Özgürlerin Rehberi İmam Seyyid Ali Hamaney

advertisement
“Günümüzde dünya, Müslümanların
hareketinin liderliğindeki mustazaflar
ile Amerika,NATO Ve Siyonizm
liderliğindeki müstekbirler arasındaki
kutuptur.İki karargah olmuştur ve
üçüncü bir karargah yoktur.”
Özgürlerin Rehberi İmam Seyyid
Ali Hamaney
Ahmedinejad:
“Chavez, gerçekte halkına hizmet, insani ve devrimci
değerleri savunma yolunda bir şehittir”
“Hugo Chavez, insanlık, adalet, iman, dürüstlük, aşk ve
özgürlük yaşadığı sürece yaşayacak. O, halklar yaşadığı
müddetçe yaşayacak, bağımsızlık, sevgi ve adalet için
mücadele edecek.”
1
Mustazaf dünya halkları kendilerine uzanacak bir
merhamet eli beklentisi içindeyken bu halkların konumu
hakkında farklı görüşler ileri atılmıştır. Bu halkların
konumu nedir? Bizim bu halklara karşı tutumumuz nasıl
olmalıdır? İran İslam devrimi ile birlikte islam ülkelerine
devrim ihracı gündeme geldi. Batı emperyalist devletler
inkılabın etrafındaki ülkelerde hemen olağan dışı
önlemler aldı. Diğer islam ülkelerininde inkılaptan
etkilenmesini önlemek için bazen milliyetçilik kartını
bazen de mezhep kartını ortaya attılar. Diğer dünya
halklarının ise dini nedenden dolayı inkılaptan
etkilenmeyeceği sanılıyordu. Böylece bu devrim içinde
boğulmuş, ışığının-nurunun önüne geçilmiş olacaklardı.
İslam ülkeleri tarih boyunca milliyetçilik hastalığından
çok acılar çekmişti. Alimler bu hastalığın bela ve
müsibetlerini ve yol açtığı hasarları eserlerinde özellikle
belirtmişlerdi. Ama yine de ins-i şeytanın insana bu
yandan yanaşmasının tesiri her zaman olmuştur. İnancı
zayıf olan insanların bu damarına dokunmak onlarda etki
ediyor. Bu insanlar genelde meselelere objektif
bakamıyor milliyetçilik perspektifinden bakıyorlar. Bu
şeytandan insana geçen bir hastalıktır. Şeytan bu mikrobu
insan oğlunun zaaflarından da faydalanarak dünya
halklarına kolayca bulaştırabilmektedir. Yine de halkın
dini yönünün milliyetçi yönünden daha baskın olduğu
göz ardı edilmeyecek bir gerçekliktir.
Mezhepçilik
belasının
çoğu
cehaletten
kaynaklanmaktadır.
Sömürgeci-emperyal
güçler
insanların cehaletinden faydalanmaktadır. Şeytanın
sağdan yanaşmasıyla halkın sanki de iyiliği
isteniliyormuş da İslami kılık altında halk diğer mezhep
mensuplarına düşman ediliyor. Siyonist güçlerin bir emri
2
ve işaretiyle yerli uşak mollaların-hocaların-şeyhlerin
öncülüğünde islam ülkeleri bir birini kırıp geçiriyor.
İnkılabın fecr güneşinin önünde milliyetçilik ve
mezhepçilik kartı ciddi bir şekilde durmaktadır. Bu iki
engelin-perdenin kaldırılması ve islam güneşinin
ışıklarının islam ülkelerine yansıtılması gerekmektedir.
Müslüman halkların artık kelimelerin sonuna getirilen
çık-çik lerden kurtulması gerekiyor. İslamda üstünlüğün
milliyet ve mezhepte olmadığını takvada olduğunu
kavramaları-fehmetmeleri,
akıllarının
bir
uçuna
kazımaları lazımdır.
İnkılap ise sadece islam ülkelerine değil tüm dünyaya
açılım yapmak niyetindeydi. Çünkü İmam Humeyni
sürekli ,ey dünya mustazafları müstekbirlere karşı
ayaklanın, diyordu. İmam dünyada iki kutbun olduğunu
belirtiyordu. İnkılap safının mustazaflardan yana
olduğunu söylüyordu. Aynı inancı taşıdığımız Müslüman
halklardan yana olmak elbette anlaşılacak bir durumdu.
Sorun aynı inanca sahip olmadığımız diğer dünya
milliyetleriyle
nasıl
olurda
aynı
cephede
buluşacağımızdaydı. Allah‟ın ahirette dahi bizi ayırdığıaynı cepheye koymadığı insanlarla bu dünyada aynı safta
yer almamız nasıl mümkün olabilirdi. Aslında
Müslümanlar olarak bir yanlışın içinde tarih boyunca
sürüklenmişiz. Fıkhi alt yapı olarak var olan ama genel
yargı olarak oturmayan bir gerçeklik vardı. İmam bu
fıkhi alt yapının farkındaydı ve açılımını ta inkılabın ilk
gününden başlattı. İnkılap böylece ikinci cepheyi açıp
emperyalist devletlerin etrafı sararak ve bu devletlerde
yaşayan halklarla işbirliğine gitti. Bu işbirliği sloganik
değil bizzat sağlam temellere dayanan güçlü bir
birlikteliktir.
3
İnkılabın etrafını sararak İran‟ı yalnızlaştırmaya çalışan
sömürge güçler kendi içlerinden ve dışlarından
sarıldığının bir gün farkına varacaktır. Velev ki bunun
farkında dahi olsalar bu onları yok olmaktan
kurtaramayacaktır. Çünkü savaşta karşı cepheyle
savaşmak kolay ama kendi cephende olanla çatışmak en
zorudur. Genelde yıkım karşı cepheden değil de kendi
cephende olandan gelir. İnkılap, sol hareketlere ve inançlı
hiristiyanlara ellerini sonuna kadar uzatmıştır. Lübnan da
hiristiyanlarla işbirliğine gitme, başarının en hassas
faktörüydü. Latin Amerika ülkeleriyle kurduğu sağlam
ilişkiler , askeri-ekonomik anlaşma ile de yeni bir cephe
kazanmış oldu. Bu ülkelerin eliyle Amerikan içindeki
mazlum halklarla işbirliği güçlendiriliyor. Böylece büyük
şeytana hem dışta hem de içte büyük darbeler vurulmaya
çalışılıyor ve de vurulacak. Dünya yalınayaklıları kıyam
etmeye hazırdır. Kendilerine ikinci vatandaş muamelesi
yapmayacak sağlam bir el uzandığında o ele sımsıkı
tutunacakları su götürmez bir gerçekliktir. Devrim
sonrası Amerika kızılderililerinden inkılaba sevgi ve
bağlılık-tebrik mektupları gelmiştir. Bu insanların
imama olan sevgisine birçok alime bile nasip olmamıştır.
Alim alimliğine rağmen İmamı anlayamamışken bu
mazlumların sevgisi gerçekten de takdire şayandır. Bu
alimler dünyada İmam‟dan ne kadar uzaksa ahirette de o
kadar uzaktır. Alimliğin hakkını vermeyip deve kuşu gibi
başını kuma görmenin izah edilecek bir tarafı yoktur.
İnkılaba duyarsız kalmak hele hele tehlike olarak lanse
etmek büyük bir gaflet ve ihanettir. Hiç kuşkusuz İmam
ile aynı duyguları paylaşan ,İmam‟a bu dünyada yakın
olan Kızılderiler sözlerine bağlılıklarını sürdürürseler ve
gereğini yaparlarsa ahirette İmamla birlikte olacaklardır.
4
Hidayetin ilk adımı ve belirtisi şeytandan beri olmaktır.
Ve dünya mazlumları ins-i şeytandan beri olduklarını
haykırıyor. Örneğin Kızılderililer‟in İmam Humeyni
Sevgisi şöyledir:
Biz unutsak bile Beyaz Adam‟ın asla unutamayacağı bir
tarih olan 11 Şubat 1979‟da Allâh ve adalet âşığı İran
halkının Ayetullâh Rûhullâh Humeynî önderliğinde 2500
yıllık Şâhlık rejimini devirip aziz İslam Devrimi‟ni
gerçekleştirmesi ve Fecr Sûresi‟nin bir şafak vakti İran
coğrafyasını güneşin ilk ışıkları gibi aydınlatmasının
üzerinden henüz birkaç aylık kısa bir zaman geçmişti ki,
Lakota Kızılderilileri‟nin önde gelen reisleri İmâm
Humeynî‟ye bir mektup yazarlar. Kızılderililer bu
mektupta râhmetli İmâm‟a aynen şu şekilde seslenirler:
“Saygıdeğer önder Ayetullâh Humeynî,
Asil ve onurlu tüm Kızılderili halkları adına Sizi ve
şerefli halkınızı en derin sevgi ve bağlılıkla selamlıyor,
Sizi yalnızca İran halkının değil, yeryüzünün zûlme ve
soykırıma uğramış tüm mazlum milletlerinin, hülâsâ bu
zûlüm ve soykırımlardan en derin olarak nasibini almış
biz Kızılderili milletinin de önderi olarak kabul
ettiğimizi bildirmek istiyoruz. Halkımız bütün kalbiyle
halkınızın yanındadır. Size, müslümanların hitab ettiği
gibi „ey İmâm‟ diyerek hitab etmek istiyoruz.”
Kızılderililer mektupla birlikte İmâm Humeynî‟ye Lakota
kültürüne ait çeşitli hediyeler de gönderirler. İmâm
Humeynî ise cevap olarak yazdığı mektupta çok
duygulandığını ve 80 yıllık ömründeki “en güzel ve en
anlamlı mektubu” aldığını dile getirerek, kendi
mektubunda İslam‟daki “Tevhîd” ve “Allâh‟ın birliği”
inancından bahseder.
5
Bu olaydan bir yıl kadar sonra, buna benzer bir mektup
daha alır, râhmetli İmâm. ABD‟nin Arkansas eyâletinin
Springdale Lisesi‟nde okuyan Kızılderili öğrencileri
İmâm Humeynî‟ye bir mektup yazarlar. Kızılderili
öğrenciler, mektupla birlikte İmâm‟a hediye olarak bir
çift çorap gönderirler ve İmâm‟dan hatıra olarak
kendilerine, eski ve yırtık bir çorap bile olsa, kendi şahsî
bir eşyasını göndermesini isterler.
İmâm Humeynî, mektubun cevabıyla birlikte onlara bir
kitap gönderir. Böylece kitap okumanın insanın gelişimi
ve yükselişindeki önemine dikkat çekiyor, eski bir giysiyi
saklamakla bir şey olmayacağını gösteriyordu o kızıl
tenli öğrencilere.
