyası, bambaşka bir dünyanın
35
“veri”leriniKur’an, hadis, sünnet gibi vahiy ve ona dayalı kaynaklarla yorumlama/tevil krizine
düşmüştü.
Sorular:
1:materyalizm nedir?
2:materyalizmin bazı temel iddiaları nelerdir?
3:materyalizmin Müslümanlara yansımaları nasıl olmuştur?
HÜMANİZM
Hümanizm insancılık demektir; "insan-merkezcillik"tir. Herşeyin merkezine insanı
almaktadır. İnsandan daha üstün bir varlığın olduğunu kabul etmez. Her şeyin insan aklıyla
mümkün olduğunu savunur. Tanrı-merkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir,
insan-merkezcillik esas alınır.
HÜMANİZMİN DOĞUŞ SEBEBİ
1. Avrupa’da Ortaçağ sonrasında Reform ve Rönesans hareketleriyle birlikte eski
Yunan ve Latin kültürüne dayalı olarak gelişen bir insan, tanrı, dünya ve hayat görüşüdür.
2. ortaçağda Hıristiyanlığın insanlar üzerindeki tanrı adına ortaya koydukları
zulüm ve baskılara karşı bir tepki olarak doğmuştur.
3. Ortaçağ Hıristiyanlığı insanı ezen, onun fikir ve sanat üretimine izin vermeyen
bir tanrı kavramı sunuyordu.
4. Hıristiyanlık, hayatı, dünyayı, toplumu vahiy adına tanzim ediyordu. Fakat bu
gerçek vahiy değil, insan eliyle, papazlar eliyle yeniden şekillenmiş yani beşerîleştirilmiş
bir dinin vahyi idi.
Sonuç İtibariyle;
• Hümanist düşünce, buna tepki olarak tanrıyı yok sayan, reddeden “yüce insan”, hatta
“tanrı insan” kavramını getirdi.
• Herşeyin merkezine insan konmuş oldu. Herşey sadece “insan içindir”, zihniyeti
teşekkül etti.
• Hümanizm, bundan böyle hayatı vahiy yerine insan aklının ve onun ürünü olan bilimin
tanzim etmesini istedi.
• Tanrı yerine İnsanı,
• Din yerine bilimi,
• Ahiret yerine dünyayı,
• Maneviyat yerine maddiyatı koydu.
İSLAM DÜNYASINDA HÜMANİZM DÜŞÜNCESİNİN YERİ
Dolayısıyla hümanizm, batıda ve bizde dine, tanrıya, maneviyata, ahirete karşı gelişen
bir tepki hareketidir. Batı dünyasında kendi tarihsel şartları içinde onlar açısından böyle bir
tepki, çıkış noktası olabilir. Ancak İslâm dünyasının tarihsel süreci ve şartları
Avrupa’nınkinden farklıdır. İslâm, bozulmamış sahih bir din olduğu için insanı hiçbir zaman
ezmedi, baskı altında tutmadı, onun fikir, bilim ve sanat üretmesine engel olmadı, tam tersine
imkân sağladı. İnsana “düşman bir tanrı” anlayışı değil, “dost Allah” anlayışını, Allah’ın
insana rahmet, lütuf ve yardımı anlayışını getirdi. Sadece maneviyata ve ahirete değil, aynı
zamanda maddeye ve dünyaya da önem verdi. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanist içeriğe
uygun bir tepki ortaya çıkmadı. Çünkü zemini yoktu. Sonradan zorlamayla ve başka
maksatlarla kasıtlı olarak sun’î biçimde propaganda edilmeye, yayılmaya çalışıldı ama
tutmadı. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanizm düşüncesi, boşta kalan, zemini olmayan,
Batıya özgü bir felsefe ve bir yaklaşım biçimidir.
MEVLANA HÜMANİST BİR DÜŞÜNÜR MÜDÜR?
Mevlâna’ya yurdumuzda ve yurtdışında hümanist diyen birçok kişi var.. Mevlâna
Hümanist Değil, Müslüman Bir Mutasavvıftır. Mevlâna, hümanist bir düşünür olabilir mi?
Hemen söyleyelim, hayır. Çünkü Mevlâna, her şeyden önce Müslüman bir Türk şair ve
düşünürüdür. Mevlâna, insana değer verirken, insan sevgisini ön plana çıkarırken İslâm’ın
36
insan anlayışını dillendirmiştir sadece. İslâm’a göre insan yaratılışı, yapısı, donanımı, işlevi
bakımından saygıdeğerdir, büyüktür, önemlidir, eşref-i mahlûkattır, halife-i rûy-ı zemindir.
İnsan, Allah’ın dünyada, varlıklarda isim ve sıfatlarının tecellilerini, yansımalarını, iş
görürlüklerini bilen, anlayan, farkına varan, takdir eden, fikreden ve şükreden tek yaratıktır.
Âdem, şeytandan üstün tutulmuştur. En üst makama yani alâ-yı illiyyîne çıkabilme ve en alt
mertebeye yani esfel-i safilîne düşebilme kabiliyetine sahip olan tek varlık insandır. Bu
bakımdan insan, taşıdığı bu potansiyel bakımından meleklerden bile üstündür.
Dolayısıyla Mevlâna’nın insan sevgisi, insana değer ve önem atfetmesi sadece bu
bağlamdadır. Yoksa hümanistler gibi insanı hiçbir zaman Allah’a rakip olarak çıkarmamıştır.
Allah’ı devre dışı bırakıp kurtuluşu, mutluluğu, çareyi, çözümü sadece insandan, insan
aklından, düşünce ve biliminden beklememiştir. Yani Mevlâna insanı tanrılaştırmamıştır.
Hümanizmin “Tanrı-insan” Anlayışı ve Mevlâna’nın “İnsân-ı kâmil” Anlayışı
Arasındaki Karşıtlık:
Hümanizmin “Tanrılaştırılmış insan”ına karşı genelde İslâm tasavvufunun, tabiî
özelde Mevlâna’nın “insan-ı kâmil” anlayışı vardır. Her iki kavram da insana değer verir,
ancak bu iki kavram temelde birbirinden farklıdır.
İnsân-ı kâmil kavramı İslâm’da Kur’an’ın şu ayetlerinden mülhemdir: “Biz insanı en
güzel biçimde (ahsen-i takvim) yarattık” Burada insan, tanrı değil yaratılmış bir varlıktır.
Yaratıcı değil, yaratılanların en güzel suretlisidir. Bu en güzel surete sahip oluşu da Allah’ın
bazı isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar olmasıyla sağlamıştır. Bir başka ayette de şöyle
der: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona
secde edin.” Bir hadis-i şerifte de bu durum, “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” şeklinde
belirtilir.
