“Günümüzde dünya, Müslümanların hareketinin liderliğindeki mustazaflar ile Amerika,NATO Ve Siyonizm liderliğindeki müstekbirler arasındaki kutuptur.İki karargah olmuştur ve üçüncü bir karargah yoktur.” Özgürlerin Rehberi İmam Seyyid Ali Hamaney Ahmedinejad: “Chavez, gerçekte halkına hizmet, insani ve devrimci değerleri savunma yolunda bir şehittir” “Hugo Chavez, insanlık, adalet, iman, dürüstlük, aşk ve özgürlük yaşadığı sürece yaşayacak. O, halklar yaşadığı müddetçe yaşayacak, bağımsızlık, sevgi ve adalet için mücadele edecek.” 1 Mustazaf dünya halkları kendilerine uzanacak bir merhamet eli beklentisi içindeyken bu halkların konumu hakkında farklı görüşler ileri atılmıştır. Bu halkların konumu nedir? Bizim bu halklara karşı tutumumuz nasıl olmalıdır? İran İslam devrimi ile birlikte islam ülkelerine devrim ihracı gündeme geldi. Batı emperyalist devletler inkılabın etrafındaki ülkelerde hemen olağan dışı önlemler aldı. Diğer islam ülkelerininde inkılaptan etkilenmesini önlemek için bazen milliyetçilik kartını bazen de mezhep kartını ortaya attılar. Diğer dünya halklarının ise dini nedenden dolayı inkılaptan etkilenmeyeceği sanılıyordu. Böylece bu devrim içinde boğulmuş, ışığının-nurunun önüne geçilmiş olacaklardı. İslam ülkeleri tarih boyunca milliyetçilik hastalığından çok acılar çekmişti. Alimler bu hastalığın bela ve müsibetlerini ve yol açtığı hasarları eserlerinde özellikle belirtmişlerdi. Ama yine de ins-i şeytanın insana bu yandan yanaşmasının tesiri her zaman olmuştur. İnancı zayıf olan insanların bu damarına dokunmak onlarda etki ediyor. Bu insanlar genelde meselelere objektif bakamıyor milliyetçilik perspektifinden bakıyorlar. Bu şeytandan insana geçen bir hastalıktır. Şeytan bu mikrobu insan oğlunun zaaflarından da faydalanarak dünya halklarına kolayca bulaştırabilmektedir. Yine de halkın dini yönünün milliyetçi yönünden daha baskın olduğu göz ardı edilmeyecek bir gerçekliktir. Mezhepçilik belasının çoğu cehaletten kaynaklanmaktadır. Sömürgeci-emperyal güçler insanların cehaletinden faydalanmaktadır. Şeytanın sağdan yanaşmasıyla halkın sanki de iyiliği isteniliyormuş da İslami kılık altında halk diğer mezhep mensuplarına düşman ediliyor. Siyonist güçlerin bir emri 2 ve işaretiyle yerli uşak mollaların-hocaların-şeyhlerin öncülüğünde islam ülkeleri bir birini kırıp geçiriyor. İnkılabın fecr güneşinin önünde milliyetçilik ve mezhepçilik kartı ciddi bir şekilde durmaktadır. Bu iki engelin-perdenin kaldırılması ve islam güneşinin ışıklarının islam ülkelerine yansıtılması gerekmektedir. Müslüman halkların artık kelimelerin sonuna getirilen çık-çik lerden kurtulması gerekiyor. İslamda üstünlüğün milliyet ve mezhepte olmadığını takvada olduğunu kavramaları-fehmetmeleri, akıllarının bir uçuna kazımaları lazımdır. İnkılap ise sadece islam ülkelerine değil tüm dünyaya açılım yapmak niyetindeydi. Çünkü İmam Humeyni sürekli ,ey dünya mustazafları müstekbirlere karşı ayaklanın, diyordu. İmam dünyada iki kutbun olduğunu belirtiyordu. İnkılap safının mustazaflardan yana olduğunu söylüyordu. Aynı inancı taşıdığımız Müslüman halklardan yana olmak elbette anlaşılacak bir durumdu. Sorun aynı inanca sahip olmadığımız diğer dünya milliyetleriyle nasıl olurda aynı cephede buluşacağımızdaydı. Allah‟ın ahirette dahi bizi ayırdığıaynı cepheye koymadığı insanlarla bu dünyada aynı safta yer almamız nasıl mümkün olabilirdi. Aslında Müslümanlar olarak bir yanlışın içinde tarih boyunca sürüklenmişiz. Fıkhi alt yapı olarak var olan ama genel yargı olarak oturmayan bir gerçeklik vardı. İmam bu fıkhi alt yapının farkındaydı ve açılımını ta inkılabın ilk gününden başlattı. İnkılap böylece ikinci cepheyi açıp emperyalist devletlerin etrafı sararak ve bu devletlerde yaşayan halklarla işbirliğine gitti. Bu işbirliği sloganik değil bizzat sağlam temellere dayanan güçlü bir birlikteliktir. 3 İnkılabın etrafını sararak İran‟ı yalnızlaştırmaya çalışan sömürge güçler kendi içlerinden ve dışlarından sarıldığının bir gün farkına varacaktır. Velev ki bunun farkında dahi olsalar bu onları yok olmaktan kurtaramayacaktır. Çünkü savaşta karşı cepheyle savaşmak kolay ama kendi cephende olanla çatışmak en zorudur. Genelde yıkım karşı cepheden değil de kendi cephende olandan gelir. İnkılap, sol hareketlere ve inançlı hiristiyanlara ellerini sonuna kadar uzatmıştır. Lübnan da hiristiyanlarla işbirliğine gitme, başarının en hassas faktörüydü. Latin Amerika ülkeleriyle kurduğu sağlam ilişkiler , askeri-ekonomik anlaşma ile de yeni bir cephe kazanmış oldu. Bu ülkelerin eliyle Amerikan içindeki mazlum halklarla işbirliği güçlendiriliyor. Böylece büyük şeytana hem dışta hem de içte büyük darbeler vurulmaya çalışılıyor ve de vurulacak. Dünya yalınayaklıları kıyam etmeye hazırdır. Kendilerine ikinci vatandaş muamelesi yapmayacak sağlam bir el uzandığında o ele sımsıkı tutunacakları su götürmez bir gerçekliktir. Devrim sonrası Amerika kızılderililerinden inkılaba sevgi ve bağlılık-tebrik mektupları gelmiştir. Bu insanların imama olan sevgisine birçok alime bile nasip olmamıştır. Alim alimliğine rağmen İmamı anlayamamışken bu mazlumların sevgisi gerçekten de takdire şayandır. Bu alimler dünyada İmam‟dan ne kadar uzaksa ahirette de o kadar uzaktır. Alimliğin hakkını vermeyip deve kuşu gibi başını kuma görmenin izah edilecek bir tarafı yoktur. İnkılaba duyarsız kalmak hele hele tehlike olarak lanse etmek büyük bir gaflet ve ihanettir. Hiç kuşkusuz İmam ile aynı duyguları paylaşan ,İmam‟a bu dünyada yakın olan Kızılderiler sözlerine bağlılıklarını sürdürürseler ve gereğini yaparlarsa ahirette İmamla birlikte olacaklardır. 4 Hidayetin ilk adımı ve belirtisi şeytandan beri olmaktır. Ve dünya mazlumları ins-i şeytandan beri olduklarını haykırıyor. Örneğin Kızılderililer‟in İmam Humeyni Sevgisi şöyledir: Biz unutsak bile Beyaz Adam‟ın asla unutamayacağı bir tarih olan 11 Şubat 1979‟da Allâh ve adalet âşığı İran halkının Ayetullâh Rûhullâh Humeynî önderliğinde 2500 yıllık Şâhlık rejimini devirip aziz İslam Devrimi‟ni gerçekleştirmesi ve Fecr Sûresi‟nin bir şafak vakti İran coğrafyasını güneşin ilk ışıkları gibi aydınlatmasının üzerinden henüz birkaç aylık kısa bir zaman geçmişti ki, Lakota Kızılderilileri‟nin önde gelen reisleri İmâm Humeynî‟ye bir mektup yazarlar. Kızılderililer bu mektupta râhmetli İmâm‟a aynen şu şekilde seslenirler: “Saygıdeğer önder Ayetullâh Humeynî, Asil ve onurlu tüm Kızılderili halkları adına Sizi ve şerefli halkınızı en derin sevgi ve bağlılıkla selamlıyor, Sizi yalnızca İran halkının değil, yeryüzünün zûlme ve soykırıma uğramış tüm mazlum milletlerinin, hülâsâ bu zûlüm ve soykırımlardan en derin olarak nasibini almış biz Kızılderili milletinin de önderi olarak kabul ettiğimizi bildirmek istiyoruz. Halkımız bütün kalbiyle halkınızın yanındadır. Size, müslümanların hitab ettiği gibi „ey İmâm‟ diyerek hitab etmek istiyoruz.” Kızılderililer mektupla birlikte İmâm Humeynî‟ye Lakota kültürüne ait çeşitli hediyeler de gönderirler. İmâm Humeynî ise cevap olarak yazdığı mektupta çok duygulandığını ve 80 yıllık ömründeki “en güzel ve en anlamlı mektubu” aldığını dile getirerek, kendi mektubunda İslam‟daki “Tevhîd” ve “Allâh‟ın birliği” inancından bahseder. 