YIL: 5 SAYI: 29 OCAK/ŞUBAT 2012 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi YIL: 5 SAYI: 29 OCAK/ŞUBAT 2012 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İçindekiler TÜRKİYE’NİN İNSANÎ GELİŞMİŞLİK GÖSTERGESİ Mustafa ÖZTÜRK ...........................................................................................3 NEDEN BİLİMSEL GERÇEKLERE GÖRE YAŞAMAK ZORUNDAYIZ? Prof. Dr. Cihan DURA......................................................................................5 AHMET YESEVİ DERVİŞLERİNDEN SARU SALTUK Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER....................................................................7 EMİN ACAR’I UNUTMAYACAĞIZ.................................................................8 ŞÖHRETİYLE BAŞI DERTTE OLAN ŞEHİR: KAYSERİ Emir KALKAN..................................................................................................9 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 5 SAYI: 29 TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ VE ÖTEKİ Osman SEL...................................................................................................10 YANLIŞTAN DOĞRUYA GİDİLMEZ İsmail BOZKURT...........................................................................................12 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK AKİF’İ SEVER GÖRÜNÜR HAÇLI ZIRHINA BÜRÜNÜR Osman KARABABA.......................................................................................14 YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA ÖĞRENMEYİ ETKİLEYEN UNSURLAR - 2 İbrahim GÜNGÖR..........................................................................................19 YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ EĞİTİMCİ / YAZAR ABDULLAH AYATA ile SÖYLEŞİ Bilgiyurdu........................................................................................................... TELEFON (0352) 232 32 67 GENÇLİK ÇALIŞTAYI Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR...............................................................27 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA [email protected] GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 NATO FÜZE KALKANI PROJESİ, DURMAK YOK SAVAŞA DEVAM Ahmet MUHTAROĞLU..................................................................................16 TÜRKLÜK MÜCAHİDİ İSA YUSUF ALPTEKİN Mehmet Emin BATUR....................................................................................24 TÜRKİYE’NİN EKONOMİSİ GERÇEKTEN BÜYÜYOR MU? Hakan BOZDOĞAN.......................................................................................28 BAHTİYAR VAHAPZADE’NİN TÜRKİYE SEVGİSİ Şerife ORAL...................................................................................................29 BİR ÖZELLEŞTİRME HİKÂYESİ: SÜMERBANK Doç. Dr. Tuncay ÇELİK..................................................................................30 HOCALI KATLİAMI Bilgehan AYATA.............................................................................................33 BİLİNÇALTI MESAJLARI VE GENÇLİK-2 Alper KEPEZKAYA.........................................................................................35 BÖLÜCÜ TERÖRLE MÜCADELEDE AKP DÖNEMİ (2002-2011) İsmail ÖZÖREN.............................................................................................37 DİYORDU Bekir TEMUR.................................................................................................38 BOŞVER VATAN GÖREVİNİ, PARAN VAR MI SENİN? Aytekin AYDOĞAN........................................................................................39 BİLGİYURDU GENÇLERİNİN İKİ ETKİNLİĞİ İbrahim BOYRAZ...........................................................................................40 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. DERSİM BİR KATLİAM DEĞİL, İSYANDIR!.. Dilhan Süyünbike TEGİN...............................................................................41 DEVLET KURAN KAHRAMAN....................................................................42 3 TÜRKİYE’NİN İNSANÎ GELİŞMİŞLİK GÖSTERGESİ Mustafa ÖZTÜRK GÜNDEME BAKIŞ Türkiye’nin dünyanın dın, Kâşif Kozinoğlu vefat 17’nci, Avrupa’nın 6’ncı etti. Kâşif Kozinoğlu’nun İnsani gelişme seviyesinin büyük ekonomisine sahip öldürüldüğü iddiaları gaolduğu açıklandı. Bununla zete sütunlarını doldurmabelirlenmesinde şu kıstaslar övünmeli miyiz? Türk halya devam ediyor. dikkate alınıyor: Uzun ve sağlıklı kının büyük çoğunluğu ha Devletin adaletine tesbir hayat, okur yazar oranı yatından memnun değilse, lim olmuş insanların uzun ekonominin büyük olmasıtutukluluk süresi sebebiyle (bilgi), kişi başına düşen gelir nın bir kıymeti var mıdır? aklanmadan ölmeleri veya (alım gücü)… Kısacası, sağlık, Asıl önemli olan, ülkedeki cezaevlerinde öldürülmeinsanların yaşam düzeyinin leri bir hukuk devleti olan eğitim, ekonomi… ne olduğu değil midir? Türkiye’ye hiç yakışmıEkonominin büyüklüyor. ğü açısından geride sayılAsgari ücretin 2012 yılı mıyoruz ama Birleşmiş Milletlerin istatistikleri, insa- için 701.1 Lira olarak kararlaştırılması da insana ve ni gelişmişlikte Türkiye’nin 182 üye devlet arasında insan emeğine saygısızlığın bir başka örneğidir. Bu, 5 92’nci sırada olduğunu söylüyor. Bu da utanılacak bir milyon işçiyi açlığa mahk3um etmek değil midir? Gelir Dağılımı Adaletsiz durum… Ekonomik işbirliği ve Kalkınma örgütü OECD’ye İnsani gelişme seviyesinin belirlenmesinde şu kıstaslar dikkate alınıyor: Uzun ve sağlıklı bir hayat, okur göre gelir adaletsizliğinde Türkiye en kötü 3’üncü ülkeyazar oranı (bilgi), kişi başına düşen gelir (alım gücü)… dir. Bir de sosyal adaletten bahseder, ne kadar iyi Müslüman olduğumuzu söyleriz. Müslüman-Türk ülkesinKısacası, sağlık, eğitim, ekonomi… Bu alanlarda ne kadar geri olduğumuzu tespit için de bir mutlu azınlığın oluştuğunu, orta tabakanın eriyip istatistiklere bakmak da gerekmiyor, iyi bir gözlemci fakirleştiğini neden görmüyoruz? Mali Müşavirler Odası açıkladı: Türkiye ekonomiolmak yetiyor aslında. Türkiye’de İnsan Hayatının sine yön veren ve 746 bin kişiyi istihdam eden 1000 Bir Değeri var mı? büyük sanayi kuruluşu kârını 21’e katladı. Çalışan baTürkiye’de hastahaneler de hapishaneler de dolu… şına 1998’de kâr 577 lira iken 2010’da 12.178 liraya Cezaevlerinde 122 bin 404 tutuklu ve hükümlümüz bu- yükseldi. Bir sömürü düzeni kurulmuş tıkır tıkır işliyor. lunuyor. Bu sayı Türkiye’nin bir suçlular ülkesi haline Çünkü Türkiye’de gerçek anlamıyla sendika yoktur. dönüştürüldüğünü ortaya koymaktadır. Yeniçağ gazetesi 3 Kasım 2011 tarihli bir haberinHer yıl aralık ayında Konya’da Mevlânâ’yı anarız. de, Çalışma Hayatı iletişim Merkezi “Alo 170”e yaPolitikacılarımız orada Mevlânâ’nın insan sevgisini an- pılan ihbarlar sayesinde 25 bin 857 kişinin sigortasız latırlar ama bu sevgi nedense uygulamalarına hiç yan- çalıştırıldığını, 2 bin 136 iş yerinin de kaçak olduğunun sımaz. Bir türlü söyledikleri gibi olamazlar. İşte yönet- tespit edildiğini yazdı. Kayıt dışılık bu kadar ise sevitikleri ülkenin hali: Türkiye, insanlarını kobay olarak nebiliriz ama değil. Eylül 2009 itibariyle istihdamdaki kullandıran ülkeler sıralanmasında 6’ncı geliyor. Ocak toplam nüfus 22 milyon 20 bin ve kayıtdışı çalıştırılan 2007 ile Aralık 2010 arasında kobay olan binlerce kişi- ise 10 milyon 25 bin kişidir. Bu sayının yanına 6 milyoden 893’ü hayatını kaybetmiş. İnsanımız geçinebilmek nu bulan işsiz vatandaşları da koyarsak Türkiye’nin en için organını satıyor, ilaç firmalarına kobay oluyor. İn- acı yoksulluk tablosu ortaya çıkar. Sosyal güvenceden san hayatı Türkiye’de bu kadar ucuz, nutuklara inan- mahrum milyonlar var ama ortada bunların hakkını samayınız siz. vunacak kurum yok, dernek yok, parti yok. Türkiye’de Halk tarafından seçilmiş 8 milletvekilinin, 53 gene- sendikalaşma oranı yüzde 5 ve toplu sözleşme hakkını ralin, 64 gazetecinin tutuklu olduğu bizden başka bir kullanan işçi sayısı da oldukça az… Sendika kavramına ülke var mı? yakışır sendika olmadığı için alın terini korumak ihbar Ümraniye Davası sürecinde Kuddusi Okkır, Prof. Dr. telefonlarıyla sağlanır olmuştur. Uçkan Geray, Türkan Saylan, Erkan Göksel, Engin AyTürk Harb-İş’in araştırmasına göre, dünyada en 4 Eskiden beri Türkiye, ürettiğinden daha çoğunu tüketen bir ülkedir. Çünkü Batı emperyalizminin pazarı yapılmıştır. fazla iş kazası olan üçüncü ülkeyiz. Ölümlü iş kazaları bakımından da Avrupa’da birinci sırada bulunuyoruz. Araştırmaya göre, 2000 yılında SSK’ya bildirimli 74 bin 847 iş kazasında 1173 kişi yaşamını yitirmiş, 1818 kişi sakat kalmış ve 1 milyon 697 bin 986 işgünü kaybı olmuştur. Demek ki “kaza-kader” diye geçiştiriyor, tedbirden uzak duruyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2010 tespitlerine göre, Türkiye nüfusunun yüzde 17’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ise sosyal patlamaları tetikleyecek kadar kötüdür. En yüksek gelire sahip yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.4; en düşük gelire sahip yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5.8’dir. Bu da zenginle yoksul arasında 8 kat fark olduğunu gösteriyor. Bu tablo karşısında kimler övünecekse övünsünler bakalım? Niçin İktidar Olurlar? Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün yaptığı açıklamaya göre, Türkiye “yolsuzluk” sıralamasında 180 dünya ülkesi arasında 56’ncı sırada yer alıyor. Demek ki hısım akraba zengin etmede, ihale bağlamada, yandaş kayırmada, rant avcılığında becerikliyiz. Türkiye’de iktidar olmak, galiba, bu imtiyazı ele geçirmek anlamına geliyor. Bu da en çok övündüğümüz ahlâkta da çürümekte olduğumuzu gösterir. Sessiz Çığlıklar Türkiye’de yurttaş çoğunluğunun mutlu olmadığının bir göstergesi de yıldan yıla artan intihar vakalarıdır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin bir soruya verdiği yanıtta son altı yılda 16 bin 972 vatandaşın intihar ettiğini açıkladı. Ne korkunç bir sayı… Ekonomik ve sosyal çöküntünün bundan daha açık bir göstergesi olabilir mi? Ülkemizi yönetenler, intihara baş vuran talihsiz yurttaşların sessiz çığlığını ne zaman duyacaklar? Ocaklar Sönmesin Trafik kazalarında da her yıl binlerce insanımızı kaybediyoruz. Son on yılda polis ve jandarma bölgesinde meydana gelen kazalarda 45 bin 188 kişi ölmüş, 1,5 milyondan fazla kişi de yaralanmış. Türkiye’ye en güçlü beyinlerini kaybettiren, on binlerce ocağı söndüren ve hesapsız maddi kayba yol açan bu trafik kazalarını asgariye indirmenin bir yolunu bulmak zorundayız. Hükümetler, bu konuda ciddi planlar yapmalıdırlar. Bebekler Ölmesin İnsani gelişmişlik ölçütlerinden birisi de anne ve çocuk ölümleridir. Türkiye’nin bu konudaki göstergesi, sağlık teşkilâtına alarm verdirecek derecede kötüdür. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bir soru önergesine verdiği yazılı yanıtta, anne ölüm oranının 1998’de yüz bin canlı doğumda 49.2; bebek ölüm hızının ise bin canlı doğumda 43 olduğunu söyledi. Yine bakanın verdiği bilgiye göre, 5 yaş altı ölüm hızlarının İtalya’da binde 4; Yunanistan, Fransa ve Almanya’da binde 5, İrlanda’da binde 9 Letonya’da binde 13, Sırbistan ve Karadağ’da binde 14 Bulgaristan’da binde 15, Romanya’da binde 20 ve Türkiye’de bu oran binde 37’dir. Anlaşılacağı gibi Türkiye anne ve çocuk ölümlerinde Avrupa’da başı çekmektedir. 21’inci Asırda Okuma-Yazma Bilmemek Ülkemizdeki cehâlete şaşmamak lâzım. Çünkü son sayımlara göre ülkemizde okuma-yazma bilmeyen kişi sayısı 9 milyon 624 bin 250’dir. Okur-yazar olmayan nüfusun 7 milyon 730 bin 553’ünü kadınlar teşkil ediyor. Okuma-yazma bilen 57 milyon civarındaki nüfusu da iyi eğittiğimizi asla söyleyemeyiz. İnsanımızı iyi eğitebilsek, onlara insan, vatan, millet sevgisi verebilsek ve bilimle donatabilseydik ülke sorunlarının en az yüzde doksanı yaşanmazdı. Örneğin, Van depreminde yıkılan binaların yüzde doksanı yıkılmazdı. Bunu nerden biliyoruz? İTÜ’nün Kasım ayında hazırladığı “Kral çıplak” raporundan. Bu rapora göre sadece müteahhitler değil; mal sahipleri, mühendisler, belediye yetkilileri de sorumlu. Yıkılan kamu binalarında yapılan incelemelerde yönetmeliklerde öngörülen C 18 beton kalitesinin C 8 seviyesinde olduğu tespit edilmiş. Adam, Allah’tan korkmuyor, kuldan utanmıyor, sırtını bir yerlere dayadığı için hukuku da kâle almıyor. Çok Komik Bir Lâf: Tüketiciyi Korumak Gıda maddelerini ağız tadıyla ve gönül rahatlığıyla yiyemiyoruz. Çünkü hormonlu, katkılı, hileli ve bu yüzden de çoğu sağlıksızdır. Hastahanelerin dolup taşmasının bir sebebi de bu tür bozuk yiyeceklerdir. Gıda kontrol laboratuarlarında bir gıda maddesini tahlil ettirmek isteseniz, bu iş size semeriyle seksene oturmaktadır. Türkiye’de “tüketiciyi korumak” sadece bir laftır. Tüketim Çılgınlığı Eskiden beri Türkiye, ürettiğinden daha çoğunu tüketen bir ülkedir. Çünkü Batı emperyalizminin pazarı yapılmıştır. Çok uluslu şirketler geniş reklam imkânlarıyla tüketimi körüklemektedir. Bu yüzden oluşan tüketim seli, zengin-yoksul herkesi sürükleyip götürüyor. Türk insanı borçtan korkmaz oldu. Çeşitli bankalardan temin ettiği kredi kartlarıyla geleceği hiç düşünmeden hesapsızca alış veriş yapmaktadır. Bu borçluların önemli bir bölümünün borç ödeyecek gücü de yoktur. Çoğu yabancı olan bankalar, borçlu vatandaşların ev, işyeri, tarla ve fabrikalarına el koymuşlardır. Adliyede en ağır yük, icra dairelerinde olup bunların sayısı Kayseri’de 8’e çıkmıştır. Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmışız(!) Bir ilimizin valisi: “Ben artık çağdaş medeniyet seviyesine çıkmak hedefinden bahsetmeyeceğim. Çünkü bu hedefe varılmıştır.” demiş. Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü, insani gelişmişlik göstergelerinde Türkiye hâlâ çok gerilerde bulunuyor. Ayrıca, dünyanın gelişmiş ülkelerinde yöneticiler, iktidara yaranmak uğruna ülkeyi toz pembe göstermek çabasına hiç girişmiyorlar. Neden Bilimsel Gerçeklere Göre Yaşamak Zorundayız? www.cihandura.com Prof. Dr. Cihan DURA İki temel ögesi vardır düşünme sürecimizin: Bilinç ve Bilinç-Dışı... Bilinci “insanın bilme faaliyeti”, Bilinç-Dışı’nı ise “bu faaliyete konu olan şeylerin tümü” olarak tanımlıyorum. Bilinç-Dışı’nı oluşturan nesneleri duyularımızla algılar, aklımızla düşünürüz. Bilinç-Dışı’nın gerçeği “nesnel gerçek”tir, bilincin gerçeği ise “göreli gerçek”... Nesnel gerçek, insandan, insan bilincinden bağımsız olan gerçektir. İnsan olmasa da vardır ve nasılsa öyledir. Dolayısıyla tektir, insandan insana değişmez. Nesnel gerçek; her insanın bilincine, kendisi ne ve nasılsa o şekilde yansımaya yönelir. İnsan; nesnel gerçeğin yansımalarını, duyuları ve aklıyla işleyerek, onların hakkında göreli gerçekler oluşturur. Göreli gerçekler; nesnel gerçeğe ne ölçüde uygunsa, o ölçüde doğrudur. Göreli gerçek insandan insana değişebilir. “Gerçek”le “doğru” da aynı şey değildir. Doğru gerçeğin onanmasıdır. İnsanoğlu –bir azınlıktır bu- yüzyıllardır nesnel gerçeği aramaktadır. Onun hakkında birtakım düşünceler oluşturmuş, onun şu ya da bu olduğunu sanmıştır. Bu sanılar, insan bilincinin ürünü olduğu için, birer göreli gerçektir. İnsanoğlu başlangıcından beri, bir göreli gerçekten, ondan daha doğru başka bir göreli gerçeğe atlayarak nesnel gerçeğe yaklaşmaya çalışmaktadır. Nesnel gerçek üst üste iki gerçeğin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Biz, doğrudan doğruya “dünya gerçeği”ni algılarız. Bunun altında da, bir “mutlak gerçek” olduğunu varsayarız. İnsan bilincinin nesnel gerçeğe doğru yürüyüşünün son noktasında bulunduğu düşünülen gerçeğe mutlak gerçek adı verilir. Mutlak gerçek “her an biraz daha yaklaşılan ve belki, sonsuzcasına yaklaşılacak olan gerçektir.” Gerçeği ararken, duyularımız ve aklımızdan ne ölçüde yararlanıyorsak, gerçekleri de o ölçüde arama ve bulma çabası içindeyiz demektir. İnsanlık; nesnel gerçeği, duyumsal bilgilerden akıl-ürünü (rasyonel) bilgilere yükselerek, duyumlarını akıl yeteneğiyle işleyerek araya gelmiştir. Kuşaklar boyunca, bir göreli gerçekten, daha doğru olan başka bir göreli gerçeğe geçmiştir. Çünkü her yeni bilginin, bir öncekinden daha doğru (nesnel gerçeğe daha yakın) olduğunu kanıtlamıştır. Öyleyse, “gerçeği aramak ve bulmak” için elimizde temel bir teknik vardır ki o da şudur: -Duyularımızı Evren’i, yani Bilinç-dışı’nı oluşturan nesnelere yöneltmeli, bu yoldan edindiğimiz bilgileri Nesnel gerçek, insandan, insan bilincinden bağımsız olan gerçektir. İnsan olmasa da vardır ve nasılsa öyledir. Dolayısıyla tektir, insandan insana değişmez. akıl yeteneğimizle işlemeliyiz. Bu yoldan, “göreli gerçekler” oluşturmalıyız. -Bu şekilde öğrendiğimiz ve doğru olduğunu sandığımız bir göreli gerçek karşısında kuşkucu ve eleştirici olmalı, ondan daha doğru (nesnel gerçeğe daha yakın) olan -bulunmuş veya henüz bulunmamış- başka bir göreli gerçeğin var olabileceğini kabul etmeliyiz. *** Dünya gerçeği nedir? Dünya gerçeği; matematik, kozmolojik, fizik, kimyasal, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla, içinde yaşamımızı sürdürdüğümüz -ve bir parçası olduğumuz- nesnel gerçektir. Onu, duyum ve akıl yeteneklerimizi kullanarak ve -sonsuz küçüğe ve sonsuz büyüğe doğru- sürekli ileri yol alarak öğrenme olanağımız var. Bu süreç boyunca, her nesneyi kendisinden daha yalın -veya önceki- başka bir nesne(ler) ile açıklıyoruz. İnsanlığın bu yöneliş ve yürüyüşünden, matematikten ekonomi bilimine, türlü bilimler doğup oluşmuştur ve oluşmaktadır da. Dünya gerçeğinin insan açısından önemi; çevre koşulları, yaşamsal, sosyal ve çağdaş yönleriyle kendini gösterir. Bu ilişkileri anlamak için, dünya üzerinde yaşayan insanı ve üyesi bulunduğu toplumu göz önüne alalım. Birey ve toplum öncelikle matematik nesnelerle belirlenmiştir: Bunlar en basit belirleyiciler olup sayı, boyut ve ölçüdür. İnsanın yaşadığı dünya; sayısız gökcisimlerinin bulunduğu ve hareket ettiği, astronomi biliminin incelediği bir evrende yer alır. Sonra, insan fizik olgularla, madde ve enerji ile karşı karşıya, iç içedir. Bunlar sürekli değişir, etkileşir, birbirine dönüşür. Mekanik, ısı, ışık, mıknatıslık, elektrik, akustik, nükleer olgular meydana gelir. Bunlarla bir arada kimya olguları vardır: Organik ve inorganik yapıtaşları, elementler, bileşikler, bunları meydana getiren atomlar ve moleküller, biyolojik sistemlerdeki komp- 5 6 İnsan ve toplum, son derecede heterojen ve karmaşık bir doğal ve sosyal çevre içinde bulunur, onun bir parçasıdır. O çevrenin içinde, onun etkileri altında yaşamaya, ondan yararlanmaya, ona uyum sağlamaya çalışır. leks organik bileşikler, bütün bunlar arasındaki reaksiyonlar... Bir yandan da biyoloji dünyasıyla, canlılarla, bitki ve hayvanlarla birliktedir insan. Bu dünyada türlü türlü yapısı, gelişim ve fonksiyonları, evrim ve kalıtımı, karşılıklı ilişkileriyle -en basitinden en karmaşığına- organizmalar yaşar, doğar ve ölür. Sonra, içgüdü, duyum, algılama, tutku, düşünme, sevinç, korku, davranış gibi olgularıyla insan psikolojisi vardır. Öte yandan insan, başka insanlarla bir arada, toplum içinde yaşar. Bu da dünya gerçeğinin, sosyoloji biliminin konusu olan, sosyal yönüdür. Bu gerçek; kişiler arası ilişkileri, insanların toplum içindeki davranışlarını, sosyal yapı ve kuruluşları kapsar ve değişik kültür, toplum, yerel topluluk ve alt gruplara göre farklılık gösterir. İnsan ve toplumun yaşadığı dünyanın bir de coğrafyası vardır. Kendine özgü boyutları, biçimi, hareketi ve yapısı olan bir gezegende başka insanlar ve toplumlar, hayvanlar ve bitkilerle bir aradadır. Bunların yerküre üzerinde oluşturduğu dağılımın bir üyesidirler. Bu coğrafya; aynı zamanda ticaret yolları ve biçimleri, üretim, tüketim ve ulaşımıyla ekonomik, türlü türlü uluslardan oluşmasıyla siyasal, fiziksel sınırlarıyla ayrılmış kesimleriyle bölgesel, bir geçmişi olduğu için de tarihsel bir coğrafyadır. *** Dünya gerçeklerini neden bilmek zorundayız? Yukarda anlattığım gibi insan ve toplum, son derecede heterojen ve karmaşık bir doğal ve sosyal çevre içinde bulunur, onun bir parçasıdır. O çevrenin içinde, onun etkileri altında yaşamaya, ondan yararlanmaya, ona uyum sağlamaya çalışır. Bu yaşamın ve uyumun kalitesi de bütün bunların oluşturduğu -alabildiğine mikro ve makro derinlikteki- nesnel gerçeğe ne ölçüde yaklaşmış olduğuna ve onun hakkındaki bilgisini yaşamında ne ölçüde uyguladığına bağlıdır. Başka bir deyişle nesnel gerçeğin bilinmesi ve insana yakışır bir yaşam için, dünya gerçeğini inceleyen bilimleri; başlıca matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, psikoloji, sosyoloji ve coğrafya bilimlerini, bunlardaki en son gelişmeleri öğrenip uygulamaktan, bu alanlarda gittikçe daha ileriye gitmekten, çağa uyum sağlamaktan başka bir yol yoktur. Dünya gerçeği en doğru şekilde bilinmeli ki en doğru şekilde düşünülsün ve hareket edilsin. Yoksa bu uyumu sağlayabilenler karşısında daima aşağı konumda olunacaktır. Atatürk bunun içindir ki “hayatta en hakikî mürşit bilimdir” demiştir. Yukarda yaptığım açıklamalardan şu sonuç çıkar: Dünya gerçeği insan ve toplumun içinde bulunduğu koşullardır. O doğaldır, sosyal, yaşamsal ve çağdaştır. Dolayısiyle, insan; onu tanımak, -Atatürk’ün deyişiyle- onu “etkili bir bakışla görmek, ona âdeta el ile dokunabilmek” zorundadır. “Gerçeği etkili bir bakışla görmek ve ona el ile dokunmak” duyularımızın aldatıcı etkisinden olabildiği kadar sıyrılmış olarak dünya gerçeğini gözlemlemek anlamına gelir. Gözlem; “Evren’de bulunan olguları eksiksiz kavramak için, onun kendiliğinden meydana gelen belirtilerini algılama ve kaydetme işi”dir. *** Bir gözlemin etkili olması, âletli olmasına bağlıdır. Başka bir deyişle, bizim bir göreli gerçekten, ondan daha doğru başka bir göreli gerçeğe geçmemiz; duyularımızın ve aklımızın gücünü artırıcı teknikler kullanmamıza bağlıdır. Nesnel gerçeği araştırırken, izlenecek en güvenilir yol, “doğa karşısında deneyci ve akılcı” bir tutumdur. Bu tutum dünya gerçeğini bilimsel yöntemle araştırma anlamına gelir. Başka bir deyişle dünya gerçeği gözlemlenecek, üzerinde deneyler yapılacak; bu yoldan elde edilen bilgiler aklın değerlendirmesine sunulacaktır. Aklın yaptığı değerlendirme; bilgilerin sınıflanması, kavramlaştırılması, sistemleştirilmesi, yorumlanması gibi işlemleri kapsar. “Deneyci ve akılcı” bir insan; dünya gerçeği hakkındaki herhangi bir görüşün doğruluğunu, mantıklı olmak kaydıyla, yeni gözlemler yaparak araştırır. O görüşün mantıksal sonuçları üzerinde düşünür. Yapılacak iş; bu görüşleri öğrendikten sonra, onları, nesnel gerçekle karşılaştırarak sınamaktan ibarettir. Bu da, kanıt aramaya yönelik, yeni gözlemler ve deneylerle yapılabilir. Söz konusu gözlemler, bizim tarafımızdan yapılabileceği gibi, başka bir araştırmacı tarafından da yapılabilir. Herhangi bir araştırmacı yeni gözlemler yoluyla “metinlerde otoritelerce ileri sürülen görüşleri” aşmış, onların yanlışlığını kanıtlamış olabilir. Demek ki nesnel gerçek hakkında ileri sürülen bir görüşün doğruluğu; o görüşün, yine nesnel gerçeği oluşturan olgular tarafından onaylanmasıyla anlaşılabilir. O görüşün doğru olduğunun, herhangi bir otorite veya yapıt tarafından onaylanmış olması kesinlikle yeterli değildir. Kısacası, son söz tek egemen ve tek hakem olan Doğa’nındır, Bilinç-Dışı’nındır. Çünkü gerçek yalnız ondadır. 7 AHMET YESEVİ DERVİŞLERİNDEN SARU SALTUK avehbiecer @ hotmail.com Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER Ahmet Yesevi dervişlerinden biri olan Saru Saltuk, İslam dinini yaymak için Anadolu’dan Balkanlara kadar dolaşmış, kendinden sonrakiler üzerinde derin izler bırakmıştır. Ahmet Yesevi dervişlerinden biri olan Saru Saltuk, İslam dinini yaymak için Anadolu’dan Balkanlara kadar dolaşmış, kendinden sonrakiler üzerinde derin izler bırakmıştır. Onun birçok yerde türbesi vardır. Bu çokluk, Müslüman halkın onun kendisinden olduğunu hissetmesi anlayışından ortaya çıkmıştır. Aynı anlayışı Hz. Ali ve Yunus Emre’de de görmekteyiz. Yahya Kemal Beyatlı bir şiirinde: “Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan Bir bir Diyar-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan” der. Bu beyitte bir tarihi hakikat ve hikmet gizlidir. Asya’dan taşan, Asya’dan kopan batıya doğru yönelen, yönlendiren bir cihad’ın ( akınının) veciz ifadesidir bu beyit. İslâm’dan önce Türk alpları batıya yönelmişler, destanlarımızda gördüğümüz gibi, Orta Asya’dan bir çığ gibi, bir sel gibi ayrılarak batıda kendilerine yurt, hayvanlarına otlak aramışlardır. Müslüman olduktan sonra bu Türk alplığı, İslamiyet’in cihad ve gaza mefhumlarının yerleşmesiyle, “alp-gazi ve alp-eren” adıyla savaşçı dervişler biçimine dönüşmüş, İslamiyet’in ve Türk-İslam kültürünün batıya doğru yayılması ve yerleşmesi sağlanmıştır. İşte Saru Saltuk Dede de (ki esas adı Mehmed el-Buhari’dir) Anadolu Türk tarihinin alperenlerinden, savaşçı ve kahraman velilerindendir. Saru Saltuk XI’inci yüzyılın ikinci yarısında Batı Türkistan’da yaşayan Ahmet Yesevî’nin takipçisidir. (1) Ahmet Yesevî İslamî ilimler ve İran edebiyatını çok iyi bilmesine rağmen hece vezniyle şiirler yazmış ve halka Türkçe olarak hitap etmiştir. Böylece İslamiyet Türk halkı arasında Türk kültürü ve kabile gelenekleriyle karışarak yayılmış ve yerleşmiştir. Bu mübarek zatı, Horasan’ın Nişabur kentinde doğan Hacı Bektaş-ı Veli takip etmiştir. (2) Ahmet Yesevî’nin işaretleriyle Anadolu’ya göç etti. İslam dinini Anadolu’da yaydı. Bu yolla, yani İslamlaştırma yoluyla fetih hareketi batıya doğru gelişmeye başladı. 1210 yılında doğduğu bilinen Hacı Bektaş-ı Veli eserleriyle, Türk düşünce hayatına hareket, Yunus Emre gibi bir veli kazandırdı. Anadolu Türk birliği ve Türklük şuuru Yunus’la, İslami bir atmosfer içinde ayakta kaldı, erimedi eritti; küçülmedi büyüdü. Bir türbesine sahip olduğumuz yeniden restore ettirerek sahip çıktığımız Saru Saltuk da aynı ekolün insanı olarak Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında, Türk kültürünün yerleşmesi ve yayılmasında rolü olan, hizmeti geçen velilerden biridir. İslam Ansiklopedisi’ne “Saru Saltuk Dede” maddesini yazan Batılı araştırmacı Fransız Babinger bu gerçeği şu cümlelerle açıklar: “Saru Saltuk Dede, Türk dervişi ve Bektaşi velisi olup Hacı Bektaş’ın çağdaşı ve onun taraftarlarındandı. Bu devirde Anadolu’daki birçok dervişler gibi aslen Buharalı olan Saru Saltuk’un gerçek adı Mehmet’di. O, Seyyid Ali Sultan ve Otman Baba gibi dervişlerle Balkanların İslamlaşmasında ve oralarda Türk kültürünün yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. (3) “ Saru Saltuk Dede, bu büyük insan, gazi derviş veya alperen deniler savaşçıdır. Hem kılıçla savaşmış, hem de olgunlaşma yolunda nefsiyle mücadele etmiştir. (4)Yani hem cihad, hem mücadele adamıdır. Horasan erenlerinin bir temsilcisidir ve Ahmet Yesevi tarafından görevlendirilmiştir. Büyük bir sofidir, gönül adamıdır. Saru Saltuk örneği dünyadan elini eteğini çekmiş münzevi ve tufeyli bir tip değil, -aynen Ahmet Yesevi gibi- elinin emeği, alnının teri ile dağ başlarında ve boş tarlalarda toprak işleyip yerleşmeyi tavsiye eden, daima batıya akınlar düzenleyen gönül erlerinden bir örnektir.Saru Saltuk’un hayatını anlatan eserlerde onun ve arkadaşlarının tahta kılıçla mücadele ettiği rivayet edilir (söylenir).M.Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar başlıklı eserinde güzel bir teşhiste bulunarak şöyle yazar: “…Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harp eden, maiyetindeki bir avuç mürîd ile yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleleri alan, küfür diyarında kılıç kuvvetiyle İslamiyeti yayan bu mücahit Türk mutasavvıflarıyla, tekkelerde sakin ve donmuş bir hayat geçiren Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük bir ayrılık 8 vardır. Alpler devrinin erenleri Âşık Paşanın çok doğru bir tabiriyle, alperenler’di.(5)” Saru Saltuk’un Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında büyük rolünün olduğu söylenir. Hayatı hakkında yazılmış olan en önemli eser Cem Sultanın, Saru Saltuk’un türbesini ziyaret edip menkıbelerini dinledikten sonra Ebulhayr Rumî’ ye yazdırdığı Saltukname’dir. Bunun dışında İbni Batuta’nın eserlerinde ve bazı evliya menakıpnamelerde bazı bilgiler mevcuttur. Birçok türbesi bulunan Saru Saltuk’un Kayseri’nin komşu illerinden Niğde’nin Bor ilçesinde de bir türbesi vardır ve hemen karşısında Saru Saltuk’a hayranlığını belirten Ahmet Kuddusi’nin makamı bulunmaktadır. Tekrar etmek gerekirse, Hoca Ahmet Yesevi’nin izleyicileri olarak Hacı Bektaş-ı Veli, Saru Saltuk, Yunus Emre, Ahmet Kuddusi ve diğerleri Anadolu’nun ve daha da batısında olan Balkanların İslamlaşması, Türkleşmeleri konusunda hizmetler ifa etmişlerdir.Fuat Köprülü’nün dediği gibi bu saygıdeğer insanlar,hücrelere kapanıp donuk,eylemsiz,dünya hayatından uzak bir hayatı değil , çalışmanın,halk ile dostluk kurmanın ,kaynaşmanın, bütün insanlığı sevgi ile kucaklaşmanın örneklerini vermişlerdir.Birbirlerini daima sevgi ve saygı ile anmışlar, dinde hoşgörülü anlayışları sebebiyle düşmanlıkları yok etmişler, daima Tanrı, insan,evren sevgisini aşılamaya çalışmışlardır. (6) DİPNOTLAR (1) Ahmet Yesevi için bk: M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvuflar, Ankara, 1966, 7–153.; Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmetten Seçmeler, Hazırlayan: Kemal Eraslan, Ankara,1983; W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev: M. Fuad Köprülü, Ankara, 1973, 186-189; Mürsel Öztürk, “Ahmet Yesevi- Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre Zinciri”, Erdem Dergisi, Ankara, Eylül-1988, Sayı: 9, 759-768; M. Fuad Köprülü ,Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul-1980, 193-198;A.Vehbi Ecer,”Hoca Ahmet Yesevi’nin Hayatı”,Bilgiyurdu dergisi,Eylül-Ekim.2011,sayı:27,10-11. (2) Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 249–250; Ahmet Yaşar Ocak, “Hacı Bektaş Veli’nin Tarihi ve Tasavvufî Şahsiyeti”. Hacı Bektaş Veli Töreni, 16–18 Ağustos–1984 Ankara, 1986, 44–51; Mürsel Öztürk, “Hacı Bektaş-ı Veli”, Belleten, Ankara, 1986, sayı: 198, 885–898. (3) Franz Babinger, “Saru Saltuk Dede”, İslam Ansiklopedisi,(Kısaca: İA) Cilt: X, 220 vd. 4) Bakınız: Machiel Kiel, “Sarı Saltık”.TDVİA, XXXVI, 147150;Fuat Köprülü,Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,Ankara, 1966,Çeşitli sayfalar; Müjgân Cunbur, “Saltuknamenin Türk Türk Milliyetçiliğindeki yerine ve Üçüncü Nüshasına Dair”, Milli Kültür Dergisi,Ocak,1977,sayı:1 ;Mehmet Demirci, “Türk Şuuru ve Derviş Gaziler Hakkında”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Ekim.1988, sayı:20,46-50; M.Tayyip Ökiç,”Saru Saltuka Ait Bir Fetva”,Ankara Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952.sayı:1,4858; Ökiç, “Bir Tenkidin Tenkidi”,Ankara Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi,1953,sayı:2,219-290;Ahmat Yaşar Ocak,”Sarı Saltuk ve Saltkname”,Türk Kültürü Dergisi,1979,sayı:197,10-19; 5)Köprülü,216 6)Hoca Ahmet Yesevi’nin izleyicileri durumunda olan velilerle ilgili olarak Milli Kültürden Milli Birliğe başlıklı kitabımızda (İstanbul 2009,Yesevi Yayıncılık yayını, sa:133-144) bilgiler sunduğumuz bir makale mevcuttur. Daha sonraki sayılarda onlardan örmekler sunmayı düşünüyorum. EMİN ACAR’I UNUTMAYACAĞIZ ( D: 1941 – Ö: 05 Kasım 2011) Emin Acar, 1941 yılında Kayseri’nin Ağırnas kasabasında doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kayseri’de yaptı. Eczacı teknisyeni olarak uzun süre çalışıp emekli oldu. Eczacı Teknisyenleri Derneği’nin kurulmasına öncülük etti. Emekli olduktan sonra 1990’da Bakkallar ve Bayiler Derneği başkanlığına seçilen Emin Acar, bu görevi sırasında yabancı sigaralara karşı kampanyalar yürüttü; bakkal ve bayi esnafının takdirini kazandı. “Tüketiciyi koruma” anlamında yaptığı çalışmaları büyük ilgi gördü. Emin Acar, Türk milliyetçiliği hareketinin de aktif bir üyesiydi. 