Sosyal Değişim ve Din Öğretimi Agnostisizm: Bilinemezcilik. Tanrının varlığı, yokluğu bilinemez dolayısıyla bu konu tartışma dışıdır. Çin ve Japon Dinleri: Bu dinlerde gelenek, görenek ve aile çok önemlidir. Ayrıca önemli olan nefsini tezkiye edip iyi ahlaklı yaşamaktır. Demokrasi: Bir düzen olarak, bir yönetim biçimi olarak insanların kendi yöneticilerini seçmesidir. İnsanlığın yönetim konusunda geldiği en son aşama, buldukları en son araçtır. Ama bazılarına göre demokrasi aynı zamanda hayat biçimidir. Aklın egemenliğini kabul eden yaşama biçimidir. Bu anlamda İslam ile uyuşmaz. Diyalog: Eğer diyalogda birbirimizi tanımak söz konusuysa hiçbir sakınca yoktur. Ama eğer ikimizde Allah katında eşitiz deniyorsa o zaman sakıncalı olur. Egoizm: Yaygın kanının aksine egoizm ahlak felsefesi anlamda kötü bir şey değildir. Herkes kendisini düşünürse iyi ahlak ortaya çıkar, düzen çıkar, güzellik çıkar diye görüş. Evrimcilik: Doğadaki güçlü olanın ayakta kalıp zayıf olanın ezilmesinden evrendeki düzenin oluşması, dolayısıyla doğal ayıklanma yoluyla canlıların oluştuğunu söyleyen kuram. Faşizm / Ulusçuluk / Irkçılık: En üstün halk bizim halkımız, halkın güçlü olabilmesi için de devlet güçlü olmalıdır. Faşizm devletle alakalı yönetim biçimidir. Önce devlet anlayışı. Feminizm: Kadın ve erkek aslında dünyaya eşit gelmiştir. Ancak erkekler kadınları ikinci sınıf vatandaş yapmıştır. Kadın bu esaretten kurtulup özgür eşit hale gelmelidir görüşü. Freud: İnsan kötü yaratılmıştır; insanın yaptıklarının altında cinsellik ya da hâkimiyet arzusu vardır. Fundamentalizm: Asla dönelim; dinin aslını uygulamaya koyalım. Allah ile Kul arasındaki bütün engelleri kaldıralım. Hindistan Dinleri: Hindistan cahiliye döneminin benzerini yaşamaktadır. Kast sistemi çok önemlidir. Reenkarnasyon ve karma; yeniden dünyaya gelme ana esaslardandır. Hümanizm /İnsancılık: Her şey insan için, insana göre, insan tarafından, en son sözü insan kendisi söyler. İnsanın kendisinin üstünde hiçbir varlık yoktur diyerek adeta insanın tanrılaştırıldığı görüş. İdealizm: Her şey, idealdeki yani kafamızdaki gibidir. Öyle de olmalıdır. Gerçek, doğru, iyi, güzel bizim kafamızdaki ve idealdeki gibidir. Kapitalizm: Darvinizmin hayat biçimi olarak yorumlanması. Liberalizmin ekonomiye uyarlanmasıdır. Büyük balık küçük balığı yutar. Sen de yutulmak istemiyorsan başkasını yutabilirsin. Güçlü olan ayakta kalır. Küçük olan ezilir. Ama bunun sonunda düzen kurulur. Serbest ekonomi; insanlar istediğini yapsınlar. Kuşkuculuk: Olumsuz anlamda; her şeyden şüphe etmek. Olumlu anlamda; her şeyi sorgulayarak kabul etmek. Laiklik: Devlet yönetiminde din adamlarını saf dışı bırakıp, ruhbanların dışındaki insanların sözünün geçmesi. Devlet yönetiminde dini kuralların geçerli olmaması görüşü. Liberalizm: Her şeyden önce bireyin özgürlüğü ve bireyin öncelikleri önemlidir. 1 Makyavelizm: Amaca ulaşmak için her yol mubahtır. Materyalizm (Pozitivizm): Elle tutulan gözle görülen dışında hiç bir şey yoktur. Manevi hiçbir şey yoktur. Modernizm: Her şeyin doğrusunu Batı bilir, her şeyin en güzeline en yücesine Batı ulaşmıştır ve bunların dışında doğru yoktur. Bu düşünce ve uygulamaların dışındakiler; gericiliktir, ilkelliktir, geri kalmışlıktır. Nihilizm: Hayatta hiçbir şeyin önemi yoktur. Her şey boştur. Dolayısıyla bir gayeye bir amaca ihtiyaç yoktur. Hayatın akışı içerisinde kendi kendine yaşayıp gideceksin. Postmodernizm: Batının dışında da doğru olabilir. Tek doğru Batı değil, birden fazla doğru olabilir. Pragmatizm: Bir şeyin iyi doğru güzel olduğunu anlamak için sonucuna ve faydasına bakarız. Sonuç çoğunluğa fayda getiriyorsa o şey iyidir, doğrudur, güzeldir. Protestanlık (Reformculuk): Allah ile kul arasında din adamı sınıfını kaldıralım. Herkes istediği gibi Allah’ın mesajlarını yorumlasın, herkes istediği şekilde Allah’la bağ kursun ve ibadet etsin. Rasyonalizm: Son doğruyu akıl söyler, gerçek doğru akılla bulunur. Realizm: Gerçek bizim kafamızda değil, bizim dışımızdadır. Biz onu eşyada, olayda, durumda algılarız. Rölativizm / Görecelilik: Olaylara bakış tek taraflı değildir. Herkes kendi açısından farklı açılardan bakabilir. Doğru bir tek değildir. Açılara göre birçok doğru olabilir. Bir şeyin bir tek açıklaması yoktur. Baktığı yere göre insan değişik görebilir. Sekülerizm / Dünyevileşme: Dinin, maneviyatın hayatın tamamından yok edilmesi. Dinin insan hayatından çıkarılmasıdır. Sosyalizm: Önce toplum demektir. Anca beraber kanca beraber; nimetleri de sıkıntıları da paylaşalım, hep beraber yaşayalım. Tarihselcilik: Biz Kur’an’ı yorumlarken Kur'an’ın indiği döneme bakalım. Kur’an o dönemde yaşayan insanlara bir model önermiştir. Biz Kur’an’ı alıp da bugün aynı kelimelerle aynı yorumlarla yaşamamız mümkün değildir. O yaşanmış örnekten ilkeler çıkarıp günümüzde kendi yolumuzu kendimiz çizmeliyiz. Allah atları övüyor, atları övmesinden biz anlam çıkarmalıyız. O dönemde at olduğu için atlar övülmüştür biz bu dönemde o örnekten yararlanarak ilkeler çıkarmalıyız. İslam o tarihte yaşandı ve biz şimdi ondan ilkeler çıkarıp kendi yolumuzu kendimiz çizeceğiz görüşü. Varoluşçuluk: Bireyin varlığı özünden önce gelir. Kimse kimseye karışmasın, herkes kendi yolunu kendi çizsin. Doğruya yanlışa herkes kendi karar verip, sorumluluğu da kendisi alsın. Kendisi dışında ona bir şeyi empoze edebilecek kimse yoktur. Günümüz insanın temel sorunu, kimsenin kendinden başkasını tanımaması. Herkes kendi sözünün geçmesini istiyor. Kimse kimseyi kendisine karıştırtmak istemiyor. Herkes kral olmuş, biricik olmuş, kimse yerini haddini bilmez olmuş. Ne büyük belli, ne küçük; ne saygı, ne sorumluluk var. Sebebi bireyin özgürlüğü fikrinin çekiciliği denebilir. 2 SEPTİSİZM/KUŞKUCULUK/ŞÜPHECİLİK Genel bir tavır olarak, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmeme, her şeyi belli bir eleştiri süzgecinden geçirme tavrı; belli bir doğruya ulaşmadan önce kuşku duymanın zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu savunan anlayış. Dogmatizmin tam karşısında yer alan bir tavır olarak kuşkuculuk, en azından bazı şeylerin bilgisine ancak bir takım güçlüklerle ve kimi tedbirlerin sonucu olarak ulaşılabileceğini savunur. SEPTİKLER (Şüpheciler) Şüpheciliğin ortaya çıkması ‘Bilginin imkânı problemi’ ile ilgilidir. Şüphecilik, bilgilerimizin gerçekliğinden şüphe etmemiz gerektiğini bildiren düşünce sistemidir. Bilgilerimizin gerçekliğinden şüphe etmemizin nedeni ise duyu organlarımızın bizi yanıltmasıdır. BİR TAVIR OLARAK ŞÜPHECİLİK: Felsefi bakımdan sağlıklı bir tavır olarak şüphe felsefenin ruhunda vardır. Felsefe eleştirici bir bilimdir. Her filozof işe başlarken, kendinden önce gelen bütün insani bilgi veya deney birikimini ciddi bir biçimde sorgulamak, çözümlemek ve eleştirmekle işe başlar. Her filozofun felsefi bir tavır olarak şüpheci olduğunu söylemek mümkündür. Kant, bu tavrı ‘’gerçekleri, temelleri olmadığı sürece herhangi bir görüşü, iddiayı kabul etmeme tavrı’’ olarak tanımlar. BİR YÖNTEM OLARAK ŞÜPHECİLİK: Birçok filozofta şüpheciliğin, kendisinde kara kılınan, kendisinde kalınan ve daha ileri gidilmeyen bir en son amaç olarak benimsemesinin aksine, şüphenin, şüphenin kendisini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir yöntem olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bir yöntem olarak şüpheciliğin en iyi örneklerini İslam dünyasında ‘Gazali’, batı dünyasında ‘Descartes’ vermiştir. Bunlar doğruyu kendisinden şüphe edilmesi asla mümkün olmayan, kesin bilgiyi ararlar. Doğruların veya bilgilerin kaynaklarını, yani duyuları ve aklı ele alıp, onların bize şaşmaz ve kesin bilgiyi vermekte ne kadar güvenilir olduklarını araştırırlar. Descartes her şeyden şüphe etmenin mümkün olduğunu ancak şüphe eden inanın, şüphe ettiği anda, şüphe ettiğinden şüphe etmesinin mümkün olmadığı sonucuna varmıştır. Şüphe etmek bir tür düşünmektir. O halde şüphe eden insan, şüphe ettiği anda düşünmektedir. Düşünmek ise var olmayı gerektirir. Çünkü şüphe etmek için şüphe eden bir varlığa gerek vardır. Böylece Descartes, kendisinden şüphe edilmesi mümkün olmayan kesin bir ilk bilgiye varır: Düşünüyorum o halde varım. Bu görüldüğü gibi şüpheden bilgiye geçiştir. Descartes ile Gazali arasında şüphelerinin niteliği ve şüphelerden kurtulma mekanizmaları bakımından bazı farklılıklar vardır. Bununla birlikte şüpheyi bir araç olarak kullanıp, sonuçta şüpheden bilgiye geçmeleri bakımından benzerlik vardır. Döneminin eşsiz dâhisi Gazali, o güne kadar çeşitli dalâletlere götüren Yunan kaynaklı felsefeye karşı yeni bir bakış açısı koydu. Yunan felsefesinin sebep olduğu düşünce tarzını, İslam âleminin safiyetinin bozulması ve zihni bağımsızlığın ortadan kaldırılması olarak görüyor ve filozofları tenkit ederken, Yunan felsefesi karşısında taklitçi, teslimiyetçi ve pasif kaldıklarını söylüyordu. Nitekim Farabi ve İbn-i Sina’yı eleştirirken, onların da taklitçi olduğunu vurgulamış, Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi Yunanlıları sanki hiç hata yapmayan insanlar olarak aşırı yükseltmeye gittiklerini söylemiştir. Gazali, “felsefecilerin, ilmin özünü bırakıp kabuğu ile uğraştıklarını ortaya koyacağım” demiş ve bunu yapmıştır. Gazali ilimleri önce dini ve dünyevi olarak ikiye ayırır. Gazâli’ye göre felsefe ve diğer ilimler sahasında ortaya konan bilgi birikimi ile varlık dünyasını kavramada güçlü bir vasıta olan akıl, açıklayıcı bir model olarak kullanılabilir ve bunun İslami açıdan hiç bir mahsuru olmadığı gibi, bilakis teşvik edilmelidir. Ancak ilahiyat sahasında aklın izahtan aciz kaldığı 3 konuları, aklı mutlak kabul ederek izaha kalkışmak doğru değildir. Şöyle diyordu: “Şüphe etmeyen doğruyu göremez, doğru bakamayan basiret sahibi olamaz, basiret sahibi olamayan da zulmette ve sapıklıkta kalır. Tabiat ilimlerinden elde edilen bilgileri din adına tenkit etmeyi vazife sayan kişi, aslında dine karşı suç işlemiş ve dine zarar vermiştir. Dinsizleri en çok sevindiren şey, fen ilimlerine din adına karşı çıkılması ve bu konuların dine aykırı olduğunun söylenmesidir. Zira dini çürütmenin en kolay yolu budur”. İSLAMDA AKIL ve ŞÜPHE “Hıristiyanlar âlim olunca, Hıristiyanlıkla alakaları kesilir, Müslümanlar cahil olunca İslamiyet’le alakaları kesilir.” der Charles Mısmer. Ne kadar da doğru bir tespittir bu. Çünkü Müslüman dünyasındaki cehaletin sebebi “aklı” terk etmiş olması ve akletme işini kanaat önderlerine cemaat liderlerine terk etmiş olmasıdır. Oysaki ayetler açıkça bireyin bizzat kendisine akletmeyi farz kıldığı halde birey ve oluşturduğu toplum bunu yapmıyor olmanın bedelini sefaletle ve zilletle ödemektedir. Allah’ın yarattıkları içinde; İnsan hiç şüphesiz müstesna bir yere sahiptir. İnsanın, yaratıcısı karşısında ki bu değeri, ilahi bir lütuftan öte, “akıl” nimetiyle onurlandırılması ve bu nimetin karşılığında kendisinden kulluk vazifesinin beklenmesinden kaynaklanmaktadır. Yeryüzünde pek çok dinin ortak verilerine göre insan, her şeyden önce, düşünmekle mükelleftir. Bu dinimizde o kadar büyük bir önem atfedilmiş bir konudur ki bunun hakkında ayet ve hadislerde mevcuttur. Kuranda zikredilen bu ayetlerin ne emrettiğine. Nisâ,82 – Muhammed,24 – Mü’minun, 68 – Sâd, 29….Gördüğünüz tüm bu ayetler “akletme” ve “düşünme” üzerine gönderilmiş ayetlerdir. Kur’an’ın 19 ayetinde “hikmet”den, 16 ayetinde “insanın cevheri ve hakikati” olması itibariyle “Lübb” (yani akıl) dan, 2 yerinde de bu akıldan “nüha” lafzıyla söz eder. Bu şekilde kuran “düşünmeyi” Allah’ın insan üzerine farz kıldığı bir yükümlülük olarak ele almaktadır. “Tedebbür” (düşünme )’den söz eden Kur’an ayetleri, insanlardan düşünmelerini istemekte, insanları düşünmeye çağırmakta ve onları buna teşvik etmektedir. Hatta bu “tedebbür” ayetleri insanlara Kur’an’ı Kerim hakkında düşünmelerini vacip kılmaktadır. Ama dinim ve kitabım sadece “tabiat ve kâinat kitabı” hakkında düşünmeyi değil, gökten vahyedilmiş “nass ve nakil” hakkında düşünmemi de istemektedir. “Nakl”i, “akıl”la muhakeme etmesi insana yüklenmiş ilahi bir farizadır. Çünkü hâkim olan akıldır. Gerek din meselelerinde, gerek dünya meselelerinde yükümlülük şartı akıldır. Hatta öyle ki aklı olmayanı işlediği bir suçtan ötürü hem modern hukuka göre hem din hükümlerine göre cezalandıramazsınız. Kısacası düşünmek haklardan bir “hak” değil bir “fariza”dır. Dolayısıyla bir Müminden istenen dünya işlerinin ötesinde, din işlerinde de önüne getirileni olduğu gibi “alıp kabul etmek” değil, kendisine bahşedilen “akıl” sayesinde nassların zahiri yorumları ile nakillerin sığ anlamlarını aşarak doğru ve derin bir bilgiye ulaşmak için “fıkh” etmesidir. Söz konusu “fıkh-tefagguh” emri biz insanlar için farz-ı ayn: ümmet içinse, Allah’ın tüm ümmet üzerine yüklediği toplumsal bir farz, farz-ı Kifayedir. Allah’ı bilmenin yolu akıldır. Teklifin şartlarında akıl vardır. Nasslarına ve varit olan haberlere hükmetmek akılladır. “Akli-mucize” indirmesi, aklı şaşkınlığa düşürmek için değil, gözetmek, ısrar etmek ve onda olan gücü ve melekeyi geliştirmek içindir. Şüphesiz ki İslam bunu açıkça belirtmiştir. İlim iman etmenin sebebi ve dini doğrulamanın yoludur. İlim ise ancak Allahın bahşettiği akılla yapılır. İmam Gazali de “metodik kuşkuyu” benimseyenlerdendir. Hatta bu metodu somutlaştıran – düşünsel serüveniyle ulaştığı – kişisel deneyimini kaydettiği “el-Munkızu min’ed-Dalal (Gafletten kurtuluş) kitabı, “kuşku” metodunun Eş’ari ekolünün önde gelen bir imamının düşüncesinde işgal ettiği yeri gösteren güzel bir örnektir. Peygamber efendimizde vesvese konusunda kuşkuya kapılan sahabeleri azarlamamıştır. O derece ki düşünsel bunalımdan vicdanları dayanılmayacak denli rahatsız 4 olarak peygambere varmışlardır. Kuşkulandıkları meseleyi ifade eden sözleri açıkça kullanmayı yadırgayarak bundan çekinmişlerdir. Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre Peygamber (sav)’e şöyle demişlerdi: “Ey Allah’ın resulü! Bizden birisinin nefsi ona öyle şeyler söylüyor ki onu konuşmayı arzu etmez. Onun yeryüzünde herhangi bir benzeri de yoktur. Biz nefislerimizde öyle şeyler buluyoruz ki, bizden hiç kimse onu konuşmaya cüret edemez. ‘Onları utandıran bu kuşku hakkındaki sorularına Rasulullah’ın verdiği cevap akılla, şüpheyle her konuda sorgulama yapılabileceğinin delillerinden biridir. –“Onu buluyor musunuz?” – ‘Evet’ – “İşte bu apaçık imandır. İşte bu mahza imandır!” Gazzali: 1059-1111) Farabi ve İbni Sina'nın karşısına, İslâm felsefesinin üçüncü önemli kişiliği olan Gazali bir eleştirmen olarak çıkar. Gazali "şüphecilik" ile "iman"ı birleştirme girişiminde bulunan özel bir düşünür tipidir. Gazali, Eflâtuncu Farabi ile Aristocu İbni Sina'yı birer rasyonalist sayar. Ona göre bu iki filozof da dogmayı rasyonelleştirmek, yani açık-seçik sözleri aklın anlayabileceği bir şekle sokmak, akıl ile aydınlatmak istemiştir. Böylelikle, Gazali'ye göre, gerek Farabi gerekse İbni Sina aklı imanın üstüne koymuş oldular. Oysa Gazali dini, bilimsel bilginin "karşıtı" olan bir şey diye yorumlar. Ona göre dinin dogmaları bilimsel açıklamalarla, bilimsel bilgilerle aydınlatılamaz. Dinin dogmaları yerine bilimin bilgileri konulamaz. Gazali, Farabi'nin ve İbni Sina'nın karşıtı olarak, dogmayı bilgiden üstün sayıyor ve böylece, İlkçağ şüpheciliğini sürdürmüş oluyor. Gazali şüpheciliğin bütün kanıtlarını yalnızca "bilimsel bilgiye karşı" kullanmaya kalkar ve bunun için de bilimsel bilginin son derece önemsiz ve çürük bir temel üzerinde oturmakta olduğunu kanıtlamaya çalışır. Ona göre bilimsel bilgi, kanıtlanması olanaksız bulunan birtakım varsayımlara dayanır. Şayet dogmalara körükörüne inanılmasını istiyor diye din eleştiriyorsa, aynı eleştiri bilim içinde yapılabilir. Bu görüşünü doğrulamak için de Gazali teorik matematiğin içinde yüzdüğü çözümlenememiş güçlüklere dikkat çeker. Söz gelişi uzay ve zamanın sınırsız bölünebileceği düşüncesi, bu tür güçlükleri içinde taşır. Ayrıca Gazali, bilimlerin temellerinden biri olan "doğada her olayın bir nedeni olduğu" varsayımının da güçlüklerle dolu olduğunu gösterir. Sebep ve sonuç kavramları arasındaki ilişkinin hiç de açık olmadığını, birçok kez sebep ile sonuç arasındaki ilişkiyi anlayamadığımızı söyler. Sonuç olarak bilim, kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayanır. Bunun için güvenilir değildir ve çürüktür. Böylece Gazali bilime saldırmakla dini korumuş, yani bilime karşı şüpheci bir tutum almakla, mistisizme içtenlikle inanmış dindar insan tipini savunmuş ve aynı zamanda dinin dogmalarını akıl ile aydınlatmaya, desteklemeye çalışan skolastiğe karşı da cephe almış oluyor. Farabi, İbni Sina ve Gazali Doğu İslâm kültürünün üç büyük temsilcisidir. Önce Doğuda gelişen bu kültür, sonraları Batıya da geçmiş ve İspanya ile Fas'ta büyük bir etki alanı kazanmıştır. Nitekim Ortaçağın ilk yarısında tüm İspanyol kültürü tam anlamı ile İslâm kültürünün etkisi altındadır. SORULAR 1. Şüphecilik ne demektir? 2. “Şüphe etmeyen doğruyu göremez, doğru bakamayan basiret sahibi olamaz, basiret sahibi olamayan da zulmette ve sapıklıkta kalır. Gazalinin bu sözünü yorumlayınız. 3. Peygamber efendimizde vesvese konusunda kuşkuya kapılan sahabelerimize nasıl davranmıştır. 4. İslam dini dogmatizm ve şüpheye nasıl bakmıştır? ATEİZM VE AGNOSTİSİZM 5 ATEİZM (tanrıtanımazlık): tüm tanrılara ve ruhsal varlıklara olan metafizik inançları reddeden ve var olan gerçekliği akıl yoluyla açıklamayı kabul eden bir felsefi düşünce akımdır.bu düşünce akımına tabi olanlara ateist denir. Ateistler; bazen "tanrıtanımaz" kelimesiyle anılsalar da, bu isimlendirme var olan bir tanrıyı reddetme fikrine atıfta bulunduğu için ateistler tarafından kabul görmez. Ateizm inanç koşullanmalarını, hayalî yaratıkları ve olayları reddeder. Ateist bakış açısıyla tanrının yanı sıra tüm metafizik inançlar ve tüm ruhanî varlıklar da reddedilir. Yani ateistlere göre: Cennet, cehennem, ahret yoktur, tanrı ,peygamber,melek cin, günah ,sevap yoktur, din, Kutsal kitap, mucizeler yoktur. AGNOSTİSİZM (bilinemezcilik):Teolojik anlamda Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun, bilimsel olarak da evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akımdır.Bu akımın takipçilerine agnostik veya bilinemezci denir. Agnostisizmin iki türü vardır zayıf agnostisizme göre hiç kimsenin Tanrı hakkında bir bilgisi yoktur; ancak bu belki bilinebilir; Güçlü agnostisizme göre ise Tanrı hiçbir şekilde bilinemez].Agnostisizm genel olarak olaylara kuşkucu yaklaşır, kuşkucu sorular sorar ve yanıtları kuşku ile bulmaya çalışır .Agnostik sözcüğünü ilk olarak İngiliz biyolog Thomas Henry Huxley 1869yılında kullanmıştır. Buna rağmen daha erken düşünür ve yazarların da bu düşünceye sahip olduğu bilinir. Örneğin Eski Yunan düşünür Protagoras da agnostik olarak anılır. Not:Agnostisizm, ateizm ile aynı şey değildir. Ateizm, tanrının var olmadığını veya var olamayacağını savunur. Buna rağmen, agnostisizm tanrının var olup olmadığının bilinmediğini veya asla bilinemeyeceğini savunur. ATEİZMİN TARİHÇESİ Ateizmin kökeni ilk dinlerin ve onların ortaya koyduğu tanrı düşüncesinin ortaya çıkışına kadar uzanır. Antik Çağ'da Yunan maddeciliğinin temsilcileri Anaksimandros, Anaksogoras, Demokritos ve Epikuros ateizmin en ünlü temsilcisidir. Orta Çağ'a gelindiğinde kilisenin dayattığı gericilikten ötürü hiç kimse dinlerle çelişen düşüncelerini açıkça ortaya koyamamıştır. 18.yüzyıl Aydınlanma çağında Baron d'Holbach ve Denis Diderot gibi dine karşı tepkileri koyan düşünürler olduysa da, ateizm en parlak dönemini 19-20.yüzyılda Ludwig Feuerbach, Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir Lenin ve diğer bütün diyalektik maddeci filozoflar ile geçirmiştir Ateizm, orta çağ Avrupa’sında çok nadir görülen bir görüştü. O dönemde metafizik, din ve teoloji egemen olan akımlardı. Ama bu dönemde dahi doğa, yücelik, Tanrı’nın erdemi gibi konularda farklı görüşler vardı. ve bu gibi gruplar, hristiyanlığa panteist bir bakış açısı katıyordu. Modern Dönem: Rönesans ve Reform dönemleri, dini coşku içerisinde bir dirilmeye tanık olmuştur. Yeni dini kurallar, popüler dini düşkünlükler ve yükselen sade Protestan kurallarını benimseyen Kalvinizm gibi tarikatların oluşması bunun ispatıdır. 19. yüzyılın ikinci yarısında pek çok ünlü Alman filozof tanrısal olguları reddetti. Ludwig Feuerbach, Arthur Schopenhauer, Karl Marx, Friedrich Engels ve Friedrich Nietzsche bunların başlıcalarıydı. 