EDEP I. Arapça Öğrenci Sempozyumu Düzenledi

advertisement
Güz 2016 - Sayı: 4
Edeple gelen, lütufla gider!..
EDEP I. Arapça
Öğrenci Sempozyumu
Düzenledi
II. International
Summer School
20. Olağan Türgev
Genel Kurulu
Söyleşi
Mehmet Savaş Hoca İle
İlim Hayatı Üzerine
Vefeyat
Eğitime Destek Programları Merkezi
Center for Excellence in Education
‫مركز التميّز العلمي‬
Mehmet Savaş Hoca İle İlim Hayatı Üzerine / 4
Yeni Müdür Yardımcımıza Hoşgeldin Diyoruz / 12
15 Temmuz Şehitlerine / 11
Onur Konferansları / 14
Maharat - Arapça Öğretim Serisi-1 / 26
Üsküdar’a Hoşgeldik / 27
İhtisas Birimi Faaliyetleri / 30
Yaz Okulu / 32
Vefayat / 52
Konya Kampı / 54
I. Arapça Öğrenci Sempozyumu / 72
EDEP’te İftar Vakti / 74
II. Arapça Sempozyumu Tebliğ Çağrısı / 75
TÜRGEV Genel Kurulu / 75
Hediyeleşmek Sünnettir / 78
EDEP Pikniği / 79
YAZ 2016 YIL:1 SAYI:4
Editör: Nimet İpek
Tashih: Nimet İpek, Seda Özalkan
Adres: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul (Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı) www.edepmerkezi.org • [email protected]
Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07
Baskı&Cilt: Limit Ofset: Litros Yolu 2. Matbacılar Sit. ZA13 Topkapı - Zeytinburnu / İstanbul • Tel: +90 212 567 45 35
Yılda iki sayı olarak yayınlanır.
Ücretsizdir.
Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir.
editör’den
Merhabalar
Yepyeni bir sayı ile daha sizinle birlikte olmanın heyecanını yaşarken, bu sevincimize başka sevinçlerin de eşlik etmesiyle karşınızdayız.
Her gün ile beraber yükselen bir ivme ile gelişen EDEP, Onur Programı çerçevesinde
derslerine, ilmi faaliyetlerine ve ilmi hizmetlerine devam ederken, İhtisas Programı’nı da açtı ve ilmin seviyesini yükselterek kendisinin de bir adım daha önüne geçti.
Dahası, I. Arapça Öğrenci Sempozyumu ile bir yazı Ürdün’de, dil becerilerini geliştirmek için geçiren öğrencilerimiz, araştırma konularını Arapça bir makale olarak
yazıp Arapça olarak sunarak Arapça konusundaki tüm becerileni ve ustalıklarını
sergileme imkanı buldular. Ayrıca EDEP’te, Onur Programı’nda gösterilen Maharat
dersleri için “Aklam” adıyla Arapça Seviye Kitapları yazımına da başlandı. Böylece
kendi ders kitaplarımızı kendimiz yazıyoruz.
Yüzümüzü ağartacak haberlerden biri daha; biz kocaman, mutlu bir aileyiz ve ailemiz, mübarek belde Üsküdar’da açılan şubesi ile eğitime başlamış bulunmaktadır.
Bu sene ikincisi düzenlenen, yurtdışında farklı üniversitelerde yüksek lisans ve doktora seviyesinde okuyan ve yine yurtdışı üniversitelerinde öğretim görevliliği yapan
kişilerden müteşekkil müstesna grubumuz ile dört haftalık, derslerin Arapça olarak
işlendiği II. International Summer School’u da gerçekleştirdik. Elhamdülillah.
Konya’da Onur Programı öğrencilerimiz ile yaptığımız kış kampı ile hem zihnimizi
dinlendirdik hem de gönlümüzü.
Dahası…
Pes sühan kûtâh bâyed vesselâm.
Herşey bültenin içerisinde, buyrunuz.
İlmin
Savaşı
Mehmet Savaş Hoca İle İlim Hayatı Üzerine
Ülkemizin övünç kaynağı olan Mehmet
Savaş hocamız ile kendisinin ilim hayatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kendisi hali hazırda İstanbul Haseki
Eğitim Merkezi’nde dersler vermektedir ve muhtelif ilim halkalarında Hidaye
okutmaktadır.
Arş. Esra Ukallo*
İsterseniz baştan başlayın. Nerde doğdunuz? Kaç
yılında doğdunuz? Ben Konya vilayetinin batısında olan ve Konya merkeze
bağlı o zamanlar bir nahiye olan Kızılviran bugünkü adıyla
Kızılören beldesinde 1938 yılı sonbaharında doğduğumu
söylerdi annem. Orta halli bir çiftçi ailesinin üç çocuğundan üçüncüsüyüm. 1945-1951 yılına kadar gizli kaçak
Kur’ an eğitimi aldım köyümde hafızlığımı aynı beldede
bitirdim. 1951’ de -küçük yazılmışım- 1940’da yazıldığım için ilkokula biraz emsalinden geç gittim. 1951 yılında Konya vilayetine geldim orada hıfzımı pekiştirmek için
bir Kuran Kursuna dahil oldum iki Kuran Kursu vardı birine intisap ettim. Değerli hocalardan tashih- i huruf yaptım, hafızlığımı kuvvetlendirdim. 4
* Yardımlarından ötürü Busenur Akkoyun, Esmanur Pusmaz,
Ayşenur Kabakçı ve ve Meryem Toyran’a teşekkür ederiz.
Bunlar yine gizli miydi yoksa açıktan mı
devam ettiriyordunuz ?
O zaman serbeste bindi. 1949’ da serbeste
bindi. Ben ki 1948’ de hafızlığımı bitirmiştim.
Gerçi köylerde o zamanlar 1945-1946 yıllarında biz üç kişi köyde tabir edilen hayatta bir
bölmede gizli olarak elif cüzü okumaya başladık. Jandarmalar baskın yaparlardı. Bizi elimizde elif cüzüyle yakalarlarsa bizi okutan hocayı
karakola götürecekler ona hakaret edecekler
onun için bize haber gelirdi jandarma baskını
var diye biz bahçelere bostanlar arasında kaçmak suretiyle böyle gizli gizli ilk okumalarımız
öyle oldu. Daha sonra bu baskı hafifledi karakol
artık müdahale etmez oldu nahiye müdürleri müsamaha eder oldu ve böylece Konya ‘ya
geldim, Konya ‘ da biraz evvel söylediğim gibi
hıfzımı pekiştirdim, tashih-i huruf (tecvit kurallarını) öğrendim. Bu arada Arapça okumaya
başladım. Emsile, bina, maksud, avamil, ızzi,
izhar ve kafiyeden bir bölüm; emali gibi akaidden bir kitap, fıkıhtanda Halebi-i Sağır’dan
bazı bölümleri Türkiye’ de okudum. İmam Hatip okuluna girmek istedim ikinci yıl açıldığının ikinci yılı bir bakıma nasip olmadı baktık ki
olmayacak mahallemizde yeni yapılan camide
bir buçuk, iki yıl kadar imamlık yaptım sonra
bazı arkadaşların Mısır’da Suriye’de okumalarını duyarak onların okumalarına imrendim. Ve
Türkiye’den bazı dostlarında referanslarını alarak Suriye’ye gittim.
Tam olarak kaç yaşındaydınız ?
16 yaşındaydım. Ve Suriye’ye giderken pasaportumuz da yoktu. Hatay’ın Reyhanlı kazasından Halep’ e kadar 92 km yolu yağmur
altında iki günde yürüdüm. Ve orda belirli
şartlarda bir okula geçici olarak kaydımı yaptırdım. Orada bir sene okuduktan sonra şartlar bana ağır geldi. Geçim sıkıntısı olduğu için
Türkiye’ye geldim, sonra tekrar döndüm sonbaharında 1954 ‘ün sonunda. Yine Halep’te
belirli bir medresede kaldım. 1955’ in başında
Şam ‘da olan arkadaşlarla iltihak etmek üzere
Şam’a geçtim. Şam’da “Elfethu-l İslami” isimli
medreseye kaydımı yaptırdım. Orada bir sene
okudum. Onun akabinde resmi bir okul mesabesinde olan bir okulun ortaokuluna kayıt
oldum bu okullar 1958 yılında birleştirilerek
“es-Saneviyye eş-Şer’ıyye” adını alan bizdeki
İmam Hatip liseleri mukabilinde din dersleri ve
teknik ilimler okutulan bir okulda 7 sene okudum. Ve bu esnada Şam’ın değerli hocalarından
çok özel dersler aldım. Şam ‘ın merkezinde
olan bir camii “Dingiz Camii” nde ikinci imam
vekil imam olarak görev aldım. O görevi Türkiye’ye dönünceye kadar orada on dört buçuk
sene devam ettirdim. İmam Hatip lisesini bitirdim. Arkasından İlahiyat Fakültesi’ne kaydımı
yaptırdım. 4 yılda İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim.
İlahiyat Fakültesi’ni okurken Türkiye’ de diplomaların muadelesi kabul şartlarını değerlendirdik. Türkiye’ de o yıllarda İmam Hatip
mezunları İlahiyat Fakültesine gidemiyordu.
Ancak Yüksek İslam Enstitülerine gidebiliyordu. İlahiyat Fakültesi mezunu olduğumuz için
ve Suriye’yle de kültür anlaşması olmadığından
dolayı, diplomaların muadelesinin yapılmayacağı kanaatine vardık. Açıktan / dışarıdan bütün dersleri vererek liseyi bitirdim - İmam Hatip lisesinden sonra - fark dersleri değil bütün
derslerin imtihanına girerek liseyi bitirdim ve
ondan sonra İlahiyat’ı bitirdikten sonra Pedagoji İhtisası için “Külliyyetü-t Terbiye” adında
bir külliyeye de intisap ettik. O fakülteyi de
bitirdikten sonra Suriye’de Hukuk Fakültesine
aynı zamanda Edebiyat Fakültesi Arap Filoloji Bölümü’ne iki fakülteye birden kaydımı
yaptırdım. Bu arada liselerde ücretle ders alarak resmi ortaokullar ve resmi liselerde dört
beş sene öğretmenlik yaptım. Özel okullarda
Arapça, Fıkıh, Kelam hocalığı yaptım, zaman
zaman bazı camilerde vaizlik yaptım, hatiplik
yaptım, öğretmenlik yaptım. Bu yıllar içerisinde değerli hocalardan farklı bilgiler aldım. Hayatımda en etkili olan hocalardan birisi -Allah
rahmet eylesin- hocam Abdulvehhab el-Hafız
ki o pekmez ve zeytinyağı satan bir aileye mensup olduğu için “dibs ve zeyd “olarak bilinirdi.
5
Bu hocadan uzun yıllar Hanefi Fıkhı okudum,
Usul-i Fıkıh okudum. Suriye Diyanet İşleri
Başkanı ve İbn-i Abidin ‘in kardeşinin torunlarında olan Ebu-l vusul el-Abidin ‘den Usul-i
Fıkıh dersleri aldım. Fıkıh olarak epey hocadan
fıkıh dersleri aldım. Ve bu dersler Usul-i Fıkıh
dersleri bana çok cazip geldi. Hayatımın -ilim
hayatımın- son demlerini fıkıh ve usül ağırlıklı
bölümlere hasrettim. Daha çok fıkhı ve usul-i
fıkhı seven bir kişi olarak arkadaşlarımız arasında öylece tanındık.
1954 yılının başında gittim. 1970 yılında birinci ayının 16’sında Türkiye’ye döndüm.16
6
yıl Suriye’de kaldım. Diplomalarım muadeleden geçti. Bu sebeple bir sıkıntı çekmedim.
Bütün diplomaları ibraz ederek Türkiye’de İlahiyat Fakültesi mezunu olarak ve eğitim fakültesinde bitirmiş olarak yüksek tahsil hatlarından istifade etmek üzere milli eğitimde
görevimi aldım. Ve o esnada gecikmeli olarak
evlendim. Ondan sonra askere gittim. Yedek
subay olarak askerliği tamamladım. Konya
İmamhatip okuluna ve Konya Yüksek İslam
Enstitüsü’nde hocalık yaptım. Askerlik sonrası
beni Afyon’un Bolvadin kazasına öğretmen
olarak tayin ettiler. Konya’ya yakın olması hasebiyle orayı tercih ettim. Bir sure sonra zorla
oranın müdürlüğünü verdiler. İmamhatip Li-
sesi müdürü olarak orada bir süre görev yaptım. Haseki Eğitim Merkezi 1976 yılının başında açıldığı zaman beni MEB’den Diyanet’e
transfer etmek üzere calıştılar bende bu transferliği kabul ettim. Milli eğitimden diyanet teşkilatına geçtim.1976 yılında Haseki’ye fıkıh ve
usulü fıkıh hocası olarak geldim. Şuanda 40.
yılımı doldurdum, 41. yılın içerisindeyim.
Hala aynı müessesede görev yapmaktayım. Bu
arada dışarıda bir çok ilmi halakalarda dersler
verdim. Özel dersler şeklindeydi. buradaki halakamız da o halakalardan biri. bunların yanı
sıra tahsil hayatıma da devam ettim. Talebele-
rin teşviki ile kendi ilmimi geliştirdim. Kaynaklara inmeyi becerdim. Bir çok kişilere yardımcı olmaya gayret ettim. Tahsil hayatımın
kısaca özeti bundan ibarettir. Evliyim, üç çocuk babasıyım, iki oğlan bir kızım var, onların
birisi hukuk fakültesinde hoca, diğer ikisi de
doktor olarak görev yapmaktadır. Ben de 2002
yılında emekli oldum ama hala eğitime devam
ediyorum. Bu şekilde buraya çağrıldık. Buranın idarecisi olan Recep Şentürk hocayla efendim Murteza Bedir ve Amerika’dan diğer bir
arkadaş ısrar ettiler, faydalanırlar dediler. Karşı
tarafta Üsküdar’da daha sonra Recep Şentürk
hocanın daveti oldu ve ısrar etti. Çünkü Recep
Şentürk’ü ben çocukluğundan tanırım mahal-
lemizin çocuğuydu. O zaman İmam Hatip
okuluna yeni gidiyordu. Bu münasebetle onu
da kırmadım ve iyi de yapmışım diyorum. Faydalı olduğum surece devam edeceğimi düşünüyorum çünkü biz de karma eğitim yoktu.
İmam Hatip Okulu erkek İmam Hatip Okulu
idi. İlahiyat Fakültesi’nde de bayan hocamız
yoktu. Külliyyetü’t-Terbiye’de pedagoji ihtisasında Amerika’da ve Fransa’da eğitim yapmış
kadın profesörler vardı. Çocuk Psikolojisi gibi
sosyal konularda onlardan ders aldık ancak ilahiyatta arkadaşlarımız vardı. Orda karma eğitimdi, kapalı arkadaşlar onların içerisinde bazı
bayanlar vardı. Gerçekten fıkha aşina idiler,
hatta fıkıh hocalarına en çok soru soran iki kişiden biri bendim,biri de bir bayan arkadaştı?
Bu arkadaşımızın biz ne elini ne yüzünü görmedik. Yüzünde peçe vardı, gözlerinde peçe
delikti, onu da gözlükle kapatırdı. Sesinden
tanırdık onu. Fakat fıkıhta gerçekten fakihe idi
o zamanlar. Çok temenni ettim benim memleketimde de böyle fakihe hanımlar oluşsa da
memleketim gelişse diye. O zamanlar temenni
ediyordum geldik Türkiye’ye, son gelişmelerle
büyük atılımlar oldu. İlahiyatı bitiren bayanlar
Haseki’ye geldi, Haseki’de okudu, İlahiyat’ta
yüksek lisans doktora yapanlar oldu. Başka
alanlar da oldu, dolayısıyla erkeklerin o güne
kadar doldurdukları alanları bayanlar da o boşlukları doldurmak suretiyle bilgileri becerileri
dirayetleriyle bu sahaya girdiler. Onun için
EDEP Vakfı da bu sahada hizmet veren vakıflardan biri olması hasebiyle yapılan çağrıya
tereddüt etmeden fazla naz niyaz göstermeden
kabul ettik geldik. Bu ikinci senemiz, herhalde
doldu ondan sonra ne kadar sürer bilemiyorum ancak ders dinleyen hanım kardeşlerimizin gözlerinin ders fonunda gülmesi ve her soruya başlarını hareket ettirerek anladıklarını
ifade etmeleri benim ders okutmada en büyük
hazlardan birisi ve bu hazzı da duymaya devam
edeceğiz. Bir arkadaşımız Haseki’deyken Elazığ Pamuk kazasından bir arkadaş usul-i fıkıh
okuyoruz. Bir meselede takıldı, ‘Hocam, anlamadım’ dedi. Tekrar ettim, tahrir arapçaydı,
yine anlamadım hocam dedi. Üçüncü defa
döndüm, yavaş yavaş tahtaya sema çizerek dersi anlatmaya calıştım. ‘Anladım hocam’ dedi,
‘Hocam izin verirseniz bir konuyu sizinle paylaşmak istiyorum dedi. Benim babam bölgede
molladır, yıllardır talebe okutur, fıkıh okutur
Şafii mezhebinden. Cem cemavı de çok çetin
bir ibareye takılmış ve diğer medrese arkadaşı
hocalarla o meseleyi çözmek için bizim evde
toplanmışlardı. Herkes ayrı ayrı fikirler beyan
ederek ibarenın çözümünde tek noktaya gelemediler. Babaannem yaşlılığı sebebiyle gözleri
fazla görmüyordu. Dedi ki oğul bakıyorum da
havanda su dövüyorsunuz. Getir şu ibareyi
bana oku da size anlatayım dedi. Erkek, bölgenin değerli hocalarının çözemediği cemul cemavırdekı Mutlak bir ibareyi babaannem onlara anlattı, hepsi de babaannemin elini öperek
teşekkür edip ayrıldılar dedi. Demek ki böyle
bayanlar da vardı doğuda okuyanlardan son
zamanlarda. Ancak Kuranı Kerim okuyan, kuran kursunda hizmet veren az sayıda bayan diyanet camiasına hizmet verdi, şu anda ise yüz
binleri aşacak İmam Hatip’lere öğretmen diğer
liselerde din dersi öğretmeni islam kültür derslerinde ve akademisyenlikte yüksek lisans yapanların sayısı bir hayli fazla. Demek ki böyle
bayanlar da vardı doğuda okuyanlardan son
zamanlarda ancak Kuranı Kerim okuyan, kuran kursunda hizmet veren az sayıda bayan diyanette çalışıyordu, şu anda ise yüz binleri aşacak imam hatiplerde öğretmen, diğer liselerde
din dersi öğretmeni, İslam kültür derslerinde
ve akademisyenlikte yüksek lisans yapanların
sayısı bir hayli fazla. Değişik alanlarda doktora
yapanların sayısı fazla, özellikle doktora tezlerinde bazı kitapların tahkiki, eski muğlak risalelerin tahkikinde başarılı olan bayanlarımız
bizler için istikbal vadeden geçlerimizdir. İnşallah daha iyisi olacaktır, daha güzeli olacaktır. Bu hizmete katkı verdiği için EDEP Vakfı’na ve EDEP Vakfı’nda çalışanlara özellikle
teşekkür ediyorum. Çünkü bayanlara özellikle
hizmet vermek kolay bir şey değildir. Bildiğim
duyduğum kadarıyla yatmak isteyenlere yata-
7
8
cak yer ve onlara belirli bir maaş belirli bir yiyecek veriyorlar üstelik hocalar getirterek
Arapça’da, İngilizce’de ve Şeri İlimler’de başka
ilimlerde onlara yardımcı oluyorlar. Bunun olması gerekir kadının okumaması gerekir gibi
boş münakaşalar yapmak doğru değildir. Hazreti Aişe sahabeler içerisinde 130 kadar müçtehidin içerisinde ilk yedide olan fukahadan birisidir. Özellikle Tuhfetu’l-Fukaha sahibi olan
kişi Alaaddin es-Semerkandi kızı Fatıma’yı yetiştirmiş fakihe olmuş, evlendirmeden kendisine sorulan yazılı fetvalara cevap verdikten
sonra kendisi imza atar kızı Fatıma imza atarmış ve talebesi Alaaddin Tuhfetu’l-Fukaha kitabını hocasının kitabını şerh ettiği için kitabın
şerhine karşılık kızını Alaaddin el-Kasani ile
evlendirmiş, “tezevvece’bnete ve şereha Tuhfete” Tuhfe’sini şerhetmiş kızı ile de evlenmiştir denir. Ayrıca Said ibn Müseyyeb yada Said
ibn Cübeyr, Said ibnil Müseyyeb ebu Hureyre’nin damadıdır. Ama daha çok Said ibn Cübeyr ders okutuyor bir genç, ders okutuyor
ortada bir perde var perde arkasında da bayan
veya bayanlar ders takip ediyor. O gün hadis
ilmi okuyorlar. Zaman geçiyor erkek talebe
derslerini aksatmaya başlıyor. Bunun üzerine
hocası diyor ki oğlum sen önceden çalışkan bir
talebe idin ne oldu derse gelmiyorsun derslerine de geldiğin zaman tam yapmıyorsun sebep
ne diye sormuş. Demiş ki hocam benim muk’ade yani yatalak bir annem var. Eşim anneme
bakıyordu dolayısıyla ben kendimi ilme vermiştim. Eşim sizlere ömür vefat etti ölümünden sizleri de haberdar etmedim başka anneme bakacak ne kız kardeşim var ne yakınım var
annemin bakımını da üstlendim hatta bütün
ihtiyaçlarına yardımcı oluyorum. İlim okuyacak fazla zamanım kalmıyor onun için derslerimde bir aksama görülüyor diyor. Oğlum evlenmek ister misin diye soruyor isterim ama
fazla param yok, malım yok, üstelik böyle yatalak bir annem var bu şartlarda beni kim kabul
eder ki hocam. Evlenmek isterim ama evlenecek maddi durumum yok. Alacağım eş anneme bakar mı onu da bilmiyorum oğlum ben
sana paran var mı diye sormadım evlenmek ister misin diye sordum. İsterim dedim peki görüşürüz yakında dedi Said İbn Cübeyr’i kızı
Fatıma’ya ders arkadaşı onunla evlenip evlenmesinler diyeceğini soruyor babam uygun görürse bende onunla evlenirim demiştir. Bir
yatsı namazı sonrası Said İbn Cübeyr kapımı
çaldı ben içeriden seslendim içeride annem yatalak olduğu için odada koku vardı hocama
serecek bir minderim bir seccadem bile yoktu
kim diye seslendim Said dedi. Dünyada ne kadar Said varsa hepsi aklımdan geçti ancak Said
ibn Cübeyr’in kapıma kadar geleceği hiç aklıma gelmedi. Hangi Said diye sordum o da Said
ibn Cübeyr dedi. Hem sevindim hem üzüldüm. Oturtacak yerim yoktu buna üzüldüm.
Kapıyı açtım baktım yanında bir bayan var oğlum bu benim kızım Fatıma senin ders arkadaşın seninle evlenip evlenmeyeceğini sordum,
evliliği kabul etti. Eğer sen de bu evliliğe razı
isen iki şahit çağır da nikahınızı kıyayım dedi
ve böylece evliliğini de temin edelim, derslere
devamını da sağlayalım dedi. Ve iki şahit çağırdım ve nikahımız kıyıldı. Ve ayrılıyor kızını
damadı ile zifafa koyuyor evine dönüyor. Ertesi sabah oluyor talebe evrakını topluyor hokkasını alıyor divitini alıyor derse gitmeye hazırlanıyor. Hanımı soruyor ona nereye diyor.
Babana derse gideceğim. Gidemezsin bakire
bir kadınla evlendiğinde başka hanımların da
olsa o hanıma yedi günü tahsis edeceksin onun
izni olmadan derse dahi gidemeyeceksin. Yav
hanım etme biz seninle evlenmeyi tahsile devam edelim diye kabul ettik oysaki sen tahsile
mani oluyorsun. Hanımı diyor ki otur bey.
Said sana ne dersi okutuyorsa aynısını ben de
sana okuturum diyor. Bakire bir kadınla evlendiğinde başka hanımların da olsa o hanıma
yedi günü tahsis edeceksin, onun izni olmadan
gelse dahi gidemeyeceksin. ”Ya hanım etme,
biz seninle evlenmeyi tahsile devam edelim
diye kabul ettik. Oysaki sen tahsile mani oluyorsun.” Hanımı diyor ki “Otur bey, Sait sana
ne ders okutuyorsa aynısını ben de sana okuturum “ diyor, hanımı o yedi gününde kocası-
na babasının okutacağı dersleri okutabiliyor.
Yani tarihimizde buna benzer kadın alimelerin
yeri vardır. Bu alimelerin inşaAllah zamanımızda, çağımızda, Türkiye’mizde de gelişmesi,
çoğalması ve bu gibi müesseselerin o hizmetlerde devam etmesi bizim tek dileğimizdir.
Cenab-ı Hak sizlere tevfik versin, bu vakfa da
kuvvet versin, kudret versin sizlerin yetişmesinde katkısı olduğu için. Bizi de bu katkıda ele
alınarak (efendim) sevapta ortak ettikleri için
EDEP Vakfı’na, buradaki çalışanların hepsine
ayrıca teşekkür ederim. (Velhamdülillahi Rabbil alemin), yeter.
Benim bir sorum daha var hocam. Tavsiyeleriniz nelerdir? Mesela şimdi bugün o
alime kadınlar hep belli bir muhafazakar
çevrede çalıştılar. Bugünkü kadınlar işte
bazen resmi görevler alıyorlar, istemedikleri ortamlarda bulunmak zorundalar.
ve bilimine ilim yolunda ortak olan hem erkek
hem kadındır. İslami iffet muhafaza edildiğinde
İslami konulara riayet edilmesi halinde kadının
da erkeklere ders vermesi konusunda müsamahalı davranan ilim adamları vardır. İslami kurallara uyulması şartıyla. Çünkü kadının erkekle
konuşması normal caiz ise, mesela bizim burada
gelip ders vermemiz İslami kurullara uygundur,
İslami kurullara uygun olması halinde kadının
da hocalık yapması, öğretmenlik yapması, resmi
vazifelerde görev alması, Özellikle tıp fakültelerine giderek orada tıp eğitimi alıp da bazı bayanların “ben erkek doktorlara muayene olamam”
diye ağrılar çeke çeke ölmelerine insan razı
olmuyor, vicdanen rahatsız oluyor. Onun için
erkeklerin yapamayacağı alanlarda bayanların
yapabileceği çok şeyler vardır. Öyle olur. Benim
rahmetli babamın bir duası vardı. “Yarab! Yapmış olduğum ibadetlerden hasıl olan sevabı anneme babama evlad u iyalime bir de bana ameli-
Şimdi kadının çalışma planı, kadın İslami tesettürüne riayet etmesi halinde ve erkeklerle halvet olmayacak bir şekilde eğitimde katkı verebilir. İlahiyat fakültelerinde hoca olabilir- olamaz
meselesi o ele alınacak ayrı bir konudur, özel
tartışılacaktır bunlar. Böyle söyleşilerde verilen
kararların münakaşaya müzakereye açılması
doğru değildir. İlmi forumlarda ele alınarak meselenin çözülmesi gerekir. Çünkü öğreten yalnızca erkek değildir, Hz. Peygamber’in ilmine
yatla şifa vermede yardımcı olan doktorlara ver”
derdi. “Oğlum şu çocuklardan birini doktor yap”
diye bana nasihati vardı. İki tanesi Allah’a şükür
doktor oldular. Onun için onlar da büyük dua
alıyorlar. Kadının illaki yalnız Kuran okuyacak,
Kuran okutacak diye bir kamu alanında hizmetini o noktaya odaklamak hazfetmek doğru
değildir. Ancak İslami kurallara uymak suretiyle
kadının görev yapması, görev almasında bir sakınca yoktur.
9
Çünkü şu hep akla geliyor. Resmi görev alınca hep bu tokalaşma olayları
ortaya çıkıyor. Bu Avrupa’da çok büyük
bir problem.
Şimdi o noktaya gelelim bayanın erkekle tokalaşması mezheplerin hiçbirinde caiz değildir.
Yapılıyorsa onun günah olarak üstlenilerek
yapılması demektir. Çağdaş zamanda kadınlar
muhafaza etmelidir. Hatta moda değişti kadın
erkek kucaklaşmaları bile olur hale geldi, bunlar caiz değildir. Bazıları olurdur olmazdır, hatta
bizim kaynaklarımızda çok yaşlı olan musafahasına, farklı düşünce oluşmayan kadın erkek
musafahasına izin vardır. Yani çok yaşlı bir kadının -köylerde öyledir- eli öpülür, yaşlı erkekler
de öper. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer’in süt annelerinin olduğu kabilelere gidip çok yaşlı kadınlarla musafaha ettiği kitaplarda yer alır ama
muhakkikler bunun doğru olmadığını söylerler. Ama genelde talik olmaması farklı düşüncelere gidilmemesi şartıyla yaşlı kadınların eli
öpülebilir onlarla musafaha edilebilir ama genç
kadınların erkeklerle musafaha edilmesine kesinlikle izin yoktur. Yapıyorsak suç işleyerek
yapıyoruz demektir.