İmâm cevap olarak yazdığı mektupta şunları söyler:
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Arkansas eyâletinin Springdale Lisesi‟nin aziz
öğrencileri,
Sizin sevgi dolu mektubunuzu ve değerli hediyenizi
aldım. Ben Kızılderililer‟in ve siyâhların baskıda
olduğunu biliyorum. İslam öğretilerinde beyaz, siyâh ve
kızıl arasında hiçbir fark yoktur. İnsanları birbirinden
ayıran tek şey takva, güzel ahlak ve güzel âmeldir. Büyük
Allâh‟tan istiyorum ki, siz aziz çocukları başarılı kılsın
ve doğru yola hidayet etsin.
Siz aziz çocuklara, büyük İslam Peygamberi‟nin
nasihatlerinden bir broşür gönderiyorum ve size hayır
dûâ ediyorum. İnsanî değerlerde başarılı olmanız
ümidiyle.”
Şimdi bu mazlum halklara nasıl olurda cehennemlik
gözüyle bakabiliriz. İslamın-Kuran‟ın ilk emri okudur.
Duruşumuz-söylemlerimiz ile islamın hak din olduğunu
göstermeliyiz-izah etmeliyiz.Bu duruş öyle dik ve izzetli
6
olmalıdır ki her özgür insan kendini onda bulabilmelidir.
Bunların konumunun iyi incelenmesi gerekiyor. Bu
insanların İslam ile tanışması gerekiyor. İslam
kendilerine açık ve net olarak arz edilmelidir. Ama bu
aşamada da bunlara kafir gözüyle bakılıp cehennemlik
oldukları yanlış algısından kurtulmamız gerekiyor.
Kendilerine islamın tebliğ edilmediği ama haksızlığazulme karşı tüm güçleriyle mücadele eden atalarını hayır
ile yad etmeliyiz. Bu bize islamın yüklediği bir görevdir.
Bazen her insan aynı şeyleri söyler ama sanki de sözler
birbirinin zıttıymış gibi görünür. Bu araştırmamızda
delilleriyle bu konu irdelenecek ve bir yargıya varılmaya
çalışılacaktır. Ehli vicdan insaf gözüyle baktığında aklın
yolunun bir olduğunu görecektir. Mesele en can alıcıkritik nokta ile karşı karşıya getirildiğinde insaf dile gelip
hakikat güneş gibi apaçık ortaya çıkacaktır.
İnkılabın ilk gününden itibaren dünya mustazaflarına
maddi ve manevi destek veren İnkılap bunun ürünlerini
toplamaya başlamıştır. Böylece İmam ve rehber dünya
mustazaflarının lideri-önderi konumuna gelmişlerdir. Bu
gerçeği mustazaf halkların liderleri onurla-iftihar ederek
itiraf etmektedirler. Aşağıdaki haber bunu belgeler
niteliktedir:
“Hugo Chavez: İslam İnkılabı Önderlerinin
Öğrencisiyim
İran
- 04.04.2009, 22:43:48
İran'daki temaslarını sürdüren Hugo Chavez, İslam
Devrimi Lideri Hamanei tarafından kabul edildi.
İslam Devrimi Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ve
7
beraberindeki heyeti kabulünde yaptığı konuşmada
Başkan Chavez‟in cesur ve adalet yanlısı duruşunu ve
halkçılığını överek “Venezüella‟da iktidara gelmeniz
Latin Amerika coğrafyasının tarihinde yeni bir
dönemin başlangıcı oldu ve Venezüella halkının ve
devletinin kahramanlığı bu bölge insanlarında
kendine güven duygusunu doğurdu” dedi.
Devrim Lideri Hamenei, Venezüella halkının ve
devletinin Gazze meselesindeki cesur tavrını ve Siyonist
rejimle ilişkisini koparmasını takdir ettiğini söyleyerek
“Venezüella devletinin yaptığı iş, aslında insan haklarının
savunucusu olma iddiasında bulunan Avrupa
devletlerinin vazifesiydi, fakat ne yazık ki Avrupalılar
Gazze halkının katledilmesinde karşı tarafta yer aldılar”
şeklinde konuştu.
Devrim Lideri “Amerika‟nın Siyonist rejimin Gazze‟de
yol açtığı facianın ortağı olduğunu” belirtti ve “Gazze
meselesindeki tavrından dolayı Venezüella devletine
öfkelenen müstekbir devletlere” de işaret ederek
“İstikbar devletlerinin bize kızmaları ve karşımızda
yer almaları, varlığımızın etkisinin işaretidir” dedi.
Hamenei “İran‟ın nükleer projesi aleyhinde birkaç yıldır
sürdürülen ve halen de devam etmekte olan propaganda
gürültülerine” de değinerek “İstikbar cephesinin bu
alandaki sinirliliği, İran‟ın nükleer teknolojiyi elde
etmesinin, Hak cephesinin küresel mücadele
cephesindeki konumunu güçlendiren bir adım olduğunu
göstermektedir” dedi.
8
İslam Devrimi Lideri Hamanei, sözlerine şöyle devam
etti: “Batılılar atom bombasının peşinde olmadığımızı
çok iyi biliyorlar, kızgınlıklarının asıl sebebi bir ülkenin
kendilerinden izin almadan bu teknolojiyi elde etmiş
olmasıdır. Nükleer enerji elde etme imkanına sahip olan
bütün ülkeler buna ulaşmalıdırlar. Petrol kaynaklarının
sınırlı olması nükleer enerji gibi yeni türlere yönelmekten
başka bir seçenek bırakmamıştır.”
Hamenei konuşmasının başka bir yerinde de “İran ve
Venezüella arasında farklı pek çok alanda iyi ilişkiler
sürdürülmektedir, bununla birlikte bu ilişkilerin
geliştirilme potansiyeli çok daha fazla olup ikili ilişkileri
başka ortakları da devreye sokarak uluslararası ve
bölgesel alanda başka ortaklıklara çevirmek mümkündür”
dedi.
Hamenei “Venezüella halkının devletine olan desteği
ve güveninin ilahi bir nimet olduğunu” söyleyerek
“Arkasında halklarının desteği olan devletler büyük
güçler karşısında kararlı bir şekilde durabilirler, bu
şartlar ve bu ilahi nimet hem Venezüella‟da hem de
İran‟da var” şeklinde konuştu.
Ahmedinejad‟ın da yer aldığı buluşmada konuşan
Chavez ise “İslam İnkılabı Rehberi‟ni tekrar
görmekten mutlu olduğunu” söyleyerek “kendisini
İslam İnkılabı‟nın ve bu inkılabın önderlerinin
takipçisi ve öğrencisi saydığını” belirtti.
Chavez “Bizler İran halkının ve devletinin
emperyalizm ve dış düşmanlar karşısındaki direniş
9
tecrübelerinden çok ders aldık ve her zaman da
bağımsızlığımızın korunması için verdiğimiz
mücadeleye devam edeceğiz” dedi.
Dünyada elli kusür devlet varken Filistine yardım elini
uzatan ender devletlerden biri Venezüella‟dır. Venezüella
hem söylem hem de eylem olarak mazlum Filistin
halkından yana tavır almıştır. Halbuki Müslüman ülkeler
söylemi geçmeyen-milletin gazını almak için- ama el
altında ihanetten de vazgeçmeyen bir haldeler.
Günümüzde Filistin halkını savunmak gerçektende yürek
ister. Bu tavır tüm emperyalist-siyonist cepheyi karşına
almak demektir. Bu bedel ödemektir.Ve Venezüella halkı
bu bedel ödemeyi göze aldılar. Çünkü hür ve özgür bir
millet bedel insanı değerler söz konusu olduğunda bedel
ödemeye hazırlar. Asaletli olmak bu halkların tabiatında
vardır. Bu ulvi değerleri bünyesinde barındıran halkı
dışlamamak-sahiplenmek gerekiyor.
Dünyada çeşitli dinler bulunmaktadır. Bu dinlerden bir
kısmı ilahi-semavi dinler diğerleri ise beşeri dinlerdir.
İlahi dinlerden bir kısmı bozulmuş-tahrif olmuş sadece
İslam dini hak olarak bozulmayıp özünü korumuştur.
Beşeri dinlerin hepsi batıldır. Bu dinlerin mensuplarının
ahiretteki konumu alimler arasında tartışma konusu
olmuştur. Bir kısım alimler İslam dini dışındaki diğer
dinlere mensup olanların kesinlikle cehennemlik
olduğunu söyler-belirtir. Diğer alimler ise İslam dini
10
dışındaki diğer dinlerin mensuplarının da cennete girme
ihtimallerinin olacağını söylemektedir. Bu kısım
insanların mazeretleri olması durumunda bu olasılığınihtimalin olacağı –ki bu çok güçlü bir ihtimaldirözellikle belirtilmektedir. Her iki kısım alimlerin
kendilerine has güçlü delilleri bulunmaktadır. Ama ikinci
kısım alimlerin delilleri-tespitleri daha baskın
gözükmektedir. Konu iyi analiz edildiğinde akli-vicdani
olan ikinci görüşün Allah‟ın adaletiyle tam olarak uyum
sağladığı görülecektir. Bu konu fıkıhta epey tartışma
konusu olmuştur. Sonuçta itikadi mezhepler kendi
görüşlerini destekleyen ayetler ile bir tez olarak ortaya
çıkmışlar.
Yeryüzünde tarih boyunca onlarca din bulunduğu gibi
bu dinlerde kendi aralarında birçok kola-mezhebe
ayrılmışlardır. Her din mensupları diğer din mensuplarını
tekfir ettiği gibi bu dinlerin mezhep mensupları da kendi
mezhepleri
dışındakini tekfir yoluna gitmişlerdir.
Böylece her grup kendini hak diğer tüm insanları batıl
olarak görmüş. Ya da her din-mezhep-grup-cemaat
kendilerini cennetlik diğer kesimleri cehennemlik olarak
tarif etmiş ve kendi görüşlerini destekleyen deliller
bulmaya, bulamadığında uydurmaya kadar gitmiş.
Farklı dinler, mezhepler, cemaatler ve bunların
mensuplarının bu kırılgan tutumlarından dolayı yeryüzü
yaşanılamaz bir hale gelmiştir. Kendileri dışındaki
herkesi cehennemlik olarak lanse eden bir anlayışın diğer
görüşlere tahammülü yoktur. Tüm güzellikleri
kendilerine kötülükleri ise başkalarına mubah görme
anlayışı buradan doğmuştur. Yeryüzünü tekrar yaşanılır
bir küre haline gelmesi için böyle yamuk bir bakışındüşüncenin değişmesi gerekmektedir.