20. yüzyılda ateizm kendini daha çok pratik ateizm olarak sahneledi. Bu dönemde ateizm; varoluşçuluk, nesnelcilik, seküler hümanizm, nihilizm, pozitivizm, Marksizm, feminizm ve genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde yer edindi. 20. yüzyılda ateizm, Marks ve Engels’in çalışmalarıyla kendine politik arenada da yer buldu. 1966’da Time dergisinin “Tanrı Öldü mü?” sorusu, Dünya’nın yarıya yakınının “dinsiz” bir yönetim altında bulunduğunu ortaya çıkardı. Ertesi yıl, Arnavutluk’un sosyalist 6 lideri Enver Hoca, ülkesinin tüm dini kurumlara kapatıldığını söyleyerek resmi düzeyde ilk ateist devleti ilan etmiş oldu. ATEİZMİN ÇEŞİTLERİ a)MUTLAK ATEİZM: İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmıştır. pozitif ateizm de denir. b)TEORİK ATEİZM: Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde tanımlanmıştır.Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır, negatif ateizmde denir. c)PRATİK ATEİZİM: "Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. d)İLGİSİZLERİN ATEİZMİ: Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır e)İDEOLOJİK ATEİZM kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır.en önemli temsilcisi Karl Marks’tır ATEİZMİN İÇİNDE BARINDIĞI FELSEFİ AKIMLAR 1)varoluşçuluk, 2)nesnelcilik, 3)sekülerizm 4)hümanizm, 5)nihilizm, 6)pozitivizm, 7)Marksizm, 8)feminizm ve 9)genellikle bilimsel ve ulusalcı hareketlerde ATEİST ARGÜMANLAR a) KÖTÜLÜK PROBLEMİ: Tanrı var olsaydı, kötülükler olmazdı. “ Yaşadığımız dünyada insanlar birbirlerine kötülük etmekte, depremler, salgın hastalıklar, su baskınları gibi çeşitli felaketler olmaktadır. Her şeyi bilen bir tanrı, bu kötülüklerin var olduğunu da bilir ve bunlara engel olur. David Hume bu kanıtı şöyle ortaya koymuştur: Tanrı, dünyadaki kötülükleri önlemek istiyor da gücü yetmiyorsa güçsüzdür. Tanrı nın kötülükleri önlemeye gücü yetiyor da önlemek istemiyorsa kötü niyetlidir. Tanrı, hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde olsa bunca kötülük olmazdı. Demek ki o yoktur. Tanrı gibi mükemmel bir varlık, bu dünyadaki kötülüklerin olmasına izin vermezdi. Çevremizdeki kötülükler, tanrının var olmadığının kanıtıdır. Bu kanıt ontolojik kanıt doğrultusunda konulmuştur. b) AHLAKİ GERÇEKLER : ” İnsan var olduğuna göre, tanrı yoktur. “ Nietzsche, Satre gibi bazı düşünürlere göre, insan özgür ve güçlüdür. Onun tanrı tarafından önceden belirlenen bir özü yoktur. İnsan, özünü kendisi oluşturur. Nasıl olmak istiyorsa öyle olur. Varlığı varoluş olgusu oluşturur. Bu varlığa temel olan herhengi bir varlık düşünemeyiz. Varoluşsal varlık, hiç bir şeyden gelmez. Çünkü, kendisi dışında hiçbir şey yoktur. Eğer tanrı var olsaydı varoluş ve özgürlük olmayacaktı. İnsan, kendi özünü oluşturamayacaktı. Bu nedenle tanrı yoktur. c) MADDE ARGÜMANI: ” Madde olduğuna göre, tanrı yoktur. “ 7 Madde öncesiz ve sonrasız olan tek varlıktır. Tüm varlıklar maddeden meydana gelir. Bu bize tanrı gibi doğaüstü ve maddi cinsten olmayan bir gücün yokluğunu gösterir. Bu kanıt kozmolojik kanıt doğrultusunda konulmuştur. İNSANLAR NİÇİN ATEİST OLUR? Dinle tanışmayan bir aileye sahip olmak Bazı bilimsel bulguların dinin verdiği bilgilerie ile çelişikliğinin olması(islamdaki ilk insan akıllı ve bilgli bir varlıktır ilkel değildir ancak kısıtlı imkanlarla bulunan ve kesinliği olmayan bulgulara göre ilk insan elbiseden yoksun toplayıcılıkla beslenen bilgisiz ve ilkel bir canlıdır bu gibi çelişikliklerde bilme aşırı inanç ateizme götüren sebeblerdendir) ,akla aşırı değer verilmesi Dini yükümlülüklerden kurtulup dahada özgür olma isteği (namaz ,oruçtan kaçış,haram helal özgürlüğü için) Kötü örnek din adamları veya mensuplarıyla karşılaşma sonucu dinleden soğuma(camide çocukken dövülen insanlar yada kendisini dolandıran sözde dinci cinci hocalar) Tanrı hizmet anlayışı yani başına gelen kötü şeylerin sebebi olarak tanrıyı görme(cocuğu ölen kişinin’’tanrı olsaydı çocuğum ölmezdi ‘’ ) Bağlı bulunduğu konumdan dışlanma cemiyetten atılma korkusu(cemiyetten uzaklaşma korkusu ,sanatçılarda daha çok görülür) Çağ içinde popüler olması yada popüler kimselerin ateist olması(68 kuşağı bu dönemde ateizmin popüler olması bu jenerasyonu da etkilemiştir) Tanrı hakkında kesin bilgilere ulaşılamayacağı anlayışına sahip olmaları(görmüyorsan duymuyorsam yoktur diyenler daha çok maddeciler) SORULAR 1) Ateizm ve agnostisizmin kısaca tanımını yapınız. 2) Ateizmin çeşitleri nelerdir? Maddeler halinde yazınız. 3) Pratik ateizmi ve mutlak ateizmi açıklayınız 4) Ateist argümanlar nelerdir? 5) Ateizmin içinde barındığı felsefi akımlardan 8 tanesini yazınız. DARWİNİZM Charles Robert Darwin: (12 Şubat 1809 – 19 Nisan 1882) İngiliz doğa bilimcidir . İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir yada birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş ve bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur . Darwin' in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesidir. Darwin'in doğa tarihine duyduğu ilgi, önce Edinburgh Üniversitesi'nde tıp,sonra Cambridge Üniversitesi'nde teoloji okurken gelişti. Beagle gemisinde yaptığı beş senelik yolculu sırasında , zamanın meşhur jeologu 1859'da yayımladığı On the Origin of Species ( Türlerin Kökeni Üzerine ) adlı kitabı , canlıların ortak atalardan evrilerek çeşitlendiği fikrinin geniş kabul görmesini sağladı.Daha sonra yayımladığı The Descent of Man, and Selection in Relation to Sex (İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçilim ) kitabında insan evrimini ve cinsel seçilim fikrini inceledi . The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi) adlı kitabında ise insanların ve hayvanların duygularını ifade ediş şekilleri arasındaki benzerlikleri ortaya koydu. Darwin bugün, İngiliz tarihinin pek çok önemli ismiyle beraber Westminster Abbey'de gömülüdür. Charles Lyell'ın ortaya attığı , geçmişteki jeolojik süreçlerin bugünkülerle aynı olduğunu savunan teoriyi destekleyecek pek çok gözlem yaptı ve iyi bir jeolog olarak ünlendi. Aynı yolculukta, canlıların coğrafi dağılımı ve fosiller üzerine yaptığı dikkatli gözlemler sonucunda, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgilenmeye başladı ve 1838'de doğal seçilim fikrini geliştirdi . Daha önce benzer fikirlerin " sapkınlık " olarak 8 nitelendirildiğini ve bastırıldığını görmüş olduğundan, uzun süre fikirlerini en yakın arkadaşları dışında kimseye açmadı. Olası itirazlara en iyi şekilde cevap verebilmek için araştırma yapmaya ve kanıt toplamaya başladı. 1858'de Alfred Russell Wallace'dan aldığı bir mektubu okuyunca, Wallace'ın da kendisininkine benzer bir teori geliştirdiğini anladı, ve nihayet teorisini yayımlamaya karar verdi Evrim teorisi Canlıların her kuşakta rastlantısal değişikliklerle ve evrimciler arasında pek kabul görmeyen, çevre koşullarının etkisiyle gelişen eşey hücrelerindeki genlerin sonraki kuşaklara aktarılması sonucu türlerlerde ortaya çıkan gelişmenin zaman içinde bir türün tamamen farklı bir türe dönüşmesine sebep olduğunu savunan teori. Teoriye göre bu sayede tesadüfen oluşmuş bir tek canlı hücresinden şu ana kadar yaşamış ve yaşamaya devam eden tüm canlı türleri evrimleşerek oluşmuştur. Çevre koşullarının etkilemesi sonucu canlılarda türün değişmeden ortama uygun olarak gelişen özellikleriyle karıştırılmamalıdır. Evrim bunu da içermekle birlikte esasında türlerin kökenlerini ve dolayısıyla canlılığın oluşumunu yaratılış inancına alternatif olarak sunar. Özellikle bu sebepten dolayı yaratılışa inananlar ile yaratılılışı kabul etmeyenler arasında önemli ve stratejik bir konumu bulunmaktadır. Bilim adamı, din adamı veya herhangi bir başka meslek veya gruptan insanların yaratıcı inancı ile yaratıcıyı reddediş inancı arasında en başta ayrıma sebep olduğu için çok yoğun tartışmalara sebep olmaktadır. Evrim teorisi günümüzde 'bilimsel' olarak sunulmasına rağmen daha çok semavi dinlerdeki yaratılış inancına karşılık materyalizmin canlıların oluşumu sorusuna aradığı cevap olması yönüyle felsefi bir konudur. Yeryüzünde türlerin biribirlerine geçişi şeklinde bir evrimin hiç bir zaman gerçekleşmediği, bu güne kadar fosil bulgularında hiç bir ara forma rastlanmaması (kesinlikle türlerin geçişini gösteren hiç bir ara form bulunmamaktadır) teorinin çok önceden bilimsel yönünün çöktüğünü göstermektedir. Bu sebeple evrim teorisi veya darwinizim aslında ateizmin varoluş inancıdır. Darwin döneminde , canlı hücresi , içi su dolu bir torbacıktan ibaret sanılıyordu. Dönemin bilim adamları hücrenin organellerinden ve DNA'dan haberdar değillerdi. Yaşamın , ciltler dolusu ansiklopediyi dolduracak miktarda bilgiye dayandığı bilinmiyordu . Anormal doğan bebekler, annelerinin doğum sırasında kapıldığı korkuların bir sonucu zannediliyordu. Darwin döneminde , bir bölgede toprağın sabanla sürülmesinin, o bölgenin iklimini değiştireceğine inanılıyordu . Uzayı ise renksiz bir sıvı olan eterin kapladığı zannediliyordu . Birkaç nesil boyunca elleri kesilen kişilerin çocuklarının elsiz doğacağına inanılıyordu. Darwin döneminde (1859), elektron mikroskobu henüz icatedilmemişti. Elektron mikroskobu bir yana, insanlık henüz buzdolabı (1938), telefon (1876), daktilo (1867) ve hatta tükenmez kalemle ( 1863 ) bile tanışmamıştı. Dönemin araştırmacıları ,pergel, pusula, termometre ve benzeri basit araçlar kullanarak doğada olup biteni anlamaya çalışıyorlardı. Paleontoloji alanındaki bulgular, yer altında saklı olan fosillerin büyük bir bölümünü ortaya çıkarttı ve yeryüzünde var olduğu iddia edilen hayali evrimsel geçmişi haklı çıkaracak "tek bir ara geçiş canlısı bile olmadığını" gösterdi. Darwin döneminde hücre yalnızca bir su damlasından ibaret sanılıyordu. Hücrenin, milyonlarca sayfalık ansiklopediyi dolduracak bilgiye sahip oldukça kompleks bir yapısı olduğu bilinmiyordu. Laboratuvarlar ve laboratuvarlarda kullanılan gereçler son derece ilkeldi . Genetik, tıp, biyoloji, biyokimya gibi bilim dalları tanınmıyordu. Henüz proteinlerin bile keşfedilmediği bu ortamda, Darwin, yaşamın sahip olduğu kompleksliğin farkında bile değildi. Bu şartlar altında ortaya attığı evrim teorisinin zamanla geçerliliğinin ortaya çıkacağını zannetmişti. Oysa bilimdeki ilerlemeler ve fosil bulguları,Darwin'in bu beklentisini tersine çevirdi. 9 Günümüzden 1.2 milyar yıl öncesi , tek bir çekirdeğe sahip tek hücreli canlıların yeryüzünde hüküm sürdüğü bir ortamdır. Kambriyen'in b aş lan gıç dönemlerine doğru ise , içinde birkaç farklı hücre tipi bulunan sünger tarzı canlılar karşımıza çıkar. Kambriyen dönemi ise bu canlıların sözde atalarının değil, bu canlılardan tamamen bağımsız, kompleks ve müthiş çeşitlilikteki canlıların ortaya çıktığı bir dönemdir. Darwinistle rin açıklama getir em ed ik leri bu üstün yaratılış , Allah'ın kusursuz bir eseridir. Darwin döneminde, Kambriyen döneminin 60 milyon yıldan daha eskiye dayanmadığıhesaplanmıştı Buna göre Dünya'nın hesaplanan yaşı ise 200 milyon yıldı. 9 (Dünya'nın şu an belirlenen yaşı 4.6 milyar yıldır.) Darwin döneminde, bilimin her dalı ciddi şekilde gerideydi ve bu nedenle hayali evrim süreci ile ilgili beklentiler, ilerleyen bilim ve teknolojiye ve onların insanlara sağlayacakları imkanların bulgularına bırakılmıştı. Darwin'in döneminde, fosil bulgularının bilinmeyen pek çok şeyi ortaya çıkaracağı beklentisi ile, ortaya atılan teoriler insanlara makul görünüyordu. Nitekim, o dönemden bu yana, Kambriyen dönemindeki bu ani ortaya çıkışı açıklayacak ara geçiş örneklerini bulma çalışmaları sürdü gitti. Amaç, Kambriyen fosillerini andıran Kambriyen öncesi döneme ait birkaç örnek bulabilmek, önceki dönemleri bu döneme sözde evrimsel olarak ilişkilendirecek bir bağlantı kurabilmekti. İbrahim Hakkı Hazretlerinin Evrim Görüşü Nedir ? Evrim teorisinin kurucusu kabul edilen Darwin'den (1809- 1882) yaklaşık bir asır önce Anadolu'da yaşamış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (1703-1772) , canlı yaşamda bir "evrim " sözkonusu olduğunu marifetnâme isimli eserinde şu sözlerle açık biçimde özetlemiştir: "Hak Teala'nın emir ve tesiri ile felekler ve yıldızlar hareket edip, dört unsuru istihale evrim ile birbirine karıştırıp yoğurmuşlardır. Böylece , önce madenler , sonra bitkiler daha sonra hayvanlar meydana gelmiştir. hayvan kemalini bulduğunda insan zahir olmuştur. Bu bileşik cisimlerin dört mertebesi arasında yani maden, bitki, hayvan ve insan arasında aracı bileşik cisimler de vardır. madenler ile bitkiler arasında vasıta ve geçit olan mercandır... bitkiler ile hayvanlar arasında geçit hurma ağacıdır,çünkü o bitki olmasına rağmen hayvan gibi erkeğine yakın olmadıkça ( döllenme olmayıp) neticesi hurma olmaz. hayvanlar ile insanlar arasında geçit olanların en açığı maymundur. Çünkü bütün organları, kıl ve kuyruğundan başka dışı ve içi insana benzer. REALİZM ( GERÇEKÇİLİK ) Realizm, gerçekle olan uygunluğu ele alır ve gerçek hakkındaki bilgilerimizi insanoğlunun bilmeye ve kavramaya ait kabiliyetlerinin mümkün olan en iyi uygulamalarından sonra inandığı gibi ayrı bir konu olarak tanımlar. Bu durum, özün değişiminden çok görüş açısının değişimidir. Bazı nesnelerin bizden bağımsız olarak var olduğunu düşünüyorsak doğru yargılamanın, kararlarımızın nesnenin yoluyla uyuşması gerektiği fikriyle örtüşmesini düşünmemiz normaldir. Eğer nesne, bizim bilmeye veya kavramaya ait yeteneklerimizle tanımlanıyorsa, gerçek yargılama sadece özelliklerin bize yargılamak için önderlik etmesi anlamına gelir. Realizmde iki değişik karşıt görüş vardır: 1. Realist kimsenin, düşünülen gerçek nesnelerin veya özelliklerin bizim deneyimlerimize nasıl bir katkısı olduğunu hesaba katmadığıdır. 2. Realistin inandığı nesnelerin veya özelliklerin inanılmaz olduğudur. Realizme karşı olanların stratejilerini iki madde altında ele alabiliriz : 10 a. Gerçekçi veya potansiyel, var olmayan fikirlerin düşünülen benzeyişine karşı çıkar. Böylece, ahlaki ve estetik kararların farkını hissederiz, örneğin, kararların şartların görünüşüne ve gözlemcinin durumuna bağlı olması kavramı. b. Benzeyişi kabul eder. Fakat, bunu, nesnelerin bağımsız yapısından ziyade, bizim yapımızın benzerliğinden ortaya çıkmış olarak açıklar. Bundan dolayı, ahlaki tarafsızlığın aslında bir öznellik olduğu tartışılmaktadır. Bu durum, dünyada, bağımsız ahlaki özelliklerden ziyade insanın psikolojik tepkilerinin bir sonucudur ya da sınıflandırmanın değişik dillerdeki düzenleri arasındaki benzerlik, gerçek evrenselliğin bizim üzerimize uyguladığı zorunluluğun değil insanın temel ilgilerinin bir sonucudur. Kant, zamana ve mekana bağlı olarak değişen çevremizin deneyiminin bile kendi içinde dünyevi doğası olmayan veya diğer varlıkların kanuni olarak tepki gösterdikleri şeylere bir insan tepkisi olduğunu savundu. Buna göre, benzeyiş tartışmasının çok soyut bir realizm kurmak için kullanıldığı düşünülebilir. REALİZMİN ÇEŞİTLERİ Realizmin pek çok farklı şekli ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: 1 ) Nesnelerin varoluşlarının insan zihninden bağımsız olduğunu öne süren teoriler : a) Ontolojik Realizm : Gerçekliğin yapısını ve doğasını varlık, oluş, değişme, zaman , mekan, öz, zorunluluk, yokluk, edimsellik gibi kategorileri kullanarak, kapsayıcı bir tarzda açıklamaya çalışan felsefe türüne denir. Ontoloji, varlığın temel ilkelerini konu alınarak, bir kategoriler öğretisi ortaya koyar. Bu şekilde nihai ve en yüksek gerçekliğin, mutlak varlığın yani bir olanın, ideaların doğasını ifade etmeye, dış dünyadaki şeylerin varoluşları için söz konusu gerçekliğe nasıl bağlı olduğunu göstermeye çalışır. Buna göre ontoloji var olmanın ne olduğunu ,varolmanın ne anlama geldiğini konu alır ve çeşitli şeylerin ,örneğin düşüncelerin ,matematiksel nesnelerin ,tümellerin, algının nesnelerinin hangi anlam içinde varolduğunu araştırır. b) Kavramsal Realizm : Kavram, bir şeyin, bir nesnenin zihindeki ve zihne ait tasarımına; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesini sergileyen bir düşünce , fikir ya da ifadeye verilen ad. Kavramsal Realizmi ise tümellerin, genel kavramların insan zihninden ve insanın bilgisinden bağımsız bir biçimde varolduğunu, tümellerin, onların bilincine varacak, bilgisine sahip olacak zihinlerin hiç var olmaması durumunda bile var olacağını savunan görüş. Bu görüşün en büyük temsilcisi ünlü Yunan filozofu Platon’dur. c ) Bilimsel Realizm : Bilimsel teoride gözlenebilir olağanüstü şeylerin gerçek olduğunu açıklamak için varsayılan, elektronlar gibi kuramsal varlıkların bağımsız olarak var olduğunu söyleyen görüştür. d ) Şekilsel Realizm : Düşüncelerimizden ve dilimizden bağımsız ve gerçek olan şekilsel gerçeklerin olduğunu savunan görüştür. e ) Ahlaki Realizm : ( i ) Bizim inançlarımızdan ya da davranışlarımızdan bağımsız, ahlaki gerçeklerin olduğunu söyleyen görüştür. ( ii ) İlahi ya da insani kanun yapıcılarının isteklerinden bağımsız olan ahlaki gerçeklerin olduğunu kabul eden görüştür. 2 ) Anlamsal Realizm : Bizim için hangisi olduğunu bilmemizi sağlayacak bir yol olmamasına rağmen her ifade edici beyanat kesin bir gerçeklik değerine sahiptir. Bu fikrin zıttı, basitçe antirealizm olarak tanımlanır ve buna göre de hiçbir şekilde doğruluğu kanıtlanmamış gerçekler hakkında konuşmanın bir mantığı yoktur; bir beyanat açıklamaları garanti edilerek anlamları mevcut olmadıkça doğru ya da yanlış olarak söylenemez. 3 ) Epistemolojik ( Bilgi Kuramı ) Realizm : Bağımsız dünyanın, evrenin bir parçası olan nesnelerin ve niteliklerin zihinsel olarak algılanarak var olduğunu kabul eden görüştür. 4 ) Politik Realizm : Üç düşünceye ayrılır : 11 ( i ) Politika çalışmalarına deneysel yaklaşım, ( ii ) Politikanın mümküniyetin sınırları içinde olması gerektiğini savunan düşünce. Bu düşüncenin realistleri, var olan şartlar tarafından kabul ettirilen sınırlamaları kabul etmeye meyillidirler. ( iii ) Ahlaki düşüncelerin politik kararlara karşı ilgisiz olması gerektiği düşüncesi. 5 ) Edebiyatta Realizm : Realizm, olguculuğun etkisi altında, hayali ve duyguyu yenme akımıdır. Realizm, gerek akıl, gerek hayal yolundan eşyanın ve doğanın gerçeğine ulaşmanın mümkün olamayacağına inanmaktadır. Realizm, Auguste Comte’un ( 1798 – 1875 ) kurduğu, Hippolyte Taine’nin ( 1828 - 1893 ) uyguladığı pozitivizmin etkisi altında gelişmiştir. Realizm, hayal aleminden gerçek aleme dönüştür. Realizme göre sanatta gaye, doğayı olduğu gibi kopya etmektir. Realist romancı, tarafsızdır; insanları, olayları olduğu gibi vermek ister. REALİZMİN TARİHSEL SÜRECİ Realizm tarihsel süreçte dört dönemde incelenir: İlkçağda realizm, antikçağda realizm, ortaçağda realizm ve günümüzde realizm. Felsefi gerçekçilik : Burada ruhçu gerçekçilik ile maddeci gerçekçiliği ayırmak gerekir. Ruhçu gerçekçiliği Platon öne sürmüştür. Zihnin ele aldığı fikirler ,bizim varlığımızdan bağımsız ve duyusal eşyanın gerçekliğinden farklı ve ayrıdır. Bu idealar, “hatırlama” yoluyla edindiğimiz bilgiden önce kavranabilir bir dünyada bulunur. Bu gerçekçilik tümellerin gerçekçiliğini kabul eden bir doktrin tarafından ortaçağ da daha da geliştirildi. Maddeci gerçekçilik : Çocuksu gerçekçiliğin felsefi açıdan haklı çıkarılmasıdır. İki aşamada ortay çıkar. Birincisi tüm bilgimizin duyusal deneyden hareket edilerek gelişmiş ve meydana gelmiş olduğunu ileri süren ampirist bir teorinin kurulmasıdır. İkincisi ise gerçek eşyaya özdeş olarak düşünülen bilginin temelleri hakkında maddeci bir teorinin ortaya çıkmasıdır. Maddeci gerçekçiliğin belli başlı örneklerinden biri marksist bilgi teorisidir. Marksist bilgi teorisine göre fikirlerimiz , bize, kendinde gerçek hakkında bilgi verir. Çünkü bu fikirler gerçek dünyanın yansılarıdır. Günümüzde Realizm Yeni gerçekçilik, yeni Tomacılık, kişilikçilik, varlıkbilimcilik vb. gibi nesnel düşünceci öğretiler hala ortaçağın gerçekçilik anlayışını sürdürmektedir. Yeni gerçekçilik, ortaçağ gerçekçiliğinin savlarına, bir yenilik olarak tümellerin gerçek oldukları halde zihinsel olmadıkları savını katmışlardır. Kimi çağdaş matematikçiler de matematik kavramların insan bilinci dışında gerçekten var olduğunu ileri sürmekle aynı geleneği izlemektedirler. Bunların dışında gerçekçilik, varlığın bilinçten bağımsız olarak var bulunduğunu dile getirir ki Marksçılık bu anlamda bir gerçekçiliktir. Marksçı gerçekçilik, insanların bütün yaratıcı eylemleriyle , oluş halindeki gerçeğe ve aynı zamanda da kendi oluşmalarına katkıda bulunmalarıdır. Bilimlerin Sınıflandırılması Aristo’ya göre bilimler üçe ayrılır : 1. Kurumsal 2. Pratik 3. Poietik İlk ilkelerin ve ilk nedenlerin bilimi kuramsal bilimler arasında yer alır. Doğup büyüme ve çürüyüp bozulmanın fizik dünyası ile ay üstü dünya birbirinden ayrıdır. Bu ayrım duyulara dayanılarak yapılmış bir ayrımdır. Kuramın ele alacağı nesneler ise , iki özellik çiftine göre sınıflandırılabilir : 1. Hareketlilik-hareketsizlik 2. Ayrılma-ayrılmama 12 Hareketsizlik olumludur, hareketlikte ise düşüş ve yozlaşma vardır. Sadece ilk hareket ettirici hareketsizdir. Ayrılmamış ve hareketli nesneleri fizik bilimi inceler ; hareketsiz ama ayrılmamış varlıklar ise matematiğin konusudur. Hem ayrılmışlığı, hem de hareketsizliği kendinde birleştirmiş varlıklar varsa bunlar dar anlamda ilk hareketsiz hareket ettiricinin konusudur. c) Tümevarım ve Tümdengelim : Tümdengelim ve tümevarım bilgi edinmede kullanır ancak baskın olarak kullanılan tümdengelimdir çünkü duyum zorunlu olarak tikeli ilgilendirir. Oysa bilim evrensel bilgiye dayanır. Bilimsel bilgi tikellerin değil , tümellerin bilgisidir ve buna da akıl yoluyla varılır. Akıl iki ayrı davranışla kendini gösterir : 1.Eylem : Etik. Yüreklilik ,cömertlik , adalet vb. Bunlar alışkanlıklarla yapıp etmelerle ilgilidir. Kesin bilgiyi içermezler . 