Allah’ın değişik isim ve sıfatları vardır. Ama bunlar kendi başlarına soyutturlar.
Bunlar ancak varlıklar üzerinde tecelli edince somutlaşırlar. Dolayısıyla insan da bu tecelli
alanlarının en güzel örneklerinden biridir. İnsan gayr-i iradî özellik, sıfat ve fiilleriyle istese
de istemese de Allah’ın sıfat ve isimlerine mazhardır. Suret olarak çok güzel yaratılması
Allah’ın Cemil ismine mazhar olması onun gayr-i iradî fiilidir. Eğer iradî fiilleriyle bu
mazhariyeti devam ettirir ve tamamlarsa insan-ı kâmil olur. Şu hâlde tasavvufta daha genelde
İslâm’da insan-ı kâmil, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerine iradî fiilleriyle olabildiğince mazhar
olabilme becerisine bağlı olarak gelişen bir süreçtir. Bir süreçtir çünkü bunun bir üst sınırı
yok. Yani insan esfel-i sâfilîn ile alâ-yı illiyyîn arasında gidip gelen bir yaratıktır. Alâ-yı
illiyyîn bir üst sınırı ifade etmiyor. Gidilebildiği kadar gidilen en yücelerdir. Dolayısıyla
insan-ı kâmil olmak itibarî, göreceli bir hâldir. Her insan farklı derecelere sahiptir.
Göreceli olarak en yüksek dereceli insan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Bundan sonra
kademe kademe diğer peygamberler, veliler, alimler ve diğer başka kişiler gelir. Ama hiç
kimse Hz. Muhammed seviyesine ulaşamaz.
İnsan-ı kâmil kuramında “insan ne yaparsa yapsın Allah mertebesine çıkamaz ve onun
sahip olduğu özelliklere sahip olamaz”, ilkesi temeldir. Buradan hareketle İslâm’ın insan-ı
kâmil kuramıyla hümanizmin “tanrı-insan” kuramı tamamen birbirine zıttır. Mevlâna, insan-ı
kâmil kuramına bağlıdır, dolayısıyla hümanist olamaz.
Hümanizm ise insana tanrısal özellikleri yüklemiştir. Hümanizmde insanın kendine
güveni, gurur ve firavunluk mertebesine ulaşmıştır. Yani nefs kutsallaştırılmıştır. Bir başka
deyişle hümanizmde insan, Kâdir-i mutlak ve Hâkim-i mutlaktır. İslâm’da ise nefs kötüdür,
insan aciz ve zaiftir. Tasavvufun temel hedefi benliği kırmaktır.
Hümanizm insana masdar olarak bakar. İslâm ise mazhar ve memerr olarak.
Hümanizm, insana bütün iyilik, güzellik, güç, başarı gibi değerlerin masdarı yani kaynağı
olarak bakar. Bütün olumlu değerleri üreten birincil kaynak olarak görür. Asıl kaynak insandır
hümanizme göre. İslâm’da ise insan masdar değil, mazhar ve memerrdir. Yani Allah’ın
yarattığı değerleri yansıtan bir aynadır. Dolayısıyla asıl değil tebeîdir, birincil kaynak değil,
37
ikincil kaynaktır, Güneş değil Aydır. Mevlana’nın dini olan İslam’da ise değer üreten birincil
kaynak Allah’tır. İnsan ise Allah’ın sahih dinine bağlı olarak ikincil değerler üretebilir.
Hümanizm ve Mevlâna’da Akla Yaklaşım Biçimi Farkı: Hümanizm, insan aklını
yüceltir, kutsallaştırır, ilâhlaştırır. Rasyonalite, Rasyonalizm gibi kavramlar bu anlayışa
dayalıdır. Dolayısıyla hümanizmde dinî içeriğe sahip mistisizme yer yoktur. Akıl en üstün
değerdir, insan mutluluğunu ve ihtiyaçlarını sağlamaya yeterlidir. Mevlâna ise tam tersi bir
yaklaşım içindedir. Hümanizm, insan aklının her şeye yeterliliği inancında iken Mevlâna,
aklın yetersizliği düşüncesindedir. Şöyle der: “Dünya büyücüsü pek bilgiç bir karıdır. Onun
büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar, onun bağladığı düğümü
çözebilseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?”
Mevlâna’ya göre insan aklı, yetersizdir, ilâhlaşamaz: “Cüzî akılla Akl-ı Küllü nasıl
görebilirsin? O kanlar içen denizde şu küçücük akıl, ne oluyor ki?”
Hümanizmin ve Mevlâna’nın Bu Dünyaya Bakış Açıları: Hümanizm, içinde
yaşadığımız bu madde dünyasına bağlıdır. Bu dünyayı esas alır. Bu dünyaya yöneliktir.
Mutluluğu bu dünyada arar ve bu dünyayı tanzim etmeye çalışır, öte dünya derdi yoktur.
Mevlâna ise birinci derecede bu dünyaya bağlı değildir. Bu dünyaya karşı değildir ama esas
alarak birinci plana oturtmaz. O, öte dünyaya yöneliktir. Mevlâna’ya göre akıl, insanı
dünyada kurtuluşa erdiremez. Bu konuda yetersizdir, o yüzden peygamberler gelmiştir.
Allah’ın nuruyla aydınlanan kişiler, bu dünyanın cazibesinden kurtulabilirler. O, dünyanın
aldatıcı yönüne bağlanmamak gerektiğini söyler. Kişi dünyaya meylediyorsa bu, onun
felâketidir. Şöyle der: “Kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryad et, ağlayıp inlemeyi
hiç bırakma.”
Kaynakça
Hakan Gündoğdu, “Hümanizm Bir Din midir?”, Dinler Tarihi Araştırmaları II,
Sempozyum: 20-21 Kasım 1998 Konya, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2000, s.99.
Bogos Zekiyan, Humanizm, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1982.
Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, ayışığı kitapları, İstanbul.
Hümanizm Düşüncesine İslâm'ın Bakış Açısı Nedir?
Sevgi, günümüzde en çok işlenen ve kendisine ihtiyaç hissedilen konulardan biridir.
Aslında sevgi, bizim inanç ve gönül dünyamızın da hiç pörsümeyen gülüdür. Her şeyden
önce, Cenâb-ı Hak, kâinatı muhabbet atkıları üzerinde bir dantela şeklinde ördüğü gibi
varlığın bağrında her zaman en büyüleyici bir edayla seslendirilen mûsiki de yine sevgidir.
