Gida Krizi ve Biyoyakıtlar

advertisement
KÜRESEL İKLİM
DEĞİŞİKLİĞİ VE GIDA
KRİZİ
BİYOYAKITLAR
Hülya Yılmaz
Son 10 – 15 yıl içinde insanlığın temel ekolojik
sorunlarına bir yenisi eklenmiştir. Bunun adı,
“Küresel Isınma ve Küresel İklim Değişimi”dir. Bu
olayın önemi; “yeni bir atmosferik tehlike”, “artık
dünyanın ateşi yükseliyor” gibi ifadelerle
vurgulanmaktadır. İnsan etkisinden kaynaklanan ve
“yapay iklim değişimi” olarak da nitelenen bu
sürecin, tüm canlılar ve cansız çevre için potansiyel
tehlikelerle dolu olduğuna ve bu değişimin artık
geriye çevrilemeyeceğine inanılmaktadır.
Küresel iklim değişikliğinin en önemli göstergesi
olan küresel ısınma hakkındaki verilerin büyük
çoğunluğu, yerkürenin büyük bir hızla felakete
doğru sürüklendiğini doğrulamaktadır. Daha
önceleri, BM çerçevesindeki Uluslararası İklim
Değişimi Paneli (IPCC) başta olmak üzere, hemen
hemen tüm bilim dünyasının yüzyıl sonu veya yüzyıl
ortasında gerçekleşebileceğini öngördüğü iklim
değişimine bağlı dönüşümlerin neredeyse eşiğinde
bulunduğumuz gittikçe daha net biçimde açığa
çıkıyor.
Küresel iklim değişiminin etkilerinin kontrol
dışına çıkmasını ve birtakım pozitif geri besleme
mekanizmalarının devreye girmesini
engellemek için iklimbilimciler, 2 derecelik bir
sıcaklık artışına yol açacak şekilde, atmosferde
sera gazları birikiminin 450 ppm CO2e oranında
sınırlandırılmasının hedeflenmesi gerektiğini
salık vermekteler.
KÜRESEL GIDA KRİZİ
Dünyada özellikle 2008 yılının ortalarına doğru
küresel bir “gıda krizi” tehlikesinden söz
edilmeye başlandı. Dünya Bankası verilerine
göre son üç yılda yüzde 85 artan gıda fiyatları,
özellikle, gelirlerinin yüzde 50 ila 80’ini gıdaya
ayırmak zorunda olan yoksulları vurdu.
Fiyatlardaki artış 290 milyon kişinin hayatını
doğrudan etkiledi. Krizle birlikte 100 milyon
insan temel gıda maddelerini dahi
bulamayacak kadar yoksullaştı.
Küresel çevre sorunları, beslenme, gıda ve
sürdürülebilir kalkınma vb. konularında 20’den
fazla kitap kaleme almış ve eserleri 40’tan fazla
dile çevrilmiş olan, Earth Policy Institute adlı
sivil toplum kuruluşunun başkanı, çevre analisti
ve düşünür Lester Brown, dünyanın ilk kez böyle
bir durumla karşılaştığını ve bu krizin, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın zaman
zaman hava koşullarına bağlı olarak yaşadığı
hububat fiyat dalgalanmalarından tamamen
farklı olduğunu yazıyor.
Dünyada yaşanan yiyecek darlığının, dünyada
hem talebi hem de arzı etkileyen birkaç yerleşik
eğilimin birikmeli etkisinden kaynaklandığını
belirten uzmanlar, bu eğilimleri şöyle kategorize
ediyor:
Dünya nüfusuna her yıl sürekli olarak 70 milyon
“yeni boğaz” ekleniyor. Ayrıca, dünya
nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan 3
küsur milyar insan, beslenme zincirinin üst
basamaklarına çıkmak için sürekli uğraş veriyor.
. Yaklaşık 700 kalori değerinde yemle ancak 100
kalori değerinde sığır eti üretildiği hesaplanırsa,
beslenme tarzındaki bu değişim, dünyada tahıl
talebini büyük ölçüde yükseltiyor.
Yaşanan küresel ekonomik kriz nedeniyle tüm
dünyada ekonomilerin durma noktasına
gelmesi öncesinde, özellikle Çin ve
Hindistan’ın ekonomilerini endüstrileştirmesi
ve uluslararası piyasalara çok çeşitli mal
satışına geçmesinin, dünya enerji tüketiminde
eşi görülmemiş bir artışa yol açtığı
hesaplanıyor ve sadece son 20 yılda yüzde
47’lik bir artış meydana geldiği belirtiliyor!