11
İnsanlar arası ilişkilerde daha ılımlı-hoşgörülü bir
ortam oluşturulmalıdır. Bir birimize önyargılar ile
yaklaşmamız gerekiyor ki hak ortaya çıksın. Ama
önyargı duvarlarını yıkamadığımızda kendi içimizde
hapsolmaktan kurtulamayız. Kimlik politikaları ile
hareken etmek hakka-gerçeğe-doğruya ulaşmamızda en
büyük engeli teşkil etmektedir. İster dini ister siyasi her
görüşün kendini özgürce ifade edeceği bir konsensüs
kurulmalıdır. Farklı görüşlerin-fikirlerin konuşulmasıanaliz edilmesi-dinlenmesi ile hak görüş ortaya çıkar.
Alimler, doğru-isabetli görüşe ulaşamayan kişilere ehl-i
fetret, cahil-i kasır, cehli mürekkeb, mustazaf demişler.
Bu tanımlamalar hakkında alimlerin görüşlerine
baktığımızda ortak bir noktada bulunduklarını müşahade
edeceğiz. Fikri alt yapı olarak hazır olan ama insanların
cahilliklerinden dolayı bihaber oldukları bu kavramların
içi doldurulduğunda dünyada yeni bir açılımın kapıları
aranmış olacaktır. İran İslam devrimi ile birlikte dünyaya
yeni bir açılım oldu. Gerek ehl-i kitap mensuplarına
gerek de diğer din mensuplarına yönelik projeler bu fikri
alt yapının oluşmasıyla başladı. Sol ideolojiye sahip
ülkeler ile inkılabın dayanışması da gösteriyor ki
dünyada yeni-orjinal bir cephe oluşmuş.Bir taraftan
Kuzey Kore diğer taraftan Veneüzella-Bolivya-KübaEkvador…gibi ülkeler ile İnkılap arasındaki yeni
müttefiklik de gösteriyor ki bu fikrin temeli üzerine bir
şeyler somut olarak oluşmaya başlamıştır. İmam
Humeyni‟nin mustazaflar dediği ve birlikte-işbirliği
yaparak hareket edilmesini söylediği kesim özü-sözü
temiz olan dini-dili-ırkı ne olursa olsun dünya ezilmiş
12
halklarıdır. Ehlibeyt mektep mensuplarının sunni
kardeşler ile vahdet ve dünya ezilmişleriyle birlikte
hareket etmeye çağrının temelini sağlam temeller üzerine
kurduğu
bu
ideolojik
yapı
vardır.
Dünya
müstekbirlerinden-sömürücülerinden-zalimlerinden
kurtulma tüm dünya halklarının işbirliği-desteğiyle
gerçekleşir. Bu halkların kafir-cehennemlik görülmesi ise
bu projenin tamamen iflası ve zalimlerin kurulu
düzenlerinin devamından başka bir amaca hizmet
etmeyecektir. Bu durum Allah‟ın isteği ile çeliştiği ayanbeyan ortadadır. Kendi içimize kapanarak, etrafımıza
duvar örerek yok olmaya yüz tutmak ve bir tutam yol
alamamak akıl karı değildir. İnkılap bu duvarları yıktı ve
açılımını devrimin ilk gününden itibaren başlattı.
Allah(cc)‟ın dileği-isteği şudur:
“Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara
lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları
varisler kılalım. .”(Kasas sur.,5)
Mustazaf-Müstekbir, ezilen-ezen, sömürülen-sömüren,
mazlum-zalim gibi kavramların somut tanımlamaları İran
ve müttefikleri ile Batı emperyalist-Siyonist cephe ve
müttefikleri olarak sembolleşmiştir. Bu iki kutup
mücadele içerisindedir. Salih ve mustazaf olanların
hakimiyetine kadar bu iki cephe arasında mücadele
devam edecektir.
13
Cehl-i Mürekkep Ne Demektir?
Cehalet, ilmin zıddı olup, bilmeme halini ifade eder; üç
şekilde
görülür:
1. Cehl-i basit: Bilmemek ve bilmediğinin farkında
olmaktır.
2. Cehl-i mu'kab: Bilmemek ve bilmediğinin farkında
olmamaktır.
3. Cehl-i mürekkep ise; bilmediği halde, kendini biliyor
zannetme veya yanlış malumatını doğru kabul etme
halidir. Yanlış bilgisini ilim sanmaktır.
14
Cehl-i basit, bilmemektir. Cehl-i mürekkep ise,
bilmediğini de bilmemektir. Birincisinin tedavisi kolay,
ikincisinin tedavisi hayli zordur. Çünkü, böyleleri hem
bilmiyorlar, hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Cehaleti
bir hastalığa benzetirsek, cehl-i mürekkep, kendini
sağlıklı zannetme halidir.
Birincisinin tedavisi kolay, ikinci ve üçüncüsünün
tedavisi hayli zordur. Çünkü, böyleleri hem bilmiyorlar,
hem de bilmediklerini bilmiyorlar.
Cehaleti bir hastalığa benzetirsek, cehl-i
mürekkep; hastanın kendisini sağlıklı zannetmesi
halidir. Kendini hasta görmeyen, doktora gitmez.
Verilen ilaçları da kullanmaz. Artık, bu hastanın
tedavisi oldukça zorlaşır.
Cehl-i mürekkepte bilgiye ihtiyaç hissedilmez. Çünkü
her şeyi bildiğini zannediyor. Deveyi hendekten
atlatırsın, ancak cehl-i mürekkeb'e giriftar olmuş
birine bir hakikati anlatamazsın.
Mezhep imamlarının veya alimlerin yakalandığı en
büyük
hastalık
cehl-i
mürekkep
durumunda
olmalarındandır. Yaptığı içtihat hatalı bile olsa hatasının
farkına varmazlar. Bu imamların takipçileri-mukallidleri
de bu imamların ilmi-takvası gibi nedenlerden dolayı
onlara her konuda hüsn-ü zan ederek araştırma gereği
duymamışlar ve bu imamlardan alınan gelen ilmin
kesinlikle hak olduğu kanısında olmuşlardır. Böyle
bağnazca bir tutuculuk sonunda ilmi gelişmenin önü
kapanmıştır. Halbuki mezhep imamları kendilerinin hatayanlış yapma ihtimallerini göz önünde bulundurarak
kendi görüşlerinin mihenge vurulması konusunu özellikle
15
söylemişler-belirtmişlerdir. Minenk de kuşkusuz Kuransünnet ve salim akıldır.
Ebu Hanife‟den şöyle nakledilmiştir:
“Bu benim görüşümdür. Seçtiğim ve beğendiğim en iyi
görüştür. Eğer biri bundan daha iyi bir görüş getirirse ben
kendim onu kabul ederim. Ve her kim hangi delile
dayandığımı bilmeden benim görüşümle fetva verirse,
günah bir fiil işlemiş olur.” (Elimam Essadık, ustad esed
haydar, c. 1. S.175.)
İmam Malik Bin Enes bu konuda şöyle der:
“ Ben sadece bir beşerim. Doğru da hata da yapabilirim.
Şu halde sözlerimi Kuran ve Sünnete arz edin.” (Bkz.
Aynı eser.)
İmam Şafii şöyle demiştir:
“ Benim sözüme aykırı bir hadis bulduğunuzda sözlerimi
duvara vurun.”( Bkz. Aynı eser.)
İbn Hanbel de bu konuda şunları söylemektedir:
“Hiçbir ayet ya da sahih bir hadisi sahabe ya da bir
mezhep
önderinin
sözleri
karşısında
geçersiz
saymamalısınız. Eğer birisi böyle yaparsa yoldan sapmış
ve Allahın dininden çıkmış demektir.”( Bkz. Aynı
eser.)Yine İmam Hanbel‟den: “ ne beni ne maliki ne
evzaiyi ne de başka hiç kimseyi taklit etmeyin. Dini
ahkâmınızı Kuran ve Sünnetten elde ediniz.”
( Risaletuislam. Ustad şeyh Muhammed. Ezher de ustad.
Sekizinci yıl. S. 187. )
16
Üstad Bediüzzaman ise kendi fikirleri-görüşleri hakkında
açık ve seçik olarak özellikle şu hususu belirtmiştir.
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i
haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse
demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan
almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta
benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip
tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya
bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen
sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size
söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge
vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır
çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız,
bana reddediniz, gönderiniz.” (Münazarat, Sualler ve
Cevaplar.)
İmamlar-alimler kendilerinin konumlarını bu şekilde
gayet açık bir şekilde izah ederek açıklığa
kavuşturmuşlardır. Kraldan daha çok kralcı olmak ise
kendini avutmaktan başka bir anlam ifade etmektedir.
Hayal dünyasında yaşamanın anlamı yoktur.
Caheletin mazeret olup olmayacağı tartışma konusu
olmuştur.
Eğer
cehalet-bilmeme
ihmalden
kaynaklanıyorsa mazaret olarak kabul edilebilir. Ama
bilgisizlik ihmalden kaynaklanıyorsa bu durum mazeret
değil kabahat olarak görülerek ilahi cezayı gerektirir.
Ayetullah Sistani ve İmam Humeyni‟nin ilmihallerinde
cahil‟in iki kategoride ele alınmıştır. Yani:
Cahil-i Kasır (=Suçsuz Cahil): Bilmemesi mazerete
dayalı olan cahil; yani Allah'ın hükümlerini öğrenme
imkânı bulamayan veyahut kendisini bilir sanan ancak
gerçekte bilmeyen kimse.
17
Cahil-i Mukassır (=Suçlu Cahil): Geçerli mazereti
olmadan öğrenmeyen ve cahil kalan kimse; yani öğrenme
imkânı olduğu hâlde ihmal edip hükümleri öğrenmeyen
kimse.
İmam Seyiid Ali Hamaney‟e sorulan bir soruya verdiği
cevap ise şöyledir:
Soru- Kasır cahilden maksat nedir?
Cevap: Kasır cahil, yaptığı işin hatalı olduğuna ihtimal
vermeyen veya soru sorma imkanı olmayan şahsa denir.
Fakat
hakikatı
bulamayan
mustazaflar
(kasır
cahiller, zihinsel özürlüler, çocuklar vs.) ilahi hükmü ve
büyük rahmete şamil olmayı bekleyecekler. Onlar için
özel durum söz konusudur.
Kasır cahil, hakkın kendisine ulaşmadığı ve hakkı
bulmak için ihmalkarlıkta yapmayan kimsedir. Bu
yüzden bir günahı yoktur. Zira bu durumda ona ilahi
hüccet tamam olmamıştır ve ilahi hüccetin tamam
olmadığı kimseyi de Allah-u Teala'nın cezalandırması
mümkün değildi.