5 Bu olaydan bir yıl kadar sonra, buna benzer bir mektup daha alır, râhmetli İmâm. ABD‟nin Arkansas eyâletinin Springdale Lisesi‟nde okuyan Kızılderili öğrencileri İmâm Humeynî‟ye bir mektup yazarlar. Kızılderili öğrenciler, mektupla birlikte İmâm‟a hediye olarak bir çift çorap gönderirler ve İmâm‟dan hatıra olarak kendilerine, eski ve yırtık bir çorap bile olsa, kendi şahsî bir eşyasını göndermesini isterler. İmâm Humeynî, mektubun cevabıyla birlikte onlara bir kitap gönderir. Böylece kitap okumanın insanın gelişimi ve yükselişindeki önemine dikkat çekiyor, eski bir giysiyi saklamakla bir şey olmayacağını gösteriyordu o kızıl tenli öğrencilere. İmâm cevap olarak yazdığı mektupta şunları söyler: “Bismillâhirrahmânirrahîm Arkansas eyâletinin Springdale Lisesi‟nin aziz öğrencileri, Sizin sevgi dolu mektubunuzu ve değerli hediyenizi aldım. Ben Kızılderililer‟in ve siyâhların baskıda olduğunu biliyorum. İslam öğretilerinde beyaz, siyâh ve kızıl arasında hiçbir fark yoktur. İnsanları birbirinden ayıran tek şey takva, güzel ahlak ve güzel âmeldir. Büyük Allâh‟tan istiyorum ki, siz aziz çocukları başarılı kılsın ve doğru yola hidayet etsin. Siz aziz çocuklara, büyük İslam Peygamberi‟nin nasihatlerinden bir broşür gönderiyorum ve size hayır dûâ ediyorum. İnsanî değerlerde başarılı olmanız ümidiyle.” Şimdi bu mazlum halklara nasıl olurda cehennemlik gözüyle bakabiliriz. İslamın-Kuran‟ın ilk emri okudur. Duruşumuz-söylemlerimiz ile islamın hak din olduğunu göstermeliyiz-izah etmeliyiz.Bu duruş öyle dik ve izzetli 6 olmalıdır ki her özgür insan kendini onda bulabilmelidir. Bunların konumunun iyi incelenmesi gerekiyor. Bu insanların İslam ile tanışması gerekiyor. İslam kendilerine açık ve net olarak arz edilmelidir. Ama bu aşamada da bunlara kafir gözüyle bakılıp cehennemlik oldukları yanlış algısından kurtulmamız gerekiyor. Kendilerine islamın tebliğ edilmediği ama haksızlığazulme karşı tüm güçleriyle mücadele eden atalarını hayır ile yad etmeliyiz. Bu bize islamın yüklediği bir görevdir. Bazen her insan aynı şeyleri söyler ama sanki de sözler birbirinin zıttıymış gibi görünür. Bu araştırmamızda delilleriyle bu konu irdelenecek ve bir yargıya varılmaya çalışılacaktır. Ehli vicdan insaf gözüyle baktığında aklın yolunun bir olduğunu görecektir. Mesele en can alıcıkritik nokta ile karşı karşıya getirildiğinde insaf dile gelip hakikat güneş gibi apaçık ortaya çıkacaktır. İnkılabın ilk gününden itibaren dünya mustazaflarına maddi ve manevi destek veren İnkılap bunun ürünlerini toplamaya başlamıştır. Böylece İmam ve rehber dünya mustazaflarının lideri-önderi konumuna gelmişlerdir. Bu gerçeği mustazaf halkların liderleri onurla-iftihar ederek itiraf etmektedirler. Aşağıdaki haber bunu belgeler niteliktedir: “Hugo Chavez: İslam İnkılabı Önderlerinin Öğrencisiyim İran - 04.04.2009, 22:43:48 İran'daki temaslarını sürdüren Hugo Chavez, İslam Devrimi Lideri Hamanei tarafından kabul edildi. İslam Devrimi Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamenei Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ve 7 beraberindeki heyeti kabulünde yaptığı konuşmada Başkan Chavez‟in cesur ve adalet yanlısı duruşunu ve halkçılığını överek “Venezüella‟da iktidara gelmeniz Latin Amerika coğrafyasının tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve Venezüella halkının ve devletinin kahramanlığı bu bölge insanlarında kendine güven duygusunu doğurdu” dedi. Devrim Lideri Hamenei, Venezüella halkının ve devletinin Gazze meselesindeki cesur tavrını ve Siyonist rejimle ilişkisini koparmasını takdir ettiğini söyleyerek “Venezüella devletinin yaptığı iş, aslında insan haklarının savunucusu olma iddiasında bulunan Avrupa devletlerinin vazifesiydi, fakat ne yazık ki Avrupalılar Gazze halkının katledilmesinde karşı tarafta yer aldılar” şeklinde konuştu. Devrim Lideri “Amerika‟nın Siyonist rejimin Gazze‟de yol açtığı facianın ortağı olduğunu” belirtti ve “Gazze meselesindeki tavrından dolayı Venezüella devletine öfkelenen müstekbir devletlere” de işaret ederek “İstikbar devletlerinin bize kızmaları ve karşımızda yer almaları, varlığımızın etkisinin işaretidir” dedi. Hamenei “İran‟ın nükleer projesi aleyhinde birkaç yıldır sürdürülen ve halen de devam etmekte olan propaganda gürültülerine” de değinerek “İstikbar cephesinin bu alandaki sinirliliği, İran‟ın nükleer teknolojiyi elde etmesinin, Hak cephesinin küresel mücadele cephesindeki konumunu güçlendiren bir adım olduğunu göstermektedir” dedi. 8 İslam Devrimi Lideri Hamanei, sözlerine şöyle devam etti: “Batılılar atom bombasının peşinde olmadığımızı çok iyi biliyorlar, kızgınlıklarının asıl sebebi bir ülkenin kendilerinden izin almadan bu teknolojiyi elde etmiş olmasıdır. Nükleer enerji elde etme imkanına sahip olan bütün ülkeler buna ulaşmalıdırlar. Petrol kaynaklarının sınırlı olması nükleer enerji gibi yeni türlere yönelmekten başka bir seçenek bırakmamıştır.” Hamenei konuşmasının başka bir yerinde de “İran ve Venezüella arasında farklı pek çok alanda iyi ilişkiler sürdürülmektedir, bununla birlikte bu ilişkilerin geliştirilme potansiyeli çok daha fazla olup ikili ilişkileri başka ortakları da devreye sokarak uluslararası ve bölgesel alanda başka ortaklıklara çevirmek mümkündür” dedi. Hamenei “Venezüella halkının devletine olan desteği ve güveninin ilahi bir nimet olduğunu” söyleyerek “Arkasında halklarının desteği olan devletler büyük güçler karşısında kararlı bir şekilde durabilirler, bu şartlar ve bu ilahi nimet hem Venezüella‟da hem de İran‟da var” şeklinde konuştu. Ahmedinejad‟ın da yer aldığı buluşmada konuşan Chavez ise “İslam İnkılabı Rehberi‟ni tekrar görmekten mutlu olduğunu” söyleyerek “kendisini İslam İnkılabı‟nın ve bu inkılabın önderlerinin takipçisi ve öğrencisi saydığını” belirtti. Chavez “Bizler İran halkının ve devletinin emperyalizm ve dış düşmanlar karşısındaki direniş 9 tecrübelerinden çok ders aldık ve her zaman da bağımsızlığımızın korunması için verdiğimiz mücadeleye devam edeceğiz” dedi. Dünyada elli kusür devlet varken Filistine yardım elini uzatan ender devletlerden biri Venezüella‟dır. Venezüella hem söylem hem de eylem olarak mazlum Filistin halkından yana tavır almıştır. Halbuki Müslüman ülkeler söylemi geçmeyen-milletin gazını almak için- ama el altında ihanetten de vazgeçmeyen bir haldeler. Günümüzde Filistin halkını savunmak gerçektende yürek ister. Bu tavır tüm emperyalist-siyonist cepheyi karşına almak demektir. Bu bedel ödemektir.Ve Venezüella halkı bu bedel ödemeyi göze aldılar. Çünkü hür ve özgür bir millet bedel insanı değerler söz konusu olduğunda bedel ödemeye hazırlar. Asaletli olmak bu halkların tabiatında vardır. Bu ulvi değerleri bünyesinde barındıran halkı dışlamamak-sahiplenmek gerekiyor. Dünyada çeşitli dinler bulunmaktadır. Bu dinlerden bir kısmı ilahi-semavi dinler diğerleri ise beşeri dinlerdir. İlahi dinlerden bir kısmı bozulmuş-tahrif olmuş sadece İslam dini hak olarak bozulmayıp özünü korumuştur. Beşeri dinlerin hepsi batıldır. Bu dinlerin mensuplarının ahiretteki konumu alimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bir kısım alimler İslam dini dışındaki diğer dinlere mensup olanların kesinlikle cehennemlik olduğunu söyler-belirtir. Diğer alimler ise İslam dini 10 dışındaki diğer dinlerin mensuplarının da cennete girme ihtimallerinin olacağını söylemektedir. Bu kısım insanların mazeretleri olması durumunda bu olasılığınihtimalin olacağı –ki bu çok güçlü bir ihtimaldirözellikle belirtilmektedir. Her iki kısım alimlerin kendilerine has güçlü delilleri bulunmaktadır. Ama ikinci kısım alimlerin delilleri-tespitleri daha baskın gözükmektedir. Konu iyi analiz edildiğinde akli-vicdani olan ikinci görüşün Allah‟ın adaletiyle tam olarak uyum sağladığı görülecektir. Bu konu fıkıhta epey tartışma konusu olmuştur. Sonuçta itikadi mezhepler kendi görüşlerini destekleyen ayetler ile bir tez olarak ortaya çıkmışlar. Yeryüzünde tarih boyunca onlarca din bulunduğu gibi bu dinlerde kendi aralarında birçok kola-mezhebe ayrılmışlardır. Her din mensupları diğer din mensuplarını tekfir ettiği gibi bu dinlerin mezhep mensupları da kendi mezhepleri dışındakini tekfir yoluna gitmişlerdir. Böylece her grup kendini hak diğer tüm insanları batıl olarak görmüş. Ya da her din-mezhep-grup-cemaat kendilerini cennetlik diğer kesimleri cehennemlik olarak tarif etmiş ve kendi görüşlerini destekleyen deliller bulmaya, bulamadığında uydurmaya kadar gitmiş. Farklı dinler, mezhepler, cemaatler ve bunların mensuplarının bu kırılgan tutumlarından dolayı yeryüzü yaşanılamaz bir hale gelmiştir. Kendileri dışındaki herkesi cehennemlik olarak lanse eden bir anlayışın diğer görüşlere tahammülü yoktur. Tüm güzellikleri kendilerine kötülükleri ise başkalarına mubah görme anlayışı buradan doğmuştur. Yeryüzünü tekrar yaşanılır bir küre haline gelmesi için böyle yamuk bir bakışındüşüncenin değişmesi gerekmektedir. 