Dünyada enerji arzındaki azalma eğilimi, enerji
talebindeki muazzam artışla birleşince, petrol
fiyatlarındaki aşırı yükseliş ortaya çıktı.
Özellikle endüstriyel tarım başta olmak üzere,
günümüzde tarımda enerji çok yoğun şekilde
kullanılmakta. Tarım makinalarında kullanılan
yakıtlar, gübre üretimi, tarımsal ürünlerin
nakliyesinde gittikçe artan yakıt gereksinimi gibi
nedenlerin maliyete yansımasıyla gıda fiyatlarında
sürekli bir yükseliş yaşandı.
Talebin artmasına yol açan en önemli gelişme ise,
başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde arabalara yakıt
olarak kullanılmak üzere mısırdan elde edilen ethanol
adlı “biyoyakıt” üretimindeki artış oldu. 2005 yılından
bu yana, ethanol talebindeki artış, dünya tahıl (mısır)
tüketiminin yaklaşık 20 milyon tondan 50 milyon tona
yükselmesine yol açtı! Üretimi desteklenen ürünlerin
insan yiyeceği yerine “araba yiyeceği”ne
dönüştürülmesinin enerjide dışa bağımlılığı azaltması
yanında, küresel ısınmayla mücadeleye emisyonları
azaltarak yardımcı olacağı söylendi.
Arz konusundaki duruma bakacak olursak orada
da durum pek iç açıcı değil.Dünyada gıda
ürünleri yetiştirmek için tarıma açılacak yeni
toprak pek fazla değil. Ayrıca, pek çok ülkede
(elbette Türkiye’de de) birinci sınıf tarım
arazileri endüstriyel ve turistik tesislere, konut
ve başka amaçlı yerleşimlere, golf sahalarına,
otoyollara, yollara , gün geçtikçe büyüyen
otomobil filoları için otoparklara vb.
dönüştürülüyor.
Bir başka önemli sorunda su arzında
yaşanan daralma. Yapılan tespitlere göre
dünyada adam başına sulanan toprak alanı
her yıl yüzde 1 oranında azalıyor ve böylece
su, dünyanın en kıt kaynaklarından biri
haline geliyor.
Gıda fiyatlarındaki artış aslında 2000’li yılların başında
başlamıştı. 2008 martına gelindiğinde pirinç fiyatları son
19 yılın, buğday fiyatlarıysa önceki yıla kıyasla yüzde 130
artarak son 28 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Aslında,
artış, yemeklik yağdan sebze ve meyveye, süt
ürünlerinden ete, tüm temel besin maddelerinin
fiyatlarında yaşandı. Açlık tehdidi nedeniyle başta
Meksika, Mısır, Tanzanya ve Senegal olmak üzere onlarca
ülkede insanlar sokaklara dökülünce, hükümet
liderlerinin ilk işi üretimde azalma olduğu bahanesine
sığınmak oldu. Aslında, Avustralya ve Afrika gibi yarı
kurak bölgelerde üretimin azaldığı doğruydu. Önce
kuraklık suçlandı, sonra Çin ve Hindistan sorumlu tutuldu,
üretim azaldı dendi…
Küresel ısınma ile tahıl hasatı arasında araştırmaların
da gösterdiği gibi kesin bir bağlantı var. Deneme
amacıyla yapılan üretimlerde alınan sonuçlar, 1⁰ C’ lik
bir sıcaklık artışının buğday, pirinç ve mısır
mahsulünde yüzde 10’luk bir düşüşe neden olduğunu
gösteriyor! Yine deneysel analizler, geçmişte mısır ve
soya fasulyesi üzerinde de sıcaklığın en az bu kadarlık,
hatta biraz daha fazla bir ürün kaybına yol açtığını
ortaya koyuyor
Fakat gıda fiyatlarındaki krizin nedenlerinden sadece
biri, belki de en az belirleyicisi olan verim kaybı,
üzerinde en fazla durulan konu haline geldi.
Verimlilikteki düşüşlerin en büyük nedeni elbette
küresel ısınma, bu süreci durdurmak, en azından
yavaşlatmanın birinci yolu olarak sera gazlarının
emisyon miktarlarının azaltılması gerekiyor. Sera gazı
emisyonlarında kısıntıya gitmek zorunda olan gelişmiş
ülkeler büyük bir aceleyle biyoyakıt kullanım hedefleri
belirlemeye, hatta yakıt üreticilerine belli oranlarda
biyoyakıt kullanım zorunluluğu getirmeye başladılar.