Aile, toplum ve milleti teşkil eden fertler arasında en güçlü münasebet sevgi münasebetidir.
Sevgi, anne-babadan evlâda şefkat şeklinde; evlattan anne-babaya da saygı şeklinde tecelli
eder. Evrensel sevgi ise bütün kâinatta varlığın her parçasına karşı yardımlaşma ve dayanışma
şeklinde kendini gösterir.
Öyle ki varlığın ruhunda en hakim unsur sevgidir. Âdeta her varlık, bir sevgi melodisi
içinde, o kâinat çapındaki geniş koronun bir ferdi olarak Allah'tan aldığı büyülü bir nağmeyi,
kendi üslûbu ile eda ve icra ediyor gibidir. Ancak, varlıktan insanlara, varlıktaki bir bireyden
diğerine karşı bu sevgi teatisi, irade üstü bir şekilde cereyan etmektedir. Çünkü iradesi
olmayan varlıklarda tamamen İlâhî irade ve İlâhî meşiet hâkimdir. Bu açıdan insanlar,
varlıktaki bu sevgi senfonisine iradeleriyle iştirak ederek, mahiyetlerinde var olan sevgiyi
geliştirip, insanca icra edebilmenin yollarını araştırırlar. Öyleyse her insan, ruhundaki
sevginin sû-i istimal edilmesine meydan vermeden, kendi tabiatına karşı bir aşkınlık içinde,
hem gerçek bir yardımlaşma ve dayanışma ortaya koymalı, hem de insanî veya fıtrî hukuk
açısından varlığın ruhuna yerleştirilmiş bulunan genel âhengi mutlaka korumalıdır.
Hümanizm, günümüzde üzerinde ulu orta konuşulan ve şuraya-buraya çekmeye müsait
bir sevgi anlayışı. Günümüzde bilhassa bazı çevreler, İslâm'daki cihad konusunu,
muhakemesi yetersiz avamın kafasını karıştırarak, onların gönüllerinde İslâm'a karşı şüphe
uyarmaya ve yine zihinlere mücerred (soyut), dengesiz bir hümanizm anlayışı empoze etmeye
38
çalışmaktadırlar. Evet, bir taraftan, anarşi ve teröre karışan, ülkenin birliğine-bütünlüğüne
dokunan, hattâ memleketi bölmek isteyen, asırlardan beri devam edegelen bu ülke ve bu ülke
insanının varlık ve bekasına karşı cephe alıp tahribatta bulunan insanlara acımalı, merhamet
edilmeli' deyip, diğer taraftan, önlerine bir kısım sözde din adamlarını da katarak, insanların
gözyaşlarına bakmadan, masumları öldürenlere ve vahşetin en dehşetlisini işleyenlere seyirci
kalanların bu garip tavırlarını hümanizmle te'lif etmek (bağdaştırmak) çok zor olsa gerek.
Hiçbir mümin, yüklendiği misyon itibarıyla meseleleri abartarak, çarpıtarak,
olduğundan farklı gösterme gibi bir aldatmacaya kat'iyen bilerek girmez. Bu açıdan, sırât-ı
müstakim (dosdoğru yol) ve Kur'ânî dengenin temsilcisi olan Allah Resûlü ve onun
canlandırdığı gerçeği cemaat halinde en mükemmel şekilde ortaya koyan Sahabe-i Kiram,
sevgide de itidal ve dengenin temsilcisi olmuşlardır. Konuyu Asr-ı Saadet'ten bir-iki örnekle
müşahhaslaştırmak mümkündür.
1) Tarihteki konumu ve üzerine aldığı misyonu açısından Abdullah İbn-i Hüzafe (r.a),
Bizans içinde Hz. Ömer'in (r.a) hususi bir elemanı olarak değerlendirmek yerinde olur
zannediyorum. Abdullah (r.a), Hz. Ömer döneminde önemli bir misyon yüklenmiş ve bu işi
yaparken de düşmanları tarafından keşfedilip, yakalanmıştır. Hasımları, kendisine akıl almaz
işkencelerde bulunmuş; hattâ çok güvenilir bir kısım siyer ve tarih kitaplarının yazdığına göre,
bu mübarek Sahabî'ninbaşı kaynayan suya sokularak işkence edilmiş ve bu korkunç
işkenceler neticesinde bile ona hiçbir şeyi kabul ettirememişler. Bu arada bütün bu olup
bitenleri içinde yaşadığı manastırın bir deliğinden seyreden bir rahip, Abdullah İbn
Hüzafetü's-Sehmi'nin göstermiş olduğu cesaret karşısında hayran kalarak bu şanlı Sahabî'yi
karşısına alır ve ona şu teklifte bulunur:
- Oğlum, cesaretine hayran kaldım. Şimdi sana üç dakika mühlet vereceğim. İhtimal
bir-iki dakika sonra seni öldürecekler. Bunu iyi değerlendirirsen, hem dünyada, hem de
âhirette mes'ud olursun. Zira bu üç dakika içinde sana Hıristiyanlığı telkin edeceğim ki
bundan sonra ölsen de gam yeme; çünkü Hz. Mesih'e kavuşacaksın.
Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmî'nin çehresinde bir tebessüm belirir ve ardından rahibe
şunları söyler:
- Aziz peder! Şimdiye kadar beni kimse dinlemedi. Bu üç dakikalık fırsatı
verdiğinizden dolayı, bilseniz size ne kadar müteşekkirim. Çünkü bu üç dakika içinde size hak
dini öğreterek gerçek kurtuluş yolunu gösterebilirsem, artık ölsem de gam yemem...
Evet bu hadise, İslâm'ın en kritik anlarda dahi, hattâ ölürken-öldürürken bile
müntesiplerini, nasıl başkalarının iyiliğini düşünmeye sevk ettiğini anlamak bakımından çok
önemlidir. Ayrıca bu hadise bize, İslâm'ın sevgi ve muhabbet ikliminin ne kadar geniş
olduğunu göstermesi açısından da fevkalâde dikkat çekicidir.
2) Bir Sahabi naklediyor:
'Hz. Ömer'le (r.a) beraber, herhangi bir tapınağın önünden geçiyorduk. Orada sakalı
göbeğinde, iki büklüm, bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir insan duruyordu. Onu görünce,
Halife'nin dizlerinin bağı çözüldü, iki büklüm oldu ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 'Niye
ağlıyorsun ya Emire'l-Mü'minîn?' diye sorulduğunda, o mealen '70-80 yaşına girmiş, fakat
hâlâ insanlığı kurtuluş sahiline götüren ve kaptanlığını bizzat Hz. Muhammed'in yaptığı
gemiye binememiş.' Cevabını verdi. İşte, İslâm'ın evrensel sevgisi budur.