1980 sonrası pek çok kişinin sindiği bir dönemde yılmadı ve 1983’te Muhafazakâr Parti’nin Ahmet Özsoy, Selahattin Güntay, Dr. Şahin Türkboyları ile beraber kurucuları arasında yer aldı. Ancak, Kenan Evren’in vetosuna takıldı. Bu parti ad değişikliğine gidip Milliyetçi Çalışma Partisi ismini aldıktan sonra da Kayseri Milletvekili adayı olup zor günlerin adamı olduğunu gösterdi. Son yıllarında iki büyük üzüntüsü vardı: Birincisi, Türkiye’nin yaşadığı sorunlar; ikincisi, vefasızlıklar… Bunları yakın dostlarıyla paylaşır, “Bu hallere neden düştük?” diye yakınırdı. Milliyetçiydi, vatanseverdi, yüksek ahlâk sahibiydi… İyilik eder, iyilik beklerdi. Kötü bir sözü ve davranışını ise kimse hatırlamıyor. Kalp hastasıydı. Olayların yıkamadığı adam sonunda kalbine yenik düştü. Cenazesi, 05 Kasım 2011 Cumartesi günü Kurban Bayramı arifesi, Hunat Camiinde kılınan öğle namazını müteakip Ağırnas mezarlığında toprağa verildi. Milletine hizmet edenler unutulmaz. Emin bey de unutulmayacaktır. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. 9 ŞÖHRETİYLE BAŞI DERTTE OLAN ŞEHİR: KAYSERİ Emir KALKAN İnsan doğup büyüdüğü yeri, güzeldir, zengindir, denizi var, ormanı var diye sevmez; vatandır, yurttur, sıladır diye sever. Sever ve ilgilenir. Tarihini korur, yeşilini korur, kültürünün, ahlakının üstüne titrer, insanıyla hemhal olur, gazetesini okur, televizyonunu seyreder. Biz de memleketimizi seviyoruz, insanlarımızı seviyoruz, Kayseri’mizi seviyoruz. Herkes bilir ki Kayseri daima çalışkanlığı ile zekâsı ile ticaretteki başarısı ile ünlenmiş bir şehir. Şehrimizin bu hasletlerinden de elbette onur duyuyoruz, gurur duyuyoruz. Fakat Kayserilinin bu başarıları, ticarette ki bu ustalığı öylesine abartıldı ki Kayseri ve Kayserili ile ilgili fıkralarda, hikâyelerde hep bu yönü öne çıkartılıp vurgulanarak; kurnaz, açıkgöz, pazarlıkçı, fırsatçı bir Kayserili tipi yaratıldı. Bunu el âlem kadar bizzat Kayserilinin kendiside yaptı. Folklorunda, fıkrasında, sohbetinde bu açıkgözlülük ön plana çıkartıldı. Hatta övünülecek bir şeymiş gibi, ticaretteki sinsiliği ile bilinen Yahudi esnafını bile aldatan bir Kayserili tipi yaratıldı. Dergilerinde, gazetelerinde, kitaplarında hep bu tarafı vurgulanıp durdu. Ve sürekli alıp atan, sürekli para sayan, üstüne üstlük’ anasını boyayıp babasına satan’ bir Kayserili imajı ortaya çıkartıldı. Doğrusu bu imaj hiç memnuniyet verecek bir imaj değil. Ve Kayserili, böyle, iç dünyası, manevi iklimi olmayan, bir insan tipi imajını da hiç mi hiç hak etmemektedir. Etmemektedir, çünkü hep akıl planında öne çıkartılan Kayseri’nin deniz derya, alabildiğine derin ve kadim bir gönül iklimi, bir gönül dünyası vardır. Ünlü mutasavvıflar, din adamları, ilim adamları, âlimler, musiki üstatları, hekimler, sultanlar, şairler yetiştirmiş bir coğrafyadır bu şehir. Tarih içinde her zaman darül feth ve makarra-ı ulema gibi şeref verici isimlerle anılmıştır. Şeyh Hamidi Veli, Şeyh Taceddin Veli, Şeyh İbrahim Tennuri, Davud El Kayseri, Seyid Burhaneddin, Ehvadüddin Kirmani, A.Remzi Akyürek Dede, Yaman Dede… Kadı Burhaneddin, Mehmet Raşit Efendi,Seyrani, Rahmi Duman, A.Gazi Ayhan, Zekeriya Bozdağ, Behcet Kemal Çağlar… Hep bu şehrin çocuklarıdır. Bu gün Türk sanayinin devlerinden Sabancıları, Baldöktü gurubunu, Has gurubunu, Dedemanları, Özilhanları, Boydakları bu şehir yetiştirmiştir. Ve en önemlisi; Selimiye ve Süleymaniye’yi pırlanta bir yüzük gibi Osmanlının parmağına takan, estetiğin ve zarafetin eşsiz dehası “Ser Mimaran-ı cihan” Koca Sinan, Ve; “Sadıkayım emdir özüm Hakka turab ettim yüzüm Pişir pişir söyle sözün Arasında ham bulunur Hiç kimseyi eksik görme Her eksikte Tam bulunur…” diyen Sadıka Ana da bu şehrin evladıdır. Zekâ ışıltılı bir şeydir, hayranlık duyulacak bir şeydir, fakat kurnazlık aldatmaya yönelik bir avcı ahlakıdır. Ve uyanık, açıkgözlü, kurnaz gibi sıfatlar ne övünülecek sıfatlardır ne de sözü senet sayılan Kayseriliye yakışır. “Bir şehrin imajı, o şehre ilişkin tarihi, kültürel değerlerle birlikte insanlarının yaşam tarzı ve ekonomik faaliyetlerinin toplamıyla oluşan bir bütündür. Genel anlamıyla imaj, bireyin zihninde bazı öğelerin etkileşimi sonucunda yavaş yavaş oluşan bir imgedir.” Bu imaj ve imgenin oluşmasında Kayseri’nin ve Kayserilinin cezbesini, coşkusunu, sevdalı, rint ve derviş yönlerini de gündeme getirilmeli, hala arı duru yaşam tarzı, kültürü, ahlakı, sosyal ilişkileri… Cami, okul, yurt, yardım kurum ve vakıfları kuran hayır ve hasenattan yana tarafı edebiyatın konusu edilmelidir. Kayserilinin asıl gündeme getirilecek tarafı budur. Şehri ‘uyanık kayserili’ imajından kurtarmak hem ticaret ehlinin hem de eli kalem tutanların kaygısı olmalıdır. Çünkü Kayseri gerçekten böyle bir imajı hak etmemektedir. 10 TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ VE ÖTEKİ Osman SEL Demokrasiye geçen Türkiye Cumhuriyeti bu rejimi kör topal devam ettirirken günümüze kadar geçen 60 yılda iki ihtilal, iki de muhtıra ile bu rejimin oturmasını ve kökleşmesini kesintiye uğrattı. Türkiye Cumhuriyeti, tarihin Türk milletine dayattığı iç ve dış şartların zorlamasıyla, çok zor şartlara rağmen Türk’ün tarihten gelen özgüveni ve bağımsızlık aşkıyla büyük bir savaştan sonra “milletin azim ve kararı” ile kurulmuştur. Yeni kurulan devlet, kurumlarını, kurallarını oluştururken bunun yanında Batı medeniyetinin normlarını kendi milli değerleriyle birleştirmeye çalışmış ve çok kısa zamanda her alanda büyük ilerlemeler kaydedmiştir. Batı medeniyetinin değerlerini benimsemeye çalışan bir devletin eninde sonunda Batı’da gelişen demokrasiyi de bir idare şekli olarak alması, benimsemesi kaçınılmazdı. Türkiye Cumhuriyeti daha yeni kurulmuşken bile iki defa çok partili hayatı denemiş ancak başaramamıştı. Bu defa ikinci Dünya Savaşının ardından biraz da dış tesirlerin etkisiyle çok partili hayata yani diğer adıyla demokrasiye adım atmış oldu. Demokrasiye geçen Türkiye Cumhuriyeti bu rejimi kör topal devam ettirirken günümüze kadar geçen 60 yılda iki ihtilal, iki de muhtıra ile bu rejimin oturmasını ve kökleşmesini kesintiye uğrattı. İşte bu gün geldiğimiz noktada şikâyetlerimizin, sorunlarımızın, endişelerimizin, korkularımızın temel sebepleri burada yatmaktadır. Görünen o ki; Türkiye 1946 yılında demokrasiye geçmiştir ama ne bu rejimi getirenler, ne bu rejimden istifade ederek iktidara gelenler, ne muhalefette kalanlar, ne devletin diğer kurumları ne de halk demokrasiyi zihninde içselleştirememiş, şeklî bir demokrasi günümüze kadar gelmiştir. Adına “yarım demokrasi” diyebileceğimiz ucube rejimle Türkiye Cumhuriyeti devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Hani bir söz vardır: “yarım hoca dinden eder, yarım doktor candan eder” diye. İşte bizdeki yarım demokrasi de Türk milletinin sosyal, kültürel siyasi ve ekonomik alanda devamlı sancılı, acılı, problemli bir şekilde yaşamasına sebep olmuştur. Demokrasinin eksik olmasının veya iktidarda olanların demokrasiye tam inanmamalarının en kötü sonuçlardan birisi de; insanların korkudan veya başka sebeplerle idarenin yanında gözükmek zorunda kalmaları, bunun da ikiyüzlülük gibi bir ahlaksızlığı kamusal hayata ve bireye zorla benimsetilmesidir. Böyle bir toplumda huzur, güven, içten gelen saygı ve tutarlı bir davranış beklenemez. Demokrasi; kuvvetler ayrılığı prensibine, düşünceleri ifade etme özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne, hür teşebbüse, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, basın özgürlüğüne ve özgür bilime dayanarak ve halkın demokrasi ve özgürlüğü içselleştirmesiyle güç kazanır ve tam demokrasiye evrilir. Bu gün Batı’da tam demokrasi de yetmez olmuş “Gün ışığında demokrasi” diye bir kavram geliştirilmiştir. “Gün ışığında demokrasi”nin en önemli özelliği ise katılımcı, şeffaf olması, bireyin ve birey özgürlüğünün olabildiğince genişletilmesi, en aykırı fikirlerin bile özgürce ifade edilmesi ilkesine dayanmasıdır.. Demokrasi ile diğer rejimler (destopik) arasındaki fark; özgürlük arttıkça demokrasi ilerler, olgunlaşır ve kuvvetlenirken, öbür rejimler özgürlükler arttıkça zayıflar ve yıkılır. Özgürlük demokrasinin panzehiri iken diğer rejimleri öldüren bir zehir gibidir. Hatırlanacağı gibi Sovyetler Birliği insanların özgürlük sınırlarını birazcık genişlettiği için yıkılmıştır. Demokrasinin bir toplumda iyi işlemesinin en önemli dayanağı iktidarı eline geçiren partinin demokrasiye olan inancı ve güvenidir. Şayet bu olmazsa demokrasiden istenen fayda sağlanamadığı gibi, belki de diğer rejimlerden daha tehlikeli ve kötü durumların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Almanya’da Hitler demokrasi ile iktidara gelmiştir ama demokrasiye inanmadığı için hem Almanya’yı hem de tüm dünyayı perişan etmiştir. Demokrasiye inanmadığı halde onun fırsatlarından ve imkânlarından faydalanarak iktidara gelenlerin bir topluma yaptığı en büyük kötülüklerden biri de her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma isteğidir ki, bunun bir iktidara yaptıramayacağı yanlışlık yoktur. Böyle iktidarların izlediği yollardan birisi de toplumda “öteki” yaratarak korku imparatorluğu kurmaktır. Bilindiği gibi “öteki” despotik