Amerika Birleşik Devletleri ve Brezilya, petrol
fiyatlarının yükselişine karşı koymak için,
biyoyakıt üretim politikasının ilk girişimcileri
olmuşlardı. Washington, kendi enerji ihtiyacını
karşılamak için, insanoğlunu büyük çapta
sefalete sürükleyecek bir strateji geliştirdi.
Biyoyakıt üretimine ilişkin en büyük
yatırımların hedefinde ulaşım sektörü yer
alıyor. Nitekim, küresel CO2 salımlarının
yüzde 14’ü taşıtlarda kullanılan fosil
yakıtlarına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Taşıt
üretiminde veya halkın taşıt kullanımında
herhangi bir kısıtlamaya gitmek istemeyen
AB ülkeleri ve ABD, çözümü petrolün yerini
alacak olan biyoyakıtlarda arıyor.
Sermayenin biyolojik yakıt alanına yönelen ilgisi
şaşırtıcı bir hızda artıyor. Son üç yılda, bu alandaki
risk-sermaye yatırımları sekiz katına çıktı. BP’nin (eski
British Petroleum) California Üniversitesi’ne yaptığı
yarım milyar dolarlık sübvansiyon gibi, özel
finansmanlar kamu araştırma kuruluşlarına akıyor.
Büyük petrol şirketleri, tahıl ve otomobil üreticileri,
genetik mühendisliği güçlü ortaklık anlaşmaları
yapıyor: Archer Daniels Midland Company (ADM) ve
Monsanto ortaklığı, Chevron ve Volkswagen, BP,
Dupont ve Toyota. Bütün bu çokuluslu şirketler gıda ve
enerji üretimimizin kaderini belirlemeye çalışıyor.
Eski ABD Başkanı Bush’un açıklamalarına göre,
bu yeni teknoloji sayesinde ülkesi, “güvenilmez
ve terörist yuvası ülkelerin” petrolüne bağımlı
olmaktan kurtulacak. Nitekim, ABD’de ekilen
mısırın üçte birinden fazlası etanol üretiminde
kullanılıyor.
Kömür, petrol, doğalgaz gibi atmosferde karbon
kirliliğine neden olan fosil yakıtlarının aksine
biyoyakıtlar mısır, buğday, şeker pancarı gibi
bitkilerden veya soya, palmiye gibi bitkilerin
tohumlarından elde ediliyor. Bu bitkilerden
üretilen etanol ve biyodizelin aynı zamanda
petrole bağımlılığı da azaltacağı söyleniyordu.
Oysa durum daha şimdiden yoksul ve gelişmekte
olan ülkeler açısından feci sonuçlar doğurmaya
başladı.
Petrol ve türevlerinden biyoyakıtlara yumuşak
geçiş çalışmaları hız kazandı. Oldukça iddialı
programlar yürürlüğe girmeye başladı. Avrupa,
kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar
yüzde 5.75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini
biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor.
ABD yılda 35 milyar galon hedefliyor. Bu hedefler
kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini
katbekat aşıyor.
Ancak, büyük ve gösterişli arabalar kullanmayı
seven Amerikalıların benzin tüketimi öylesine
yüksek ki, ülkenin tüm mısır ve soya rekoltesi
biyoyakıt üretimine harcansa dahi petrol
ihtiyacının yüzde 12’si, dizel ihtiyacının ise
yüzde 6’sı giderilebiliyor. Tüm dünyadaki
karbonhidrat kaynaklarının (şeker pancarı ve
nişasta) etanole çevrilmesi mümkün olsa dahi
küresel petrol tüketiminin ancak yüzde 40’ı
karşılanabiliyor.
Durum AB ülkeleri açısından daha umutsuz olsa
da, hükümet liderleri biyoyakıt seçeneğinden
vazgeçmeye yanaşmıyor. AB ülkelerinde
üretilen bitkisel yağların yarısı biyodizel
üretimine gidiyor. Ayrıca, Avrupa Komisyonu
2020’ye kadar tüm üye ülkelerde, ulaşımda
kullanılan enerji kaynaklarının en az yüzde
10’unu “yenilenebilir kaynaklardan”, yani
biyoyakıtlardan karşılanması kararını aldı.
Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının
yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin
ise mısır ve soya mahsulünün tamamının etanol
ve biyodizele dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir
dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini alt
üst eder. Bu nedenle Ekonomik Kalkınma ve
İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri ihtiyaçlarını
karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar.