Hocam özel birkaç sorum daha olacaktı.
Siz ilk Suriye’ye gittiğinizde Arapça bilmiyordunuz değil mi ?
Okudum dedim ya..
Gramer olarak mı yoksa konuşma
olarak mı ?
Konuşma yoktu.
Ama yani Arapçayı anlıyordunuz değil mi?
10
Yok pek anlamıyorduk. Ben Arapçada konuşma
dilinde başarılıydım. Sebebi şu idi. Benim lisede
okuduğum yıllarda sınıfımda hiç Türk arkadaş
yoktu ve okulda olanlar da ayrıldı, bitiremediler,
başaramadılar. Dolayısıyla yatılı okuldaydım.
Bir de cami imamlığı olunca cemaatle konuşma,
onlara vaaz etme, onlara dert anlatma Arapçamı geliştirmemi sağladı ve Arapça konuştuğum
zamanlarda da –arkadaşlarımın beyanı benim
iddiam değil- Arapla pek fark edilmez durumda idim. Hatta ve hatta hem fakültede hem lise
kısmında Arap gramerinde arkadaşlarıma dersler veren, arkadaşlarıma yardımcı olan biriydim.
Konuşma dilinde de öyle ama geleli kırk beş kırk
altı sene oldu daha fazla, biraz unuttuk sayılır.
Geldikten sonra yine gidip geldiniz mi, ne
yaptınız?
Pek fazla gidip gelmedim. Çünkü belirli şartlar vardı. Hacca giderken karadan, birkaç kez
uğradım. Dostlarımı, arkadaşlarımı ziyaret ettim. Çünkü gittiğimde bildiğim kadarıyla Suriye genç istihbarat ekibi etrafımızı sarıyordu.
Arkadaşlarım dediler ki “Sen gittikten sonra
bizi istihbarata çağırıyorlar; ne konuştunuz,
ne söylediniz, ondan ne haber aldınız gibi bizi
sıkıştırıyorlar.” diyorlardı. Onun için ben arkadaşlarımla da gece ve camide istihbaratın olmadığı yerlerde konuştum. Arapça konuşmam
Şam ve Suriye şivesini hatırlattığı için pek fazla
bana baskı yapmıyorlardı ama arkadaşlarıma
baskı yaptıkları oluyordu. Bir arkadaşımla altmış sene sonra beraber olduk. Birçokları profesörlükten emekli oldular, bakanlıktan emekli
oldular. Ama maalesef gidemiyoruz, çünkü
oradaki vatandaş bir an önce oradan kaçmaya kurtulmaya çalışıyor. Bu 1963 İhtilali’nden
sonra başladı. 1963’ten beri Suriye hala bu azabı bu işkenceyi çekmektedir. 1970’ten sonra
özellikle 67 harbi oldu, o harpten sonra Baas’ın
baskıları arttı, dini hayatlar kontrol altına alındı, hocaların çalışmaları engellendi ancak yağcılara ve onlara şakşakçılık yapanlara konuşma
hakkı verildi. Benim hocam Ramazan el-Buti’yi
kürsüde öldürdüler -Allah rahmet eylesin- Yani
sisteme yakındı, onları çok savunuyordu vs.
öldürdüler. Mesela burada bir arkadaşımız var,
benim çocukluk ve sınıf arkadaşım, ne olacak
diye çırpınıyorlar. Allah yardımcımız olsun.
Allah razı olsun hocam.
15 temmuz
e
n
i
r
e
hitl
şe
“şühedanın ruhu içün”
indirilen hatimlerimiz
Milletçe zor zamanları idrak ettiğimiz şu günlerde, biz de EDEP ailesi olarak
bu zulme sessiz kalmadık ve elimizden geldikçe, dilimiz döndükçe, dualarımızla devletin bekası, dinin devamı ve çocuklarımıza daha güzel bir vatan
bırakabilmek için karınca kadrince elimizden geleni yaptık.
11
Başka Memleketin Irmağının
Akışına Ölemeyiz
On beş temmuz günü, akşam ezanı okunurken günlüğüme
şunları yazmışım:
“Ve o ses Allahu Ekber diyerek noktayı koydu. Ne Marx ne
diğerleri ne de onların kavramları en büyük sesin önüne
geçemedi. Dünya güzelse tek bir sebepten. Güzel değilse
de yine aynı sebebin yok edilmek istenilmesinden.”
Kapının altından sessizce giren bir duman gördük o
gece. Bir yer yanıyordu. İyi ki uyumuyorduk, açtık
kapıları neyin habercisidir bu duman diyerek. Gördük ki
içimizden birileri bizi yakmaya kalkmışlar. Şehit olmaya
özendiğimiz yaş budur dedik. Millet olarak bağrı yanık bir
milletiz, içimiz yangın yeri. Dört bir tarafımızı çepeçevre
kuşatan ateşten bir çemberin içinde kalıverdik bir anda.
Hatırladıkça havsalamızın almadığı dakikalar yaşadık.
Bir ara en son duyduğum akşam ezanını düşündüm, iyice
dinlemiş miyim diye yokladım kendimi.
Külümüzden yeniden dirildik dualarla ve tekbirlerle.
Vatan kalbimizin attığı yer idiyse ve vatan düşerse biz o
zaman ölürdük. Bu toprakların taze kana ihtiyacı varsa
bunun için yeni bir mevsim bile başlatabilirdik. Ve Allah’ın
yardımıyla şahlandık, üzerimize düşeni yaptık. On dört
asır evvel yürüyüşüyle ölümü titreten Ömer ile o geceki
Ömer aynıydı. Batılı alnının ortasından vurup yere serdi.
“Şöyle güzel bir şey olsa da içten bir tekbir getirsek” diyen
Halil abimiz ardında hoş bir sada bıraktı. Tankın önünde
duranlarımız, tankın egzozuna gömlek tıkayanlarımız,
sokağa çıkanlarımız, sırayla vatan nöbeti tutanlarımız,
vatandaşı olmadığı bir ülkenin sevdalısı olan Mustafa
abimiz ve daha nice değerli insanımız, şehitlerimiz ve
gazilerimizin dillere destan direnişiyle ve yükselen sala
sesleriyle yangını bastırdık. Allah bize bu memleketi
yeniden lütfetti.
Sevgi Yaman
Şimdi biz “Ne iyi olurdu o mesel kendi kendini yazsa”
diyenlere en güzel mesel olan bir milletiz. İkinci baharımız
on beş temmuzdan sonra başladı. Bu vatana deliler gibi
aşığız. Başka memleketin ırmağının akışına da ölemeyiz.
15 Temmuz Anısına...
Mübarek günün gecesi. Ruhlar bayramını yapmış ve
iş telaşesinden aile hayatına dönmenin, rahat bir hafta
sonu geçirmenin hayallerini kurmakta. Birinin derdi
hala öbürünün canını yakmamakta. Sokağın başında
bebek mevlidi ortasında Düğün evi sonunda ise
cenaze evi var hala. Kendi telaşesi içinde insanoğlu.
Küçük dertlerinde boğulmakta.
Ta ki
Büyük dert gelene kadar
Mahşer anı mı? Kıyamet mi koptu? Zelzele mi oldu?
Hayır
F16 ? O da ne? Gençlerin oynadığı bilgisayar oyununda
bir silah mı?
Ama artık Şehidim!
Karanlıktayız.
Kim kime vurmuş?
Hakkınızı helal edin şehidim rabbine kavuşmuş.
Bıçak acısı mı ağlatır Ya rab? Yoksa sırtından
bıçaklanması mı?
Ey aziz millet!
Toprağın bekan için susamış, şehid kanı ister.
Nerde yiğitlerin topla meydana!
Allah ekber !
Koşsunlar semaya!
Hayır, hayır!
Ve fetihler...
Ya isabet ettiğinde ruhunu alan G3 ölüm makinası mı?
Yaşlı gözlerle beraber gelen yardım. Koştuğun vakit
tankın önüne fütursuzca (kaygısızca) koşan sen
değildin. Çevirdiğin zaman namlunu asil halkından
hain komutanına mehmedim, sen değildin mehmedim,
sen değil...
Bu bir simülasyon değil?
Yerde yatan kanlar içinde
Belki sokağın başında belki ortası
Serra Ağırman
ON U RKON FE R A N S L A R I 1
Gen Çevre Etkileşimi ve Psikopatoloji
Şerife Leman Köybaşı
Medipol Üniversitesi Sinirbilim Yüksek lisans
03.12.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu
Arş. Özlam Kahya
Yıllardır süre gelen “nature” vs ”nurture” yani bizi
biz yapan tabiatımız mıdır, yetiştirilişimiz midir
çelişkisi günümüze kadar çok tartışılan bir konudur. Günümüzde ikisinin de etkisi kabul edilmekle beraber, cevabın ağırlığı disiplinler arası farklı
olabiliyor. Psikoloji, çevre ve tecrübelerimizin
etkisine daha çok ağırlık verebilirken; biyoloji/sinirbilim genlerimize daha çok vurgu yapabiliyor.
Neden yeni doğmuş tek yumurta ikizleri, 50 yaşındaki tek yumurta ikizlerinden daha çok birbirine benzer? Genetik materyalleri %100 aynı olmasına rağmen zaman geçtikçe farklılık oluşmasının
sebepleri neler olabilir? İnsanlar arası çeşitliliği
araştırmanın bir yolu ikiz çalışmalarıdır. Çevresel
faktörlerin epigenetik mekanizmaları etkileyerek
farklılıklara sebep olabileceği öne sürülüyor.
14
Gen çevre etkileşimi; halihazırda sahip olduğumuz genlerin çevre ile etkileşime girip DNA metilasyonu, histon modifikasyonu gibi epigenetik
mekanizmalar ile gen anlatımında değişikliklere
sebep oluş organizasyonunu araştıran bir konudur. Epigenetik mekanizmalar, DNA dizilim
değişimi olmaksızın genom kullanımı değiştiren
kalıtsal değişimlerdir. (DNA metilasyonu, histon modifikasyonu vs.). Epigenetik işaretlemeler, çok kısa süreler içerisinde (örneğin 1 dakika)
değişebilirken, uzun süre de sabit kalabilir. Çevresel faktörler, genom kullanımının değişimine
kalıcı veya geçici olarak sebep olabilir ve bu kullanım bilgisi yeni nesillere de aktarılabilir.
Psikopatolojinin oluşumunun incelenmesi
için gen ve çevre etkileşiminin anlaşılması mühimdir. İnsanların DNA sıralamasının %99’u
aynıdır. Aynı çevresel olaylar ve stresin, farklı
insanlara farklı etki etmesinin altında genetik
varyasyonlar (polimorfizm/çeşitlilik) yatmaktadır. Çevresel faktörler; gen ekspresyonuna etki
ederek nöral yapı ve işleyişini değiştirir, HPA
Axis (stress yanıt mekanizması) ve bağışıklık
sistemini etkiler, duygu düşünce ve hafıza oluşumuna etki eder. Bütün bunlar da patolojinin
gidişatını belirleyebilir.
DNA’mız çift sarmallı, nükleotidler tarafından ifade edilen genetik bilgiyi içerir. İnsan DNA’sında
23 kromozom çiftine paketlenmiş, her biri bir ebeveyden gelen 3 milyar mükleotid bulunur. Gen,
protein (ya da RNA) kodlayan ana fonksiyonel
birimdir. Biyolojide kabul edilen santral dogmaya
göre, DNA’dan RNA, RNA’dan protein kodlanır.
Genetik polimorfizm; transkripsiyonu (DNA’dan
RNA yapılmasını), translasyon (RNA’dan protein yapılması) ve protein katlanması miktarını,
etki düzeyini, ya da durağanlığını etkileyebilir.
Fizyolojik değişikliklere (nörotransmitter salınımı, hormon salınımı, kalp atım hızı, kan basıncı
değişiklikleri) sebep olabilir. Nöral değişikliklere
(beyin yapısı, bağlantısallığı, reseptör dağılımı),
davranışsal/bilişsel/bağışıklık/endokrin değişimlerine sebep olabilir. Psikopatolojiye yatkınlığı,
dayanıklılığı belirleyebilir.
Çevresel faktörleri; demografik etmenler (yaş, eğitim, sosyo-ekonomik durum) ve psikososyal faktörler
(kişilik özellikleri, sigara-alkol kullanımı, yeme, uyku, egzersiz alışkanlıklar, özellikle erken dönem ve kronik
strese maruz kalma, algılanan sosyal
destek, yalnızlık, hissedilen refah)
oluşturur.
Bunlardan yola çıkarak; yediklerimizin, tecrübelerimizin, davranışlarımızın bu mekanizma ile yeni davranışlarımıza
etki ettiğini söyleyebiliriz. İrademizi kullanıp
doğru olanı seçmek genom kullanımımız, dolayısıyla beyin işleyişimizden davranışlarımıza
kadar oldukça önem arzetmektedir. Bunu kalı-
tılıp yeni nesillere aktarılabiliyor olması ayrıca
düşünülmesi gereken bir durumdur. Psikolojik
bir rahatsızlık için yatkınlık olması, durumun
kesin gerçekleşeceğini göstermez. Çevresel bir
etmenin onu tetiklemesi gerekmektedir. Sosyal
destek ise, oldukça koruyucu bir unsurdur.
ON U RKON FERA N S L A R I 2
İslam İktisadı Çalışmaları: Malezya Örneği
Arş. Şeyma Özdemir
Marmara Üniversitesi İktisat Tarihi Yüksek Lisans
12.03.2016 / FATİH EDEP Konferans Salonu
Arş. Özlam Kahya
Malezya’nın siyasî ve buna bağlı olarak da
iktisadî yapılanmasının serd edilmesiyle
başlanan sunumda İslam Üniversitesi’nin
sistemi ve bu sistem içinde İslam İktisadı
eğitiminin yeri vurgulandı. Bilginin İslamîleştirilmesi (Islamization of Knowledge)
düşüncesinin iktisadî bilgiye yansımasından bahsedilerek İslam İktisadı çalışmalarının tarih, düşünce ve finans alanlarında
yürütüldüğü ve finans çalışmalarının baskın oluşu anlatıldı. ‘Neden Malezya?’ sorusuna cevap verilip Malezya’nın İslamî finans konusunda Türkiye’nin rol modeli oluşundan bahsedildi ve
Türkiye’de de uygulaması olan bazı bankacılık yöntemleri anlatıldı. Soru cevaplar üzerinden genişletilen
sunum interaktif bir şekilde devam etti.
15
ON U RKON FE R A N S L A R I 3
Araplar ve Yahudiler: Tarihsel İlişkileri
Prof. Dr. Nuh Arslantaş
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi
26.03.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu
Seda Özalkan / Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Yüksek Lisans
Yaklaşık iki bin yıllık bir tarihe sahip olan Yahudilik, bilinen en eski tevhidî (tek tanrılı) dindir.
Üç semâvî dinin ilk halkasını oluşturan bu dinin
tarihsel gelişiminin bilinmesi hem dinsel, hem
tarihsel, hem de toplumsal gerekçelerle oldukça
önemlidir. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği olayların büyük bir kısmı Yahudi tarihi ve Yahudi peygamberleriyle alakalıdır. Bu yüzden onları
öğrenmek aynı zamanda kendimizin bir parçasını
öğrenme ve Kur’ân’ın oturduğu bağlamı daha iyi
bilme anlamına gelmektedir.* Bu dinî gerekçenin
yanında yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Yahudilerle muhatab olması ve o zamandan itibaren özellikle Hıristiyan dünyanın Yahudi toplumunu kendi topraklarından atması süreçleriyle Yahudilerin
Müslümanlarla bir arada yaşamaları da Yahudilik
hakkında bilgi sahibi olmamızın toplumsal gerekçesini oluşturmaktadır. Özellikle Osmanlı döneminde devletin önemli konumlarına getirilen
Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki ilişki bugünümüze örnek olması açısından oldukça önemlidir. 19. yüzyılda Yahudi milliyetçiliğinin diğer
bir adı olan seküler Siyasî Siyonizm’in ortaya çıkması ve Osmanlı devletinin egemenliği altındaki
topraklara Siyonistlerin göz dikmesiyle başlayan
süreçte Yahudi ve Müslümanlar arasındaki ilişki
*
16
Fuat Aydın, Yahudilik, İnsan Yayınları, 2010, İstanbul, s. 7.
oldukça kaygan bir zemine oturmuştur. Bu bağlamda Siyonizm’in Yahudilikle bir tutulması ve
Siyonist ve Yahudi kavramlarının yanlış olarak
birbirlerinin yerine geçebilir olarak kullanılması
da Müslümanların zihinlerindeki Yahudi anlamı
ve algısını muğlak bir hale getirmiş, yüzyıllardır
beraber yaşamış olan bu iki toplumu birbirini
anlayamaz kılarak bugün yaşadığımız sorunlara
zemin hazırlamıştır. Yaşadığımız coğrafyadaki
sorunların büyük bir bölümünün İsrail/Filistin
meselesinden türediğini düşündüğümüzde, bu
konunun taraflarından biri olan Yahudilerin dini,
tarihi ve Müslüman-Yahudi ilişkileri hakkında
bilgi sahibi olmamız meselenin geleceğini etkilemesi açısından da oldukça önemlidir. Bu çerçevede Türkiye’de Yahudi tarihi veya Yahudilik
denince akla ilk gelen isimlerden olan Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Nuh
Arslantaş bu konular hakkında bizleri bilgilendirmek için davetimize icabet etti ve bu haftaki
konuğumuz oldu. Genel bir Yahudi tarihi özetinden sonra tarih boyunca Arap-Yahudi ve Müslüman-Yahudi ilişkilerinin seyrini bizlere aktaran
Nuh hocamıza sevgi ve saygılarımızı sunuyor,
Filistin’deki kardeşlerimizin en yakın zamanda bu
zulümden kurtulmaları için dua ediyoruz.
ON U RKON FERAN S L A R I 4
Hz. Peygamber’in (s.a.v) Günlük Hayatı
Muhammed Emin Kılıç
İstanbul Haseki Eğitim Merkezi Hocası
23.04.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu
Maşide Yüksel, Marmara İlahiyat 1. sınıf
Muhterem ve pek kıymetli hocamız Muhammed Emin Kılıç ‘’Hz. Muhammed’in (s.a.v)
Günlük Hayatı’’ başlıklı konferansıyla misafirimiz oldu.
Bize peygamber efendimizin (s.a.v)’in hayatı
hakkında çeşitli kitaplar önererek konuya başlayan hocamızın önerilerini sizinle de paylaşmak istiyorum. Bunlar; “yevmun fil beyturrasul” ve Ali Yardım hocanın “Peygamberimizin
Şemaili” adlı kitabıdır.
Hocamız Peygamberimiz (s.a.v)’in sade hayatını iyi bilmediğimizi, onu iyi tanımadığımızı,
belli başlı şeyler dışında peygamberimiz (s.a.v
) hakkında bilgimizin yetersiz olduğunu dile
getirdi. Bu nedenle çok fazla siyer kitabı okumamız gerektiğini söyledi. Günümüzde biz
Müslümanların ilimle ilgilenirken dinamizm
onu yaşama hatta ihlâs da bir sıkıntımız olabildiğini biraz batı tarzı okumalar yaptığımızı
söyleyen hocamız “İlim ilim içindir.” anlayışıyla yaklaşıldığını ifade etti. Ama biz Müslümanlarda ilim amel içindir. Amelde Allah (c.c)
içindir.’’ diyerek bizlere ilim-amel ilişkisini hatırlattı. İlim ve ameli birleştirip hayatımızda
uygulamak içinde peygamberimiz (s.a.v)’i tanımamız gerektiğini sözlerine ekledi. Her yıl
en az bir kitap okumamızı tavsiye etti.
Osmanlı Devleti’nde eğitim sisteminde mühendis olsun fizikçi olsun öğretmen olsun fark
etmeksizin tüm öğrencilere mezun olmadan
önce efendimizin anlatıldığı bir kitabın okutulduğunu belirten hocamız bundaki maksadın peygamber sevgisi olamayan öğreticinin
öğrencisine de bu sevgiyi aşılayamayacağı
düşüncesinin olduğunu bu nedenle mutlaka
okutulduğunu söyledi.
Efendimizin (s.a.v) günlük hayatını bizlere
şöyle aktardı. Peygamberimiz gecenin 3/1 ‘ini
uyuyarak 3/1’ini ilim ve 3/1’ini ibadetle geçirirdi. Gece kalktığında ise dua eder ardından
misvak kullanırdı. Sadece gece değil eve girdiğinde ve gün içerisinde sıklıkla misvak kullanırdı. Peygamberimiz (s.a.v) ağız kokusunu
hiç sevmezdi. Sabah namazına katlığında gusül abdesti ya da abdest alırdı. Öyle ki mescide geldiğinde mübarek saçından su damlardı.
Sonra dua ederdi.9 ya da 13 rekât namaz kılar-
17
dı. Secdede 50 ayet okuyacak kadar kıyamda
ayakları şişene dek dururdu. En hafif kıldığı
namaz sabah namazının sünnetiydi. Genelde
kafirun ve ihlâs suresi okur ve sonra sağ elini
başının altına alıp çok az yatar ve çok geçmeden kalkardı. Mescide gider insanlarla namaz
kılardı sonra hemen çıkmaz cemaate döner
sahabeyle sohbet eder, onların sorunlarıyla
ilgilenir bazen şakalaşırdı. Dışarıdan geçenler
gülme sesleri işitirlerdi. Minberde konuşurken biri soru sorduğunda yanına iner sorusunu cevaplar ve tekrar minbere çıkardı. Sadece
akşam ve yatsı namazı arasında ki süreyi evde
geçirir akşam yemeği yerdi.
Çocukların başını okşar onlarla sohbet ederdi. İşrak vakti namaz kılardı sonra tahmini
olarak sahabeyle iki saat sohbet eder sonra
kalkardı. O gün hangi eşinin evine gitmesi gerekiyorsa gider ve kapıdan besmele ile girerdi,
eve mutlaka besmele ile girmemizi istedi. Eve
girdiğini belli ederdi. İlk iş misvak kullanırdı.
Yiyecek var mı diye sorduğunda Hz. Aişe yok
derse oruç tutardım diyor ki Hz. Aişe’nin yok
dediği çok olurdu. Hz. Aişe “Muhammed ailesi iki gün ardı ardına arpa ekmeğinden doymuş değildir “ diyor. Peygamberimiz (s.a.v)
yemek yerken sırtını yaslamazdı. Enes bin
Malik rivayetinde “ben gördüm ki Efendimiz
(s.a.v) açlıktan hurmayı yaslanarak yiyordu.”
diyor. Peygamberimiz (s.a.v) sofradan doyarak kalkmazdı bazen misafirler çekinmesin
diye onlarla yediğinde tam doyduğu olurdu.
18
Efendimiz eti çok severdi bir gün kendisine küçükbaş bir hayvan hediye edilmişti. Kesilmesi
için Hz. Aişe’ye gönderdi. Akşam sordu Hz.
Aişe’ ye “ne kaldı geriye ?” Hz. Aişe “Ya Resulullah sadece bir butu kaldı” dedi. Resulullah da
dedi ki‘’Desene bir butu dışında hepsi bizim.’’
Kahvaltıya giderken camiden çıkmadan önce
Ashabı Suffa’dan bazılarını yanına alır bazılarını ise sahabelere dağıtırdı. Yemeğe besmele ile
başlar sağ eliyle ve hemen önünden yerdi.
Kuşluk vaktinde 2,4 ya da 8 rekât namaz kılardı. Öğleden önce kuşluktan sonra tek tek hanımlarının evlerini dolaşır ihtiyaçlarını alırdı.
Hepsini bizzat kendi taşır kimsenin onları taşımasına izin vermezdi. Sonra mescide giderdi.
Hocamızın söylemiyle mescid onun işyeriydi.
Her türlü işle orda ilgilenirdi. Vaktinin büyük
çoğunluğunu orda geçirirdi. Harp sanatları,
ganimetler, tartışmalar hepsi orda olurdu.
Peygamberimiz soru soranın durumuna göre
cevap verirdi. Kayluleyi öğle namazında önce
uyurdu. Hava çok sıcaksa öğle namazını biraz
geç kılardı. Peygamberimiz çok kibardı. Gerektiğinde hastaları ziyaret ederdi dargınları
barıştırırdı. Şakayı çok severdi zaman zaman
evinin dışından gülme sesleri gelirdi. Akşam
nerde kalacaksa tüm hanımları oraya gelirdi. O
evde muhabbet ederlerdi veya her bir hanımını tek tek ziyaret eder en son kalacağı hanımının evine giderdi. Evde iken somurttuğu vakii
değildi. Yatsıdan sonra erken yatardı. Yatarken
nas ihlâs ve felak suresini mutlaka okurdu. Sağ
elinin üzerine başını koyarak uyurdu.
Son olarak her bakımdan Peygamberimizi (s.a.v) örnek almamız gerektiğini bizlere
vurgulayan hocamız bilhassa günümüzde
insanların yoksunluk çektiği kibarlık mevzusu üstünde duruyor. Peygamberimiz (s.a.v)
buyuruyor ki “Kibarlık ve zarafetten yoksun
kalan her şeyden mahrum kalmıştır.”
“Hiçbir zaman söz fiil kadar etkili olmaz.” diyen hocamız Efendimizin (s.a.v) davranışlarını
tam da bu yüzden örnek almamız gerektiğini
söylüyor. Biraz Resulullah(s.a.v) a benzersek
birçok şeyin değişebileceğini vurgulamıştır. “Cenab-ı Hak inşallah mümkün mertebe
Efendimizin(s.a.v) hayatının 24 saatini hayatına uygulayan onu kendi hayatına örnek yapan
ve hayata geçiren bahtiyar kullarından eylesin.”
diyerek konferansımızı noktalıyor.
ON U RKON FERA N S L A R I 5
Sünnetin Birleştirici Mahiyeti
Doç. Dr. Aynur Uraler
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi
23.04.2016 / FATİH EDEP Konferans Salonu
Maşide Yüksel, Marmara İlahiyat 1. sınıf
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Doç. Dr. Aynur Uraler hocamız, Edep
Eğitim Merkezine teşrif ederek ‘’Sünnetin Birleştirici Mahiyeti’’ başlığı altında konferans verdi.
Hocamız 1960’ta Pendik’te doğdu 1978’de
Çapa Öğretmen Lisesi’nden, 1988’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun
oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde “Ümmü Habibe’nin Rivayetleri” başlıklı teziyle yüksek lisans, “Sahabe
Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık” konulu
teziyle doktora eğitimini tamamladı. 2003’te
Yardımcı Doçent, 2014 yılında da Doçent
oldu. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı öğretim üyesidir.
Aynur Uraler hocamız günümüz sıkıntılarından biri olan fırkalaşmanın ortaya çıkış sebeplerinden, bu konuda sünnetin birleştirici mahiyetinden ve neler yapabileceğimizden bahsetti.
Konuşmasında ilk olarak sünnetin ümmeti
bağlayıcılığından Hz. Mevlana’dan şu sözleri
alıntılayarak bahsetti ‘’Aklını peygamber yolunda kurban et.’’ Her fert bildiği hadisi ve
ayeti uygularsa o zaman ümmet oluruz, ‘’Kim
var?’’ dendiği zaman sağa sola bakmadan ben
varım diyebilecek adamlar yetiştirmiş oluruz.
Fakat günümüzde Müslümanların arasındaki
en büyük problemlerden biri,tek bir ümmet
olamamak ve fırkalaşmaktır. Aynur hocamızda bunu ‘’Fırkalara ayrılırsak sünnet ortadan
kalkar.’’ sözleriyle ifade etti. Peygamber efendimiz ‘’Küfür tek millettir’’ demiştir ki tüm
dünya Müslümanlığı ilgilendirmeyen bir
konu olduğunda bir araya gelebilir, geliyorda.
Hocamız konuşmasının devamında bizlere
fırkalaşmanın sebeplerinden yani bid’at grupların ana olarak ortaya çıkış sebeplerinden şu
şekilde bahsetti; Ayet ve hadis varken insanların kendi hevalarına uyması ve kendi reyini
beğenmesi. İçtihad etmek tabiî ki makbuldur
ve doğrudur ama Kur’an ve hadis çerçevesinde olduğunda. Burada bahsedilen ise Kur’an
ve hadis bir kenara bırakılarak yapılan batıl
reydir. Aklı nassın önüne koymak fırkalaşmaya götürür ki nassın olduğu yerde ‘bana göre’
ifadesi yoktur. Aklı nassın önüne koymak
19
ifadesini de hocamız Hz. Ali’nin şu sözüyle
bizlere açıkladı: ‘’Din akılla olsaydı mestlerin
üstünü değil altını mesh etmemiz gerekirdi.’’
Yani burada kastedilen, tarifi tanımı ve uygulaması peygamberimiz (sav) tarafından yapılan ibadetlerde (taabbudi hareketler) akla
tersmiş gibi görünen şeylerle karşılaştığımızda aklın yerine nakli tercih ederiz.