rejimlerde olmaz. Çünkü buna imkân tanınmaz. Anında yok edilir. Kendini öteki gören birisi veya birileri de korkudan bunu dillendiremez. Buna rağmen bu rejimler öteki üretmeye ve halkı bunla korkutmaya veya yönlendirmeye zaman zaman ihtiyaç duyabilirler. Almanya’da Yahudiler, ABD’de Zenciler bunun örneğidir. Aslında öteki doğanın ve tarihin bir gerçeğidir. Kedi farenin ötekisidir. Kedinin fareye davranışını ve bakışını değiştiremeyiz. Çünkü o aklıyla değil içgüdüsüyle, doğasıyla hareket eder. Tarih de zaman içinde insanları; ırk, din, millet, mezhep, renk, devlet, cemaat diğer sosyal gruplara ayırmıştır. Ancak bunların diğerlerine bakışı kendinin fareye bakışı gibi olmaz. Zira, 16. yüzyılda Hollandalı filozof Erasmus’un söylediği şu söz insanları hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir: “Atlar at doğar at olarak ölür ama insanlar canlı olarak doğar insanlaşarak ölür.” İşte ötekini algılamak, ötekine karşı nasıl davranacağımızı belirlemek bizim ne kadar insanlaştığımızı gösteren bir davranış şeklidir. Canlıyı insanlaştıran en iyi rejim demokrasidir. İnsan insanlaştıkça ötekine karşı davranışı değişir, daha insanca, daha sevecen, daha saygılı, daha adaletli, daha hoşgörülü olur. Ötekini yok etmeye değil ötekiyle farklılıklarının yanında birlikteliklerinin önemine ve faydasına inanır. Türkiye bugün fiziksel ve zihinsel olarak bir öteki problemi yaşamaktadır. Bu problemlerin bir kısmı tarihin mirası ise bir kısmı da bugünkü iktidarın uygulamaları veya bu iktidara karşı bir kısım vatandaşların beyinlerinde oluşan algıdır. Bu durum, Türk milletinin milli birlik ve beraberliğine zarar verir hale gelmiştir. Kendini öteki kabul eden insanlar tehlikeli bir şekilde çoğalmakta ve korkutucu bir boyuta ulaşmaktadır. Öteki; farklılıkların değişmez olduğu ve bu farklılıkların kötü, zararlı, tehlikeli ve düşmanca algılamasına dayanan bir inançtır. Ötekileştirmede kullanılan; “ berikiler ve ötekiler, biz ve onlar” kavramlarıdır ki; bu masum dört kelime birden savaş çığlığı ve intikam anlamını kazanır. Ötekileştirme, despotik rejimlerde devlet eliyle yapılırken demokrasilerde daha çok gizli yöntemler kullanılır. Bunun için; 1-Eğitim kurumları 2-Yazılı ve görsel medya 3-Aile içi konuşmalar, hikaye, fıkra, anekdot, efsane, deyim ve atasözleri 4-Dinî liderlerin sözleri 5-Devletin ve iktidarın söz ve davranışları yöntem ve araç olarak kullanılır. Fısıltı gazetesi dediğimiz yol da bu uğurda en çok kullanılan yöntemlerden birisidir. Sorumlu kişiler bazen bundan çekinirler. O zaman da gazeteci, yazar, sanatkâr, bilim insanı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri gibi yardımcı, yalaka, tetikçi kullanırlar. İktidar öteki yaratmada kararlıysa, bunun için devletin bütün imkânlarını her ne pahasına olursa olsun kullanır. Daha da ileri giderek “Biz beyaz kefenimizi giydik de meydana çıktık.” diyebilir. Bu, iktidar için meşru ve gayrı meşru her şeyi yaparım demenin kapalı ifadesidir. İktidar bazen de eksiklerini ve baskılarını gizlemek için kendi dönemlerinde “ileri demokrasiye” geçildiğini ileri sürerek “ilkel demokrasi” olduklarını saklamaya çalışırlar. “Bîtaraf olan bertaraf olur” sözü her rejimde söylenebilir, ama kesinlikle demokraside hele de ileri demokraside söylenemez. İktidar bazen de “Biz ötekilerin hakkını veriyoruz.” diyerek onların bir özgüvenle ortaya çıkmalarını sağlar ancak gizli olarak da onları öteki görenlere “Görüyorsunuz ya ben gidersem bunlar gelir!” diyerek gözdağı verip, yandaşlarını kendi yanında bloke etmeye çalışır. Türkiye bugün böyle bir “öteki” açmazının, endişenin ve korkunun hakim olduğu bir ülke haline gelmiş veya getirilmiştir. Bazı vatandaşlar inanç özgürlüğünün açık ve gizli baskılarla tehlikede olduğunu, basının gizli sansür ve otosansüre maruz kaldığını, sermayenin belli bir cemaatin elinde toplandığını, yaşam şeklinin tehdit altında olduğunu, iktidar karşıtlarının değişik yöntemlerle susturulduğunu, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirdiğini düşünmektedirler. Bu, Türkiye Cumhuriyeti için endişe verici bir durumdur. Türkiye bu zihin atmosferinden bir an önce çıkmalıdır. Ülkenin geleceği ve huzuru buna bağlıdır. Burada en büyük görev iktidara düşmektedir. Azımsanmayacak bir sayıda vatandaşımızın bu olumsuz ve endişeli düşüncelerini değiştirmek için yeni anayasanın şekillenmesinde, söz ve icraatlarında rahatlatıcı bir davranış içine girmeleri gerekmektedir. Yoksa bunun zararını iktidar muhalefet, öteki beriki, biz onlar hep beraber görürüz. “Mahkeme kadıya mülk değildir.” 11 12 YANLIŞTAN DOĞRUYA GİDİLMEZ “Keçeden terazinin abrası tezekten olur” İsmail BOZKURT Ormanın düşmanı keçi, dinin düşmanı cehalet, devletin düşmanı da ihanettir. Keçi ormanı kemirir, filizi yer, ağacın büyümesi neyine, düşünmez bile. Onun için aslolan, o reçineli sürgünü yiyip, kığısını dökmektir. Ne gölgesinde yatacağı ağacı ne de yağmurun, suyun kaynağı ormanı düşünür. Bu devam eder gider. Cehalet dini yer tüketir. Hem de iliklerine kadar kemirir. Cahil, korkulmaması gerekenden korkar, aldanılmaması gerekene de aldanır. Sevgiyi hiç tanımamışlardır. Korku ile menfaat ikilemi içinde olurlar. Keçi, karamık çalısının sürgününe saldırırken kabara gibi batan karamık çalısının dikenini hiç düşünmez. Boğazının uğruna damağına saplanan dikenden kurtulmak için meleyerek âlemi başına yığar da sebebini anlamaz. Cahiller de bir haspir tanesi bulmak için bir çuval pirinci caddeye dökerler de döktükleri pirince üzülmezlerken, haspiri bulamadığına üzülürler. Akıl ve idrak, cahilin doğal düşmanıdır. Kazanılmış pratikleri vazgeçilmezleridir. Haram ile helâl arasında denge kuramazlar. Gündeliklerden bazıları helâl, bazıları haramdır. Yıllar geçse, zaman değişse de değişmeyen tek şey, ona bir başkası tarafından öğretilenlerdir. Varsa da, yoksa da basit gündelik çıkarlarıdır. Onlar için akıl, öncelikli değildir. Ne kadar zarar açacağını, sonunda ne kadar dayak yiyeceğini fark edemeyen merkep, avludan ilk boşandığı vakit doğruca çevirmedeki taze kavak dikmelerine saldırır. Bu taze dikmeler hem yumuşaktır, hem de ağzının dolusudur. Kavağı yer ama dayağı da yer. Onun geleceğini de kurutur. Tekrar boşansa aynısını yine yapar. yapardım, en azından kulağı dolusu darıya satardım.” demiş. Şahsilik ve keyfilik sanki vazgeçilmezleri olur. Domdom kurşunu ile serçe avlamaya kalkarlar. Kayıpları ile kazançları arasında bir türlü bağ kuramazlar. Bitmek tükenmek bilmeyen ahiret yurdunu sınırlı ve belirsiz bir avuç ömrün keyfine feda ederler. Hain, zehri altın tasta sunarken, gafil de mukaddesleri cahilin elinde oyuncak etmekten çekinmez. Bunlar nefsi ve hırsı uğruna, asırları delip gelen değerleri ayaklar altına alabilir. Mazisizleşip, ati umur dışı kalırken, gündelikçiliği, tarihsizliğe yol açar. Tarihsizlik ile talihsizlik başlar. Bunların hepsi bir insani değerlerin kaybı ile son bulur. Tanrı’nın “Kavimler, kabileler ve milletler olarak yarattım.” dediği insanoğlu yerini, tarihini, kendini bilemez olur.Bu hamlıktır, bu bilgisizliktir. Bu eğitimsizliktir. Bu kendini bilmemektir. Bu baştan sona bir cehalettir. Bir de bunun bilerek peydahlayıcıları vardır ki, işte bunlar tam hainlerdir. Bunlar ormanın asıl düşmanlarıdır. Bunlar taze fidanı meze edenlerdir. Bunlar dünü yok sayıp yarın için ufku karartanlardır. Bunlar karanlığı nur, nuru da zulüm olarak gösterenlerdir. Bunlar hiç inanmadıkları halde, aldattıkları kimselerin arkasından gülerek; “Kılda keramet, kirde de bereket vardır.” diyenlerdir. Bunlar, kini sadakat, ümmeti cehalet, tarihi de düşmanlık kaynağı olarak değerlendirirler. Bunlar “Şeyh efendinin rüyasındaki Türkiye’den” Türk insanını habersiz bırakmanın yollarını ararlar. Türk’e, tarihe, Cumhuriyet’e ve de Atatürk’e yalan yanlış kahhariye okuyan herkesin İnsanoğlu da idrakini kaybettiği zaman, bir yanında yerlerini alırlarken, asıl kahhariye okumaşeyler kazandığını zannederek her şeyini kaybe- ya ittifak edenlerin gerçek bir rüya ile nasıl sarder. En değerli varlığını en ucuza satabilir. Ha- sıldıklarını Peygamber’in ümmetinden saklarlar. ramzadenin birine sormuşlar: “ Babanın öleceğini Haydi, bu rüya doğru değil desinler bakalım. Anbilseydin ne yapardın?” Şu cevabı vermiş: “ Ne latayım mı? Rüya şöyle: Bir dünya haritası, ortasında Türkiye… Türkiye toprakları, dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın; lakin alçak duvarla çevrili. Peygamber efendimiz haritanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı yeniden taksim ediyor. Şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor. Etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar. mıyor. Sıra Türkiye’nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eli ile işaret ederek “Burayı şuna verin.” buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye’dir, şu dediği de Mustafa Kemal’dir. Bunlar, ezberlerini bozmamak için sürekli ışığa gözlerini kapama gayreti içinde olanlardır. Bunlar, Semerkant’tan Kayseri’ye gelinceye kadar matematik, tıp, astronomi, hadis, tefsir, kelam ve felsefe ile mücehhez Selçuklu ve Osmanlı medreseleri ile son dönemde asker kaçaklarının yeri sayılan medrese bozuntularını karıştırarak her viraneyi medrese, her yakasız gömlek ve şalvarlıyı da müderris kabul ederler. Cumhuriyetin yüzüncü yılının arifesi sayılan bir zamanda her ilde onlarca İmam Hatip Lisesi, her üniversitede de bir İlahiyat Fakültesi ve bunların mezunlarından da birçok atanmamış eleman var iken geriye dönüp dünyayı tanıma noktasından okuma yazması dahi şüpheli olan yaş sınırı belirsiz insanlara müracaatla ülkenin bazı bölgelerinde din hizmeti verileceği zannı ile kadro açılmasını cehalet değil, cehalete bilerek mazbata vermek olarak değerlendirmek daha doğru olmaz mı? Bahse konu edilen yerlerde maksat sadece dil “İkinci Abdülhamit döneminde Şeyhülislam- ise, lıkta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba, 1930’lu O bölgede şimdiye kadar hiç Türkçe okunmadı yıllarda bu şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice mı? Anadolu’nun bir kasabasına davet eder. “Kahriye” O bölgenin çocukları hiç sınava girmedi mi? okunacak. Yani “ya Kahhar” zikri çekilecektir. Mustafa Kemal Paşa’nın ve rejiminin “kahrı tedO bölgenin İmam Hatip ve İlahiyat