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), biyoyakıt
üretiminin dünya çapında artmasının, yoksul
Üçüncü Dünya halklarının, gıda maddelerine
ulaşabilmelerini tehdit ettiğini belirterek;
“Biyoyakıtların, yakın gelecekte bütün dünyada
hızla gelişebileceğini ve bunun Latin Amerika
tarımı üzerinde oldukça olumsuz etkileri
olabileceğinin ciddi bir olasılık olduğunu”
belirtti.
Gıda fiyatlarının artmasına neden olan biyoyakıt, su
kaynaklarını kullanarak, toprak ve sermayeyi kendi
alanına yönlendirerek, yenilebilir bitkilerin
yetiştirilmesine gerçekten önemli zararlar verdi. FAO,
Brezilya’da hazırladığı bir raporunda “ekonomik
durumu kötü olan kesimlerin gıda maddelerine
ulaşabilmelerinin zor olduğunu, dolayısıyla bu grupların
daha fazla tehlike altında bulunduklarını” açıkladı.
Şimdiden 584 milyon insanı olumsuz etkilediği bilinen
bu korkunç gıda güvensizliği politikasının sosyal
sonuçlarının ileride nelere yol açabileceği, şimdiden
kolaylıkla tahmin edilebilir .
Afrika ve Latin Amerika’da, biyoyakıt üretimini
artırmak için çaba sarf eden Brezilya, gıda
fiyatlarının yükselişinden bu politikanın
sorumlu olduğunu reddediyor ve bu durumu
dünyanın artan nüfusuna bağlıyor.
Eski ABD Başkanı George W. Bush’un bir ekonomi
toplantısında sarf ettiği sözler, kronikleşmiş “üretim
nüfusu kaldırmıyor” inancını çok iyi özetliyor. Bush’a
göre Hindistan ve Çin’deki nüfus artışı ile yükselen
yaşam standartları, orta sınıfın daha fazla et
tüketmesine, bu da daha fazla hububatın hayvan yemi
olarak kullanılmasına neden oluyordu. Şöyle diyordu
ABD Başkanı: “Hindistan’da orta sınıfın nüfusu 350
milyon. Bu, ABD nüfusunu dahi aşıyor. Ve gerçek şu ki,
zenginleşmeye başladıkça, daha fazla ve daha iyi
beslenmek istersiniz. Talep artınca fiyatlar da
yükselmiş oldu.”
1961’den bu yana dünya hububat üretiminin üç
kat, buna karşılık nüfusun iki kat artmış olması,
nüfus ve tüketim arasında kurulan kaba
bağlantılara engel olmadı. Nitekim geçen yıl
hububatta bir önceki yılın yüzde 4 üzerine
çıkan küresel üretimin yarısından fazlası
hayvan yemi ve biyoyakıt üretimine gitti. İşte
Hindistan ve Çin’in artan nüfusunu
suçlamaların hedefi, yani gıda krizinin nedeni
haline getiren nokta tam da burası.
İstatistikler 1990’dan bu yana yüzde 16’lık nüfus
artışı yaşayan Çin’de domuz, tavuk ve sığır eti
tüketiminin yüzde 142 arttığını gösteriyor. Diğer
yandan Tennesse Üniversitesi’ne bağlı Tarım
Politikaları Analiz Merkezi tarafından yayınlanan
bir çalışma, son 7 yıldır net et ihracatçısı olan
Çin’deki bu nüfus artışına üretimdeki artışın da
eşlik ettiğini gösteriyor.
Hayvan yemi olarak mısırın kullanıldığı Çin’de mısır
ekimine ayrılan alan 1990-2007 arasında 21.4 milyon
hektardan 28 milyon hektara çıkarıldı. Aynı dönemde
hektar başına 4.5 ton olan rekolte düzeyi 5.2 tona
ulaştı. Yem olarak kullanılan mısır miktarını 53 milyon
tondan 103 milyon tona çıkaran Çin, bütün bu süreçte
azalarak da olsa mısır ihraç etmeye de devam etti.
1999’da üretimin yüzde 97’sini ihracata ayırırken
2000’den itibaren ihracat oranını kademeli olarak
azalttı. 2007 itibariyle üretilen mısırın sadece yüzde
21’i dışarıya satılıyor.
Çin’de et üretiminin arttığı, buna karşılık daha
fazla hayvan yemi –yani hububat- tüketildiği
doğru. Fakat Birleşik Devletler Tarım
Bakanlığı’nın Çin’in 2005’te tüm mısır ihtiyacını
dışarıdan karşılayacağı, bunun büyük bir
kısmının da ABD’den geleceği yönündeki
öngörüsü bütünüyle boşa çıkmış oldu.Bunlara
rağmen Çinlilerin gıda krizinin sorumlusu olduğu
savı dillendirilmeye devam ediliyor.
