ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE İKİ TEMEL YAKLAŞIM: REALİZM VS

advertisement
ULUSLARARASI
İDEALİZM
İLİŞKİLERDE
İKİ
TEMEL
YAKLAŞIM:
REALİZM VS.
Uluslararası İlişkiler disiplininde küresel sistemin işleyişini ve devletlerin bu sistem
içerisindeki hareket biçimlerini açıklayan iki temel teori bulunmaktadır. Bunlar Realizm ve
İdealizm ya da diğer adıyla Liberalizm’dir. Bu yazıda Prof. Dr. Haydar Çakmak’ın
Uluslararası İlişkiler “Giriş, Kavram ve Teoriler” kitabından özetle bu iki temel yaklaşımı ve
birbirleriyle olan benzerlik ve farklılıklarını sizlere özetlemek istiyorum.
1. Realizm:
Realizm veya Gerçekçilik felsefi-siyasi kökleri antik Yunan’a hatta Sun Tzu’ya kadar
götürülebilecek olan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrası çok popüler olan bir Uluslararası
İlişkiler teorisidir. Thucydides, Makyavel, Hobbes gibi düşünürler Realizm’in öncüsü kabul
edilebilirler. Realizm İdealizm’in ideallerinin I. Dünya Savaşı sonrasında başarısız olması
sonucu buna tepki olarak ortaya çıkmış ve dünyada kabul görmüştür. Realistler, İdealistleri
ütopyacı olmakla suçlamış ve gerçekte ne olduğuyla değil, ne olması gerektiğiyle ilgili
oldukları için dünyayı anlamakta yetersiz kaldıklarını iddia etmişlerdir.
Modern Realizm’in en önemli kurucusu Hans Morgenthau’dur. Morgenthau, II. Dünya Savaşı
sonrası oluşan konjonktürde uluslararası politikanın güç açısından tanımlanan ulusal çıkara
dayalı objektif ve evrensel kurallarla yönetildiğini savunmuştur. Morgenthau’ya göre
uluslararası politika bir güç mücadelesidir. Morgenthau’ya göre Realizm’in 6 önemli ilkesi
bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıralanabilir;
1-) Uluslararası politika evrensel ve objektif kurallar tarafından yönetilmektedir ve bu
kuralların kaynağı insan doğasıdır. Realistlere göre insan doğası İdealist veya Liberallerin
belirttiği gibi iyi değildir. İnsanlar tam tersine bencil canlılardır ve çıkarlarının peşinde
koşmaktadırlar.
2-) Ulusal çıkarlar güç perspektifinden tanımlanmalıdır. Devletlerin amacı güçlerini
arttırmaktır, dolayısıyla hareketlerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
3-) Güç açısından çıkarlar sabittir ve değişmez, ancak çıkarın içeriği ve bu çıkarı
gerçekleştirmek için uygulanması gereken politikalar zamana ve içinde bulunulan kültürel
ortama göre değişiklik gösterebilir.
4-) Moral-ahlaki değerlerin uluslararası politikada herhangi bir etkisi yoktur.
5-) Uluslararası politika, ekonomi ve hukuk gibi alanlardan farklı otonom (özerk) bir alandır
ve esas olan devletlerin askeri-siyasi gücü ve çıkarlarıdır.
6-) Uluslararası politikayı şekillendiren temel aktörler ulus-devletlerdir. Uluslararası ya da
ulusüstü yapılar etkisizdir.
Klasik Realizm’e Liberalizm’den gelen yoğun eleştiriler sonrası Neo-Realizm akımı ortaya
çıkmıştır. Kurucusu 1979 yılında yazmış olduğu Uluslararası Politika Teorisi (Theory of
International Politics) kitabı ile Kenneth Waltz’dur. Waltz bu eserinde klasik Realizm’in
eksikliklerini gidermeye çalışmış ve Klasik Realizm’in sadece ulus devletler üzerinde
yoğunlaşması geleneğini değiştirmeye çalışmıştır. Waltz’a göre devletler kadar sistemin
geneli de uluslararası politikayı ANALİZ etmek için iyi incelenmelidir. Waltz uluslararası
siyasi yapıyı üç temel boyutta tanımlamaktadır;
1-) Uluslararası sistem anarşiktir ve ülkelerin içyapıları gibi belirgin değildir. Sistem kendi
kendine oluşur ve devletlerin temel amacı ayakta kalabilmektir.
2-) Devletler sistemin temel aktörleridir. Uluslararası ve ulusüstü yapılarda da devletler kendi
çıkarlarını savunurlar.