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin
en şerlisi muhdes olanlardır. Dine sonradan
sokulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir
ve her dalalet ateştedir.” (Müslim 867,Nesei
3/188) hadis-i şerifini zikrederek hocamız,
bid’at tartışmalarıyla ilgili olarak yeniliklere
ve teknolojik gelişmelere bid’at denmediğini
söyledi. Hadis dikkatlice okunduğunda; teknolojik gelişmeler, insan ihtiyacını kolaylaştıran her türlü alet edavat gelişimi ve değişimi,
tarım, şehircilik, hayvancılık vb. konulardaki
değişim ve gelişimlerin, Peygamberimizin
kastettiği bid’at tanımına girmediği gayet ra-
hatlıkla anlaşılacaktır. Buradan da anlaşılacağı
üzere tüm bu gelişim ve değişim alanına giren
şeyler, Müslümanların daha rahat ve daha
sağlıklı yaşaması için birer araçtır. Araçlarda
da bizatihi özü itibariyle haramlık söz konusu değildir. Tamamen ne amaçla ve ne niyetle
kullanıldığı önemlidir.
Son olarak hocamız, her konuda sahih bir
sünnet olduğundan ve sünnetinde Peygamber
efendimiz ve ashabının üzerinde bulunduğu
yol olduğunu söyledi ve fırkalaşmayı önlemek
açısından, camiye gitmenin ümmet olmanın
önemli bir noktası olduğundan ve cemaatin
rahmet olduğundan bahsederek konuşmasını
noktaladı.
Bizler de bu bilgiler ve değerlendirmeler ışığında, günümüz problemlerinin en büyüklerinden olan sünneti terk ve fırkalaşmanın
olduğu bu ortamda, Müslümanlar olarak bir
olmaya, ümmet olmaya özen göstermeli, Peygamber efendimizin (sav) sünnetine sıkı sıkı
sarılmalıyız.
ON U RKON FE R A N S L A R I 6
Sosyal Bilimlerde Karşılaştığımız Problemler
Kasım Kopuz
Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Görevlisi
09.04.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu
Ravza Kara, Marmara İlahiyat 2. sınıf
20
Değerli hocamız Kasım Kopuz “ Sosyal Bilimlerde Karşılaştığımız Problemler “ konulu konferansta konuğumuz oldu. Sosyal kelimesini
açıklayarak konferansa başlayan değerli hocamız toplum kavramının geçmişinin eski olmadığını ancak ortak amaçları olan insan gruplarına
her zaman bir isim verildiğini belirtti. Özellikle
1800 ‘lü yıllarda Avrupa ‘da düşünmenin analitik olarak değişmeye başladığını ve yeni kav-
ramların ortaya çıktığını ancak ortaya çıkan bu
yeni kavramların eski dönemlerde yaşanılan
olayları ifade etmek için de kullanıldığını ifade
etti. Örneğin anayasa kavramının 1800 ‘lü yıllarda Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan bir
kavram olduğunu ancak peygamber efendimiz
(SAV) döneminde Medine Vesikası olarak geçen yasal uygulamaların günümüzde Medine
Anayasası olarak da ifade edildiğini belirtti.
Batıda sosyal bilimler hakkında en çok tartışılan sorunun sosyal bilimlerin çıkmaza girip
girmediği olduğunu belirtti. Temel bilimlerle
sosyal bilimlerinin farkına da değinen hocamız
temel bilimlerin ana sorunun ise belli bir yönteminin olmaması olduğunu ifade etti.
Günümüz problemlerinden birinin de gün
geçtikçe insanların makineleştirmeye çalışıldığı olduğu üzerinde durdu. Makineler neye
programlanmışsa onu yapar insanlarsa durumu
anlar ve durum ne gerektiriyorsa onu yapar.
Günümüzde ise insanlara da makineler gibi işlevler yüklenmeye çalışıldığını belirtti.
Hocamız dünyevi ilimler de denilen seküler ilimlerle uğraşmanın fuzuli olmadığını önemli olanın
elde edilen bilginin İslam yolunda kullanılması
gerektiğini ifade etti. Hatta matematiği bile en iyi
şekilde öğrenmenin farz – ı kifaye olduğunu belirtti. İslami ilimler dışındaki ilimlerle ilgilenme-
nin yanlış olmadığını vurguladı. Önemli olanın
ister islami ilimlerin ister seküler ilimlerin İslam
yolunda , islami normlara uygun olarak çalışmalar yapmanın olduğunu vurguladı.
Hocamızla sosyal bilimlerin ne olduğundan günümüz problemlerine kadar çeşitli konularda
yaptığımız sohbetimizle sosyal bilimlerle ilgili
temel bilgiler edinmiş olduk.
ON U RKON FERAN S L A R I 7
Muhammed Emin Kılıç ile Sünnet Üzerine
Muhammed Emin Kılıç
İstanbul Haseki Eğitim Merkezi Hocası
09.04.2016 /FATİH EDEP Konferans Salonu
Ravza Kara, Marmara İlahiyat 2. sınıf
Hocamız Kutlu Doğum Haftasında olmamız,
bunun yanında yaptığımız okumalarımızın
amel, ihlas ve zevk gibi yönlerine biraz katkı olması için araştırdığı kaynaklar ışığında Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘in bir gününü konuştu.
Tabii hocamızın Efendimiz (s.a.v)’den bahsederken gözlerindeki parıltı dikkatlerden
kaçmıyordu. Hocamız Efendimiz’in amel
kısmına geçmeden önce O’nun müberek ismi
anıldığında mutlaka salat-u selam okumamı-
zın gerektiğini teyit etti; hatta Abdulfettah
Ebu Gudde, Risaletü’l Müsterşidin adlı eserinde O’nun adı anıldığında isminin yanına
salavat-ı şerifin (s.a.v) şeklinde yazılmasına
bile karşı çıkmıştır. Ebu Gudde mutlaka “Salla
Allahu Aleyhi ve Sellem” şekinde yazar. Zatan bu kalem, bu mürekkep neden var, kalem
bundan daha güzel ne yazabilir ki… Bütün
ameller, dualar kabul olmakla olmamak arasındadır ama Efendimiz (s.a.v) ‘e yapılan dualar, salat-u selamlar mutlaka kabul edilir.
21
Bizim O’nun sadeliğini görmemiz için O’nun
her anı izlenmiştir. Birgün İbn-i Abbas Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in evinde kalmak ister.(Hz. Peygamber (s.a.v)’in hanımı Meyene
onun teyzesiydi) İbn-i Abbas amacının aslında
kalmak değil Resulullah’ın geceleyin ne yaptığını merak ettiği için kaldığını söylemiştir.İbn-i
Abbas der ki “ Gece onların evindeyken uyuyor
numarası yapıyordum bir ara Resulullah kalktı, orda bir tulum vardı ondan abdestini aldı ve
namaza durdu sonra ben de kalkıp o tulumdan
abdest aldım ve O’nun sol arka tarafında namaza durdum. Beni kulağımdan tutup sağına
aldı; ben tekrar sol tarafına geçtim ve bu birkaç
kez tekrarlandı hülasa Peygamber Efendimiz
(s.a.v) başaramadı. Namazdan sonra bana: “ Ya
ğulam, seni benim koyduğum yerde durmaktan alıkoyan nedir? “diye sordu ben de: “Ey
Allah’ın Rasulü, sen Allah’ın Resulüsün ben ise
bir çocuk, benim yerim senin sağın değil senin
arkan ve solun. “ Bunu söyleyince Efendimiz
(s.a.v) ellerini kaldırarak “Allah’ım onu dininde
fakih kıl.” duasını yaptı.
22
Efendimiz (s.a.v) gecenin 1/3’de kalkar ve ilk
sözü şu olur ‫احلمــد للــذي أحيانــا بعــد مــا أماتنــا و اليــه‬
‫ النشــور‬ondan sonra sağ kolundan başlayarak
elbisesini giyer. Kalktıktan sonra ilk işlerinden
biri de ağzını misvaklamak olur; misvaklama
işini gece gündür her vakitte yapardı. Ağız kokusuna dayanamazdı. O’nun zayıf noktası bu
idi. Her gece uyandığında ilk işi misvak sonra
abdest sonra gusül oluyor. Hatta bir defasında
gusül almayı unutuverir, camiye gider mihrapta namaz kılacağı sırada gusül almadığını
hatırlar. Cemaate ‫ مكانكــم‬yerinizde durun der
ve gusül alıp başından hala damlaların aktığı bir halde gelir; namazı kıldırır. Tabii seher
vaktinde namazdan önce dua eder. Geceleyin
semaya bakarak ayetler ve dualar okur, semaya
bakarak muhakeme ve muhasebe yapar, düşünürdü. Daha sonrra namaza dururdu bazen 9
bazen de 13 rekatlık namaz kılardı; vitir nama-
zını geç kılardı. Genelde secdede 50 ayet okuyacak kadar durur; kıyamda ayakları şişecek
kadar dururdu. Hanımlarından birisi Efendimiz(s.a.v)’i gece namaz kılarken tencerenin fokurdarken çıkardığı ses gibi ağladığını görmüş.
Müezzin iki defa camiye giderdi ilk gidişinde
Peygamber Efendimiz (s.a.v) sünneti kılar
ve uyur. Müezzinin ikinci gidişinde mescide
gider namazı kıldırırdı. Mescide sağ ayağıyla girer; sol ayağıyla çıkardı. Ezan okununca
“Allah-u Ekber” denilince tekbir getirirdi,
Hayye alel felah ve selahlarda ” La havle ve la
kuvvete illa billahil azim” derdi. Başka rivayetlerde bunlara ek olarak kelime-i şehadette
‫“ وأنــا و أنــا‬ben de aynısını söylüyorum” derdi.
Namazdan sonra bağdaş kurarak otururdu.
Akşam namazı dışındaki hiçbir namazda hemen çıkmazdı. Genelde akşam namazından
sonra yemek yer akşam ile yatsı arasını evde
geçirirdi. Diğer namazlardan sonra cemaate
dönüp hasbihal eder, onlara öğütler verir, onları bazen ağlatır bazen de güldürürdü. Sabah
namazından işrak vaktine kadar mescidde durur; kuşluk vaktinde tekrar mescide giderdi.
Mescidde en fazla durduğu vakit öğle vakti
idi kaynakların çoğuna göre kayluleyi öğleden
önce yapardı. İkindi vaktinde ise daha az dururdu. Ashabıyla sohbet eder kaylule yapardı,
kimi zaman onlarla deve yarışı yapardı. Bazen
de çocuklarla oynar, onlara selam verir, onlarla konuşur, onlara hediyeler verir ve onlarla
yarışlar düzenlerdi. Çocuklar O’nun duasını
almak için yarışırdı. Kadınlar O’nu ağırlamayı
çok sever; O’nu sık sık evlerinde ağırlarlardı. Yemekten sonra onlara mutlaka teşekkür
ederdi. Ebu Eyyub el-Ensari O’nu 6 ay buyunca ağırlamış, O’nun ne sevdiğini bilirdi. Hiçbir yemeği beğenmediğini gören veya duyan
olmamıştır. Azık olup olmadığını sorduğunda
sirkenin olduğunu söylediklerinde “sirke ne
güzel katıktır.” derdi. Son derece kibar birisiydi. Hiçbir zaman somurttuğu görülmemiştir.
Gerektiğinde de mizah yapardı. Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre mizah amacıyla kendisine iki kulaklı olduğunu söylermiş.
Zeyd’den de rivayet edildiğine göre O’nunla
dünyalık bir şey hakkında konuştuklarında
dünyadan konuşur, ahiretlik bir konu hakkında konuştuklarında ahiretten konuşur; insanları sıkmaz idi. Hasta olanları mutlaka ziyaret
ederdi. Dargın olanları barıştırırdı.
Akşam nerde kalacaksa bütün hanımları orda
toplanır, muhabbet eder sonra da dağılırlardı
ya da bazen O bütün evleri ziyaret eder en
sonda kalacağı eve giderdi. O’nun en sevimli
olduğu yer eviydi.
Namazlarını mutlaka cemaatle kılar yatsıdan
sonra erken yatardı. İhlas, Felak ve Nas surelerini okur, ellerine üfler ve bütün vücudunu
sıvazlardı. Hz. Enes (r.a) O’nu dokunduğunda O’nun kokusundan daha güzel bir kokuyu duymadığını ve O’nun mübarek teninden
daha yumuşak bir ipeğe dokunmadığını söylemiştir. Nerde bir kibarlık varsa onu güzelleştirir. Efendimiz o kadar kibar ki ‫املسلمون هينونة‬
‫ لينونــة‬cümlesinde aslında bulunan bir şeddeyi
bile sert olduğu için yumuşatmıştır. Hz Hatice’nin akrabalarına özel bir saygı gösterirdi.
Bu konuşmadan sonra hocamız büyük bir
heyecanla yaptığı konuşmayı yavaş yavaş sonlandırıyordu. Hocamız en son olarak Efendimiz’in sünnetine sarılmazın gerektiğini aksi
takdirde Kur’an-ı Kerim’i yanlış anlayabilme
hatasına düşme ihtimalinin yüksek olduğunu
belirtti. Hocamızın vesilesiyle Efendimiz’in
gerek dinimizi tebliğ ederkenki durumlarda
gerekse günlük hayatında insanlara karşı yaptığı davranışlarında “ Kim kibarlıktan mahrum
kalırsa bütün hayırlardan mahrum kalır.” hadisinden de anlaşılacağı üzere ne kadar ince ve
hassas olduğunu bizim de bundan pay almamız gerektiğini bir kez daha anlamış olduk.
ON U RKON FERAN S L A R I 8
Fârâbî’den Taşköprîzâde’ye:
İslam Medeniyetinde İlimler Tasnifinin Gelişimi
Arş. Gör. Selime Çınar
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
07.05.2016 /ÜSKÜDAR EDEP Konferans Salonu
Saliha Kübra Solaş, 29 mayıs Türk Dili ve Edebiyatı 3. sınıf
Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam
Felsefesi bölümü araştırma görevlisi Selime Çınar, “Fârâbî’den Taşköprüîzâde’ye: İslam Medeniyetinde İlimler Tasnifinin Gelişimi” başlıklı yüksek lisans tezini sundu. 7 Mayıs 2016’da
Üsküdar EDEP Merkezi’nde gerçekleştirilen
konferansta “Bir bilginin ilim olabilmesi için
neler gerekir?”, “İlimler konularını nerden alır?”,
“Felsefenin ilimlerle nasıl bir ilişkisi vardır?” ve
“Hakikate ulaşma metotları üzerinden ilimlerin
tasnifi” gibi mevzulara değinildi.
İlimlerin (felsefenin bütün ilimleri kapsadığını
hatılıyoruz) nazarî/teorik ve amelî/pratik ilimler olarak ikiye ayrıldığı şemayla başladı konferans. Metafizik, matematik, fizik, mantık ilimlerini nazarî ilimlere; ahlak, ev yönetimi, siyaset
23
ilimlerini de amelî ilimlere yerleştirdikten sonra
nazarî ilimlerin bilmek için öğrenildiğine, amelî
ilimlerin ise yaşamak için öğrenildiğinden bahsedildi.
Bilginin ilim olabilmesi için mevzu (konu),
mesail (problemler) ve mebadî (ilkeler)ye sahip olması gerektiği de söylendikten sonra ele
alınan ilimlerden konuşuldu.
Fârâbî, İbn Sina, İbn Hazm, Gazalî, Razî, Seyyid Şerif Cürcânî gibi düşünürlerin ilimler tasnifine de değinilerek hangi ilmin, hangi aracı
kullanarak hakikate ulaşmaya çalıştığına dair
bir sınıflandırma yapıldı. Bu tasnife göre “hakikate ulaşmak için” kullanılan yöntemler nazar
(akıl yürütme) ve riyazet (keşf, mücahede) olarak ikiye ayrıldı. Her iki yöntem de “dine bağlı”
ve “dine bağlı olmayan” olarak bir kez daha ikiye ayrıldı. Bu tablodan hareketle “dine bağlı akıl
yürütme” yolunu kullanan ilme “kelam”, “dine
bağlı olmayan akıl yürütme” yolunu kullanan
ilme “felsefe” ; “dine bağlı keşif” yolunu kullanan ilme “tasavvuf”, “dine bağlı olmayan keşf”
yolunu kullanan ilme de “işrakî felsefe” denildi.
Soruların sorulması ile nihayete eren programdan Üsküdar EDEP Merkezi öğrencileri olarak
memnun kaldık. “İlimler tasnifi” gibi kapsamlı
bir konudan genel hatlarıyla haberdar olduk.
Selime Çınar hocamıza teşekkür ediyoruz.
ON U RKON FE R A N S L A R I 9
Fatih Çollak “Kuran’a Dair...”
Fatih Çollak
07.05.2016 /FATİH EDEP Konferans Salonu
Zeynep Yazar
EDEP Eğitim Merkezinin yedi mayısta düzenlediği haftalık seminer konuğu sayın Fatih
Çollak hoca idi. Kuran dersleri ve kıraatıyla
aşina olduğumuz Fatih Çollak hocamız bizlerin soru ve istekleri doğrultusunda engin tecrübelerini paylaştı ve –inşallah- Kuran Talebesi olan Edep öğrencilerine bazı nasihatlerde
bulundu.
24
Konuşmasına başlamadan evvel hedef kitle-
sinin eğitimi hakkında bilgi alan Çollak Hoca
kendisinden özellikle bahsetmesini istedikleri
bir konunun olup olmadığını sordu. Bunun
üzerine talebelerden şöyle yanıtlar geldi: “öğrencilik hayatımız süresince uygulamamızı
önerdiğiniz tavsiyeler nelerdir? Vakit tanzimi
konusunda nasihatleriniz nelerdir? Kur’an’ı
daha iyi anlamak ve yaşamak için ona nasıl
yaklaşmalıyız? Kuran eğitimi verilirken dikkat
edilmesi gereken hususlar nelerdir? İlahiyat
fakültelerinde Kuran eğitimi nasıl olmalıdır?
Kuranı salt okumak yerine yaşamak nasıl
mümkün olabilir?”
Konuşmasının genel akışı içerisinde öğrencilerden gelen sorulara cevap veren Fatih Çollak
Hoca Yüce kitabımız Kuran ile olan dinamik
bağımızı şöyle izah etti. “Bizim kuran ile münasebetimiz, Kuranın ilk suresi Fatiha’da altı
çizilmesi gereken şu ayetin iyice kavranılmasıyla başlar. O da “iyyakene’budu ve iyyake
nestein’’ yani ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım dileriz. Ardından gelen ayette
de ‘bizi doğru yola ilet yani bize hidayet nasip
eyle’ şeklinde bir duadır. İşte bu duaya cevap
hemen arka sayfanın başında ‘elif.
lam.mim zalike’l-kitabu…’ buyrularak veriliyor. Yani işte bu kitap –ki
onda hiç şüphe yok- muttakiler için
bir hidayettir. Ardından da muttaki
kulların vasıfları veriliyor.”
Kuran’ı okumak ve anlamak yolunda
olan kişinin yaşayacağı bazı merhaleler vardır diyen Fatih Çollak Hoca
bunu şöyle izah ediyor: ^^Kuran
‘okunan kitap’ manasına gelir. Onunla
olan muhattabiyetimiz ilk olarak onu
okumakla başlar. Bunu yapan kişiye
“kariu’l-Kur’an” unvanı verilir. Kur’an
kıraatini daha da ilerleterek onu ezberleyen kişiye verilen unvan ise “hafizu’l-Kur’andır”. Üçüncü bir safha
olarak da kişinin Kur’an’ın dili olan Arapçayı,
tecvidi, hadisi, tefsiri yani Kur’an’ı anlamak
için gerekli olan ilimleri elde etmesidir ki
bunun sonucunda bu kişiye “alimu’l-Kuran”
denir. Bundan sonra müktesebatına Kuran’ı
alan kişi onu öğretmeye, açıklamaya başlarsa
ona da “hadimu’l-Kuran” denir. İşte bütün bu
ilimlerin insanlarda bir ma’kes bulabilmesi bir
iz bırakabilmesi amel ile alakalıdır. Kuran’ı
gayet güzel okuyabilen birinin insanlar üze-
rindeki tesiri saman alevi gibidir çabuk söner.
Oysa gönüllerde yer edebilmek için onu yaşamak ve yaşatmak gerekir. İşte bunu yapan kişiye de “amilu’l-Kur’an’dır”. Ve nihayet bu kişinin gecesi gündüzü Kuran olur. Burada sürekli
Kuran’ı okumaktan söz etmiyorum. Bu kişi
sürekli Kuran üzerine tefekkür ve tezekkür
etmektedir. Gören onu gördüğü için Kuran’ı
hatırlar. Bu insana da “Habilu’l-Kuran” denir
yani Kuran’ı taşıyan kişidir.
Kuran okumak ile Kuran’ı okumanın birbirinden farklı olduğunu belirten Çollak hoca
birincisinin biraz da nefsimize kolay gelen
salt okumak olduğunu ikincisinin ise matlub
olan tefekkür ve tefehhümdür olduğunun altını çizdi. Yine bu bağlamda ayetlerde çokça
tekrarlanan ‘Kuran’ın rahmet olduğu’ gerçeğini nasıl anlamalıyız diye soran Çollak hoca;
rahmetin sanıldığı kadar soyut bir kavram olmadığını Maide suresinde içki yasağı ile ilgili
ayeti örnek vererek açıkladı. Bu ayetten sonra
alkol kullanmayı bırakan kişini yaşadığı kurtuluşu düşündüğünüzde rahmetin ne kadar
somut olduğunu görüyorsunuz dedi.
25
Maharat
Arapça Öğretim Serisi-1
EDEP Modern Arapça Birimi olarak öğrencilerimize daha iyi bir eğitim verebilmek, Arapça’ya iyi
bir başlangıç yapmalarını sağlayabilmek amacıyla her zaman kendimizi geliştirmeye en iyi eğitim
tekniklerini kullanmaya çabalıyoruz. Bu arayış bizi kendi kitaplarımızı telif etmeye yöneltti. Serimizin ilk kitabı olan bu çalışma hem yazılı hem sesli materyal sunmakta, öğrencinin dinleme, okuma, okuduğunu analiz etme, konuşma ve yazma becerilerini geliştirmesini sağlamaktadır. Gramer
konuları öğrencinin ihtiyacına binaen kademeli olarak sunulmuş, konuşmasına hizmet edecek şekilde süreç içerisinde yavaş yavaş öğrenmesi amaçlanmıştır.
Kitabın en önemli özelliği, başta Türk öğrenciye hitap etmesidir. Öğretilmesi hedeflenen kelimeler Türkçe ve Arapça ortak kelimeler, Türkçede anlam kaymasına uğramış Arapça kelimeler dikkate alınarak seçilmiş ve her ünitenin başında bu kelimeler ayrı tablolarda verilerek öğrencinin
dikkatine sunulmuştur.
Elinizdeki bu kitap serinin ilk kitabı olup A1 seviyesindeki öğrenciler için hazırlanmıştır. Zaman
içerisinde tüm seviyeler için ayrı kitaplar yazılması hedeflenmektedir.
26
Üsküdar’a hoşgeldik
EDEP Üsküdar Şubesi’nin Akademik Koordinatörü Feyza Ali Çavuş Hüseyin
hocamız ile EDEP’in Üsküdar ayağını konuştuk.
Sevgi Yaman, İstanbul İlahiyat 2. Sınıf
Üsküdar EDEP ne zaman açıldı, kaç öğ-
Üsküdar EDEP ’in öğrenci alımları ne za-
rencisi vardır?
man oluyor?
Üsküdar EDEP, Fatih EDEP ’ten bir buçuk
yıl sonra, 2015-2016 Eğitim Öğretim yılının
Eylül ayında açıldı. İlk açıldığında birkaç hafta Fatih Şubesi’nde eğitime başladık, sonra 8
Ekim 2015’te Üsküdar’a taşındık. Bu tarihten
sonra dersler burada yapılmaya başlandı. Yirmi üç öğrenciyle başladık, şuanda yirmi beş
öğrencimizle devam ediyoruz.
Öğrenci alımlarını Fatih Şubesi ile aynı yapıyoruz.
Kaç sınıf var?
İki sınıf var: Hazırlık A ve Hazırlık B
Öğrenci alımında kriterleriniz nelerdir?
Nasıl bir öğrenci profiliniz var?
Genel kriterlerimiz Fatih EDEP ile aynı. Bizim Üsküdar’da da bir şube açmaktaki amacımız Anadolu yakasındaki öğrenciler için
imkân oluşturmaktı. İlk başta okulu bu tarafta
olan öğrencileri tercih etmeye çalıştık. Öğrencilerimizin çoğunun okulu karşıda, evi bura27
da. Biraz da bu yüzden Üsküdar tercih edildi.
Ama Boğaziçi Üniversitesi’nden gelenler de
var, İstanbul Üniversitesi’nden gelenler de var.
Şu anda Üsküdar EDEP ’de ders görmek öğrencinin tercihine bırakılmış durumda.
Birçok üniversite yakın Üsküdar’a, sanırım bu da etkili...
Evet, Üsküdar Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi, 29 Mayıs Üniversitesi, Şehir Üniversitesi, Medeniyet Üniversitesi gibi birçok
üniversite bu tarafta. Henüz hepsinden öğrencimiz yok.
Üsküdar EDEP ’in seminerleri hangi eksende yapılıyor?
Öğrencilerimiz hazırlık sınıfı olduğu için seminerler Arapça yoğunluklu. Şu anda Modern
Arapça ve Klasik Arapça alıyorlar. Ayrıca bir
sınıfımız da EDEP ’in İhtisas Programı’ndan
Özlem KAHYA hocamız ile Fıkıh seminerlerine başladı. Salı akşamları da Prof. Dr. Recep
ŞENTÜRK ile Riyaz’us-Salihin okumaları
yapıyoruz. Ama dediğimiz gibi seminerler yoğunluk olarak Arapça üzerinde.
Konferanslar nasıl yapılıyor? Konu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz?
İlerde çok geniş bir öğrenci yelpazeniz
olacak o zaman!
28
İnşa Allah. Tüm üniversitelerden alım yapmayı planlıyoruz.
İlk dönemimizde konferanslar için ortak vakit
ayarlama konusunda tam bir uyum sağlanamadı. Fakat bu dönem iki haftada bir cumartesi günleri farklı konuşmacıları ağırlıyoruz.
Konferanslardan sorumlu hocalarımız bu konuyla ilgileniyorlar. Konuşmacı tercihini onlara bıraktık. Genel olarak herkese hitap edecek
konular seçmeye gayret ediyoruz.
Seminerlere devamlılık sizin için önemli.
Bu devamlılığı nasıl sağlıyorsunuz, gözlemleriniz neler?
Okullarındaki programın burası ile çakışması sebebiyle katılamayanlar haricinde herkes
katılıyor. Zaten seminerlere katılım zorunlu.
Yoklama da alıyoruz fakat elhamdülillah bu
konuda sıkıntı çekmiyoruz.
Buraya gelecek öğrenciler bunu göze
alarak gelmeli diyorsunuz yani...
Tabii. Tüm seminerlere katılım zorunludur.
Üsküdar EDEP ’in araştırmacısı var mıdır?
Üç araştırmacımız ve iki ihtisas öğrencimiz
çalışmalarına burada devam ediyorlar. Bu
araştırmacılarımızdan aynı zamanda Fatih
EDEP ’te ders verenler de var.
Üsküdar EDEP ’in seminerler ve konferanslar dışında herhangi bir sosyal faaliyeti var mıdır?
Araştırmacılarımız dersleri hariç atölye ve
konferanslarını burada düzenliyor.(Tabii bunda Üsküdar’ın mekan ve ulaşım olarak merkezi olması etkili.)
Ayrıca bir de Pazar günleri lise öğrencilerine
düzenlediğimiz Lisar Akademi var.
ça, İslami ilimler, kitap okuma gibi dersler
var. Sabah 09.00 ’da başlayıp 15.00 ’a kadar
sürüyor.
Temeli liseden sağlam kuruyorsunuz
yani...
İnşa Allah, bunlar tabii EDEP’e gelirken daha
bilinçli ve kararlı gelmeleri için. Gönüllülük
esası üzerinden hareket ediyoruz, Lisar Akademi hocaları da çoğu İSM (İlimler ve Sanatlar Merkezi) öğrencileri.
EDEP sadece hanım öğrencilere yönelik
akademik bir kurum olması hasebiyle
bir öncü. Bu anlamda ne söylemek istersiniz?
Bayanların eğitimini Kur’an kursları ve medrese gibi kurumlar yapıyor aslında. Fakat akademik yönden biraz eksik kalıyor. Öncelikle;
sadece hanımlar olunca dersler ve program
daha çabuk benimseniyor ve verim artıyor.
Üniversitelerdeki karma ortamın üzerine alınan ek dersler de karma olursa verim düşer
diye düşünüyorum. İkinci olarak da bayan
hoca eksikliğimiz var. Biz de hocalarımızı seçerken varsa bayan hocayı tercih ediyoruz.
Dolayısıyla EDEP öğrencileri ilerde bayan
hoca eksiğimizi kapatacaklar inşallah.
EDEP ÜSKÜDAR
Aziz Mahmut Hüdayi,
Ahmet Çelebi Çk. No:2,
34672 Üsküdar/İstanbul
Lisar Akademi nasıl bir program?