2. Dianoethik erdem : Uzun süren eğitimle kazanılır. Bunlar matematikte olduğu gibi kesin bilgiyi içerir. Dengeli durum ise tüm aşırılıklardan kaçmak , çelişkili durumlardan sakınmak ve orta yolu bulmaktır. FUNDAMENTALİZM Köktendincilik, (radikal dincilik, dinî fundamentalizm), genellikle dinî esaslı asli kaidelere geri dönme talebiyle kendini belli eden ve bu kaidelere katı bir biçimde bağlı olan diğer görüşlere karşı toleranssız ve laiklik karşıtı dinî hareket veya bakış açısıdır.Köktendincilik, genellikle dinî tabiattaki bir dizi kurala sıkı sıkıya bağlı, çağdaş sosyal ve siyasi yaşam ile ilgili üzerinde uzlaşılmış prensiplere karşı tepkisi olan inancı belirtir.Köktendincilik terimi İncil'in sözcüğü sözcüğüne okunup savunulması, hayata uygulanması için başlatılan Protestan harekete denilmekteyken, zamanla genişleyerek bütün dinî hareketlerdeki ideolojik öze vurgu yapan bir karaktere bürünmüştür. Dinin temel prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, bu prensiplere dönmeyi savunan, Modernizm ve Sekülerizm karşıtı dinî akımları tanımlamak için kullanılır. Dinî metinleri genelde kelime anlamlarıyla anlarlar ve yeni yorumlara karşı çıkarlar. Bu kavram sıklıkla radikalizm (köktencilikle) karıştırılmaktadır. KÖKTENDİNCİLİĞİN DOĞUŞU VE YÜKSELİŞİ Fundamentalism kelimesi, Latince temel anlamına gelen fundamentum kökünden türemiştir. Bu kavram ilk olarak 20. yüzyılın başlarında Amerika'da Evanjelik Protestanlar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra The Fundamentals (esaslar) adlı kitapçık serisi yayımlamaya başlayan Evanjelikler, İncilin modern yorumları yerine esasını, gerçek anlamını ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Zaman içerisinde değişime uğrayan bu kavram, dinî metinlerin doğru okunmasından çok, dinî-kültürel hareketlerin bir türü olarak görülmeye başlanmıştır. Köktendinciliğin yükseldiği dönem ise 20. yüzyılın son çeyreğidir. Dünyanın birçok kesiminde dinî hareketlerin güç kazandığı yıllarda köktendincilik gelişerek siyasî bir şekil almıştır. Bu yükseliş dünyanın farklı yerlerinde farklı nedenlerle oluşmuş olsa da genel olarak üç neden üzerinde durulmaktadır. 20. yüzyılda sekülerizmin benimsendiği ülkelerde dinin toplum üzerindeki etkinliği azalmış, bununla birlikte toplumun bazı kesimlerinde ahlakî bozulmalar görülmeye başlanmıştır. Köktendincilik toplumda, bu yozlaşmaya karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ahlakî çöküntünün giderilebilmesi için dinin etkinliğinin artması gerektiği savunulmaya başlanmıştır. İkinci neden sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası dönemdir. Sömürgeci devletlerin sömürge ülkelerde kendi kültürlerini yaymaya çalışmaları ve yerli kültürleri baskı altına almaları hatta onları aşağılamaları sömürge sonrası dönemde, Batılı kültürlere olan bağlılığının azalmasına ve Batılı fikirlere karşı toplumda büyük bir direnç oluşmasına neden 13 olmuştur. Ayrıca 70’lerden sonra sosyalizmin zayıflamasıyla birlikte emperyalizm karşıtlığı da köktendincilik ile birlikte yükselmeye başlamıştır. Üçüncü neden olarak küreselleşme gösterilmektedir. Küreselleşmenin milliyetçiliğin gücünü zayıflatmasından sonra din, toplumda birleştirici unsur olarak görülmüştür ve bu durum köktendinciliğin yükselmesine neden olmuştur. KÖKTENDİNCİLİK VE MUHAFAZAKARLIK ARASINDAKİ FARKLAR Köktendincilik ile muhafazakarlık birbirlerine yakın görünseler de ikisi arasında açık farklar bulunur. Örneğin muhafazakarlık daha mütevazı, daha dengeli iken köktendincilikte daha uç fikirlere ya da keskin çıkışlara rastlamak mümkündür. Muhafazakarlık mevcut olanı korumaya daha yatkındır ve devamlılığı savunur; ancak köktendincilik açık biçimde devrimci bir yapıya sahiptir. Muhafazakarlar eliti koruma ve hiyerarşiyi savunma eğilimindedirler; ama köktendinciler biraz daha eşitlikçidirler. Köktendinci Hıristiyanlık Amerika'da Evanjelik-Protestan gruplarda 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan "temel" Hıristiyan inançlarına (kelime anlamıyla anladıkları İncilin mutlak hatasızlığı, İsa'nın bakire Meryem'den doğumu, İsa'nın insanlığın günahlarının bağışlanması için çarmıha gerilmesi, İsa'nın yeniden doğuşu vs.) dönmeyi savunan dinî akımları tanımlamak için kullanılır. Fundamentalizm veya kökten dincilik, İncil'in sözcüğüne okunup savunulması, hayata uygulanması için başlatılan Protestan harekete verilen bu tanımlama genişleyerek bütün dinî hareketlerdeki ideolojik öze vurgu yapan bir karaktere büründü. Kavram sıklıkla radikalizm=köktencilikle karıştırıldı. Amerikan Hıristiyan Fundamentalizmi devrim sonrası hareketlerden, binyılcılığa, evrim ve kürtaj karşıtlığına dayanır. Terimin dayanağı, kutsal metinleri bir araya getiren The Fundamentals kitabıdır. Buradaki inanış Kitabı mukaddes mutlaktır, Mesih gelecektir. Armageddon savaşı çıkacaktır. Amerikan fundamentalizmi de çeşitlidir. Evanjelikler, Metodistler, Baptistler. Muhafazakarlık gibi, fundamentalizm de tek bir ideoloji değildir, hemen her türlü hareketin fundamentalizmi bulunabilir. 'Fundamentalizm'e kısaca yaratılışın kökenini araştırmak denilebilir. FUTBOLİZM Belli bir işi yoktu genç Tuncay'ın. Ne iş olursa yapıyordu, tabii bulabilirse. Bugün, onun iş bulabildiği nadir günlerden biriydi. Para kazanmış olmanın mutluluğu ve bir kamyon tuğlayı tek başına indirmiş olmanın yorgunluğuyla kenar mahallelerin birindeki derme çatma yapılmış evine geldi. Ertesi gün onun için çok önemli bir gündü. Erken yatmalı ve erken kalkmalıydı. Saati altıya kurdu yatmadan önce. Tuttuğu takımın golcü oyuncusunun bir galibiyet sonrasında çıkartıp tribüne attığı o çamurlu ve terli formayı dolabından özenle çıkarttı, bir müddet hayran hayran baktıktan sonra sırtına geçirdi. Tılsımı bozulmaması için hiç yıkamamıştı bu formayı. Başını yastığa koyar koymaz uyuyakaldı, yarınla ilgili hayal bile kuramadan. Altıya kurduğu saat epey çaldıktan sonra zorla gözlerini açtı. Kulağını tırmalayan saatin zilini kapatmaya dermanı yoktu. Saat kısa bir süre daha çaldıktan sonra sustu, ardından sabah ezanı okunmaya başladı. Tuncay kalkayım mı, yatayım mı diye düşünürken, gözleri bir anda üzerindeki ter kokulu ve çamur renkli formasına ilişti, bir çırpıda yataktan fırladı, lavaboya koştu. bu arada ezan bitmişti elini yüzünü yıkadı ve alelacele evden çıkarak sokağın başındaki camiye doğru koşmaya başladı. Caminin önündeki dolmuş, kalkmak için son yolcusunu bekliyordu. Tuncay biner binmez dolmuş hareket etti. İtiş kakış yirmi altı kişinin bindiği dolmuş, stadyum durağına gelindiğinde on sekiz kişi birden inince boşalıvermişti. Derbi maçında tribünde yer kapabilmek için ilk gelenler Tuncay ve diğerleri değildi. Bir sürü taraftar o soğuğa rağmen geceyi stadyumun etrafında geçirmişti. Sıraya geçtiler ve üç saat sonra açılacak gişelerin açılması için beklemeye başladılar. Hepsi de gururluydu, takımları 14 aşkına (!) o soğuğa rağmen erken gelebilme cesaretinde bulundukları için. Futbol bir din haline mi geldi? Kulüp formalarının ve renklerinin 'kutsal' sayıldığı, yıldız futbolcuların 'ilah' ilan edildiği, stadyumların 'mabed'e benzetildiği, bir dönemde yaşıyoruz. Bu yüzden Napoli Kardinali Giordano, geçen yıl İtalyan Spor Merkezi'nde, sporculara hitaben yaptığı bir konuşmada, Marx'ın, 'Din, halkların afyonudur' sözünü tersine çevirerek, 'Futbol halkların dinidir' dedi ve futbolu kilise için tehlikeli bir rakip ilan etti. Fransa 98 Dünya Kupası için hazırlanan 44 sayfalık bir bültende de Tanrı, bir futbol taraftarı olarak nitelendirildi ve Allah'ı daha iyi anlamak için şampiyonada neler yapılması gerektiği sıralandı. Otuza yakın ülkeyi gezerek 'Futbol Asla Sadece Futbol Değildir' adlı kitabı yazarak objektif değerlendirmelerinden dolayı beğeni kazanan Futbol Araştırmacısı Simon Kuper, futbol din ilişkisi konusunda şunları söylüyor: 'Brezilya'daki köylerin hepsinde kilise yok ama en küçük köyde bile mutlaka futbol sahası mevcut. Dünyada ibadete giden insanların sayısı futbol maçına gidenlerden fazla ama maçların seyredilmesi için kimsenin üzerinde toplumsal bir baskı olmadığını da göz önünde bulundurmak lazım' Dinin yerini spor alıyor Goethe Enstitüsü ve Milliyet Gazetesi işbirliğiyle 17 Aralık 1997 tarihinde Alman Kültür Merkezi'nde Spor ve Din konulu bir panel düzenlendi. Panele konuşmacı olarak katılan Tübingen Üniversitesi'nden Dietmar Mieth, dinin boşluğunu sporun doldurduğu görüşünü savunuyordu: 'Spor dinin yerini tutuyor, bazen de dinin rakibi olabiliyor. Batı Avrupa'da cumartesi ve pazar günleri spor müsabakaları yapılıyor, aynı günlerde ayinlere de gidiliyor. Ayinlere gidenlerin sayısı spor müsabakaları olduğu için azalıyor. Maçlara giden artıyor. Dinin mirasçısı spor oluyor. Almanya'da bu durumu kısıtlamaya çalışıyorlar. Örneğin pazar günleri belli saatlerde müsabaka yapılmıyor'. Mieth, konuşmasında, dinin kurumsal açıdan etkinliğini azaltmakta, hissi olarak artırmakta olduğunu da belirtiyordu. Mieth'e göre insanlar, bu yüzden, dini ihtiyaçlarını tatmin etmek için kiliselere değil futbol sahalarına yöneliyorlardı. Dietmar Mieth, paneldeki konuşmasını şu cümleyle bitirdi. 'İnsan, hayatında en yüksek değer olarak sporu görürse o zaman spor onun dini olur'. Günümüzde medya tarafından ilah olarak takdim edilen yıldız futbolcular, çoğu futbol tutkunu tarafından da ilah kabul edilmiyor değil. Tanju Çolak da bir zamanlar öyleydi. Futboldaki son dönemlerinde başarısız olup araba kaçakcılığı suçundan da hapse girince ilahlığı milahlığı kalmadı, kendini bile kurtaramadı. Şu anda Tanju'yu arayıp soran yok. Bir zamanların bir başka futbol ilahı(!) Maradona, eroin bağımlısı şu günlerde. Bu illetten kurtulmak istiyor ama bir türlü muvaffak olamıyor. Kısacası, kendine bile faydası yok. Maradona o ilgiye hasret şimdi. İnsanlardan ilgi görebilmek için 'futbola tekrar başlıyorum' demeçleri veriyor ama o günler geçti artık. Maradona da bunun farkında ki şunu söylüyor: 'Bana ihtiyaç duyulmasına ihtiyacım var'. Futbol Holiganlığı Nedir? Futbol holiganlığı tanımlanması zor bir kavramdır. Medya bir çok farklı olaya farklı noktalarda "holiganlık" etiketini yapıştırma konusunda oldukça esnek davranarak bu zorluğu daha da arttırmaktadır. Futbol holiganlığı çoğunlukla futbol fanatikleri arasında görülen bir bozukluk olarak değerlendirilebilir. Bu kavram genellikle her zaman olmamakla birlikte bir maç öncesinde ya da maç sonrasında meydana gelen suç teşkil eden hareketleri içermektedir. Çoğu futbol seyircisi kalabalığı kavgaları birdenbire ortaya çıksa da kimileri daha önceden planlanmıştır. Futbol Holiganlığı İlk Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır ? Futbol holiganlığı geleneksel anlamıyla ilk kez 1960'ların sonunda ortaya çıkmış 1970'lerin sonundan 1980'lerin ortasına dek de en yüksek noktaya ulaşmıştır. Ancak futbol maçları sırasında ortaya çıkan kitle çatışmalarının kayıtlarının geçmişi on dokuzuncu yüzyıla kadar dayanmaktadır. 1846 yılında Derby'de çıkan karışıklıkta iki grup insan dağınık kalabalığa 15 saldırmıştı. Bu olaylar 1880'e kadar devam etmişti. Resmi ya da resmi olmayan türden olumlu figürlerin azlığı sonucunda da bu tip olayların sıklığının engellenmesi oldukça zor hale gelmişti. Oyunla aslında hiç de bağdaşmayan bu toplu bozukluğa karşı takınılan yumuşak tutum resmin ileriki safhalarının da bulutlanmasına sebep olmaktaydı.1970 ve 1980'li yıllarda futbol holiganlığının daha yaygınlaştığı ve daha geniş anlamlarda şiddet içermeye başladığı ifade edilmektedir. Ancak yine de durumun ne kadarlık bir yükseliş yaptığını miktar bazında söylemek çok zor olduğu gibi medyanın konuya artan ilgisi nedeniyle artık çok daha sık karşılaşılan bir hal aldığı da bilinmektedir. Bir İnsan “Holigan” Yapan Şey Nedir? Bir insanın futbolla ilgili şiddet içeren bir harekete nasıl katıldığı üzerinde fikir yürütmek oldukça zordur çünkü buna sebep olabilecek onlarca faktör bulunmaktadır. Tüm futbol holiganlarının aynı yaş grubuna aynı sınıfa dahil olduklarını ya da aynı psikolojik öyküye sahip olduklarını söyleyebilmek imkansızdır. Holigan çeteleri arasındaki organize kavgalar anlamında bakıldığında bir gruba ait olmak o grubun davranışlarını benimsemek ve bu davranışlardan en yüksek düzeyde haz almak bu kişiler için söylenebilecek başlıca şeyler. Ancak büyük çaplı uluslar arası karşılaşmalarda kendiliğinden ortaya çıkan sıkıntılar daha karmaşık sebeplere işaret etmektedir. Alkol kullanımı ve yabancı düşmanlığı bu sebeplerden sayılsa da polisin konuya dair tutumu oluşan rahatsızlıkların en önemli sebebi olarak görülmektedir. Futbol Holiganlığı Bir “İngiliz Rahatsızlığı” mıdır? Birçok durumda futbol holiganlığı bir "İngiliz Rahatsızlığı" olarak adlandırılmıştır. Ancak bu durum sadece İngiltere ile sınırlandırılamaz. Üstelik bir çok farklı ülkede de holiganizm ile ilgili sıkıntılar yaşanmaktadır. Hatta bu problemle Belçika Hollanda ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde kavgaların stadyum içi ve çevresinde çok nadiren gerçekleştiği İngiltere'den daha fazla karşılaşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Büyük olasılıkla en ciddi futbol izleyicisi çatışmaları Doğu Avrupa Orta Afrika ve Güney Amerika'da ortaya çıkmaktadır. Örneğin Joahnnesburg'daki 2000 yılı Bayanlar Şampiyonası Finali hakemlerden birinin bir ofsayt bayrağını kabul etmeyip Nijerya'nın gol atmasına izin vermesi ile Güney Afrikalı taraftarların şiddete başvurmaları yüzünden iptal edilmek zorunda kalınmıştı. Futbol Holiganlığı Ortadan Kaldırılabilir mi? Futbolun kitlesel bir bozukluktan bir rahatsızlıktan uzak olabileceğini düşünmek çok da gerçekçi değildir. Ne zaman kalabalık insan grupları bir araya gelirse gelsin bir futbol maçı olsun ya da olmasın genellikle alkol kullanımının da etkisiyle bir çatışma potansiyeli her zaman oluşur. Holiganizmin önünü kesmek için birçok caydırıcı cezalar yasal düzenlemeler ve polis faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. 1970 ve 1980'lerde futbol holiganlığının yüksek algılandığı dönem sırasında hükümetler holiganizmle ilgili çok az bilgi ve anlayış içeren agresif politikalar uygulamışlardı. Bu politikaların birçoğu amacının tersine sonuçlar vermiş taraftarlarla polisin karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıca şiddetin futbol oynanan alanın dışına kaydırılması için de çok az derecede etkili olabilmiştir. Holiganizmi önlemeye yönelik tedbirlerin bir kısmı da acımasız yasal düzenlemeler içermiştir. Örneğin 2000 yılında oluşturulan şüpheli holiganların seyahat etmelerini engelleyen "Futbol Hareketi" gibi… Bu tip hamlelerin masum taraftarlara özgürlükçü sivil anlamda oldukça olumsuz sonuçlar yaşattığı da bilinmektedir. Yine de 1970 ve 1980'lerden beri İngiltere'deki stadyum çevreleri bir cumartesi gecesi şehir merkezinde yaşayabileceğinizden daha fazla güvenli hissetmenizi sağlayacak duruma gelmiştir. Diğer ülkelerdeki sıkıntılar da bazı uygun politikaların uygulanması sayesinde azaltılabilecektir: Polisin alkollü bir taraftar grubunu ciddi bir tehlike arz etmelerini önleyerek kontrol altına alması gerçekten mümkündür. Tıpkı 2004 yılında Portekiz'de gerçekleşen Avrupa Şampiyonasında ve 2006 yılında Almanya'da gerçekleştirilen Dünya Kupasında olduğu gibi… 16 PROTESTANLIK VE REFORM Reform, 15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa'yı etkileyen Katolik Kilisesi ne karşı yapılmış dinsel bir harekettir. Katolik kilisesinin aşırı zenginleşmesi ve yozlaşması, siyasetle ve dünyasal etkinliklerle daha fazla ilgilenmeye başlaması birçok din adamının tepkisini çekmiş ve reform hareketlerine yol açmıştır. Reform hareketleri önce Almanya'da sonrasında ise Fransa, İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkelerinde de etkili olur. Bu reform hareketi Hristiyanlığın yeni ve büyük üç mezhebinden Protestanlığın oluşmasını sağlamıştır. Reform hareketinin önderi Cermen kökenli teolog ve filozof Martin Luther’dir. Luther’in kaderi kendinden önce ortaya çıkan ve sapkın olarak ilan edilip yakılan reformcular gibi olmamıştır. Büyük bir başarı yakalamış ve Avrupa tarihinin akışını değiştirmiştir. Bu dönemde Almanya Papalık tarafından sömürülüyordu. Bundan dolayı İtalya’ya büyük bir nefret duyuluyordu. Martin Luther de bu durumdan fazlasıyla yararlanmıştır. Martin Luther Roma’ya yaptığı bir ziyaret sırasında Papa’nın Hıristiyanları kandırdığını, haksız olarak zevk ve lüks içinde bir hayat yaşadığını fark etti. Luther bu durumu gördükten sonra Hıristiyanlığın amacına dönmesi gerektiğini söylemiş ve Roma Kilisesi’ne (Katolikliğe) karşı oluşacak büyük bir hareketin temellerini atmıştır. Böylece Luther on yıl içinde kendisini ilk “Protestan” isyanının başında bulmuştur. Bir rahibin Almanya’da affedilme sertifikaları (Endüljans) satmaya başlaması ise bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu sistem Papalığın kasasına büyük gelir sağlıyordu. Bu duruma Luther’in yanı sıra Saksonya Elektörü [2]de büyük tepki göstermiştir. Affedilme sertifikalarını satan rahip bölgeden sürülmüştür. Luther,ilk kez bir eylemle Katoliklere meydan okuyarak hükümdarının izlediği siyaseti destekliyordu. Martin Luther,31 Ekim 1517’de Wittenberg kalesi kilisesinin kapısına bu affedilme sertifikalarına karşı fikirlerini içeren; 95 maddeden oluşan bildiriyi asarak Protestan Reformu hareketini resmen başlattı. Luther bu metni hazırlarken daha önce reform hareketine girişmiş olan ve gibi isimlerin görüşlerinden etkilenmişti. İncil'in farklı dillere çevirilmesi ve matbaanın bulunup halk tarafından da okunabilir hale gelmesiyle, insanlar kilisenin doktrinlerinin yanlış ve yobaz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Martin Luther astığı protesto metninde özellikle endüljans a karşı çıkar. Bu bildiri Papalık tarafından hiç de hoş karşılanmamıştı. Luther, sonuçta aforoz edilmesine kadar ilerleyecek olan bu süreçte birçok tartışmayla yüz yüze kalmıştı. Almanya’da Luther’i savunanlar olduğu gibi ona karşı çıkanlar da vardı. Böylelikle Almanya ikiye bölünmüştü. Bu bölünmenin beraberinde de 1522-1525 yılları arasında Şövalyeler Kavgası ve Köylüler Savaşı adı altında iki büyük olay meydana gelecekti. Böylelikle Hıristiyanlık; Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık olarak üçe bölünmüştür. Luther ise Protestanlık mezhebinin kurucusu olarak tarihe geçmiştir. Dinin yanı sıra Martin Luther eğitimin de laikleşmesini istemiştir.Martin Luther, eğitimin yaralarını hararetle savunurken "iyi okullar hayattaki tüm doğru davranışların çiçek açtığı bir ağaçtır ve ağaçların çürümesi durumunda dinde ve tüm sanat kollarında körelme kaçınılmazdır” ifadesiyle okulların ve okumanın sivil hayatta büyük bir aydınlık kaynağı olduğu düşüncesini yaymaya çalışmıştır. Augsburg Antlaşması Augsburg Barış Antlaşması, 1555 yılında Luther’in Protestanlık mezhebinin dolaylı olarak, Katolik mezhebinden ayrıldığı antlaşmadır. Barış Antlaşması, Kutsal Roma İmparatoru V.Charles ve Schmalkaldik Ligi güçleri arasında 25 Eylül 1555 tarihinde Almanya’nın Augsburg şehrinde imzalandı. Bu antlaşmayla Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasında sürmekte olan Schmalkaldik Savaşları sona erdi. Alman prenslerinin Luteranizm ve Katoliklik arasında istediklerini seçmelerine olanak tanındı. Ayrıca isteyen ailelerin istedikleri dinin hakim olduğu bölgeye yerleşme hakları olduğu bir dönem başlamış 17 oldu. Protestanlık, imparatorun hakimiyetine taraftar olmayan prensler arasında ve bilhassa Almanya, İsviçre, Danimarka, Baltık kıyıları ve kısmen de Fransa’da yaygınlaştı. Bu bölgelerde Katolik kilisesinin mallarına el konuldu, prensler zenginleşti. Reform'un Sonuçları Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks Mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı mezhepler arasında çatışmalar başladı. Din adamları ve kilise eski itibarını kaybetti. Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı. Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu. Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el konuldu. Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir. Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon Mahkemeleri kuruldu. Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular. Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir. Mezhep savaşları, Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da ilerlemesini kolaylaştırmıştır. Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu Hıristiyandı. Osmanlı Devleti bunlara inanç ve din konularında serbestlik tanıyarak geniş haklar verdi. Osmanlı'da dini bakımdan bağımsız olan Hıristiyan Toplumu, Avrupa'daki mezhep kavgalarından etkilenmedi. Bunda Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan halkı kilisenin suistimallerine karşı koruması etkili olmuştur. Reform'un Nedenleri Katolik Kilisesi'nin bozulması ve ıslahat fikrinin yayılması. Hümanizm sayesinde Hıristiyanlığın kaynaklarına inilmesi, İncil'in millî dillere çevrilerek temel ilkelerin ortaya konulması. Matbaanın yaygınlaşması ile okuma-yazma bilenlerin artması üzerine Katolik Mezhebi'nin sorgulanmaya başlanması. (Endüljans) sorununun ortaya çıkması, para karşılığında kilisenin günahları affetmesi. Reform hareketlerinin tetikleyicileri Reform hareketlerinin ilk defa başladığı Almanya'da siyasal birlik olmaması ve Almanya'daki prenslerin dinde yenilik isteyenleri desteklemesi Mevcut mezhepleri ve onların kurallarını eleştiren bilim adamlarının varlığı Kağıt ve matbaanın kullanılması Kilisenin görevinin dışına çıkarak halkı ve dini ekonomik açıdan zorlaması Sonuçları Avrupa'da mezhep birliği bozuldu. Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında Protestanlık, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıktı, mezhepler arasında çatışmalar başladı. Din adamları ve kilise, eski itibarını kaybetti. Katolik Kilisesi, kendisini yenilemek ve düzenlemek zorunda kaldı. Eğitim-öğretim faaliyetleri kiliseden alınarak laik bir eğitim sistemi kuruldu. Katolik Kilisesi'nden ayrılan ülkelerde kilisenin mallarına ve topraklarına el koyuldu. Papa ve kilisenin Avrupa Ülkelerinin kralları üzerindeki etkisi sona erdi ve Avrupa'da siyasal bölünmeler yaşandı. Çünkü Ortaçağ'da Papa, Avrupa krallarına taç giydirerek onların krallıklarını onaylıyor ve yönlendirebiliyordu. Papanın bu gücü kaybetmesi, Haçlı Seferleri'nin düzenlenmesini engellemiştir. 18 Katolik kalan ülkelerde yeni mezheplerle mücadele etmek amacıyla Engizisyon mahkemeleri kuruldu. Protestan krallar ve prensler, din işlerinin mutlak hakimi oldular. Reform hareketleri, Avrupa'yı siyasi yönden zarara uğratmıştır. Şarlken'in Osmanlı Devleti üzerine yapmayı planladığı Haçlı Seferi bölünmelerden dolayı gerçekleşmemiştir. FAŞİZM BENİTO MUSSOLİNİ: Asıl adı Benito Amilcare Andrea Mussolini’dir. 29 Temmuz 1883 Forli İtalya doğumludur. 2. Dünya savaşı sırasında İtalya’nın Başbakanı Hitler ile birlikte Faşizm ’in en önemli uygulayıcılarındandır. Üniversite eğitiminin ardından öğretmenlik yaparak çalışmaya başladı. 1902’de zorunlu askerlik görevinden kaçmak için İsviçre’ye gider. 1904’te İtalya’ya geri döner ve Sosyalist Partisi’ne katılır ve yayın organında çalışır. Faşizm ’in Tanımı: Demokratik idarelerde sosyal sınıfların dengesinin bozulmasında, orta sınıflar arasındaki dayanışmaya dayanan bir dikta rejimidir. Faşizm kelimesinin aslı Latince ‘’Demet’’ manasına gelen Fasces kelimesinden gelir. Kelime anlamı olarak eski Roma devrinde imparatorun arkasında yürüyen iki celladın bir sopa demetinden yaptıkları balta ve sopalardır. Faşist: Sadece kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve diğer insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta diğer insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayan insana denir. FAŞİZM’İN DOĞUŞU İtalya yeni topraklar ve sömürgeler ele geçireceğini umduğu 1. Dünya Savaşı’ndan beklediğinden az toprak elde ederek çıkmıştı. Savaş sonunda yaşanan hayat pahalılığı , üretim düşüklüğü, ulusal borçlar ve artan vergiler ülkede büyük bir toplumsal ve ekonomik bunalıma yol açmıştı. Bu sırada Mussolini İtalya'nın tüm sorunlarını çözeceği savıyla ortaya çıktı. Ülke sorunlarına ancak faşistlerin çare bulacağını, güçlü bir devletin gerekliliğini vurgulayarak, savaştan ve ekonomik bunalımdan en çok zarar görmüş olan orta sınıfları ve işsizleri çevresinde topladı. Ayrıca, İtalya'da o dönemde, grevlerin yaygınlaşmasından ve seçimlerde sol partilerin oylarını artırmalarından korkan büyük sermaye sahipleri de Faşist Parti'yi önce yalnızca parasal olarak, daha sonraları siyasal olarak açıkça desteklediler. Öte yandan Mussolini'nin kurduğu Kara Gömlekliler adı verilen silahlı çeteler köy ve kentlerde kendilerinden farklı düşünen kişilere saldırmaya, korku yaratarak insanları sindirmeye başladılar. İSLAM AÇISINDAN FAŞİZM Faşizm barışa, dostluğa, kardeşliğe, uzlaşmaya ve hoşgörüye karşıdır. Dinin özünü ise bu güzel ahlaki özellikler oluşturur. Dolayısıyla faşizm, dinle tam anlamıyla çelişen bir ideolojidir. Örneğin faşizm ırkçılığı benimser. Faşistler daima kendi ırklarının, milletlerinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasıyla yola çıkmışlar, üstelik bu iddiaya dayanarak diğer milletlerin toprakları ve malları üzerinde hak iddia etmişlerdir. Bu ırkçı iddia sayısız savaşın, çatışmanın, katliamın, "etnik temizliğin" çıkış noktasıdır. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Kuran'a göre üstünlük ırka, renge ya da diğer başka bir özelliğe göre değil Allah'a yakınlığa, inanç ve ahlaka bağlıdır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir: Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13) Kuran, Barış ve Uzlaşma Emreder 19 Dinle faşist ideolojinin bağdaşmadığı bir nokta da Kuran'ın barışı, uzlaşmayı savunması ve tavsiye etmesidir. Dikkat edilirse bu özellikler faşizmle taban tabana zıttır. Faşizm saldırgan olmayı, işgal etmeyi, savaşmayı, kaba kuvvetle hareket etmeyi, zulmetmeyi yol olarak benimsemiştir. Ancak tüm bunlar Kuran'a göre zalimliktir. Aynı zamanda Allah'ın hoşlanmadığı hareketlerdir. Tam tersine Allah iyilikte bulunmayı ve insanların arasını düzeltmeyi emreder: Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki başka. Kim Allah'ın rızasını isteyerek böyle yaparsa, artık ona büyük bir ecir vereceğiz. (Nisa Suresi, 114) İslam, Masum İnsanların Öldürülmesini Yasaklar Faşist ahlakın bir diğer özelliği, kendisine belirlediği sözde "kutsal" hedef uğruna binlerce masum insanı göz kırpmadan feda edebilmesi ve bunu bir erdem gibi görmesidir. "Hedefler araçları meşrulaştırır" mantığıyla düşünen faşistler, gerçekte hiçbir şekilde meşru da olmayan bir hedef için her türlü vahşeti gerçekleştirebilirler. Oysa Kuran'da insanlara haksız yere saldırmanın, masum insanları öldürmenin çok büyük bir suç olduğu bildirilmiştir. Faşizme göre insan hayatının hiçbir değeri yoktur, ama dine göre tek bir insanın hayatı dahi çok önemlidir. Allah şöyle buyurur: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur... (Maide Suresi, 32) Türk Sineması'nda faşizmin izleri İkinci dünya savaşı döneminde Türkiye'de gösterime giren Alman propaganda filmleri Alman kültürü ve sosyal yaşam tarzını idealize ediyordu. Ve Ağalık kavramını faşizm gibi gösterme eğilimleride bir hayli fazla. GÜNÜMÜZÜN FAŞİSTLERİ: NEO-NAZİLER 1990'lı yıllardan itibaren dazlaklar olarak bilinen örgütler, ırkçı faşist eylemlerini artırmaya başladılar. Genellikle problemli çevrelerde yetişmiş, düşük eğitimli, başıboş, kendine güveni olmayan gençlerin katıldığı bu çeteler her türlü suça ve zalimliğe eğilimlidirler. Kaba Kuvvet, İslam Ahlakına Aykırıdır İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34) ÜLKEMİZDE FAŞİZM Ülkemizde faşist eylem ve uygulamaların olmaması, buna niyet edenlerin daha en başında engellenmiş olmaları, ayrıca Darwinizm'in yaygın kabul görmemesidir. DARWİNİZM: İnsan gelişmiş bir hayvandır, bazı ırklar evrim sürecinde geri kalmıştır, doğada kıyasıya bir mücadele vardır, bu mücadelede güçlü olan kazanır, zayıf olan elenir gibi iddialarıyla, 20. yüzyılda, başta faşizm olmak üzere birçok zararlı ideolojiye destek vermiştir. Vicdan ve akıl sahibi her insan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, barışı ve huzuru bozmaya yeltenen her türlü güç ve ideoloji ile ilmi ve fikri bir mücadele içinde olmalıdır. Çünkü barış ve güvenlik Allah'ın insanlara bir emridir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208) Faşizm ’in Bir Diğer Merkezi Almanya Almanya, Hitler’in deyimiyle, “Versay ayıbından (Schande von Versailles) kurtulma çabası içine girdi. Ülke nereden bakılsa bir kara yıkımla karşı karşıyaydı. İşsizler daha 20 1930’da altı milyonu aşmıştı. Art arda gelen iflâslar iş yaşamının dokusunu yiyip bitiriyordu. Yalnız Hitler ve çevresindekiler değil, iş adamları ve oy kullanacak Alman ulusu da daralan çemberden etkili ve askerî ağırlıklı bir dış tutumla kurtulabileceklerine inanıyorlardı. Halk kararlı bir önder ve ulusal bir yeniden doğuş özlemi içindeydi. Son savaşta yenilginin nedenini de “sırttan hançerlenmeğe” bağlamışlar, Yahudileri de bunun baş sorumlusu olarak görüyorlardı. Almanya’da Yahudi kökenli yurttaşlar toplam nüfusun %1’inin de altındaydı. Topu topu 565.00 olabilir. Hiçbir Yahudi kendi devleti olan Almanya’ya karşı silâha başvurmadıysa da, Nazi iktidarı ve onunla işbirliği yapanlar duvarlara şu duyuruluları astılar: “Yahudilerle alış-veriş etmeyin; onlar bizim başımızın belâsıdır.” Kimliklerine ve pasaportlarına “Yahudi” (Jude) anlamına “J” harfini damgaladılar ve kollarına ya da göğüslerine sarı-siyah renklerde altı köşeli yıldızı taktırdılar. Aynı harf ve yıldız Yahudi evleri ve iş yerlerinin kapılarına ve camlarına da boyalarla çizildi. ADOLF HİTLER 20. yüzyıla damgasını vuran diktatörlerden Adolf Hitler, 20 Nisan 1889’da Yukarı Avusturya’da küçük bir kasaba olan Braunau Inn’de doğdu. 1933 yılından itibaren Almanya’nın başbakanı, 1934 yılından itibaren ise lideri (Führer) olan Hitler, ülkenin bütün sorunlarını Yahudilere ve diğer azınlıklara bağlamıştı. Halkın önünde yaptığı konuşmalarda Alman ırkının üstün ırk olduğunu söylemiş ve halkı kısa süre içinde buna inandırmıştı. Böylece Hitler diktatörlüğünde, Yahudiler için toplama kampları yapılmış ve tüm Avrupa’da yaklaşık 6 milyon Yahudi öldürülmüştü. Alman ırkını iyileştirmek için de binlerce zihinsel engelli insanın hayatına son verilmişti. MİSYONERLİK “Misyon” kelimesi sözlükte “görev, yetki, vekâlet, bir kimseye bir işi yapması için verilen görev ve bir kişiyi bir göreve göndermek” anlamlarına gelir. Buna göre “misyoner” de “görevli, yetkili kimse” demektir. Kelime Hıristiyanlıkla ilişkili olarak özel bir anlam kazandığından, misyon ve misyoner kelimelerini şöyle anlamamız gerekiyor: Hıristiyanlığı yayma gayesi ile kurulan kuruluşlara misyon, bu misyonda görev alanlara misyoner, Hıristiyanlığı yayma faaliyetinin her çeşidine de misyonerlik denir. Elbette sadece Hıristiyanlık dininin mensupları dinlerini yayma çabası göstermez. Diğer başka dinler de yayılma arzusundadır, o dinlerin mensupları da dinlerini başkalarının kabul etmesi için çaba gösterirler. Ancak “misyonerlik” denilince akla sadece Hıristiyanlık gelir. Zira tarih boyunca ve bugün Hıristiyanlar, misyonerlik faaliyetlerine çok büyük önem vermişler, bu faaliyetleri kurumsallaştırmışlar ve bunun için her yolu mübah görmüşlerdir. Hıristiyanlığı yayma faaliyetinin dünyanın her yerinde, her türlü yöntemi kullanarak ve çok yoğun şekilde devam ediyor olması, misyonerlik ve Hıristiyanlık arasında bir özdeşlik doğmasına sebep olmuştur. Misyonerlik Ve Tebliğ Arasındaki Fark İslâm, “Allah katında yegane din İslâm’dır.” (Âl -i İmran, 19) ve “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecektir” (Âl-i İmran, 85) buyurur. Yani insanlığın biricik sahih dini İslâm’dır. İnsanlar bu sahih dine davet edilmelidir. Fakat bu davetin ölçüleri vardır. Cenab -ı Allah “onlarla mücadelenin en güzel şekilde yapılmasını” ( Nahl , 125) emreder. Buna göre Müslüman tebliğci, Allah’ın kullarına hakkaniyetle, müsamaha ile, inanç ve irade özgürlüğünü esas alarak yaklaşır. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) ilkesinden hareketle kimseyi zorla veya çeşitli vaatlerle kandırarak Müslüman yapma yolunu seçmez. Yahudi ve Hıristiyanlara “ Ehl -i kitap” statüsü tanıyarak dinlerini serbestçe yaşama hakkını verir. İslâm tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. İslâm, din doğru bir şekilde tebliğ edildiği takdirde, insanların kendi istek ve iradeleriyle Müslüman olacaklarını öngörür. 21 Hıristiyanlar ise bu noktada çok farklı davranır. Bugün maddi menfaat, iş bulma, öğrenim görme, yurt dışına gitme gibi çeşitli vaatlerle kandırılarak insanlar Hıristiyan yapılmaya çalışılmaktadır. Dahası onların tahrif edilmiş kutsal kitabı bu iş için her yolu mübah görür. Misyonerlerin Gaye Ve Hedefleri Misyonerliğin gayesi temelde Hıristiyanlığı yaymak olarak gözükse de, aslında iş bundan ibaret değildir. Fransa Katolik Enstitüsü profesörlerinden Jack Daniel, misyonerliği üç aşamalı olarak ele almaktadır: 1. Misyonerliğin bütün gayesi Hıristiyanlığı yer yüzüne yaymaktır. 2. Bir ülkede kiliseler bina etmeden önce veya ettikten sonra bu kiliseleri yaşatacak elemanları bulmak. Bunun için de o ülkenin aydınlarının kültürüne ve eserlerine Hıristiyanî unsurlar sokmak. (Son yıllarda yerli Hıristiyanların televizyonlarda birden bire boy göstermeye başlaması bu amaca yöneliktir.) 3. Hıristiyanlıkla Batı uygarlığını aynı göstermek. Yani Batı’nın bugünkü maddi gelişmişliğini Hıristiyanlığa borçlu olduğu, Müslüman dünyanın geri kalmışlığına da İslâm’ın sebep olduğu fikrini işlemek. Bu propaganda ile ilgili olarak şu kadarını söyleyelim, tarih ispat ediyor ki Müslümanlar yüksek İslâmî hassasiyet gösterdikleri devirlerde üstün olmuşlar, dinlerinden uzaklaştıkları ölçüde de gerilemişlerdir. Hıristiyan dünyada ise bunun tam tersi olmuştur. Batı’nın bugünkü refahının iki temeli vardır: Kilisenin baskısından kurtularak tamamen dünyevîleşmeleri, sömürgecilik faaliyetleri ile dünyayı yağmalamaları. Misyonerliğin birinci hedefi Hıristiyanlığı yaymaksa, ikinci hedefi de İslâmî gelişmeyi ve yayılmayı durdurmaktır. Bunun için de Müslümanları Hıristiyan yapamazlarsa ne yapmaları gerektiği üzerinde dururlar. Bu amaçla da hiç olmazsa kendi dininden, kültüründen, tarihinden kopuk, yozlaşmış, köksüz bir neslin ortaya çıkması için çalışırlar. Müslüman ülkelerde bu kadarını bile büyük bir başarı kabul etmişlerdir. Nitekim ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerdeki ilk faaliyetlerinde hiçbir başarı elde edememişler, bunun sonucunda toplumu yozlaştırma yoluna gitmişlerdir. Çok uzun bir süreci göze alarak giriştikleri bu yolda maalesef kısmen başarılı da olmuşlardır. Nasıl Yetişiyorlar? Misyonerlere öncelikle genel anlamda Hıristiyanlık, özel olarak da görev yapacakları ülkenin kültürü öğretilir. Bunun için önce okullardan ailelerinin izniyle en zeki çocuklar seçilir. Bu çocuklar misyonerlik yapacakları ülkelerin okullarına da gönderilip özel eğitime tabi tutulur. Eğitimleri ilk olarak Hıristiyanlığı en iyi şekilde öğrenmekle başlar. Hıristiyan şuuru ve heyecanı verilerek dünyanın en ücra köşesinde seve seve görev yapacak hale getirilirler. Bunun yanında mesleki eğitim de verilir. Doktorluk, hemşirelik ve öğretmenlik önde gelen mesleklerdendir. Misyonerlere mali yönden büyük destek sağlanır. Aldıkları bu destekle her misyoner gittiği ülkedeki işsiz, fakir ve kimsesizlere maddi yardım yaparak onları Hıristiyanlığa dahil etmeye çalışır. Çeşitli yardım dernekleri kurmaları, oralarda görev yapmaları ve bu şekilde propaganda faaliyetinde bulunmaları sağlanır. Ne yazık ki ülkemizde ve diğer Müslüman ülkelerde bu metodu başarı ile uygulamaktadırlar. Her misyonere din eğitimi yanında diğer alanlarda eğitimler de verilir. Birden fazla yabancı dil öğrenmeleri teşvik edilir. İslâm ülkelerinde görev yapacak misyonerlere Arapça ve İslâm kültürü öğretilir. Ancak bu metot bazen aleyhlerine işlemiş, İslâm dinini öğrenen bazı misyonerler kendi hür iradeleri ile Müslüman olmuşlardır. Müslümanların Hıristiyanlığa yöneltecekleri tenkitlere çok iyi hazırlanırlar. İslâm’a ve Müslümanlara hangi konularda tenkit yöneltecekleri, hangi noktalarda gençlerin zihinlerini bulandıracakları konusunda da eğitilirler. 22 Görüldüğü gibi, ülkemiz ve İslâm dünyası göz önüne alındığında bir yanda son derece donanımlı ve her yola baş vuran Hıristiyan misyonerler, diğer yanda da çoğunlukla kendi dininden ve kültüründen bîhaber bilgisiz ve fakir Müslüman halk bulunmaktadır. Yine de misyonerler tam istedikleri gibi bir netice alamıyorlar. Misyonerlerin Çalışma Yöntemleri Misyonerler gittikleri ülkelerin şartlarına göre çok çeşitli faaliyetler içine girerler. Öncelikle İncil’i, Hıristiyanlığı propaganda eden kitap, broşür ve dergileri o ülkenin diliyle yayınlar ve dağıtırlar. Bugün ülkemizin her tarafında sayısız İncil dağıtmaktadırlar. Aslında hem Kur’an’ı hem de İncil’i okuyan bir insanın Kur’an karşısında İncil’i tercih etmesi normal şartlarda kesinlikle mümkün değildir. Ancak kendi dinini ve kitabını bilmeyen Müslümanların bu yolla kandırılmaları söz konusu olmaktadır. Bundan kurtulmak için insanımıza kendi dinini, kendi kitabını ve kendi kültürünü en iyi şekilde öğretme vazifesi hepimizin sorumluluğudur. Misyonerlik faaliyetlerinin değişik taktiklerinden biri de, Hıristiyanlığı hemen telkin etmemeleridir. Önce kültür tahribatı yapmaya çalışırlar. Sonra çeşitli sorularla zihinleri bulandırırlar. Müslümanların maddi geri kalmışlığını öne sürerler. Bunun sorumlusu olarak İslâm’ı göstermeye çalışırlar. Bu söylenenlere inanan birini kandırmaları artık kolaydır. Bulundukları ülkelerde azınlık okulları açmaya çalışırlar. Azınlık cemaatlerin çocuklarının bilgi ve kültür düzeyini yaşadıkları toplumun çocuklarından üstün hale getirirler. Bu okullardaki Hıristiyan çocuklarını daha da şuurlandırmaya çalışırlar. Hıristiyan olmayan çocukları Hıristiyan yapamasalar bile kendi dinlerinden şüphe duyar hale getirirler. Böylece bu çocuklar bazen kendileri farkında olmadan Hıristiyan kültürünün taşıyıcısı olurlar. Misyonerler bir diğer metod olarak da, insanlara “sevgi” kavramını öne sürerek yaklaşmaya çalışmaktadırlar. Kilise ve misyonerler bugün şunları telkin etmektedirler: “İslâm kılıç zoru ile yayılmıştır, kılıç dinidir. Hıristiyanlık ise sevgi dinidir. Çünkü Hz. İsa insanlara acıdı, insanlığın Hz. Adem’den gelen aslî suçunu kendisini çarmıhta feda ederek kaldırdı.” Bunu söylerken Matta İncili’ndeki şu sözlerden bahsetmezler: “Yeryüzüne barış getirmeye geldim sanmayın! Ben barış getirmeye değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının ve kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim.” Diğer taraftan İslâm tarihinde kılıç çekilerek Müslümanlaştırılmış bir tek kişi gösterilemeyeceğini, çünkü dinde zorlama olmadığını, fethedilen memleketlerde gayri Müslimlerin dinlerinde her zaman hür olduklarını unutmuş gözükürler. SORULAR 1. Misyonerlik nedir? Misyonerlik ve tebliğ arasındaki farklar nelerdir? 2. Misyonerlerin gaye ve hedefleri nelerdir? 3. Misyonerler nasıl yetiştiriliyor? 4. Misyonerlerin çalışma yöntemleri nasıldır? 