Buna göre en az üç grup kasır cahil olarak düşünülebilir:
a) Kimileri var ki bulundukları muhit vb. durumlardan
dolayı hak kendilerine ulaşmıyor.
b) Düşünce mustazafları; böyleleri hakikatleri
derkedemeyen kimselerdir, onların düşünme ufukları
açık değildir.
c) Kimileri de cehl-i mürekkeptir ve kesinlikle
bildiklerini zannediyorlar. Oysa yanıgı içindedirler.
İlahi azaba düçar olacak olanlar mukassır cahiller, yani
hakkın kendisine ulaştığı ve bilerek onu reddeden veya
hakka
ulaşma
imkanı
olup
da
bunda
ihmalkarlık eden kimselerdir.
18
Kim mezhepler arasında var olan ihtilaflardan haberdar
olmaz veya haberi olur da araştırmaya ve incelemeye
imkanı ve gücü olmazsa ve tutup gittiği yolda da hiçbir
şüpheye
kapılmadan
emredilenleri
yapar,
yasaklananlardan da uzak durursa, bunlar Allah katında
mazur sayılır ve cenneti de kazanmış olabilirler veya
mustazaflar hükmüne girerek kıyamette imtihana tabi
tutulurlar. Ama eğer hak kendilerine tebliğ edilir,
araştırma ve tahkik etme gücüne de sahip olurlarsa , fakat
taassuptan veya tembellikten veyahut önemsememekten
gereken vazifelerini yapmazlarsa, bunlar Allah katında
mukassır (kusurlu/suçlu) sayılırlar ve gereken cezaya da
tabi tutulacaklardır. Alimlerin, aydınların ve araştırma
gücüne sahip olanların, bunca ihtilafları görüp de hakkın
nerede olduğunu araştırmaz ve bulmaya çalışmazlarsa,
kesinlikle Allah katında mazeretli sayılmazlar.
İmam Ali (a.s) Nehc'ul-Belağa'da şöyle buyuruyor:
"Kendisine hüccet ulaşan, onu kulağıyla duyan ve
kalbiyle ezberleyen kimselere mustazaf adı verilmez."(
Nehc'ul-Belağa, hutbe: 189)
Mustazaflar hakkında Alleme Tabatabai şöyle
demektedir:
Mustazaflık Üzerine
“Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda
cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir
kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan
Allah katında mazurdur.
Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini
bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan
alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına
girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları
19
(zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,
zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini
belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir
nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden
defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç
yetirememek vasfıyla tanımlıyor.
Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu
nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan
bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya
da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır
işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu
bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,
bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir
olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan,
İslâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir
kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler
bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel
olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun
kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ
hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona
kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden
hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir.
Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve
çaresizdir; [içinde bulunduğu olumsuz koşullardan
çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir.
Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve din
düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla kuşatılıp
çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis onu başka
faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti ona
musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine
giren insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir
20
cehaletin pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz
mustazaftır.
Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan
bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca
varıyoruz. Bu anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de
algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği
ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı iyilik lehine,
ettiği kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286) Bu ayet
gereği, hakkında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde
değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir
şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz.
Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün
üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur
görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti
bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor.
Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına ve seçimine
dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda kendi
etkisi ve katkısı olmamalı.
Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak
nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil
insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi],
kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden
kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve
kendisi günahkâr sayılır.
Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi
kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön
davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya
gafleti ya da amel etmemeyi ona dayatan dış
faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk
etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan
günahkâr, taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun
kıvıran müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez.
21
Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir
şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir
şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin iyi ya
da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya
kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya
aleyhine de bir şey yok demektir.
Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş
kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır,
lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir;
onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu,
mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan, "İşte bunları,
umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten
anlaşılmaktadır: "Başkaları da vardır ki Allah'ın emrine
bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları
affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe,
106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.”
Bu konuda yine Alleme Tabatabai şöyle demektedir:
“Hakka karşı inad etmeyerek hakk tecelli ettiği
zaman hemen hakkı kabul edecek, ancak bazı
sebeblerden dolayı hakk meçhul kaldığı için hakka
vukuf etmeyen herhangi bir kişi, mazur sayılıp
Kur‟an‟daki mustaz‟afin kapsamına girerek „kasır‟
ifadesi ile isimlendirilir.”( El Mizan Tefsiri, Tabatabai,
c:5, s:51-52)
Mutahhari de aynı konuyu naklederek sonunda: “Allah
bu „kasır‟ları (vukuf etmeyenlere) azab vermez” diye
vurgulamaktadır.( El Adlül İlahi, s:372 )
Her zaafa uğratılmış kişi mazeret sahibi değildir. Her
insanın koşullar gereği yapabilecekleri vardır. Şartlar
elverdiği oranda mücadele edilmelidir.
22
Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadlallah Mustazafın
Sorumluluğu hakkında şöyle diyor :
Kur‟an
karşımıza,güncel
yaşantımızda
karşılaşabileceğimiz iki tür mustazaf çıkarmaktadır.
Birinci tür mustazaf: Başkalarında gördükleri güç
karşısında kendilerini zayıf bulduklarından kendi
iradeleriyle teslimiyet göstererek zayıflık içerisinde
olanlar.Bu nedenle de düşünce ve hayat alanında güç
unsurunu meydana getirebilecek araçların kendilerinde
bulunmasına rağmen söz konusu duruma isyan
etmeyerek değişim ameliyesini gerçekleştirmeye
çalışmamaktadırlar.Onların hayatı gevşeklik,tembellik
içerisinde geçmekte ve içinde bulundukları zevk ü sefa
ortamını ve sahip oldukları ayrıcalıkları yitirmekten
korkmaktadırlar.
İkinci tür mustazaf: Dünyaya gözlerini açtıklarından
beri başkalarının sahip olduğu ezici güç karşısında
kendilerini kalıcı bir zayıflık hali içerisinde
bulanlar.Kendi hallerinden memnun değillerdir ancak
kendilerini kuşatan objektif şartlar,onları bu durumdan
kurtarmaya ve yeni güç unsurları elde etmeye yardımcı
olmamaktadır.Gerek fikri gerekse pratik hayat alanında
kendi iradeleriyle değil zaruretten dolayı içinde
bulundukları hale teslimiyet göstermektedirler.
Mustazafların sorumlulukları,zayıflık ve acziyetten
kurtulmaya güç yetirebilecek imkanlara sahip olup
olmamalarıyla sınırlandırılmıştır.Aşağıdaki ayet bu
hususta
ifade
edilen
Kur‟ani
ilkeyi
ortaya
koymaktadır:”Allah kişiye gücünden fazla yük
yüklemez.”(Bakara,282)Diğer bir ayet ise şudur:”Allah
ancak insana verdiği imkan ölçüsünde onu sorumlu
23
tutar.”(Talak,7)Bu
nedenle
de
ayet,birinci
tür
mustazafları içinde bulundukları zayıflık durumundan
sorumlu
tutacağını
belirtmektedir.Çünkü
onlar
kendilerini bu durumdan düze çıkartacak,kendilerine
güç,izzet sağlayarak doğru yolu bulmalarına imkan
tanıyacak uygun şartlar yaratmaya güç yetirebildikleri
halde
mevcut
statükoya
teslimiyet
göstermişlerdir.Nitekim bu durum,Kur‟an-ı Kerim‟de
kendi nefislerine zulmeden mustazaflarla melekler
arasında geçen temsili diyalogla çok güzel bir şekilde
tasvir edilmekte ve mustazaflar uyarılmaktadır:”
Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken ne
haldeydiniz derler. Onlar da, yeryüzünde derler, âciz
kişilerdik biz. Melekler, Allah'ın yeri geniş değil miydi
derler, siz de hicret edeydiniz. İşte onlardır yurtları
cehennem olanlar ve orası, ne de kötü bir
yurttur.”(Nisa,97)Ve bir başka ayet:
“Allah yolunda yurdundan göçen, yeryüzünde barınacak
birçok yerler bulur, ferahlığa erer ve kim, Allah ve
Peygamberi uğrunda evinden çıkıp hicret eder de sonra
ona ölüm gelip çatarsa onun ecri Allah'a aittir ve Allah
suçları örter rahîmdir.”(Nisa,100)
Bu ayet-i kerimenin değerlendirilmesi sonucu şunu
söyleyebiliriz ki,İslam‟ın sorumluluğun verilmesinde
mazereti ortadan kaldırıcı olarak gördüğü araçlar,sadece
zalim güçlerle çatışma imkanı veren doğrudan araçlarla
sınırlandırmamıştır.Bilakis uzun vadede hedefe ulaşmayı
mümkün kılan dolaylı araçları da kapsamaktadır,eliyle
müdahale yerine kalbiyle buğz etme gibi.Hatta insanın
fikri ve ameli baskı ortamlarından kurtulup özgürce nefes
alabilmesini sağlayacak ve iradesinin felç edilmesini
24
engelleyecek pasif direniş metodları da bu kapmanın
içine girmektedir.Üzerinde durulması gereken bir başka
husus da insanın içinde bulunduğu baskı ve zulüm
ortamından kurtulması eylemini bizzat kendi şahsi
teşebbüsüyle gerçekleştirebileceği gibi başkalarıyla
ortaklaşa ve onların güçleriyle işbirliğine giderek de
yapabileceğidir.
Mustazaflık halinin kişiler düzeyinde mi yoksa toplum
yada halklar düzeyinde mi olduğu ya da bu zayıf
bırakılmışlık halinin akidede mi yoksa pratik hayatta mı
gerçekleştiği
hususunun pek önemi yoktur.Bundan
dolayı halkların,siyasi ve iktisadi alanda insanları
sömüren emperyalist güçlere,zalim ve azgın unsurlara
karşı savaşımlarının İslami bir vecibe olduğunu söylemek
istiyoruz.Bu savaşım,halkların sahip olduğu güç
çerçevesinde olabileceği gibi,kendi çabaları yada başka
müttefiklerin
işbirliği
içerisinde
de
olabilir.Müslümanların emperyalizme ve tağutlara karşı
direnişte ittifak ettikleri veya yardımlaştıkları grup ya da
toplulukların bizimle aynı akideye sahip olması
gerekmez.İşbirliğinin şartlarının vuku bulması için
sadece bizimle belli bir dönemde ortak olarak
hedeflediğimiz şeylerin bulunması yeterlidir.Ancak
ittifak ettiğimiz güçlerin bizi kullanmaya çalışmayacağı
ve bizim fikri,siyasi ve toplumsal konumumuza zarar
vermeyecek
bir
anlayış
içerisinde
olması
şartıyla.Biz,Müslümanların, başka din mensuplarıyla ya
da bizim sahip olduğumuz ilkelere sahip insan ya da
gruplarla ittifak edebileceklerine inanıyoruz.Ancak bir
şartla:Güçsüz durumda değilsek.Çünkü güçsüz durumda
işbirliğine gitmek,sonuçta bizi güçlünün belirleyeceği
25
şartlara tabi olmaya götürecektir.Tıpkı Osmanlı
yönetiminin zulmünden kurtulmak amacıyla batılı
güçlerle işbirliğine giden,dengelerin batılı güçler lehine
ve Osmanlılar‟ın aleyhine dönmesine yardım eden
Müslümanların durumunda olduğu gibi.Zayıf konumda
bulunduklarından batı ile yaptıkları işbirliği,sonuçta
emperyalistlerin İslam topraklarına girip İslam halklarını
sömürmelerine neden oldu.