3-) Devletler farklı özelliklerine rağmen sistemde fonksiyonel olarak aynıdırlar sadece
kapasiteleri farklıdır.
Uluslararası sistemin anarşik yapısı nedeniyle devletler arasında işbirliği olasılığı
azalmaktadır. Böyle bir sistemde devletler sadece kendilerine güvenmek zorundadırlar. Zira
devletler herhangi bir işbirliği durumunda mutlak kazançlarını değil göreceli kazançlarını
düşünmektedirler. Göreceli kazançla kastedilen işbirliği nedeniyle karşı tarafın kazancı ve o
ülkenin kazancı arasındaki dengedir. Bu nedenle bir devlet ancak diğer devletten göreceli
olarak daha çok kazandığı veya eşit ölçüde kazandığı zaman işbirliğine yanaşmalıdır. Böyle
zor bir sistemde doğal olarak devletlerin kendilerine yeterli ve her tehlikeye karşı güçlü
olmaları gerekmektedir.
2. İdealizm (Liberalizm):
Liberalizm veya İdealizm köklü bir siyasal ideoloji olup, temellerini John Locke, John Stuart
Mill, David Hume, Adam Smith, Montesquieu, Voltaire, Immanuel Kant gibi düşünürlerden
alır. Tarihsel olarak Avrupa’da yükselen burjuvazinin aristokrasinin ayrıcalıklarını
kısıtlamasıyla ortaya çıkmış ve burjuva demokrasisini getirmiştir (sınırlı oy hakkı,
Cumhuriyet, laiklik, parlamentarizm vs.). İdealizmin insan doğası hakkında olumlu görüşleri
bulunmaktadır. Birey hak ve özgürlüklerini siyasal iradesinin temeline koymaktadır. Bu
yaklaşımda bireylerin akılcı oldukları varsayılır. Bireyler gibi devletler de rasyonel-akılcı
olabilirler ve barışa rahatlıkla ulaşılabilir. İdealizm, serbest piyasa ekonomisi modeline
dayanır ve bu anlamda bireyciliği nedeniyle altta kalanın canı çıksın anlayışına dönüşebildiği
için kimi çevrelerce eleştirilir.
Bir dünya görüşü ve ideolojik olarak Liberalizm, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki birçok
teoriyi derinden etkilemiştir. Bunlardan ilki, I. Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya düzeni
kurma çalışmaları sırasında ortaya çıkan ve zamanın ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın
öncülüğünü yaptığı İdealizm teorisidir. I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bu akım
büyük ölçüde Alman filozof İmmanuel Kant’ın düşüncelerinden etkilenmiştir. Kant’ın
Demokratik Barış Teorisi uyarınca, dünya sisteminde demokratik ülkelerin birbirleriyle
savaşmayacağı öngörülüyordu. İmmanuel Kant’a göre uluslararası kanunların hüküm süreceği
özgür devletlerden oluşacak bir dünya federasyonu kurulursa sürekli barışa ulaşılabilirdi. Bu
nedenle İdealizm; ulusal alanda otoriter-mutlakıyetçi rejimler yerine demokrasinin
yerleştirilmesi ve uluslararası sistemde gizli diplomasi yerine açık diplomasinin geliştirilmesi,
uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve yeni uluslararası kurumların kurulması hedeflerine
ulaşmak istiyordu. Bu doğrultuda ulaşmak istediği idealler vardı ve zaten tam da bu nedenle
İdealizm olarak adlandırılıyordu. Bu yaklaşımda, I. Dünya Savaşı’na neden olarak demokratik
olmayan ülkeler görülüyor ve bu ülkeler demokratik olduğu iddia edilen ülkeler tarafından
paylaştırılarak bu ülkelere ağır koşullar empoze ediliyordu.