Eski başkan Bush’un propagandasını yaptığı
“büyüme mitinin” asıl ayağını Hindistan
oluşturuyor. Son birkaç yılda ekonomisi yüzde 9
büyüyen Hindistan’da nüfusun büyük bir kısmı
açlık ve yetersiz beslenmeyle mücadele ediyor.
Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikalarının
yoksullaştırdığı ve topraksız bıraktığı
Hindistan’da kişi başına düşen tüketim 1991’de
yıllık 177 kg iken (günlük 485 gr) bugün 152 kg’a
(günlük 419 gr) düşmüş durumda.
Nüfusun yüzde 77’sini oluşturan 836 milyon
Hindistanlı, günde bir doların yarısıyla geçiniyor.
Yoksullukla baş başa giden ekonomik büyüme
sürecinde bugün gelinen nokta kapkara bir tablo
ortaya çıkarıyor. Hindistan’da her yıl yüzbinlerce
çocuk açlık yüzünden ölüyor. Artan yoksulluğun bir
diğer trajik sonucu ise 1997-2005 arasında sayıları
150 bini aşan “çiftçi intiharları”. Özel sektörün ve
yabancı sermayenin ülkeye girişini kolaylaştıran
serbest piyasa politikaları, küçük çiftçinin hem
toprağını hem umudunu almış gibi görünüyor.
Başta buğday olmak üzere tarımsal üretimin ihracata
yöneltilmesini, ithalata yönelik gümrük vergilerinin
yüzde 60’lardan yüzde 5’lere çekilmesini ve çiftçilere
uygulanan devlet desteğinin geri çekilmesini buyuran
“dünya pazarına entegrasyon” politikaları bir
zamanların buğday ihracatçısı Hindistan’ı dünyanın en
büyük buğday ithalatçısı durumuna düşürdü. Söz
gelimi 2007’de buğday üretimi 70 milyon tonu
aşmasına rağmen ABD’den piyasa fiyatının iki katına
ithal edilen 1.8 milyon ton buğday, yoksul halkı yerli
buğday ve buğdaylık un fiyatlarını karşılayamayacak
noktaya getirdi.
Sonuçta kuraklık ve talep artışının gıda kriziyle
ilgisini kimse inkar etmiyor. Fakat tüm
dünyada temel gıda maddelerine ulaşamayan
yaklaşık 850 milyon insanın yüzde 80’ini küçük
çiftçilerin oluşturduğu; bir zamanlar kendi
kendini besleyebilen gelişmekte olan ülkelerin
yüzde 70’inin bugün net tarımsal gıda
ithalatçısı durumuna düştüğü göz önünde
bulundurulursa, asıl masaya yatırılması
gerekenin hatalı tarım politikaları olduğunu
görmek kaçınılmaz hale geliyor.
Brezilya tarafından, sorunun başlıca kaynağı
olarak biyoyakıtlarla ilgili gelişmelerin
gösterilmesine itiraz edilmesine ve “kötü
durumdaki toprakların” bu tür tarım için
kullanıldığının iddia edilmesine karşılık, yakıt
için hammadde üretimi şimdiden gıda
üretiminin yerini almaya başladı bile.
Endonezya ve Malezya, Avrupa biyodizel
pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde
palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da daha
şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt
üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda,
Belçika ve Lüksembourg’un toplam alanına eşit;
hükümet şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş
katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi
2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde
10’unun yerini doldurmak.
Biyoyakıtları savunanlara göre, ekolojik açıdan kötü
durumdaki topraklarda gerçekleştirilen üretim,
çevrenin korunmasına destek oluyor. Herhalde Brezilya
hükümeti, bu tarımın “kötü durumdaki topraklar” da
yapıldığını söylerken kastettiği topraklar , 200 milyon
hektarlık tropikal orman, otlak ve bataklık alanlarının
kapsadığı bu topraklardı ! Halbuki söz konusu alanlar,
Mata Atlantica, Cerrado ve Pantanal bölgelerinde,
yerliler, fakir köylüler ve büyük baş hayvan
yetiştiricilerinin yaşadığı, çok zengin bir biyolojik
çeşitliliği olan ekosisteme sahip topraklar.