Fikirlerin ilkeler temelinde belirlenmesi
zaruridir.Ancak aynı zamanda bizim sahip olduğumuz
imkanların tespiti ve bizim dışımızdaki grupların sahip
oldukları gücün çeşidinin belirlenmesi açısından içinde
bulunulan ve bizi siyasi ve askeri açıdan çevreleyen
koşulların da hassas ve ince bir şekilde incelenmesi
gerektiğini vurguluyor ve işbirliğine gitme olgusunun
dinamiklerini belirleyen içinde bulunulan merhalenin de
iyi bilinmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.Tüm bunlar şu
ya da bu işbirliğinin İslam‟ın yararına mı yoksa zararına
mı olacağını belirleyen durumlardır.Kapsamlı bir
düşünüş ve incelemenin yanında bizim üzerimizde
hakimiyet kurmak amacıyla başkalarının bizi
kullanmasına imkan sağlayan duygusal yöntemlere
teslimiyet göstermemeliyiz.Çünkü siyasal
ortam,genellikle eylemin temeli olan temiz duygulara
prim vermez.Bilakis siyasal alanda hakim olan güçler bu
temiz duyguları hegemonya kurma ve kuşatma amacıyla
sağlam bir strateji çerçevesinde başkalarına etki
etme,onları aldatma ve sömürme vesilesi olarak
görürler…İşte böylece söz konusu alanda hareket eden
bütün zaaf ve güç yöntemlerini öğrenip uyanıklık ve
26
aktivite içinde ve zeki bir şekilde nasıl karşıt güçlerle
ilişkiye geçeceğimizi bilmemiz gerekir.
Fakat az önce belirttiğimiz gibi ikinci türden
mustaafların durumunda olanlar yani bir yere kıpırdama
imkanı olmayan inanç ve fikirde hakikate ulaşmaya güç
yetiremeyen mustazaflar var ya işte bu konuda Allah
onlara kolaylık gösterecektir.Çünkü onlar bu konuda
sorumluluk şartlarını yitirmişlerdir.Ancak onların bu
noktada mazur görülmeleri,kişinin kendisini güç
yetiremez bir kişi olarak hissetmesinin,insanın sahip
olduğu imkanların iyice tetkik edilip araştırılmamasından
kaynaklanan
bir
durum
olabileceğini
de
hatırlatmaktadır.İşte böylece insanın umutla korku
arasında kalması ve vakıanın kapsamlı ve derin bir
şekilde araştırılmasıyla hayatta adımların mesuliyetle
atılması için sürekli bir muhasebe,sorgulama ve tetkik
konumunda kalması istenmektedir.
Dünyada iki grup insan vardır: Mustazaflar
ve
müstekbirler . Mustazaflar-ezilenler-zaafa uğramışlarhorlananlar-sömürülenler
ile
müstekbirler-ezenlerbüyüklenenler-sömürenler arasında tarihi bir mücadele
bulunmaktadır. İslami ve insani açıdan mazlumun dini
sorulmaz-sorgulanmaz. Zulüme uğrayan zayıf bırakılmış
insanlara yardım etmek her özgür-hür insanın en önemli
vazifesidir. Müslümanlar en önemli görevi-sorumluluğu
dünyada zulümden eser kalmayıncaya kadar mücadele
etmektir. Dinimiz mazlumun dostu zalimin hasmı
olmamızı bize öğütlemektedir-emretmektedir. Zulüm
edenlerin yanında olmak bir yana onlara meyletmek bile
27
ilahi cezayı gerektirir. Kur‟an‟da bu husus önemle
belirtilmektedir.
Emperyal heveslere kapılmak tarihte birçok kralınısırıcı sultanın yakalandığı hastalıklardandır. Müslüman
olarak kendini lanse edilen birçok lider bu hevese
kapıldığından en yakınındaki insanların bile göz yaşına
bakmadan katletmişler-öldürmüşlerdir. Kendilerini yarı
tanrı veya Allah‟ın gölgesi olarak gören bu sultanlar
dokunulmazlık zırhına bürünerek her türlü zulme kılıf
bulmuş-meşrutiyet kazandırmışlardır. Emeviler‟den Suud
kralı kadar konjöktür hep bu esas özere olmuştur.
Dünya halklarını sömürmek bazen ulusal çıkarlar bazen
de yapay düşman senaryoları bahane edilerek
yumuşatılmış-çekicileştirilmiştir.
Müslümanın
müslümana kılıç çekmesine bile fetva verilmiş-caiz
bilinmiş. Tüm bunlar yönetici bir grubun istekleri
doğrultusunda yapılmıştır. Bu aşamada-süreçte saray
mollaları önemli bir rol oynamışlardır. Böylece şeytanın
sağdan yanaşması yani yapılanlar dini argümanlar
üzerine bina edilerek halklar kandırılıyor. İnsanların özüsözü-ameline bakmayıp taktik icabı yaptıkları şekilsel
ibadetlere odaklanıldığından
aldanmışlıkların önü
alınamıyor.
Günümüzde ise Müslümanlar arasındaki birlikberaberliğinin önünde en büyük engel tekfirçilik
düşüncesi bulunmaktadır. Emperyalist ins-i şeytanlara en
çok hizmet eden zihniyet bu anlayıştır. Müslümanı
müslümana veya dünya ezilmiş halklarını birbirine
kırdırtarak yolunu bulma-sömürme projesinin belini
kıracak düşüncelere-ilaçlara ihtiyacımız bulunmaktadır.
Bu ideolojik alt yapıya sahip olmakla birlikte parçaların
yan yana getirilme ve bütünleştirilememesi sorunu
28
bulunmaktadır. Müslümanlar tarih boyunca birbirleriyle
uğraşmaktan ne kendi içlerinde bir vahdet sağlayabildi ne
de dünya mustazaf halklara bir açılım gerçekleştirebildi.
İran devrimi ülke içindeki tüm grupların dayanışması ile
yapıldı. Sunni ve şii kardeşlerin kol kola girmesi bu
devrimin olmasında en önemli rolü oynadı. İnkılap
devrim sonrası tüm Müslümanlar ve mustazaflar ile
birlikte yeni bir dünya düzeni kurmak için girişimler
başlatmıştır. Bu proje her ne kadar da emperyalist
bağlılar eliyle gerek direk tavır alarak gerekse de içi
sulandırılarak örtülü bir mücadele şeklinde akamete
uğratılmaya çalışılsa da bir gün Allah‟ın yardımı ve
halkın uyanışı sayesinde gerçekleşecektir. Dinimizde
müslümanlar arası vahdete ve diğer din mensupları ile
birlikte hareket etmeyi sağlayan ideolojik alt yapı
bulunmaktadır.
Müslümanlar arasında dışlayıcı-ötekileştirici bir fikri
yapı olamaz ve bu durum asla kabul edilemez. Mezhepler
arası veya cemaatler arası düşmanca tavırlar tamamen
cehaletten kaynaklanmaktadır. Bir birini tanımamak
bunun en büyük sebebidir. Mezhep imamları bir birlerine
karşı hiçbir zaman düşmanca tavır sergilememiş bilakis
birbirlerinden ilim almışlardır. İnkılap ile birlikte ısırıcı
sultanlar dönemi tarihe gömülmüş ve yeni bir durum
ortaya çıkmıştır. Müslümanların tarihi boyunca bu
kutuplaşmalardan hep zalim sultanlar karlı çıkmışlardır.
Bu bilinen-aşikar bir durumdur. Günümüzde de Siyonistemperyalist çevrelerin, para babalarının medya
tiranlarının oyunları bu amaca binaendir. Artık bu tarihi
lekeden ve kullanılmışlıktan sıyrılmak ve uyanmak
zamanıdır. Allah (cc) bize kafamızı turşu yapalım diye
değil çalıştırmak için vermiştir. Başımızı kaldırıp
29
dünyada neler olduğuna bakmamız gerekmektedir. Bu
çoktan beri olması ama bir türlü tam olarak
gerçekleştirmemiz gereken bir gerçekliktir.
İkinci aşama olarak dünya ezilmiş halklarına
cehennemlik gözü ile bakıp dışlayıcı bir tavır takınmayı
da bir kenara koymamız gerekiyor. Örneğin ilahi takdir
gereği
annemiz-babamız Müslüman bir beldede
doğmayıp Hindistan da doğmuş olsa, bir Hintli Budist de
Müslüman bir belde de doğmuş olsaydı acaba bu iki
kesimin inançları bu günkü halleri üzere olur muydu? Bu
gerçektenden çok küçük bir ihtimaldir. Yani böylesi bir
mekan değişikliğinde annemiz-babamız iyi bir Budist
olur o hintli de iyi bir Müslüman olurdu. Demek ki
burada mekanın inanç üzerinde etkisi bulunmaktadır.
Peki hakka ulaşamayan hintli budistin suçu nedir? Neden
İslami bir bilinçten yoksun olan ya da diğer dinler
hakkında bir incelemesi olmayan annemizi-babamızı
Müslüman-cennetlik aynı pozisyonda olan gariban dindar
Budist cehennemlik olsun? Demek ki bu denklemde bir
yanlışlık vardır. İnkılap bu anlayışı kırdı-darmadağın etti.
Devlet siyaseti olarak mustazaf insanlara bu anlayışla
yaklaşan İran dışında bir devlet bulunmamaktadır.
İnkılabın elinde sağlam bir tezi ve somut adımlarıhamleleri bulunmaktadır. Diğer mekteplerde de her ne
kadar da bu anlayışta olan görüşler varsa da pek
bilinmediğinden ya da zıt görüşü de kendi içinde
barındırdığında ortak bir noktada buluşulamamıştır. Ehli
sünnet alimleri ehl-i fetret olarak tanımlanan kesime iki
farklı yaklaşmaktadır.
Maturudî ve Eşarî imamları, “Biz bir resul
gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici
olmayız)” meâlindeki âyet-i kerimede geçen “resul”
30
ifadesine farklı izahlar getirmişler.
Maturudîlere göre, elçiden maksat akıldır. Akıl doğru
ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan
her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın
olması gerektiğini bilmekten sorumlu. Ama ibadete ait
hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret
ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman
için değil amel için geçerlidir.