5. Charlis Mismar’ın “Hristiyanlar alim oldukça, Müslümanlar ise cahil oldukça dinlerinden uzaklaşırlar.” Sözünün masonlukla nasıl bir ilişkisi vardır? LİBERALİZM Liberalizm veya Türkçeleşmiş haliyle Erkincilik, özgürlüğü birincil politik değer olarak ele alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır. Genel anlamda liberalizm, bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve kimi zaman kurumların gücünün sınırlandırıldığı, düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, özel teşebbüse olanak sağlayan bir serbest piyasa ekonomisinin olduğu, hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf bir devlet modelini ve toplumsal hayat düzenini hedefler. Liberal demokrasi olarak adlandırılan bu devlet düzeninin, açık ve adil olduğu iddia edilen bir seçim sistemi ile birlikte tüm vatandaşların kanun önünde eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu bir sistem olduğu sağlanır 23 Kralların doğal yönetim hakkı, veraset sistemi, devlet dini gibi eski devlet teorisini oluşturan birçok temel kabule liberalizm karşı çıkar. Tüm liberaller bireyin yaşama hakkı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı gibi temel insan haklarını kabul eder ve desteklerler. Bununla birlikte birçok ülkede modern liberalizm, toplumsal refahın sağlanması açısından, devletin birey özgürlüğü üzerinde minimal bir kısıtlayıcı gücü olmasını savunarak klasik liberalizmden ayrılır. Liberalizmin kökleri batı aydınlanma sürecine dayansa da, bugün için terim sağdan sola siyasal yelpazenin farklı noktalarını kapsayan, özgürlük temelli bir düşünce çizgisini tanımlar. 18. yüzyıl sonlarından itibaren liberalizm gelişmiş ülkeler için ana ideolojik akımlardan biri haline geldi. Türk Dil Kurumu sözlüğü liberal sözcüğünün Fransızca libéral 'den geldiğini belirtir ve şu anlamları verir: 1- Hürriyet ve serbestlikle ilgili. 2- Serbest ekonomiden yana olan (kimse, parti vb). 3- Hoşgörülü. Liberalizmde eğilimler Yukarıda anlatılan temel çerçeve dahilinde olmakla birlikte, liberalizm içinde derin çatışmalar ve karşıtlıklar bulunur. Bu karşıtlıklar klasik liberalizm dışında kimi farklı eğilimler oluşmasını sağladı. Birçok tartışmada karşıt taraflar farklı kavramlar için aynı sözcüğü, kimi zaman da aynı kavram için farklı sözcükleri kullanırlar. 1- Politik liberalizm: Liberal demokrasi taraftarlığı. 2- Kültürel liberalizm: Bireysel hak ve özgürlüklerin kimi devletsel ve/veya dini sebepler sebebiyle kısıtlanması karşıtlığı. 3- Ekonomik liberalizm: Devlet müdahalesine ve mülkiyetine karşı özel mülkiyet hakkı taraftarlığı. 4- Sosyal liberalizm: Fırsat eşitsizliğine karşı olarak eşitlik taraftarlığı için kullanılmaktadır. 5- Muhafazakar liberalizm: Bireysel özgürlük,serbest ekonomi girişimciliği, düşünce, din ve vicdan özgürlüğünü halkın geleneksel ,kültürel yapısı dikkate deger alınarak reformu öngören sağcı ideoloji özgürlüğüdür. 6- Modern liberalizm: Modern liberalizm kavramıyla ise yukarıda listelenen saf formlardan ziyade, bugün hemen hemen tüm birinci dünya ülkelerinde görülen, bu formların bir harmanı olan liberalizm anlatılmaktadır. Liberalizmin Kronolojisi İlk olarak Antik Yunan’da Sofistler olarak nitelendirilen filozofların fikirlerinin liberalizme benzediği söylenir. Aristo’nun Politika isimli eserinde de bu fikirlerin geçtiği rivayet ediliyor. Üçüncü olarak ortaçağda 1224–1274 yılları arasında yaşayan Aquino’lu Thomas ve ardından Timur’u Osmanlı Devleti’ne saldırtan İbn’i Haldun geliyor. Thomas Hobbes, Leviathan isimli eserinde devleti özgürlüklerin korunması ve devamı için gerekli görmüştür. O dönemde devletin varlığının meşruiyeti ve kaynağı tartışılıyordu. Ama Hobbes’un bu konudaki görüşleri kendinden öncekilerden farklı. Hobbes öncesi (bazı filozoflar hariç) devletin kaynağının Tanrı olduğu ve bu nedenle de doğal olarak devletin meşru bir yapısı olduğu düşünülüyordu. Ama Hobbes’a göre, devletin varlığının sebebi bireylerin çıkarlarının korunmasıdır. Çıkarların korunması aynı zamanda meşruiyetin de sebebidir. John Locke, siyasi liberalizmin kurucusudur. Adam Smith ve David Hume; yasayı, mülkiyet hakkını ve özgürlük gibi kavramları korumak devletin görevidir diyor. Lord Acton ve Edward Mulke ve de bunlardan çok daha fazla etkili olan Jeremy Bentham faydacı felsefeyi ortaya atmışlardır. Temel ilkeleri 1- Bireysellik: Bireyi esas alıp onu bütün diğer kurumlardan üstün tutan görüştür. Yani birey müşterek olan toplum, devlet gibi kurumlardan önce gelir. Hareket noktası kutsal kabul edilen 24 bireydir. Ekonomik hayata da bu anlayış yansır. Tüm toplumsal kurumların önünde birey vardır. 2- Ussallık (Rasyonellik, Akılcılık) varsayımı: Bireyin amaçlarına ulaşabilmesi için kullanacağı yolları kendisinden daha iyi kimsenin bilemeyeceği düşüncesidir. Bir liberal için herkes kendi amaçları doğrultusunda rasyonel davranabilme yetisine sahiptir ve kendi mutluluğunu nasıl sağlayabileceğini başkalarından iyi bilir. Her bireysel seçim bu varsayımdan ötürü rasyonelkabul edilir ve bundan ötürü de dokunulmaz nitelik kazanır. 3- Özgürlük: Liberalizmin en esaslı noktalarındandır. Bireyin hür olması, istediğini baskıya maruz kalmadan yapmasıdır. Ama bu durum pür özgürlüğe de dönüşebilir. Bu tarz özgürlük negatif bir noktaya yönelmiştir. Liberalizmde bu tür pür özgürlük kabul edilmemektedir. Yani bir bireyin diğerlerinin özgürlüğünü kısıtlamaması gerekir. Libertaryenler ise işte bu negatif, pür özgürlüğü istiyorlar. 4- Doğal Düzen: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler !” felsefesidir. Dünya kendi kendine gider. Bırakınız yapsınlar; devletin herhangi bir malın üretimini herhangi bir sebeple yasaklamaması gerektiği düşüncesidir. Bırakınız geçsinler ise; devletin mal ve sermaye dolaşımını herhangi bir nedenle gümrük gibi önlemlerle sınırlamaması gerekliliğidir. Bırakınız geçsinler felsefesi hem üretici hem de tüketici açısından önemlidir. Üretici daha çok para kazanırken tüketici de daha ucuza mal bulur. 5- Piyasa Ekonomisi: Mal ve hizmet fiyatının piyasada belirlendiği ekonomi sistemidir. 6- Sınırlı Sorumlu Devlet: Ekonomiye devlet müdahalesi yoksa fertler istedikleri mal ve hizmetleri üretiyorlarsa sınırlı sorumlu devlet vardır. Devlet ancak iç güvenlik, dış güvenlik, adalet, eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetlerini görmelidir. Tüm bunlar liberalizm sistemini oluşturur. Kaynak: http://liberalizm.nedir.com/#ixzz2TFWdSLRK TÜRKİYEDE LİBERALİZM Liberalizm Türkiye' ye 19 . yy . da Tanzimat Fermanıyla ( 1839 ) beraber girmeye başlamıştır . Tanzimat Fermanı ile esas itibariyle , Osmanlı devleti , sivil hukukta Batının liberal esaslarına çok yaklaşmış; islam hukukundan uzaklaşmıştı . Şöyleki söz konusu Ferman ile devletin tüm uyruklarının , dinleri , mezhepleri , ırkları ne olursa olsun kanun önünde hak ve mükellefiyetleri bakımından eşit tutulacağı kabul edilmişti . Ekonomik alanda Tanzimattan sonraki dönemde genel olarak devletçi bir politika izlenmiştir . Ticaret alanında serbest ticaret ilkesi benimsenmekle birlikte , sanayi alanında devlet eliyle sanayileşme politikası izlenmiştir . Bu başarılı olmayınca yeni devlet eliyle bir burjuva yaratma çabalarına girişilmiştir . Fakat bu çabalar da sonuçsuz kalmıştır . Cumhuriyet dönemi de dahil , Türkiye de esas itibariyle Özal'a kadar devletçi müdahaleci bir iktisat politikası hakim olmuştur . Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ( 1924 ) ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları ( 1930 ) kurulmuştur . Bu partiler esas itibariyle liberal demokratik partidir . Fakat ömürleri uzun sürmemiş kapatılmıştır . 1950-60 döneminde Demokratik parti ile birlikte liberal ilkeler gün yüzüne çıkabilmiş fakat 27 Mayıs darbesi ile bu kıpırdama bastırılmıştır . Buraya kadar olan bölümü söyle toparlarsak liberalizmin tarihi talihsiz bir tarih olmaktan kurtulamamıştır . Osmanlı'dan başlarsak , Prens Sebahattin'in Hürriyet ve İtilaf Fırkasının liberal fikirleri , İttihak ve Terakkinin despotik idaresi altında hayat hakkı bulamamıştır . Cumhuriyet dönemibde liberalizmde , sozyalizm de düşman ilan edilmiştir . Liberal Cavit Bey idam edilmiş , komünist Mustafa Suphi , Trabzon açıklarında boğdurulmuştur . Half Fırkasından sonra kurulan ilk Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası esas itibariyle liberal demokratik bir partiydi . Fakat bu partinin ömrü uzun sürmedi , parti kapatıldı . Mensuplarına siyasal hayat yasaklandı . Ülkede devletçi bir yapıda tek parti dönemi hakim oldu . Bundan sonra Özal dönemine kadar başarılı bir liberal ekonomiye geçiş yapılamadı . 25 Liberalizm ve özgürlük Liberal felsefenin ideolojisi özgürlüktür, başka bir deyimle liberalizm özgürlüğü ideolojileştirerek kendine varlık alanı bulur. Bu, liberallerin özgürlüğü üç alanda temellük etmesi gibi garip bir duruma yol açıyor. 1) Dine ve Tanrı'ya karşı özgürlük. Bu çerçevede Tanrı'ya ve imana (Hıristiyan dogmaya ve bazılarının dogma ile aynı şey saydığı İslami nassa) karşı bireysel aklın özgürleştirilmesini savunur. Nihayetinde ilk liberallerin meşhur sloganlarından biri "ne Tanrı ne efendi"ydi, her ikisinin de otoritesini reddediyorlardı. 2) Sosyo-politik muhtevasıyla liberallerin özgürlüğü, mutlakıyetçi idareye ve aristokrasiye karşı sınıfsal bir özgürlüktür. Bu, burjuvazinin özgürlük talebidir. 3) Nefsin istek ve tutkularını, bedenin zevklerini kısıtlayan her engele karşı serbestlik. İslam'ın özgürlük telakkisi farklıdır. 1) İnsanlar özgür doğar. Hz. Ömer şöyle diyordu: "Annelerin hür doğurduğu insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?" Bu, toplumsal statüyle ilgili özgürlük tanımıdır. 2) Fakihlerin kabul ettiği özgürlük. Dinî hayatın yaşanması, dinî tebliğin yapılması önündeki engellerin ortadan kaldırılması. Cihadın tarifi budur: İnsan ile İslam arsındaki engellerin ortadan kaldırılması için kişinin var gücüyle harcadığı çabadır. Bu çabayı bedeni bir faaliyet olarak yapabiliriz (savaş, yani cihad), içtihat olarak yapabiliriz (fıkıh), nefsin mücahedesi olarak yapabiliriz (tasavvuf); entelektüel bir ceht ve çaba olarak yapabiliriz (kelam ve düşünce) faaliyeti olur. 3) Sufilerin kabul ettiği özgürlük. Bedende, dünyevi tabiatımızda hapsolmuş olan ruhun tekrar asıl yurduna, Allah'a kavuşması çabası demek olan ruhun özgürlüğü. Bu tanımlardan bakıldığında İslam'da özgürlük Allah'a kulluk yapmak üzere engelsiz bir ortamın, sosyal, politik, ekonomik, maddi ve kültürel dünyanın tesis edilmesi çabasıdır. Liberal özgürlük ise insanın kul olmaktan çıkarılması çabası ve talebidir. Özgürlüğün temellük edilmesi, özgürlük tanımının ve muhtevasının sadece ve sadece liberal felsefenin işaret ettiği kavramsal çerçeve içinde kalınarak yapılması, diğer referans çerçevelerine ait özgürlük tanımlarının kale alınmaması demektir. Oysa farklı irfan ve felsefe havzaları birden fazladır ve her birinin farklı insan tanımı ve algısı olduğu gibi, farklı özgürlük tanımı ve algısı vardır. Bizim yukarıda özgürlüğü İslam bakış açısından üç ayrı düzeyde ele alışımız, politik, ekonomik, ahlaki ve sosyal hayatın tanziminde insanın ve farklı toplulukların özgürlüklerine ilişkin farklı algılara sahip olduğumuz anlamına gelir. Mesela düşünce ve düşüncenin ifade edilmesi açısından bakıldığında İslam, tam özgürlükçü bir karaktere sahiptir. Ebussud Efendi'ye, "Bir gayrimüslim kendi inancını açıklarken Müslümanların kutsal saydığı değerlere dil uzatırsa, onları küçültücü ifadeler kullanırsa, ona ne lazım gelir?" diye sorulur. Şeyhülislam'ın verdiği cevap şu olur: "Bir şey lazım gelmez. Amacı İslam'ı küçültmek değil, kendi inancını (ve belki şakilesini) ortaya koymaktır." (Not: Bu fetvayı son zamanlarda bizim kesimin severek okuduğu bir gazetede vahy ve vahy meleği hakkında çıkan yakışıksız yazılar için de bir kıstas olarak alabiliriz.) Demek ki, liberalizmi salt bir teknik olarak ele almak gerekirse, düşünce ve ifade özgürlüğü tam olmalıdır. İktisadi hayatta teşebbüs özgürlüğünün sağlanması gerektiği açıktır. Ama devlet bir yandan orta sınıfların iktisadi gelişmesi için teşebbüs özgürlüğünü korurken, diğer yandan servetin belli ellerde toplanmaması ve zayıfların korunması için de gerekli tedbirler alabilir, almalıdır. Bu komünist rejimlerdeki gibi planlı ve müdahaleci ekonomi modelini benimsemek anlamına gelmez. Ahlaki alanda sınırsız özgürlük İslam'a yabancıdır. Toplumdaki farklı din ve inançlardaki insanların "ma'ruf ve münker"le ilgili ortak telakki ve kabulleri sosyo-politik hayatın temeli olmak durumundadır. [email protected] EGOİZM ( BENCİLLİK) 26 Alm. Egoismus(m), Fr. Egoisme (m), İng. Egoism. Psikoanaliz teorisine göre “ben” veya Latince “ego”, zihnin dış dünya ile temasta bulunan kısmı. Her şeyi kendine mal eden, yalnız kendi çıkar ve menfaatini gözetip düşünen kimseler için kullanılır. Günümüzde buna, kendini düşünme olarak anlam verilmektedir. Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de, eski Yunan’dan başlayarak bunu müdafaa eden bir grup ve felsefik ekol daima mevcut olmuştur. Mesela, eski Yunan felsefecilerinin bazıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendi mutluluğunu aramasını öngörmüş ve bu suretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddia etmiştir. Egoizmi tamamen saf bir şekilde ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek mümkündür. Diğer bütün hallerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve isteklerinin etkisi altında ve bunlarla perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir çeşidi biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur eder. Mesela, toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan bazıları bu gruptandır. Egoizm genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. En basit karşılığı "bencillik" olsa da, genel olarak egoizme üç farklı felsefi açıdan yaklaşılır: Psikolojik egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarları için hareket ettiği savunan doktrin, Etiksel (ahlaki) egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi yapmalarının doğru olduğunu savunan doktrin, Rasyonel egoizm: İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel olduğunu savunan doktrin. Temsilcisi Thomas Hobbes’tır. Ona göre birey “ben sevgisiyle” yani daima ve öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı bireyin kendi hayatını koruması ve sürdürülebilmesidir. Ahlaklılık, kişinin kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasının bir biçimidir. Bireyin eylemlerine, iyi ve kötü diyen yine bireyin kendisidir. Birey daima yararına, çıkarına uygun olanı yapar. Her insanın çıkarı bir olamaz, bu yüzden evren ahlak yasası olamaz. EGOİZM VE İSLAM DİNİ Egoizm, her dinde ve inanç sisteminde kötülenmiştir. Özellikle İslam dininde üzerinde çok durulmuş ve insanlar egoist olmamaları için ikaz edilmişlerdir. İslam dininde insan, insanın yapısı, ihtiyaçlarının temini, arzu ve isteklerin tatmini, beşeri münasebetlerin ve cemiyet hayatının organizasyonuna ait bildirilenler, dinin temel hükümlerinden olan emirler ve yasaklar, egoizme fırsat vermeyecek bir mükemmellik gösterir. Bu bildirilenler ve hükümler, medeni bir hayat yaşamak için birbirlerine muhtaç olarak ve çeşitli ihtiyaçlar içinde yaratılmış olan insanı kendi hakkına razı ve diğer insanların haklarına saygılı olmaya sevk eder. Böylece her hususta adil olmak ve adaletten ayrılmamak düsturuna sahib olan bir insan ve cemiyette egoizm kendiliğinden yok edilmiş olur. Bundan başka ve daha fazla olarak her insanın hak sahipleri ve muhtaçlara haklarından biraz daha fazlasını vermesi tavsiye ve telkin edilir. Böyle yaparlarsa kendilerine ihsan sahibi ve yaptıklarına da ihsan adı verilerek Allahü Teala tarafından beğenildikleri bildirilir. Bütün bunlardan daha ileri olarak kendi ihtiyacı olan şeyi muhtaç olan din kardeşine vermeye de “isar” denilir. isar sahipleri yüksek bir ahlak ve faziletin timsali olarak gösterilir. İslam dininin temel kitaplarında ve ahlak kitaplarında yer alan egoizmi yasaklayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevabı verilir. Kendi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kimsenin imanı kamil olmaz. Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan değildir... Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulmedenleri affet! 27 Evinizde pişen yemekten, komşunuzun hakkını veriniz! Sıkıntıya düşen komşusuna yardım eden, sıkıntısını gideren kimseye, Allahü Teâlâ kıyâmet günü kıymetli elbise giydirecektir. İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir. O, Kur’ân-ı Kerim’deki emanet hakikatinin pek çok yönlerinden birinin de “ene=ego” olduğunu ifade sadedinde; “ene”nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre “ene”nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut’lar, Şeddad’lar, Firavun’lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismânî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir. Nübüvvet cereyanına gelince o, “kuvve-i akliye” dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; “kuvve-i dâfia” dalında âdil hakimleri, melek gibi melikleri semere vermiş; “kuvve-i câzibe” dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla “ene”nin bir kulluk unvanı ve esrâr-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede “ene” kendini bir abd bilir, Yaratan’ın hizmetinde olduğunu düşünür; O’na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O’nu hoşnut etme arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalâa edenler, dolayısıyla da, Hakk’a kul olacaklarına değişik mâlihulyalara dalarak cismânî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar, “ene”deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk’ın inayet gölgesinde O’nun rıza ufkuna doğru… “Ene”nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe “egoizm” de dediğimiz “enâniyet”, kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer –üzerinde durulabilir– hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve “onlar” dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her mel’aneti irtikâp eder. Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta kendine “gaye insan” nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve “ben” merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da muzaaf enâniyet anlamında “egosantrizm” sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd 28 etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemâdi hır-gür çıkarırlar. BENCİLİN HİKÂYESİ "Bencil”, "yalnız " olarak doğmuştu. Çok büyük sıkıntıları vardı yaşama gözlerini açarken. Aç, güçsüz ve çaresizdi. Lakin bunu anlatacak çok güçlü bir silahı vardı Elinde " Gözyaşları" Sadece kendini düşünmeliydi çünkü sadece o vardı ve tek başına idi. Derken önce "Şefkat " daha sonra da " Sevgi" ile tanıştı. Onu hemen kollarına almışlar, giydirip ısıtmışlar, karnını doyurmuşlar, şarkılar söyleyip uyutmuşlardı. Onun bütün kaprislerine içten bir sıcaklıkla göğüs geriyordu onlar. Birde kalplerindeki en güzel duygularla sarıp sarmalıyorlardı onu büyürken "Bencil " şımarıktı. Onu dizginleyip uslandırmak oldukça güçtü. Bu yüzden bir süre sonra "Eğitim" devreye girdi. "Bencil" oldukça asi idi. bir süre dirense de "Eğitimin " tatlı dili ve nezaketi onu gitgide eğitime doğru çekti. Ama gene de bencil ara sıra ortadan kaybolup "Oyun " denen eğlenceye kendini atıyordu artık ona benzeyen diğer " Benciller " de tanışıp arkadaşlık etmeye başlamıştı. küçük "Bencil "Diğer bencillerle zaman geçirdikçe birlikte "neşe " yi ve "Paylaşma " yı tanımaları fazla zaman almadı böylece. Aradan yıllar geçtikçe eğitimle daha sıkı fıkı oldular." Bencil sevgi şefkat eğitim ve paylaşımın arasında büyümeye devam ediyordu. Onlarsa aralarında hep "mutluluk " denen birinden bahsediyorlardı. Dayanamadı bir gün sordu eğitime : "Ne idi mutluluk" "Mutluluk senin içinde" dedi. "Yeter ki onu hisset. Öyle bir hisset ki çevrendekilere de yayılsın." Yalnız unutma onu korumak biraz da senin elinde. Mutluluk birazda çaba ve özveri ister. Ama inan "Bencil" bu hepsine değer. Bencil o anda içinde "mutluluğu " hissetti. Sımsıcaktı ve hiç de sandığı kadar uzakta da değildi. Mutluluk kendi içinde ve yanı başında idi. Başından beri hep tek başına olduğunu sanıyordu ama aslında hiç yalnız değildi. Özellikle Sevgi ve şefkat onu hiç bir zaman. Yalnız bırakmamış her zaman destek olmuşlardı. Gözleri yaşardı "Bencilin" Nasıl olup da bunları şimdiye kadar bunları düşünememişti. Şimdi sevgi ve şefkati içinde ta derinden hissediyordu. Öyle güzel bir duygu idi ki bu… Daha sonra diğer bencilleri ve paylaştıklarını düşündü. Neşelenmişti işte o an eğitimle göz göze geldiler. Eğitim ona gülümseyerek dedi ki "Artık senin benimle bu en son günün " Bencil ağlamaklı oldu birden ne kadar da alışmıştı ki ona… " Bencil her şey için teşekkür ederim, eğitimini başarıyla tamamladın. Sen tanıdığım en başarılı öğrencimdin. Keşke herkes senin gibi olsa idi Bundan sonra seni YAŞAMIN kollarına atıyorum artık sana "İNSAN" diyeceğiz. İNSAN hiç bir zaman eğitimi ve onun ona verdiklerini unutmadı. Yaşama koştu ve ona kucak açtı artık aldıklarını tek tek Yaşama verme zamanı gelmişti Artık paylaşma zamanı idi Sevgi ve şefkat ise onunla birlikte mutlulukla yaşamdaki diğer İNSANLARA gülümsüyordu. VAROLUŞÇULUK Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) bireyin deneyimini, ve bu deneyimin tekilliğini ve biricikliğini insan doğasını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Bu akım insan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu öne sürer. Gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. İnsan erdemlerini kendi yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. İnsan ancak elinden geleni yapabilir ama, yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. Her şey bir seçiş meselesidir ve her seçişin bir sebebi vardır. Peki bu sebep duygularımızdan mı doğmaktadır ? Hayır diyor varoluşçular. Zira harekete geçmemiş duygu hiçbir şey değildir. 