bitiren gençmiri” için dua edilecektir. Davet kabul görür, giz- leri neredeler? lice toplanırlar. O bölgenin insanlarının kadın erkek, genç ihKahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala tiyar, mahkemelerdeki duruşmaların dışında her şeyh efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya türlü nümayiş ve hakaretlerini Türkçe yaptıkları görür. bilinmiyor mu? Rüya şöyle: Bir dünya haritası, ortasında TürBu cüret değil ise ne biçim kindir? Tam zamanı kiye… Türkiye toprakları, dünyanın diğer bölge- geldi dercesine, durup durup tam bugün böyle bir lerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. teklifte bulunmak, Cumhuriyet’le, Tevhit-i TedriFakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın; lakin sat yasasıyla ve Cumhuriyetin getirdikleri ile nasıl alçak duvarla çevrili. Peygamber efendimiz hari- bağdaşır? tanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı Ne pahasına olursa olsun bazı bölgelerin kenyeniden taksim ediyor. Şurayı şuna, burayı buna dine özgü hal ve davranışından dolayı olayın istisverin diye emirler veriyor. Etrafındakiler de geremarına giderek; haspiri bulacağız diyerek pirinci keni yapıyorlar. yola saçmış olmuyor muyuz? Bu coğrafya, bu taMustafa Kemal Paşa Trakya bölgesi gibi bir yer- rih, bu toprak, bu kadar sorumsuzluğa izin vermez de duruyor. Yüzü Peygamber Efendimize dönük diye düşünüyorum. Ruhun sarhoşluğu Mevla’ya değil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahcup ve götürür amma nefsin sarhoşluğu da belaya götürür. tedirgin bir durumda; bu yüzden efendimize baka- Haberiniz olsun. 13 14 AKİF’İ SEVER GÖRÜNÜR HAÇLI ZIRHINA BÜRÜNÜR karababaosman@ hotmail.com Osman KARABABA Kültür Bakanlığınca “2011”, “Mehmet Akif Ersoy Yılı” ilan edilmişti. Gelin görün ki, 20. yy’ın başında Batı emperyalistlerince, toprakları vahşetle gasp edilip tarihe gömülmek istenen Türk milletinin Çanakkale Destanı’nı ve İstiklal Marşı’nı yazan büyük vatan şairimiz Akif’e yaraşır bir şey yapılmış değil. Ne acı ki, Milli Mücadele’nin cephe gerisi mücahidi, halkın ve Hakk’ın sesi, yüce milletimizin kutup yıldızı ve abide şahsiyetlerinden Akif’in üstün karakterinin ortaya konmasına ve savunduğu kutsal ve milli değerlere sahip çıkılmasına mani olundu. Çünkü Akif’i seviyor görünenler Akif’in mücadelesini verdiği değerlerle mücadele ediyorlar. Türk milleti, Çanakkale’de Akif’in; “Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!” “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer” “Kafa, göz, gövde, bacak, kol,çene, parmak, el, ayak Boşanır sırtlara, vadilere sağanak sağanak!” diye anlattığı, Batı emperyalizminin tarihte görülmedik vahşetini yaşadı. Lakin, kahraman Türk milleti bu soykırımı yaratanlara; “Medeniyet” denilen tek dişi kalmış canavar.” “Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi Avrupalı”ya ve , “Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ..”, “Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer”, “Avustralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!”, kısacası “Yedi iklimi cihân”, a öyle ağır bir tokat indirdi ki, Çanakkale’de boğulmaktan kurtulamadılar. Bu zafer dünya tarihinin aklını oynattı. Gel gör ki, bitmedi “bu rezil istila”; aziz milletimizin Mondros Mütarekesiyle elleri kolları, bağlandı ve ardından boğazına geçirilen Sevr paçavrasıyla boğulmak istendi. Yüce Türk milleti, Batı emperyalizminin tarihten silmek için yaptığı “hayasız akın”ına göğüs gererek bir imkansızı başardı ve sonuçta “Türkiye Cumhuriyeti” olarak dünya milletler platformunda şerefle yerini aldı. Lakin Batı emperyalizmi yediği darbenin acısını 90 yıldır hafızasından atamadı, hep intikam için yaşadı. Türk milletini savaşla yenemeyeceğini idrak eden Batı, strateji değiştirdi. Türklerdeki din, namus,vatan,millet ve dil yani ‘birlik duyguları’nı yok etmeye giriştiler. Bunun için içimizdeki hainleri ve Milli Mücadele’den kuyruk acısı olan işbirlikçileri kullanarak içerden çökertmeye giriştiler. Yeni dünya düzenini istedikleri gibi şekillendiren Batı emperyalizmi, Türk milletinin hayat damarlarını tıkamak için içerden ve dışarıdan Atatürk’e, M. Akif’e, Türklüğe, İslam’a, Türk tarihine psikolojik saldırılar başlattı. İlk hedefte, Atatürk gibi, Batı emperyalizminin baş düşmanı olan ve en önemli karakteri “zulme isyan” olan Akif’ de vardı. Çünkü O, hayatının her kesiminde, bütün gücüyle her türlü haksızlığa, zulme, yolsuzluğa, gericiliğe, yobazlığa, aymazlığa, miskinliğe, uşaklığa, hayasızlığa, şerefsizliğe… şiddetle karşı koymuştu. Buna rağmen İstiklal Marşı, Çanakkale Destanı ve birçok şiirinde“Medeniyet” kelimesini “Batı’nın vahşeti” anlamında kullandığı için O’na yaftalanmak istenen “medeniyet” düşmanlığı hep gündemde tutuldu. Hain çevrelerce “Mehmet Akif Kılıfı”nda Cumhuriyet aleyhine kamuoyu hazırlanmakta... ‘Mısır yolculuğu’ çarpıtılarak yüce şairle rejim arasında husumet varmış izlenimi yaratılmakta… Safahat’ında ve İstiklal Marşı’nda, hayatını adadığı milleti için “Türklük” yerine kullandığı “ırk” sözcüğü… Ehli-salip’in Balkanlar’daki Türklere yaptığı soykırımı dile getirdiği şiirinde “ Arnavud’um” demesi… Dincileri hicvetmesi… Çanakkale’yi “Geçilmez!” yapan şehitlerimize “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” benzetmesi… İslam’a bağlılığı… Sakalı, başında şapkasının eksikliği… hep çarpıtıldı. Ne yazık ki bunların hepsi planlı yapılıyordu. Mehmet Akif, hem örnek Müslüman’dı hem öz be öz Türk’tü. Hasan Basri Çantay’ın,O’nun Türlüğü hakkındaki ; “Akif, Türk olarak yazdı, Türk olarak düşündü, Türk olarak yaşadı ve nihayet Türk olarak öldü” sözleri hangi çevrelerin niçin işine gelmiyor; düşünün! Ordunun Duası (1921) adlı şiirinde şöyle diyordu: “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman!.. Müslüman’ız, Hakk’a tapan Müslüman!” Peki, Akif’in Türk olduğu tarihi bir gerçek iken ölümünün 74. yılında, Sayın Başbakan, O’nun “Arnavut” olduğunu ne amaçla söyledi? Bu; bir gaf mı, sehven itiraf mı, Akif’e ithaf mı, yoksa bir hilaf mı? Oyunun perde arkasında ne vardı? Sayın Başbakan’ın; Türkiye dahil 22 İslam ülkesini bölmek için hazırlanmış Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını üstlenmesi?..“Türkiye’de Kürt sorunu vardır” söylemleri?.. “Dersim İsyanı” için dilenen özür?.. Ve hep konuşmalarında Kürt, Çerkez, Abaza, Arap, Gürcü, Laz...vs. diyerek yapılan etnik ayrımcılık? “Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürdü katletti” diyen naylon yazarın küresel güçler tarafından ödüllendirilmesi ve Köşk’te taltifi…İhanet “Açılım”ı, “Habur” bayramı… bütün bunlar nasıl yorumlanmalı? Bölücü terörün Meclis’teki siyasi uzantısı BDP’nin; “Bize özerklik yetmez, biz bağımsızlık istiyoruz.”, “Biz sınırlarımızı çizdik” gibi nice bölücü ihanet çığlıkları?.. İstiklal Marşı ve Türk bayrağına duyduğu nefret?.. Her yerde bölücü başının posterlerini, sözde Kürdistan paçavralarını alenen kullanması?.. Bu hainler, nereden güç alıyor dersiniz? Bilindiği üzere son on yıldır, “Temeli yüksek Türk kültürü ve Türk kahramanlığı olan Cumhuriyet”e alerji olanlar , “Ne mutlu Türk’üm, diyene!” sözünden rahatsızlık duyanlar, birden nasıl mantarlaştı? Yobaz Derviş Mehmetler, İngiliz uşağı hain Şeyh Saitler, Seyyit Rızalar nasıl hortladı? Ya öğrenci andından “Türk”ün kaldırılması planı?.. Devletin zirvesindeki zatın 1994’de “Ne mutlu Türküm diyene’ lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür.” sözleri sebepsiz miydi? Çanakkale’de “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatan” 253 bin şehidin faili ve Türk milletinin ezeli düşmanı olan İngilizler için; “İngilizler Türklerin ezeli dostudur” diye, Şövalyelik Nişanı hatırına, söylenen sözler bir gaf mı, tarihi inkar mı yoksa şehitlere ithaf(!) mıydı? İstiklal Marşı dizelerindeki “Kahraman ırkıma” ve “ırkıma yok izmihlal” deyişlerinde, “Türk milleti” yerine kullanılan “ırk” kelimesinden kabız olanların karın ağrısı neyin alametidir? Halkı Allah ile aldatanlara Akif’ şöyle diyordu: “Lakin ne demek bizleri Allah ile iskat (aldatma)? “Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cürete … Ha?” Şimdi “Allah indinde tek din İslam’dır” ayetini yeryüzünden silmek isteyen AB’ işbirlikçileri dinciler ve diyalogcuların Mehmet Akif’i seviyor görünmeleri O’nun kemiklerini sızlatmıyor mu? Kurtuluş Savaşı hafızalardan silinmek isteniyor. AKP’li Ordu milletvekili İhsan Şener’in; “Kurtuluş savaşı yapılmadı, şehitlikler hikâye…”diyecek kadar sapıtması irtica odağı iktidarın bir politikası mı? “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” hükmünden; Türk milleti üzerinde ezeli emelleri olan AB ve Lozan’ı hala kabullenemeyen ABD’nin, emperyalist uşaklarının ve Cumhuriyet’ten kuyruk acısı olanların neden ifrit oldukları ve nefret ettikleri hatırlanmıyor? Türk milli şuurunun mihengi olan İstiklal Marşı’nı ve onun taşıdığı değerleri ortadan kaldırmak; açıkça Akif’i seviyor görünenlerin, küresel güçlerin ve işbir- 15 Ne acı ki, Milli Mücadele’nin cephe gerisi mücahidi, halkın ve Hakk’ın sesi, yüce milletimizin kutup yıldızı ve abide şahsiyetlerinden Akif’in üstün karakterinin ortaya konmasına ve savunduğu kutsal ve milli değerlere sahip çıkılmasına mani olundu. Çünkü Akif’i seviyor görünenler Akif’in mücadelesini verdiği değerlerle mücadele ediyorlar. likçilerinin ortak bir planlarının gereğidir. Nasıl kaldırılacak derseniz, mevcut Anayasadaki değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddeyi değiştirerek. Bunu isteyenler “Sadece Cumhuriyet, kalabilir.” dediklerine göre o zaman 3. maddede bahsedilen “Türkiye Devleti”, “Türk Dili”, “Türk Bayrağı” gibi “İstiklal Marşı” da tarihe gömülmüş olmayacak mı? Bunu yapabilir mi, derseniz, yapabilirler. Çünkü bugüne kadar Türkiye’nin aleyhinde hayal dahi edemediğimiz yüzlerce şeyi yapanlar, bunları da yapmaya çalışacaklardır. Böylece Akif’’i seviyor görünenler tarafından; emperyalist güçlerin desteğinde İstiklal Marşı tarihten silinirken, Akif’’in emanet ettiği ve mücadelesini verdiği değerler ortadan kaldırılacak ve Akif de tarihe gömülmüş olacak! Eğer sen uyanmazsan! 16 NATO FÜZE KALKANI PROJESİ DURMAK YOK SAVAŞA DEVAM Ahmet MUHTAROĞLU Enerji Uzmanı Enerjinin jeopolitiği ile alakadar olanların şöyle bir görüş ve kanaatleri vardır; “Dünyanın neresinde bir kavga var ise orada mutlaka enerji vardır.” Bu kavga, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunun dağıtılmasının ana sebeplerinden biridir. 