İdealistlere göre uluslararası ilişkiler sadece güçle belirlenmiyor, uluslararası hukuk, moral
değerler ve uluslararası örgütlerin de uluslararası politikanın belirlenmesinde etkili olduğu ve
olması gerektiği düşünülüyordu. Yine İdealistlere göre güç politikaları ve Realist yaklaşımlar
savaşlara neden oluyordu. Oysa insan Liberal öğretide belirtildiği gibi (John Locke) özünde
iyi bir canlıydı ve doğru koşullar oluşursa uluslararası politika da dostça bir ortamda
yürütülebilirdi. Bu nedenle I. Dünya Savaşı sonrasında ABD, İngiltere ve Fransa önderliğinde
Milletler Cemiyeti kurulmuştur. ABD Başkanı Wilson, Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına
öncülük ederek, kolektif savunma yerine kolektif güvenlik ilkesine dayalı yeni bir
kurumsallaşmaya gidilmesine ön ayak olmuştur. Milletler Cemiyeti’nin temel amacı yeni bir
kolektif güvenlik sistemi kurarak, ulusal çıkarlarını genişletmek adına daha küçük devletlere
saldıran devletleri engelleyebilmekti. Ancak bu yaklaşım daha çok I. Dünya Savaşı
mağluplarına yönelik olarak gerçekleşiyor, savaşın galiplerinin imzalattırdıkları ağır ateşkes
ve barış antlaşmalarının yeni sorunlara neden olacağı görmezden geliniyordu. Kolektif
güvenlik sistemine göre, eğer herhangi bir devlet başka bir devletin saldırısına uğrarsa,
Milletler Cemiyeti’ne üye devletler bir araya gelerek ya saldırıyı caydıracak, eğer saldırı
gerçekleşmişse de güçlerini birleştirerek saldırganı püskürtmeye çalışacaklardı. Bu
düşüncenin altında yatan temel felsefe siyasal şiddeti ortadan kaldırmaktı. Milletler
Cemiyeti’nin başarısı, aslında ABD’nin izolasyonist (içe kapanmacı) politikalarından
vazgeçerek dünya liderliğine soyunmasına bağlıydı. Ancak gerek savaş sonrası imzalattırılan
haksız antlaşmaların toplumlar üzerindeki negatif etkileri, gerekse 1929 Buhranı ve sonrası
ABD’nin içe kapanmacı politikalarını sürdürmesi nedeniyle Milletler Cemiyeti ve kolektif
güvenlik politikaları başarılı olamadı. Türkiye Cumhuriyeti ve özellikle de Sovyetler Birliği
gibi iki yeni ve güçlü devletin kurulması da Batı dünyasının planlarını altüst eden
gelişmelerdi.
Uluslararası İlişkiler disiplininde ilk büyük tartışma 20. yüzyılın ilk on yıllarında işte bu
prensipler etrafında İdealistler ve Gerçekçiler (Realistler) arasında gerçekleşiyordu. II. Dünya
Savaşı sonrası Realizm ve Kritik Teori (Marksizm) dünyaya hâkim olurken, 1970’lerde
itibaren neo-liberalizm gündeme gelmeye başlamıştır. Neo-liberalizm,1970’lerde Chicago
Üniversitesi’nden Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman gibi akademisyenler tarafından
geliştirilen teoriler bütünüdür (Chicago Okulu). 1973 Opec PETROL Krizi sonrasında Batı
dünyasında güçlenmiş ve devletin yeniden küçültülmesini savunmuştur. Bu iki düşünüre göre
devlet elini sağlık ve eğitimden bile çekmeli ve her şey piyasaya bırakılmalıdır. Neoliberalizm güçlendikçe özelleştirme yaygınlaşmış ve devletler küçültülmüştür. Bu sayede
kimilerine göre vahşi kapitalizme geri dönüş yaşanmış ve dünyada sık sık ekonomik krizler
yaşanmaya başlamıştır. Neo-liberalizm, dış politikada da Soğuk Savaş’ın bitmesine rağmen
barış ortamı sağlayamamış ve dünyayı birçok etnik çatışmaya ve felakete sürüklemiştir.
İdealistlerin temel görüşleri ise şunlardır;
1-) İdealistler Realistlere karşı ulus devlet ve ulusal çıkarların dış politikayı belirleyen tek
aktörler olduğunu reddediyor ve uluslararası ve ulusüstü yapıları (Milletler Cemiyeti vb.) ve
bir devlet içerisindeki farklı grupları (etnik-mezhepsel azınlıklar, stö’ler vs.) ve bireyleri de ön
plana çıkarıyorlardı.
2-) İdealistler ulus devletin her zaman kendi çıkarları doğrultusunda rasyonel (akılcı) kararlar
alan aktörler olduğunu reddediyorlardı. Dahası devletlerin sabit politika tercihleri de yoktu.
3-) İdealistler sadece güvenlik meseleleriyle (yüksek politika) değil ekonomik gelişme ve
siyasal özgürlükler (alçak politika) konusunda da çalışmalar yapıyorlardı.
4-) İdealistlere göre barış, kendi kaderini tayin hakkı (self-determinasyon) gibi ahlaki değerler
de dış politikada var olmalıydı.
5-) Uluslararası politika sadece rekabet ve güçten ibaret değildir, devletler işbirliği de
yapabilir.
Download