PASTEL RENKLİ BULUTLAR/ İPEK ATALAY Vanilya, tarçın, limon, hindistan cevizi, kahve, çikolata, elma, deniz, huzur, mutluluk... Bu saydıklarımın hepsinin kokusundan bir film yapsalar herhalde bu film Amélie olurdu. “Film çıkalı yıllar olmuş, izlemeyen kalmamıştır artık.” diyeceksiniz, haklısınız. Gerçekten de yoldan on kişi çevirseniz en azından sekizi izlemiş olabilir bu şirin filmi. “Nereden aklına geldi şimdi?” derseniz de, geçen gün eskiden piyanoda çaldığım bir parçanın notalarını ararken, Amélie’nin film müziği olarak kullanılan bir piyano parçasının notalarını buldum. Biraz oturup kendi kendime çalınca parçayı, filmin kendisini de ne kadar özlediğimi fark ettim. Hazır boş vaktim de varken yapılacak en iyi şeyin filmi bolca kahve eşliğinde tekrar izlemek olduğuna karar verdim (keşke “bolca kahve” yerine “bolca patlamış mısır” yazabilseydim ama bu kadar fazla kilo da bana yetiyor zaten, acı gerçek.) Neyse, sonuç olarak o şeker film en azından beşinci kez falan baştan sona izlendi ve içimi huzurla, ve tabii ki kahveyle, doldurma görevi başarıyla tamamlandı. Gerçekten bu filmin bana verdiği mutluluğu anlatmak çok zor. Evet, klişe bir film, kabul ediyorum ama klişeler de boşuna klişe olmuyor değil mi? Bu kadar masum, bu kadar toz pembe ama bir o kadar da boş olmayan bir film daha hatırlamıyorum. Abartıyor olabilirim ama umrumda değil. Hani böyle çok sevdiğiniz bir şarkı olur da o şarkıyı sabahtan akşama kadar dinlersiniz ve bundan inanılmaz bir mutluluk duyarsınız ya (ya da bu manyaklığı sadece ben yapıyorum) işte Amelie’yi izlemek de bana aynı mutluluğu ve huzuru veriyor. O yüz yirmi iki dakika boyunca sanki biri benim elimden nazikçe tutuyor, beni çekip pastel renklerden oluşmuş bulutların arasına çıkartıyor ve ben orada hayatımın en mutlu uykusunu uyuyorum. Belki de öyle bir ortamda uyumak yapılacak en mantıklı ve verimli şey değil ama sonuçta uykudan bahsediyoruz, kimsenin bunu reddedeceğini sanmam. Film bittiğindeyse yine aynı eller beni hafifçe yeryüzüne bırakıyor ama mutsuz olmuyorum, o güzel uykunun verdiği sakinlik hemen geçmiyor taa ki içtiğim kahveler midemi mahvedene dek... Her güzel şey bitermiş tabii. Filme bu kadar aşık olmamın sebeplerine gelirsek... Oyuncular, filmde kullanılan renkler, Fransızca’nın zarafeti, olay örgüsü, Amélie’nin iyi niyeti ama en önemlisi müzik, müzik, müzik. Arka planda çalan her parçanın her notası ayrı güzel geliyor kulağıma, zaten bu film de müzikleriyle meşhurdur. Klasik müzik sevmeyen arkadaşlarım bile piyano çaldığımı duyunca “Ayy Amélie’den bir şeyler çalabilir misin???”diye sıkıştırırlar beni. Böyle nasıl söylesem bilemiyorum, hüzünlü ama mutlu, umutsuz ama bir yandan da fazlasıyla umutlu, hem karanlık hem de olabildiğince aydınlık melodiler piyanoyla, kemanla, akordeonla ve daha bir sürü enstrümanla birleşince ortaya ne kadar güzel bir şey çıkabilirse o çıkmış sanki. Bu müziğin filmle ve karakterle uyumundan bahsetmeme zaten gerek yok. Neyse, herkesin büyük olasılıkla izlediği bir film üzerine daha fazla yazıp can sıkmak istemiyorum. Kim bilir, belki de aranızda bunu okuyup filmi henüz izlememiş olanlar vardır ve ben onları filmi izlemeye ikna edebilmişimdir, öyleyse ne mutlu bana! Siz de eğer izlediyseniz belki bu şirin filmi bir kez daha izlemek istersiniz, bu da beni çok mutlu eder, sonuçta hepimizin arada biraz huzura ihtiyacı var. Bir dahaki “hakkında yazarken kendimden geçerek başka dünyalara yolculuk edeceğim” film, kitap veya şarkı yazısında görüşmek üzere! Not: Filmle aynı seviyede huzur içeren bir parça isterseniz, ki bu yazıyı yazarken de sürekli bunu dinledim, sizi böyle alalım Blind Pilot-Oviedo