Hâlbuki, o dönemde çokları, insanları tahrik edip, Müslümanlığın önünü kesmek için
lâzım gelen her şeyi yapıyordu. Ne var ki, Resûlullah'ın halifeleri, Allah Resûlü'nden
devraldıkları sevginin temsilcileri olarak, o anda en büyük düşman sayılan biri karşısında
dahi, insanlara olan sevgi, şefkat ve merhametlerinden dolayı hıçkırıklarını tutamayıp iki
büklüm olabiliyorlardı.
Konuyla alâkalı daha yüzlerce misal getirilebilir. Zannediyorum, İnsanlığın İftihar
Tablosu'nun bu mevzudaki müşahede, tavır ve davranışlarının, talebelerinin tavır ve
39
davranışlarından geri kalmayacağını siz de takdir edersiniz. Çünkü O, en mükemmel lider, her
konuda rehber ve bütün varlık için de bir rahmetti.
Hatta İslâm'ın ruhundaki sevgiye uyanmış ve Sahabe'den sonra geldikleri için Tabiûn
ve Tebe-i Tabiîn denilen kutlu nesiller döneminde öyle insanlar yetişmiştir ki, farkına
varmadan bir çekirgeye basmışlarsa, hemen halifeye gelip, bunun cezasının ne olduğunu
sormuşlardır. Ayrıca camilerimizin ve minarelerimizin ışık saçan çehrelerine baktığımız
zaman, alınlarında kuşlar için yapılmış yuvacıkları görürüz. İşte bu, cedlerimizin sevgideki
derinliklerinin bir ifadesidir. Evet şanlı tarihimiz, insanların yanında hayvanları bile koruma
adına öyle müthiş ve baş döndürücü insanî davranışlarla örülüdür ki başka bir yerde bunlardan
hiçbirini göstermek mümkün değildir.
İslâm'ın evrensel prensipleri çerçevesinde sevgi mülâhazası ve sevgi düşüncesi çok
dengelidir. Zalim ve mütecavizler bu sevgiden mahrumdur. Zira zulmedene gösterilen sevgi
ve merhamet, onu iyice saldırgan yaptığı gibi, aynı zamanda başkalarına da tecavüze teşvik
eder. Bu sebeple, evrensel sevgiyi tehdit eden bu tür insanlara karşı merhamet edilemez.
Çünkü zalime gösterilen merhamet, mazluma karşı yapılmış en büyük merhametsizliktir.
Veya 'Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et. Zalime, onu zulmünden
vazgeçirmek suretiyle yardım edebilirsiniz' buyuran Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve
sellem), bu düsturu çerçevesinde, zalime de, onu zulmünden vazgeçirmek suretiyle merhamet
gösterilmelidir.
SORULAR
1- Hümanizm nedir?
2- İslam dünyasında hümanizm düşüncesinin yeri nedir? Açıklayınız.
3- Hümanizmin Tanrı-insan anlayışı ve Mevlana’nın insan-ı kamil anlayışı
arasındaki farkı açıklayınız.
4- Hümanizmin ve Mevlana’nın bu dünyaya bakış açılarını açıklayınız.
5- Hümanizmin doğuş sebeplerini açıklayınız.
MAKYAVELİZM
Makyavelizm İtalyan düşünür ve politikacı Niccolò Machiavelli'nin (1469-1527)
düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır.
Devlet yönetimi ile ilgili düşüncelerinin temelini Prens (hükümdar) Asıl adı "De
Principatibus" (Prenslikler Hakkında) adlı kitabında açıklamıştır. Devleti yöneten prensin
duygularına kapılmadan ve acıma duygularını bir kenara bırakarak devleti yönetmesi
gerektiğini belirtmiştir. Machiavelli'nin en bilinen eseri sayılır ve daha sonra ortaya atılan
"Makyavelist düşünce" teriminin temelini oluşturur.
Siyasal amaca ulaşmak için her türlü ahlaksızlığın yapılabileceği savı İtalyan
düşünürü,
IL Principe(prens) adlı yapıtıyla ünlü Niccolo Macchiavelli (1469-1527)‘nin adından
türetilmiştir. Yapıtında devletin gücünü dinden değil ulustan, törebilimden değil pratikten
alması gerektiğini savunan Macchiavelli, devleti yaşatmak için her türlü kötülüğün yararlı ve
iyi olduğunu ileri sürmüştü.
"Bütün büyük işleri sözünde durmayanlar, yalancılar, arkadan vurucular, acıma
duymayanlar başarmışlardır" diyordu. Günümüzde de genellikle siyasalda ve özellikle her
türlü girişimde amaca ulaşmak için bütün araçların meşru olduğu savı Makyavelizm adıyla
anılır. Tarihsel ve diyalektik maddecilik Machiavelli'yi "tarihte ilk kez devlete insan gözüyle
bakan ve tanrıbilimin yerine usla deneyi koyan kişi" olarak niteler.
Niccolo di Bernardo Machiavelli, sesini duyurmaya başlayan burjuvazinin ideologudur.
Toplumsal tarihin, tanrı iradesiyle değil, özellikle maddesel çıkarlara dayanan doğal
nedenlerle belirlendiğini ileri sürmek gibi çok ilerici bir bakışın kuramcısıdır. Ayrıca, halkın
çıkarlarıyla egemen sınıfların çıkarları arasındaki çatışmaya da dikkati çekmiştir.
40
Makyavellin temel düşüncelerini söyle sıralamak mümkündür.
1.- En önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır.
Bu amacı gerçekleştirmek için kullanılacak her araç yasaldır.
2.- Din, ahlak ve hukuk devlete bağlıdır. Amacı gerçekleştirmek için gerektiğinde
devlet bunları alet olarak kullanmalıdır.
3.- Devletten bağımsız ahlak ve hukuk düşünülemez. Devletin bittiği yerde, hukuk da
ahlak da biter. Hukuk ve ahlak devlet için vardır.
4.- Devlet bir ulusa dayanıyorsa, yeterli gücü bu kökten alabilir. Kilise devletin
karsısında ya da üstünde olmamalıdır.
Makyavelist düşünce Gerektiğinde bir insanın devlet tarafından öldürülmesinin
çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını belirterek prense öğütler vermektedir.
Temelinde bu görüşlere paralel olarak başka bir bakış açısı da "Devlet her ne olursa olsun
sorgulanamaz." savıdır.
