FELSEFE İÇİN ESKİ AMA BAKİR(E) BİR TOPRAK: İÇKİNLİK Çetin Balanuye* Virgül 111, Ekim 2006 ÇİZGİSEL OLMAYAN TARİH: Bin yılın öyküsü Manuel De Landa Metis Yayınları, 2006, 351 s. Batı felsefesini sınıflama ve bölümleme girişimleri arasında genelde bir tekseslilik olduğu dikkat çeker: Epistemoloji açısından yapılan en yaygın ayrım usçular (rationalists) ile deneyciler (empricists) arasında; felsefe yapma üslup ve yaklaşımları açısından çizilen en yaygın ayrımsa çözümleyici (analytic) ile kıta Avrupacı (continental) felsefeler arasındadır. Bu ayrımlar, her ne kadar felsefeyle ilişkimizi kesin hatlarla bölmese de felsefi sorun ya da açmazları hangi söz dağarları, paradigmalar ya da ön kabullerle okuyacağımızı belirler. Sözü edilen ayrımlara göre hiçbir yerde tam olarak bulunmayan düşünürler ve yaklaşımlar olabildiği gibi, hepsinde bir ölçüde yer tuttuğu görülen düşünürler de vardır. Bu her iki yaklaşım da felsefe tarihini indirgemeci okumaya yatkın geleneğe kendi dilince tepki göstermeyi başarır: Hiçbir cephede yer almamak da, aynı anda her cephede yer almak da cepheleşmeye karşı girişilen anlamlı bir direnişi akla getirir. Bu indirgemeci tutuma karşı bir başka direnme yolu da felsefenin odaklandığı temalar, bu temaları irdeleme ve sunma biçimlerinde yaratıcı olmak ve yepyeni denemelere girişmektir. Cepheleri durmaksızın çoğaltmak savaş fikrini zayıflatacaktır. Aşkınlık ile içkinlik tartışmaları felsefede bu türden bir “yaratıcı ayrım olanağı” üzerinde duran denemeler olarak okunabilir: Olmakta olan her şeyi, varlıkları ve bir varlık olarak insan-özneyi aşan “aşkın bir olanak” (Tanrı, İyi, Akıl vb.) olması gerektiğini düşünenlere karşı, varlıklar üstü hiçbir dikey yükselti olamayacağını, olmakta olanın tümden ve hep birlikte aynı “içkinlik düzleminin * Yrd. Doç. Dr. / Akdeniz Üniversitesi Felsefe Bölümü, Antalya. [email protected] 1 yatay sakinleri” olduğunu düşünenler… Bu ayrımın, düpedüz eski klasik “idealistler” ile “materyalistler” arasındaki ayrım olduğunu, ortada yeni ve yaratıcı başka bir ayrım denemesinin olmadığını düşünenler çıkacaktır. De Landa’nın felsefesi bunun böyle olmadığını göstermek bakımından önemlidir. Manuel De Landa, felsefenin disiplinler arası temel bir harç malzemesi olarak algılandığı iki bin yıl öncesine öykünürcesine zengin bir ufka sahip. Çizgisel Olmayan Tarih, bir arada görmeye hiç alışık olmadığımız üç alanı, jeoloji, biyoloji ve linguistiği tek bir metin çerçevesinde mercek altına alıyor. Dahası, bu her bir alanda, o alanın genel geçer öğretileri ile yetinmeksizin, felsefi bir eleştirel okuma örneği sergileyerek taşların, etin ve dilin nasıl benzer birer “kendi başına örgütlenme” süreçleri içinde şekillendiğini tartışıyor. De Landa’ya göre bu üç sözde farklı alanda da “akışlar” ve bu akışlar içindeki “geçici çökeltiler” felsefenin yöneldiği “gerçeklik”i anlamada temeldir. Bir başka deyişle, gerçeklik, bu türden bir sürgit akış içinde geçici kararlı yapılar kuran, bu yapıların niteliklerini şekillendiren, bunları yeniden kararsızlaştırıp saçan ve ardından yeni çökeltiler biçiminde oluşması sürecinden başka bir şey değildir. Bu “oluş” tipi üstte sıralanan farklı gerçeklik katmanlarının