Liseli öğrencilere yönelik iki yıllık bir program. Kız versiyonunu biz yürütüyoruz. Arap29
EDEP MERKEZİ
İHTİSAS BİRİMİ
FAALİYETLERİ
EDEP Merkezi’nin onur programının yanı sıra İslami ilimler alanında kendini yetiştirmek isteyen lisansüstü hanım öğrencilere yönelik ihtisas programı, 2015 yılının eylül ayından itibaren faaliyetlerine başlamış ve bu kapsamda çeşitli ihtisas seminerleri, atölyeler, konferanslar, tez sunumları,
akademik yazım programları, kış kampı programı, yabancı öğrenciler için
ileri düzey İslami ilimler yaz okulu düzenlenmiştir.
Arş. Merve Özdemir, Sakarya Üniversitesi
İHTİSAS SEMİNERLERİ
Fetva Atölyesi
2015-2016 eğitim döneminde ihtisas seminerleri kapsamında ihtisas öğrencilerine yönelik
olarak Klasik Fıkıh Metinleri dersi tertip edilmiş
ve Haseki Eğitim Merkezi’nin kıymetli hocalarından Mehmet Savaş ile Mergînânî’nin el-Hidâye adlı eserinin nikâh bölümü okunmuştur. Yine
Prof. Dr. Recep Şentürk ve Dr. Serhan Afacan
tarafından verilen Karşılaştırmalı Mukaddime
Okumaları dersi kapsamında Doğu’dan Batı’ya
İslam dünyasında tüm sosyal bilimcilerin saygı
duyduğu, Batı’ya da tesir etmiş olan Müslüman
bir sosyal bilimci İbn Haldun’un Mukaddime
adlı eseri siyaset, sosyoloji, iktisat gibi bilimlere
referansla ele alınmıştır.
Prof. Dr. Murteza Bedir başkanlığında düzenlenmektedir. Fetva usulüne dair bazı eserlerin
okunup tartışılmasıyla başlayan atölye, katılımcıların güncel bir mesele hakkında verilmiş
cevapları bir araya getirmeye ve söz konusu
meselenin günümüz için geçerli olabilecek
çözümü bulmaya yönelik çalışmaları üzerinden devam etmektedir. Çalışma, problemin
klasik fıkıh eserlerindeki uzantılarının izinin
sürülmesi ile başlayıp günümüzde Türkiye’de
ve diğer İslam ülkelerinde İslam Konferans
Teşkilatı, Uluslararası Fıkıh Akademisi gibi
İslam’ın güncel meselelerini tartışan fıkıh akademilerinin kararlarına kadar götürülmektedir. Bu şekilde atölyede, hem modern ve klasik
dönemlerin karşılaştırılmasına imkan verilmiş
olacak hem de katılımcıların -son sözü söylemeseler de- meselenin fetvası hususunda,
çaba harcamak anlamında, “içtihat” etmeleri
sağlanmış olacaktır. Atölye sonunda çalışılan
konuların makale haline getirilmesi ya da sem-
ATÖLYELER
30
Ekim 2015 itibariyle ilgi alanlarına göre bazı
araştırmacı ve ihtisas öğrencilerinin iştirak
ettiği ve dışarıdan öğrencilere de açık olan
iki atölye gerçekleştirilmektedir. Bu atölyeler
şunlardır:
pozyumlarda tebliğ olarak sunulması ile atölyeden ürünler elde edilmesi planlanmaktadır. Geçmişten Günümüze Vakıflar Atölyesi
Bir sivil toplum yapısı olarak vakıfların geçmişten günümüze sosyolojik, psikolojik, iktisadi, siyasi, hukuki vb. pek çok yönüyle incelendiği bu atölye modern Türkiye’de ihmal
edilen bu önemli kurumu anlamlandırmak ve
yeniden canlandırmak adına yapılacak ilmî
çalışmalara etkin bir tartışma zemini sunmayı hedeflemektedir. Atölye kapsamında çeşitli
toplantıların yanı sıra konferanslar gerçekleştirilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
• Doç. Dr. Süleyman Kaya, “Osmanlı Hukukunda İcareteyn” • Dr. Hamdi Çilingir, “Hanefî Vakıf Hukukunda Vakfın Amacı”
• Prof. Dr. Tahsin Özcan, “Osmanlı’da Para
Vakıfları”
• Mehmet Genç, “Osmanlı Devleti’nde Klasik Dönem Vakıf Tatbikatı (1500-1800)”
• Yrd. Doç. Dr. Selim Argun, “Vakıflar, Ulema ve Elitler”.
İHTİSAS KONFERANSLARI VE
TEZ SUNUMLARI
2015-2016 eğitim döneminde çeşitli alanlardan kıymetli konuşmacılar davet edilerek
konferans ve tez sunumları gerçekleştirilmiştir. Bu sunumlardan bazıları şöyledir:
• Prof. Dr. Şükrü Özen, “Teşekkül Dönemi
İslam Hukuk Usûlü”
• Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan, “Osmanlı
Dönemi Fetva Mecmuaları ve Kaynakları”
• Dr. Nail Okuyucu, “Şâfiî Mezhebinin Teşekkül Süreci”
• Doç. Dr. Metin Yiğit, “Fıkıh Usulü Bağlamında İlahi Hitabın Umumiliği ve Tarihselcilik”
• Prof. Dr. Murteza Bedir, “Buhara Hukuk
Okulu” Kitabının Hikayesi”
• Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, “Fıkhı Anlamak”
• Doç. Dr. Muharrem Önder, “İslam fıkhında Rey İctihadı ve İstihsan”
• Dr. Hacer Kontbay Yetkin, “Debûsî’nin
Hayatı, Eserleri ve Fıkıh Usûlündeki Yeri”.
• Dr. Serhan Afacan, “İran’da Bir Emek-Aktivizm Biçimi olarak Dilekçe Yazımı
(1906-1941)”
• Doç. Dr. Soner Duman, “İbn Teymiyye’nin Fıkıh Düşüncesi”.
İHTİSAS KAMP PROGRAMI
İhtisas Birimi 14-20 Eylül 2015 tarihleri arasında Karadeniz bölgesinde bir İhtisas Kampı
düzenlemiştir. Kampa EDEP Yönetim Kurulu başkanı Recep Şentürk, Müdür Yardımcısı
Betül Tarakçı, ihtisas birimi koordinatörleri,
tüm ihtisas öğrencileri ve araştırmacıları katılmıştır. Kampın ilk bölümünde gerçekleştirilen yoğun okuma programında Riyâzü’s-Sâlihîn ve İhyâu Ulûmi’d-dîn’den bazı bölümler,
Martin Lings’in Mekke kitabı ve Recep Şentürk’ün “Âdemiyyet ve İsmet” konulu makaleleri okunmuştur. Okunan metinlerin müzakereleri her akşam birer oturum şeklinde
Artvin Türgev Yurdu’nun ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi
Psikoloji mezunu Rakia Erkoç tarafından bir
danışmanlık semineri verilmiştir. Yine kampta İhtisas Programı’nı geliştirme toplantısı da
düzenlenmiştir.
31
ULUSLARARASI
İhtisas Faaliyetleri
II. İSLAMİ İLİMLER
Arş. Tuba Erkoç Baydar, Medeniyat Üniversitesi
32
EDEP Merkezi İhtisas Birimi 1 Ağustos 2016 26 Ağustos 2016 tarihleri arasında “Advanced
Islamic Studies Summer School (İleri Düzey
İslami İlimler Yaz Okulu)” adıyla yoğunlaştırılmış yaz okulunun ikincisini tertip etmiştir.
31 Temmuz Pazar akşamı katılımcılara kısa
bir oryantasyon düzenlenerek programa dair
hedefler, beklentiler bildirilmiştir. Türkiye,
ABD, Ürdün, Almanya, Kanada ve İngiltere
gibi çeşitli ülkelerden 20 kişinin katılımıyla
gerçekleştirilen programda mantık, vaz, akaid,
hadis, fıkıh, tasavvuf gibi ilimlerden ileri düzeyde seminerler ile birlikte Osmanlı siyaset
düşüncesi gibi dersler de verilmiştir. Program
kapsamında Türkiye, Ürdün ve Amerika’dan
alanında öne çıkan Prof. Dr. Recep Şentürk,
Prof. Dr. Bilal Aybakan, Dr. Ahmed Snober,
Dr. Mahmud al-Mısri, Dr. Emced Reşit, Dr.
Yasir el-Kureşi, Hamza Bekri, Salih el-Gursi,
Talha Hakan Alp gibi hocalar ders vermiştir.
Üst düzey klasik metinlerin merkeze alındığı
derslerde zaman zaman modern tartışmalar
ile dersler zenginleştirilmiştir. Eğitim dilinin
Arapça olduğu bu yaz okulunda dersler hafta
içi sabah öğleden sonra olmak üzere iki bölüm
halinde EDEP Merkezi’nin Fatih Şubesinde
(Hırka-i Şerif) yapılmıştır. Hafta sonları ise
katılımcıların İslam medeniyeti ve kültürüne
aşinalığını artırmak adına kültür gezileri düzenlenerek tarihi mekanların yanı sıra Valide
Atik Medresesi, Özbekler Tekkesi, İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) gibi önemli ilmi
mekanlar da ziyaret edilmiştir. Zaman zaman
istanbulun belli mekanlarında toplanılarak
öğrenciler arasında iletişim ağının ve bilgi
alışverişinin sağlanması hedeflenmiştir. Ayrıca Georgetown üniversitesinin hocalarından
Jonathan’ın Brown “Can you be a principled
Muslim in liberal academia” adlı sunumu
dinlenerek konu etrafında tartışılmıştır. 26
Ağustos Cuma gününde kapanış programı
yapılarak yoğun bir yaz okulundan sonra katılımcıların gösterdikleri üstün başarıdan dolayı
katılımcı sertifikası verilmiştir.
İhtisas Faaliyetleri
KATILIMCI LİSTESİ
1. Feryal Salim, Doçent, Hartford Seminer, ,
Amerika
2. Mustafa Styer, Doktora, Oxford Üniversitesi,
İngiltere
3. Qayyim Naoki Yamamoto, Yüksek Lisans,
Kyoto Üniversitesi, Japonya
4. Rawdah Ansari, Doktora, Georgetown Üniversitesi, Amerika
5. Bassem Ghamian, Yüksek Lisans, McGill
Üniversitesi, Kanada
6. Mariam Sheibani, Doktora, Chicago Üniversitesi, Amerika
7. Naeel Cajee, Doktora, Harvard Üniversitesi,
Amerika
8. Niaz Ahmad, Lisans Mezunu, Concordia
Universitesi, Kanada
9. Sarah Islam, Doktora, Princeton üniversitesi,
Amerika
10. Humayum Tokhi, Lisans Mezunu, Virgina
Üniversitesi, Amerika
11. Omar Popal, Lisans, Fransa
12. Amir Bashir, Doktora, Chicago Üniversitesi,
Amerika
13. Zeyd Khater, Lisans mezunu, Columbia
College, Amerika
14. Corey Shaver, Hartford, Yüksek Lisans,
Amerika
15. Navid Chizari, Yüksek Lisans,Osnabruck,
Almanya
16. Enes, Erdoğan, Yüksek Lisans, Osnabrück,
Almanya
17. Emine Mutlu, Yüksek Lisans, Fransa
18. Tuba Erkoç Baydar, Doktora, Marmara
Üniversitesi, Türkiye
19. Tuba Korkmaz, Doktora, İstanbul Üniversitesi, Türkiye
20. Eda Uğur, Doktora, İstanbul Üniversitesi,
Türkiye
33
İh tis a s Ko nf e ra nsı
13 Şubat 2016 Cumartesi
Yrd. Doç. Dr. Nail Okuyucu
Marmara Üniversitesi İslam Hukuku Öğreetim Görevlisi
İhtisas Faaliyetleri
Şâfiî Mezhebinin
Teşekkül Süreci
EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği tez sunumları kapsamında Şubat ayı konuğumuz
Dr. Nail Okuyucu oldu. Okuyucu, hicrî üçüncü asırla dördüncü asrın başlarında Şâfiî fıkhında yaşanan gelişmeler çerçevesinde mezhebin teşekkül sürecini incelediği çalışmasını
sundu. Şâfiî’nin ashabı, onların öğrencileri ve
üçüncü nesille sınırlanan bu çalışma, Şâfiî fıkıh çevresinde yaşanan ve mezhebin teşekkül
sürecine katkı sağlamış muhtelif gelişme alanlarını konu edinmiş ve hicrî dördüncü asrın
başları itibarıyla Şâfiî mezhebinin ulaştığı
noktanın tespitini hedeflemiştir.
34
Okuyucu sunumuna on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda ortaya çıkan ıslah ve tecdit
hareketlerine değinerek başladı. Bu hareketler
etrafında belli başlı bazı oluşumların meydana
geldiğini ve modern dönem diyebileceğimiz
on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılda da etkilerinin devam ettiğini söyledi.
Bu etkilerin önemli olanlarından birinin de
fıkıh tarihine bakışın değişimi olduğunu belirtti. Bu noktada Şevkânî’nin (ö.1250) önemli bir etkisi olduğunu vurgulayan Okuyucu,
Şevkânî’nin modern dönemdeki mezheplere
olumsuz yaklaşımı şekillendiren kişilerden
biri olduğunu belirtti. Okuyucu bu yaklaşımı şöyle açıkladı: Mezheplere karşı yeni bir
fıkıh anlayışı ikame etmeye çalışan Şevkânî
İslam tarihini mezhepler öncesi (iyi) dönem
ve mezhepler sonrası (kötü) dönem olarak
Arş. Ayşegül Işık
ikiye ayırmıştır. Mezhepler öncesinde canlı
bir içtihat dönemi varken mezhepler ile bu
canlılık yitirilmiştir. Şevkânî eleştirilerini
mezhep imamlarını hariç tutarak müntesipler
üzerinden geliştirmiştir. Genel olarak eleştirdiği tavır da intisap tavrı olmuştur. Okuyucu,
bu intisap tavrının ne olduğunu araştırmış ve
Şevkânî’nin iddiasının ne kadar doğru olduğunu öğrenmeye çalışmıştır. İntisabın görüldüğü ve görülmediği çevrelerde fıkhın nasıl
bir gelişim süreci geçirdiğini ortaya koymayı
hedeflemiştir. Bu amaçla çıktığı yolda doktora
tezi için bir sınırlamaya ihtiyaç duyması sebebiyle içtihat, intisap ve taklit konularındaki tartışmaların yoğunlaştığı Şâfiî mezhebini
araştırmakta karar kılmıştır.
Oryantalist çevrelerde de mezheplerin teşekkül sürecini açıklayan belli başlı yaklaşımlar
vardır. Bunların en bilinenlerinden biri Schacht’ın iddiasıdır ki şöyledir; eski bölgesel
ekoller zamanla şahsi ekollere dönüşmüştür.
Diğer bir yaklaşım sahibi Hallaq’a göre ise
var olan şahsi ekollerden doktriner ekollere
dönüşüm olmuştur. Bu konuda çeşitli farklı yaklaşımlar da olmakla birlikte Okuyucu,
araştırmaları sonucu bu yaklaşımlardan hiçbirinin Şâfiî mezhebinin gelişimini tam olarak
açıklayamadığını fark etmiş. Örneğin İmam
Şâfiî’nin Schacht’ın dediği gibi bölgesel bir
geçmişi yoktur ve bu noktada Şâfiî mezhebinin kural dışı kaldığını Schacht kendisi de
ifade etmiştir. Bu sebeple Okuyucu, “intisap”
kavramı ekseninde Şâfiî mezhebinin teşekkül
sürecini ele almaya çalışmıştır.
Sunumuna ilk nesil Şâfiî öğrencilerden başlayıp sonraki nesillere kadar bazı örnek isimlerin
yaklaşımı ile devam eden Okuyucu, her ismin
Şâfiîlik inşasında farklı bir yaklaşımla farklı bir
katkıda bulunduğunu söyledi. İlk nesil İmam
Şâfiî’nin metinlerini derlemiş, bu metinler
üzerine kendi muhtasarlarını yazmış ve İmam
Şâfiî’nin yaklaşımlarını esas alarak içtihatta
bulunmuşlardır. Bu süreçte Mısır’a gelen özellikle muhaddisler sayesinde Şâfiî fıkhı esasları
birçok İslam merkezine ulaşmıştır. İkinci ne-
İhtisas Faaliyetleri
Okuyucu’ya göre İmam Şâfiî, döneminin iki
önemli doktrinine (Hanefi ve Maliki doktrin)
karşı çıkarak yeni bir yaklaşım ortaya atmıştır.
Bu yaklaşıma göre, geçmiş amel bizim için tek
başına bağlayıcı olamaz, bunun rivayetlerle
desteklenmesi ve objektif olarak Hz. Peygamber’e nispet edilebilir bir noktaya getirilmesi
gerekir. Böylece Maliki doktrin geçmişine sırtını dönmüştür. Kıyas ve içtihat arasında sıkı
bir bağ kurup istihsana şiddetle karşı çıkan
tavrıyla da Hanefi doktrine sırtını dönmüştür.
Bu iki yaygın doktrine karşı çıkması sebebiyle
Hicaz ve Bağdat bölgelerinden uzak kalarak
Mısır’a gitmiştir. Bağdat’ta olduğu dönemde
kavl-i kadîm denilen eserlerini kaleme almaya
başlamış ve insanlara kendi yaklaşımını bir ölçüde duyurmuştur. Mısır’da büyük bir yankı
uyandırmış, çoğunluğu Maliki mezhebinden
kopup gelen öğrencileri ile bir halka oluşturmuştur. Bu öğrencilerin İmam Şâfiî’ye intisap
tavrı ile ikinci ve üçüncü nesil öğrencilerin
gösterdiği tavır aynı değildi. Şâfiî mezhebi
dalgalı bir teşekkül süreci izlemiştir. Nesiller
arasında intisap farkı olmasının yanı sıra aynı
nesil içinde de farklı intisap yaklaşımları görülmüştür. Tüm bu nesiller arasında standart
bir Şâfiîlik anlayışına cevap bulduğumuz dönem, Şâfiî mezhebinin teşekkül sürecinin tamamlandığı dönem olacaktır.
sil ashaba ise nakil nesli demek pek de haksız
olmayacaktır. Çünkü İmam Şâfiî’nin yaklaşımından hareketle ne usulde ne füruda yeni bir
yaklaşım ortaya koymamışlardır. İntisap tavrı
bu nesilde zayıflamıştır. Üçüncü nesil ashaba
gelindiğinde İbn Süreyc’in oldukça aktif bir
Şâfiî fıkıhçı olduğu görülür. Çok sayıda eser
veren ve Bağdat’ta yaşayan İbn Süreyc İmam
Şâfiî’nin eserlerini okutarak aslında ona Bağdat’ta bir yer açan kişidir. Aynı zamanda Şâfiî
fıkıh birikimini gözden geçirerek bir fıkıh sistemi kurmaya çalışmış, İmam Şâfiî’yi merkeze
alarak muhalif Şâfiî fıkıhçılar ile İmam Şâfiî’nin
görüşleri arasında uzlaşıyı sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca mezhep içi tahric, tercih, muhalefete
dair kaideler vaz eden eserler kaleme almıştır.
Çalışmasını üçüncü nesil ile sınırlayan Okuyucu İmam Şâfiî’nin yaklaşımının ehl-i reyden
çok ehl-i hadis üzerinde etkili olduğunu, ehl-i
hadisi reye yaklaştırdığını belirtti. İmam Şâfiî
Bağdat’ta ehl-i rey ile ve özellikle Şeybâni ile
temas kuruncaya kadar kavli kadim denilen
rivayet eksenli görüşlerini aktarmaya devam
etmiştir. Ancak Bağdat’taki temasından sonra
birçok görüşünü değiştirmiş ve Hanefi mezhebi ile muvafık olabilecek noktaya gelmiştir.
Son derece kıymetli ve uzun soluklu olan çalışmasını gayet derli toplu ve sistematik bir şekilde sunan hocamıza teşekkür ederiz.
35
İh tis a s Te z S unum u
12 Mart 2016 Cumartesi
Dr. Hacer Kontbay Yetkin
İhtisas Faaliyetleri
Marmara Üniversitesi Arş. Gör.
Debûsî’nin Hayatı,
Eserleri ve
Fıkıh Usûlündeki Yeri
Arş. Nebiye Raşit
12 Mart Cumartesi günü EDEP Merkezi İhtisas Seminerleri kapsamında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Hukuku
Anabilim dalında araştırma görevlisi olan Hacer Kontbay Yetkin “Debûsî’nin Hayatı Eserleri ve Fıkıh Usûlündeki Yeri” başlıklı doktora
tezini sundu.
Yetkin, tez konusunu belirleme sürecini ve bu
süreçte yaşadığı zorlukları dile getirerek söze
başladı. Tez konusunu tek başına belirlediği
için çok geniş bir konuyu çalışmak durumunda kaldığını belirtti. Tek bir alimi, tek bir eseri
çalışmanın onun farklılığını ortaya koymak
için diğer usûlcülere de bakmayı gerektirdiği
gibi tüm usûl konularına hakim olmayı da gerektiğini dile getirerek usûlde kavram çalışmanın daha rahat olacağı tavsiyesini verdi.
Tezinde Debûsî’nin Takvîmu’l-edille adlı eserindeki usûl düşüncesini çalıştığını belirten
Yetkin bu bağlamda Debûsî’nin usûle katkılarını tespit etmeye çalışmış.
36
Tez üç bölümden oluşmaktadır: İlk bölümde
Debûsî’nin hayatı, eserleri ve yaşadığı dönemle ilgili genel bilgiler verilmiştir.
Yetkin Debûsî’yi çalışırken en eski Tabakat
eserlerindeki bilgileri esas aldığını sonraki
Tabakatların genelde tekrar olduğunu belirtti.
Debûsî hicrî 360 yılında Buhârâ ile Semerkant arasında Debûsa denilen bir kasabada
doğmuş. Tahsil hayatı hakkında çok fazla
bilgi yok. Hocası olarak bilinen bir iki isim
ve öğrencisi olarak da bilinen bir iki isim var.
Debûsî kitaplarda kadı nisbesi ile anılmaktadır. Hicrî 430 yılında Buhârâ’da vefat etmiş
ve burada defnedilmiştir. Debûsî’ye aidiyeti
kesin olan eserler Takvîmu’l-edille, el-Esrâr ve
el-Emedü’l-aksâ’dır.
İkinci bölümde ise Debûsî’nin usûl düşüncesiyle ilgili genel tespitler: üslûbu, tasnifi,
kelamla ilişkisi, usûle getirdiği yenilikler ve
etkileri çalışılmıştır.
Debûsî’nin usûl anlayışı deyince söylenebilecek ilk şey, usûlünü fukahâ mesleğinde yazdığıdır. Fukahâ mesleğinde eser veren Hanefîler
için usûl, furû’dan tahrîc edilerek çıkarılan ve
öncelikle fıkhın usûlü olan bir usûldür.
Debûsî’nin tasnif merakı vardır. Baştan itibaren bir tasnif oluşturup ona uymaya çalışmıştır. Bu tasniflerde dört sayısına neredeyse
kutsiyet atfedip her şeyi dörde tamamlamaya
çalışmıştır. Bugün usûl eserlerinde gördüğümüz tasnifler Debûsî’ye aittir.
İhtisas Faaliyetleri
Debûsî’nin Takvîm’i sonraki literatür açısından belirleyici olmuştur. Debûsî’den sonra
gelen usûlcüler eserlerinin çerçeve ve sınırlarını onun eserini örnek alarak belirlemişlerdir.
Debûsî’nin üslubunun en zayıf yönü: akıcı
değil, kopukluklar var, kesik kesik, muhatap
konuyu biliyor gibi yazmış. Takvîm’deki boşlukların hepsini Serahsî doldurmuştur.
Diğer bir başlık ise Debûsî’nin kelamla ilişkisi.
Semerkandî ve Nesefî, Debûsî’yi Mutezile’ye
meyletmekle itham etmiştir. Yetkin, Mutezilî alimlerde bulunan özelliklerin Debûsî’de
olup olmadığı ile ilgili yaptığı çalışma sonucu
Debûsî’ye Mutezîlî denemeyeceği sonucuna
varmış. Debûsî’de ehl-i sünnetleşme yönünde
eğilim söz konusu. Debûsî ile birlikte Mutezile’ye eleştiri başlıyor ama yeterli görülmediği
için Mutezilî olmakla eleştirilmiş. Yetkin’e
göre Debûsî’ye Maturîdî de diyemeyiz. Debûsî için bir kimlik inşa edeceksek herhangi
bir kelamî mezhep belirleme ihtiyacı duymayan Hanefî diyebiliriz.
Üçüncü bölümde ise Debûsî’nin
usûl anlayışı ve emir-nehiy ile ilgili
görüşleri daha detaylı ve mukayeseli olarak analiz edilmiştir.
Bu bağlamda tanımlar, tanımla ilgili analizler, Debûsî’nin emirle ilgili
dört tartışması ve nehiyle ilgili dört
tartışması konu edilmiştir. Debûsî
sadece dörder tartışma zikretmiştir. Diğer usûllerde emirle ilgili
yirmi sekize kadar çıkan tartışma
var. Debûsî bunların tamamını ele
almamış. Onun zikrettiği emrin
hükmü, emrin tekrara delalet edip
etmediği, emredilen şeyin hasen
olup olmaması açısından hükmü, emrin zıddının hükmüdür. Nehiyle ilgili de bunların
simetriklerinden bahsetmiştir. Daha geniş
olarak da nehiy-fesat ilişkisine yer vermiştir.
Yetkin, emir-nehiy kritik bir konu olduğu ve
pek çok meseleyle ilgisi olduğu için bu konuyu seçtiğini ancak Debûsî’nin konuyu çok geniş işlemediğini belirtti.
Usul eseri, tasnif, üslup, içerik, kavramlar ve
örnekler açısından sonraki Hanefî usul eserlerinde belirleyici olduğu gibi, başka mezheplere mensup âlimleri de çeşitli açılardan
etkilemiş olan Debûsî’yi, doktora tezi olarak
çalışmış olan Hacer Kontbay Yetkin’den dinlemek bizler için çok istifadeli oldu. Kendisine
teşekkür ediyoruz.
37
İh tis a s Te z S unum u
14 Kasım 2016 Cumartesi
Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan
Kırklareli Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
İhtisas Faaliyetleri
Osmanlı Dönemi Fetva
Mecmuaları ve Kaynakları
Arş. Birnur Deniz
İhtisas biriminin tez sunumları serisinin ilkinde Yrd. Doç. Dr. Emine Arslan “Osmanlı Dönemi Fetva Mecmuaları ve Kaynakları” başlıklı sunumuyla Kasım ayında konuğumuz oldu.
Arslan, Mehmed Fıkhî’nin “el-Ecvibetu’l-kânia” adlı eseri özelinde Osmanlı Devleti’nde
fetva müessesini ve bu müessesenin İslam
alemine sunduğu eserleri incelediği ve 2010
senesinde tamamladığı doktora tezini sundu.
Yazma eserler üzerinden yaptığı çalışmasının
sunumuna Arslan, Osmanlı’da kaza müessesinden farklı olarak fetva müessesinin oluşumundan ve işleyişinden bahsederek başladı.
Devlet otoritesine dayanan kaza kurumundan
farklı olarak fetva kurumu Müslümanların
üzerine diyaneten sorumluluk yüklemiş fakat
ikisi de temel olarak toplum nizamını sağlamaya çalışmıştır.
38
Ancak fetvaların fetvayı isteyenin dışındakilere de ulaşmasını sağlamak için bir araya
getirilmesi gerekmiştir. Fetva eminleri ve fetva katipleri fetvaları toplamış ve kitap haline
getirmişlerdir. Ancak bu mecmularda kaynak
gösterilme zorunluluğu olmaması birtakım
tartışmalara yol açıyordu. Böylece, çoğunlukla fetva kitaplarını toplayan isimler tarafından
verilmiş fetvalara muteber kaynaklardan delil
getirme çalışmaları yapılmıştır. Arslan, bu delilleri ya da nakilleri içeren kitapları “Nukûllü
Fetvâ Mecmuaları” diye isimlendirmiştir. Bu
türü, Osmanlı Fetvahaneleri tarafından en
muteber kabul edilen dört fetva mecmuasının
nükullu nüshaları üzerinden incelemiştir. Bu
eserler, Fetâvâ-yı Ali Efendi, Fetâvâ-yı Feyziyye, Behcetü’l-fetâvâ, Netîcetü’l-fetâvâ’dır.
Bunların nükullerini takip ederek Osmanlı
ulemasının en sık başvurduğu fıkhi kaynakları
tespit etmiştir. Elde ettiği bilgilerle kapsamlı
bir tablo hazırlayan Arslan bu tabloyu dinleyicilerle paylaşarak istifadelerine de sunmuştur.
Buna göre Kâdıhân, Bezzâziyye, Bahru’r-râik,
Dürer, Tatarhâniyye, Mültekâ eserleri Osmanlı ulemasının en çok kullandığı kaynaklardır. Arslan, Osmanlı ulemasının fıkıh anlayışını oluşturan eserlerinin pek çoğunun yazma
halinde bulunduğunu söylemiş ve böylece bu
konuda yapılacak yeni çalışmalara da yol göstererek konferansını sonlandırmıştır.