Ayetullah Seyyid Muhammed Fadlullah da Maturilerle
aynı görüşü paylaşmaktadır. Mustazaflar hakkında şöyle
diyor:
ÇEVRESEL BASKI
…Bu noktada, bazen düşünce boyutu hakkında kullanılan
ve ideolojik, siyasi veya sosyal bir bağlılığı gerektiren;
bazen de haricî gerçeklik boyutu hakkında kullanılan ve
sosyal faaliyet iradesinin daha güçlü bir iradenin etkisi
altında kalması sonucunu doğuran „‟mustazaf‟‟ kavramı
gündeme gelmektedir.
Birinci çevre hakkında, sorulan sorunun cevabını
açabiliriz. Bağrında yaşayan insanın bir başka ihtimal ve
düşüncenin var olabileceğini düşünmesine izin
vermeyecek şekilde kapalı ve hakikat düşüncesine ve
adalet anlayışına aykırı kanaat ve hislere sahip bir
toplumda yaşayıp kendini kuşatan atmosfere kendini
tamamen kaptırmış ve onun dışında gözü hiçbir şey
görmeyen bir insan, aynen kapıları ve pencereleri kapalı
bir odaya kapanan ve o alanda başka bir yeri algılamayan
ve içinde bulunduğu o odadan başka bir dünyanın
olabileceğini tasavvur edemeyen adama benzemektedir.
31
Bir başka ihtimal kapısı olmayan ya da düşünce
riskinden dolayı o kapıyı açmayan ; ancak bu ihtimali
mümkün kılabilecek veya öğrenme düzeyinde olumlu
sonuçlara ulaşabilecek güce sahip olmayan insana İslam
fıkıh literatüründe „‟aciz cahil‟‟ adı verilir; yani ihtimal
kapısının kapalı olması sebebiyle bilgiye ulaşma
araçlarına sahip olamayacak şekilde düşünce veya
hareket alanlarında kişisel bir tasavvura sahip olmayan
cahil.(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid Muhammed
Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.64)
Mazur olan ve olmayanlar
Bilgi çizgisi üzerinde yürüyen insan ise tek bir
düşünceye sahip ve düşünce ve ruh dünyasında ulaşılacak
bir başka ufka yer açmayan insanın aksine birçok
düşünceyi yaşayabilir. Aciz cahil diye isimlendirdiğimiz
insan, mazurdur.‟‟ yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve
göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler,
kadınlar ve çocuklar hariç.‟‟ (Nisa/98) ayeti de buna
işaret etmektedir. Yani ya kişisel ya da pratik bir
eksiklikten dolayı bilgiye ulaşma imkanına sahip
olamayanlar…(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid
Muhammed Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.65)
Elinden geleni yapmak
Doğru olup-olmama ihtimali taşıyan belirli bir sonuca
ulaşmak için bütün çabanı sarf edersen mazur sayılırsın;
ancak diğer ihtimalleri öğrenmek için gevşeklik
gösterirsen „‟ihmalkar cahil‟‟ olursun. İhmalkar cahil ise
ne akıl ne de şeriat açısından mazur sayılmaz. Zira Allahu Teala, kesin bilgiyle ulaşmak için vasıtalar hazırlamışsa
insanların bunları kullanmalarını ve sırf bu vasıtalar
onlara doğal bir şekilde ulaşmadığı bahanesiyle bu
konuda tutuculuk yapmamalarını istemiştir. Bir hadiste,
32
kıyamet günü diriltildiğinde insana „‟niçin amelde
bulunmadın‟‟ diye sorulunca onun „‟bilmiyordum‟‟
cevabı üzerine kendisine „‟öğrenseydin ya‟‟ deneceği,
aktarılmaktadır. ‟‟Üstün delil Allah‟ındır.‟‟ (En‟am-149)
ayeti buna işaret eder.
Burada dikkate değer bir nokta daha bulunmakta.
O da bilgilenme vasıtalarına sahip olmayan ve
yolculuğa çıkma, göç etme, yazışma veya öğrenme
imkanına malik olmayan insanın fıtratı aracılığıyla
ana ilkelerini bulabileceği Allah‟ın
birliği gibi
yalnızca aklıyla ulaşabileceği akidevî konularda Allah
katında hesaba çekileceği meselesidir. Ancak yalnızca
öğrenerek bile bileceği konular söz konusu olduğunda
öğrenebilme vasıtalarını bulamadığı taktirde mazurdur
.(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid Muhammed
Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.66)
Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını
önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek
takdim edelim:
"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet
vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne
imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı
selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir.
Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu
gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ
olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz."
"Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle
vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i
İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana
ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehli fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra
dünyaya geldikleri halde, şâhik-i cebelde veya arzın
33
meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı
İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir."
"Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından
namaz, oruç gibj şer'i ahkâm ile mükellef olmazlar.
Ancak Allah Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması
hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl
ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah
Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i
fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak
olmaz. Nitekim,
"Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz."(İsrâ
Sûresi, 15)
Nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye
Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat
muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü
idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda
bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan
binlerce hilkat bediâlarını görür dururken, bunların azîm
mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz
olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad
ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i
kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün
olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir.
Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine
şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda
hiçbir âkil mazur olamaz."
"Bazı
ulemâya
göre
ehl-i
fetret
üç
kısımdır: Birincisi,zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl
ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir,
bunlar ehl-i cennettir.İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik
ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet
34
üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte
ihtilâf bu kısım hakkındadır. "
Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber
sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman
etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış
fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine
inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden
mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler,
peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla
anlaşılamaz."
"Fetret, kesilme
manasınadır,
peygamberlerin
gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği
zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (as) ile son Peygamber
Hz. Muhammed (sav) arasında geçen zaman için
kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde
yaşayan kimseler denilir."
"Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden
sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ
başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde
yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan
Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar
hükmündedir."
"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından
namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar.
Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup
olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf
akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde
Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret
devri insanları, imân etmemekten dolayı cehenneme
konulmazlar. Nitekim,
"Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.",
35
âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye
imamlarıderler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış
gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu
anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda
bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet
ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken,
bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol
bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği
bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı
değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme
durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin
yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla
öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki
mânâsına gelmez."
"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı
kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri
insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında
yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini
kabul edenlerdir. Bunlar cennetliktir. İkincisi,Cenâb-ı
Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir.
Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal
ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım
hakkındadır."
Eşariler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber”
olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için
sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır.
Âyetin tamamının meali şöyle:
“Kim doğru giderse sırf kendi lehine gider, kim de
sapıklık ederse ancak aleyhine eder. Hiçbir günahkâr,
36
başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve biz resul
gönderinceye kadar azaplandırmayız.” (İsra Sûresi,
17/15)
Kur‟ân-ı Kerim‟de şöyle ifade edilmektedir:
“Cennetle müjdeleyici ve cehennem azabıyla korkutucu
olarak, bir kısım peygamberler gönderdik ki, bu
peygamberlerin gelişinden sonra, insanların (yarın)
kıyamette „bizi imana çağıran olmadı‟ diye Allah‟a bir
hüccet ve özürleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir (Boş
ve faydasız işten münezzeh ve uzaktır)” (en-Nisâ, 165)
Diğer bir âyet de şu mealdedir:
“(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkâr ve
isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği
zaman „Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin
de âyetlerine uyan mü‟minlerden olsaydık ya‟ diyecek
olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik. (Biz
ancak onların bu bahanesini kesmek için seni
gönderdik)” (el-Kasas, 47)
Allah (cc) şöyle demektedir:
“Hem Rabbin, memleketleri, ana noktasında
(merkezinde), kendilerine âyetlerimizi okur bir resul
göndermedikçe helâk etmez. Ve biz, ahalisi zalimler
olan memleketlerden başkasını helâk edici
değiliz.“ (Kasas Sûresi, 28/59)
Demek ki peygamber gönderildikten, hak açık beyan
olduktan sonra inadıda küfrü seçen bir kavim helak olur.
Şu âyet-i kerime bize bu hususta ışık tutar:
“O kâfirler bölükler hâlinde cehenneme sürülürler. Oraya
geldikleri zaman (cehennemin) kapıları açılır.
(Cehennem) bekçileri onlara derler: Size içinizden
Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı
37
ihtar eden peygamberler gelmedi mi? Evet geldi, derler.
Ama azap sözü kafirler üzerine hak olmuştur.” (Zümer,
39/71)
“Biz hiç bir ümmete, kendilerine peygamber
göndermedikçe azab etmeyiz.” (el-İsrâ, 15)
Müfessir Cessâs, Ahkâmü‟l-Kur‟an adlı eserinde, bu
âyeti: “Cenâb-ı Hak peygamber lisaniyle kendi varlığına
ve birliğine delil getirmedikçe azab etmez” mânâsında
izah etmiştir. (Tecrid terc., IV/539)
Bu iki görüş birbirleriyle çakışıyor. Fikri zıtlaşmakutuplaşmadan dolayı mustazaf halklara yönelik yeni
açılımların önü kapanıyor. Esnek yapı kırılgan hale
geldiğinden yeni durumlar karşısında işlerliğini
kaybediyor. Bu ise yeni açılımların önünde büyük bir
engel teşkil etmektedir. Üstad Bediüzzamman fıkhi alt
yapısı bulunan mustazaflara-mazlumlara sıcak yaklaşımı
bu kırılgan yapının eninde sonunda esnek hale geleceğini
göstermektedir. Batıl-yanlış olan yaklaşım hak-doğru
yaklaşımın önünde dayanamayacak ve yok olmaya yüz
tutacaktır. Aklın yolu birdir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini
nakletmekte fayda görüyoruz:
"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i
Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve
madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi
hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette
şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya
(A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri
felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik)
denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve
zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri
altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar
38
hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve
felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara
keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye
hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler,
mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye
için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve
hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise,
elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait)
neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında
medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî,
Kastamonu Lahikası, s. 103.)
Üstad bir soru münasebetiyle de şöyle buyurur:
“Fakat zaman-ı fetrette ve mâ künnâ muazzibîne
hattâ nebase rasulâ sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i
necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından
muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce;
küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i
necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi,
ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve müruru zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i
fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür,
etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için
hüccet olamaz.” (Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup,
Sekizinci Risale)
Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:
"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı
ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği
içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre,
bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul
olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber
gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber
39
gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin
mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet
bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan,
zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli
kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i
fetret sayılırlar ve azab görmezler."