29 Duygu insana doğru yolu göstermez. Varoluşçuluk "özgürsünüz, yolunuzu kendiniz seçin" demektedir. Bir insan için toplumda değişmeyen bir zorunluluk varsa o da şudur: Dünyada yaşamak, bir iş görmek, başkaları arasından bulunmak, ölümlü olmak… İlk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmış (1927), İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız düşünür ve romancı Sartre'nin benimsemesi ve edebiyata uygulaması ile bütün dünyada yaygınlaşmıştır. Genel Anlamda Varoluşçuluk Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve Sören Aabye Kierkegaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir: 1 Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir varlığın tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh olarak varolduğunu öne süren idealizme karşı çıkar. 2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar. 3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü kendisinin belirleyeceğini öne sürer. Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir. 4) . Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini; hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler. 5) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer. 6) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur. "Varoluş özden önce gelir" önermesi "Varoluş özden önce gelir." önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu, bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olarak görülmüştür. Kişinin varoluşu dışında gelişen bireysel yapı "o" ile ifade edilmektedir. Bu durumda diğerlik ifade eden bu yapı; bağımsız edimler ve sorumluluk bilincini kapsayarak varoluş olarak tanımlanmaktadır. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görmektedir. İşte bu yapının içindeki dışa vurulamayan temel, "öz"ü oluşturmaktadır. Bireyin yaşantısının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği "gerçek öz"ü oluşturmaktadır. Bunun yerine keyfiyet addedilen öz, "onun" tabiriyle diğer 30 tanımlamalarda kullanılmıştır. Böylece insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya irade koyan bir üçüncü kişi olarak algılanmıştır Varoluşçuluk ve Din Çağımızda hem Batıda hem Müslüman ülkelerde etkili olmuş felsefi akımlardan birisi, belki de önde geleni, değişik biçimleriyle varoluşçuluktur. Bu akımın temsilcileri arasında Kierkegaar, (1813-1855) Jaspers (1883-1869) ve Marcel (1884-1973) gibi Allah’a inanlar olmakla beraber, Heidegger, Sartre, Camus (19131960) gibi ateistler de bulunmaktadır. Bu nedenle aralarında varoluşçuluğun ne olduğu veya olmadığı ile ilgili olarak da tam bir bütünlük olmasa da, özellikle ateist ve nihilist varoluşçuluk anlayışının 20. yüzyılda daha çok etkili olduğu görülmektedir. Günümüzde bu etkiler farklı şekilde devam etmektedir. Bu etkinin farkında olan John F. Whealon’un kanaati “düşünen her erkek ve kadın[ın] varoluşçuluğun ortaya koyduğu sorunlarla yüzleşmeden bir hayat felsefesi geliştiremeyeceği” yönündedir. Dahası aynı yazara göre “çağdaş varoluşçuluğun ortaya koyduğu Saçmalık (Absurd) sorunuyla hesaplaşmadıkça tatmin edici bir kelam ortaya koymak mümkün değildir.” 19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda gelişen pozitivist bilim anlayışı ile varoluşçu nihilist felsefe akımlarının şekillendirdiği bu yeni yaşam tarzında geleneksel manevi ve ahlaki değerlerin yeri yoktur. Dini, geleneksel ve dogmatik olarak nitelenen tüm değerlerin yerini bilim almıştır.Aslında kainatın ve kainattaki tek tek şeylerin hiçbir anlamı yoktur. İnsan bu anlamsız dünyada tamamen bir yabancıdır. İnsan kendi iradesi dışında bu saçma ve düşman dünyaya terkedilmiş, daha doğrusu fırlatılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da bu dünyadaki konumu bir yabancının konumudur. Bu anlayışa göre ” insanın karşısında artık ona yol gösteren Tanrı yoktur, sağlam değerler, gerçeklikler yoktur; dünya anlaşılmaz ve ona yabancıdır. İnsan hiçbir şeyin karşısındadır, hiçliğin.” Heidegger’in ifadesiyle, “bizler bize acımayan ve aldırmayan bir dünyaya atıldığını tecrübe eden varlıklardan başka bir şey değiliz.” Böylece her tür aşkın ve moral temellendirmenin ve değerin varlığının ve etkinliğinin ret edildiği, saçma (absurd) ve anlamsız bir dünyada tek değer merkezi olarak insanın kendi varlığı, daha doğrusu varoluşu görülmüştür. Özet:İnsanın kendi değerlerini kendinin oluşturabileceğini; geleceğini yine kendisinin kurabileceğini savunan bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın yaşamını kendisinin kurması açısından özgür olduğunu savunur. İnsan özgürdür. Hem sadece özgür de değildir, özgür olmak zorundadır. Çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur. Genel Anlamda Varoluşçuluk Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve Sören Aabye Kierkegaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir: 1) Varoluşçuluk, her şeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir varlığın tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh olarak varolduğunu öne süren idealizme karşı çıkar. 2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkar. 3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, 31 varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü kendisinin belirleyeceğini öne sürer. Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir. 4) . Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini; hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler. 5) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer. 6) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur. "Varoluş özden önce gelir" önermesi "Varoluş özden önce gelir." önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturur. Bu, bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olarak görülmüştür. Kişinin varoluşu dışında gelişen bireysel yapı "o" ile ifade edilmektedir. Bu durumda diğerlik ifade eden bu yapı; bağımsız edimler ve sorumluluk bilincini kapsayarak varoluş olarak tanımlanmaktadır. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görmektedir. İşte bu yapının içindeki dışa vurulamayan temel, "öz"ü oluşturmaktadır. Bireyin yaşantısının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği "gerçek öz"ü oluşturmaktadır. Bunun yerine keyfiyet addedilen öz, "onun" tabiriyle diğer tanımlamalarda kullanılmıştır. Böylece insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya irade koyan bir üçüncü kişi olarak algılanmıştır Varoluşçuluk ve Din Çağımızda hem Batıda hem Müslüman ülkelerde etkili olmuş felsefi akımlardan birisi, belki de önde geleni, değişik biçimleriyle varoluşçuluktur. Bu akımın temsilcileri arasında Kierkegaar, (1813-1855) Jaspers (1883-1869) ve Marcel (1884-1973) gibi Allah’a inanlar olmakla beraber, Heidegger, Sartre, Camus (19131960) gibi ateistler de bulunmaktadır. Bu nedenle aralarında varoluşçuluğun ne olduğu veya olmadığı ile ilgili olarak da tam bir bütünlük olmasa da, özellikle ateist ve nihilist varoluşçuluk anlayışının 20. yüzyılda daha çok etkili olduğu görülmektedir. Günümüzde bu etkiler farklı şekilde devam etmektedir. Bu etkinin farkında olan John F. Whealon’un kanaati “düşünen her erkek ve kadın[ın] varoluşçuluğun ortaya koyduğu sorunlarla yüzleşmeden bir hayat felsefesi geliştiremeyeceği” yönündedir. Dahası aynı yazara göre “çağdaş varoluşçuluğun ortaya koyduğu Saçmalık (Absurd) sorunuyla hesaplaşmadıkça tatmin edici bir kelam ortaya koymak mümkün değildir.” 19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda gelişen pozitivist bilim anlayışı ile varoluşçu nihilist felsefe akımlarının şekillendirdiği bu yeni yaşam tarzında geleneksel manevi ve ahlaki değerlerin yeri yoktur. Dini, geleneksel ve dogmatik olarak nitelenen tüm değerlerin yerini bilim almıştır.Aslında kainatın ve kainattaki tek tek şeylerin hiçbir anlamı yoktur. İnsan bu anlamsız dünyada tamamen bir yabancıdır. İnsan kendi iradesi dışında bu saçma ve düşman dünyaya terkedilmiş, daha doğrusu fırlatılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da bu dünyadaki konumu bir yabancının konumudur. 32 Bu anlayışa göre ” insanın karşısında artık ona yol gösteren Tanrı yoktur, sağlam değerler, gerçeklikler yoktur; dünya anlaşılmaz ve ona yabancıdır. İnsan hiçbir şeyin karşısındadır, hiçliğin.” Heidegger’in ifadesiyle, “bizler bize acımayan ve aldırmayan bir dünyaya atıldığını tecrübe eden varlıklardan başka bir şey değiliz.” Böylece her tür aşkın ve moral temellendirmenin ve değerin varlığının ve etkinliğinin ret edildiği, saçma (absurd) ve anlamsız bir dünyada tek değer merkezi olarak insanın kendi varlığı, daha doğrusu varoluşu görülmüştür. KAPİTALİZM Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bu araçların onlara sahip olmayan emekçiler tarafından işletilmesine dayanan bir insan toplumunun hukuksal statüsü ; özel girişim ve piyasa serbestliğine dayanan üretim sistemi , esas olarak büyük çapta gelişmiş teknik sermayeye va mali sermayenin egemenliğine dayanan iktisadi sistem. Marx çı terminolojide, temel emekçilerin , üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar tarafından sömürülmesi yoluyla sistemli bir biçimde artı değer elde edilmesine bu artı değerin önemli bir bölümünün ek sermaye haline getirilerek yeni bir artıdeğere dönüştürülmesine dayanan iç çelişkilerden dolayı yıkılmaya mahkum siyasi , iktisadi ve toplumsal rejim. Verimlilik üzerine yoğunlaştığı için , sürekli gelişme ortamı yaratabilen , fakat , adalet kavramını yok saydığı içinde insanların tepkisini fazlasıyla çeken sistem. KAPİTALİZMİN DOĞUŞU: 500yıl kadar önce Batı Avrupa'da ortaya çıktı. Kesin bir doğum tarihi koymak mümkün değil. Sanayi devrimi ile doğmuştur diyebiliriz. Çürüyen Avrupa feodalizminin içinde toprak sahibi sınıfın egemen olduğu bir toplumda değişim için bastıran güçlerin ittirmesiyle ekonomik bir sistem olarak büyüdü. Yeni kapitalist toplumun farkını sadece ticaret , olarak görmek doğru değil. Çünkü ticaret hep vardı. Kapitalizmin gelişimi için bir şey daha zorunluydu. Kar ve piyasa ilişkileri toplumsal yaşamın merkezine yerleşti ve üretim sürecinin kendisi rekabete dayalı sermaye yatırımları ve emeğin kar amacıyla istihdamı etrafında belirlenir hale geldi. Kapital (sermaye) sözcüğünün tanımladığı şey kapitalizmin merkezi olan yanıdır. 1500 yıllarında dünyanın birçok yerinde böylesi bir sistemin bazı unsurlarının yaşama geçmeye çalıştığını görüyoruz. Ancak ilk çıkışı Batı Avrupa'da gerçekleşti. Bunun bir nedeni bu bölgenin dünyanın daha geri kalmış ve Büyük Ortadoğu , Hindistan ve Çin İmparatorluklarına göre daha az denetim ve kontrol altında olmasıydı. Sanayi Devrimi sonrası , 18. yüzyılda kapitalizm tüm kapasitesiyle çalışmaya başladı. Dönüştürme gücü arttı ve hızlandı. Kapitalizm 20. yüzyıla kadar bütün dünyayı kuşattı , dokunmadık yer bırakmadı. KAPİTALİZMİN AMAÇLARI VE ÖZELLİKLERİ : Kapitalist rejimde iktisadi etkinliğin temel amacı kar elde etmektir. Ama kar elde etmenin karşılığında girişimin başarısızlığa uğraması tehlikesi vardır. Modern kapitalizmin ayırıcı özelliği , kar dışında ayırıcı belli bir güvenlik araması ve yeterince büyüdüğü zaman da güç sahibi olmak istemesidir. Klasik kapitalizm , merkezi olmayan bir ekonomi tipine tekabül eder. Bu tip ekonomide üretimle tüketim arasındaki iktisadi denge , en yüksek karı elde etmeye yönelik bir iktisadi hesaba göre hareket eden işletmelerle tüketicilerin , arz ve talep yasası tarafından yönetilen bir rekabet piyasasında , hiçbir kısaltmaya uğramayan özgür davranışlarından doğar. Bu sistemin temellerini oluşturan iktisadi mekanizmaların aksamasını önlemek amacıyla devletin ara sıra müdahalede bulunması gerekir. Başlangıçta kapitalizm esas olarak ticari bir nitelik taşıyordu ve çoğu kez kurallara bağlıydı. XIX. yüzyılda en önemli kişisi girişimci olan sınai ve liberal kapitalizm ortaya çıktı. XIX. yüzyıl sonlarından bu yana bireylerin yerini grupların aldığı görüldü. Anonim şirketler , üretim araçlarının büyük çapta merkezleşmesine yol açtı. Rekabeti sınırlamak amacıyla 33 üreticiler arsında antlaşmalar yapıldı. Girişimci artık en önemli kişi olmaktan çıktı ve onun yerini maliyeci aldı. Böylece modern kapitalizm doğdu. Bu sistemin temel özellikleri şunlardır : a) Teknik sermayelerin önemi ve mali sermayenin egemenliği , b)Ücretlilerle işverenlerin , birbirleriyle mücadele eden güçlü sendikalar kurmaları. MARX VE KAPİTALİZM : Marx , 1849 yılında Londra'da ölene kadar tarihin , devindirici gücünü , işlerinden başka bir şeye sahip olmayanlar ve onları çalıştıranlar arasındaki uyuşmazlıklardan aldığını açıkladığı 'Kapital' adlı eseri üzerine çalıştı. Marx kapitalizmi inceledi ve bir işçinin üretiminin , aldığı ücretten daha değerli olduğunu fark etti. Aralarında bulunan ve Marx'ın artıkdeğer olarak adlandırdığı fark, patronların daha çok üretmek için yeniden çalıştırdığı kardı. Burjuvazinin çıkar yarışı-kapitalizmin temeli-bir devrimde kapitalistlerinmezarcısı' olacak , daha kalabalık ve daha organize bir proletaryanın doğmasına neden oluyordu. Tarihi çağında kapitalizmi , üretim araçları ortaklaşıldığından dolayı kardan herkesin yaralandığı komünizm izleyecekti. DARWİN VE KAPİTALİZM : Kapitalizm terimi , sermayenin egemenliğini öngören , serbest , sınırsız , mutlak ve toplumun bu kriterler içinde kıyasıya bir rekabet içinde olduğu ekonomik bir sistemi ifade eder. 'Kapitalist toplum' ise , bireylerin son derece çetin ve acımasız bir şekilde birbirleriyle rekabet ettikleri bir arenadır.Bu , aynı Darwin'in tarifini yaptığı , sermayeye sahip olanların yaşayabildikleri , güçsüz ve zayıfların ise ezilerek yok oldukları , acımasızlığın hüküm sürdüğü bir arenadır. Darwin'in prensiplerini sosyal yaşama tanıtan ve Sosyal Darwinizm'in başlıca temsilcilerinden Herbert Spencer'a göre ise , eğer bir insan fakirse bu onun hatasıdır ; hiç kimse onun yükselmesi için yardım etmemelidir. Eğer bir insan zenginse , bunu ahlaksızlıkla kazanmış olsa bile bu , onun becerisidir. Bu nedenle , fakir biri ortadan silinirken zengin biri varlığını sürdürür. İşte bu görüş , günümüzde toplumların hemen hemen tamamına ait bir görüştür ve Darwinist-kapitalist ahlakın bir özeti niteliğindedir. KAPİTALİST EKONOMİ NASIL İŞLER ? İçinde yaşadığımız sistem zengini daha zengin , fakiri de daha fakir yapıyor . Dünyadaki üretim kapasitesi ve zenginlik artmasına rağmen sokaklarda yaşayan çocukların , işçilerin , yoksulların sayısı azalmıyor , aksine artıyor . Yani toplum olarak daha çok üretmemize karşın daha çok yoksullaşıyoruz . Bu gün toplam üretim 1960’lara göre 8 kat daha büyük . Ancak üretimdeki bu artış ne yazık ki çok adaletsiz paylaşılmakta . 1950’lerde dünya nüfusunun en zengin 20’lik kesimi toplam gelirin yüzde 30’unu alırken bu gün bu kesimin payı yüzde 60’ı geçti . Küçük bir azınlık gittikçe zenginleşirken çalışanlar daha fazla yoksullaşmakta , hayatlarımız bu adaletsizlik yüzünden daha da çekilmez hale gelmekte . İnsanlık bu kadar yüksek bir teknoloji ve zenginliğe sahipken hala her yıl yaklaşık 30 milyon kişi açlık nedeniyle ölüyor . Türkiye’de her 10 bin kişiye 1 sağlık ocağı düşerken 2 tank düşüyor . Bu işleyiş kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır . Çünkü kapitalizmde öncelik insan değil kardır . Hiçbir girişimci şunları düşünerek fırın açmaz : ‘ Elimde epeyce bir sermaye var . Bari ben bu sermayeyi bir fırın açmak için kullanıyım .Böylece insanlar rahat rahat karnını doyurur . ‘ Yatırım yapacak bir girişimcinin kafasında öncelikle kar vardır . Şöyle düşünür : ‘ Elimdeki bu sermayeyi nasıl kullanırsam kar eder , daha fazla sermaye sahibi olurum ? ‘ Girişimci , eğer ekmek üretmek kar getirecekse fırın açar , aksi halde açmaz . Ekmeğe ihtiyaç olup olmaması girişimcinin yatırım kararında belirleyici olmaz . Üretimde 34 kar olgusunun varlığı kapitalist ekonominin tıkanmasına , sistemin insanların ihtiyaçlarına yanıt vermemesine neden olur . Kapitalizm Windows işletim sistemine çok benzer , başlıca amaçları hata vermek , diğer sistemleri yoketmek , sık sık kilitleni kriz yaratmaktır . Eninde sonunda mutlaka çökerek yenisiyle değiştirilerek hayatına devam edebilir . MATERYALİZM NEDİR? İnsan bilinci de dahil olmak üzere evrende varlığını sürüden her şeyin safi maddeden ibaret olduğunu savunan materyalizm, evrendeki tüm ilişkilerin maddesel nedenlerden kaynaklandığını savunan bir felsefi düşüncedir. Türkçede maddecilik ve özdekçilik olarak da tanımlanan materyalist düşünce, evrende görünür düzeyde olay tüm varlıkların maddesel etkileşim sonucunda ortaya çıktını ileri sürmektedir. Metafizikle ilgili kavramların da ötesinde metafiziğin kendisini kabul etmeyen materyalizm, maddeyi varlığın temeli olarak kabul eder. MATERYALİZMİN BAZI TEMEL İDDİALARI 1. Evrenin hacim olarak “sonsuz” olduğu ve sonsuzdan beri var olduğu, dolayısıyla maddenin yaratılmadığı ispatlanmış bir gerçek gibi sunuluyordu. 2. Maddenin ve zamanın birer “mutlak” kavram oldukları, yani hep var olan, değişmeyen, sabit kalan esaslar oldukları savunuluyordu. 3. İnsan zihninin yine sadece maddesel faktörlerle açıklanabileceği, insanın madde-ötesi bir ruha sahip olmadığı öne sürülüyor, bütün zihinsel fonksiyonların maddeye indirgenebileceği iddia ediliyordu. 20. yy.ın ortalarından sonra icat edilen bilgisayar, materyalistlerin aklın kendisinin beyin dokusu içinde elektrik bağlantıları yoluyla ve maddenin terimleri ile açıklanabileceği düşüncesini desteklemiştir. İki asır önce yaşayan Auguste Comte’un iddiasına göre bilim, “ilkel” ve “metafizik teşebbüsler” diye nitelendirilen dinin yerini alacak “pozitif’ bilgiyi temin edecekti. Comte’un pozitif dîye vasıflandırdığı bilgi deney ve gözlemlere dayanan sistematik bilgi idi. Burada gözleme dayanmayan, maddi deneylerle ispat edilemeyen spekülasyonlara yer yoktu. Pozitivistler daha da ileri giderek felseelerini bir din olarak takdim ettiler, hatta Avrupa’da insanlık dini (Religion of Humanity) kilisesi bile kurulmuştu. Gerçi bu felsefenin yanlışları daha 20. MATERYALİZMİN MÜSLÜMANLARA YANSIMALARI Batının pozitif bilimlerinin teknolojik yansımaları karşısında acze düşmüş İslam Dünyasında, materyalist eğilimler güçlenmiş, hemen her alanda bir yılgınlık hali kendisini göstermiştir. Ünlü filozof İbni Haldun’un da tespit ettiği, psikolojinin genel bir kuralı, bir kez daha doğrulanmıştır; “yenilenler, yenenleri taklit eder.” Bu devirde ulema katında da genel olarak bir teslimiyetçi, karamsar, özür dileyici tavır egemen olmuştur. Kendilerini tutsak eden bu teknolojik gelişmenin felsefi dayanağı pozitivizmin sıkıştırmasıyla Müslüman ulema, ekseriya Batı Medeniyeti ile giriştiği hesaplaşma sürecinde tuhaf bükülmeler yaşamıştır. Mesela, Hint düşünürü Seyyid Ahmed Han, Kur’an’ın pozitivist tarzda yeniden yorumlanmasını isterken, Cemaleddin Efgani’nin zeki takipçilerinden Muhammed Abduh bilimsellik uğruna Kur’an ayetlerinden olmayacak anlamlar çıkarabilmiştir. O kadar ki Abduh, “cin”lere bilimsel bir izah getirmek için, onların daha önce görünmeyen varlıklar olduğunu fakat şimdi mikroskobun bulunuşundan sonra gözlenebildiklerini söyleyerek, cinlerin mikroplar olduğunu ileri sürmüştü.1 Kısaca, genel problem şuydu: İslam’ı günümüz anlayışına uygun anlatmak isteyen pek çok düşünür, moda olmuş birtakım ideolojilere ve fikirlere kapılmışlardı. Bu, tam bir parçalanma haliydi. Benzer bir kaos, tüm İslam tarihinde iki defa daha yaşanmıştı. Birincisi, 8. yüzyılda tercüme faaliyetleriyle Antik Yunan düşüncesinin İslam dünyasına aktarılmasından sonra akıl ve gönül çelici, mantık, hesap, hendese ve siyasetle ilgili görüşlerle tanışan İslam dünyası, bambaşka bir dünyanın 35 “veri”leriniKur’an, hadis, sünnet gibi vahiy ve ona dayalı kaynaklarla yorumlama/tevil krizine düşmüştü. Sorular: 1:materyalizm nedir? 