11 İnsanlar arası ilişkilerde daha ılımlı-hoşgörülü bir ortam oluşturulmalıdır. Bir birimize önyargılar ile yaklaşmamız gerekiyor ki hak ortaya çıksın. Ama önyargı duvarlarını yıkamadığımızda kendi içimizde hapsolmaktan kurtulamayız. Kimlik politikaları ile hareken etmek hakka-gerçeğe-doğruya ulaşmamızda en büyük engeli teşkil etmektedir. İster dini ister siyasi her görüşün kendini özgürce ifade edeceği bir konsensüs kurulmalıdır. Farklı görüşlerin-fikirlerin konuşulmasıanaliz edilmesi-dinlenmesi ile hak görüş ortaya çıkar. Alimler, doğru-isabetli görüşe ulaşamayan kişilere ehl-i fetret, cahil-i kasır, cehli mürekkeb, mustazaf demişler. Bu tanımlamalar hakkında alimlerin görüşlerine baktığımızda ortak bir noktada bulunduklarını müşahade edeceğiz. Fikri alt yapı olarak hazır olan ama insanların cahilliklerinden dolayı bihaber oldukları bu kavramların içi doldurulduğunda dünyada yeni bir açılımın kapıları aranmış olacaktır. İran İslam devrimi ile birlikte dünyaya yeni bir açılım oldu. Gerek ehl-i kitap mensuplarına gerek de diğer din mensuplarına yönelik projeler bu fikri alt yapının oluşmasıyla başladı. Sol ideolojiye sahip ülkeler ile inkılabın dayanışması da gösteriyor ki dünyada yeni-orjinal bir cephe oluşmuş.Bir taraftan Kuzey Kore diğer taraftan Veneüzella-Bolivya-KübaEkvador…gibi ülkeler ile İnkılap arasındaki yeni müttefiklik de gösteriyor ki bu fikrin temeli üzerine bir şeyler somut olarak oluşmaya başlamıştır. İmam Humeyni‟nin mustazaflar dediği ve birlikte-işbirliği yaparak hareket edilmesini söylediği kesim özü-sözü temiz olan dini-dili-ırkı ne olursa olsun dünya ezilmiş 12 halklarıdır. Ehlibeyt mektep mensuplarının sunni kardeşler ile vahdet ve dünya ezilmişleriyle birlikte hareket etmeye çağrının temelini sağlam temeller üzerine kurduğu bu ideolojik yapı vardır. Dünya müstekbirlerinden-sömürücülerinden-zalimlerinden kurtulma tüm dünya halklarının işbirliği-desteğiyle gerçekleşir. Bu halkların kafir-cehennemlik görülmesi ise bu projenin tamamen iflası ve zalimlerin kurulu düzenlerinin devamından başka bir amaca hizmet etmeyecektir. Bu durum Allah‟ın isteği ile çeliştiği ayanbeyan ortadadır. Kendi içimize kapanarak, etrafımıza duvar örerek yok olmaya yüz tutmak ve bir tutam yol alamamak akıl karı değildir. İnkılap bu duvarları yıktı ve açılımını devrimin ilk gününden itibaren başlattı. Allah(cc)‟ın dileği-isteği şudur: “Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım. .”(Kasas sur.,5) Mustazaf-Müstekbir, ezilen-ezen, sömürülen-sömüren, mazlum-zalim gibi kavramların somut tanımlamaları İran ve müttefikleri ile Batı emperyalist-Siyonist cephe ve müttefikleri olarak sembolleşmiştir. Bu iki kutup mücadele içerisindedir. Salih ve mustazaf olanların hakimiyetine kadar bu iki cephe arasında mücadele devam edecektir. 13 Cehl-i Mürekkep Ne Demektir? Cehalet, ilmin zıddı olup, bilmeme halini ifade eder; üç şekilde görülür: 1. Cehl-i basit: Bilmemek ve bilmediğinin farkında olmaktır. 2. Cehl-i mu'kab: Bilmemek ve bilmediğinin farkında olmamaktır. 3. Cehl-i mürekkep ise; bilmediği halde, kendini biliyor zannetme veya yanlış malumatını doğru kabul etme halidir. Yanlış bilgisini ilim sanmaktır. 14 Cehl-i basit, bilmemektir. Cehl-i mürekkep ise, bilmediğini de bilmemektir. Birincisinin tedavisi kolay, ikincisinin tedavisi hayli zordur. Çünkü, böyleleri hem bilmiyorlar, hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Cehaleti bir hastalığa benzetirsek, cehl-i mürekkep, kendini sağlıklı zannetme halidir. Birincisinin tedavisi kolay, ikinci ve üçüncüsünün tedavisi hayli zordur. Çünkü, böyleleri hem bilmiyorlar, hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Cehaleti bir hastalığa benzetirsek, cehl-i mürekkep; hastanın kendisini sağlıklı zannetmesi halidir. Kendini hasta görmeyen, doktora gitmez. Verilen ilaçları da kullanmaz. Artık, bu hastanın tedavisi oldukça zorlaşır. Cehl-i mürekkepte bilgiye ihtiyaç hissedilmez. Çünkü her şeyi bildiğini zannediyor. Deveyi hendekten atlatırsın, ancak cehl-i mürekkeb'e giriftar olmuş birine bir hakikati anlatamazsın. Mezhep imamlarının veya alimlerin yakalandığı en büyük hastalık cehl-i mürekkep durumunda olmalarındandır. Yaptığı içtihat hatalı bile olsa hatasının farkına varmazlar. Bu imamların takipçileri-mukallidleri de bu imamların ilmi-takvası gibi nedenlerden dolayı onlara her konuda hüsn-ü zan ederek araştırma gereği duymamışlar ve bu imamlardan alınan gelen ilmin kesinlikle hak olduğu kanısında olmuşlardır. Böyle bağnazca bir tutuculuk sonunda ilmi gelişmenin önü kapanmıştır. Halbuki mezhep imamları kendilerinin hatayanlış yapma ihtimallerini göz önünde bulundurarak kendi görüşlerinin mihenge vurulması konusunu özellikle 15 söylemişler-belirtmişlerdir. Minenk de kuşkusuz Kuransünnet ve salim akıldır. Ebu Hanife‟den şöyle nakledilmiştir: “Bu benim görüşümdür. Seçtiğim ve beğendiğim en iyi görüştür. Eğer biri bundan daha iyi bir görüş getirirse ben kendim onu kabul ederim. Ve her kim hangi delile dayandığımı bilmeden benim görüşümle fetva verirse, günah bir fiil işlemiş olur.” (Elimam Essadık, ustad esed haydar, c. 1. S.175.) İmam Malik Bin Enes bu konuda şöyle der: “ Ben sadece bir beşerim. Doğru da hata da yapabilirim. Şu halde sözlerimi Kuran ve Sünnete arz edin.” (Bkz. Aynı eser.) İmam Şafii şöyle demiştir: “ Benim sözüme aykırı bir hadis bulduğunuzda sözlerimi duvara vurun.”( Bkz. Aynı eser.) İbn Hanbel de bu konuda şunları söylemektedir: “Hiçbir ayet ya da sahih bir hadisi sahabe ya da bir mezhep önderinin sözleri karşısında geçersiz saymamalısınız. Eğer birisi böyle yaparsa yoldan sapmış ve Allahın dininden çıkmış demektir.”( Bkz. Aynı eser.)Yine İmam Hanbel‟den: “ ne beni ne maliki ne evzaiyi ne de başka hiç kimseyi taklit etmeyin. Dini ahkâmınızı Kuran ve Sünnetten elde ediniz.” ( Risaletuislam. Ustad şeyh Muhammed. Ezher de ustad. Sekizinci yıl. S. 187. ) 16 Üstad Bediüzzaman ise kendi fikirleri-görüşleri hakkında açık ve seçik olarak özellikle şu hususu belirtmiştir. “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münazarat, Sualler ve Cevaplar.) İmamlar-alimler kendilerinin konumlarını bu şekilde gayet açık bir şekilde izah ederek açıklığa kavuşturmuşlardır. Kraldan daha çok kralcı olmak ise kendini avutmaktan başka bir anlam ifade etmektedir. Hayal dünyasında yaşamanın anlamı yoktur. Caheletin mazeret olup olmayacağı tartışma konusu olmuştur. Eğer cehalet-bilmeme ihmalden kaynaklanıyorsa mazaret olarak kabul edilebilir. Ama bilgisizlik ihmalden kaynaklanıyorsa bu durum mazeret değil kabahat olarak görülerek ilahi cezayı gerektirir. Ayetullah Sistani ve İmam Humeyni‟nin ilmihallerinde cahil‟in iki kategoride ele alınmıştır. Yani: Cahil-i Kasır (=Suçsuz Cahil): Bilmemesi mazerete dayalı olan cahil; yani Allah'ın hükümlerini öğrenme imkânı bulamayan veyahut kendisini bilir sanan ancak gerçekte bilmeyen kimse. 17 Cahil-i Mukassır (=Suçlu Cahil): Geçerli mazereti olmadan öğrenmeyen ve cahil kalan kimse; yani öğrenme imkânı olduğu hâlde ihmal edip hükümleri öğrenmeyen kimse. İmam Seyiid Ali Hamaney‟e sorulan bir soruya verdiği cevap ise şöyledir: Soru- Kasır cahilden maksat nedir? Cevap: Kasır cahil, yaptığı işin hatalı olduğuna ihtimal vermeyen veya soru sorma imkanı olmayan şahsa denir. Fakat hakikatı bulamayan mustazaflar (kasır cahiller, zihinsel özürlüler, çocuklar vs.) ilahi hükmü ve büyük rahmete şamil olmayı bekleyecekler. Onlar için özel durum söz konusudur. Kasır cahil, hakkın kendisine ulaşmadığı ve hakkı bulmak için ihmalkarlıkta yapmayan kimsedir. Bu yüzden bir günahı yoktur. Zira bu durumda ona ilahi hüccet tamam olmamıştır ve ilahi hüccetin tamam olmadığı kimseyi de Allah-u Teala'nın cezalandırması mümkün değildi. Buna göre en az üç grup kasır cahil olarak düşünülebilir: a) Kimileri var ki bulundukları muhit vb. durumlardan dolayı hak kendilerine ulaşmıyor. b) Düşünce mustazafları; böyleleri hakikatleri derkedemeyen kimselerdir, onların düşünme ufukları açık değildir. c) Kimileri de cehl-i mürekkeptir ve kesinlikle bildiklerini zannediyorlar. Oysa yanıgı içindedirler. İlahi azaba düçar olacak olanlar mukassır cahiller, yani hakkın kendisine ulaştığı ve bilerek onu reddeden veya hakka ulaşma imkanı olup da bunda ihmalkarlık eden kimselerdir. 