Siyasette amaca varmak için bütün yolların kullanılması gerektiğini söyleyen ve
her yolu meşru gören fikir akımı ayrıca Siyaseti ahlaktan ve dinden ayıran ve her türlü
din kuralı ile ahlak kuralını hiçe sayan teorisi ile dürüstlük ve ahlaktan yoksun
siyaset düşüncesine Makyavelizm denir.
Niccolò Machiavelli'nin Prens (hükümdar) kitabında dile getirilen görüşler genellikle
bir hükümdarın saltanatını ayakta nasıl tutabileceği ve hükümdarlığını nasıl daha da
güçlendirebileceği üzerinedir.
Makyavel'e göre ahlaki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim
olmalıdır. Bu yüzden, Prens gücünü koruyabilmek
için gerekirse her şeyi yapmaktan çekinmemelidir. Makyavel, bir hükümdarın asıl
gücünü sevilmekten çok korkutmaktan alması gerektiğini söylerken yine de kendinden nefret
ettirmemesini öğütler.
Prens açılış bölümünde, çeşitli prenslikleri (yeni kurulmuş ya da babadan oğla
geçmiş) yönetmeyi sağlayacak etkin yöntemleri anlatır. Floransa aristokrasisinden olan
Makyavel bir devleti ele geçirmenin, yönetmenin ve korumanın en iyi yollarını okuyucuya
anlatır. Bu bakımdan yöntemler savaşı ve acımasızlığı telkin eder.
Daha sonra, Cesare Borgia'nın ilham kaynağı olduğu ideal prensin sahip olması
gereken özellikleri anlatır. Günümüzde yazılan modern liderlik metinlerinin birçoğu bu
bölüme gönderme yapmaktadır. Etkili bir politik liderin özellikleri şöyle sıralanabilir:
1)Büyük liderleri kendine örnek almaya istekli olmak. Özellikle Antik Roma'dan.
2)Hükümetin halkın yaşam kalitesini yükseltmek için ne kadar gerekli olduğunu
göstermek.
Örnek olarak: Herhangi bir birey veya kurum üzerindeki kontrollü baskıyı geçici
olarak gevşetmenin neticesinde oluşacak kaos ortamının etkilerini göstermek.
3)Savaş sanatına hakim olmak.
4)Var olan acımasızlığın ve ahlaksızlığın gücü ve dengeyi koruyabilmek için gerekli
olabileceğini anlamak.
5)Kaba ve ahlaksız
sanılmamak için dindar görünmeye
çalışmak.
Makyavel, İspanya kralı Ferdinand'ın İtalya'ya dini bahane ederek saldırmasını över.
6)Gerektiği yerde öğüt ve tavsiye dinleyecek kadar erdemli olmak.
Sorular
1-) makyavelist düşüncenin tanımını yazınız.
2-)makyavelizm temel düşünce sistemlerini sıralayınız
3-)makyavelizm ile islam düşünce sistemini karşılaştırınız.
4-)Makyavelizmin günümüzdeki yansımaları nelerdir?
RÖNESANS
Rönesans, kelime olarak "yeniden doğuş" anlamına gelmekle birlikte, zamanla ve
41
günümüzde belli bir alanda değil birçok alanlarda gerçekleşen, yenilenerek meydana gelen
doğuşu veya oluşumu ifade etmektedir. Gerçekten Rönesans kelimesi belli bir tarihte ve belli
alanda farklı düşünme ve davranışı anlatırken, XVIII ve XIX. yüzyıllarda daha kapsamlı
tanımlamalara konu olacaktır. Yine Rönesans önceleri Ortaçağ Hıristiyan dünya görüşü ve
özellikle Skolastik düşüncenin muhteva, yöntem ve niteliğine temelde karşıt bir düşünce,
sanat ve yöntem biçimini ifade ederken sonradan bu tutumun kabul edilmeyerek yeniden
(anım-lanması) yapılmıştır.
Rönesans, ortaya çıkması ve etki meydana getirmesi bakımından yaklaşık XIV.
yüzyıldan başlayıp XVII. yüzyılın başına kadar devam eden bir süreyi kapsamaktadır.
Önceleri sanat ve edebiyat alanında başladığı kabul edilen Rönesans, bu alana ait yeni bir
hareket veya akım gibi değerlen-dirilmişse de, sonraki yüzyıllarda özellikle uygarlık
(civilisation) teriminin bilimsel ve disiplin kimliği kazanmasına eş olarak bir düşünce, kültür
ve uygarlık sistemi muhtevası kazanmıştır. Bu bağlamda Rönesans'ın kaynakları ve bunlara
dayalı olarak oluşturulan uygarlık sistemi, aynı zamanda dünya görüşü niteliğinde
algılanmıştır.
Rönesans’ın oluşumunda Hümanizma'nın hazırlayıcı ve belirleyici etkisi kesindir.
Bunun içindir ki Hümanizma'nın XIV. yüzyılın sonunda kendini duyurmaya başlayan
etkisiyle XV. yüzyılda belirgin hale gelen muhtevası Rönesans’ın hazırlık dönemi olarak
nitelendirilmiştir. Gerçek Hümanizma'nın yöntemi, konulan, hedefleri ve özü Rönesans’ta da
genişleyerek sürmüştür, denebilir. Hatta Hümanizma giderek Rönesans’ın vazgeçilmez bir
unsuru, temel bir niteliği şeklini de kazanacaktır. Öyle ki, Rönesans düşüncesi Avrupa'nın
çeşitli bölgelerinde farklılaşan nitelikler kazanırken, Hümanizma tersine ortak bir bilince
dönüşecektir ve XX. yüzyılda bile Batı uygarlığının, biçimsel de olsa devamlı savunduğu bir
ilke boyutunda tanımlanmıştır.
Geniş anlamda Rönesans ilk çağ ile orta çağ kültürel birikiminin yeni bir biçimde
oluşturulması ve yeni bir insan anlayış ve yorumunun tarih alanına çıkmasıdır. Rönesans
canlı, coşkulu, insanın, eşyanın ve dünyanın yeniden tanınması, bilinmesi ve keşfi hususunda
alabildiğine bir merakı ve heyecanı kapsar.