İh tis a s Ko n fe ra nsı
12 Aralık 2016 Cumartesi
Doç. Dr. Metin Yiğit
Dicle Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
İhtisas Faaliyetleri
Fıkıh Usûlü Bağlamında
İlahi Hitabın Umûmîliği ve
Tarihselcilik
Arş. Nebiye Raşit
EDEP Merkezi, İhtisas Konferansları kapsamında 12 Aralık Cumartesi günü “Fıkıh
Usûlü Bağlamında İlahi Hitabın Umûmîliği
ve Tarihselcilik” başlıklı konuşmasıyla Dicle
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku
Anabilim Dalı hocalarından Yrd. Doç. Dr.
Metin Yiğit’i ağırladı.
Yiğit sunumunun ana çizgilerinin tarihselcilik
ve fıkıh usûlü olarak iki ana başlıktan oluştuğunu, dolayısıyla öncelikle tarihselciliğin arka
planına inmek gerektiğini belirterek konuşmasına başladı. Tarihselcilikten bahsetmek
için öncelikle neşet ettiği ortamı incelemek
gerekir. Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin egemenliğinin çok bariz bir şekilde hissedildiği
skolastik düşünce karşıt bir düşünceyi doğurmuştur. Bu Aydınlanma ve Rönesans olarak
isimlendirilen dönemdir. Bu dönem ise bilgi
kaynakları açısından son derece maddî ve indirgemecidir. Deneye konu olmayan hiçbir
bilgide bilimsellikten bahsedilmez. Bu çok
dar ve genellemeci bakış açısı Aydınlanma ve
Rönesans’ın da sorgulanmasını sağlar ve bu
ortamda ilk defa tarihselcilik ve hermeneutik
yöntem telaffuz edilir. Tarihselciler tabiî bilimler açıklayıcı iken sosyal bilimlerinse anlayıcı olduğunu dolayısıyla tabiî bilimler ile sosyal bilimlerin metodoloji olarak birbirinden
ayrılması gerektiği görüşünü ortaya atar. Tabiî
bilimlerin bilimsellik görüşü ile sosyal bilimlerin bilimsellik görüşünün birbirinden farklı
olduğu savunulur. Tarihselcililere göre tarihte
ortaya çıkan din, düşünce ve görüşler o zamana aittir, biriciktir ve bunlar genelleştirilemez.
Bu görüşleri değerlendirirken ortaya çıktıkları
tarihi şartları değerlendirmek gerekir.
Batı’da tarihselci yöntemin dini metinlere
uygulanması ile ortaya çıkan tartışmalar oryantalistlerin eleştirileri ile İslam dünyasına
da girmiştir. Oryantalistler İslam düşünce
tarihinde tarihselci bakış açısının ve hermeneutik yöntemin eksik olduğunu dile getirmişlerdir. Batılı yazarların İslam dünyası için
bir kusur olarak gördüğü tarihselci bakış açısı
kısa bir süre sonra İslam dünyasında yankı
bulmuştur. Bu bakış açısını İslam İlahiyat
39
İhtisas Faaliyetleri
sahasına ilk taşıyan kişi ise Fazlurrahman’dır.
Fazlurrahman itikadî ve ahlakî hükümler hariç Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere tüm
dini metinlere tarihselciliğin uygulanması
gerektiğini savunur.
Yine usûl-i fıkhın elfâz bahsinde ilahi hitaptaki
umûmî ifadelerin sadece nüzûl dönemindeki
insanları mı ihtiva ettiği yani gelecek nesiller
için de câmi olup olmadığı konusu da hermeneutiğin başlıca tartışma konularındandır.
Yiğit, sunumunda tarihselcilik ve arka planı ile
ilgili özet niteliğindeki bu tanıtımdan sonra
usûl-i fıkıhtaki herneneutik tartışmalara geçerek ilk örnek olarak usûldeki katî-zannî ayrımının hermeneutik teorilerde öznelci ve nesnelci tartışmalara tekabül ettiğini dile getirdi.
Usûlde hem sübutta hem delalette katîlik ve
zannîlikten bahsedilir. Bu da hermeneutik
tartışmalara kıyasla usûl-i fıkıhta daha analitik
bir yaklaşım olduğunu gösterir.
Ayrıca usûl-i fıkıhta umûmî hitapla ilgili olarak mükellefiyet meselesi, umûmî hitabın
maduma taalluk edip etmediği, hikmet ile tâlil
meselesi gibi tartışmalar da hermeneutik başlığı altında incelenen konulara tekabül eden
bir kısım tartışmalardır.
Tüm bu tartışmalar tarihselci yaklaşımda tartışılan meselelerin usûl-i fıkıhta da konu edilmiş olduğunu ve analitik bir şekilde tartışıldığını gösterir niteliktedir.
İh tis a s Ko nf e ra nsı
18 Aralık 2016 Cuma
Prof. Dr. Murteza Bedir
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı / İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
Buhara Hukuk Okulu
Kitabının Hikayesi
Arş. Ayşegül Işık
EDEP İhtisas Konferansları çerçevesinde
Prof. Dr. Murteza Bedir Hocamız “Buhara
Hukuk Okulu Kitabının Hikayesi” başlıklı sunumu ile konuğumuz oldu.
40
Hocamız konuşmasına öğrencilik zamanlarından bahsederek başladı. İmam-Hatip öğrenciliği döneminde İstanbul’da medrese usulü geleneksel bir eğitim sürecine başlayan Hocamız, bu geleneksel eğitim içerisinde fıkıh
alanına ilgi duymaya başlamış. Son yüz, yüz
elli yıldır geleneksel eğitim alan birçok kişinin
yaptığı gibi kendisinin de eğitimini tamamladıktan sonra ilk başta bunların gerçek hayatla
bağlantısını kurmakta zorlandığını ve bu sistemi eleştiren tarafa dönüştüğünü söyleyerek
bir özeleştiride de bulunan Hocamız, yüksek
lisansta fıkıh usulü çalışmak istemesini de
bu gerekçeye bağladı. Amerika’ya gittiğinde
klasik eserler uzmanı hocası tarafından hayata dokunacak kadar gerçekliği olan alanlara
İhtisas Faaliyetleri
yönlendirildiğini ve bunun ufkunu açtığından
bahsetti.
Hocamız o dönemde modern ilim adamlarının bir yanılsama içerisinde olduklarını, ancak
geleneğe dair yıktıkları bazı temel taşlar yerine yeni şeyler koyabilmek için ciddi çaba sarf
ettiklerini fark etmiş. Özellikle bizim klasik
metinlerimizin bilimsel nitelikte olduğunu,
usul çalışmalarının ise modern dönem ilim
adamlarının yaşadığı yanılsamanın neticesinde bir kaçış kapısı olduğunu fark etmiş.
Fıkhın hayata dokunması gereğini idrak eden
Hocamızda fıkıh kitaplarının düşünme biçimini vâkıat eserleri üzerinde ortaya koyma
fikri böylece oluşmuş ve vâkıat edebiyatını
araştırmaya başlamış. Hocamızın tanımına
göre; bildiğimiz anlamda fetva eserlerinden
farklı olarak vâkıat eserleri; klasik fetva soru-cevaplarında geçen konulardan süzülüp
derlenen, süreç içerisinde kabul gören, daha
sonra zahir ve nadir görüşlere ilave edilerek
mezhebe dâhil edilen ve mezhebin hayatla
organik bağını devam ettiren türden eserler
olarak ortaya çıkmış.
Bu alana dair kırkın üzerinde eser tespit eden
Hocamız elde ettiği vâkıat edebiyatı üzerinden kitap çalışmasına başlamış. Hem mezhebin yöntemini anlamak hem de bir örnek
müessese üzerinden mezhebin düşünme biçimini göstermek istediği için de çalışmasına
10.-13. asırlar arasında Maveraünnehir bölgesi şeklinde bir sınırlandırma getirmiş. Çoğunluğu yazma olan kırka yakın eserin vakıfla ilgili bölümlerini seçerken eserlerin mukaddime
bölümlerini de okuyan Hocamız tarih ve teori
bölümüne de yer verme gereği duyduğu için
kitabı ikiye bölmek durumunda kalmış. İlk
bölümde vâkıat eserleri, tarihi, mukaddimeleri ve bu mukaddimelerden hareketle fıkhi
düşünme biçimi hakkında neler söyleyebiliriz, bunun modern düşünme biçimi ile farkları nelerdir şeklinde başlıkların cevaplarına
yer vermiş. Kitabın ikinci bölümünde; vakıf
hukukunu spesifik bir alan olarak belirleyip
incelediği kırk eser üzerinden fıkıh düşüncesinin Orta Asya bölgesine has gelişimini ortaya
koymaya çalışmış.
“Yüzlerce çalışma yapılarak örülecek bir duvara eklenen tuğla” şeklinde tanımladığı kitabının oluşum sürecini bizlerle paylaştığı için
Hocamıza şükranlarımızı sunarız.
41
İh tis a s Ko nf e ra nsı
26 Şubat 2016 Cuma
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
İhtisas Faaliyetleri
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kuramer Başkanı / İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
Fıkhı Anlamak
Arş. Fatma Ateş
Çeşitli konularla katılımcılara yeni bakış açıları kazandırmayı amaçlayan EDEP İhtisas birimi bu sefer çok değerli Hocalarımızdan Prof.
Dr. Ali Bardakoğlu’nu ağırladı. Sayın hocamızın “Fıkhı Anlamak“ başlıklı konferansının
içeriğinden bazı başlıkları siz okuyucularımızla da paylaşmak isteriz.
Fıkhın lügavi anlamına girmek yerine onun
dünyevi bir kavram olduğunu, dünyayı daha
iyi yaşanır hale getirmeyi amaçladığını unutmamak gerekir. Fıkhı Kur’an ile başlatmak
yanlıştır, onu insanlık yani Hz. Adem ile başlatmak gerekir. Her ne kadar müeyyide farklı
olsa da, ceza hukuku Habil ve Kabil ile zuhur
etmiştir. Fıkhın tabiatı ile insan tabiatı arasında bir alaka vardır ve bu yüzden bir kötülük
yapıldığında müdahale kabiliyetine göre buna
karşı bir şeyler yapılmaya çalışılır.
Hocamız konuşmasının bir kısmında bilhassa
ilahiyat öğrencilerinin ilimler tarihinde geniş
malumata sahip olmaları nasihatinde bulunup
“fıkhı tarihi akış içerisinde okumanın“ gerekliliğinden bahsetti. Ancak bu yaklaşımın rahatsız
edici bir yönünün olduğunu şöyle dile getirdi:
42
“Fıkhı tarihi akış içerisinde okumak lazım. Bu
biraz rahatsız edici bir şey. Böyle anladığınız
vakit insanların ortak malı olduğunu görmeye başlıyorsunuz. Halbuki biz, herkesten çok
farklı bilgilere özelliklere sahibiz, hiç kim-
senin bulamadığı bilemediği kurallar bizim
aramızda doğdu gelişti. Biz bunlarla büyük bir
İslam ümmeti olduk, büyük bir dine mensup
olduk‘ gibi bir iftiharla, bir kanaatle yetişmiştik. Ama [tarihi gelişim içerisinde fıkhı] okuyunca kaç tane ortak çıktı?”
Bir şeyleri “bana ait” deyip sahiplenmek mi
yoksa insanlığın ortak paydasının büyümesi
mi güçlendirir? “Tabii ki ikincisi güçlendirir”.
Fıkıh sahasından bir çok çalışması olan Hocamızın dikkat çektiği bir diğer husus ise, fıkhın
ideolojik ve siyasi bir mizaç kazanması ve bu
sebeple Şah Veliyyullah gibi farklı perspektiflere sahip insanların İslam dünyasında sert
bir şekilde eleştirilmesi. “Yapılması gereken o
görüşleri siyasi çerçeveden çıkarıp değerlendirmek. Kur’an - Tevrat ilişkisi mesela. Bunlar
amca çocuklarıdır, benzerler. Teoride en iyi
anlaşması gereken topluluklar İsrailoğulları
ile Araplar olması gerekirken en çok savaşanlar onlar. Arap tarihi ile barışmamız gerekir.
Sadece Arap tarihi değil, diğer İslam coğrafyalarındaki – Hindistan, Pakistan gibi - fıkhi mirası da araştırmalara dahil etmek gerekir. Bu
sayede “canlı bir fıkıh anlayışı” elde edilir, aksi
takdirde çok katı ve sığ bir fıkıh ortaya çıkar.”
Fıkhın Kur’an ile ilişkisini ahkam ayetleri üzerinden kurmaya çalışmak son derece
tehlikelidir. Zira Ahkâmu’l-Kur’an literatürü
Konferansı geleceğe dair temennilerini ve
gençlerden beklentilerini dile getirerek sonlandıran Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hocamız
düşüncelerini şöyle ifade etti: “Müslümanların fıkhını 21. yy. fıkhı olarak anlamalısınız.
Olayları tarihi seyir içerisinde incelemek gerekir. Nasıl eskiler kendi fıkıhlarını ürettiyse
siz de kendi fıkhınızı üretiniz. Kur’an’a aykırı
olmamak hassasiyeti yeter de artar bile. Bizim
de maslahat düşüncemiz olmasın mı?”
İhtisas Faaliyetleri
fıkıh doktrinleri oluştuktan sonra meseleleri
Kur’an’dan delil getirmek üzere gelişmiştir.
Kur’an ve sünnetin toplumu oluşturması hasebiyle fıkıh – Kur’an ilişkisini toplum üzerinden kurmak daha sağlıklı olur. Nasıl ki
Hz. Peygamber’den (sav) sonra yaşayan bir
sünnet varsa yaşayan fıkıh da vardır. “Önemli
olan Kur’an’a uygun olmaktan ziyade Kur’an’a
aykırı olmamaktır.” Fıkıh eskiden birleştirici bir unsur iken bugün ayrıştırıcı olmuştur.
Çünkü fıkıh artık nostaljik bir teessürden ibaret olmuştur, hatta itikadi bir meseledir.
Tüm yoğunluğuna rağmen EDEP ailesine ve
katılımcılara değer verip vakit ayırdığı ve yanında getirdiği ilmi eseri ile kütüphanemizi
zenginleştirdiği için Ali Hocamıza çok teşekkür ediyor, bir diğer toplantımızda geniş ilminden istifade edebilmeyi umuyoruz.
İh tis a s Ko n f e ra nsı
26 Mart 2016 Cumartesi
Doç. Dr. Muharrem Önder
Yalova Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
İslam Fıkhında Rey İçtihadı
ve İstihsan
Arş. Şeyma Nur Temel
EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği konferanslar kapsamında mart ayı konuğumuz “İslam Fıkhında Rey İçtihadı ve İstihsan” başlıklı
sunumuyla Doç. Dr. Muharrem Önder oldu.
Doktora tezini Hanefi mezhebinde istihsân
anlayışı ve uygulaması üzerine yazan Önder
bu konferansta bizimle vardığı neticeleri paylaştı ve istihsânın mezhep içerisinde ve diğer
mezheplerle mukayeseli olarak bir çerçevesini çizdi. İlk olarak istihsânın yakından ilişkili
olduğu ictihad ve re’y kavramlarının tarihsel
arka planını anlatarak sunumuna başladı. Va-
43
İhtisas Faaliyetleri
hiyden sonra ikinci hüküm kaynağı olan ictihad ve re’y’in kapsamına giren istihsânın, Hz.
Peygamber zamanından beri uygulanageldiğini selem akdini örnek vererek ortaya koydu.
Benzer uygulamaların tabiin döneminde de
devam ettiğini ancak bu kavramı teknik anlamda ilk kullanan ismin Ebu Hanife olduğu-
nu ifade etti. Böyle bir girişim özellikle ehl-i
hadis taraflarından büyük eleştirilere maruz
kalınca Hanefi mezhebinin alimleri çeşitli tanımlamalara girişti. En kapsamlı ve muteber
tanım Kerhî’den geldi: “daha üstün bir delil
sebebiyle bir meselede benzerlerinde verilen
hükümden vazgeçip daha kuvvetli delilin ifade
ettiği hükmü esas almaktır”. Önder bu tanımın, istihsânın böyle tanımlandığı takdirde bir
numaralı muhalifleri Şâfiîler tarafından da kabul edildiğini ifade etti. Buna dayanarak, istihsânın meşruiyeti üzerinde dönen tartışmalar
hakkında oldukça isabetli görünen bir yorumlamada bulundu ve görüş ayrılıklarının sebebinin büyük ölçüde kavram kargaşası olduğunu
iddia etti. Ona göre istihsâna karşı çıkılması temel olarak, salt akla dayanarak hüküm verme
olarak düşünülmesinden kaynaklanmıştır.
İh tis a s Ko nf e ra nsı
23 Nisan 2016 Cumartesi
Dr. Serhan Afacan
İran’da Bir Emek-Aktivizm
Biçimi Olarak
Dilekçe Yazımı (1906-1941)”
Arş. Halime Çınar
44
EDEP Merkezi İhtisas Konferansları serisi,
23 Nisan 2016 tarihinde Dr. Serhan Afacan’ın
“İran’da Bir Emek-Aktivizm Biçimi Olarak Dilekçe Yazımı (1906-1941)” başlıklı konferansıyla devam etti.
1906-1941: İran Sanayileşmesinin ve İşçi-
Afacan’ın “İran’da Devlet, Toplum ve Emek
Rıza Şah saltanatının sona ermesiyle biten dö-
lerinin Sosyal Tarihi” başlıklı doktora tezinden bir kısmı oluşturan konferansta İran
modernleşme tarihinin kritik bir evresini kapsayan 1906 Anayasal Devrim ile başlayıp 1941
Afacan’ın incelemelerine göre işçiler fabrikadaki yaşamlarına dair sıkıntılarını, isteklerini
işverenlerine, yerel veya İran Meclisi gibi merkezi düzeydeki siyasi mercilere dilekçe yoluyla iletmişler ve çözüm aramışlardır. Bu dilekçeler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarına,
sanayileşmenin işçiler üzerindeki etkilerine
dair bize somut deliller sunmaktadır. Siyasi
makamlar, bireysel olarak yazılan dilekçelere
kişisel hak arayışı gözüyle bakmış, kitle hareketi olmamasından dolayı bunları bir tehdit
olarak algılamamışlardır. Aksine halkın sakinleşmesi için önemli bir araç olarak görmüşler,
bu nedenle de dilekçelere cevap vermeye karşı
duyarlı davranmışlardır. Toplu dilekçeleri ise
ayaklanma algısıyla sıcak karşılamamışlardır.
İhtisas Faaliyetleri
nem emek tarihi açısından ele alındı. Daha da
özelde konferansın odak noktası emeğin temsilcisi işçiler ve onların kaleme aldıkları dilekçelerdi ve 1906-1941 arası dönemde yaşanan
siyasi ve ekonomik gelişmeler bu bağlamda
incelendi.
İran emek tarihi konusunda hayatın içinden
belgelerle bizi bilgilendiren hocamıza sunumu için teşekkür ederiz.
İh tis a s Ko n fe ra nsı
7 mayıs 2016 Cumartesi
Doç. Dr. Soner Duman
Sakaarya Üniversitesi İslam Hukuku Öğretim Görevlisi
İbn Teymiyye’nin
Fıkıh Düşüncesi
Arş. Merve Özdemir
EDEP İhtisas Birimi’nin düzenlediği konfe-
ladı. Ardından İbn Temiyye’nin onu ya aşırı
ranslar serisi kapsamında “İbn Teymiyye’nin
öven veya yeren uç gruplar arasında kaldığı,
Fıkıh Düşüncesi” başlıklı konuşmasıyla Doç.
bazı oluşumların onu kendilerine mâl etmeye
Dr. Soner DUMAN mayıs ayı konuğumuz idi.
çalıştıkları, bir şeyhülislam olan İbn Teymiy-
İlgili konuda hazırladığı doçentlik çalışmasını
ye’nin fıkhi yönünü ön plana çıkaran çalışma-
ana hatlarıyla sunan Duman, İbn Teymiyye’yi
ların eksikliği gibi hususları özellikle vurgu-
ve yaşadığı dönemi tanıtarak sunumuna baş-
ladı. Şeyhülislam’ın fıkhi düşüncesini tasviri
45
İhtisas Faaliyetleri
46
ve sistematik bir şekilde sunabilmek için tüm
eserlerini inceleyip buralardaki dağınık bilgilere ulaştığını belirten Duman, onun şeriat,
fıkıh ve mezhep kavramlarına bakışı üzerinde
durdu. İbn Teymiyye’nin şeriata dair meşhur
üçlü taksimini (şer‘-i münezzel, şer‘-i müevvel
ve şer‘-i mübeddel) açıklayarak, ona göre fıkhın Fahrettin Râzî, Cüveynî gibi bazı alimlerin belirttiğinin aksine zann değil ilim (kesinlik) ifade ettiğini belirtti. Mezhep konusunda
ise İbn Teymiyye -bugün bazı çevrelerin sandığının hilafına- bu sistemin gerekli olduğuna,
hatta mezhebin “hak ve halk arasında bir vasıta” olduğuna inanmaktadır. Ancak yanlış olan,
tek bir mezhepte taassup göstermek olup kişi
delilinin daha güçlü olduğunu tespit etmesi halinde mezhebin dışındaki görüşü tercih
edebilmelidir.
rılan mantık ve felsefeyi “ulûm-ı dahîle” olarak
Usulde ise mütekellimin ile mücadele eden
İbn Teymiyye, kelam ve fıkıh usulüne karıştı-
kez daha hatırlatmış olduğu için hocamıza
adlandırmakta ve eleştirmektedir. Akaidde de
Eş’arîlere şiddetle karşı gelen Şeyhülislam’ın,
dilde mecazı kabul etmemesi, hüsün ve kübuhun aklî olduğuna inanması, âmm lafızların
kat’i olduğunu düşünmesi, her müçtehidin
isabet etmiş olduğunu reddetmesi, haber-i
vâhidin zannî olmadığını söylemesi, akıl ve
naklin çelişmediğine inanması, kıyasa aykırı
hiçbir hükmün olmadığını iddia etmesi Duman’ın, onun kelam ve usul düşüncesine dair
aktardığı bazı önemli noktalardandır.
Sunumuyla, uzun soluklu kıymetli çalışmasını kısa sürede veciz ve sistematik bir şekilde
aktararak İbn Teymiyye’nin, fikirleri ve özellikle de fıkıh anlayışı üzerinde çalışılmayı ne
kadar hak eden bir alim olduğunu bizlere bir
minnettarız.
İh tis a s De r si
2015-2016 Eğitim Dönemi
İhtisas Faaliyetleri
Mukaddime ve
Tarih Metodolojisi
Arş. Şeyma Nur Temel
Edep’in İhtisas Programı kapsamındaki ilk
derslerinden Mukaddime, 2015-2016 yılında
güz ve bahar dönemlerinde iki dönem olarak
düzenlendi. Recep Şentürk ve Serhan Afacan
yönetiminde gerçekleştirilen dersin Mukaddime ve Tarih temalı ilk döneminde, İbn Haldun’un fikirleri tarih felsefesi bağlamında ele
alındı. Bunu yaparken, tarih felsefesinin genel
tartışma konularına ve bu konularda tarihçilerin öne sürdüğü fikirlere temas edildi. Gerek
Müslüman olsun gerek olmasın tarihçilerin
tarihte nedensellik, tarihçi ve kaynakları, geçmiş algısı, tarihin genel kuralları ve tarih ve
ahlak gibi konulardaki düşünceleri tartışıldı.
Dersin ikinci dönemi yine Mukaddime’yi
merkeze alan, İbn Haldun’un fikirlerini sosyoloji bağlamında ele alan bir ders oldu. İnsanın
içinde yaşadığı cemiyeti ve insanın doğa ile
olan ilişkisine dair soruların ana soru işaretlerini oluşturduğu bu derste modern dönem
sosyoloji tartışmları ve İbn Haldun’un ilgili
fikirlerinin bu tartışmalardaki önemi analiz
edildi. Bu manada, her ne kadar İbn-i Haldun’dan asırlar sonra bir disiplin olarak teşekkül etmişse de sosyolojinin genel tartışmalarına ve disiplinin kurucu figürleri başta gelmek
üzere sosyologların öne sürdükleri fikirlere
temas edildi. Sosyologların başka temaların
yanı sıra iktidar, devlet, din, toplumsal sınıflar
ve toplumsal çatışma gibi konulardaki düşünceleri tartışıldı. Neticede hem tarih ve sosyoloji olmak üzere iki sosyal bilime, doğudan ve
batıdan, hem 14. yy.dan hem de modern dönemden pencerelerin açıldığı hem aydınlatıcı
hem de yeni soru işaretleri doyuran dolu dolu
bir ders gerçekleştirilmiş oldu.
47
İh tis a s A t ö l y e
2015-2016 Eğitim Dönemi
İhtisas Faaliyetleri
Vakıf Atölyesi ve
Faaliyetleri
Arş. Birnur Deniz
makta olup ilk bölüm vakıf çalışmalarınıageliştirmeye yönelik atölye faaliyetleri hakkında
istişare ve kararlar gibi teknik konulara ayrılırken; ikinci bölüm vakıflar üzerine çalışmalara
sahip değerleri isimlerin kendi alanlarındaki
birikimlerini aktarabilecekleri konferanslardan ve bunun üzerine yapılan tartışmalardan
oluşmaktadır.
48
Arş. Birnur DenizHazırlayan? Birkaç kişi var
galiba , hepsinin ismi yazılabilir 3 kişiden fazla
değilse Kurulduğu 2015-2016 eğitim öğretim
yılına hızlılbir başlangıçnyapan EDEP İhtisas
Birimi’nin bir diğer faaliyeti de Prof. Dr. Murteza Bedir Hocamızın önerisi ve öncülüğünde
kurulan “Vakıf Atölyesi”dir. Osmanlısvakıflarının ve Hanefi mezhebi vakıf doktrini hakkındaki görüşlerin ön planda olduğu atölye,
Murteza Hocamızın yanı sıra Prof. Dr. Erol
Özvar, Prof. Dr. Tahsin Özcan, Yard. Doç. Dr.
Selim Argun, Yard. Doç. Dr. Süleyman Kaya
gibi değerli isimler katılımı eşliğinde gerçekleştirilmektedir. Atölye iki bölümden oluş-
Ekim ayında gerçekleştirilen Vakıf Atölyesi
bünyesindeki konferanslarımızın ilkinde Sakarya Üniversitesi İslam Hukuku alanında
eğitim veren ve çalışmalarına devam etmekte
olan Süleyman Kaya’nın “Osmanlı Hukukunda İcareteyn” başlıklı sunumu dinlenmiştir.
Aynı isimli çalışmasını sunduğu konferansta
Kaya, Osmanlı vakıf sisteminde önemli bir
yere sahip olan icareteynli vakıf sistemini anlatmıştır. İcareteynli sistemin ortaya çıkışını
ve gelişimini, incelediği hatrı sayılır miktardaki fetva mecmuaları ve şer’iyye sicillerinden
hareketle ortaya koymaya çalışmıştır. İcareteyn uygulamasının süreç içerisinde değişikliklere uğrayarak gelişen bir kavram olduğunu
belirten Kaya, kavramın belgelerde geçtiğinde
her zaman tek bir manaya işaret etmeyip kastedilen uygulamanın incelemeye muhtaç olduğunu vurgulamıştır.
İhtisas Faaliyetleri
Kasım ayı konferansında ise Hamdi Çilingir’i
“Hanefî Vakıf Hukukunda Vakfın Amacı” başlıklı sunumuyla dinledik. Doktora çalışmasının bir özeti niteliğinde olan sunumunda
Çilingir, vakıflarda şart koşulan gaye unsuru
ve bunun üzerine Hanefi mezhebindeki görüşleri ele almıştır. Osmanlı dönemindeki
mezhebin temel metinleri yanı sıra şeyhülislam fetvalarını da inceleyen Çilingir, konuyla
ilgili olarak zürrî-hayrî vakıf ayrımı, ebediyet
şartı, vakfın sarf mahalleri gibi konuları da ele
almıştır.
Aralık ayında ise “Nurbanu Atik Vâlide Sultan Vakfı İncelemesi” başlıklı konferansı ile
Tijen Sabırlı’ yı konuk edilmiştir. Aynı zamanda doktora çalışmasının konusu olan bu
sunumda Sabırlı, Osmanlı vakıfılarını bunun
önemli örneklerinden olan ve derinlemesine
incelediği Nurbanu Atik Valide Sultan Vakfı’nı anlatmıştır. Vakfiye ve muhasebe kayıtlarından hareketle yaptığı çalışmada vakfın
işleyişine dair önemli bilgilere ulaşmıştır.
Dördüncü oturumun gerçekleştiği Ocak ayında da “Osmanlı Para Vakıfları” başlıklı sunumuyla Tahsin Özcan konuk edilmiştir. Genel
olarak Osmanlı vakıf sistemi ve bu sistem içinde para vakıflarının ortaya çıkış serüveninin
ele alındığı konferans, dinleyicilerin de katkılarıyla son derece hareketli, hararetli ve müstefid bir ortamda gerçekleşmiştir. Para vakıflarının ortaya çıkışı, gelişimi, bu vakıflarda kullanılan muâmele-i şer’iyye, para vakıflarının
Osmanlı ekonomisinde ne gibi bir yer tuttuğu
meselelerini ele alan Özcan’ın seminerinde en
çok dikkat çeken mesele para vakıflarının caiz
olup olmadığı konusunda Osmanlı ulemâsının tartışmaları olmuştur.