2:materyalizmin bazı temel iddiaları nelerdir? 3:materyalizmin Müslümanlara yansımaları nasıl olmuştur? HÜMANİZM Hümanizm insancılık demektir; "insan-merkezcillik"tir. Herşeyin merkezine insanı almaktadır. İnsandan daha üstün bir varlığın olduğunu kabul etmez. Her şeyin insan aklıyla mümkün olduğunu savunur. Tanrı-merkezcillik geri plana atılır ve bir anlamda reddedilir, insan-merkezcillik esas alınır. HÜMANİZMİN DOĞUŞ SEBEBİ 1. Avrupa’da Ortaçağ sonrasında Reform ve Rönesans hareketleriyle birlikte eski Yunan ve Latin kültürüne dayalı olarak gelişen bir insan, tanrı, dünya ve hayat görüşüdür. 2. ortaçağda Hıristiyanlığın insanlar üzerindeki tanrı adına ortaya koydukları zulüm ve baskılara karşı bir tepki olarak doğmuştur. 3. Ortaçağ Hıristiyanlığı insanı ezen, onun fikir ve sanat üretimine izin vermeyen bir tanrı kavramı sunuyordu. 4. Hıristiyanlık, hayatı, dünyayı, toplumu vahiy adına tanzim ediyordu. Fakat bu gerçek vahiy değil, insan eliyle, papazlar eliyle yeniden şekillenmiş yani beşerîleştirilmiş bir dinin vahyi idi. Sonuç İtibariyle; • Hümanist düşünce, buna tepki olarak tanrıyı yok sayan, reddeden “yüce insan”, hatta “tanrı insan” kavramını getirdi. • Herşeyin merkezine insan konmuş oldu. Herşey sadece “insan içindir”, zihniyeti teşekkül etti. • Hümanizm, bundan böyle hayatı vahiy yerine insan aklının ve onun ürünü olan bilimin tanzim etmesini istedi. • Tanrı yerine İnsanı, • Din yerine bilimi, • Ahiret yerine dünyayı, • Maneviyat yerine maddiyatı koydu. İSLAM DÜNYASINDA HÜMANİZM DÜŞÜNCESİNİN YERİ Dolayısıyla hümanizm, batıda ve bizde dine, tanrıya, maneviyata, ahirete karşı gelişen bir tepki hareketidir. Batı dünyasında kendi tarihsel şartları içinde onlar açısından böyle bir tepki, çıkış noktası olabilir. Ancak İslâm dünyasının tarihsel süreci ve şartları Avrupa’nınkinden farklıdır. İslâm, bozulmamış sahih bir din olduğu için insanı hiçbir zaman ezmedi, baskı altında tutmadı, onun fikir, bilim ve sanat üretmesine engel olmadı, tam tersine imkân sağladı. İnsana “düşman bir tanrı” anlayışı değil, “dost Allah” anlayışını, Allah’ın insana rahmet, lütuf ve yardımı anlayışını getirdi. Sadece maneviyata ve ahirete değil, aynı zamanda maddeye ve dünyaya da önem verdi. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanist içeriğe uygun bir tepki ortaya çıkmadı. Çünkü zemini yoktu. Sonradan zorlamayla ve başka maksatlarla kasıtlı olarak sun’î biçimde propaganda edilmeye, yayılmaya çalışıldı ama tutmadı. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanizm düşüncesi, boşta kalan, zemini olmayan, Batıya özgü bir felsefe ve bir yaklaşım biçimidir. MEVLANA HÜMANİST BİR DÜŞÜNÜR MÜDÜR? Mevlâna’ya yurdumuzda ve yurtdışında hümanist diyen birçok kişi var.. Mevlâna Hümanist Değil, Müslüman Bir Mutasavvıftır. Mevlâna, hümanist bir düşünür olabilir mi? Hemen söyleyelim, hayır. Çünkü Mevlâna, her şeyden önce Müslüman bir Türk şair ve düşünürüdür. Mevlâna, insana değer verirken, insan sevgisini ön plana çıkarırken İslâm’ın 36 insan anlayışını dillendirmiştir sadece. İslâm’a göre insan yaratılışı, yapısı, donanımı, işlevi bakımından saygıdeğerdir, büyüktür, önemlidir, eşref-i mahlûkattır, halife-i rûy-ı zemindir. İnsan, Allah’ın dünyada, varlıklarda isim ve sıfatlarının tecellilerini, yansımalarını, iş görürlüklerini bilen, anlayan, farkına varan, takdir eden, fikreden ve şükreden tek yaratıktır. Âdem, şeytandan üstün tutulmuştur. En üst makama yani alâ-yı illiyyîne çıkabilme ve en alt mertebeye yani esfel-i safilîne düşebilme kabiliyetine sahip olan tek varlık insandır. Bu bakımdan insan, taşıdığı bu potansiyel bakımından meleklerden bile üstündür. Dolayısıyla Mevlâna’nın insan sevgisi, insana değer ve önem atfetmesi sadece bu bağlamdadır. Yoksa hümanistler gibi insanı hiçbir zaman Allah’a rakip olarak çıkarmamıştır. Allah’ı devre dışı bırakıp kurtuluşu, mutluluğu, çareyi, çözümü sadece insandan, insan aklından, düşünce ve biliminden beklememiştir. Yani Mevlâna insanı tanrılaştırmamıştır. Hümanizmin “Tanrı-insan” Anlayışı ve Mevlâna’nın “İnsân-ı kâmil” Anlayışı Arasındaki Karşıtlık: Hümanizmin “Tanrılaştırılmış insan”ına karşı genelde İslâm tasavvufunun, tabiî özelde Mevlâna’nın “insan-ı kâmil” anlayışı vardır. Her iki kavram da insana değer verir, ancak bu iki kavram temelde birbirinden farklıdır. İnsân-ı kâmil kavramı İslâm’da Kur’an’ın şu ayetlerinden mülhemdir: “Biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvim) yarattık” Burada insan, tanrı değil yaratılmış bir varlıktır. Yaratıcı değil, yaratılanların en güzel suretlisidir. Bu en güzel surete sahip oluşu da Allah’ın bazı isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar olmasıyla sağlamıştır. Bir başka ayette de şöyle der: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” Bir hadis-i şerifte de bu durum, “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” şeklinde belirtilir. Allah’ın değişik isim ve sıfatları vardır. Ama bunlar kendi başlarına soyutturlar. Bunlar ancak varlıklar üzerinde tecelli edince somutlaşırlar. Dolayısıyla insan da bu tecelli alanlarının en güzel örneklerinden biridir. İnsan gayr-i iradî özellik, sıfat ve fiilleriyle istese de istemese de Allah’ın sıfat ve isimlerine mazhardır. Suret olarak çok güzel yaratılması Allah’ın Cemil ismine mazhar olması onun gayr-i iradî fiilidir. Eğer iradî fiilleriyle bu mazhariyeti devam ettirir ve tamamlarsa insan-ı kâmil olur. Şu hâlde tasavvufta daha genelde İslâm’da insan-ı kâmil, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerine iradî fiilleriyle olabildiğince mazhar olabilme becerisine bağlı olarak gelişen bir süreçtir. Bir süreçtir çünkü bunun bir üst sınırı yok. Yani insan esfel-i sâfilîn ile alâ-yı illiyyîn arasında gidip gelen bir yaratıktır. Alâ-yı illiyyîn bir üst sınırı ifade etmiyor. Gidilebildiği kadar gidilen en yücelerdir. Dolayısıyla insan-ı kâmil olmak itibarî, göreceli bir hâldir. Her insan farklı derecelere sahiptir. Göreceli olarak en yüksek dereceli insan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Bundan sonra kademe kademe diğer peygamberler, veliler, alimler ve diğer başka kişiler gelir. Ama hiç kimse Hz. Muhammed seviyesine ulaşamaz. İnsan-ı kâmil kuramında “insan ne yaparsa yapsın Allah mertebesine çıkamaz ve onun sahip olduğu özelliklere sahip olamaz”, ilkesi temeldir. Buradan hareketle İslâm’ın insan-ı kâmil kuramıyla hümanizmin “tanrı-insan” kuramı tamamen birbirine zıttır. Mevlâna, insan-ı kâmil kuramına bağlıdır, dolayısıyla hümanist olamaz. Hümanizm ise insana tanrısal özellikleri yüklemiştir. Hümanizmde insanın kendine güveni, gurur ve firavunluk mertebesine ulaşmıştır. Yani nefs kutsallaştırılmıştır. Bir başka deyişle hümanizmde insan, Kâdir-i mutlak ve Hâkim-i mutlaktır. İslâm’da ise nefs kötüdür, insan aciz ve zaiftir. Tasavvufun temel hedefi benliği kırmaktır. Hümanizm insana masdar olarak bakar. İslâm ise mazhar ve memerr olarak. Hümanizm, insana bütün iyilik, güzellik, güç, başarı gibi değerlerin masdarı yani kaynağı olarak bakar. Bütün olumlu değerleri üreten birincil kaynak olarak görür. Asıl kaynak insandır hümanizme göre. İslâm’da ise insan masdar değil, mazhar ve memerrdir. Yani Allah’ın yarattığı değerleri yansıtan bir aynadır. Dolayısıyla asıl değil tebeîdir, birincil kaynak değil, 37 ikincil kaynaktır, Güneş değil Aydır. Mevlana’nın dini olan İslam’da ise değer üreten birincil kaynak Allah’tır. İnsan ise Allah’ın sahih dinine bağlı olarak ikincil değerler üretebilir. Hümanizm ve Mevlâna’da Akla Yaklaşım Biçimi Farkı: Hümanizm, insan aklını yüceltir, kutsallaştırır, ilâhlaştırır. Rasyonalite, Rasyonalizm gibi kavramlar bu anlayışa dayalıdır. Dolayısıyla hümanizmde dinî içeriğe sahip mistisizme yer yoktur. Akıl en üstün değerdir, insan mutluluğunu ve ihtiyaçlarını sağlamaya yeterlidir. Mevlâna ise tam tersi bir yaklaşım içindedir. Hümanizm, insan aklının her şeye yeterliliği inancında iken Mevlâna, aklın yetersizliği düşüncesindedir. Şöyle der: “Dünya büyücüsü pek bilgiç bir karıdır. Onun büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar, onun bağladığı düğümü çözebilseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?” Mevlâna’ya göre insan aklı, yetersizdir, ilâhlaşamaz: “Cüzî akılla Akl-ı Küllü nasıl görebilirsin? O kanlar içen denizde şu küçücük akıl, ne oluyor ki?” Hümanizmin ve Mevlâna’nın Bu Dünyaya Bakış Açıları: Hümanizm, içinde yaşadığımız bu madde dünyasına bağlıdır. Bu dünyayı esas alır. Bu dünyaya yöneliktir. Mutluluğu bu dünyada arar ve bu dünyayı tanzim etmeye çalışır, öte dünya derdi yoktur. Mevlâna ise birinci derecede bu dünyaya bağlı değildir. Bu dünyaya karşı değildir ama esas alarak birinci plana oturtmaz. O, öte dünyaya yöneliktir. Mevlâna’ya göre akıl, insanı dünyada kurtuluşa erdiremez. Bu konuda yetersizdir, o yüzden peygamberler gelmiştir. Allah’ın nuruyla aydınlanan kişiler, bu dünyanın cazibesinden kurtulabilirler. O, dünyanın aldatıcı yönüne bağlanmamak gerektiğini söyler. Kişi dünyaya meylediyorsa bu, onun felâketidir. Şöyle der: “Kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryad et, ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.” Kaynakça Hakan Gündoğdu, “Hümanizm Bir Din midir?”, Dinler Tarihi Araştırmaları II, Sempozyum: 20-21 Kasım 1998 Konya, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2000, s.99. Bogos Zekiyan, Humanizm, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1982. Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, ayışığı kitapları, İstanbul. Hümanizm Düşüncesine İslâm'ın Bakış Açısı Nedir? Sevgi, günümüzde en çok işlenen ve kendisine ihtiyaç hissedilen konulardan biridir. Aslında sevgi, bizim inanç ve gönül dünyamızın da hiç pörsümeyen gülüdür. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hak, kâinatı muhabbet atkıları üzerinde bir dantela şeklinde ördüğü gibi varlığın bağrında her zaman en büyüleyici bir edayla seslendirilen mûsiki de yine sevgidir. Aile, toplum ve milleti teşkil eden fertler arasında en güçlü münasebet sevgi münasebetidir. Sevgi, anne-babadan evlâda şefkat şeklinde; evlattan anne-babaya da saygı şeklinde tecelli eder. Evrensel sevgi ise bütün kâinatta varlığın her parçasına karşı yardımlaşma ve dayanışma şeklinde kendini gösterir. Öyle ki varlığın ruhunda en hakim unsur sevgidir. Âdeta her varlık, bir sevgi melodisi içinde, o kâinat çapındaki geniş koronun bir ferdi olarak Allah'tan aldığı büyülü bir nağmeyi, kendi üslûbu ile eda ve icra ediyor gibidir. Ancak, varlıktan insanlara, varlıktaki bir bireyden diğerine karşı bu sevgi teatisi, irade üstü bir şekilde cereyan etmektedir. Çünkü iradesi olmayan varlıklarda tamamen İlâhî irade ve İlâhî meşiet hâkimdir. Bu açıdan insanlar, varlıktaki bu sevgi senfonisine iradeleriyle iştirak ederek, mahiyetlerinde var olan sevgiyi geliştirip, insanca icra edebilmenin yollarını araştırırlar. Öyleyse her insan, ruhundaki sevginin sû-i istimal edilmesine meydan vermeden, kendi tabiatına karşı bir aşkınlık içinde, hem gerçek bir yardımlaşma ve dayanışma ortaya koymalı, hem de insanî veya fıtrî hukuk açısından varlığın ruhuna yerleştirilmiş bulunan genel âhengi mutlaka korumalıdır. Hümanizm, günümüzde üzerinde ulu orta konuşulan ve şuraya-buraya çekmeye müsait bir sevgi anlayışı. Günümüzde bilhassa bazı çevreler, İslâm'daki cihad konusunu, muhakemesi yetersiz avamın kafasını karıştırarak, onların gönüllerinde İslâm'a karşı şüphe uyarmaya ve yine zihinlere mücerred (soyut), dengesiz bir hümanizm anlayışı empoze etmeye 38 çalışmaktadırlar. Evet, bir taraftan, anarşi ve teröre karışan, ülkenin birliğine-bütünlüğüne dokunan, hattâ memleketi bölmek isteyen, asırlardan beri devam edegelen bu ülke ve bu ülke insanının varlık ve bekasına karşı cephe alıp tahribatta bulunan insanlara acımalı, merhamet edilmeli' deyip, diğer taraftan, önlerine bir kısım sözde din adamlarını da katarak, insanların gözyaşlarına bakmadan, masumları öldürenlere ve vahşetin en dehşetlisini işleyenlere seyirci kalanların bu garip tavırlarını hümanizmle te'lif etmek (bağdaştırmak) çok zor olsa gerek. Hiçbir mümin, yüklendiği misyon itibarıyla meseleleri abartarak, çarpıtarak, olduğundan farklı gösterme gibi bir aldatmacaya kat'iyen bilerek girmez. Bu açıdan, sırât-ı müstakim (dosdoğru yol) ve Kur'ânî dengenin temsilcisi olan Allah Resûlü ve onun canlandırdığı gerçeği cemaat halinde en mükemmel şekilde ortaya koyan Sahabe-i Kiram, sevgide de itidal ve dengenin temsilcisi olmuşlardır. Konuyu Asr-ı Saadet'ten bir-iki örnekle müşahhaslaştırmak mümkündür. 1) Tarihteki konumu ve üzerine aldığı misyonu açısından Abdullah İbn-i Hüzafe (r.a), Bizans içinde Hz. Ömer'in (r.a) hususi bir elemanı olarak değerlendirmek yerinde olur zannediyorum. Abdullah (r.a), Hz. Ömer döneminde önemli bir misyon yüklenmiş ve bu işi yaparken de düşmanları tarafından keşfedilip, yakalanmıştır. Hasımları, kendisine akıl almaz işkencelerde bulunmuş; hattâ çok güvenilir bir kısım siyer ve tarih kitaplarının yazdığına göre, bu mübarek Sahabî'ninbaşı kaynayan suya sokularak işkence edilmiş ve bu korkunç işkenceler neticesinde bile ona hiçbir şeyi kabul ettirememişler. Bu arada bütün bu olup bitenleri içinde yaşadığı manastırın bir deliğinden seyreden bir rahip, Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmi'nin göstermiş olduğu cesaret karşısında hayran kalarak bu şanlı Sahabî'yi karşısına alır ve ona şu teklifte bulunur: - Oğlum, cesaretine hayran kaldım. Şimdi sana üç dakika mühlet vereceğim. İhtimal bir-iki dakika sonra seni öldürecekler. Bunu iyi değerlendirirsen, hem dünyada, hem de âhirette mes'ud olursun. Zira bu üç dakika içinde sana Hıristiyanlığı telkin edeceğim ki bundan sonra ölsen de gam yeme; çünkü Hz. Mesih'e kavuşacaksın. Abdullah İbn Hüzafetü's-Sehmî'nin çehresinde bir tebessüm belirir ve ardından rahibe şunları söyler: - Aziz peder! Şimdiye kadar beni kimse dinlemedi. Bu üç dakikalık fırsatı verdiğinizden dolayı, bilseniz size ne kadar müteşekkirim. Çünkü bu üç dakika içinde size hak dini öğreterek gerçek kurtuluş yolunu gösterebilirsem, artık ölsem de gam yemem... Evet bu hadise, İslâm'ın en kritik anlarda dahi, hattâ ölürken-öldürürken bile müntesiplerini, nasıl başkalarının iyiliğini düşünmeye sevk ettiğini anlamak bakımından çok önemlidir. Ayrıca bu hadise bize, İslâm'ın sevgi ve muhabbet ikliminin ne kadar geniş olduğunu göstermesi açısından da fevkalâde dikkat çekicidir. 2) Bir Sahabi naklediyor: 'Hz. Ömer'le (r.a) beraber, herhangi bir tapınağın önünden geçiyorduk. Orada sakalı göbeğinde, iki büklüm, bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir insan duruyordu. Onu görünce, Halife'nin dizlerinin bağı çözüldü, iki büklüm oldu ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 'Niye ağlıyorsun ya Emire'l-Mü'minîn?' diye sorulduğunda, o mealen '70-80 yaşına girmiş, fakat hâlâ insanlığı kurtuluş sahiline götüren ve kaptanlığını bizzat Hz. Muhammed'in yaptığı gemiye binememiş.' Cevabını verdi. İşte, İslâm'ın evrensel sevgisi budur. Hâlbuki, o dönemde çokları, insanları tahrik edip, Müslümanlığın önünü kesmek için lâzım gelen her şeyi yapıyordu. Ne var ki, Resûlullah'ın halifeleri, Allah Resûlü'nden devraldıkları sevginin temsilcileri olarak, o anda en büyük düşman sayılan biri karşısında dahi, insanlara olan sevgi, şefkat ve merhametlerinden dolayı hıçkırıklarını tutamayıp iki büklüm olabiliyorlardı. Konuyla alâkalı daha yüzlerce misal getirilebilir. Zannediyorum, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun bu mevzudaki müşahede, tavır ve davranışlarının, talebelerinin tavır ve 39 davranışlarından geri kalmayacağını siz de takdir edersiniz. Çünkü O, en mükemmel lider, her konuda rehber ve bütün varlık için de bir rahmetti. Hatta İslâm'ın ruhundaki sevgiye uyanmış ve Sahabe'den sonra geldikleri için Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn denilen kutlu nesiller döneminde öyle insanlar yetişmiştir ki, farkına varmadan bir çekirgeye basmışlarsa, hemen halifeye gelip, bunun cezasının ne olduğunu sormuşlardır. Ayrıca camilerimizin ve minarelerimizin ışık saçan çehrelerine baktığımız zaman, alınlarında kuşlar için yapılmış yuvacıkları görürüz. İşte bu, cedlerimizin sevgideki derinliklerinin bir ifadesidir. Evet şanlı tarihimiz, insanların yanında hayvanları bile koruma adına öyle müthiş ve baş döndürücü insanî davranışlarla örülüdür ki başka bir yerde bunlardan hiçbirini göstermek mümkün değildir. İslâm'ın evrensel prensipleri çerçevesinde sevgi mülâhazası ve sevgi düşüncesi çok dengelidir. Zalim ve mütecavizler bu sevgiden mahrumdur. Zira zulmedene gösterilen sevgi ve merhamet, onu iyice saldırgan yaptığı gibi, aynı zamanda başkalarına da tecavüze teşvik eder. Bu sebeple, evrensel sevgiyi tehdit eden bu tür insanlara karşı merhamet edilemez. Çünkü zalime gösterilen merhamet, mazluma karşı yapılmış en büyük merhametsizliktir. Veya 'Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et. Zalime, onu zulmünden vazgeçirmek suretiyle yardım edebilirsiniz' buyuran Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu düsturu çerçevesinde, zalime de, onu zulmünden vazgeçirmek suretiyle merhamet gösterilmelidir. SORULAR 1- Hümanizm nedir? 2- İslam dünyasında hümanizm düşüncesinin yeri nedir? Açıklayınız. 3- Hümanizmin Tanrı-insan anlayışı ve Mevlana’nın insan-ı kamil anlayışı arasındaki farkı açıklayınız. 4- Hümanizmin ve Mevlana’nın bu dünyaya bakış açılarını açıklayınız. 5- Hümanizmin doğuş sebeplerini açıklayınız. MAKYAVELİZM Makyavelizm İtalyan düşünür ve politikacı Niccolò Machiavelli'nin (1469-1527) düşünceleri üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Devlet yönetimi ile ilgili düşüncelerinin temelini Prens (hükümdar) Asıl adı "De Principatibus" (Prenslikler Hakkında) adlı kitabında açıklamıştır. Devleti yöneten prensin duygularına kapılmadan ve acıma duygularını bir kenara bırakarak devleti yönetmesi gerektiğini belirtmiştir. Machiavelli'nin en bilinen eseri sayılır ve daha sonra ortaya atılan "Makyavelist düşünce" teriminin temelini oluşturur. Siyasal amaca ulaşmak için her türlü ahlaksızlığın yapılabileceği savı İtalyan düşünürü, IL Principe(prens) adlı yapıtıyla ünlü Niccolo Macchiavelli (1469-1527)‘nin adından türetilmiştir. Yapıtında devletin gücünü dinden değil ulustan, törebilimden değil pratikten alması gerektiğini savunan Macchiavelli, devleti yaşatmak için her türlü kötülüğün yararlı ve iyi olduğunu ileri sürmüştü. "Bütün büyük işleri sözünde durmayanlar, yalancılar, arkadan vurucular, acıma duymayanlar başarmışlardır" diyordu. Günümüzde de genellikle siyasalda ve özellikle her türlü girişimde amaca ulaşmak için bütün araçların meşru olduğu savı Makyavelizm adıyla anılır. Tarihsel ve diyalektik maddecilik Machiavelli'yi "tarihte ilk kez devlete insan gözüyle bakan ve tanrıbilimin yerine usla deneyi koyan kişi" olarak niteler. Niccolo di Bernardo Machiavelli, sesini duyurmaya başlayan burjuvazinin ideologudur. Toplumsal tarihin, tanrı iradesiyle değil, özellikle maddesel çıkarlara dayanan doğal nedenlerle belirlendiğini ileri sürmek gibi çok ilerici bir bakışın kuramcısıdır. Ayrıca, halkın çıkarlarıyla egemen sınıfların çıkarları arasındaki çatışmaya da dikkati çekmiştir. 40 Makyavellin temel düşüncelerini söyle sıralamak mümkündür. 1.- En önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için kullanılacak her araç yasaldır. 2.- Din, ahlak ve hukuk devlete bağlıdır. Amacı gerçekleştirmek için gerektiğinde devlet bunları alet olarak kullanmalıdır. 