tümünde önemli ölçüde tekrar eder; böylece gerçekleşen oluş, bir gelişme, çizgisel bir ilerleme ya da olumluya evrilme değil, içinden çeşitli yaşam formlarının, organik ya da inorganik yapıların türediği “salt oluş”tur. “Giriş” bölümünde De Landa’nın bu görkemli tezle ilgili okuyucuya genel bir oryantasyon vermeye çalıştığını görüyoruz. Kitabının, ilk bakışta sanılacağın tersine, bir tarih kitabı değil, tastamam bir felsefe kitabı olduğu vurgulanıyor. Granitten, taşlar ve lavlardan, giderek besin zincirleri, etler ve mikro organizmalardan söz eden bir kitabın nasıl olup da felsefe metni gibi okunacağı konusunda okuyucuda oluşması olası kuşkulara karşı düşünürümüz temel ipuçlarını bu bölümde sağlıyor: Tarihin özellikle son otuz yılda fizik, kimya ve biyolojiye nasıl sirayet ettiğini anlamak bu süreçte önemli. Çünkü adı geçen disiplinlerin her birinin nesnel birer disiplinel tarihi olacağı kolaylıkla kabul görse de (örneğin, Biyoloji bilimimindeki gelişmelerin tarihsel dökümü vb.), bu yaygın tarih anlayışı disiplinin dışardan izlenmesi anlamına geliyor. Oysa De Landa’nın örneklediği türden bir tarih-biyoloji ya da tarih-kimya ilişkisi basitçe bulguların kronolojik dökümünü yapmakla ilgilenmiyor; bunun yerine, kimya ya da biyolojinin bir disiplin olarak anlamaya kalkıştığı nesne, yapı ya da oluşumların tarihsel bir uzamda nasıl türediği, nesneleştiği ve bunları çalışacak tarihçiözne’nin de benzer süreçler içinde oluşan nasıl bir geçici unsur olduğunu vurguluyor. 2 De Landa’nın jeoloji, biyoloji ve dili bu sürgit değişim-dönüşüm-başkalaşım içinde gözlemesinin ardında onun Deleuze okumalarından esin alan yaratıcı bir düşünür olması yatıyor. Deleuze’cü “fark” kavramı, kıta Avrupa felsefecilerinin hiçbirinde olmayan bir özgünlük taşır: Fark, Deleuze için, iki şeyin birbirine benzemezliği ile ilişkili değildir; Spinozist bir kozmik tözün durmaksızın bir “fark oluş” halinde oluşuna gönderme yaparak, fark kavramını “farklaşagelmek” olarak okur. Bu anlamda olmakta olan her şeyin aynı töz havuzundan türeyen ve geçici olarak türemiş kalan (çökelen) ve giderek aynı havuza katılacak ve ardından yeni türeyişlerle “olagelcek” yoğunluklar olarak kavrar. Varlıkları bu biçimde aynı okyanusta bir türeyip bir kaybolan dalgalar olarak düşünen Deleuze için bu “farkoluş” gerçekliğin sonsuz tarzlarını yaratır. Bu tarzlar aynı içkinlik düzleminde oluşan, karşılaşan ve birbirlerinden etkilenen “makinemsi” (machinic) bağlanışlar yaratırlar. İşte De Landa’nın izini sürdüğü “oluş” yerkabuğunda olsun, magmada olsun, ya da et ve kemiklerin türeyişlerinde olsun bu Deleuze’cü esini doğa bilimsel bir tarih gözlemciliği ile somutlaştırır. De Landa felsefesi kaya katmanlarını oluşturan akışların, çakıltaşları ve çökelti kayalarını biçimlendirirken uyduğu nedensellik yasalarına, “organik dünyada ve insanlar dünyasında da eşbiçimli (izomorfik) süreçler” (S. 77) olarak rastlamayı umar. Adı geçen kitap bu anlamda hem bir kuramın, hem de yeni bir felsefe için umudun araştırılmasıdır. Hem kuram, hem de umut De Landa’nın deyişiyle, hayatın benzersiz ve özel bir olgu olarak değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkan insan merkezli