Brezilya’nın biyoyakıtlarının yüzde 40’ı soya
üretiminden sağlanıyor. NASA’ya göre, soya fiyatları
yükseldikçe, Amazon’un yağmur ormanlarının yok oluşu
da hızlanıyor. Endonezya’da biyodizel (diğer adıyla
“orman düşmanı dizel”) üretiminde kullanılan palmiye
ağacı ekiminin giderek artması bölgedeki orman
kaybının temel sebebi. 2020 yılında bu alan 16.5 milyon
hektara (Britanya adasının boyutlarına) ulaşarak üç
katına çıkacak ve orman alanlarının yüzde 98’inin
kaybolmasına yol açacak. Endonezya’nın komşusu
Malezya (dünyada birinci palmiye yağı üreticisi) şu ana
kadar tropikal ormanlarının yüzde 87’sini kaybetti ve
yılda yüzde 7’lik bir oranla ormanlarını tarıma açmayı
sürdürüyor.
Çevreci yazar ve aktivist George Monbiot’nun basit
bir tespitine göre biyoyakıtların el değmemiş bakir
arazilerde üretilmesi mümkün değilse, bunların
sadece mevcut tarım arazisi üzerinde yetiştirilmesi
gerektiği açık bir gerçek. Bu ise, araba depomuzu her
dolduruşumuzda insanların lokmalarını onların
ağzından aldığımız anlamına gelir. Bu da yiyecek
fiyatlarını artıracak, çiftçilerin biyoyakıt ürünlerini
yetiştirmek için ormanları, sulak alanları, mera ve
otlakları tahrip etmelerine yol açacaktır.
Ve, bu büyük bir açmazdır aslında:
Kısıtlı yiyecek arzı bulunan, kaynakları sınırlı bir
dünyada ya açlarla rekabete girilecek ya da yeni
arazi açma yoluna gidilecektir. Ayrıca, son
bilimsel araştırmaların net olarak ortaya
koyduğu gibi, yeni arazi açmaların maliyeti de
hesaba katıldığında, atık yağlar dışında dünyada
diğer kaynaklardan elde edilen biyoyakıtlar
karbon dioksit emisyonlarının muazzam artışına
yol açmaktadır.
Biyoyakıtlar… Kulağa çok hoş gelen bir kelime:
Temiz, yenilenebilir, tükenmeyen, çevrenin
sürdürülebilir korunmasıyla bağdaşan bir
teknolojiye dayanan enerji kaynakları
kapsamında gündeme gelen biyoyakıtlar,
yeryüzünün kıymetli doğal kaynaklarını
tüketmeyen, özellikle gelişmekte olan ülkelere
ekonomik avantajlar sağlayan “yeşil” enerji
kaynağı olarak sunuluyor. Acaba bu ne kadar
doğru?
Prensipte, yanan biyoyakıtlar, sadece
mahsulün büyürken biriktirdiği karbonu
salıyorlar. Mahsulü ekmenin, biçmenin ve
yakıtı nakletmenin enerji maliyeti dikkate
alındığında bile petrol ürünlerinden daha
az karbon ürettikleri iddia ediliyor.
Küresel ısınma ve artan petrol fiyatlarının
yarattığı krizle başa çıkma yolunun biyoyakıt
üretimi olmadığını ortaya koyan bir çok rapor
yayımlandı. Uluslararası yardım kuruluşu
Oxfam tarafından yayınlanan “Bir başka
uygunsuz gerçek” (Another Inconvenient
Truth) başlıklı rapor, gıda krizinin yüzde 30
oranında biyoyakıt üretimine bağlı olduğunu
gösteriyor.
Oxfam’ın raporuna göre zengin ülkelerde petrol
tüketimi o kadar fazla ki, petrolün yerine
geçecek biyoyakıt üretimi için tarımsal üretimi
devasa boyutlara çekmek gerekecek.
Biyoyakıtı savunanlara göre bu yöntem
karbon kirliliğine yol açmıyor. Çünkü yakıta
çevrilen bitkinin atmosfere saldığı karbon,
tarlada büyürken atmosferden aldığı
karbonun kendisi; yani “sıfır karbon” bir
yöntem!
Oysa biyoyakıt üretimi çok katmanlı bir süreç.
Bir defa, çok geniş alanlarda tek ürün tarımını
(örneğin binlerce hektarlık alanda mısır ekimi
gibi) sürdürmek için kullanılan azotlu gübre,
CO2’den 296 kat daha güçlü sera gazı salıyor.
ABD’de mısırdan elde edilen etanol üretiminde
ve AB ülkelerinde kolza bitkisinden biyodizel
üretiminde bu gübre kullanılıyor.