Ayrıca Rönesans düşüncesine Nominalizm de zemin hazırlamıştır demek, yerinde
olacaktır. Çünkü Nominalizmde tümellerin (külli, universalia) değil de, tek tek şeylerin
gerçek olduklarını, dolayısıyla tek tek varlıkların bir gerçekliği söz konusu olduğundan,
bilginin kaynağı da deney olmak gerekir. Bilginin kaynağı deney kabul edildiğinde ise, ne
Tanrı'yı, ne ruhu, ne de evreni sadece akılla açıklamak mümkün olamaz. Aynı şekilde Tann,
ruhun varlığı, evrenin yedi günde yaratılmış olduğu gibi inanç esaslarını da dinin, yani
Hristiyanlı-ğın doğmalarına dayandırmak ve ispat edilmelerine çalışmaksızın bir inanç olgusu
olarak benimsemek gerekmektedir. Böylece Rönesans düşüncesinin doğuşuna doğru önemli
bir adım Nominalizm tarafından atılmış olmaktadır. Rönesans düşüncesinin oluşumunda
Skolastik felsefeye karşı başlatılan tepkinin hedefi, bu felsefeyle özdeş kabul edilen
Aristoteles ve Aristotelisçiliktir.
Antik kültürün yeniden özümsenmesiyle Rönesans’ta ortaya çıkan ilk sorun "insan
sorunu" olmuştur ki, bunu Hümanizm olarak tanımlıyoruz. Hatta Rönesans döneminde
oluşmaya başlayan dünya görüşünün ilk ve birinci derecede önemle dayandığı temel
Hümanizma'dir. Skolastiğin bütünüyle karşıtı bir şekilde Hümanizma kilise dışında bulunan
kültür adamlarınca oluşturuldu. Yunan-Roma düşünür, bilgin, edebiyat ve sanatçılarından
ilham alarak yeni bir insan prototipini tanımlamaya çalıştılar.
Ahlâk bakımından ise Rönesans; akılcı, insanın bedensel istek ve tutkularını yargılamayan, hemen her ferdin ahlaki bilincini temel alan bir Etik'in oluşturulmasına çalışır.
Rönesans döneminde tek bir ahlâk felsefesinden değil, birçok ahlak öğretilerine açık ahlâk
felsefelerinden söz etmek yerinde olur.
LAİKLİK
42
Lâik kelimesi, Fransızca “laic”, “laique” kelimesinden gelmektedir. Kelimenin Latince
aslı ise “laicus” olup lügat anlamıyla ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, kurum
demektir. Genel ve ortak anlamıyla lâiklik, dinî ve dünyevî otoritelerin yekdiğerinden
ayrılmasını, din işlerinin ferdî, hususî sayılarak ferdin vicdanına terk edilmesini ve devletin
dinler karşısında tarafsız kalarak din hürriyetini sağlaması diye anlaşılmaktadır. Lâiklik, din
ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanması
demektir. Daha açık ve doğru deyimle lâiklik, dinî ve dünyevî otoritelerin birbirinden
ayrılması, devletin siyasî, hukukî ve sosyal düzeninin sağlanmasında dinî inanç yerine aklın
hâkimiyetine yer verilmesidir.
Lâik devlette devletin dini olamaz; hukuk devleti fikri ile mevcut dinlerden birinin
üstün tutulması fikrini bağdaştırmak mümkün değildir. Devlet dini; ayrı, farklı dinlere mensup
olanlarla inanmayan vatandaşların kanun önünde eşitliğine aykırı düşer. Lâik devlete din
hürriyetinin tabiî sonucu olarak bütün dinler kamu düzenine aykırı düşmedikçe tanınır. Lâik
devlet münhasıran vatandaşlarının dünyevî ihtiyaçları ile ilgilenir ve bunları karşılamaya
çalışır. Dinî makamlar, devletten tamamen ayrılmışlardır, din işlerinin düzenlenmesi hususî
teşekküllere, cemaatlere terk edilmiştir. Ancak, tarihî ve içtimaî zorunluluklar bazı
memleketlerde dinî makamların pek yakından murakabe edildiğini ve dinin bir kamu hizmeti
olarak teşkilatlandırıldığını göstermektedir. Din bir kamu hizmeti olmaktan çıkınca dinî işler
ve faaliyetler için devlet bütçesinden ödenek ayrılmaması gerekir. Ancak bu prensip kesin
olarak her memlekette uygulanmaz.
TÜRKİYE’DE LAİKLİK
Türkiye’nin gerçek anlamda laik düzene geçişi Kurtuluş Savaşı ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu döneminde gerçekleşmiştir. Fakat bir yüzyılın tam olarak bir
çeyreğini bile bulmayan bu ilk dönemin entellektüel ürünlerinin, Cumhuriyet’in üç
çeyreğindekilerle karşılaştırılması eksik bir çalışma olur. Cumhuriyet ile birlikte geliştiğini,
genişlediğini söyleyebileceğimiz çeşitli düşünce akımları veya düşünsel-bilimsel disiplinler,
büyük ölçüde Cumhuriyet öncesi etkinliklerden kaynaklanmaktadır. Kuruluş dönemi
öncesinde zihinsel formasyonunu almış bir kuşağın sözcüleri, Cumhuriyet döneminin
düşünsel hayatının temel taşlarını döşemişlerdir.[1]
Atatürk’te laiklik kavramı şu anlamı taşır: Din artık toplumsal, siyasal, ekonomik,
eğitsel, sanatsal kurum ve kuralları belirleyecek bir pozisyonda değildir. Toplumlar bu
alanları bilimsel verilerin yardımıyla demokratik bir süreç içerisinde çözümleme gereğine
inanmaktadırlar. Herhangi bir dinin bu alanları düzenleyen değişmez, kutsallık niteliğini
taşıyan hükümleri çerçevesinde ilerleme de, toplumsal uyuşma, toplumsal birlik ve dayanışma
da, toplumsal barış da sağlanamaz. Dinlerin toplumu yönettikleri dönemde bile birçok
mezheplere bölünmüş olmaları boşuna değildir. Üstelik yeni ve yakın çağlarda yaşamın
bilimsel olarak bilinebilir alanları durmadan genişlemiştir. Bu alanlarda özgür tartışmaya ve
nesnel araştırma verilerine dayalı çözümler öneriler çoğunluk kararına dönüştürülerek
toplumsal dayanışma içinde uygulamaya geçirilebilir. Bu olanak ortaya çıktıktan sonra, kimde
ne türlüsü olduğu bilinemeyen (“iman ile paranın kimde olduğu bilinmez” sözü binlerce
yıllıktır) dinsel inançların zorlamasıyla düzen kurmada direnmek toplumla uyum değil
uyumsuzluk dayanışma değil, çözülme barış değil, kavga getirir. Kemalizmin laiklik anlayışı
bu tablodan çıkan sonuca göre, dinsel inancı artık yalnızca bireylerin kendi bireysel
vicdanlarına, bireysel özel yaşamlarına iter.[2]
Yeni düzene geçişte, düzenlemelerin nasıl bir laiklik anlayışına dayandığı 1937’de
laiklikle ilgili Meclis görüşmelerinde Hükümet adına konuşan İçişleri bakanı Şükrü Kaya’nın
şu ifadelerinden de anlaşılmaktadır: “Laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir
ve amil olmamasını temin etmektir. Bizce laikliğin çerçevesi ve hududu budur. Biz diyoruz
ki, dinler, vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın.