bir bakış açısının da eleştirisine dönüşür: “Bu bakış açısı, bizi gerçekliğin başka alanlarındaki kendi kendine örgütlenme süreçlerini yeterince önemsememeye götüren “organik bir şovenizm” (S. 139) olmak bakımından sorunludur. De Landa’nın felsefi vizyonu çerçevesinde değerlendirildiğinde, organik hayatın şekillenişinde enerji ve mineral besin akışlarının davranışlarını izlemek bu sahte organik böbürlenmeye karşı da bizleri aşılar. Çünkü, “organik bedenlerimiz, bu akışların geçici pıhtılaşmalarından başka bir şey değildir: Doğumuzuda, bu akışın belli bir bölümünü bedenlerimizle yakalarız, sonra öldüğümüzde yine serbest bırakırız ve mikroorganizmalar bizi yeni bir hammadde yığınına dönüştürür.” (S. 139) Bu betimleme insanın yüceliğini vurgulamaya alışmış bir felsefe okuyusuna soğuk ya da fazla mekanik gelirse, buna verilecek yanıt yine De Landa tarafından önerilir: Felsefe, bu anlamda, bir çağrıdır: “Gerçeklik karşısında daha deneysel bir yaklaşımın benimsenmesi ve madde-enerjinin en hantal biçimlerinin dahi bünyesinde bulunan kendi kendine örgütlenme potansiyelinin daha fazla 3 ayırtına varılması için bir çağrıdır bu.” (S. 348) Bu çağrıya kulak veren insan için, dilsel temsile dayanan ve spekülatif bir yüceleşme derdine düşen felsefe yerine, moleküler akış, bedenlerin oluşu, ağlar, katmansızlaşma ve bu sürecin bir yansıması olarak dil-düşünce olanağını ciddiye alan bir felsefe yeğlenecektir. Bu tür bir felsefede varlıklar topluluğunun ayrıcalıklı bir varlığı olarak insan-öznenin konuşması değil, aynı içkinlik düzlemindeki geçici bir yükselti olarak insan-varlığın akışlar ve karşılaşmalar karşısındaki meraklı deneyciliği, varlıkta kalma ısrarı ve bunun ifadesine olanak veren “minör dilleri” yaratma arayışı yer alacaktır. De Landa’ya göre bu yeni felsefenin, bu içkin ve şaşırtıcı felsefe denemesinin amaçlarından biri “dünya üzerine düşünme biçimimizi değiştirmek”tir. Bu deneysel değişikliğin sonuçları aşkıncı Batı metafizik açısından tedirginlik verici bulunur. Öyle ya, insan-özneyi maddi akışlar, moleküler çökeltiler ve makinemsi bağlanışların nedenselliği içinde algılayan bu tür bir felsefede, düşünce ve dile yaslanan sözde yücelik, bu yüceliğin dışavurumu olan ahlak ve politika toptan bertaraf edilebilir. Etik ve politika bir bedenler arası varlıkta kalma çabasının yerleşik zeminleri olup çıkar! Bununla birlikte, yine bizzat De Landa, gerek Spinozist felsefeden, gerekse Deleuze’cü “ifadeler felsefesi”nden türemesi olası bir anarşik özgürleşme çağrısına karşı da okuyucuyu uyarır. Her yeni ve yaratıcı düşünceyi topyekün kurtuluş olanağı olarak okumaya yatkın modern okuyucuyu, bu eğilime karşı uyarmakla birlikte, içkinliğin henüz keşfedilmemiş parkularından türemesi olası bir yeni etik ve politika hakkında da esinleyici olmayı ihmal etmez. Bu esini yeterince dikkatli bir eleştirellikle geliştirmek, etik ve politik bir aradalığımız için bu içkinlik düzleminden kalkan yeni kavrayışlara varmak felsefenin bundan sonraki temel programı olacak gibi görünmektedir. Manuel De Landa bu program için zengin ve ilginç bir geri planı dile getirme uğraşında son derece ümit veren bir kalem olduğunu şimdiden belli etmiştir. 4