Zaten endüstriyel tarım faaliyetlerine bağlı
olarak ortaya çıkan sera gazlarının büyük bir
kısmı da, bu tür kimyasal gübrelerin
kullanımından kaynaklanıyor. Paul Crutzen’in
çalışmasıyla ortaya konan bu verilere, tarım
makinelerinin kullanımı ve ürünlerin işlenmesi
sürecinde fosil yakıtların kullanıldığı diğer
basamaklarda ortaya çıkan seragazlarını da
eklemek gerekiyor.
Rapora göre, diğer bir önemli sorun “arazi
kullanımı”. Biyoyakıt üretimi için ekim
yapılamayan atıl alanların devreye sokulacağı
iddia ediliyor. Fakat durum yine göründüğü
gibi değil! Bir kere, enerji ihtiyacının çok
küçük bir kısmını karşılayabilecek olan bu
teknoloji, sulak alanların, otlakların ve
ormanların ortadan kaldırılmasını
gerektirecek.
Gelişmiş ülkelerin, sera gazı emisyonlarını
azaltmak için önlerindeki 10-15 yılı kısa
yoldan kurtarma derdine düşmüş görünürken,
bu alanların ormansızlaştırılması,
gübrelenmesi, ekilip biçilmesi ve elde edilen
ürünlerin işlenmesi için harcanan bedeli
hesaba katmadıkları görülüyor.
Science dergisinde yayımlanan bir araştırmaya
göre, AB’nin biyodizel merakı, üretimde
kullanılan palmiye yağı talebini ciddi anlamda
arttırdı. 2020 itibariyle palmiye ekimine bağlı
arazi kullanım değişimlerinin bedeli 3.1-4.6
milyar ton CO2; biyoyakıt kullanarak tasarruf
edilmesi planlanan CO2 miktarının 46 ila 68
katı!
Greenpeace’in bilim sorumlusu Doug Parr,
yeryüzündeki karbon dengesiyle ilgili şunları
söylüyor:
“Hâlâ mevcut olan ilkel ormanları yok ederek,
yalnızca yüzde 5 oranında biyoyakıt üretirsek,
karbon kazanımının tamamını kaybederiz.”
Yakıta yönelik endüstriyel tarım, petrol kökenli
gübrelerin büyük ölçüde yayılmasını
gerektiriyor. Bu gübrelerin yıllık tüketimi (şu an
yaklaşık 45 milyon ton) dünyadaki biyolojik
azot miktarını iki kat artırdı. Bu durum da
küresel ısınma açısından, karbondioksitten 296
kez daha tehlikeli bir sera gazı olan azot oksidin
yayılmasına yol açtı.
Yakında biyoyakıtların büyük bir
bölümünü sağlayacak olan tropikal
bölgelerde, kimyasal gübrelerin
küresel ısınmaya etkisi, dünyanın
diğer bölgelerine oranla on ilâ yüz
kat daha fazla.
Bir litrelik etanol üretimi 3 ila 5 litre temiz su
gerektiriyor ve 13 litre kirli su üretiyor. Bu
kirli suyu kullanabilir hale getirmek için 113
litreye tekabül eden doğal gaz enerjisi
gerekiyor. Bu yüzden, bu sular çoğunlukla
olduğu gibi nehirlere akıtılarak çevre kirliliği
yaratıyor.
Yakıta yönelik tarımın hızla artmasının bir
sonucu da, özellikle soya üretiminde –
Arjantin ile Brezilya’da yılda hektar başına
12 ton, ABD’de 6.5 ton– erozyon vakalarının
giderek ciddi bir tehdit haline gelmesine yol
açıyor.
Ekim yapılacak alanlar ve yöntemler açısından
gereksinimin büyük bölümünün üçüncü dünya
ülkeleri tarafından giderileceği
düşünüldüğünde, durum daha da iç karartıcı bir
hal alıyor.
Örneğin topraklarının yarısının biyoyakıt
üretimine uygun olduğu saptanan Tanzanya’da
yatırımcılarla yerli halk arasında gerilim
şimdiden tırmanmaya başladı. Pirinç yetiştirilen
Wami Basin bölgesindeki bin çiftçi, şeker
pancarı ekmek üzere 400.000 hektarlık alanı
satın almaya çalışan İsveçli bir yatırımcıyla
mücadele ediyor.