Hiristiyan olan ehl-i kitap mensuplarından bir kısmı ehl-i
fetret‟tir
ve
bunlara
cehennemlik
gözüyle
bakılmamalıdır. Birtakım engellerden dolayı hak
kendilerine tam olarak belli olmayan ama özü itibariyle
temiz olan hiristiyan dahi olsa mazur olma durumu
vardır. Eğer mazeret ortadan kalkarsa bu bakış tamamen
tersine döner. Yani inadına küfrü seçme-hakkı
kabullenmeme kişiden zaruret halinin düşmesine-sakıt
olmasına neden olur. Bu durumda bu şahıs bilakis
cehennemin ortasındadır. Allah (cc) şöyle demektedir:
“Hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde doğruluk üzere
bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin
saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah‟ın
âyetlerini okurlar.
Allah‟a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de
birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardır.
Onlar ne hayır işlerse karşılıksız
bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği gibi
sakınanları bilir.” (Al-i İmran 113-114-115)
Ehl-i fetretin ahiretteki konumu hakkında İmam-ı
Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu
tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan
Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan
Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
40
"İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki
Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i
İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak
memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti
ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
a. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış
olanlar.
b. Hz. Peygamber (sav)'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği
mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine
komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan
kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
c. Bu iki derece arasında bulunan gurupdur. Hz.
Peygamber (sav)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve
hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz.
Peygamber (sav)'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi
Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik
iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı
bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının
biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini
iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan
okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre
bunların durumu birinci gurupta olanların durumu
gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asv)'in ismini,
haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte
duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı
düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."[İmam-ı Gazali,
İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 6061.]
İmam-ı Gazali bu hususta şöyle der:
“İnsan aklı, öldürücü zehirle faydalı ilaçlan birbirinden
ayırmaya yetmediği ve mutlaka bir doktora veya eczacıya
ihtiyaç duyduğu gibi, dünya ve âhirette kendisini
41
kurtuluşa erdirecek inanç ve amelleri de kendi başına
bilip bulamaz. Kendisini felâkete ve şekavete düşürecek
işlerden, saadete ulaştıracak işleri açık olarak ayıramaz.
Mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. O mürşid de
peygamberlerdir.” (Gazali, İhya ter., I, 291.)
İmam Gazali Hazretleri kısaca şöyle demektedir:
“Peygamberin gönderildiğini bilmeyenler; bunlar ehl-i
necattır. Bilip de inkâr edenler; bunlar ehl-i cehennemdir.
Duyan fakat tahkik etmeyen, yanlış işitenler; bunların da
necat ehli olması ümit edilir.”
Müslüman beldelerden uzakta yaşayan ve kendilerine
islamın tebliğ edilmediği insanlar amel konusunda
mükellef değildir. Bu kelami ekollerin ortak yargısıkanaatidir. Ama akıllarıyla Allah‟ı bulup-bulamama
konusu tartışma konusu olmuştur. Gerçi günümüze kadar
komünist ideoloji hariç tutulursa tüm toplumlarda Allah
inancı var olmuştur. Komünist ideoloji bile halklara baskı
sonucu ve ilmi çarptırmalarla kabul ettirilmeye çalışılmış
ise de toplumların fıtratı bu ideolojiyi hazmedememişkabul etmemişler ve de bu ideoloji yok olmuştur. Tüm
toplumlar bir yaratıcının var olduğu konusunda
hemfikirdirler. Ama bu yaratıcı tanıma ve tanımlama
konusunda çelişkiye düşmüşlerdir. Bazen birden çok
yaratıcı olduğu varsayıma kapılmışlar bazen de yaratıcıyı
somut olarak bir varlığa benzetme yanılgısına
kapılmışlardır. Bu durum peygamberlerin gelişine kadar
devam etmiştir. Peygamberlerin en büyük hedefi tevhit
inancının doğru olarak algılanmasına yardımcı olmaktır.
Bu inancı oluşturmak içinde birçok sağlam delil topluma
sunulmuştur. Böylece hüccet tamamlanmış olmaktadır.
42
Birçok kavmin helak olma nedeni de kendilerine hüccetin
tamam olmasıdır.
Kendilerine hüccet tamam olan insanların tevhid inancını
kabul etmeme durumunda cehennemlik olacağı açıktır.
Burada bile bile, göz göre göre delaleti tercih söz
konusudur. Ama kendilerine peygamber gönderilmemiş
ve çarpık bir tevhid inancına sahip insanların ise özel bir
durumu-konumu vardır.
Kendilerine peygamber-rehber-öğretmen gönderilen ve
gönderilmeyen iki toplum aynı tevhid inanışına sahip
olacak diye bir yargı ilahi adaletle bağdaşmaz. Biri
yıldızların ve ayın ışığından bile mahrum olan zifiri
karanlıkta yürüyen bir insan diğeri güneşin ışığında
yürüyen insan gibidir. Adalet ve insaf nazarıyla durumlar
tahlil edilmelidir. Bu meselenin düşünce boyutudur.
Şimdi de olayın vicdani-kalbi-duygusal yönüne parmak
basalım. Kendisine tebliğ ulaşmamış peygamberin annebaba ve dedesinin konumu nasıldır? İki farklı bakış
sergilenirse daha insaflı olan görüş ortaya çıkacaktır. Söz
konusu peygamberimiz olduğunda insanlar olaya daha
insaflı yaklaşacaklardır. Hiç kuşkusuz dünyadaki tüm
anne-baba ve dedeler insan olma açısından
peygamberimizin ailesi kadar değerlidir. Manevi açıdan
peygamberin aile fertleri aziz de olsalar insani boyutta
bunların konumu açısından bir fark yoktur. Peygamberin
ailesinin konumu hakkında iki farklı düşünce
bulunmaktadır. Kimilerine göre peygamberin anne-baba
ve
dedesi
cehennemliktir,
müşrik
olarak
ölmüşlerdir.Örneğin:
Ebu Hureyre (r.a)‟tan rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v), annesinin kabrini ziyaret edip ağladı.
Beraberindekileri de ağlattı. Sonra:
43
-„Annemin bağışlanması için Rabbimden izin istedim.
Fakat bana izin vermedi. Kabrini ziyaret için ziyaret
etmek için izin istedim. Bu konuda bana izin verildi.
Dolayısıyla sizler de kabirleri ziyaret edin. Çünkü
kabirleri ziyaret etmek, ölümü hatırlatır.‟ buyurdu.
(Sahîh-i Muslim Karınca&Polen yay. Sayfa:404,
646.hadis)
Enes b. Mâlik (r.a)‟tan rivayet edilmiştir:
“Bir adam (Resulullah‟a):
-„Ey Allah‟ın resulü!Babam nerededir?‟ diye sordu.
Resulullah (s.a.v):
-„Cehennemdedir‟ buyurdu.
Bunun üzerine adam dönüp gidince Resulullah (s.a.v) o
adamı geri çağırtıp
-„Benim babam da, senin babanda cehennemdedir‟
buyurdu.” (Sahîh-i Muslim Karınca&Polen yay.
Sayfa:131, 98.hadis)
Tarihi okumalarımızdan bu adamın Ebu Leheb olduğunu
açıktır. Yani bu Abdulmuttalip‟inde cehennemlik olduğu
anlamına gelmektedir.
Peygamberin annesi, babası ve dedesi bu hadislere göre
kafirdirler ve cehennemliktirler. (Haşa!) Peki neden?
Çünkü iman etmemişler. Neresinden tutarsan oradan
akacaktır. Bunlara tebliğ edildi de ret mi ettiler? Bu
insanlar Mekke‟nin en temizleri değil miydi?
Diğer bir görüş ise peygamberin anne-baba ve dedesinin
fetret ehli olmaları hasebiyle cennet ehli olacağıdır.
Çünkü kendilerine tebliğ ulaşmamıştır. Ama bu insanlar
güçleri ve imkanları nispetinde hak olana ulaşmaya
çalışmışlardır. İnsani erdem ve faziletin zirvelerine
çıkmışlardır. Bu insanlar günümüzde yaşamış olsalardı
44
hiç kuşkusuz büyük insanlar arasında yerlerini alırlardı.
Yaşamları-yaşayışları buna en iyi delildir.
Peygamber Efendimizin ana-baba ve dedelerinin ehl-i
cennet ve ehl-i necat olduğuna en kuvvetli delil olarak bu
husus ileri sürülmektedir. Zira onlar Resûlüllah‟ın
nübüvvetinden evvel, fetret zamanında vefat etmişlerdir.
İslâm âlimleri ittifakla şu hususu belirtmişlerdir.
"Hazret-i İbrâhim'den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekremi
(a.s.m.) netice veren nûrânî silsilenin fertlerinin hiçbiri,
hak dinin nûruna lâkayd kalmamışlar ve küfrün
karanlıklarına mağlûp olmamışlardı. Hiçbirinin temiz
gönlü şirk ve küfür ile kirlenmemiştir."( Mektubat s.397;
Tecrid Tercemesi, 4/537)
"Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peder ve vâlideleri ehl-i
necâttır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmândır. Cenâb-ı Hak,
Habîb-i Ekreminin mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı
ferzendâne
şefkatini
elbette
rencide
etmez."(
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.398)
Birgün, birisi büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî'ye,
"Peygamberimiz (s.a.v.)in baba ve annesi Cehennemde
midir?" diye sorar.
Münevî Hazretleri hiddetle,
"Resûl-i Ekremin peder ve vâlidesi fetret zamanında
vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise
azap yoktur" cevabını verir.( Tecrid Tercemesi, 4/539)
Sonuç olarak ehli fetret ehli necattır, diyebiliriz. Ki bizim
üzerine bina ettiğimiz tez de budur. Ama her ehli
fetretin de cennetlik olduğu yargısına da karşıyız. Eğer
ehli fetret olan kişi gücü nispetinde hakkın-doğrunun
45
hizmetinde
oldukça
kurtulanlardan
olacağını
söylemekteyiz. Tüm güç ve imkanlarını sarf etmelerine
rağmen yanılgıya bile düşseler, bu insanlar ilahi
mağfirete mazhar olacaklardır.(inşallah) Bu konuda çok
sağlam akli ve nakli deliller bulunmaktadır.
Mustazafların konumu hakkında Alleme Muhammed
Hüseyin TABATABAİ (r.a) tefsirinde şunları
belirtmiştir:
MUSTAZAFLIK ÜZERİNE
Nisa Suresi:
97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını
alırken; "Ne yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz
yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar
idik." diye cevap verirler. Melekler de, "Allah'ın yeri
geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"
46
derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası
ne kötü bir varış yeridir!
98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan
(gerçekten) âciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye
gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar
müstesnadır.
99- İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok
affedici ve bağışlayıcıdır.
100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde
gidecek birçok yer ve genişlik (bolluk ve imkân)
bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek
evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık
onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar
idik, diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş
değil miydi?