18 Kim mezhepler arasında var olan ihtilaflardan haberdar olmaz veya haberi olur da araştırmaya ve incelemeye imkanı ve gücü olmazsa ve tutup gittiği yolda da hiçbir şüpheye kapılmadan emredilenleri yapar, yasaklananlardan da uzak durursa, bunlar Allah katında mazur sayılır ve cenneti de kazanmış olabilirler veya mustazaflar hükmüne girerek kıyamette imtihana tabi tutulurlar. Ama eğer hak kendilerine tebliğ edilir, araştırma ve tahkik etme gücüne de sahip olurlarsa , fakat taassuptan veya tembellikten veyahut önemsememekten gereken vazifelerini yapmazlarsa, bunlar Allah katında mukassır (kusurlu/suçlu) sayılırlar ve gereken cezaya da tabi tutulacaklardır. Alimlerin, aydınların ve araştırma gücüne sahip olanların, bunca ihtilafları görüp de hakkın nerede olduğunu araştırmaz ve bulmaya çalışmazlarsa, kesinlikle Allah katında mazeretli sayılmazlar. İmam Ali (a.s) Nehc'ul-Belağa'da şöyle buyuruyor: "Kendisine hüccet ulaşan, onu kulağıyla duyan ve kalbiyle ezberleyen kimselere mustazaf adı verilmez."( Nehc'ul-Belağa, hutbe: 189) Mustazaflar hakkında Alleme Tabatabai şöyle demektedir: Mustazaflık Üzerine “Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur. Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları 19 (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor. Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık, bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan, İslâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir. Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir; [içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir 20 cehaletin pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır. Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286) Bu ayet gereği, hakkında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz. Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda kendi etkisi ve katkısı olmamalı. Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi günahkâr sayılır. Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr, taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. 21 Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey yok demektir. Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan, "İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başkaları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.” Bu konuda yine Alleme Tabatabai şöyle demektedir: “Hakka karşı inad etmeyerek hakk tecelli ettiği zaman hemen hakkı kabul edecek, ancak bazı sebeblerden dolayı hakk meçhul kaldığı için hakka vukuf etmeyen herhangi bir kişi, mazur sayılıp Kur‟an‟daki mustaz‟afin kapsamına girerek „kasır‟ ifadesi ile isimlendirilir.”( El Mizan Tefsiri, Tabatabai, c:5, s:51-52) Mutahhari de aynı konuyu naklederek sonunda: “Allah bu „kasır‟ları (vukuf etmeyenlere) azab vermez” diye vurgulamaktadır.( El Adlül İlahi, s:372 ) Her zaafa uğratılmış kişi mazeret sahibi değildir. Her insanın koşullar gereği yapabilecekleri vardır. Şartlar elverdiği oranda mücadele edilmelidir. 22 Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadlallah Mustazafın Sorumluluğu hakkında şöyle diyor : Kur‟an karşımıza,güncel yaşantımızda karşılaşabileceğimiz iki tür mustazaf çıkarmaktadır. Birinci tür mustazaf: Başkalarında gördükleri güç karşısında kendilerini zayıf bulduklarından kendi iradeleriyle teslimiyet göstererek zayıflık içerisinde olanlar.Bu nedenle de düşünce ve hayat alanında güç unsurunu meydana getirebilecek araçların kendilerinde bulunmasına rağmen söz konusu duruma isyan etmeyerek değişim ameliyesini gerçekleştirmeye çalışmamaktadırlar.Onların hayatı gevşeklik,tembellik içerisinde geçmekte ve içinde bulundukları zevk ü sefa ortamını ve sahip oldukları ayrıcalıkları yitirmekten korkmaktadırlar. İkinci tür mustazaf: Dünyaya gözlerini açtıklarından beri başkalarının sahip olduğu ezici güç karşısında kendilerini kalıcı bir zayıflık hali içerisinde bulanlar.Kendi hallerinden memnun değillerdir ancak kendilerini kuşatan objektif şartlar,onları bu durumdan kurtarmaya ve yeni güç unsurları elde etmeye yardımcı olmamaktadır.Gerek fikri gerekse pratik hayat alanında kendi iradeleriyle değil zaruretten dolayı içinde bulundukları hale teslimiyet göstermektedirler. Mustazafların sorumlulukları,zayıflık ve acziyetten kurtulmaya güç yetirebilecek imkanlara sahip olup olmamalarıyla sınırlandırılmıştır.Aşağıdaki ayet bu hususta ifade edilen Kur‟ani ilkeyi ortaya koymaktadır:”Allah kişiye gücünden fazla yük yüklemez.”(Bakara,282)Diğer bir ayet ise şudur:”Allah ancak insana verdiği imkan ölçüsünde onu sorumlu 23 tutar.”(Talak,7)Bu nedenle de ayet,birinci tür mustazafları içinde bulundukları zayıflık durumundan sorumlu tutacağını belirtmektedir.Çünkü onlar kendilerini bu durumdan düze çıkartacak,kendilerine güç,izzet sağlayarak doğru yolu bulmalarına imkan tanıyacak uygun şartlar yaratmaya güç yetirebildikleri halde mevcut statükoya teslimiyet göstermişlerdir.Nitekim bu durum,Kur‟an-ı Kerim‟de kendi nefislerine zulmeden mustazaflarla melekler arasında geçen temsili diyalogla çok güzel bir şekilde tasvir edilmekte ve mustazaflar uyarılmaktadır:” Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken ne haldeydiniz derler. Onlar da, yeryüzünde derler, âciz kişilerdik biz. Melekler, Allah'ın yeri geniş değil miydi derler, siz de hicret edeydiniz. İşte onlardır yurtları cehennem olanlar ve orası, ne de kötü bir yurttur.”(Nisa,97)Ve bir başka ayet: “Allah yolunda yurdundan göçen, yeryüzünde barınacak birçok yerler bulur, ferahlığa erer ve kim, Allah ve Peygamberi uğrunda evinden çıkıp hicret eder de sonra ona ölüm gelip çatarsa onun ecri Allah'a aittir ve Allah suçları örter rahîmdir.”(Nisa,100) Bu ayet-i kerimenin değerlendirilmesi sonucu şunu söyleyebiliriz ki,İslam‟ın sorumluluğun verilmesinde mazereti ortadan kaldırıcı olarak gördüğü araçlar,sadece zalim güçlerle çatışma imkanı veren doğrudan araçlarla sınırlandırmamıştır.Bilakis uzun vadede hedefe ulaşmayı mümkün kılan dolaylı araçları da kapsamaktadır,eliyle müdahale yerine kalbiyle buğz etme gibi.Hatta insanın fikri ve ameli baskı ortamlarından kurtulup özgürce nefes alabilmesini sağlayacak ve iradesinin felç edilmesini 24 engelleyecek pasif direniş metodları da bu kapmanın içine girmektedir.Üzerinde durulması gereken bir başka husus da insanın içinde bulunduğu baskı ve zulüm ortamından kurtulması eylemini bizzat kendi şahsi teşebbüsüyle gerçekleştirebileceği gibi başkalarıyla ortaklaşa ve onların güçleriyle işbirliğine giderek de yapabileceğidir. Mustazaflık halinin kişiler düzeyinde mi yoksa toplum yada halklar düzeyinde mi olduğu ya da bu zayıf bırakılmışlık halinin akidede mi yoksa pratik hayatta mı gerçekleştiği hususunun pek önemi yoktur.Bundan dolayı halkların,siyasi ve iktisadi alanda insanları sömüren emperyalist güçlere,zalim ve azgın unsurlara karşı savaşımlarının İslami bir vecibe olduğunu söylemek istiyoruz.Bu savaşım,halkların sahip olduğu güç çerçevesinde olabileceği gibi,kendi çabaları yada başka müttefiklerin işbirliği içerisinde de olabilir.Müslümanların emperyalizme ve tağutlara karşı direnişte ittifak ettikleri veya yardımlaştıkları grup ya da toplulukların bizimle aynı akideye sahip olması gerekmez.İşbirliğinin şartlarının vuku bulması için sadece bizimle belli bir dönemde ortak olarak hedeflediğimiz şeylerin bulunması yeterlidir.Ancak ittifak ettiğimiz güçlerin bizi kullanmaya çalışmayacağı ve bizim fikri,siyasi ve toplumsal konumumuza zarar vermeyecek bir anlayış içerisinde olması şartıyla.Biz,Müslümanların, başka din mensuplarıyla ya da bizim sahip olduğumuz ilkelere sahip insan ya da gruplarla ittifak edebileceklerine inanıyoruz.Ancak bir şartla:Güçsüz durumda değilsek.