Kişi başına düşen petrol tüketiminin ABD’dekinin 100
kat altında seyrettiği Tanzanya’da biyoyakıtlara
yapılacak yatırım, bu ülkenin petrole bağımlılığını
azaltabilir. Ama hükümet politikalarının bağımsızlığının
ciddi anlamda tartışılır olduğu bir siyasal ortamda
Tanzanya gibi bir ülkenin öz çıkarlarını korumasından
söz edilebilir mi? Bu gibi örneklerin bolluğu AB’nin
biyodizel ihtiyacının yüzde 20’sini karşılamaya
hazırlanan Malezya ve Endonezya’dan da benzer
haberlerin geleceği endişesini yaratıyor.
Biyoyakıt savunucuları, itirazları “ikinci-nesil
biyoyakıtlar” denilen selülozik biyoyakıtlarla gidermeye
çalışıyorlar. Oysa gıda olarak kullanılmayan odun tozu,
saman ve yosun gibi bitkisel atıkların yakıta çevrilmesi
anlamına gelen ikinci nesil biyoyakıtlar da aslında
yoksulluk ve çevre yıkımının çaresi olmayacak. Çünkü
tek ürün tarımı, arazi kullanımıyla ilgili sorunlar,
kullanılan girdilerin yarattığı çevre tahribatı gibi
biyoyakıtlarla bağlantılı dolaylı sorunlar çözümsüz
kalmaya mahkum ve Oxfam’ın raporunda biyoyakıtlar
ve yoksulluk arasında kurulan şu ilişkiye göre: artan
biyoyakıt talebi aç yaşayan insanların sayısına 2025’e
kadar 600 milyon kişi daha ekleyebilir.
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler,
gıda hakkı için katışıksız bir üretimin altını çizerek,
biyoyakıt üretimini “insanlığa karşı bir suç” olarak
niteledi. Ve dünyanın “uzun bir başkaldırı dönemine
doğru gitmekte” olduğunu belirtti. Ziegler, Dünya
Ticaret Örgütü’nün ve Amerika hükümetinin,
biyoyakıtların üretildiği hammaddelerin uluslararası
borsada yarattığı spekülâsyona neden oluşlarını,
Avrupa Birliği’nin Afrika’yı bir tarım çöplüğü haline
dönüştürmesini ve IMF’in yıkıcı politikasını eleştirerek,
suçluları açıkça işaret etti.
Ziegler, hükümetlerin hedeflerine ve
teşviklerine karşı beş yıllık bir moratoryum
yapılmasına yönelik çağrıyı tekrar ederek,
“ Atık ve çöplerden yapılan ikinci nesil yakıtlar
uygun olana kadar, biyoyakıt ticareti
dondurulmalı. Aksi halde bu, zengin dünyadaki
sürücülerin hatırı sayılır bir oranının, fakirin
lokmasını ağzından alacağı anlamına geliyor.
Siz aracınızı biyoyakıtla sürerken, diğerleri
açlıktan ölecek” diyor.
Ziegler’in insanlık suçu” nitelemesini yaparken ne
kadar haklı olduğu şu örnekte açıkça ortaya
çıkıyor, SUV diye anılan ciplerin deposunu
doldurmak için yaklaşık 45-50 litre etanol
gerekiyormuş ve bu etanolü üretmek için 300 kilo
civarında da mısır kullanılıyormuş. Bu da bir
kişinin bir yıl boyunca gerekli olan kaloriyi
almasına yeterli bir miktar. Yani bir kişinin temel
gıda ihtiyacıyla aslında bir kaç günlük yakıtı ikame
etmiş oluyoruz. Bir kişinin bir yıl beslenmesine
yetecek miktarda hububat karşılığında cipin 1-2
günlük yakıtı !
Biyoyakıtları teşvik eden hükümetler bu
politikalarından vazgeçmezlerse
milyonlarca insan yerinden olacak, yüz
milyonlarcası da açlık tehlikesi ile karşı
karşıya kalacak. İnsanlığa karşı işlenen bu
suç, karmaşık ama özrü ve telafisi
olmayan bir suçtur
Kuzey ülkelerinin aşırı tüketiminin
yükünü, daha çok güneş aldıkları ve
tarıma elverişli topraklara sahip
oldukları için güney ülkelerinin
omuzlarına yüklemeleri kabul
edilemez.
Halkların gıda egemenliği ellerinden
alınamaz, devredilemez ve satılamaz bir
haktır. Gıdadan daha önemli bir şey
yoktur. Yoksulluk ve açlık kader değil,
tersine, gezegene miras bırakılan yaşam
hakkını ihlal eden, yıkıcı ve insanlık dışı
ekonomik bir sistemin sonucudur.
Download