19. yüzyılın ortalarında başlayan endüstri çağının petrol ile var olabileceğinin farkında olamayan Osmanlı, üzerinde oturduğu kıtanın altındaki zenginliği de fark edememiştir. Fark etseydi kaçınılmaz son durdurulabilir miydi, bunu bilmemiz zor. Gerçi 2.Abdulhamit, Musul petrollerinin bir kısmını kendi üzerine şahsi mülk olarak geçirmiş ise de sonuç değişmemiş, emperyalistler Osmanlı coğrafyasından 25 ülke peydahlamışlar. Osmanlı’yı yıkmaya muktedir olan dönemin emperyal gücü İngiltere, coğrafyayı yeraltındaki kaynak ve üzerinde yaşayan ahalinin etnik ve mezhep yapılarını dikkate alarak parselere ayırarak devletler oluşturmuştur. Her birisinin başına da halkına despot, kendisini oraya getiren efendisine kölelik yapan ve petrolü Batı’ya peşkeş çeken sözde şeyhler getirmiştir. Bu durum II. Dünya Savaşı’na kadar sürmüştür. 1940’larda Almanların iştahını Hazar bölgesi petrolleri kabartmıştır. Rusya üzerine yürüyen Hitler’in akıbeti hepimize malumdur. Bu tarihten sonra İngiltere yavaş yavaş bölgeden çekilmeye başlar. Bu çekilmenin birçok sebebi vardır. Ancak, biz burada o sebeplere girecek değiliz. Burada şunu belirtmemizde fayda vardır: Özellikle Ortadoğu coğrafyasında enerji ve bölge adına neler olup bitiyor ise proje hâlâ İngiltere menşelidir. Taşeron bir gün İsrail olur, bir gün Türkiye olur, diğer bir gün ABD olur fark etmez. Ama olayların proje müellifi hâlâ İngiltere’dir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu coğrafyada rol paylaşımı yeniden yapılmış, ABD coğrafyanın taksiminde başrolü almıştır. Zaman zaman Mısır, Suriye gibi ülkeler Sovyetler Birliği’nin etki alanına girmişse de bu etki uzun süre devam edememiştir. 21.yüzyılın başında bölgenin haritası yeniden masaya yatırılmıştır. Atlas okyanusundan Hint okyanusuna kadar olan bölge yeniden dizayn edilmektedir. Bu yüzyılda ülkeleri fethetme konsepti de değiştirildi. Batı emperyalizmi her ülkenin içinden özgürlük hareketi adını verdiği guruplar devşiriyor ve bunların ülke yönetimlerine başkaldırmalarının yolunu açıyor. O ülkede isyanı örgütlüyor ve arkasından da NATO’nun öldürücü gücünü o ülkeye gönderiyor. Bu emperyalist oyunun son perdesi Suriye’de oynanıyor. Bu ülke de iç savaş hâlihazırda olanca hızıyla devam etmektedir. Bu oldu bittilere ise BM tahtında …… “kendi kaderlerini tayin etme hakkı” gibi kılıflarla ilgili maddeye de atfen meşruiyet kazandırılmaktadır. Bu noktada üzerinde önemle vurgulamamız gereken konu şudur: Eğer Fas’tan başlayıp Pakistan’a kadar olan bu bölgede gelişen ve “Arap baharı” denen büyük kargaşa, kan, ve gözyaşına yol açan olayların halkların kendi istek, arzu ve özgürlük taleplerinden kaynaklandığını zannedenler varsa aldanırlar. Tüm olup bitenlere rağmen, yok efendim Kaddafi halkına zulmediyormuş, Mısır’ın başındaki 35 yıldır oradaymış, Suriye devleti kendi halkına zulmediyormuş gibi bu coğrafyada yaşayan insanları aptal yerine koyanlara şimdilik elimizden gelen şey lanet okumaktır. ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice dememiş midir ki bu bölgede 22 ülkenin sınırları ve yöneticileri değişecek. O halde “Arap baharı” tesadüf müdür? Libya’ya ilk bombayı atan Sarkozy’nin daha başlangıçta Kaddafi’nin başı için Libya petrollerinin %35’ine pazarlık konusu yaptığı ve bunu kontrata bağladığı ortaya çıkmamış mıdır? (Üstelik Sayın Başbakanımızın bu konuya çok kızdığına bütün dünya kamuoyu şahit oldu.) Keza bizler biliyoruz ki 2003 yılında Irak savaşı çıkmadan, yani 1 Mart 2003’den önce dünya petrol devleri BP, Shell, Exxon Mobil gibi şirketler, Saddam’a vurmadan önce, petrol kuyularını isim isim paylaşıp bunu da yazılı kontrata bağlayıp Irak savaşını başlatmışlardı. (Kaynak: Muttitt, Greg “Fuel on The Fire”.) Hani nerede Irak’ta demokrasi? Üstelik Irak 3’e bölündü, iç savaş devam ediyor ve her gün onlarca insan birbirini öldürüyor. Birbirlerinin üzerine bomba atıyorlar ama kimse kuyuları bombalamayı düşünmüyor. Birilerine göre de ABD Irak’ta başarısız; güler misin ağlar mısın? Esas konumuza gelirsek; Neden Füze Kalkanı: Kamuoyunda hepimizin şahit olduğu gibi 2010 ve 2011 yıllarının büyük kısmı NATO Füze Kalkanı’nı tartışarak geçti. Biz bu noktada NATO Füze Kalkanı’nı uzun uzadıya tartışmayacağız zira bu hususta çok yazılar yazıldı, biz de geçmişte yazdık ve kamuoyu yeterince bilgi sahibidir. Füze Kalkanı bir amaç değil araçtır. Neyin aracıdır, hegemonya bunu kime karşı kullanmayı öngörmektedir? Tabi ki hegemonyanın önünde durabilecek tüm engellere. Dünyanın egemen güç mücadelesinde Batı, görünen o ki zordadır. Teknoloji gibi, üretim gibi ve nüfus gibi gelişmenin dinamikleri olarak kabul edilen üstünlükleri doğudaki Çin, Japonya ve Hindistan’a kaptırmıştır. Her biri bölgesel güç olma yolundaki bu ülkeleri engellemenin tek bir yolu ise bu ülkelerin enerjiye ulaşım yollarını kontrol etmekten geçer. Afrika kıtasında olup bitenlerin gerçek sebebi de budur. Çin, Afrika’ya yayılmak üzere iken önü kesilmiştir. Çin’in sadece Libya’daki yatırımı 100 milyar USD’dan fazladır. Kaddafi’nin kırk yıllık diktatörlüğü bahane edilerek 30 binin üzerinde Libyalı katledilmiştir. Ama diktatör dediğimiz Kaddafi 40 yılda bu sayının onda biri kadar insan öldürmemiştir. Keza Irak’ta demokrasi adına öldürülen insan sayısı 1,5 milyon kişi olduğu söylenmektedir; peki diktatör Saddam’ın öldürmüş olduğu insan sayısı acaba kaçtır? Tabi ki bu rakamla kıyas dahi edilemez. Aslında düşündüğümüz zaman olayın vahameti çarpıcı gerçekler içermekte, proje çok büyüktür. Bizim Füze Kalkanı’nın yönünü tartışmamız çok yersiz ve anlamsız. Bu Füze Kalkanı’nın İran’a yöneltilmiş olduğunu söylemek meseleyi hafife almak olur. Keza İsrail’i korumak için dersek cepheyi yine küçültmüş oluruz. 19-20 Kasım 2010 tarihinde Lizbon’da alınan kararda “Stratejik çıkarların bulunduğu alanın savunması”ifadesi ilk defa NATO Stratejik Konsept belgesine girmiştir. Bu karara istinaden 28 Kasımda toplanan NATO değerlendirme toplantısında Avrupa NATO Kuvvetleri Başkomutanı Amiral Stavridis “Bölgesel Savunma” kararlarına bağlı kalmayacağını, artık NATO’nun stratejik çıkarlarının bulunduğunu tüm alanların NATO’nun hedefi haline geldiğini ilan etmiştir. Ayrıca ülkeleri tek tek saymak yerine balistik füzeye sahip dünyada 30 ülkenin kapsamı alanına girdiğini NATO Genel Sekreteri Rasmussen beyan etmiştir. Onun içindir ki İran isminin geçip geçmemesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. ABD ve Batı’nın küresel hegemonyasına yönelik tehdit hiçbir zaman ABD, AB ve Afrika olmayacaktır. Çin, Rusya, Hindistan ve Pakistan olacaktır. Aslında bu gelişme dünyanın çekim merkezinin Avrasya’ya kayması ile direk alakalıdır. NATO da küresel emperyalizmin karargâhı durumundadır. RUSYA NATO FÜZE KALKANININ NERESİNDE? Emperyalizm küreselleşme dönemine girerken dünyada federal yapılara sahip hiçbir ülke bu güce karşı koyamamış, yalnız ulus devletler karşı koyabilmiştir. Federal yapıya sahip Rusya’dan 10, Yugoslavya’dan 8, Çekoslovakya’dan 2 olmak üzere yalnız Avrasya’dan 20 devlet çıkmıştır. Geçmiş 20 yılda Rusya çok hırpalanmıştır. Tabir caizse ne arka bahçesi ne ön bahçesi 17 Emperyalizm küreselleşme dönemine girerken dünyada federal yapılara sahip hiçbir ülke bu güce karşı koyamamış, yalnız ulus devletler karşı koyabilmiştir. kalmıştır. Haklı olarak da NATO’nun hedefinde de Rusya kendisini görmektedir. Aslında NATO Füze Kalkanı’nın eski Varşova Paktı ülkelerinden Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne konuşlandırılmaması için verdiği mücadele çok sert olmuştur. Putin 2007 yılında Münih’te ABD’nin tüm dünya barışını tehdit etmekte olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu ülkelere füze kalkanının konuşlanmasını Rusya için direk tehdit olarak algılamıştır. Putin, İran tehdidine karşı Azerbaycan’daki eski Sovyetler Birliğinden kalma Gabala üssünü NATO ve Rusya’nın ortak kullanmasını teklif etmiş, füzesavarların buraya konuşlanmasını önermişse de teklif kabul görmemiştir. 2008 Ağustos ayında patlak veren Rusya-Gürcistan savaşı Polonya ve Çek hükümetlerini harekete geçirerek üslerini derhal NATO’ya tahsis etmişlerdir. Bu durumda Rusya sahip olduğu tüm nükleer başlıklı füzelerini Avrupa ülkelerine yönlendirmişti. Bu durum karşısında NATO’ya dâhil ülkeler ikiye bölünmüş; eski Varşova Paktı ülkeleri NATO Füze Kalkanı projesine destek verirken, Almanya, Fransa, İtalya, Belçika ve İspanya gibi ülkeler Rusya’nın nükleer başlıklarına hedef olmaktan çekinerek projenin askıya alınmasını istemişlerdi. Sarkozy bunu ABD’den resmen istemiştir ve proje rafa kalkmış gibi gösterilerek kararı Türkiye’ye dönmüştür. Sonuç olarak Rusya siyasi kıskaçtan kurtulmuş, onun yerini Türkiye almıştır. Bu durumdan Rusya az da olsa memnundur, hatta Rusya NATO Füze Kalkanı projesine katılmak istediğini belirtecektir. 