Çünkü güçsüz durumda işbirliğine gitmek,sonuçta bizi güçlünün belirleyeceği 25 şartlara tabi olmaya götürecektir.Tıpkı Osmanlı yönetiminin zulmünden kurtulmak amacıyla batılı güçlerle işbirliğine giden,dengelerin batılı güçler lehine ve Osmanlılar‟ın aleyhine dönmesine yardım eden Müslümanların durumunda olduğu gibi.Zayıf konumda bulunduklarından batı ile yaptıkları işbirliği,sonuçta emperyalistlerin İslam topraklarına girip İslam halklarını sömürmelerine neden oldu. Fikirlerin ilkeler temelinde belirlenmesi zaruridir.Ancak aynı zamanda bizim sahip olduğumuz imkanların tespiti ve bizim dışımızdaki grupların sahip oldukları gücün çeşidinin belirlenmesi açısından içinde bulunulan ve bizi siyasi ve askeri açıdan çevreleyen koşulların da hassas ve ince bir şekilde incelenmesi gerektiğini vurguluyor ve işbirliğine gitme olgusunun dinamiklerini belirleyen içinde bulunulan merhalenin de iyi bilinmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.Tüm bunlar şu ya da bu işbirliğinin İslam‟ın yararına mı yoksa zararına mı olacağını belirleyen durumlardır.Kapsamlı bir düşünüş ve incelemenin yanında bizim üzerimizde hakimiyet kurmak amacıyla başkalarının bizi kullanmasına imkan sağlayan duygusal yöntemlere teslimiyet göstermemeliyiz.Çünkü siyasal ortam,genellikle eylemin temeli olan temiz duygulara prim vermez.Bilakis siyasal alanda hakim olan güçler bu temiz duyguları hegemonya kurma ve kuşatma amacıyla sağlam bir strateji çerçevesinde başkalarına etki etme,onları aldatma ve sömürme vesilesi olarak görürler…İşte böylece söz konusu alanda hareket eden bütün zaaf ve güç yöntemlerini öğrenip uyanıklık ve 26 aktivite içinde ve zeki bir şekilde nasıl karşıt güçlerle ilişkiye geçeceğimizi bilmemiz gerekir. Fakat az önce belirttiğimiz gibi ikinci türden mustaafların durumunda olanlar yani bir yere kıpırdama imkanı olmayan inanç ve fikirde hakikate ulaşmaya güç yetiremeyen mustazaflar var ya işte bu konuda Allah onlara kolaylık gösterecektir.Çünkü onlar bu konuda sorumluluk şartlarını yitirmişlerdir.Ancak onların bu noktada mazur görülmeleri,kişinin kendisini güç yetiremez bir kişi olarak hissetmesinin,insanın sahip olduğu imkanların iyice tetkik edilip araştırılmamasından kaynaklanan bir durum olabileceğini de hatırlatmaktadır.İşte böylece insanın umutla korku arasında kalması ve vakıanın kapsamlı ve derin bir şekilde araştırılmasıyla hayatta adımların mesuliyetle atılması için sürekli bir muhasebe,sorgulama ve tetkik konumunda kalması istenmektedir. Dünyada iki grup insan vardır: Mustazaflar ve müstekbirler . Mustazaflar-ezilenler-zaafa uğramışlarhorlananlar-sömürülenler ile müstekbirler-ezenlerbüyüklenenler-sömürenler arasında tarihi bir mücadele bulunmaktadır. İslami ve insani açıdan mazlumun dini sorulmaz-sorgulanmaz. Zulüme uğrayan zayıf bırakılmış insanlara yardım etmek her özgür-hür insanın en önemli vazifesidir. Müslümanlar en önemli görevi-sorumluluğu dünyada zulümden eser kalmayıncaya kadar mücadele etmektir. Dinimiz mazlumun dostu zalimin hasmı olmamızı bize öğütlemektedir-emretmektedir. Zulüm edenlerin yanında olmak bir yana onlara meyletmek bile 27 ilahi cezayı gerektirir. Kur‟an‟da bu husus önemle belirtilmektedir. Emperyal heveslere kapılmak tarihte birçok kralınısırıcı sultanın yakalandığı hastalıklardandır. Müslüman olarak kendini lanse edilen birçok lider bu hevese kapıldığından en yakınındaki insanların bile göz yaşına bakmadan katletmişler-öldürmüşlerdir. Kendilerini yarı tanrı veya Allah‟ın gölgesi olarak gören bu sultanlar dokunulmazlık zırhına bürünerek her türlü zulme kılıf bulmuş-meşrutiyet kazandırmışlardır. Emeviler‟den Suud kralı kadar konjöktür hep bu esas özere olmuştur. Dünya halklarını sömürmek bazen ulusal çıkarlar bazen de yapay düşman senaryoları bahane edilerek yumuşatılmış-çekicileştirilmiştir. Müslümanın müslümana kılıç çekmesine bile fetva verilmiş-caiz bilinmiş. Tüm bunlar yönetici bir grubun istekleri doğrultusunda yapılmıştır. Bu aşamada-süreçte saray mollaları önemli bir rol oynamışlardır. Böylece şeytanın sağdan yanaşması yani yapılanlar dini argümanlar üzerine bina edilerek halklar kandırılıyor. İnsanların özüsözü-ameline bakmayıp taktik icabı yaptıkları şekilsel ibadetlere odaklanıldığından aldanmışlıkların önü alınamıyor. Günümüzde ise Müslümanlar arasındaki birlikberaberliğinin önünde en büyük engel tekfirçilik düşüncesi bulunmaktadır. Emperyalist ins-i şeytanlara en çok hizmet eden zihniyet bu anlayıştır. Müslümanı müslümana veya dünya ezilmiş halklarını birbirine kırdırtarak yolunu bulma-sömürme projesinin belini kıracak düşüncelere-ilaçlara ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu ideolojik alt yapıya sahip olmakla birlikte parçaların yan yana getirilme ve bütünleştirilememesi sorunu 28 bulunmaktadır. Müslümanlar tarih boyunca birbirleriyle uğraşmaktan ne kendi içlerinde bir vahdet sağlayabildi ne de dünya mustazaf halklara bir açılım gerçekleştirebildi. İran devrimi ülke içindeki tüm grupların dayanışması ile yapıldı. Sunni ve şii kardeşlerin kol kola girmesi bu devrimin olmasında en önemli rolü oynadı. İnkılap devrim sonrası tüm Müslümanlar ve mustazaflar ile birlikte yeni bir dünya düzeni kurmak için girişimler başlatmıştır. Bu proje her ne kadar da emperyalist bağlılar eliyle gerek direk tavır alarak gerekse de içi sulandırılarak örtülü bir mücadele şeklinde akamete uğratılmaya çalışılsa da bir gün Allah‟ın yardımı ve halkın uyanışı sayesinde gerçekleşecektir. Dinimizde müslümanlar arası vahdete ve diğer din mensupları ile birlikte hareket etmeyi sağlayan ideolojik alt yapı bulunmaktadır. Müslümanlar arasında dışlayıcı-ötekileştirici bir fikri yapı olamaz ve bu durum asla kabul edilemez. Mezhepler arası veya cemaatler arası düşmanca tavırlar tamamen cehaletten kaynaklanmaktadır. Bir birini tanımamak bunun en büyük sebebidir. Mezhep imamları bir birlerine karşı hiçbir zaman düşmanca tavır sergilememiş bilakis birbirlerinden ilim almışlardır. İnkılap ile birlikte ısırıcı sultanlar dönemi tarihe gömülmüş ve yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Müslümanların tarihi boyunca bu kutuplaşmalardan hep zalim sultanlar karlı çıkmışlardır. Bu bilinen-aşikar bir durumdur. Günümüzde de Siyonistemperyalist çevrelerin, para babalarının medya tiranlarının oyunları bu amaca binaendir. Artık bu tarihi lekeden ve kullanılmışlıktan sıyrılmak ve uyanmak zamanıdır. Allah (cc) bize kafamızı turşu yapalım diye değil çalıştırmak için vermiştir. Başımızı kaldırıp 29 dünyada neler olduğuna bakmamız gerekmektedir. Bu çoktan beri olması ama bir türlü tam olarak gerçekleştirmemiz gereken bir gerçekliktir. İkinci aşama olarak dünya ezilmiş halklarına cehennemlik gözü ile bakıp dışlayıcı bir tavır takınmayı da bir kenara koymamız gerekiyor. Örneğin ilahi takdir gereği annemiz-babamız Müslüman bir beldede doğmayıp Hindistan da doğmuş olsa, bir Hintli Budist de Müslüman bir belde de doğmuş olsaydı acaba bu iki kesimin inançları bu günkü halleri üzere olur muydu? Bu gerçektenden çok küçük bir ihtimaldir. Yani böylesi bir mekan değişikliğinde annemiz-babamız iyi bir Budist olur o hintli de iyi bir Müslüman olurdu. Demek ki burada mekanın inanç üzerinde etkisi bulunmaktadır. Peki hakka ulaşamayan hintli budistin suçu nedir? Neden İslami bir bilinçten yoksun olan ya da diğer dinler hakkında bir incelemesi olmayan annemizi-babamızı Müslüman-cennetlik aynı pozisyonda olan gariban dindar Budist cehennemlik olsun? Demek ki bu denklemde bir yanlışlık vardır. İnkılap bu anlayışı kırdı-darmadağın etti. Devlet siyaseti olarak mustazaf insanlara bu anlayışla yaklaşan İran dışında bir devlet bulunmamaktadır. İnkılabın elinde sağlam bir tezi ve somut adımlarıhamleleri bulunmaktadır. Diğer mekteplerde de her ne kadar da bu anlayışta olan görüşler varsa da pek bilinmediğinden ya da zıt görüşü de kendi içinde barındırdığında ortak bir noktada buluşulamamıştır. Ehli sünnet alimleri ehl-i fetret olarak tanımlanan kesime iki farklı yaklaşmaktadır. Maturudî ve Eşarî imamları, “Biz bir resul gönderinceye kadar tazip etmeyiz. (azap verici olmayız)” meâlindeki âyet-i kerimede geçen “resul” 30 ifadesine farklı izahlar getirmişler. Maturudîlere göre, elçiden maksat akıldır. Akıl doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumlu. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Ayetullah Seyyid Muhammed Fadlullah da Maturilerle aynı görüşü paylaşmaktadır. Mustazaflar hakkında şöyle diyor: ÇEVRESEL BASKI …Bu noktada, bazen düşünce boyutu hakkında kullanılan ve ideolojik, siyasi veya sosyal bir bağlılığı gerektiren; bazen de haricî gerçeklik boyutu hakkında kullanılan ve sosyal faaliyet iradesinin daha güçlü bir iradenin etkisi altında kalması sonucunu doğuran „‟mustazaf‟‟ kavramı gündeme gelmektedir. Birinci çevre hakkında, sorulan sorunun cevabını açabiliriz. Bağrında yaşayan insanın bir başka ihtimal ve düşüncenin var olabileceğini düşünmesine izin vermeyecek şekilde kapalı ve hakikat düşüncesine ve adalet anlayışına aykırı kanaat ve hislere sahip bir toplumda yaşayıp kendini kuşatan atmosfere kendini tamamen kaptırmış ve onun dışında gözü hiçbir şey görmeyen bir insan, aynen kapıları ve pencereleri kapalı bir odaya kapanan ve o alanda başka bir yeri algılamayan ve içinde bulunduğu o odadan başka bir dünyanın olabileceğini tasavvur edemeyen adama benzemektedir. 31 Bir başka ihtimal kapısı olmayan ya da düşünce riskinden dolayı o kapıyı açmayan ; ancak bu ihtimali mümkün kılabilecek veya öğrenme düzeyinde olumlu sonuçlara ulaşabilecek güce sahip olmayan insana İslam fıkıh literatüründe „‟aciz cahil‟‟ adı verilir; yani ihtimal kapısının kapalı olması sebebiyle bilgiye ulaşma araçlarına sahip olamayacak şekilde düşünce veya hareket alanlarında kişisel bir tasavvura sahip olmayan cahil.(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid Muhammed Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.64) Mazur olan ve olmayanlar Bilgi çizgisi üzerinde yürüyen insan ise tek bir düşünceye sahip ve düşünce ve ruh dünyasında ulaşılacak bir başka ufka yer açmayan insanın aksine birçok düşünceyi yaşayabilir. Aciz cahil diye isimlendirdiğimiz insan, mazurdur.‟‟ yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç.‟‟ (Nisa/98) ayeti de buna işaret etmektedir. Yani ya kişisel ya da pratik bir eksiklikten dolayı bilgiye ulaşma imkanına sahip olamayanlar…(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid Muhammed Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.65) Elinden geleni yapmak Doğru olup-olmama ihtimali taşıyan belirli bir sonuca ulaşmak için bütün çabanı sarf edersen mazur sayılırsın; ancak diğer ihtimalleri öğrenmek için gevşeklik gösterirsen „‟ihmalkar cahil‟‟ olursun. İhmalkar cahil ise ne akıl ne de şeriat açısından mazur sayılmaz. Zira Allahu Teala, kesin bilgiyle ulaşmak için vasıtalar hazırlamışsa insanların bunları kullanmalarını ve sırf bu vasıtalar onlara doğal bir şekilde ulaşmadığı bahanesiyle bu konuda tutuculuk yapmamalarını istemiştir. Bir hadiste, 32 kıyamet günü diriltildiğinde insana „‟niçin amelde bulunmadın‟‟ diye sorulunca onun „‟bilmiyordum‟‟ cevabı üzerine kendisine „‟öğrenseydin ya‟‟ deneceği, aktarılmaktadır. ‟‟Üstün delil Allah‟ındır.‟‟ (En‟am-149) ayeti buna işaret eder. Burada dikkate değer bir nokta daha bulunmakta. O da bilgilenme vasıtalarına sahip olmayan ve yolculuğa çıkma, göç etme, yazışma veya öğrenme imkanına malik olmayan insanın fıtratı aracılığıyla ana ilkelerini bulabileceği Allah‟ın birliği gibi yalnızca aklıyla ulaşabileceği akidevî konularda Allah katında hesaba çekileceği meselesidir. Ancak yalnızca öğrenerek bile bileceği konular söz konusu olduğunda öğrenebilme vasıtalarını bulamadığı taktirde mazurdur .(Gençlerin Dünyası, Ayetullah Seyyid Muhammed Fadlullah,Şura Yayınları,2.baskı,s.66) Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim: "Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz." "Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehli fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde, şâhik-i cebelde veya arzın 33 meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir." "Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şer'i ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz."(İsrâ Sûresi, 15) Nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken, bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz." "Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi,zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i cennettir.İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet 34 üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır. " Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli: "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz." "Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (as) ile son Peygamber Hz. Muhammed (sav) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir." "Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir." "Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı cehenneme konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.", 35 âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamlarıderler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez." "Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar cennetliktir. İkincisi,Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır." Eşariler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber” olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır. Âyetin tamamının meali şöyle: “Kim doğru giderse sırf kendi lehine gider, kim de sapıklık ederse ancak aleyhine eder. Hiçbir günahkâr, 36 başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve biz resul gönderinceye kadar azaplandırmayız.” (İsra Sûresi, 17/15) Kur‟ân-ı Kerim‟de şöyle ifade edilmektedir: “Cennetle müjdeleyici ve cehennem azabıyla korkutucu olarak, bir kısım peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra, insanların (yarın) kıyamette „bizi imana çağıran olmadı‟ diye Allah‟a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir (Boş ve faydasız işten münezzeh ve uzaktır)” (en-Nisâ, 165) Diğer bir âyet de şu mealdedir: “(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkâr ve isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği zaman „Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin de âyetlerine uyan mü‟minlerden olsaydık ya‟ diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik. (Biz ancak onların bu bahanesini kesmek için seni gönderdik)” (el-Kasas, 47) Allah (cc) şöyle demektedir: “Hem Rabbin, memleketleri, ana noktasında (merkezinde), kendilerine âyetlerimizi okur bir resul göndermedikçe helâk etmez. Ve biz, ahalisi zalimler olan memleketlerden başkasını helâk edici değiliz.“ (Kasas Sûresi, 28/59) Demek ki peygamber gönderildikten, hak açık beyan olduktan sonra inadıda küfrü seçen bir kavim helak olur. Şu âyet-i kerime bize bu hususta ışık tutar: “O kâfirler bölükler hâlinde cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman (cehennemin) kapıları açılır. (Cehennem) bekçileri onlara derler: Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı 37 ihtar eden peygamberler gelmedi mi? Evet geldi, derler. Ama azap sözü kafirler üzerine hak olmuştur.” (Zümer, 39/71) “Biz hiç bir ümmete, kendilerine peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.” (el-İsrâ, 15) Müfessir Cessâs, Ahkâmü‟l-Kur‟an adlı eserinde, bu âyeti: “Cenâb-ı Hak peygamber lisaniyle kendi varlığına ve birliğine delil getirmedikçe azab etmez” mânâsında izah etmiştir. (Tecrid terc., IV/539) Bu iki görüş birbirleriyle çakışıyor. Fikri zıtlaşmakutuplaşmadan dolayı mustazaf halklara yönelik yeni açılımların önü kapanıyor. Esnek yapı kırılgan hale geldiğinden yeni durumlar karşısında işlerliğini kaybediyor. Bu ise yeni açılımların önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Üstad Bediüzzamman fıkhi alt yapısı bulunan mustazaflara-mazlumlara sıcak yaklaşımı bu kırılgan yapının eninde