Mart ayında Osmanlı İktisat tarihi çalışmalarında Türkiye’nin en yetkin isimlerinden
olan çok değerli hocamız Mehmet Genç’i
“Osmanlı Devleti’nde Klasik Dönem Vakıf
49
EğitimeDestekProgramları Merkezi
CenterforExcellenceinEducation
‫ﻣرﻛز اﻟﺗﻣﯾز اﻟﻌﻠﻣﻲ‬
İhtisas Faaliyetleri
VAKIFATÖLYESİ
SEMİNERLERİ-3
Tijen Sabırlı
“Nurbanu Atik Vâlide
Sultan Vakfı İncelemesi”
12Aralık2015Saat:11:30
EDEPÜsküdarŞubesi
VAKIF ATÖLYESI
SEMINERLERI - 4
OSMANLI’DA
PARA VAKIFLARI
Prof. Dr. Tahsin ÖZCAN
16 Ocak 2016 Cumartesi 12:00
Tatbikatı 1500-1800” başlıklı sunumuyla
dinledik. Siyasi, sosyal ve ekonomik yönleriyle Osmanlı’da vakıf uygulamalarının ele
alındığı konferansta Mehmet Genç Hocamız
50
Osmanlı’da vakfın işleyişi ve yeri hakkında
dinleyicilere vecîz ve sistemin anahtarlarına
işaret eder nitelikte oldukça müfîd bilgiler
verdi. Osmanlı sistemini “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle özetleyen Genç, Osmanlıların “zenginliğe düşman değiller ama fakirliği
hiç sevmiyorlar, bunun için aşırı zenginliğin
önünü kesiyorlar” diyerek devletin toplumdaki eşitliği kar oranlarına getirdikleri sınırlamalarla ve vakıflara verilen muazzam destek ile
sağladığını belirtti. Osmanlı’nın vakıf serüvenin para vakıfları ve icareteynli vakıflar ile yeni
ufaklara doğru ilerlediğine de değinen değerli
hocamızın konferansı sonrasında katılımcı
hocalarımızın eşliğinde Hanefi vakıf doktrini
hakkında da bazı tartışmalar oldu.
Yaz dönemi öncesindeki Nisan ayında gerçekleştiren son oturumumuzda Selim Argun’unun “Vakıflar, Ulema ve Elitler” başlıklı sunumunu dinledik. Uriel Heyd’in bir
makalesini okumaya başlamasıyla yöneldiği
çalışmasında Argun, ulemayı Osmanlı toplumunu şekillendiren tek faktör olarak düşünmekten ziyade Tanzimat öncesi elit grubunun
arasında yoğun bir gerilim yaşandığını ve bu
inter-elit çatışmaların yapılacak tecdidin yanı
sıra Osmanlı ulemasının rolünü de şekillendirdiğini savundu. Diğer İslam devletlerinin
aksine Osmanlı’da büyük söz sahibi olan ulemanın sahip olduğu bu konuma vakıfları kullanarak eriştiklerini ve yine vakıflar aracılığıyla bunları koruduklarını söyledi. Konferans,
sunum sonrası gelen sorulara binaen gerçekleşen tartışmalarla renklendi.
2015-2016- eğitim yılını bu şekilde sonlandıran vakıf atölyemize katkı ve katılım sağlayan,
emek harcadıkları uzun soluklu çalışmalarını
bizlere vakit ayırarak öz bir şekilde sunan değerli hocalarımızın hepsine şükran borçluyuz.
İh tis a s A tö l y e
2015-2016 Eğitim Dönemi
İhtisas Faaliyetleri
Fetva
Atölyesi
Arş. Halime Çınar
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı İslam Hukuku alanında profesör Murteza
Bedir’in hocalığını yaptığı Fetva Atölyesi
EDEP Merkezi İhtisas Programı bünyesinde
10 Ekim 2015 tarihinde seminerlerine başladı. İki haftada bir yapılan Atölyenin katılımcıları İslam Hukuku’nda yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerden oluşmaktadır.
Fetva usulüne dair bazı eserlerin okunup ve
tartışılmasıyla başlayacak olan atölye, katılımcıların güncel bir mesele hakkında verilmiş
cevapları -atölyede oluşturulan çerçevedebir araya getirmeye ve söz konusu meselenin
günümüz için geçerli olabilecek çözümü bulmaya yönelik çalışmaları üzerinden devam
etmektedir. Çalışma problemin klasik fıkıh
eserlerindeki uzantılarının izinin sürülmesi
ile başlayıp günümüzde Türkiye’de ve diğer
İslam ülkelerinde İslam Konferans Teşkilatı,
Uluslararası Fıkıh Akademisi gibi İslam’ın
güncel meselelerini tartışan fıkıh akademilerinin kararlarına kadar götürülmektedir.
Bu şekilde hem modern ve klasik dönemlerin karşılaştırılmasına imkan verilmiş olacak
hem de katılımcıların -son sözü söylemeseler
de- meselenin fetvası hususunda, çaba harcamak anlamında, “ictihat” etmeleri sağlanmış
olacaktır. Atölye sonunda çalışılan konuların
makale haline getirilmesi ya da sempozyumlarda tebliğ olarak sunulması ile atölyeden
ürünler elde edilmesi planlanmaktadır.
Fetva atölyesinde geçtiğimiz yıl İbn Abidin’in
Ukudu Resmi’l-Müfti eseri esas alınarak,
tartışma ve değerlendirmeler bu çerçevede
gerçekleştirildi. Ayrıca atölye kapsamında İslam Konferansı Teşkilatı’na bağlı Uluslararası
İslam Fıkıh Akademisi’nin “Kararat” adıyla
yayınladığı, 22 oturumdan oluşan süreçte verdiği kararları katılımcılar tarafından tercüme
edilmektedir.
51
İhtisas Faaliyetleri
25 Ekim 2015’te vefat eden hocamız Mehmet Erkal’ın
kitapları ailesi tarafından EDEP Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır.
1944 yılında Adapazarı’nın Taraklı ilçesinde dört çocuklu bir ailenin tek
erkek evlâdı olarak dünyaya geldi. Babası İbrahim Bey, rüştiye mezunu
nakliye şoförü idi. İki kardeşi ile icrâ ettiği görevi sebebiyle sık sık şehir
dışında bulunduğundan eğitimi ile çoğunlukla annesi Rafize Hanımefendi ilgilendi. İlkokulu bitirdikten sonra annesinin de teşviki ile üç
yıl sürecek olan hafızlık eğitimine başladı. Bir taraftan da bölgenin en
revaçta iki mesleğinden biri olan semerci çırağı olarak çalışıyor, böylece aile ekonomisine katkıda bulunuyordu. Çıraklık yaptığını gören
ilkokul öğretmeninin, babası ile özel olarak görüşüp tahsiline devam
ettirmesi yönünde tavsiyelerde bulunmasıyla hayatında yeni bir sayfa
açıldı. Maddi imkânsızlıklar içerisinde olmasına rağmen babası bahçesini satarak yatılı olarak okutmak üzere kendisini İstanbul’a, Fatih
İmam-Hatip Okulu’na gönderdi.
Ortaokul ve lise yılları başarılarla dolu geçti. Henüz lise çağlarında
dönemin meşhur gazetelerinden Tercüman Gazete’sinde köşe yazısı
çıktı. 1966 yılında İmam-Hatip’ten, 1968’de ise fark derslerini vererek
İstanbul Atatürk Lisesi’nden birincilikle mezun oldu. Akranları arasında eğitimine devam eden kimsenin olmayışı, yakın çevresini onun da başaramayacağı şeklinde bir ön
yargıya itmişti. Ancak o, azmi gayreti ve kararlılığı ile herkesi haksız çıkarıp İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde yüksek öğrenimine başladı. Aynı dönemde sırasıyla Tophane Sefer-i Kethüdâ Camii (Bostaniçi Camii), Kazancı Ali Ağa Camii, Nusretiye Camii ve Dolmabahçe Camii’nde ondört yıl sürdüreceği
imam-hatiplik görevine başladı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kafile başkanı olarak hac organizasyonunda ve ramazan irşad faaliyetleri kapsamında Almanya’da görevlendirildi. Henüz okurken 1969
yılında Emine Hanımefendi ile evlendi. 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden mezun oldu. Dile
olan merakı sebebiyle elindeki kısıtlı imkânları son haddine kadar kullanarak tekrar sınavlara hazırlandı
ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümünü kazandı. Ancak henüz 2. sınıfta
52
* İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Vefayat, sy. 26, 2015, s. 597-599.
iken 1111 sayılı Askerlik Kanunu uyarınca askere alınınca eğitimini yarıda bıraktı; Tuzla Piyade Okulu’ndaki temel eğitimi takiben ailesini ve anne-babasını da yanına alarak jandarma yedek subayı olarak
Hatay’a gitti. 1973 yılında, izne geldikleri sırada babası rahatsızlandı ve hayatını kaybetti. Babasının vefatı
kendisini derinden sarstığından o dönem ağır bir depresyon geçirdi.
1982’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi
oldu. Aynı üniversitede 1983’te yardımcı doçent, 1987’de doçent ünvanını aldı. Bu tarihlerde araştırmalarını yapmak üzere Ürdün’e gitti ve kendisi orada iken annesi vefat etti. 1993 yılında anılan fakültede profesör kadrosuna atandı; İslam Hukuk Anabilim Dalı Başkanlığı ve Temel İslam Bilimleri Bölüm
Başkanlığı görevlerinde bulundu. Kurucusu olduğu Ensar Vakfı’nın Yayın Danışma Kurulu’nda uzun
bir süre çalıştı ve değerli katkılarda bulundu. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinin ilk cildinden son cildine kadar Fıkıh İlim Heyeti’nde yer aldı.
İhtisas Faaliyetleri
Askerliğini bitirdikten sonra Prof. Dr. Salih Tuğ’dan muvâfakat almak üzere müracaatta bulundu. Altı
aylık bir deneme sürecinin ardından Erzurum Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde doktoraya başladı ve “İslâm’ın Erken Dönemlerinde Vergi Hukuku (Hulefâ-yiRâşidîn ve Emevîler Devri)” adlı
çalışması ile 1981 yılında doktorasını tamamladı.
1996 yılında dekan olarak Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde göreve
başladı ve 6 yıl süren dekanlığı sırasında fakülteye pek çok katkıda bulundu. 28
Şubat sürecinin öğrencileri olumsuz etkilememesi için büyük gayret gösterdi.
Aynı dönemde Sakarya Üniversitesi kampüsünde büyük ihtiyaç duyulan cami
inşasına önayak oldu; bir yandan resmi prosedür zorluklarını aşmak diğer yandan parasal kaynak temini için olağanüstü çaba harcadı, idari görevden ayrıldıktan sonra da cami inşasının eksiklerinin giderilmesi için ilgisini sürdürdü.
Bu yoğun tempo ve içinde bulunduğu baskının da etkisi ile 1997 yılında kalp
krizi geçirdi. Bir süre yoğun bakımda kaldıktan sonra tekrar sağlığına kavuştu.
2002’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geri döndü ve emekliliğine
kadar buradaki görevine devam etti. Daha sonra ömrünün sonuna kadar aynı
fakültede ve İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İslam ve Din Bilimleri
Fakültesi’nde dersler verdi ve lisansüstü tez danışmanlıkları yaptı.
Hayatını ilme ve ilim tâliplilerine adamış tevâzu sahibi, başarılı bir imam-hatip
ve akademisyendi. Dolmabahçe Câmii’nde görev yaptığı sırada cemaat arasında bulunan -başbakan düzeyindekiler dahil- devlet erkânı namaz sonrası
kendisi ile uzun sohbetler ederlerdi. İmamlık görevi süresince sadece bir defa
soruşturma geçirdi. Nöbetçi olmadığı bir sabah namaza kalkamadığı gerekçesi
ile müfettişlere şikâyet edilmişti. Şikâyet eden kişi ise annesi Rafize Hanımefendi’den başkası değildi.
Hayatı yardıma ihtiyacı olan öğrencilerine destek olmakla geçti. Bunun için çoğu zaman ailesinin aslî
ihtiyaçlarından da kısmak zorunda kalıyordu.
2000 yılında kansere yakalandı. Zorlu geçen tedavi sürecine olumlu yanıt verse de son zamanlarında
hastalığı tekrar nüksetti ve 25 Ekim Pazar sabahı 71 yaşında iken aramızdan ayrıldı. Kendisi evli ve dört
çocuk babasıydı. “Her kul yaşadığı hal üzere ölür” kaidesini kanıtlarcasına son günlerini Kur’ân tilaveti
ile geçirip hafızlığını tazeledi. Vefatından iki gün öncesinde ise Arap Dili Eğitimi üzerine yeni bir metot
geliştirme üzerine çalışmalar yapıyor, bir taraftan da ihtiyaç sahibi öğrencileri için yardım topluyordu.
…“Ve her kul öldüğü hal üzere diriltilir.”
53
Konya Kampı
onya
Kampı
Kitap Değerlendirmesi
Mesnevi’de Ney ve Aşk
Sevgi Yaman, İstanbul İlahiyat 2. sınıf
Mesnevi’nin ilk kelimesi “Bişnev!” yani “Dinle!”
İlk mesnevi okumamızı Konya’da yapmış olmakla birlikte yaptığımız mesnevi değerlendirmesinde beni en çok etkileyen şeylerin en
önemlilerinden olan ney ve aşktan bahsetmek
istiyorum.
nevi’yi yorumlamak hakikaten keyifliydi. Zira
Edep öğrencilerinin renkliliğinin yanı sıra hocalarımızın da böyle olması bizler için görsel
ve işitsel olarak güzel bir harmoni oluşturdu.
Bu ilk 18 beyitlik kısım için “Mesnevinin
Besmelesidir” diye bir tanımlama yaptı Nimet hocamız. Bu teşbih kime ait bilmiyorum,
ama beni benden aldı. ‘Bela! Sen bizim Rabbimizsin!’ dediğimiz vaktine be dedim, ölüm
vaktine de mim dedim: Hayat, ahiretin bir
besmelesi oluverdi gözümde…
İlahiyat mezunu, aynı zamanda edebiyattan
yandal yapmış Nimet İpek hocamız ile, Mes-
Mesnevi, ‘Dinle!’ demişti. Sordum, neyi dinliyoruz dedim. El Cevap: Ney’i dinliyoruz.
İlk 18 beyitini Mevlana Celaleddin Rumi yazmış, sonrasını oğlu Sultan Veled tamamlamış.
İlk 18 beyit arapçadaki ba harfi ile başlar mim
harfi ile biter
54
Özlemek demişken, ‘El-kelam yecurrul kelam’ derler. Yani söz sözü çekermiş, Konya’ya
gidip de Sille’yi de gezmeden dönmedik.
Orada arkadaşlarımla gezerken benim dikkatimi eski bir mezarlık çekti. Tepede, mezarlık
yolunun sonunda da bir kilise vardı. Yalnız gittim, mezarların arasında durdum düşündüm,
fotoğraf filan çektim. Döndüğümde arkadaşlarım, Arapça hocalarımızla birliktelerdi.
Nerde olduğumu sordular, mezarlıktaydım
dedim. Hocalardan biri, gülerek: “Türkler,
neden bir yere gezmeye gittiklerinde ilk önce
mezarlığa giderler? Benim çok dikkatimi çekiyor. Buraya gezmeye geldik, başka gezecek
yer bulamadın mı ?” dedi. Ben, “Üstaze, burası
tarihi mezarlıklarımızdan biri. Bu yüzden gezmek istedim “ dediysem de kendim bile cevabıma ikna olmuş değilim. Bu sadece Türklere
özel bir davranış olarak algılanamaz tabii ki,
demek ki insanda da bir aslını özleyiş var. Farkında olsun veya olmasın…
Ney, aynı zamanda insan-ı kâmile benzetilir.
Mahir bir usta neye üfleyince ney ses çıkarmaya başlar. Tıpkı bunun gibi bir şeyh de insana üfleyince, insan da ona teslim olunca o da
ses verir, kendine gelir. Hilal arkadaşımız, ney
zuhurata araçtır diyor burada. Neyden çıkan
güzel sesler ve nağmelerin ortaya çıkışı ney sebebiyledir. Derviş de mürşidinin müridi olup,
bu merhalede ortaya çıkan şeylere tâbi olduğu
vakit Allah’tan gelen her şeye razı olur. Sevgiliden gelen her şey ona sevimli gelir.
Konya Kampı
Bir şikâyeti varmış onun, hepimiz gibi. Kamış
iken köklerinden kesilmiş, ateşler göğsünü
delmiş, nemi gitmiş, suyu kalmamış, susuz ve
sapsarı bir hale büründürülerek verilmiş elimize. Bize huzur versin diye. Ama o aslını özler, evini özler, içinde yanan ayrılık ateşi bir an
bile sönmez. Neyzen onun bomboş olan içini
nefesiyle doldurur. O üflediğinde neyzene huzur verir, neyzen de ona. Ne yapalım, onun hikayesi de bizimki gibi hüzünlü ama bu dünya
gurbetlik, bu dünya fani, bu dünya fragman,
mim harfini beklemeliyiz.
İnsan, aynı zamanda insan-ı kâmil suretine
bürününce her şeyin Allah’ı zikredişini duyabilir. Ney de geçtiği yollarda ham iken pişmiş,
sonra da yanmış ama kalbi ayrılık acısından
teskin olmamış. Kap, içinde ne varsa dışına
onu sızdırırmış. Neyin sesi de hakikatte onun
ateşidir, siretinin suretine aksedişidir, birkaç
nefeslik hava değildir.
Aşka gelince o; Şems’in öleceğini bile bile
düşmanlarının sesine doğru gitmesidir. Allah’a kavuşma arzusundan, ölüme gülerek ve
sevinerek gitmektir.
Aşk, ateş denizinden mumdan gemilerle geçmektir. Aşık, su üstünde de yürür, ateş üstünde de yürür.
Aşk, muhabbetin ifradıdır. Sevmenin en üst
noktasıdır, her şeyi herkesi Allah için sevmek,
baktığı her şeyde O’nu görmek, O’nun rızası
için çabalamaktır. Hadis-i şerifteki gibi, ‘Kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır.’
Aşk, şeytanın hemdemi olmamak için Al-
55
lah’tan bir an bile gafil olmamaktır. Efendimiz(s.a.s.) de “Allah’ım! Beni göz açıp
kapayıncaya kadar bile olsa nefsimin eline
bırakma!” diye dua etmiyor muydu?
Konya Kampı
Aşk, kanlı ve dikenli bir yoldur ve bu yolda
olmak gerekir. Kan deyince aklımıza ilk intiba olarak kötü şeyler gelir. Kan davası, kan
kaybından ölmek, kan tutmak, kandan midesi bulanmak gibi. İçimdeki mutaarrız sesi
durduramadım ve sordum: ‘Hocam, kan bu
kadar kötü şey çağrıştırıyorken, aşk neden
kana, kanlı ve dikenli bir yola benzetiliyor?
Madem aşk güzel bir yol, aşkın mümessili
olabilecek farklı bir şey yok mu ?’
Betül Tarakçı hocamızın cevabı tatmin ediciydi: ‘ Kan bizim hayat kaynağımız, damarlarımızda dolaşan bir şey. Onsuz yaşayama-
yız. Aşk da bizim varoluş sebebimiz zaten.’
Hiç bu açıdan düşünmemiştim, ne kadar da
güzel. Her şey zıddıyla kaim, ne düşünüyoruz
ne çıkıyor karşımıza. Beklediğimden de güzel.
Aşk yolundaki dikenler bizim engellerimiz,
ama onları aştıkça, kanadıkça ve sabrettikçe
aşkımız güçlenir. Böylece Allaha yaklaştıkça
da onlar bize hayat verir.
Bu kadar aşk muhabbetinin ardından, çay adı
verilen içeceğin rengiyle de barıştık. Ve o günden itibaren Edep’li çay severler olarak her çay
içerken mutasavvıfları örnek aldık ve dedik ki:
‘Bizim meclisimize ve olduğumuz yere suyun
hamı bile giremez.’
Ve dahi her çay içerken ‘Çalabın(Allah) Aşkına Yanmaya’ niyet etmeyi de ihmal etmeyiz.
Elan, bir bardak çaysız okuduysanız aşkola…
Konya Kampı
Sünnet Kuran’ın Koruyucusudur
Prof. Dr. Fikret Karapınar
Necmettin Erbakan Üniversitesi
Aşyenur Günaydın, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Doktora
Fikret Hocamız kısıtlı zaman diliminde pek
çok konuya değinerek EDEP öğrencileri için
ayrıntılı bir iç muhasebe ve tefekküre vesile
oldu. Üzerine düşünülmesi gereken mevzular
için pencereler açtı, hadislerle ilgili tartışılagelen eski(ye)meyen konular, toplumumuzun
daha iyi bir şekle bürünmesi adına yapılması
gerekenler gibi meseleleri ihtiva eden oldukça
faydalı bir hasbihal gerçekleşti.
Sünnet Kuran’ın Koruyucusudur
56
“Tevrat ve İncil üzerindeki ilk tahrifat anlam
üzerine olmuştur, bunu istedikleri anlamda
yorumlayarak yapmışlardır” diye başlangıç
yapan Fikret Karapınar Hoca, günümüzde
hadis-i şeriflerin de bu yol ile tahrif edilmeye
çalışıldığını belirtiyor. Sünneti reddedenlerin
büyük bir kısmı yine geleneğin birikimini kullanarak yapıyorlar bunu üstelik. Öyleyse bunlar ne yapmak istiyorlar? “Sünnet Kuran’ın
koruyucusudur.” düsturundan yola çıkarak
sorunun cevabını “Kuran-ı Kerim’e ve dinimize istedikleri anlamı yüklemek” olarak vermek
durumunda kalıyoruz ne yazık ki.
Konya Kampı
Hazreti Peygamber Efendimizin hadisi şeriflerini toplayan meşhur eserlerden altısının
toplamı olan Kütüb-i Sitte ortaya çıktıktan
sonra ondan önceki eserleri bir kenara ittiğimizin altını çiziyor Fikret Hoca; “Ne zaman
ki oryantalistler eleştirmeye başladı o zaman
‘Yahu bizim daha eskiye dayanan eserlerimiz
yok muydu?’ diye sormaya başladık.”
nu, yazıya geçirilme işleminin çok olmadığı
söylendi. Nedeni olarak da ‘Kuran ile Hadis’in
birbirine karışma riskinin olduğu’ söyleniyor.
İşte burada devreye ÜSLUP giriyor.
“Ebu Şah için Yazınız”
Parmak izi olarak üslup
Günümüz tartışma konularından biri olan
hadislerin yazımına izin var mıydı yok muydu
meselesi üzerine eğildik. Peygamberimiz’in
hadisleri yazmayı yasakladığı ve yasaklamadığı rivayetlerin her ikisi de mevcuttur. Sözlü ve
yazılı eş zamanlı olarak gidiyor. Lakin hadislerin yaklaşık olarak %90’ının sahabiler vefat etmeden yazıldığını söyleyen Fikret hocamız bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz’in; “Ebu Şah
için yazınız” buyurduğunu söyler. Bu hadis-i
şerif yazıya geçirme iznine dair en büyük kanıtlardan biridir. Ayrıca Hz. Ali’nin kılıcının
kabzasında topladığı rivayetler vardır. “Bunun
gibi pek çok bilgiler varken elimizde biz neden hala Peygamberimizin bunu yasakladığı
noktasını önceliyoruz?” sorusunu sormaktan
alamıyoruz kendimizi. Çünkü bize sürekli, o
zamanlar çoğunlukla sözlü aktarımın olduğu-
Dil bilimciler üslubu retinaya veya parmak izine benzetirler yani kimse kimsenin üslubunu
tam olarak taklit edemez.
Üslup nedir? Edebiyatta üslup, yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Fakat
bu kadar basit değil, üslup biliminin bizim
bilmediğimiz hayretamiz bir derinliği varmış:
Peygamberimiz’in kendine ait üslubu var mıydı? Aynı üslubu kullanarak hadis uydurulabilir
mi? Üslup kişiye mahsus taklit edilemez bir
özellik ise bir metinin Peygamberimiz’e ait
olup olmadığı yahut ayet mi hadis mi olduğu
anlaşılır. Lakin bu alanda fazla çalışmamızın olmadığını, Müslümanlar arasında üslup bilimiyle uğraşanların sayısının çok az olduğunu söyleyen Fikret hoca aynı zamanda bunların zor
konular olduğunu da kabul ediyor; “Tabi, dil
biliminin en ağır konularının arasında gireceksiniz, orada uğraşacaksınız, boğulacaksınız…”
Sonra devam ediyor, Kuran-ı Kerim’in üslubu
üzerine de çalışmalarımızın yetersizliğinden
57
Konya Kampı
yakınıyor. Mevcut olan çalışmaların da çoğunlukla Kuran’ın vahiy olduğunu ispatladığını, hâlbuki bu konuda zaten şüphe olmadığını, bize lazım olanın dil bilimi açısından analiz
olduğunu vurguluyor Fikret Hoca. Örneğin
müzekker bir isme müennes bir sıfat getiriliyor Kuran’da. Burada ne demek istiyor Cenab-ı Allah? Metindeki dizin nedir, ne değildir? Kelimeler arasındaki ilişki nedir? Bunun
gibi sorular sorularak metinlerin bu açıdan ele
alınması gerektiğini ifade ediyor.
Bir de üslubu şu açıdan ele alalım. Üslup, kelimeler üzerinden mi tarif edilir cümlenin içerisinde bir bütün içerisinde mi görülür? Bizim
geleneğimizde kelime merkezlidir daha çok.
“Kırık çeviri” olarak bilinen bu yöntem ile hadis okuduğumuzda gerçek manada okumuş
oluyor muyuz? Cümlenin bir bütün olarak
görülmesi gerektiğini söylüyor Fikret hoca,
metinlerin anlamına hakim olabilmek için. Bir
kelime üzerine sayfalarca açıklama yapılıyor
fakat bütün olarak bakmadan konu kapatıldığında bir şeyler eksik kalmaya mahkum oluyor.
Peki neler yapmalıyız?
Kuran ve Sünnet dışındaki kitapları okurken
yazarın büyüsüne kapılmadan analitik ve eleştirel düşünmeyi öğrenmeliyiz, bunu başarmalıyız. Hepimizin temel sorunu aslında bu.
Analitik düşünmeyi geliştiremedik. Geleneğimizde eleştirel düşünce yok. Korkuyoruz eleştirmekten. Başta kendimizi eleştirebilmeliyiz.
58
Hz. Ömer, “Bana hatalarımı ve ayıplarımı
gösteren kişiye, Allah merhamet etsin.” der.
Biz bunu ne kadar başarabiliyoruz, bir durup
kendimize bakmalıyız ve bu konuda dürüst
davranmalıyız. Acı gerçekler ile yüzleşmekten korktuğumuz için, kimsenin eleştirisine
tahammülümüz yok, değil mi? Bu konuda
paranoyak da olmayacağız ama en azından
analiz yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Bunu yap-
madığımız için esen ilk rüzgârda yapraklar gibi
uçuşup dağıldığımızı söylüyor Fikret hoca ve
hatırlatıyor; “Kim olursa olsun, Allah ve Resulü hariç, asla körü körüne evet dememelisiniz.”
Mehdi düşüncesine her ne kadar karşı çıksak
da o anlayışı sevdiğimiz gerçeğini yüzümüze
vuruyor Fikret hoca. Çünkü Mehdilik düşüncesi bizim işimize geliyor. Hiç uğraşmayalım,
birisi gelsin bizi kurtarsın istiyoruz. Enam Suresi 163. Ayetinde Hz. İbrahim; “O’nun hiçbir
ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben
Müslümanların ilkiyim.” diyor. Fikret hoca her
birimizin Hz. İbrahim gibi emrolunduğunu ve
nereye gidersek gidelim orada hiç Müslüman
yokmuş gibi düşünüp omuzlarımıza sorumluluk yüklendiğini söylüyor. Her birimiz Hz.
İbrahim gibi, toplum için emek sarf etmeliyiz,
gecemizi gündüzümüze katıp çalışmalıyız.
Yani aslında Mehdinin bütün fonksiyonlarını
yerine getirmeliyiz. Fakat ne yazık ki biz hep
kolaycılık peşindeyiz. Bu zihniyet özne değil
nesne yapar bizi. Mef’ul değil Fail olmalıyız!
Sona doğru yaklaşırken Fikret Karapınar,
Muaz bin Cebel’den rivayet edilmiş bir hadis-i
şerif okuyor bizlere: “Muhakkak ki şeytan
insanın kurdudur, tıpkı tek kalan, sürüden
uzaklaşan, kenarda olan koyunu alıp giden davar kurdu gibi. Sakın bölünmeyin.