3.- Devletten bağımsız ahlak ve hukuk düşünülemez. Devletin bittiği yerde, hukuk da ahlak da biter. Hukuk ve ahlak devlet için vardır. 4.- Devlet bir ulusa dayanıyorsa, yeterli gücü bu kökten alabilir. Kilise devletin karsısında ya da üstünde olmamalıdır. Makyavelist düşünce Gerektiğinde bir insanın devlet tarafından öldürülmesinin çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını belirterek prense öğütler vermektedir. Temelinde bu görüşlere paralel olarak başka bir bakış açısı da "Devlet her ne olursa olsun sorgulanamaz." savıdır. Siyasette amaca varmak için bütün yolların kullanılması gerektiğini söyleyen ve her yolu meşru gören fikir akımı ayrıca Siyaseti ahlaktan ve dinden ayıran ve her türlü din kuralı ile ahlak kuralını hiçe sayan teorisi ile dürüstlük ve ahlaktan yoksun siyaset düşüncesine Makyavelizm denir. Niccolò Machiavelli'nin Prens (hükümdar) kitabında dile getirilen görüşler genellikle bir hükümdarın saltanatını ayakta nasıl tutabileceği ve hükümdarlığını nasıl daha da güçlendirebileceği üzerinedir. Makyavel'e göre ahlaki ilkeler her özel durumun ihtiyaçlarına tamamen teslim olmalıdır. Bu yüzden, Prens gücünü koruyabilmek için gerekirse her şeyi yapmaktan çekinmemelidir. Makyavel, bir hükümdarın asıl gücünü sevilmekten çok korkutmaktan alması gerektiğini söylerken yine de kendinden nefret ettirmemesini öğütler. Prens açılış bölümünde, çeşitli prenslikleri (yeni kurulmuş ya da babadan oğla geçmiş) yönetmeyi sağlayacak etkin yöntemleri anlatır. Floransa aristokrasisinden olan Makyavel bir devleti ele geçirmenin, yönetmenin ve korumanın en iyi yollarını okuyucuya anlatır. Bu bakımdan yöntemler savaşı ve acımasızlığı telkin eder. Daha sonra, Cesare Borgia'nın ilham kaynağı olduğu ideal prensin sahip olması gereken özellikleri anlatır. Günümüzde yazılan modern liderlik metinlerinin birçoğu bu bölüme gönderme yapmaktadır. Etkili bir politik liderin özellikleri şöyle sıralanabilir: 1)Büyük liderleri kendine örnek almaya istekli olmak. Özellikle Antik Roma'dan. 2)Hükümetin halkın yaşam kalitesini yükseltmek için ne kadar gerekli olduğunu göstermek. Örnek olarak: Herhangi bir birey veya kurum üzerindeki kontrollü baskıyı geçici olarak gevşetmenin neticesinde oluşacak kaos ortamının etkilerini göstermek. 3)Savaş sanatına hakim olmak. 4)Var olan acımasızlığın ve ahlaksızlığın gücü ve dengeyi koruyabilmek için gerekli olabileceğini anlamak. 5)Kaba ve ahlaksız sanılmamak için dindar görünmeye çalışmak. Makyavel, İspanya kralı Ferdinand'ın İtalya'ya dini bahane ederek saldırmasını över. 6)Gerektiği yerde öğüt ve tavsiye dinleyecek kadar erdemli olmak. Sorular 1-) makyavelist düşüncenin tanımını yazınız. 2-)makyavelizm temel düşünce sistemlerini sıralayınız 3-)makyavelizm ile islam düşünce sistemini karşılaştırınız. 4-)Makyavelizmin günümüzdeki yansımaları nelerdir? RÖNESANS Rönesans, kelime olarak "yeniden doğuş" anlamına gelmekle birlikte, zamanla ve 41 günümüzde belli bir alanda değil birçok alanlarda gerçekleşen, yenilenerek meydana gelen doğuşu veya oluşumu ifade etmektedir. Gerçekten Rönesans kelimesi belli bir tarihte ve belli alanda farklı düşünme ve davranışı anlatırken, XVIII ve XIX. yüzyıllarda daha kapsamlı tanımlamalara konu olacaktır. Yine Rönesans önceleri Ortaçağ Hıristiyan dünya görüşü ve özellikle Skolastik düşüncenin muhteva, yöntem ve niteliğine temelde karşıt bir düşünce, sanat ve yöntem biçimini ifade ederken sonradan bu tutumun kabul edilmeyerek yeniden (anım-lanması) yapılmıştır. Rönesans, ortaya çıkması ve etki meydana getirmesi bakımından yaklaşık XIV. yüzyıldan başlayıp XVII. yüzyılın başına kadar devam eden bir süreyi kapsamaktadır. Önceleri sanat ve edebiyat alanında başladığı kabul edilen Rönesans, bu alana ait yeni bir hareket veya akım gibi değerlen-dirilmişse de, sonraki yüzyıllarda özellikle uygarlık (civilisation) teriminin bilimsel ve disiplin kimliği kazanmasına eş olarak bir düşünce, kültür ve uygarlık sistemi muhtevası kazanmıştır. Bu bağlamda Rönesans'ın kaynakları ve bunlara dayalı olarak oluşturulan uygarlık sistemi, aynı zamanda dünya görüşü niteliğinde algılanmıştır. Rönesans’ın oluşumunda Hümanizma'nın hazırlayıcı ve belirleyici etkisi kesindir. Bunun içindir ki Hümanizma'nın XIV. yüzyılın sonunda kendini duyurmaya başlayan etkisiyle XV. yüzyılda belirgin hale gelen muhtevası Rönesans’ın hazırlık dönemi olarak nitelendirilmiştir. Gerçek Hümanizma'nın yöntemi, konulan, hedefleri ve özü Rönesans’ta da genişleyerek sürmüştür, denebilir. Hatta Hümanizma giderek Rönesans’ın vazgeçilmez bir unsuru, temel bir niteliği şeklini de kazanacaktır. Öyle ki, Rönesans düşüncesi Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde farklılaşan nitelikler kazanırken, Hümanizma tersine ortak bir bilince dönüşecektir ve XX. yüzyılda bile Batı uygarlığının, biçimsel de olsa devamlı savunduğu bir ilke boyutunda tanımlanmıştır. Geniş anlamda Rönesans ilk çağ ile orta çağ kültürel birikiminin yeni bir biçimde oluşturulması ve yeni bir insan anlayış ve yorumunun tarih alanına çıkmasıdır. Rönesans canlı, coşkulu, insanın, eşyanın ve dünyanın yeniden tanınması, bilinmesi ve keşfi hususunda alabildiğine bir merakı ve heyecanı kapsar. Ayrıca Rönesans düşüncesine Nominalizm de zemin hazırlamıştır demek, yerinde olacaktır. Çünkü Nominalizmde tümellerin (külli, universalia) değil de, tek tek şeylerin gerçek olduklarını, dolayısıyla tek tek varlıkların bir gerçekliği söz konusu olduğundan, bilginin kaynağı da deney olmak gerekir. Bilginin kaynağı deney kabul edildiğinde ise, ne Tanrı'yı, ne ruhu, ne de evreni sadece akılla açıklamak mümkün olamaz. Aynı şekilde Tann, ruhun varlığı, evrenin yedi günde yaratılmış olduğu gibi inanç esaslarını da dinin, yani Hristiyanlı-ğın doğmalarına dayandırmak ve ispat edilmelerine çalışmaksızın bir inanç olgusu olarak benimsemek gerekmektedir. Böylece Rönesans düşüncesinin doğuşuna doğru önemli bir adım Nominalizm tarafından atılmış olmaktadır. Rönesans düşüncesinin oluşumunda Skolastik felsefeye karşı başlatılan tepkinin hedefi, bu felsefeyle özdeş kabul edilen Aristoteles ve Aristotelisçiliktir. Antik kültürün yeniden özümsenmesiyle Rönesans’ta ortaya çıkan ilk sorun "insan sorunu" olmuştur ki, bunu Hümanizm olarak tanımlıyoruz. Hatta Rönesans döneminde oluşmaya başlayan dünya görüşünün ilk ve birinci derecede önemle dayandığı temel Hümanizma'dir. Skolastiğin bütünüyle karşıtı bir şekilde Hümanizma kilise dışında bulunan kültür adamlarınca oluşturuldu. Yunan-Roma düşünür, bilgin, edebiyat ve sanatçılarından ilham alarak yeni bir insan prototipini tanımlamaya çalıştılar. Ahlâk bakımından ise Rönesans; akılcı, insanın bedensel istek ve tutkularını yargılamayan, hemen her ferdin ahlaki bilincini temel alan bir Etik'in oluşturulmasına çalışır. Rönesans döneminde tek bir ahlâk felsefesinden değil, birçok ahlak öğretilerine açık ahlâk felsefelerinden söz etmek yerinde olur. LAİKLİK 42 Lâik kelimesi, Fransızca “laic”, “laique” kelimesinden gelmektedir. Kelimenin Latince aslı ise “laicus” olup lügat anlamıyla ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, kurum demektir. Genel ve ortak anlamıyla lâiklik, dinî ve dünyevî otoritelerin yekdiğerinden ayrılmasını, din işlerinin ferdî, hususî sayılarak ferdin vicdanına terk edilmesini ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak din hürriyetini sağlaması diye anlaşılmaktadır. Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanması demektir. Daha açık ve doğru deyimle lâiklik, dinî ve dünyevî otoritelerin birbirinden ayrılması, devletin siyasî, hukukî ve sosyal düzeninin sağlanmasında dinî inanç yerine aklın hâkimiyetine yer verilmesidir. Lâik devlette devletin dini olamaz; hukuk devleti fikri ile mevcut dinlerden birinin üstün tutulması fikrini bağdaştırmak mümkün değildir. Devlet dini; ayrı, farklı dinlere mensup olanlarla inanmayan vatandaşların kanun önünde eşitliğine aykırı düşer. Lâik devlete din hürriyetinin tabiî sonucu olarak bütün dinler kamu düzenine aykırı düşmedikçe tanınır. Lâik devlet münhasıran vatandaşlarının dünyevî ihtiyaçları ile ilgilenir ve bunları karşılamaya çalışır. Dinî makamlar, devletten tamamen ayrılmışlardır, din işlerinin düzenlenmesi hususî teşekküllere, cemaatlere terk edilmiştir. Ancak, tarihî ve içtimaî zorunluluklar bazı memleketlerde dinî makamların pek yakından murakabe edildiğini ve dinin bir kamu hizmeti olarak teşkilatlandırıldığını göstermektedir. Din bir kamu hizmeti olmaktan çıkınca dinî işler ve faaliyetler için devlet bütçesinden ödenek ayrılmaması gerekir. Ancak bu prensip kesin olarak her memlekette uygulanmaz. TÜRKİYE’DE LAİKLİK Türkiye’nin gerçek anlamda laik düzene geçişi Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu döneminde gerçekleşmiştir. Fakat bir yüzyılın tam olarak bir çeyreğini bile bulmayan bu ilk dönemin entellektüel ürünlerinin, Cumhuriyet’in üç çeyreğindekilerle karşılaştırılması eksik bir çalışma olur. Cumhuriyet ile birlikte geliştiğini, genişlediğini söyleyebileceğimiz çeşitli düşünce akımları veya düşünsel-bilimsel disiplinler, büyük ölçüde Cumhuriyet öncesi etkinliklerden kaynaklanmaktadır. Kuruluş dönemi öncesinde zihinsel formasyonunu almış bir kuşağın sözcüleri, Cumhuriyet döneminin düşünsel hayatının temel taşlarını döşemişlerdir.[1] Atatürk’te laiklik kavramı şu anlamı taşır: Din artık toplumsal, siyasal, ekonomik, eğitsel, sanatsal kurum ve kuralları belirleyecek bir pozisyonda değildir. Toplumlar bu alanları bilimsel verilerin yardımıyla demokratik bir süreç içerisinde çözümleme gereğine inanmaktadırlar. Herhangi bir dinin bu alanları düzenleyen değişmez, kutsallık niteliğini taşıyan hükümleri çerçevesinde ilerleme de, toplumsal uyuşma, toplumsal birlik ve dayanışma da, toplumsal barış da sağlanamaz. Dinlerin toplumu yönettikleri dönemde bile birçok mezheplere bölünmüş olmaları boşuna değildir. Üstelik yeni ve yakın çağlarda yaşamın bilimsel olarak bilinebilir alanları durmadan genişlemiştir. Bu alanlarda özgür tartışmaya ve nesnel araştırma verilerine dayalı çözümler öneriler çoğunluk kararına dönüştürülerek toplumsal dayanışma içinde uygulamaya geçirilebilir. Bu olanak ortaya çıktıktan sonra, kimde ne türlüsü olduğu bilinemeyen (“iman ile paranın kimde olduğu bilinmez” sözü binlerce yıllıktır) dinsel inançların zorlamasıyla düzen kurmada direnmek toplumla uyum değil uyumsuzluk dayanışma değil, çözülme barış değil, kavga getirir. Kemalizmin laiklik anlayışı bu tablodan çıkan sonuca göre, dinsel inancı artık yalnızca bireylerin kendi bireysel vicdanlarına, bireysel özel yaşamlarına iter.[2] Yeni düzene geçişte, düzenlemelerin nasıl bir laiklik anlayışına dayandığı 1937’de laiklikle ilgili Meclis görüşmelerinde Hükümet adına konuşan İçişleri bakanı Şükrü Kaya’nın şu ifadelerinden de anlaşılmaktadır: “Laiklikten maksadımız dinin memleket işlerinde müessir ve amil olmamasını temin etmektir. Bizce laikliğin çerçevesi ve hududu budur. Biz diyoruz ki, dinler, vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın. Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.” 43 Bu ifadeler ve uygulamalar göstermektedir ki, bu dönemde laiklik genel bir dünya görüşü ve ideoloji olarak anlaşılmıştır. Eğer sorun salt devleti laikleştirmek olsaydı o zaman kamu düzeninin dışında kalan bireysel alana müdahale edilmemesi gerekirdi. Oysa yapılan düzenlemelerin bir kısmının doğrudan bireysel alana ilişkin olduğu görülmektedir. S. Sayarı’ya göre Atatürk’ün laiklik hareketi, genel olarak Batı’da anlaşıldığı gibi sadece devletle dinin birbirinden ayrılmasını öngörmez; dinin devlet kontrolü altına ve düzenleme sahası içine alınmasını da öngörür. Bir dizi düzenleme çerçevesinde Kemalist rejim, din üzerinde yönetsel denetimini büyük ölçüde genişletmiştir.[3] Böylece, Cumhuriyetle birlikte laikliği otoriter zihniyetin mutlak hakimiyeti altına sokan batılılaşma anlayışı, bu kavramı kamu sahasının inanca ait taleplerden tamamen temizlenmesi ve bu sahanın devlet kontrolü altına alınması olarak yorumladı. Böylece Osmanlı klasik toplum anlayışının yarattığı ve yüzyıllarca toplumsal bir “doğal hak” olarak kullanılan özel alana, toplumun rızası alınmadan el konmuş oldu. Toplum cemaatsal yapıdan homojen bir yapıya geçerken doğal olarak yaşanması gereken özel alanın bir bölümünün kamu sahası haline gelmesi; devletin otoriter zihniyeti altında bir özgürlük genişlemesi değil aksine özgürlük daralması olarak yaşandı.[4] SORULAR: 1. Rönesans nedir? Laiklik nedir? 2. Laik düzene geçişte yapılanlar ve İslami hareketler nelerdir? 3. Türkiye’deki laiklik anlayışını anlatınız? NİHİLİZM Friedrıch NIETZSCHE: Nietzsche (1844-1900); Protestan kilisesi üyeleriyle dolu bir aileden gelmektedir. Babası ile her iki büyükbabası Luther kilisesinde papazdılar. 1 Buna rağmen Nietzsche hristiyanlık hakkında oldukça olumsuz şeyler söylemiş ve döneminde tek başına savunduğu fikirleri ile büyük bir cesaret göstermiştir. Nietzsche, Born Leipzig üniversitelerinde okumuş ve 1869’da İsviçre Basel üniversitesinde klasik felsefe dalında profesörlüğe yükselmiştir.2Akademide öylesine parlak bir öğrencidir ki daha yirmili yaşlarının ortasında profesör olmuştur.Bu duyulmamış bir şeydir.3 1879’da kötüye giden sağlık durumunu öne sürerek üniversiteden ayrılır ve on yılını büyük yalnızlıklar içinde İsviçre’nin değişik yerlerinde ve İtalya’nın kuzeyinde geçirir.4 Zamanının çoğunu İsviçre’de ve İtalya’da dolaşarak geçirir. Böyle geçen 16 yıldan sonra art arda oldukça belirsiz yazılar gelmeye başlar. Kitapları arasında en tanınmış olanları şunlar: trajedinin doğuşu (1872) insanca pek insanca (1878) iyinin ve kötünün ötesinde (1886) ahlakın soy kütüğü (1887) böyle buyurdu Zerdüşt (1891) 5 Nietzsche ‘nin ünü önü alınmaz ateş gibi yayılmıştır. 6 Henüz kırklarındayken ilerlemiş frenginin sebep olduğu bir akıl hastalığına yakalanması gerçek bir trajedidir. Nietzsche 1990’de ölünceye kadar umutsuz bir deli olarak yaşayacaktır. Bu yüzden 1890’larda ünü sınırları aşmışsa da o bundan habersizdir.7 Nietzsche, XIX.yy da yani ideolojiler çağında diğer felsefe ve bilim sitemlerinden apayrı durarak hepsine meydan okumuştur. Bu çağda ki ideolojilere göz atacak olursak : diyalektiği ve tarihi işleyen Hegel, dünyayı bir istenç ve ide olarak gören Schopenhauer, pozitivizmin babası Auguste Comte, liberalizm ve yararcılık anlayışının azizi John Stuart Mill, evrenin felsefe alanında ki havarisi Herbert Spencer ile bilim alanında ki öncüsü Darwin, dialektik, materyelizm ve tarihsel dialektiğin kurucuları Marx ve Engels, 1 Bryan Magee. Felsefenin öyküsü. Dost kitabevi yay. Ankara 2000 say.172 Frank Thılly. Felsefenin Öyküsü Çağdaş Felsefe. İzdüşüm yay. İstanbul 2000 say 328 3 Bryan Magee a.g.e say. 172 4 Frank Thıll. A.g.e say. 329 5 Bryan Magee a.g.e say 172 6 Frank Thıll. A.g.e say.329 7 Bryan Magee a.g.e say. 172 2 44 varoluşçuluğun öncüsü Sören Kierkegaard ve aydınlanma yada XVIII.yy deneyciliğine bir dönüşü simgeleyen Ernst Mach.8 Nietzsche “iyi ve kötünün ötesinde” adlı kitabının önsözüne şöyle başlar : Diyelim ki hakikat bir dişidir. Tüm felsefeciler doğmacı oldukları sürece, dişileri anlamada güdük kalmıyorlar mı ? Yoksa şimdiye dek hakikate ürkütücü bir ağırbaşlılık, yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları koşuşturmalarla yaklaşma alışkanlıkları , bir yosmayı elde etmek için uygunsuz, beceriksiz bir yol değil mi ?9 Nietzsche devrinin düşünürlerinden bu şekilde ayrılır. Peki hakikati arayanlarla böylesi alay ederken kendinin doğruluk anlayışı neydi: Klasik kurama göre doğruluğun ölçütü nesnelliktir. Bu bakımdan da kavramlarımız, düşüncelerimiz, öznellikten uzaklaştıkları oranda doğruluğa ulaşabilirler. Ama nesnellik anlamında anlaşılan bu doğruluk tanımı yine çok önceden bir eleştiriyle karşılaşmıştır. Bilgimizin öznellikten tam anlamıyla sıyrılmasının olanaksız olduğunu söylemiş ve duyularımızdan kaçınıldığı, onlar işin içine karıştırılmadığı takdirde hiç bir şeyin tasarımlandırılamayacağı savunulmuştur. Nietzsche bu görüşleri benimser; yalnız onun gözünde duyularımız da ancak canlı bir varlığın varoluşuyla olanaklıdır, yani görünülen, algılanılan, düşünülen her şey arzularımızın ve içgüdülerimizin izledikleri amaçlara bağlıdır. Hayvan için geçerli olan insan içinde geçerlidir. İnsan nesnel bir dünya içinde değil, tutkular ve iç güdüler çevresi içinde yaşar. İnsanın tüm görüşleri tüm düşünceleri tutkularına bağlıdır. Amaçlarımız o zaman görünüşte bizim iyi,güzel,doğru ve gerçek olarak kabul ettiğimiz düşüncelere bağlıymış gibi görünür. Oysa gerçekte bu düşünceler Nietzsche’ye göre bizim bilincinde olmadığımız doğru amaçlara erişilmesi için kullanılan birer araçtan başka bir şey değildir. İşte bu yüzden dünya görüşlerinin ahlak ve değer anlayışlarının doğru yada yanlış oldukları da söylenemez. 10 “TANRI ÖLDÜ “ “Batının ahlakı ve değerleri artık inanmadığı dinsel inançlarından kaynaklanır. O nedenle, kendi değerlerini gözden geçirmelidir.”11 Bu Nietzsche’nin arka planda kalmış hristiyanlığa olan saldırısıdır. Hristiyan alçakgönüllülüğü, bağışlayıcılığı, sabırlılığı ve aşkı, gücü tükenmiş bir nefretin taklitçiliğinden öte değildir. Hiçbirşeye kalkışmayan fakat alçakgönüllü ve sabırlı olan ya da hiçbir şeymiş gibi görünüp aynı zamanda seven , bununla birlikte cennet ve cehennem düşleri kuran hristiyanlar…. Nietzsche’nin tüm değerlerin devrimi bu yüzden yeni bir erdem tablosu içermez. Kendi anladığı şekilde hristiyan ahlakının içsel eleştirisini kapsar. Onun göstermek istediği genelde kabul gören hristiyan ahlakının yargılandığında kendi standartları tarafından “ahlaksız” olarak nitelendirileceğidir. 12 YENİ DEĞERLER Nietzsche tanrı’nın var olmadığını ve ruhlarımızın ölümsüz olmadığı düşüncesindedir. Bu yüzden hayatı dolu dolu yaşamayı ve ondan alınabilecek her şeyi almayı savunur. Tanrı’sız ve anlamsız bir dünyada bunun nasıl olacağı sorusuna ise “yeni değerler gerek” diye cevap vermiştir Nietzsche: hayatımızı temellerini inkar ettiğimiz bir değerler sistemine dayandıramayız. Bu bizi ve hayatımızı sahte yapar. Ya değerlerimize gerçekten destek olduğuna inandığımız bir temel bulacağız ya da bu değerleri bırakıp dürüstçe benimseyebileceğimiz başka değerler bulacağız.13 8 Friedrich Nietzsche Tarih Üzerine Say yay. İstanbul 1994 say. 41 Friedrich Nietzsche. İyinin ve kötünün ötesinde. Ara yay. İstanbul 1990 say. 11 10 Friedrich Nietzsche Tarih Üzerine a.g.e say. 44 11 Bryan Magee a.g.e say 172 12 Frank Thılly a.g.e say.333 13 Bryan Magee a.g.e say 173 9 45 ÜSTÜN İNSAN-GÜÇ İSTEMİ “İnsan, hayvan ile üstün insan arasına gerilmiş bir iptir; altında uçurum olan bir ip…” İnsanın hayvanlık durumunda çıkmasını ve uygarlığı yaratmasını sağlayan şey, güçlünün zayıfı, yeterlinin yetersizi, akıllının aptalı durmadan tasfiye etmesiydi. Bu süreçlerin çağlar boyu yürürlülükte olması sayesindedir ki insani varlığımızla ilgili en değer verdiğimiz şeyler ortaya çıkmıştır. Fakat daha sonra Sokrates ve İsa gibi sözde ahlakçılar geldiler ve bu değerlerin hepsinin yanlış olduğunu, zayıfları güçlülere karşı koruyacak yasaların olması, kudretin değil adaletin egemen olması, dünyanın girişken değil sünepelere kalması gerektiğini söylediler. Tam da insanı hayvanların üstüne çıkaran , uygarlığı yaratan süreçler böylece ters düz edilmiş oldu.14 NİETZSCHE’NİN ETKİSİ “Doymak bilmeyen bir alev gibi kendimi yakıyor, kemiriyorum. Tuttuğum ateş, bıraktığım kor oluyor.”15 Nietzsche’nin etkisi korkunç olmuştur fakat çoğu kez de zararlı… Faşizm’in kurucusu Mussolini uzun uzun Nietzsche okudu. Hitler, 1938’deki tarihi Brenner Pass görüşmesinde Mussolini’ye Nietzsche’nin toplu eserlerini hediye etti. Naziler de propagandalarında tekrar tekrar “üstün insan” ve “güç istemi” gibi Nietzsche’nin sözlerini kullandılar. 16 Toplum öğretisinde öne sürüdğü anti demokratik ilkeler nasyonel sosyalizmin beslendiği kaynaklar olmuş düşünceleri saptırılarak uygulanmaya çalışılmıştır. 17 Nietzsche’nin sözleri oldukça sembolik olduğu için çok farklı düşünen insanlar için öncü olabilmiş ve kavramlar asıl anlamlarından saptırılarak çeşitli akımlarda kullanılmıştır. 14 Bryaan Magee a.g.e say 173 Friedrich Nietzsche tarih üzerine a.g.e say 53 16 Bryan Magee a.g.e say.177 17 Friedrich Nietzsche tarih üzerine a.g.e say 53 15 46