sonunda esnek hale geleceğini göstermektedir. Batıl-yanlış olan yaklaşım hak-doğru yaklaşımın önünde dayanamayacak ve yok olmaya yüz tutacaktır. Aklın yolu birdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz: "Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar 38 hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. " (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.) Üstad bir soru münasebetiyle de şöyle buyurur: “Fakat zaman-ı fetrette ve mâ künnâ muazzibîne hattâ nebase rasulâ sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve müruru zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektûbat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale) Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım: "Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber 39 gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler." Hiristiyan olan ehl-i kitap mensuplarından bir kısmı ehl-i fetret‟tir ve bunlara cehennemlik gözüyle bakılmamalıdır. Birtakım engellerden dolayı hak kendilerine tam olarak belli olmayan ama özü itibariyle temiz olan hiristiyan dahi olsa mazur olma durumu vardır. Eğer mazeret ortadan kalkarsa bu bakış tamamen tersine döner. Yani inadına küfrü seçme-hakkı kabullenmeme kişiden zaruret halinin düşmesine-sakıt olmasına neden olur. Bu durumda bu şahıs bilakis cehennemin ortasındadır. Allah (cc) şöyle demektedir: “Hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah‟ın âyetlerini okurlar. Allah‟a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardır. Onlar ne hayır işlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği gibi sakınanları bilir.” (Al-i İmran 113-114-115) Ehl-i fetretin ahiretteki konumu hakkında İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır: 40 "İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: a. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış olanlar. b. Hz. Peygamber (sav)'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir. c. Bu iki derece arasında bulunan gurupdur. Hz. Peygamber (sav)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber (sav)'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci gurupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asv)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."[İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 6061.] İmam-ı Gazali bu hususta şöyle der: “İnsan aklı, öldürücü zehirle faydalı ilaçlan birbirinden ayırmaya yetmediği ve mutlaka bir doktora veya eczacıya ihtiyaç duyduğu gibi, dünya ve âhirette kendisini 41 kurtuluşa erdirecek inanç ve amelleri de kendi başına bilip bulamaz. Kendisini felâkete ve şekavete düşürecek işlerden, saadete ulaştıracak işleri açık olarak ayıramaz. Mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. O mürşid de peygamberlerdir.” (Gazali, İhya ter., I, 291.) İmam Gazali Hazretleri kısaca şöyle demektedir: “Peygamberin gönderildiğini bilmeyenler; bunlar ehl-i necattır. Bilip de inkâr edenler; bunlar ehl-i cehennemdir. Duyan fakat tahkik etmeyen, yanlış işitenler; bunların da necat ehli olması ümit edilir.” Müslüman beldelerden uzakta yaşayan ve kendilerine islamın tebliğ edilmediği insanlar amel konusunda mükellef değildir. Bu kelami ekollerin ortak yargısıkanaatidir. Ama akıllarıyla Allah‟ı bulup-bulamama konusu tartışma konusu olmuştur. Gerçi günümüze kadar komünist ideoloji hariç tutulursa tüm toplumlarda Allah inancı var olmuştur. Komünist ideoloji bile halklara baskı sonucu ve ilmi çarptırmalarla kabul ettirilmeye çalışılmış ise de toplumların fıtratı bu ideolojiyi hazmedememişkabul etmemişler ve de bu ideoloji yok olmuştur. Tüm toplumlar bir yaratıcının var olduğu konusunda hemfikirdirler. Ama bu yaratıcı tanıma ve tanımlama konusunda çelişkiye düşmüşlerdir. Bazen birden çok yaratıcı olduğu varsayıma kapılmışlar bazen de yaratıcıyı somut olarak bir varlığa benzetme yanılgısına kapılmışlardır. Bu durum peygamberlerin gelişine kadar devam etmiştir. Peygamberlerin en büyük hedefi tevhit inancının doğru olarak algılanmasına yardımcı olmaktır. Bu inancı oluşturmak içinde birçok sağlam delil topluma sunulmuştur. Böylece hüccet tamamlanmış olmaktadır. 42 Birçok kavmin helak olma nedeni de kendilerine hüccetin tamam olmasıdır. Kendilerine hüccet tamam olan insanların tevhid inancını kabul etmeme durumunda cehennemlik olacağı açıktır. Burada bile bile, göz göre göre delaleti tercih söz konusudur. Ama kendilerine peygamber gönderilmemiş ve çarpık bir tevhid inancına sahip insanların ise özel bir durumu-konumu vardır. Kendilerine peygamber-rehber-öğretmen gönderilen ve gönderilmeyen iki toplum aynı tevhid inanışına sahip olacak diye bir yargı ilahi adaletle bağdaşmaz. Biri yıldızların ve ayın ışığından bile mahrum olan zifiri karanlıkta yürüyen bir insan diğeri güneşin ışığında yürüyen insan gibidir. Adalet ve insaf nazarıyla durumlar tahlil edilmelidir. Bu meselenin düşünce boyutudur. Şimdi de olayın vicdani-kalbi-duygusal yönüne parmak basalım. Kendisine tebliğ ulaşmamış peygamberin annebaba ve dedesinin konumu nasıldır? İki farklı bakış sergilenirse daha insaflı olan görüş ortaya çıkacaktır. Söz konusu peygamberimiz olduğunda insanlar olaya daha insaflı yaklaşacaklardır. Hiç kuşkusuz dünyadaki tüm anne-baba ve dedeler insan olma açısından peygamberimizin ailesi kadar değerlidir. Manevi açıdan peygamberin aile fertleri aziz de olsalar insani boyutta bunların konumu açısından bir fark yoktur. Peygamberin ailesinin konumu hakkında iki farklı düşünce bulunmaktadır. Kimilerine göre peygamberin anne-baba ve dedesi cehennemliktir, müşrik olarak ölmüşlerdir.Örneğin: Ebu Hureyre (r.a)‟tan rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.v), annesinin kabrini ziyaret edip ağladı. Beraberindekileri de ağlattı. Sonra: 43 -„Annemin bağışlanması için Rabbimden izin istedim. Fakat bana izin vermedi. Kabrini ziyaret için ziyaret etmek için izin istedim. Bu konuda bana izin verildi. Dolayısıyla sizler de kabirleri ziyaret edin. Çünkü kabirleri ziyaret etmek, ölümü hatırlatır.‟ buyurdu. (Sahîh-i Muslim Karınca&Polen yay. Sayfa:404, 646.hadis) Enes b. Mâlik (r.a)‟tan rivayet edilmiştir: “Bir adam (Resulullah‟a): -„Ey Allah‟ın resulü!Babam nerededir?‟ diye sordu. Resulullah (s.a.v): -„Cehennemdedir‟ buyurdu. Bunun üzerine adam dönüp gidince Resulullah (s.a.v) o adamı geri çağırtıp -„Benim babam da, senin babanda cehennemdedir‟ buyurdu.” (Sahîh-i Muslim Karınca&Polen yay. Sayfa:131, 98.hadis) Tarihi okumalarımızdan bu adamın Ebu Leheb olduğunu açıktır. Yani bu Abdulmuttalip‟inde cehennemlik olduğu anlamına gelmektedir. Peygamberin annesi, babası ve dedesi bu hadislere göre kafirdirler ve cehennemliktirler. (Haşa!) Peki neden? Çünkü iman etmemişler. Neresinden tutarsan oradan akacaktır. Bunlara tebliğ edildi de ret mi ettiler? Bu insanlar Mekke‟nin en temizleri değil miydi? Diğer bir görüş ise peygamberin anne-baba ve dedesinin fetret ehli olmaları hasebiyle cennet ehli olacağıdır. Çünkü kendilerine tebliğ ulaşmamıştır. Ama bu insanlar güçleri ve imkanları nispetinde hak olana ulaşmaya çalışmışlardır. İnsani erdem ve faziletin zirvelerine çıkmışlardır. Bu insanlar günümüzde yaşamış olsalardı 44 hiç kuşkusuz büyük insanlar arasında yerlerini alırlardı. Yaşamları-yaşayışları buna en iyi delildir. Peygamber Efendimizin ana-baba ve dedelerinin ehl-i cennet ve ehl-i necat olduğuna en kuvvetli delil olarak bu husus ileri sürülmektedir. Zira onlar Resûlüllah‟ın nübüvvetinden evvel, fetret zamanında vefat etmişlerdir. İslâm âlimleri ittifakla şu hususu belirtmişlerdir. "Hazret-i İbrâhim'den (a.s.) gelen ve Resûl-i Ekremi (a.s.m.) netice veren nûrânî silsilenin fertlerinin hiçbiri, hak dinin nûruna lâkayd kalmamışlar ve küfrün karanlıklarına mağlûp olmamışlardı. Hiçbirinin temiz gönlü şirk ve küfür ile kirlenmemiştir."( Mektubat s.397; Tecrid Tercemesi, 4/537) "Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peder ve vâlideleri ehl-i necâttır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmândır. Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekreminin mübârek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez."( Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.398) Birgün, birisi büyük âlimlerden Şerefüddin Münâvî'ye, "Peygamberimiz (s.a.v.)in baba ve annesi Cehennemde midir?" diye sorar. Münevî Hazretleri hiddetle, "Resûl-i Ekremin peder ve vâlidesi fetret zamanında vefat etmişlerdir. Peygamber gönderilmeden evvel ise azap yoktur" cevabını verir.( Tecrid Tercemesi, 4/539) Sonuç olarak ehli fetret ehli necattır, diyebiliriz. Ki bizim üzerine bina ettiğimiz tez de budur. Ama her ehli fetretin de cennetlik olduğu yargısına da karşıyız. Eğer ehli fetret olan kişi gücü nispetinde hakkın-doğrunun 45 hizmetinde oldukça kurtulanlardan olacağını söylemekteyiz. Tüm güç ve imkanlarını sarf etmelerine rağmen yanılgıya bile düşseler, bu insanlar ilahi mağfirete mazhar olacaklardır.(inşallah) Bu konuda çok sağlam akli ve nakli deliller bulunmaktadır. Mustazafların konumu hakkında Alleme Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a) tefsirinde şunları belirtmiştir: MUSTAZAFLIK ÜZERİNE Nisa Suresi: 97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Melekler de, "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" 46 derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir! 98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. 99- İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır. 100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik, diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!' derler." Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi[yani, dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar. Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir 47 yerde dini yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı. Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi. Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek suretiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü. Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu, kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi. 48 "Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi, ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin ["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür. Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere, hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda kınama amacına yöneliktir. Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir. Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani, yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi. Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" 49 "Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda "zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda [önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında mustazaf olmadıklarına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını üzerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara meydan vermeme amacına yöneliktir. "hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar" ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında belirttiği gibi, değişim anlamı vardır. Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde 50 etme imkânına da sahip değiller." Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını] kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar. Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden kurtaracak her türlü çözüm yoludur. Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur. Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor. Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır 51 işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık, bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir. Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir; [içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır. Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286) 52 Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz. Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda kendi etkisi ve katkısı olmamalı. Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi günahkâr sayılır. Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr, taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin 53 iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey yok demektir. Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan, "İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başkaları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir. "İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan, iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle] onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe yönelik bir işarettir. Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." ifadesine 54 yer verilmiş olması, onların, "varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle, yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından dolayıdır. "Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır. Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna örnektir: "O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem. Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım." Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehuve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı", "Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir. Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur." 55 "Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.] Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa, dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek, onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur. Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş değil miydi?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin], "Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak "birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle, "hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise, şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tahrik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve 56 [moral destek sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır. "Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten kinayedir. Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir. [Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.] Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır ki, ardından gelip ona varmış olsun.] Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini, kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir. 57 Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor. Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, İslâm toplumunun güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor. Bunlar içinde bir grup İslâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir! Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır.İşte bunları, yüce Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip 58 yetişen kimselerdir. Ki bunların ecri, mükâfatı Allah'a düşer. İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı İslâm yurduydu, Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı. Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor, dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı. Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir. Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark etmez- oradan hicret etmekle 59 yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı ortadan kaybolmuştur. İnsanların dini sadece kimliklerinde yazılır olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. İslâm isimlendirmesinde İslâmî öğretilere inanmak ve İslâmî hükümleri uygulamak ilkesi esas alınmıyor. Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; İslâm ismini değil. İnsanları, İslâm ruhunu taşıyan amellere teşvik ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62) (Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 5. cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır) 60 61