Karıştırmıyoruz
ve
karıştırmayacağız.”
43
Bu ifadeler ve uygulamalar göstermektedir ki, bu dönemde laiklik genel bir dünya görüşü ve
ideoloji olarak anlaşılmıştır. Eğer sorun salt devleti laikleştirmek olsaydı o zaman kamu
düzeninin dışında kalan bireysel alana müdahale edilmemesi gerekirdi. Oysa yapılan
düzenlemelerin bir kısmının doğrudan bireysel alana ilişkin olduğu görülmektedir. S.
Sayarı’ya göre Atatürk’ün laiklik hareketi, genel olarak Batı’da anlaşıldığı gibi sadece
devletle dinin birbirinden ayrılmasını öngörmez; dinin devlet kontrolü altına ve düzenleme
sahası içine alınmasını da öngörür. Bir dizi düzenleme çerçevesinde Kemalist rejim, din
üzerinde yönetsel denetimini büyük ölçüde genişletmiştir.[3] Böylece, Cumhuriyetle birlikte
laikliği otoriter zihniyetin mutlak hakimiyeti altına sokan batılılaşma anlayışı, bu kavramı
kamu sahasının inanca ait taleplerden tamamen temizlenmesi ve bu sahanın devlet kontrolü
altına alınması olarak yorumladı. Böylece Osmanlı klasik toplum anlayışının yarattığı ve
yüzyıllarca toplumsal bir “doğal hak” olarak kullanılan özel alana, toplumun rızası alınmadan
el konmuş oldu. Toplum cemaatsal yapıdan homojen bir yapıya geçerken doğal olarak
yaşanması gereken özel alanın bir bölümünün kamu sahası haline gelmesi; devletin otoriter
zihniyeti altında bir özgürlük genişlemesi değil aksine özgürlük daralması olarak yaşandı.[4]
SORULAR:
1. Rönesans nedir? Laiklik nedir?
2. Laik düzene geçişte yapılanlar ve İslami hareketler nelerdir?
3. Türkiye’deki laiklik anlayışını anlatınız?
NİHİLİZM
Friedrıch NIETZSCHE: Nietzsche (1844-1900); Protestan kilisesi üyeleriyle dolu
bir aileden gelmektedir. Babası ile her iki büyükbabası Luther kilisesinde papazdılar. 1 Buna
rağmen Nietzsche hristiyanlık hakkında oldukça olumsuz şeyler söylemiş ve döneminde tek
başına savunduğu fikirleri ile büyük bir cesaret göstermiştir.
Nietzsche, Born Leipzig üniversitelerinde okumuş ve 1869’da İsviçre Basel
üniversitesinde klasik felsefe dalında profesörlüğe yükselmiştir.2Akademide öylesine parlak
bir öğrencidir ki daha yirmili yaşlarının ortasında profesör olmuştur.Bu duyulmamış bir
şeydir.3
1879’da kötüye giden sağlık durumunu öne sürerek üniversiteden ayrılır ve on yılını
büyük yalnızlıklar içinde İsviçre’nin değişik yerlerinde ve İtalya’nın kuzeyinde geçirir.4
Zamanının çoğunu İsviçre’de ve İtalya’da dolaşarak geçirir. Böyle geçen 16 yıldan sonra art
arda oldukça belirsiz yazılar gelmeye başlar. Kitapları arasında en tanınmış olanları şunlar:
trajedinin doğuşu (1872) insanca pek insanca (1878) iyinin ve kötünün ötesinde (1886)
ahlakın soy kütüğü (1887) böyle buyurdu Zerdüşt (1891) 5 Nietzsche ‘nin ünü önü alınmaz
ateş gibi yayılmıştır. 6 Henüz kırklarındayken ilerlemiş frenginin sebep olduğu bir akıl
hastalığına yakalanması gerçek bir trajedidir. Nietzsche 1990’de ölünceye kadar umutsuz bir
deli olarak yaşayacaktır. Bu yüzden 1890’larda ünü sınırları aşmışsa da o bundan habersizdir.7
Nietzsche, XIX.yy da yani ideolojiler çağında diğer felsefe ve bilim sitemlerinden
apayrı durarak hepsine meydan okumuştur. Bu çağda ki ideolojilere göz atacak olursak :
diyalektiği ve tarihi işleyen Hegel, dünyayı bir istenç ve ide olarak gören Schopenhauer,
pozitivizmin babası Auguste Comte, liberalizm ve yararcılık anlayışının azizi John Stuart
Mill, evrenin felsefe alanında ki havarisi Herbert Spencer ile bilim alanında ki öncüsü
Darwin, dialektik, materyelizm ve tarihsel dialektiğin kurucuları Marx ve Engels,
1
Bryan Magee. Felsefenin öyküsü. Dost kitabevi yay. Ankara 2000 say.172
Frank Thılly. Felsefenin Öyküsü Çağdaş Felsefe. İzdüşüm yay. İstanbul 2000 say 328
3
Bryan Magee a.g.e say. 172
4
Frank Thıll. A.g.e say. 329
5
Bryan Magee a.g.e say 172
6
Frank Thıll. A.g.e say.329
7
Bryan Magee a.g.e say. 172
2
44
varoluşçuluğun öncüsü Sören Kierkegaard ve aydınlanma yada XVIII.yy deneyciliğine bir
dönüşü simgeleyen Ernst Mach.8
Nietzsche “iyi ve kötünün ötesinde” adlı kitabının önsözüne şöyle başlar :
Diyelim ki hakikat bir dişidir. Tüm felsefeciler doğmacı oldukları sürece, dişileri
anlamada güdük kalmıyorlar mı ? Yoksa şimdiye dek hakikate ürkütücü bir ağırbaşlılık,
yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları koşuşturmalarla yaklaşma alışkanlıkları , bir yosmayı elde
etmek için uygunsuz, beceriksiz bir yol değil mi ?9
Nietzsche devrinin düşünürlerinden bu şekilde ayrılır. Peki hakikati arayanlarla
böylesi alay ederken kendinin doğruluk anlayışı neydi:
Klasik kurama göre doğruluğun ölçütü nesnelliktir. Bu bakımdan da kavramlarımız,
düşüncelerimiz, öznellikten uzaklaştıkları oranda doğruluğa ulaşabilirler. Ama nesnellik
anlamında anlaşılan bu doğruluk tanımı yine çok önceden bir eleştiriyle karşılaşmıştır.