Cemaatin, umumun, mescidin yanında
olun.” (Kenzül Ummal.c.1. Hn.1026 ve 1027)
Peygamberimiz bu günleri görmüş ve bu
sözleri söylemiş gibi adeta. “Her gün yeni
bir cemaat türüyor artık biz de takip edemez
olduk.” diyen Fikret hoca; bir araya gelemezsek, cemaatten ve toplumdan ayrı düşersek
şeytanın bizi parçalara bölmeye devam edeceğine dair hepimizi uyarıyor. Buna dur demek
elimizde. Bu gidişatın yanlış olduğunu sürekli
dile getirerek şeytanın bizi fırkalara bölmesine engel olmalıyız. Allah yâr ve yardımcımız
olsun..!
Konya Kampı / Kitap Tahlili
Ahmet Muhtar Büyükçınar
Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR. Kendisi
1920 yılında Gaziantep’te doğmuş. Çocukluğunda huzurlu bir aile hayatı olmamış annesini genç yaşta kaybetmiş ve çok sıkıntılar
çekmiş olmasına rağmen kayayı yaran bir fidan misali dallanmış budaklanmış soyadı gibi
büyükçınar haline gelip gölgesinde birçok
ilim yolcusunu barındırmış. Kendisi yaşamını şöyle tanımlar.“Ömür çok kısa, arzu çok
yaşım Önümde dağlar kadar hizmet var ben
ise henüz işin başındayım.“Ahmet hocamızı
Esra Ukollu hocamızla soru cevap şeklinde
ele aldık. Arkadaşlarımız BÜYÜKÇINAR’ın
yaşamında kendine göre dersler çıkardı. BÜYÜKÇINAR hocamızın hayatında arkadaşlarımızın dikkatini celbeden yerler şunlardı:
Ahmet Hocamız hayatında öyle güzel ayrıntılara yer veriyor ki yaşamındaki hiçbir noktayı
ıskalamayarak keskin bir zekası olduğunu fark
ediyoruz. İlim uğruna hiçbir fedakarlıktan
kaçınmamış, küçük yaştan itibaren ilim kapı-
larında diyar diyar gezmiş zaman geçtikçe bu
aşk onda alevlenmiş. Kul hakkına hassasiyetle
yaklaşmış. İstanbul’dayken talebelere verdiği
derslerde on dakika dahi geç kalmamak için
elinde avucunda hiçbir şey olmamasına rağmen taksiyle gitmiştir. Kendisine hayatını kolaylaştıracak birçok cazip teklif gelmesine rağmen talebelerini asla yarı yolda bırakamayıp
onlara ilmi pencereler açmaya devam etmiş.
Bu uğurda hiçbir ücret kabul etmemiş aksine
elinden geldiğince talebelerinin ihtiyaçlarını
karşılamaya çalışmıştır. Kafasında tasarladığı
ve hayata geçirmek istediği meseleleri gözünde büyütmeden ve ertelemeden o işe girişmesi, elinden gelen sarf-ü gayreti gösterdikten
sonra tam bir teslimiyetle Allah’a bağlanması
onun bir hakikat eri olduğunu göstermekteydi
bizlere. Geçimini sağlamak için ek işler yapıp
ailesini de ihmal etmemiştir. Yalan söyleyerek
hacca gidebilecek bir fırsatı çıkmış olmasına
rağmen yalan üzere hiçbir hayrın inşa edilemeyeceğini bilen hocamız katiyen bu işe yanaş-
Konya Kampı
Feyza Odabaşı, İstanbul Siyaset Bilimi Ve Kamu Yönetimi 3. Sınıf
59
Konya Kampı
mamış ve Allah-u Tealanın mükafatı gecikmemiştir. Yaşamı boyunca bir umre iki hac ona
nasip olmuştur. “Ders okutulan yerlerde düzen
ve disiplin korkuyla değil, sevgi ve saygıya dayanır.“ Diyen hocamız bu yolla bütün talebelerinin gönlünü fethetmiş ve talebelerinin temiz
kalbini ilmin nuruyla süslemiştir. Hocamız
ilimde derinleştikçe katı bir tutum takınmak
yerine daha çok kucaklayıcı bir edayla insanlara yaklaşmaya başlamış. Bu durumu içki kullanan kaymakamla hoş sohbet edip içkiyi azaltmasına ve Cuma namazlarını kılmasına vesile
olmasından anlayabiliyoruz. Efendimiz(sav)
yol göstermesiyle sadece şeriatla yol katedilemeyeceğini aynı zamanda tarikatla iki kanatlı
kuş haline gelinebileceğini düşünen BÜYÜKÇINAR, Peygamberimiz(sav) isteği ve rabbimizin görevlendirmesiyle bu tarikat yoluna
girmiş birçok yolcuya da rehberlik etmiştir .
Yılllar önce gördüğü rüyayı yıllar sonra hikmetini kavrayan hocamızın bu rüyası Allah-u
tealanın onun kalbine ilham ederek gösterdiği yaşamının özetidir aslında. Yaşamının ilk
kısmı; halktan uzak ve ilimle hemhal olup bu
yoldaki çalışmaları ikinci kısmı; halkın içinde
hakkın ışığıyla insanlara yol göstermesi üçüncü kısmıysa; koşuşturmasız ve sakin bir yaşamla hizmetini kalemi ve kitaplarıyla devam
ettirmesi izler. Sohbetimiz bittiğinde ilim
yolunda yürüyecek çok yolumuz, ümmet-i
muhammedin kurtuluşu için omuzumuzda
çok yükümüz, efendimiz(sav) davasını taşıyacak çok yerimiz olduğunun farkındaydık
lakin şunu da biliyorduk ki; cihanın dört bir
tarafında Allah’ın nurunu tamamlamak için
nice Ahmet Muhtarların çıkacağını bizim de
bismillah diyerek bu yola baş koyduğumuzu...
Konya Kampı / Kitap Tahlili
İlmin Fazileti
İhyau Ulumi’d-Din
Rümeysa Polat, İstanbul İlahiyat 1. Sınıf
EDEP ailesi olarak Konya’ya kitap okuma
kampı için gittik. Uhrevi şehir Konya’da bizi
derinden etkileyen İmam Gazali’nin halka hitaben yazdığı İhya-ı Ulumuddin eserinin ilim
ve ibadet bahsini okuduk. “Alimler peygamberlerin varisleridir.” hadisi gereğince gerçek
ilmin ne olduğunu ve ilmin faziletini İmam
Gazali’nin penceresinden görmeye çalışalım.
60
İmam Gazali ilmin faziletini Kur’an-ı Kerim’deki Ali İmran suresinin 18. ayetiyle şu
şekilde açıklamıştır. “Allah, şu hakikati: Ken-
dinden başka hiçbir Tanrı olmadığını adaleti ayakta tutarak (delilleriyle, ayetleriyle)
açıkladı. Melekler bunu ikrar etti, hakiki ilim
sahipleri (peygamberler, alimler) de böylece
inandı.” Bak! Allahu Teala nasıl kendi zatıyla
başladığı şehadette, ikinci derecede melekleri,
üçüncü derecede de ilim ehlini zikretmiştir.
Allahu Teala’nın ilme verdiği önemi anlatmaya yalnız bu ayet yeter. Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) alimin, ibadet edenden daha
kıymetli olduğunu anlatmak üzere de şöyle
buyuruyor: “Alimin abide nispetle değeri,
ashabımdan-derece bakımından-en küçüğü üzerine olan faziletim gibidir.” Bakınız ki
Hazreti peygamber(aleyhisselam) ilmi nasıl
peygamberlik derecesine yükseltmiş ve tamamen ilimsiz ibadet olamayacağı gibi, her ne
kadar devam ettiği ibadette azıcık ilmi varsa
da, bilgiden soyulmuş alimin derecesini de
nasıl düşmüş olduğunu açıklamıştır. İlmin
fazileti hakkında Zübeyr bin Ebubekir: “Babam Irak’ta bana yazdığı bir mektupta şöyle
diyordu -Oku. Çünkü ilim, fakirliğinde servet,
zenginliğinde ziynettir.-demiştir.” İbn Abdil
Hakem : “İmam Malik’ten okuyordum. Öğlen vakti girince nafile namaz kılmak için kitaplarımı topladım. Bunu gören hocam: Eğer
kaşefe olmak üzere ikiye ayırmıştır ve burada
aranan ilmin ise ilmi muamele olduğunu belirtmiştir. Akil ve bağli kulların yapmakla mükellef
oldukları 3 şey vardır: 1-itikat (inanmak)
hüsnü niyetle okuyorsan , kılmak istediğin namaz okumaktan üstün değildir, demiştir.” Bu
hadisede de görüldüğü üzere büyük alimler
tarafından hüsnü niyetle yapılan ilim nafile
ibadetlerden üstün tutulmuştur.
alakalıdır. Lakin din ile alakası dünya vasıtasıyladır. Ve fakihler, İslamiyetin sıhhat, fesad
ve şartlarından bahsederler; ancak insanın
sözüne, diline bakar, ona göre hüküm verirler.
Kalp ise fakihin idare ve tahakkümü dışında
kalır. Ahirette malın fayda vermeyeceği ancak
kalbin ihlası ve nurunun fayda vereceği meydandadır. Lakin fakih kalbin ihlasını ve nurunu tahakküm edemez. Gazali’nin eleştirdiği
şey fıkıhın aslında batıni ilimlerle de alakalı ve
3-Terk (yasak edilen şeyleri yapmamak)
İmam Gazali farz-ı kifaye ilimleri Şer’i İlimler ve Şer’i Olmayan İlimler olarak iki kısma
ayırmıştır. Bu İmam Gazali bu eserinde Farz-ı
Kifaye ilmi olan fıkıhı eleştiriyor gibi görünse de aslında fıkıhı değil zamanının fakihlerini eleştirmiştir ve şöyle demiştir: “Fıkıh
ilmi Dünya ile alakalı olduğu kadar dinle de
Konya Kampı
İlmin öğrenmenin faziletinin ne kadar büyük
ve önemli olduğunu gördük. Peki her Müslümanın bilmesi gereken farz olan ilim nedir? Bu
hususta İmam Gazali ilmi muamele ve ilmi mü-
2-fiil (inandıklarını yapmak)
61
Konya Kampı
ayrılmaz bir bütün olduğu fakat gününün fakihlerinin bunu idrak edememesidir. Nitekim
İmam Gazali mutasavvıf olmadan önce fakihti
ve fıkıhın içindeki tasavvuf eksiğini farkettiği
için gününün fakihlerini eleştirmiştir ve tasavvufa yönelmiştir. Hakeza büyük imam,
İmam-ı Azam, Hanefi fıkıhının kurucusu
aynı zamanda büyük bir mutasavvıf idi.
Özetle: Ne ilmi batın olmadan ilmi zahir ne de
ilmi zahir olmadan ilmi batın olamaz. Cümlelerimi Şeyma Özdemir hocamın bir sözüyle
bitirmek istiyorum: “ Okuduğunuz kitabın
yazarının ruhuna bir Fatiha okuyun. O kişiyle
maneviyat bağı kurduğunuzu hissedeceksiniz.
Nasıl ki kalp küçük küçük kararır işte bunu
yapmakla da kalp küçük küçük aydınlanır. Bir
süre sonra bunlar sizde meleke haline gelir.”
Büyük İslam Alimi İmam Gazali’nin ruhu için
Fatiha.
Konya Kampı / Kitap Tahlili
Son Osmanlı Alimi
Muhammed Emin Er
Esmanur Pusmaz, İsranbul İlahiyat 1. Sınıf
62
Ömrünün sonuna kadar İslam’a hizmeti gaye
edinmiş bir şahsiyet olan Muhammed Emin
Er’in hayatını sizlerle paylaşma gayretinde
bulunacağım. İslam’a adanmış ömrü hayatını
Allah rızası çerçevesinde şekillendiren Muhammmed Emin Er Hocaefendi Hicri 1332
Miladi takvim hesabına göre 1914’te Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Kiloyan’da(Kalaçta)
dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Hasan kızı
Havva, Babasının adı oğlu Zülfikar’dır. Aslen
Iraklılardır. Osmanlılar zamanında Anadolu’ya göç etmişlerdir. Babasının ilme ve alime
verdiği önemden ötürü ve çocuklarının alim
olarak yetişerek insanlığa faydalı olmasını istediği için özel hoca tutar, fakat eğitimleri kısa
sürer. Çünkü babası vefat etmiştir. Ve eğitimine bazı sıkıntılardan dolayı ara vermek zorunda kalır. Bu onu ilimden uzaklaştırmamış
aksine onu ilme daha çok bağlamıştır. Hatta
babasının vefatından sonra aile geçimine katkıda bulunmak için çobanlık yaptığı sıralarda
taşlar üzerine yazı yazmaya başlamış. Ve atılan
sigara kâğıtlarına kalemle Osmanlıca harfleri
yazmış ardından bunları okumayı başarmıştır.
Konya Kampı
Bu Hocaefendinin ilme olan aşkını ve hiçbir
sıkıntının onu ilimden soğutmadığının en
belirgin delilidir. Kendisinin ilme olan bu
sevdasını görenler “Bir çocuk var, hiç okula
gitmemiş ama okuma ve yazma biliyor. Hızır
ona uykuda ders veriyor” derlermiş. İlim öğrenmedeki samimiyetinin derecesini burada
görmekteyiz. Hocaefendi hayatında birçok
alim ve ulemadan ders aldığını görürüz. Bu da
Hocaefendinin ilim hayatında tek bir kişiyle
sınırlı kalmadığını ve sürekli kendini geliştirerek dini en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye
çalıştığını gösterir. Kendisinin bu ilme yaklaşımı birçok alim tarafından takdir edilmiştir.
Muhammed Emin Er Hocaefendi ilk ilmi
yolculuklarına önce kendi memleketleri olan
Diyarbakır’ın Çüngüş nahiyesinde sonra Kilan köyüne ardından Siverek’e gitmiş. Lakin
buralardaki çeşitli sıkıntılardan dolayı ilim
alamamıştır. Ardından evine dönen Hocaefendi o dönem harf inkılabı dönemine denk
geldiğinden dolayı ilim öğrenmek zordur,
çünkü Arapça okutmak şiddetle yasaklanmıştır fakat Hocaefendi bir takım rüyalar görmüş
ve bunlar onu tekrar ilim için yolculuk yapmaya sevk etmiştir. Yalnız bu sefer o zamanlarda ilmi rahat bir şekilde baskı ve zulümden
görmeden öğrenebileceği yer olan Suriye’ye
hicret ettirmiştir. Tabii burada da başına türlü
sıkıntılar gelir. İlim yolunun meşakkat, zorluk
ve çile yolu olduğunu bilen Hocaefendi gelen
sıkıntıları Allah’tan bilip ilme olan azmini ve
sabrını devam ettirmiştir.
Bir gün Şeyh Muhammed Sıddık’ın ziyaretine
gitmeye niyet eder. Ve yolda giderken Suriyeli bir jandarma karşısına çıkar. Kimliğini ister
fakat Hocafendinin kimliği ona Suriye’ye gelmede yardımcı olan Selim Bey’in hazırladığı
sahte kimliktir. Jandarmaya gösterir lakin jandarma kimlikteki adamı tanıyordur. Bunun
üzerine jandarma sahte kimlik olduğunu anlar. Hocafendinin üzerini arar. Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını ve Türk parasını görür. Ardından karakola götürür. Kısa bir süre
nezarette kalır ve mahkemeye çıkarılır. Mahkemede biri Hristiyan diğeri Müslüman olan
iki hakim vardır. Hristiyan olan ifadesini alır
ve bu kısmı Hocaefendiden dinleyelim: Hakime okumaya geldiğimi, okuduğum kitapları,
ziyarete giderken yakalandığımı anlatınca gerçekten talebe olduğuma kanaat getirdi. Bana;
“Eğer kefil getirirsen seni hapisten bırakırım.
Mahkeme zamanı mahkemeye gelirsin.” dedi.
Ben de: “Burada kimseyi tanımıyorum. Okuduğum şehir olsaydı belki getirebilirdim.” dedim. Bunun üzerine bana; “Madem talebesin
seni kefilsiz bıraksam mahkeme zamanı gelir
misin?” dedi. Ben de: “Beni tanımadığın halde
bana emniyet ederek serbest bırakacağın için
öleceğimi bilsem bile mahkeme zamanı gele-
63
ceğim.” dedim. Böylelikle doğruca Amud’da
okuduğum medreseye döndüm.
Konya Kampı
O zaman Amud küçük bir nahiye idi. Beni
görenler, nasıl öldürmeyip serbest bırakıldığıma ve tekrar medreseye gelebildiğime hayret
ettiler. Bütün olanları onlara anlattıktan sonra bana dediler ki: “İyi işte serbest bırakıldın.
Geçmiş olsun. Artık bir daha mahkemeye
gitmezsin. Ne kefilin var, ne adresin belli, ne
de bu memleketlisin. Niçin gidersin ki? Seni
bulamazlar.” Benim kararım kesindi, ne pahasına olursa olsun gideceğim, onlara söz verdim. Ben bir Müslüman olarak söz verdim.
Gitmezsem İslam’a bir leke olur. Diyecekler ki
Müslümanların hali bu. Hoca olacak kişi yalan
söyledi. Böyle bir töhmet istemiyorum. Onun
için gideceğim, der. Bu olayda görüldüğü gibi
Hocaefendi İslam’ı her anlamda yaşamaya
çalışmış ve bunu yaşantısında göstermiştir.
Hocaefendi bu olaydan sonra beş ay kadar
hapishanede kaldıktan sonra zamanın hükümeti değişince bazı mahkumlara af çıkmıştı.
Aralarında Hocaefendi de vardı. Hocaefendi
çıktıktan hemen sonra Türkiye’ye dönmeden
Şeyh Ahmed Haznevi’yi ziyaret eder ve tarikatına intisap eder. Yanında belli bir süre eğitim aldıktan sonra çeşitli sıkıntılardan dolayı
Türkiye’ye dönmüştür.
Suriye’de ilim tahsili görürken eğitim aldığı
bazı alimler şunlardır: Molla Abdülhalim,
Şeyh Ahmed Haznevi, Şeyh Abdurrezzak bunun yanı sıra birçok alimin ziyaretine gitmiş ve
alimlerin teveccühünü kazanmıştır. Ardından
Türkiye’ye dönmüştür. Orada ilk hocası olan
64
Molla Abdüssamed’in yanına eğitim almaya
gitmiştir. Orada eğitimine devam ederken
evlenmiştir. Hocaefendi hayatında bunlardan
biri olan Siirt’te Hafız Aydar Efendiden Kuran dersleri aldığı sıralarda bir gün fırına gider
lakin kapalıdır. O dönemde Siirt’te bulunan
dört fırının hepsine gider hepsi de kapalıdır.
Sebebini sorar. ‘Ekmeğe zam yapılması için
kapatmışlardır.’ Derler. Odasına döner. Tabi
o zamanlarda öğrenciye hücre tahsis edilirdi.
Hocaefendi aç karnına Kuran’daki derslerini
tekrar etmeye başlayan Hocaefendi bir anda
kapı sesi duyar tanımadığı ve hiç görmediği
bir kişi elinde büyük bir sini kabı uzatır. Ekmeğin altına bakar ki oltu peyniri de vardır. Bunu
gören Hocaefendi’nin gözyaşları akar ve kendi
kendine “Yarabbi bu hilaf i adet oldu. Başka
günlerde böyle bir şey olmuyordu. Bugün aç
kaldığım için sen bana bunu gönderdin. Sen
bizi unutmuyorsun. Biz ise seni unutuyoruz”
diye düşünerek ağlamaya başlar. Allah’ın hikmeti ya o ekmek ve peynir haftalarca bitmez.
Otuz gün olunca olur Hocaefendi Kuran’ı bitirir. Eve dönmek için trene biner orada bunu
yer gittiği yer olan Bismil kazasında tanıdığı
birine misafir olur ve ekmek hadisesini anlatır.
Onlar “O Hızır Aleyhisselam’dır” derler.
Şeyh Seyda’ya olan intisabından bahsetmek
gerekirse; Hocaefendi Şeyh Seyda’yı iki defa
rüyasında görür. Ve sonuncu gördüğü rüyada
Hocaefendi, Şeyh Seyda’ya götürür. Hocaefendi rüyasını şöyle anlatır. “Bir gece Şeyh
Seyda’yı rüyamda gördüm. Bir ipin ucu benim
elimde öbür ucu şeyhin elindeydi. Bana gel diyordu. Bu şeyh bizden ne istiyor acaba?” diye-
Medrese hayatından birkaç kare anlatmak
gerekirse; Hocaefendinin medrese hayatı 1213 yaşlarında başlamıştır. Kendisi medrese
usulünden bahsederken “Evvela Emsile’yi
okurduk, sonra Bina, sonra İzzi, sonra Avamil-i Birgivi sonra İzhar, sonra Merahi, sonra
Kafiye, sonrada Camii okurduk. Tertip eskiden böyle idi” diyerek o zamanın medrese
usulü ile bizlere aydınlatmıştır. Medrese ile
ilgili kaidelerden bahsederken “Müzakere çok
mühimdir. Müzakere ders okuduktan sonra
talebeler bir araya gelir, müzakere eder. Talebeler, kendilerinden daha ileride bulunan
talebelerden istifade ederdi. Çünkü bazen hocadan utanıyorlardı.” der. Hoca efendinin ezberi kuvvetli olduğu için medreseyi 6 senede
bitirmiştir. Talebelik yıllarını anlatırken “Çok
aza kanaat ederdim. Talebe Ramazan ayında
zekât karşılığında imamlık yapmak için köylere giderlerdi. Ben kanaat eder, gitmezdim.
Hatta yolda giderken ayakkabımı -yırtılmasın
diye- ayağımdan çıkarır, elime alırdım. Kimseden istekte bulunmuyordum.” der. Bu hadisede görüldüğü gibi Hocaefendinin yaşantısını
tamamıyla Allah rızası niyet ekseninde yaşadığını, israf boyutuna da çok dikkat ettiğini
fark ediyoruz.
Bir başka olay ise Üstad Beddiüzzaman Said
Nursi’yi ziyarete gitmesidir. Hocaefendi Risale-i Nurla ilgilenmeye başlar ve üstadın talebelerinden olan Hulusi Beyle iletişime geçerek
üstadın kitaplarını ister. Bulup okuduğunda
kalbine bir ilham gelir. Ve şöyle der, “Bu mübarek zata muasırız! Onunla aynı devirde yaşıyoruz. Ama kendisini daha görmedim. Onu
niye ziyaret etmedim diye müteessir olurum”
der ve ardından üstadı ziyaret için Isparta’ya
gider. Lakin Üstad yoktur. Eğirdir’e bir dostuna misafirliğe gitmiştir. Hemen bunu duyan
Hocaefendi Eğirdir’e gider bu sefer de Üstad
Barla’ya gitmiştir, fakat burada da yoktur. Isparta’ya döner üstadın geldiğini duyar. Ve üstadın huzuruna çıkar onunla hasbihal ederler
ardından Üstad, Hocaefendi için “Ben seni
has talebelerimden kabul ettim. Ders verin.
Risale i nuru okutun…” der ardından üstadın elini öperek ve ağlayarak yanından ayrılır.
Üstadın Şeyh Seyda’ya gönderdiği mektupta Hocaefendi için şunları demiştir “İlmiyle
amil, kalbi selim ve güzel huy sahibi apaçık
sırat-ı müstakimi yol edinmiş, kerim kardeş
Eş-Şeyh Molla Muhammed Emin! Allah onu
koruya afiyet vere ve bereketlendire (amin)”.
Hocaefendi ilk yurt dışı seyahatini Almanya’ya ardından Londra, Fransa, Amerika, İran,
Pakistan, Arabistan, Afganistan, Hindistan…
olarak dünyanın dört bir yerine giderek oradaki Müslümanlarla görüşmüş. Durumlarını
öğrenmiş, hiçbir cemaat ayırmaksızın hepsini
ziyaret etmiş. Birlik ve beraberliğe çağırmıştır.
Hayatını Allah’a adamış bir ömür olarak dolu
dolu yaşamış vefatına kadar hizmetten bir an
olsun ayrılmamıştır. Vefat etmeden önce az ve
öz kısa bir nasihati vardır, “Akıllı olalım ahmak
olmayalım” der. Müslümanın imtihan olmak
için geldiği bu dünyada nasıl olması gerektiğini bir cümleyle nede güzel ifade etmiştir.
Allah ondan razı olsun. Şefaatine nail etsin,
cennetinde buluştursun. El-Fatiha…
Konya Kampı
rek Şeyh Seyda’yı ziyaret etmek için Şeyh Seyda’nın bulunduğu Cizre ile Mardin arasında
bulunan Serdahli köyüne ziyarete gider. Şeyh
efendi rüyasını yorumlar. “Seyyidina Musa’nın
miskin ve fakirlerden muradı ehli tarikattır.
Onlarla beraber olmanızı tavsiyede bulunmuştur. Ben seni kardeş olarak kabul ettim. Sensiz
cennete girmeyeceğim.” der. Hocaefendi Şeyh
Seyda’nın yanında süluka girer. Yalnız bir odada ibadet ve tefekkürle 40 gününü geçirir. 40
günün sonunda Şeyh Seyda ile istihareler yapar. Ve Hocaefendiye halifelik icazeti vermeyi
teklif eder. İcazeti kendi eliyle yazar. Ardından
cemaatin önünde cübbesini çıkararak Hocaefendiye giydirir. Başına sarık bağlar ve ilim yolculuğu icazetiyle taçlanarak devam eder.
65
Konya Kampı
Mehmet Harmancı ile
Konya’daki Hasbihalimiz
Konya Kampı
66
Fatma Uçar, İstanbul İngilizce İlahiyat 1. Sınıf
Mehmet Harmancı hocamız, “Güzel ödüldür,
iyi ödevdir.” Cümlesiyle başlayan bahsine,
“Güzellik mükâfat olarak verilir.” sözleri ile
devam ederek konuya “güzel=ödül, iyi=ödev”
kavramları ile bir girizgâh yaptı. Bu dünyaya
gelişimiz ve sonrası bu ödev ve ödül meselesinin etrafında dolanır deyip güzel olan ödülü
kadın ile birleştirirken ödev olan iyiyi ise erkek ile özdeşleştirdi. Negatif ya da pozitif bir
öne getirmeye değil ontolojik manada, sosyal
hayatta kadın, erkek rolleri bu kavramlar çerçevesinde belirlenmiştir. Ulaşılmaya çalışılan
güzeldir ve güzelin içinde mükemmellik, itminân, arzulanan bulunurken; ödevin içerisinde ise yükümlülük, gayret, ilke vardır ve
bunların korunmasının gerekliliği söz konusudur.
Bizim geleneğimizde bu “güzel”e atfı sıklıkla görürüz. “Benim de bu dünyaya gelişim
bir güzelin hatrınadır.” dizeleri ile doğrudan
söylenmeyen güzel, bilinmesi ile korunarak,
doğru mesafede sembollerle Leyla, Suna,
Salome, Belkıs’tan yararlanılarak derinleştirilir. Bu Dünya’ya geliş sebebimiz olan güzel
anlatılmaya çalışılırken, bunun hatırlatıcısı ve
ödülü hayatımızda sanat olarak ortaya çıkar
ve sanat insanda bu tamamlanmışlık duygusunun ve mükemmellik arzusunun karşıladığı
oranda bir iş görür. Fakat güzelin iyiyle ilişkisi
gibi sanatın da ahlak ile bir ilişki kurması gerekir. Etik ve estetik birbirini var kılıp üretirken
onun kolları olan ahlak ve sanat da iç içedir.
Bu konuda sorulan birçok soru karşısında
tutumumuz iki inceleme ile olmalıdır; senin
açından, söylenilen sözün seni tatmin edip
etmediği; söylenilen söz açısından, o sözün
sağlıklı olup olmadığı meselesi önemlidir. Bu
bakımdan felsefe bize geniş bir alan sunar ve
bu alanda (içerisinde) var olma imkanı verir.
İnsan olmamızı idrakimiz bilgisi, felsefe ile
başlayan bilgi, kendimizi bilmek olarak şekillenirse irfana doğru yol alır. Felsefe ve irfanın
ilişkisi birbirini tamamlama, devam ettirme,
kapsama ilişkisidir, insanı onunla inşa etme
becerisidir. Bütün meselemiz, güzelliği durmaksızın, bırakmaksızın isteyen insanoğlunun, onu hak etmek adına iyilik için ne yaptığı
meselesidir. Peygamberler insanın tamamlanmış halini, bu güzelliği temsil ederlerken mükemmel hali Hz. Muhammed’de (s.a.v) eder
ve diğer hepsi de bu güzelliği kâmil haliyle yerine getirirler. Bunun içindir ki musibetler en
çok peygamberlerin başına gelir. İnsanlar da
bu bağlamda, ödevlerini yerlerine getirmede,
peygamberlerin sıkıntılar karşısındaki tavırlarına bakıp teselli bulmalıdır. Çünkü ödevlerini
yerine getirmede insanın çeldiricileri vardır.