Onda hicret etseydiniz ya!' derler."
Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan
yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan
kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip olmayan
kimselerdir. Bu yüzden sebebi[yani, dini yaşamamalarına
sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını
anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap
veriyorlar.
Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir
47
yerde dini yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu
müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor,
güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin
öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya
geçirerek
pratik
hayatta
yaşamalarına
imkân
vermiyorlardı.
Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları,
kendilerinin şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor
olmalarından kaynaklanıyordu.
Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun
müşriklerin egemenlikleri altında olmasından ileri
geliyordu. Ancak [ortada bir başka gerçek de var. O da şu
ki,] o egemen müşrikler dünyanın her tarafına ve onların
yaşadıkları yerin dışında başka yerlere de egemen
değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda
mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları
sadece içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da,
o yurdu terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek
ellerindeydi.
Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını
yalanlayarak yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın
arzının da, içinde yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden
çok daha geniş olduğunu vurgulayarak bahanelerini boşa
çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek suretiyle zayıf
düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları
mümkündü.
Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri
olduğu için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek
ki bu durumu, kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.
48
"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz
ya!" cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?"
ifadesinde olduğu gibi, ayıplama ve kınama amaçlıdır.
Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin ilgili ayetlerinin
akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin
["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel
açıdan nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması
mümkündür.
Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru,
hem zalimlere, hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve
kınama amaçlı değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş
degil miydi?..."], her hâlükârda kınama amacına
yöneliktir.
Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada
yüce Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları
imana ve amele davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten
sonraki "Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde
gidecek birçok yer ve genişlik bulur." ayeti de bu gerçeğe
işaret etmektedir.
Yerin
"geniş"
olarak
nitelendirilmesi,
hicret
etmeyi; "Onda hicret etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde
kullanmayı gerektirmiştir. Yani, yerin bir bölgesinden bir
diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet genişlik
tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret
etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.
Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini
gözler önüne serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte
onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir
varış yeridir!"
49
"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup
zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna
münkatı yani kopuk istisnadır. Bunlarla ilgili olarak
ayette söz konusu edilen anlamda "zayıf bırakılmışlar"
(mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda
[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında mustazaf olmadıklarına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar
zayıflık kaydını üzerlerinden kaldırabilecek güçtedirler.
Asıl zayıflar, bu ayette sözü edilenlerdir. Erkekler,
kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya
gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış
algılamalara meydan vermeme amacına yöneliktir.
"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol
bulamayanlar" ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle"
kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil
ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet
anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında
bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade
eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme
anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir.
Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili
olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök
anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında
belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.
Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar,
müşriklerin kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı
baskıyı engellemeye güç yetiremiyorlar; onların bu tür
baskılarını defetmek için hiçbir engel bulamıyorlar.
Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde
50
etme imkânına da sahip değiller."
Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı
geneldir; gözle görülen ve görülmeyen her türlü yolu
[yani, tüm çare yollarını] kapsamına almaktadır. Şöyle ki;
bu kavram burada, anlam olarak Mekkeli Müslümanların
Medine'ye hicret etmek için kullandıkları normal yol gibi
maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.
Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin
elinden, işkence ve fitnelerine duçar ederek zayıf
düşürme girişimlerinden kurtaracak her türlü çözüm
yoludur.
Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda
cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir
kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan
Allah katında mazurdur.
Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini
bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan
alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına
girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra
mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin
dışında tutuyor, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini
kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da
kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli
kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir
çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.
Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu
nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir
âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da
bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır
51
işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu
bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,
bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir
olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan,
Islâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir
kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler
bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel
olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun
kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ
hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona
kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden
hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir.
Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve
çaresizdir; [içinde bulunduğu olumsuz koşullardan
çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir.
Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve
din düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla
kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis
onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de
gafleti ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir
gafletin etkisine giren insan artık hiçbir çareye güç
yetirmez ve böyle bir cehaletin pençesindeki insan da
hiçbir yol bulmaz mustazaftır.
Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan
bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca
varıyoruz. Bu anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de
algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettigi
ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı iyilik lehine,
ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)
52
Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü
dâhilinde değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın
yapamadığı bir şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz.
Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün
üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur
görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti
bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor.
Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına
ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden
alıkonuluşunda kendi etkisi ve katkısı olmamalı.
Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak
nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil
insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi],
kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden
kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve
kendisi günahkâr sayılır.
Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi
kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön
davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti
ya da amel etmemeyi ona dayatan dış faktörlerden
kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk etmişlik kişinin
tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,
taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran
müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez.
Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir
şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir
şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin
53
iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya
kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya
aleyhine de bir şey yok demektir.
Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş
kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır,
lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir;
onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu,
mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan, "İşte bunları,
umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten
anlaşılmaktadır: "Başkaları da vardır ki Allah'ın emrine
bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları
affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."
(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar,
bilmeyişleri bir mazerete dayandığı için kötülüğü
kazanmamışlardır. Ancak daha önce de vurguladığımız
gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında hareket
etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması
onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu
durumdaki bir insan, iyi olsun, bozguncu olsun ya da
hiçbiri olmasın, özü itibariyle mutsuzluğun izlerini silip
etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni değildir. Yüce
Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]
onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe
yönelik bir işarettir.
Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip
ardından, affın onları kapsayacağına yönelik bir işaret
içeren "Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." ifadesine
54
yer verilmiş
olması, onların, "varacakları yer
cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,
yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı
vaat edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde
zikredilmiş olmalarından dolayıdır.
"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek
birçok yer ve genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen
"murâğemen" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili
olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-Reğâm", yumuşak
toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin
rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu
gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü"
şeklinde de kullanılır.
Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti
buna örnektir:
"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.
Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."
Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut
etme" ifadesinin
kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine
dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu
enfehuve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona
kızdı",
"Râğamehu=iki
kişi
birbirini
kızdırıp
öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu
sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.
Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip
münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı.
Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde
gidecek birçok yer... bulur."
55
"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren
kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu
tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona
yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı
burada sona erdi.]
Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Kim Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini
yaşamak suretiyle O'nun rızasını elde etmek amacıyla
hicret ederse, yeryüzünde bu amacını gerçekleştirmesine
elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman Allah'ın dinini
pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,
dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,
onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele
vermek amacıyla oradan hicret ederek başka bir yerde
dinini özgürce yaşama imkânını, ayrıca yeryüzünde
genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.
Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş
değil miydi?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı
konumunda olan bu ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah
yolunda ifadesine yer vermeksizin], "Hicret eden kimse
yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde
olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî
yolu sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir
gerekçesi olarak "birçok gidecek yer" ifadesine de ek
olarak yer verilmesi nedeniyle, "hicret etme" de "Allah
yolunda olmak" şeklinde kayda bağlanmıştır ki, ifadenin
ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise, şirk düzeninin
egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam eden
müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları
tahrik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve
56
[moral destek sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya
yönelik bir mesaj konumundadır.
"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden
çıkar..." Allah ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını
ve Peygamberin sünnetini öğrenip amel etme imkânı
bulunan Islâm yurduna hicret etmekten kinayedir.
Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal
biçimde vuku bulması ve beklenmedik şekilde
gerçekleşmesinden kinayedir.
[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada
kastedilmemiştir.]
Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı
olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin
ardından koşup ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın
ölümü, insandan geri kalmamıştır ki, ardından gelip ona
varmış olsun.]
Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın
O'nun için gerekli olması ve bunu uhdesine alması
demektir. Demek ki orada güzel bir ecir, sınırsız bir
sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde kesinlikle
hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,
kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin
aciz bırakamadığı ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin
engelleyemediği ulûhiyet makamıyla gerçekleştirir. Ve O
sözünden dönmez. Ayetin, "Allah da çok bağışlayıcı ve
esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül ve sevabın
eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir
parçası olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.
57
Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle
iman iddiasında bulunanları, iman yurdunda ve şirk
yurdunda yaşıyor olmak bakımından çeşitli kısımlara
ayırıyor ve bu grupların her birinin konumuna uygun
olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.
Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret
etmeye yönelik bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda
toplanılması, İslâm toplumunun güçlendirilmesi, iyilik ve
takva üzere birlik ve dayanışma içinde olunması, hak
mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din sancağının
dalgalandırılması amacıyla yapıyor.
Bunlar içinde bir grup İslâm yurdunda yaşıyor.
Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler,
mazeretsiz oturanlar ve bir mazereti bulunduğu için
oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine
de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat
edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.
Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar
zalimdirler. Allah yolunda hicret etmezler. Bu yüzden
varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış
yeridir!
Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf
düşürülmüş bir grup vardır. Bir çözüm bulma
imkânından yoksundurlar, bir çıkış yolu da bulamıyorlar.
Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen
ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır.İşte bunları, yüce
Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan
bir diğer grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek
üzere evlerinden çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip
58
yetişen kimselerdir. Ki bunların ecri, mükâfatı Allah'a
düşer.
İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında
Medine'ye hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme
tekabül eden Arap yarımadasındaki Müslümanların
durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin içeriği bütün
zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O
dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı İslâm
yurduydu, Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede
Müslümanlar dinlerini özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik
gruplar ve diğer dinlere mensup topluluklar da burada
yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri akitlerden dolayı
Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle
aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.
Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin
temsil ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi
ve buraları putperest inanç sistemleri doğrultusunda idare
ediyorlardı. Müşrikler bu topraklarda yaşayan
Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı yoğun
baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,
dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma
tatbik ediyorlardı.
Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için
geçerlidir. Buna
göre bir Müslüman dinini
öğrenebileceği, dininin şiarlarını
egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte
uygulayabileceği bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir
yerde dinini öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte
uygulamasına izin verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu
olsun veya şirk yurdu fark etmez- oradan hicret etmekle
59
yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler değişime
uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı ortadan
kaybolmuştur. İnsanların dini sadece kimliklerinde
yazılır olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık.
İslâm isimlendirmesinde İslâmî öğretilere inanmak ve
İslâmî hükümleri uygulamak ilkesi esas alınmıyor.
Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak
veriyor; İslâm ismini değil. İnsanları, İslâm ruhunu
taşıyan amellere teşvik ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara
değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın değişik ayetlerinde
şöyle buyurmuştur:
"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın
kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla
cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost,
ne de bir yardımcı bulur. Erkek olsun, kadın olsun, her
kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte
onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı
kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz
inananlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden
Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara,
Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar
için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara,
62)
(Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 5.
cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır)
60
61
Download