Bilgimizin öznellikten tam anlamıyla sıyrılmasının olanaksız olduğunu söylemiş ve
duyularımızdan kaçınıldığı, onlar işin içine karıştırılmadığı takdirde hiç bir şeyin
tasarımlandırılamayacağı savunulmuştur. Nietzsche bu görüşleri benimser; yalnız onun
gözünde duyularımız da ancak canlı bir varlığın varoluşuyla olanaklıdır, yani görünülen,
algılanılan, düşünülen her şey arzularımızın ve içgüdülerimizin izledikleri amaçlara bağlıdır.
Hayvan için geçerli olan insan içinde geçerlidir. İnsan nesnel bir dünya içinde değil,
tutkular ve iç güdüler çevresi içinde yaşar. İnsanın tüm görüşleri tüm düşünceleri
tutkularına bağlıdır. Amaçlarımız o zaman görünüşte bizim iyi,güzel,doğru ve gerçek olarak
kabul ettiğimiz düşüncelere bağlıymış gibi görünür. Oysa gerçekte bu düşünceler
Nietzsche’ye göre bizim bilincinde olmadığımız doğru amaçlara erişilmesi için kullanılan
birer araçtan başka bir şey değildir. İşte bu yüzden dünya görüşlerinin ahlak ve değer
anlayışlarının doğru yada yanlış oldukları da söylenemez. 10
“TANRI ÖLDÜ “
“Batının ahlakı ve değerleri artık inanmadığı dinsel inançlarından kaynaklanır. O
nedenle, kendi değerlerini gözden geçirmelidir.”11
Bu Nietzsche’nin arka planda kalmış hristiyanlığa olan saldırısıdır. Hristiyan
alçakgönüllülüğü, bağışlayıcılığı, sabırlılığı ve aşkı, gücü tükenmiş bir nefretin
taklitçiliğinden öte değildir. Hiçbirşeye kalkışmayan fakat alçakgönüllü ve sabırlı olan ya da
hiçbir şeymiş gibi görünüp aynı zamanda seven , bununla birlikte cennet ve cehennem düşleri
kuran hristiyanlar…. Nietzsche’nin tüm değerlerin devrimi bu yüzden yeni bir erdem tablosu
içermez. Kendi anladığı şekilde hristiyan ahlakının içsel eleştirisini kapsar. Onun göstermek
istediği genelde kabul gören hristiyan ahlakının yargılandığında kendi standartları tarafından
“ahlaksız” olarak nitelendirileceğidir. 12
YENİ DEĞERLER
Nietzsche tanrı’nın var olmadığını ve ruhlarımızın ölümsüz olmadığı düşüncesindedir.
Bu yüzden hayatı dolu dolu yaşamayı ve ondan alınabilecek her şeyi almayı savunur.
Tanrı’sız ve anlamsız bir dünyada bunun nasıl olacağı sorusuna ise “yeni değerler gerek” diye
cevap vermiştir
Nietzsche: hayatımızı temellerini inkar ettiğimiz bir değerler sistemine
dayandıramayız. Bu bizi ve hayatımızı sahte yapar. Ya değerlerimize gerçekten destek
olduğuna inandığımız bir temel bulacağız ya da bu değerleri bırakıp dürüstçe
benimseyebileceğimiz başka değerler bulacağız.13
8
Friedrich Nietzsche Tarih Üzerine Say yay. İstanbul 1994 say. 41
Friedrich Nietzsche. İyinin ve kötünün ötesinde. Ara yay. İstanbul 1990 say. 11
10
Friedrich Nietzsche Tarih Üzerine a.g.e say. 44
11
Bryan Magee a.g.e say 172
12
Frank Thılly a.g.e say.333
13
Bryan Magee a.g.e say 173
9
45
ÜSTÜN İNSAN-GÜÇ İSTEMİ
“İnsan, hayvan ile üstün insan arasına gerilmiş bir iptir; altında uçurum olan bir ip…”
İnsanın hayvanlık durumunda çıkmasını ve uygarlığı yaratmasını sağlayan şey,
güçlünün zayıfı, yeterlinin yetersizi, akıllının aptalı durmadan tasfiye etmesiydi. Bu
süreçlerin çağlar boyu yürürlülükte olması sayesindedir ki insani varlığımızla ilgili en değer
verdiğimiz şeyler ortaya çıkmıştır. Fakat daha sonra Sokrates ve İsa gibi sözde ahlakçılar
geldiler ve bu değerlerin hepsinin yanlış olduğunu, zayıfları güçlülere karşı koruyacak
yasaların olması, kudretin değil adaletin egemen olması, dünyanın girişken değil sünepelere
kalması gerektiğini söylediler. Tam da insanı hayvanların üstüne çıkaran , uygarlığı yaratan
süreçler böylece ters düz edilmiş oldu.14
NİETZSCHE’NİN ETKİSİ
“Doymak bilmeyen bir alev gibi kendimi yakıyor, kemiriyorum. Tuttuğum ateş,
bıraktığım kor oluyor.”15
Nietzsche’nin etkisi korkunç olmuştur fakat çoğu kez de zararlı… Faşizm’in kurucusu
Mussolini uzun uzun Nietzsche okudu. Hitler, 1938’deki tarihi Brenner Pass görüşmesinde
Mussolini’ye Nietzsche’nin toplu eserlerini hediye etti. Naziler de propagandalarında tekrar
tekrar “üstün insan” ve “güç istemi” gibi Nietzsche’nin sözlerini kullandılar. 16 Toplum
öğretisinde öne sürüdğü anti demokratik ilkeler nasyonel sosyalizmin beslendiği kaynaklar
olmuş düşünceleri saptırılarak uygulanmaya çalışılmıştır. 17
Nietzsche’nin sözleri oldukça sembolik olduğu için çok farklı düşünen insanlar için
öncü olabilmiş ve kavramlar asıl anlamlarından saptırılarak çeşitli akımlarda kullanılmıştır.
14
Bryaan Magee a.g.e say 173
Friedrich Nietzsche tarih üzerine a.g.e say 53
16
Bryan Magee a.g.e say.177
17
Friedrich Nietzsche tarih üzerine a.g.e say 53
15
46
Download