İçindeki doymayan arzuya yönelebilir. Bu
yönelişlerin sonu hüsrana gider. Mecnun’un
Leyla’ya yönelişi böyle başlar lâkin gün gelip
de Leylâ’nın geçip gittiğini farketmediği an
işte Ahlak Ödevini yapmayı orada anlamıştır. Güzele tutulup yola koyulursunuz, anı
elde etmek ahlakıyla çalışırsanız, mükâfatınız
size sembollerle anlatılanın ötesinde güzelin
gerçekliği olarak verilir. O bakımdan güzellik
bizim medeniyetimizde birincisi Kadın ile,
ikinci olarak ise Cennet ile anlatılmıştır. Aslı
Konya Kampı
ise İnsan-ı Kâmil’dedir. Cennet ile anlatılan
idrakimizi ötesinde olduğundan yine ifadeyi
aşağı çekecek bir indirgemecilik mecburîdir.
Kadınla anlatılan ise kadının kendisi de bir
varlık olması bakımından, kendisi de teklife
muhatab olması bakımından kadının üzerinde taşıyabileceği bir yük değildir. Fakat onun
üzerinden gösterilmiş bir roldür. O bakımdan
Leyla’yı Salome’yi Belkıs’ı vs. tarih içerisindeki Şirin’i Zühre’yi bunun için anarlar. Aslında o
motive eden bir şeydir. Güzellik duygusu; bir
bütünlüğü, küllî arayışı, temel ihtiyacı, insanın
yaratılışındaki vazgeçilmez arzuyu ve muhtâciyetini ifade eder ve bunun sembolü kadındır.
Onun güzellik ile irtibatından dolayı Hz.Peygamber (as) “Hâyâ güzeldir fakat kadında daha
güzeldir.” buyurmuştur. Çünkü hâyâ o güzelin
örselenmesinin engellenmesidir. İnsanların en
hayalısı kimdir peki? En çok haya etmiş bunda zirveye ulaşmış olan Rasulu Ekrem (as)
dir. Hayatı bizim tarihsel süreçte gördüğümüz
gerçeklikle değil varlığın ortaya çıktığı Allah’ın
huzurunda, insanlığın şehadette bulunduğu
zamandan itibaren gözükmüştür.
Geleneksel ifadeler, metinler, klasik kitaplarımız, edebiyatımız bize O’nun Muhammed’in
nurunun terlemesinden meydana geldiğini
anlatır. O terlemenin sebebi Allah’ın huzurunda olmaktan duyduğu hicap ve hayanın
sonucudur. Onun için kadın o güzelliği ter-
cih ettiğinden haya onun üzerinde daha güzel gözükür diye buyrulmuştur. O, güzelliği
temsil ettiğinden örselenebilirliği fazladır.
Toplumdaki konumu itibariyle örselenemez
bir mevkiiye yerleştirilmek istenmiştir. İslam, meselelere külli bakmaktadır. İslam, her
şeyi tevhide erdirmektir. İslam, birliği idrak
etmektir. Bugün meselelerin sebebi; radikal,
tasavvufi, oryantalistik vs. gibi ayrımlarla
cephelerle anlaşılmaya çalışılıyor olması meselelerin anlaşılamamasına sebep olmaktadır.
Çünkü hakîkat, bu cephelere dahil değildir
ve İslam birliğe çağırmaktadır. Birlik her nerede ise İslâm’ın çağrısı odur. Her yerde birlik, tevhid çağrısıdır. Ayrılık her nerede ise
İslam’ın karşısı odur. Kudret her nerede ise
insanın kurtulması gereken şey odur. Bunun
için ahlak meselesi insanın ödevi olarak karşısına sunulmuştur. Bu ödevi siz Kant’çı felsefedeki ödevle de, Kuran Azîm’üş-Şan’daki
tekzip ayetiyle de, İslam fıkhındaki tekzip
kavramıyla beraber daha da derli okuyabilirsiniz. Onun için bizim karşımıza insan olmak
bakımından şu durum zuhûr eder; bitmez tükenmez bu arzuyu ve dinmez bu tutkuyu tatmin etmek, dindirmek için o mutlak, sonsuz,
sınırsız güzelliğe ermek için ne yapmak gerekir? Bir tarafta bu güzelliğin ne olduğuna dair
bilgi kadında anlatılıyor, Cennette anlatılıyor
ve İnsan-ı Kâmilde anlatılıyor; öbür tarafta o
iyiliğin nasıl temin edileceğine dair bilgi şeri-
67
Konya Kampı
68
atta anlatılıyor, tarikatta anlatılıyor, marifette
anlatılıyor ki hakikat ortaya çıkıyor. Hakikatin ortaya çıktığı yerde ödev ve ödül, iyi ve
güzel, etik ve estetik bir araya gelmiştir. Çünkü hakikat teklik üzerinde, külliyat üzerinde,
birlik üzerindedir. Birlikten uzaklaştığınızda
anlayın ki yanlış yoldasınız. Neye göre yanlış
yoldasınız? İnsanlığınıza göre yanlış yoldasınız. İnsanlığınızı geride bırakmışsınız. Hani
şu meşhur Afrikalıların hikayesi var ya işte
yürüyorlar seyyahlar gidiyor batılılar sonra iki üç tane Afrikalı da olabilir Şarpalar da
olabilir, Tibet’tekiler onlara da refakat eden,
kılavuzluk eden yerliler var. Akya kabilesiydi şimdi hatırladım. Seyyahlar ya da kaşifler
hızla giderlerken bakıyorlar rehberlik edecek
yerliler kaybolmuş sonra dönüyorlar baya geriye gittiklerinde görüyorlar ki orda oturuyor
yerliler. Ne yapıyorsunuz falan diyorlar . Yerliler cevaben diyorlar ki “O kadar hızlı gittik
ki ruhumuz geride kaldı. Onun için burada
onu bekliyoruz.” Ruh geride kalır mı? Ruhun olduğunu bile unuttu bugünün insanları.
Ruh o kadar geride kaldı ki hayat o kadar hızlandı ki bir ruhunun olduğunu bile unuttu.
Buna müslümanlar da dahil oldular. Çünkü
müslümanlar da namazı unuttular. Namazı
kılmaya belki devam ediyorlar, belki o istatikler bakımından bir miktar hala umut var ama
namazın bu zamana müdahale etme durumu,
içinde bulunduğumuz varlığı zaman diye algıladığımız, tarih diye algıladığımız bu algıyı
tan diye ortasından yaran bu hakikati namaz
insana öğretiyordu. Seccadenin üzerinde zamandan sıyrılıp ana ulaşmak andan geçip hakikate varmak mümkün oluyordu. Namazın
vakitlerini de kendimize uydurduğumuzdan
beri bizim de ruhumuz gerilerde kalmaya
başladı. Şimdi onun için bir ruhumuz var
mı sorusu artık inandığını söyleyen, müslüman kavarında bile gündeme getirilebilecek
bir hal arz ediyor. Yani ahlak ödeviyle ilgili
sorunlar hızla yükselmeye başlıyor. Çünkü
güzellik yücedir, zorludur, emek gerektirir.
Ona talip olanlar da paşa paşa giderler gönüllü bir şekilde güle oynaya giderler ve ahlak
ödevini yerine getirirler. Ama güzelliği sizde
sabitleyen, sizde güzelliğin çağrısı olan, adı
olan ruhunuzu unuttuğunuzda o zaman iyiliği de, ödevi de unutmaya başlarsınız. Onun
için iki sonuç mühim burda. Birisi; Müslümanların yakın zamanlarda yani, son yarım
Sürekli eğer hakikate ihanet ederseniz, hakikat hususunda üşengeçlik yaparsanız, eğer
ödüle ulaşmak için ödevi yerine getirmezseniz, güzele ulaşmak için olan tutkunuzun
karşılığını iyiliğinizle, ahlakınızla vermezseniz
o zaman bu sonuçlar ortaya çıkar. Ne o çıkan
sonuç? Kavramlar kalır içerikler boşalır. onun
için Kuran-ı Kerim’de İsrailoğullarının tutumlarını eleştiren ayetlerden birisi, hatta bir kaç
ayette söylenilen, onlar ‘yuharrifune’l-kelime
an mevadiğ’ kelimeyi, sözü kavramı yerinden
oynattılar, bozdular şeklindedir. Ve hakikatten
uzaklaştıkça, ruhundan uzaklaştıkça dilinden
uzaklaşırlar. Dil sensin, insansın, Adem’in oluş
sırrı. Çünkü Allah Zülcelalü Şan hazretleri
Ademi meleklere takdim ederken siz bilmezsiniz ben bilirim dedi. Ondan sonraki aşamada da söyleyin bakıyım bu nedir meleklerden
cevap yok. Sen söyle Adem deyince Adem o
gün her şeyi sayıp dökmüştü değil mi, böyle
biliyoruz, böyle okuyoruz, böyle inanıyoruz.
İşte insanı insan yapan budur. Ve bedeninizle ruhunuzun birbirini var kılan ilişkisini bu
dünyada tevhid yasası üzerine kurmak zorundasınız. Bedeniniz ve ruhunuz bir arada
mecburi bir irtibat içerisinde, vazgeçilmez bir
ilişki içerisinde, iyi Emr-i Hak vaki olana kadar sürdürmek mecburiyetindedir. Bu birini
diğerinin önüne geçirmemek, ikisinin de hakkını vermek, gereklerini yapmak ya da biraz
daha işi ilerletirseniz bedeni ruha tabi kılmak
daha doğrusu ruhla bedenin bir araya gelmesinden ortaya çıkmış, doğmuş olan nefsinizi
bedene olan eğilimlerinden kurtarıp ruha ait
tabiatlara, karaktere, şeciaya getirmek anlamına gelir. Güzelliği istiyorsanız iyiliği yapmak
zorundasınız ve iyiliğin aslı müslümanlığın tanımıyla beraberdir. Müslümanın adını iyinin
yanına yazmışlardır. Nerde iyilik varsa ve siz
yanındaysanız Müslümanlığınıza bir delil bulabilirsiniz. Eğer yaptığınız kötülükse hemen
büyük, makro söylemler ve olaylara girmeyin.
Küçücük kendi dünyanızda ve ruhunuzun
derinliklerinde iyilik varsa siz o tarafa aitsiniz; kötülük varsa, oraya meyyaliyet varsa o
zaman başka bir yere doğru gidiyorsunuz. Bir
an önce durun, bekleyin, ruhunuzla beraber
gidin. Daha çok şey var tabi söylenecek. Bir
girizgah olarak bu kadarını söyleyeyim.
Kadın, Cennet ve İnsan-ı Kamil bir tarafta,
bunları anlatmadım. Şeriat, tarikat, marifet,
hakikat öbür tarafta; ödev, ödül, iyi, güzel,
ahlak ve estetik sanat, nasıl derseniz. Böylece
toparlamış olalım. Buradan sonrasını söyleşi
şeklinde devam edelim. Buyurun sorusu olan
varsa soru cevap şeklinde devam edelim diyen
hocamız. daha önce bahsettiği dik konusunun da özümüz olduğunu “Süleyman kuş dilin bilir derler / Süleyman var Süleymandan
içeru” dizeleriyle oradaki dilin içeruda olan
özde olan hakikat olduğunu vurgulamş ve kayıdın durdurulmasını isteyerek bu güzel söyleşine soruları cevaplayarak devam etmiştir.
Konya Kampı
asırda özellikle tartıştığı namazın kaç vakit
olduğu tartışması. Bu tartışma, namazın ne
olduğunu anlamamak ve namazdan giderek
uzaklaşmak sonucunda doğmuştur. Namaz
tek vakit, üç vakit, beş vakit gibi tartışmalar
ki sanıyorum vakıfsınızdır, ister istemez, bu
tartışmalar onun ne yaptığını bilmemekten
sadır olmaktadır. Öbür taraftan da bütün
insanları ilgilendiren ve insanlığa tesir eden
başka bir meseleden örnek verecek olursak,
insanlık bu kadar aşktan sevgiden bahsedip
bu kadar aşksız kalması da ruhunu arkada
unutup, ruh ve beden ilişkisi içerisinde insan
olunduğunu unutarak bedenin ihtiyaçlarına
prestij derecesinde bağlanmaya hatta tapmaya başlamasından sonra işte aşk ve sevgi, dünyada tarihte hiç olmadığı kadar, bu kadar çok
kullanılıp bu kadar çok yok bulundu. ve bu da
insanlığın başına gelen bir afet olarak bizim
yaşadığımız bir husustur.
69
Konya Kampı
Yeni Dönemin
Heyecanı
Busenur Akkoyun
İstanbul İlahiyat 1. Sınıf
Üniversiteye başlayacak olmanın verdiği heyecanla birlikte, üniversite hayatımda bana
yardımcı olacak eğitim merkezlerini araştırmaya başladım. EDEP’in afişlerini ilk olarak
sosyal medyada gördüm. Bunun üzerine EDEP’in sitesini incelemeye başladım. Vermiş
olduğu derslerin ve sunduğu imkanların beni oldukça geliştireceğini fark ederek başvuruda
bulundum. Yapılan sınavlar ve mülakat sonucunda benim de EDEP serüvenim başladı.
EDEP’te aldığım konferanslar üniversitedeki derslerime yardımcı oldu ve olmaya da devam ediyor. Bunun yanı sıra vermiş olduğu yurt imkanları öğrencilik hayatımızı kolaylaştırıyor. Aldığımız konferanslar dışında EDEP’in sıcak ve samimi ortamı, her daim bizi bekleyen demlenmiş çayı, hocalarımızın ve ablalarımızın bizler için vermiş olduğu emekler bu
kuruma olan bağlılığımı, çabamı daha da arttırıyor.
70
Bu beş yıllık programın eğitimimde ve hayatımın her aşamasında bana yardımcı olacağını,
Arapça ve İngilizce dil eğitiminin akademik hayatta bana öncelik sağlayacağını biliyorum
ve bu bilinçle derslerime, sorumluluklarıma daha fazla özen gösteriyorum. Bizler için bu
imkanları sağlayan herkese teşekkür ediyorum. Rabbi’m hepsinden razı olsun.
Almanya’dan Gelen Misafirimiz
Merdan Güneş Hocamız
Yeni Dönem
7 Mart Pazartesi günü Almanya’daki İslam İlahiyatı alanının öncü üniversitesi Osnabrück Üniversitesi’nin kıymetli dekanı Prof. Dr. Merdan Güneş kurumumuza bir ziyarette bulundular.
EDEP bünyesinde hali hazırda bulunan araştırmacılarımızla da uzun ve sıcak bir sohbette bulunan Merdan Güneş tek tek tüm araştırmacılarımızla da ilgilendi. Bizlerle Pakistan, Almanya ve
ilmi amaçlı seyahatte bulunduğu ülkelerle alakalı hatıratından bahisle bir ilim adamına yakışır
duruşun keyfiyyetine dair bu hoş sohbette, ilmi mübahesede Recep Şentürk hocamız da hazır
bulundu. EDEP Merkezi’nde uygulanan programla yakından alakalanan ve beş yıllık onur, üç
yıllık ihtisas programına dair geniş bilgiler alan Merdan Güneş, hayır dualarında bulunduktan
sonra sohbetimizi tamama erdirdiler. Hepimizin hatırasında güzel bir insanla geçirilen güzel birkaç saatin kıymeti duruyordu.
71
Yeni Dönem
Edep Merkezi
I. Arapça Öğrenci Sempozyumunu
Gerçekleştirdi
Arş. Özlem Kâhya
EDEP Merkezi’nde bir yıllık Arapça eğitimlerini başarı ile tamamlayan ve Ürdün yaz programına katılma hakkı kazanan öğrencilerin
sunumu ile 20 Aralık 2015 tarihinde Ürdün’de
Din, Kültür ve Toplum (‫ الثقافة و املجتمع يف‬،‫الدين‬
‫ )األردن‬başlıklı I. Arapça Öğrenci Sempozyumu gerçekleştirildi. Ali Emiri Kültür Merkezi’nde tertip edilen program yoğun ilgi görürken öğrenciler, seçtikleri konular ve yaptıkları
sunumlarla konuklar arasında bulunan pek
çok akademisyenin de takdirini kazandı.
72
EDEP Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Prof.
Dr. Recep Şentürk, Modern Arapça Koor-
dinatörü Yrd. Doç. Dr. Ahmed Snobar, Ürdün-QASID Dil Enstitüsü Müdürü Dr. Halid
Abuamsha ve EDEP Merkezi Araştırmacısı ve
Ürdün Yaz Programı Danışmanı Özlem Kâhya’nın açılış konuşmalarının ardından İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili
Öğretim Görevlisi Yrd. Doç Dr. Sultan Şimşek’in başkanlığında Ürdün’de Fikrî Meseler
başlıklı ilk oturum gerçekleştirildi. “Ürdün
Toplumu’nda Babalar ve Oğullar Arası Nesiller
Çatışması”, “Batı’nın Gözünde İslam Tasavvuru”, “İki Nesil Arasında Filistin’e Yaklaşım Farkı” bu oturumda gerçekleştirilen sunumların
Yeni Dönem
başlıcaları idi. “Türkiye ve Ürdün’de Suriyeli
Mülteciler’in Eğitimi”, “Ürdün’de Yetim Yurtları” gibi dikkat çekici konuların ele alındığı
Ürdün’de Toplumsal ve Psikolojik Meseleler başlıklı ikinci oturumun başkanlığını ise
EDEP Merkezi Klasik Arapça Hocası Yavuz
Kamadan üstlendi. Sempozyumun son oturumu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Arap Dili ve Belagatı Ana Bilim Dalı Bölüm
Başkanı Prof. Dr. Halil İbrahim Kaçar yönetiminde icra edildi. Ürdün’de Dini Meseleler
ana başlığı altında sunumu yapılan konular
içerisinde Ürdün’de Bahâîlik”, “Ürdün Toplumu’nda Çok Eşlilik” gibi başlıklar yer alıyordu.
Her oturum sonunda konuklar değerli soruları ile katkıda bulunurken soru-cevap faslının
akabinde öğrecilere sertifika ve hediye takdimi yapıldı. Sempozyum hazırlık süreci ile
yakından ilgilenen EDEP Merkezi Modern
Arapça Hoca’sı Alaa al-Ghazawi’nin sunuculuğunu yaptığı program kısa kapanış konuşması
ile sona erdi.
73
iftar vakti
EDEP’te
Yeni Dönem
“Geldi mâh- Ramazân’ım
Şâd olup sevindi cânım
Ramazân-ı şerîfiniz
Mübârek olsun sultânım”
Diye sevinirken her Ramazan’ın ilk
çarşamba günü yapılan ve artık geleneksel hale gelen EDEP iftarı ile
sevincimize sevinç kattık. 8 haziran
2016 günü EDEP’in bahçesinde
yapılan iftarımıza TÜRGEV yönetim kademesinden, Hırka-i Şerif
imam-hatiplerinden, aileleriyle hocalarımızdan ve Fatih Müftülüğü’nden geniş bir katılım sağlandı. Asıl
sevincimiz ise öğrencilerimiz ve
aileleri ile bir araya gelerek tanışıklığımızı, kardeşliğimizi bir adım daha
öteye taşımak oldu. Kuran tilaveti
ile başlayan iftar programı, Hırka-i
Şerif Camii’nden okunan ezanla
açıldı. Sonrasında ise program Prof.
Dr. Recep Şentürk’ün konuşması ile
devam etti. Açılan oruçlar, edilen
dualar, dudaklardan akıveren aminlerle gönlümüzün kanatlandığı bu
davet sona ereken herkesin güler
yüzlerle ayrıldığını görmek bizler
için ayrı bir saadet sebebi oldu.
74
Yeni Dönem
Esselamu Aleykum
Öğrencimizin Türgev Genel Kurulu’ndaki Konuşması
Rümeysa Polat
İstanbul İlahiyat 1. Sınıf
Bu yazı Öğrencilerimizden Rümeysa Polat’ın TÜRGEV’in 20. Olağan Genel Kurul Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın metnidir.
Ben Rumeysa Polat. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyim. Şu an
Edep Merkezi’nde Hazırlık A sınıfı öğrencisiyim, burada da birinci sınıf olacağım biiznillah. Edep
Merkezi’nde ilim yolculuğumuz hızla devam ediyor. Ve Rabbime beni bu güzel nimetle mükafatlandırdığı için her geçen gün şükrüm artıyor. Hiçbir ilim ehlinin ilmi kolaylıkla elde etmediği gibi
benim de ikinci yuvam olan Edep’e katılmam o kadar kolay olmadı.
75
Yeni Dönem
Ben İmamhatip Lisesi mezunu değilim.
Öğretmen Lisesi’nde okuyordum ve islami
ilimlerden faydalanmak amacıyla imamhatip
liselerine gidiyordum. Bir gün imamhatipte
tanıştığım bir hocam bana Edep’i önerdi. O
günden sonra bu ilim merkezini araştırmaya
başladım. Bu kurumun islami ilimlerle sosyal
bilimleri birleştirerek geleneği yeniden inşa
edecek zülcenaheyn alimeler yetiştirmeyi hedefleyen bir kurum olduğunu öğrendim. İnternet üzerinden başvurumu yaptıktan sonra
Edep’in mülakatına çağırıldım. Edep’in mülakatının olduğu gün ablamın düğünü vardı. Ve
benim bir tercih yapmam gerekiyordu. İlim
76
yolunda beni hedeflerime ulaştıracağını düşündüğüm Edep’in mülakatına mı katılacaktım yoksa ablamın düğününe mi katılacaktım. Edep’i tercih ederek İstanbul’a geldim.
Hayatımda ilk defa İstanbul’a tek başıma gelmiştim ve tek başıma Edep’i bulmam gerekiyordu. Pek çok yanlış araca binerek en sonunda Edep’i buldum. Burada beni Sultan Şimşek
hocamız ve araştırma görevlisi hocalarımız
karşıladı. Beni hiç tanımamalarına rağmen
benimle ilgilendiler ve mülakat öncesi bizleri
sakinleştirdiler. Daha sonra Edep’e kabul edildiğimi öğrendim. Ve bu güzel mekanda arkadaşlarımla beraber ilimle dolu 1 yıl geçirdim.
Yeni Dönem
Bu yılın sonunda Edep için bir tanıtım videosu
çektik. Bu videoda Edep ile tanışma hikayemden ve Edep’in bu kısacık zaman diliminde
bizlere bir pencereden bakmayı değil de dışarı
çıkıp tüm binayı görmeyi hatta bunun da üstüne çıkarak o resmi tamamen görmemizi sağladığından bahsettim. Ve bu video Türgev’in
20. Yılı hasebiyle düzenlenen programında
yayınlandı. Bu programda Sayın Cumhurbaşkanımız ve 3.000 davetli vardı. Ve video yayınlandıktan sonra benim bir teşekkür konuşması yapmam gerekiyordu. Program gününün
sabahı erkenden kalkarak programın yapılacağı Haliç Kongre Merkezi’ne gittik. Oradaki
herkes coşkuluydu ve herkeste tatlı bir heyecan vardı. Tabii ki bende de. Oradaki herkes
tek bir amaca farklı şekillerde hizmet ediyordu ve Edep de bunlardan biriydi. Edep’te bulunarak bu hizmetin bir parçası olduğum için
kendimi çok mutlu hissettim. Cumhurbaşkanımızın gelmesiyle program başladı ve birkaç
video ardından benim videom yayınlandı.
Videoyu çok kısa bir süre zarfında çektiği-
miz için ilk defa yayınlanırken izleme fırsatım
oldu. Videoyu izlerken bir mikrofon verildi ve
videonun bitiminde “İslami ilimlerle sosyal
bilimleri birleştirerek geleneği yeniden inşa
edecek zülcenaheyn ilim insanları yetiştirmeyi hedefleyen Edep’in ayrıcalıklı bir öğrencisi
olduğum için çok mutluyum. Ve bizlere bu
imkanı sunan Türgev’e tüm Edep ailesi adına
teşekkür ederim.” şeklinde bir teşekkür konuşması yaptım. Program bitiminde toplu bir
fotoğraf çekimi oldu. Daha sonra Edep standına gittik ve videoyu izleyen, Edep’e katılmak
isteyen arkadaşlara elimizden geldiğince bilgi
vermeye çalıştık. Cumhurbaşkanımız da standımıza gelerek hocalarımızla hasbihal ettikten
sonra Esra Albayrak hocamızın da yardımıyla
cumhurbaşkanımızla bir fotoğraf çektirme fırsatı buldum.
Evvelen bu ilim fırsatını ve bu güzel mekanı
bizlere sunan Yüce Allah’a daha sonra Türgev’e, Recep Şentürk hocamıza, Hüseyin Taşkın hocamıza ve diğer tüm hocalarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Allah onlardan ebeden
razı olsun. Selam ve dua ile…
77
Yeni Dönem
HEDİYELEŞMEK SÜNNETTİR
Büşra Ünlü
Fsm Medit Yüksek Lisans
Sevgiyi, muhabbeti artıran güzelliklerden
biri de hediyeleşmektir. Rasulullah(sav)in de
buyurduğu gibi hediyeleşmek sevgiyi pekiştirir, husumeti kaldırır: “Hediyeleşin, çünkü
hediye, dostluğu artırır, kini, düşmanlığı giderir.”[Taberani, Ebu Nuaym]. Biz de bu hadisin
menhecince hediyeleşmenin EDEP ailesini
birbirine daha da yakınlaştıracağını düşünerek bir hediyeleşme etkinliği yapmayı planladık. Bu etkinliği arkadaşlarımızla paylaştığımızda ise ciddi bir destek ve rağbet gördük.
78
Sayımız kırkı aştıktan sonra kişileri birbirleriyle eşleştirerek hediyeleşme gününe karar
vermiştik. Asıl amacımızın tanışmayanların
birbiriyle tanışması, kaynaşması, gönüllerdeki
muhabbetin artması olan etkinliğimize yalnızca öğrenci arkadaşlarımızdan değil EDEP
yönetiminden de destek gelmesi bizi çok sevindirmişti. Büyük bir şevkle hazırlandığımız
etkinliğimize yolları bize uzak olmasına rağmen kalpleri yakın olan Üsküdar şubesinden
öğrenci arkadaşlar da katıldı. Kimin kime hediye aldığı isimler okunana kadar bilinmediği
için etkinlik süresince heyecan doruktaydı.
Her ismi okunan kişi, hediyesini aldığı ve verdiği kişiyle tanışıp kaynaşıyordu.
İlginç eşleşmeler gerçekleşmişti. Kimileri ismini her zaman duyduğu ama tanışmadığı
kişilere hediye almıştı. Kimileri yakın arkadaşlarından hediye almıştı. Hediyeleşme öncesinde de kişilerin birbirlerini daha yakından
tanıyabilmesini sağlamak için bir form hazırlamış ve bilgilerini doldurmalarını istemiştik.
Bu da sadece hediye aldıkları kişileri değil
aynı zamanda hediyeleşmeye katılan herkes
hakkında fikir sahibi olmalarını sağlamıştı.
Hediyeler sahiplerini bulurken bu bilgiler
hatırlanmıştı. Elhamdülillah etkinliğimizin
sonunda herkes memnun kalmıştı. Öyle ki
bundan sonraki hediyeleşme programlarına
da katılmak istediğini herkes heyecanla belirtmişti. Hediyeleşme etkinliği, hepimizin
birbirimizi sevmemize rağmen derslerimizin
çakışması, yoğun programlarımızın olması
gibi nedenlerle bulamadığımız birbirimizi
görme fırsatını bizlere suntu. O günkü mutluluğumuza diyecek yoktu doğrusu. Velhasılı
kelam kalpleri birbirine ısındıran Allah’tır, biz
de böyle geniş bir aileye sahip olduğumuz için
şükrediyoruz ve gelecek hediyeleşme programımızı dört gözle bekliyoruz.
çocuklargibisendik
Yeni Dönem
© lily - Fotolia.com
© Frog 974 - Fotolia.com
Kendisi ile pek çok nimetlere kavuşup ilim ve irfan ile mücehhez kılındığımız EDEP’imiz hepimizin ikinci yuvası mesabesinde. Bahar ayları gelince ailelerle dolan, babaların mangal yaptığı,
çocukların cıvıldadığı, gençlerin top oynaştığı piknik alanlarından biz de EDEP ailesi olarak beri
duramazdık. Sabahın bereketli bir vaktinde Fatih EDEP’teki kardeşlerimizin Emniyet önünden,
Üsküdar EDEP’teki talebenin ise Marmara İlahiyat önünden kalkan servisleri ile tek istikamete
yola revan olup yol alınmaya, yollanmaya başladık. İstikamet Beykoz Kaymakdonduran Piknik
Alanı. Gerisini resimlerden takip ededurun, tabii geriye kalan güzel anılar da bizde dursun.
79
Eğitime Destek Programları Merkezi
Merkez: Hırka-i Şerif Mah. Akseki Camii Sk. No:1 Fatih/İstanbul
(Hırka-i Şerif Camii yanı - Muhafız Konağı)
Tel: 0212 532 04 08 Faks: 0212 532 04 07
Üsküdar: Aziz Mahmud Hüdayi Mah. Uncular Cad.
Ahmet Çelebi Çıkmazı No:1/3 Üsküdar/İstanbul
Tel: 0216 532 91 11
edepmerkezi.org
/ EdepMerkezi
/EdepMerkezi
EDEP Türgev bünyesinde
hizmet veren bir kuruluştur
Download