20 Kasım 2010 zirvesinde NATO – Rusya ortak işbirliğinin bir vizyona oturtulması ile ilgili bir doküman dahi imzalanmıştır. Ancak aradan 10 gün geçmesine rağmen Medvedev ulusa sesleniş konuşmasında Rusya ve NATO’nun birlikte çalışmasının mümkün olmadığını, kendilerinin yalnız katılmak istediklerini, kendilerine karşı Gürcistan ve Ukrayna’ya sürekli destek verildiğini, Rusya’ya doğrudan gelebilecek tehlikelere karşı sorumluluk verilmesinden kaçınıldığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Bu noktada henüz bir yazılı metne ulaşamasak da aldığımız bilgilere göre Rusya bu füze kalkanının kendilerine karşı olmadığını yazılı bir belgeye bağlamak istediklerini ancak NATO’nun böyle bir belgenin söz konusu olmayacağını ifade ettikleri resmi olmayan kaynaklarda söylenmiştir. Dolayısıyla NATO’nun yeni misyonunu tüm dünyaya yaymak gibi görünürde NATO politikası olsa da 18 gerçekte ABD politikasına Rusya’nın alet olması ve Rusya’nın küresel güç olma iddiasından vazgeçmiş olması demektir. NATO’nun hedefinin artık Rusya, Çin, Hindistan ve İran olduğu hatta tüm Avrasya olduğu kesindir. Rusya başına neyin geleceğin tahmin edebilen büyük bir devlettir. Suriye’nin düşmesi aslında Rusya’nın düşmesi demektir. Suriye düşerse İran’ın düşmesi kolaydır. İran’ın düşmesi ise Rusya’nın ABD ile Hazar denizindeki petrollerine ortak olması demektir. Hazar petrollerinin bilinmeyen ve keşfedilmeyen rezervi bilinenin yüzlerce katı fazla olduğu tahmin edilmektedir. Tüm dünya gözünü Hazar havzasına dikmiştir. Onun için Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da kılını kıpırdatmayan Rusya, Suriye için savaş gemilerini Akdeniz’e indirmiştir. Küresel hegemonyanın sloganı bildik bir slogandır, enerji ile ilgilenen herkes bilir. Bu slogan “Durmak yok, savaşa devam” ’dır. Ortadoğu’da devam eden bu savaşın, bu değişimin sonucunu kimsenin kestirmesi mümkün değildir. ABD’nin şimdilik tek handikabı Hürmüz boğazıdır, zira dünyanın günlük petrolünün %40’ı bu boğazdan geçmektedir. Bu boğazın 1 hafta tehlikeye girmesi dünya için bir felaket olur. ABD bunu çok iyi biliyor, bunun için İran’a dokunmakta tereddüdü var. İran’ın en büyük handikabı ise benzindir. İran kendi benzinini Çin’den almaktadır. Yeterli rafinaj kapasitesi yoktur. Hem ABD hem İran birbirlerinin açıklarını çok iyi bilmektedir. SONUÇ: NATO Füze Kalkanı Radar Sistemleri konuşlanması yalnız ülkemiz için değil tüm Avrasya için bir dönüm noktasıdır. Hegemonyanın Avrasya hâkimiyetinin simgesidir. Dünya soğuk savaş döneminde olduğu gibi yeniden hızla iki kutuplu sisteme doğru gitmektedir. Bir tarafta ABD, AB ve NATO kısaca küresel hegemonya, diğer tarafta ise bu gücün karşısındaki herkes vardır. Vatan, millet, din, milliyetçilik, hürriyet, bağımsızlık gibi kavramlar üzerinde konuşmak ikinci sınıf bilgi sahiplerinin harcı değildir. Sosyoloji; tarih ve coğrafya ile at başı gidermiş. Bölgemizde derin sosyolojik hadiseler vuku bulmakta. Elbette ki bu hadiseleri bizim tarihimiz ve coğrafyamız tetiklemektedir. Şahsiyetler kişilerin sahip olduğu kendi tarih kültüründen vücut bulur ve kültürün birim değeri şahsiyettir. Milli meselelerdeki kararları ferdi kararlardan ayrı tutamayız. Sosyolojik değişimdeki kastımız şudur. İslam coğrafyasında halklar birbirlerini öldürmektedir, öldürürken de hem ölen hem öldürenler “Allah-u Ekber” diye bağırmaktadır. Hem öldürüyor hem Allah-u Ekber diyor, nasıl bir tezat! İslam adına nasıl bir savrulmadır bu. Keza Libya lideri Kaddafi’nin başını hem eziyor hem Allah-u Ekber diyorlar, ne hazin. Ülkemizi yönetenler NATO Füze Kalkanı projesiyle birlikte Türkiye için yeni bir karar vermişler ve Türkiye’nin nerede ve hangi blokla ortak hareket edileceğinin kararlarını vermişlerdir. Konunun fayda ve mahsurlarını bizlerden çok iyi bildiklerine eminiz, zira ülkeyi 10 yıldır onlar yönetiyor. Umuyor ve diliyoruz ki ülkemiz verilen bu tür kararlardan zarar görmez. Biz ülkemiz için ancak dua ederiz. Biz kendi yöneticilerimizin iyi niyetinden eminiz. Ancak, Pepsi Cola başkanının çarpıcı bir beyanı var bahsetmeden geçemeyeceğim, aynen şöyle diyor: “Kapitalizm vicdanını kaybetti.” Sanki vardı da! Bizim üzüntümüz ise şudur: “İslâm’ım diyenler vicdanlarını kaybetmiş görüntüsü veriyorlar.” Yorum sizin. Rahmetli Aydın Menderes’i 80’li yıllarda tanıdım ve dostluğumuz uzun yıllar devam etti. Rahmetli, çocuklarımın sünneti için Bünyan’a gelerek çocuklarımın kirvesi oldu. O yıllarda siyasetin dışında idi. Birlikte çok seyahatimiz oldu ve ben gerçek Aydın Menderes’i tanıma fırsatı buldum. Özünde milliyetçi, vatanperver biri idi. AB’ye karşı olduğunu çekinmeden söylerdi ve derin tarih bilgisi vardı. Bize her fırsatta özellikle “Oğuzlar’ı okumamızı tavsiye ederdi. İsterdim ki ülke böyle bir değerden istifade etsin ama olmadı. Refah Partisine geçmesi tam bir kırılma noktası oldu. Yakın arkadaşları olarak tasvip etmedik. Elim kaza ile birlikte zaten acılı bir hayatın üstüne çileli bir hayat daha bindi. Tüm sevenlerine başsağlığı dilerim. Nur içinde yatsın. Ahmet Muhtaroğlu 19 ÖĞRENMEYİ ETKİLEYEN unsurlar2 İbrahim GÜNGÖR Eğitim öğretimde önemli hedeflerden biri de öğrenme miktarının mümkün olduğunca yüksek olmasıdır. Öğrenme miktarının artırılmasına dönük arayışlar ve araştırmalar sonucunda çeşitli sonuçlara ulaşılmış olup, bunları üç ana başlık altında toplamak mümkündür. Öğrenmeyi etkileyen etkenler olarak bunlar a) öğrenenle ilgili etkenler (olgunlaşma, genel uyarılmışlık hali vb.), b) öğrenme yönetimiyle ilgili etkenler ve c) öğrenme malzemesiyle ilgili etkenlerdir (algısal ayırt edilebilirlik, anlamsal çağrışım, kavramsal gruplama). Her bir konu için literatürde çok çeşitli araştırma bulgularına rastlamak mümkündür. Önceki yazıda öğrenme yöntemiyle ilgili etkenler hakkında bilgi verilmeye çalışılmıştı. Bu yazımızda ise öğrenme malzemesiyle ilgili etkenler hakkında bilgi verilecektir. Öğrenmeyi etkileyen diğer bir etken grubu da “öğrenme malzemesi”ne ait özelliklerdir. Öğrenme malzemesine ait etkenler çeşitli açılardan sınıflandırılabilir. Öğretmenin öğrenme üzerindeki tek fonksiyonu gerek öğrenciyle, gerek öğrencinin öğrenme stratejileriyle ilgili durumlarda etkili olabilmektir; ayrıca, öğrenme malzemesi üzerinde düzenleme yapabilmesi, otorite olabilmesidir. Öğrenme malzemesinin öğrenmeyi kolaylaştırabilen veya zorlaştırabilen bir takım özellikleri vardır. Bunlar: Algısal Ayırt Edilebilirlik: İnsanlar dünyayı tüm duyu organları yoluyla algılarlar; dolayısıyla görsel algı, işitsel algı ve diğerleri gibi her duyuma ilişkin algıları vardır. Ancak, normal hallerde en büyük ağırlığı görsel algılar taşır (Morgan, 1991). Öğretim materyali hazırlarken temel ilkelerden biri de, materyalin önemli noktalarının vurgulaması Öğretmenin öğrenme üzerindeki tek fonksiyonu gerek öğrenciyle, gerek öğrencinin öğrenme stratejileriyle ilgili durumlarda etkili olabilmektir. 20 Öğrencinin zihnindeki diğer kelimelerle bağlantısı olmayan kelimelerin öğrenilmesi zor olur ve kolayca unutulabilir. Bu özelliği öğrenmede transfer ile bağdaştırmak mümkündür. gereğidir. Yani, öğretimde kullanılacak materyallerin “ayırt edilebilirlik ilkesi” doğrultusunda önemli noktalarının vurgulanması, açık seçik olarak rahat algılanabilecek özelliklerde olmasıdır (Demirel, 2002). Bu anlamda renkli grafikler, resimler vb. gibi malzemeyle öğrenme kolaylaştırılmalıdır. “Algısal ayırt edilebilirlik ilkesi” doğrultusunda öğrenciler de ders çalışırlarken çalıştıkları konuyu görselleştirmeleri, renkli kalemlerle şekiller, grafikler çizerek çalışmaları kendi öğrenme miktarlarını artırma bakımından yararlı olabilir. Anlamsal Çağrışım: Ele alınan konu başka bazı bilgi birikimleriyle ilgili olmalıdır. Örneğin; bir kelime söylendiğinde, öğrencinin aklına ilgili diğer kelimeler gelebilmelidir. Öğrencinin zihnindeki diğer kelimelerle bağlantısı olmayan kelimelerin öğrenilmesi zor olur ve kolayca unutulabilir. Bu özelliği öğrenmede transfer ile bağdaştırmak mümkündür. Benzer uyarıcıların birbirlerinin öğrenilmesini kolaylaştırdıkları olumlu aktarma durumunun oluşturulmaya çalışılması gerekir. “Anlamsal çağırışım” dizileri çoğaldıkça, yani bir kavram diğer bir kavramı, o kavram da başka bir kavramı, vb. çağrıştırdıkça, öğrenme ihtimali derece derece artar. Dolayısıyla, belki anlamsal çağrışımı bu şekilde basamaklar şeklinde ele almak daha yararlı olur (Bacanlı, 2005). Bu nedenle öğrenme malzemeleri yönünden, anlamsal çağrışımı herkeste birbirine benzer şekilde sağlayacak öğrenme materyali tasarlanmalı ve kullanılmalıdır. Yeni öğrenilecek bir konunun diğer konularla olan ilişkileri vurgulandığında daha kolay öğrenildikleri görülecektir. Önce öğrenilen konularla ilişkisi olmayan yeni bir konunun öğrenilmesi daha uzun zaman alır, bunun nedeni yeni konunun diğer konularla olan anlamsal çağrışımının hiç olmaması veya çok az olmasıdır. Bu nedenle öğrenmede kullanılacak malzemenin anlamsal çağrışım yönünün iyi tasarlanması gerekmektedir. Kavramsal Gruplandırma: Birçok bilgi ve/veya kavram ile karşı karşıya kullanıldığında, öğrenme malzemesinin bir takım gruplar halinde bütünleştirilebilmesi, onun öğrenilebilirliğini artırır. Birbirlerine kavramsal açıdan yakın veya benzer olan kavramlar öğrenmede kolaylık sağlarlar. Eğer gruplandırma yapılamıyorsa, öğrenilecek olan malzeme çok olarak algılanır ve öğrenilmesi zorlaşır. Kavramsal gruplandırma da çağrışımsal anlam gibi, basamaklar haline geldiğinde daha yararlı olur. Başka bir ifadeyle, kavramlar gruplara, gruplar alt gruplara ayrılabiliyorsa öğrenilmesi kolaylaşır. Örnek olarak, minerallerin ele alındığı bir derse ait konuyu şema haline getirmek mümkün olabilir (Bacanlı, 2005). Mineraller taşlar ve metaller olarak iki gruba ayrılabilir. Taşlar değerli ve değersiz olmak üzere kendi aralarında tekrar iki gruba ayrılmış gösterilebilir. Yine metaller de kendi aralarında yaygın bulunan, nadir bulunan ve alaşım olmak üzere üç gruba ayrılabilir ve böylece mineraller konusu bir bütün halinde gruplandırılarak şekille gösterilebilir. Konunun bütününü gören öğrenciler konuyu daha kolay öğrenebilirler. Yararlı olması dileğiyle… KAYNAKÇA Bacanlı, H. (2005). Gelişim ve Öğrenme (11 b.). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Demirel, Ö. (2002). Planlamadan Değerlendirmeye Öğretme Sanatı (3 b.). Ankara: PegemA. Morgan, T. C. (1991). Psikolojiye Giriş (9 b.). (H. Arıcı, O. Aydın, R. Bayraktar, O. İmamoğlu , S. Karakaş, I. Savaşır, . . . G. Acar, Çev.) Ankara: Meteksan. 21 EĞİTİMCİ / YAZAR ABDULLAH AYATA ile SÖYLEŞİ Sayın Abdullah Ayata ile yazarlık hakkında konuştuk… Biz merak ettiklerimizi, aklımıza eseni sorduk, o da gönlünden geçenleri bizden esirgemedi, gerçekleri samimi bir şekilde dile getirdi. Onu herkes 2004’te yayımlanan “Anılarda Son Ermeni”nin yazarı olarak tanıyor. 1958 yılında Tomarza, Kayseri’de doğdu. Yazmaya lise yıllarında başladı. Şiir ve kısa öyküleri bazı dergilerde yayımlandı. Altın Kitaplar Yayınevi’nden yayımlanan ilk romanı “Anılarda Son Ermeni” yurt dışında büyük ilgi gördü. Aynı romanıyla 2005’te Aydınlar Ocağı Kayseri Şubesi “Yılın Kültür Adamı”, 2006’da Türkiye Yazarlar Birliği “Yılın Romancısı” ödüllerini aldı. Diğer romanları: Kartallar Kafese Sığmaz, Horkut, Keşke O Deli Ben Olsaydım, Erciyes’in Gölgesine Sığmayanlar. Sayın Hocam, Türkiye sizi “Anılarda Son Ermeni” isimli romanınızla tanıdı. Yazmak, tanınmak nasıl bir duygu? Roman yazma merakınız nereden doğdu? Bu konuyu seçmenize etkili olan sebepler nelerdi? Mesela, o yıllarda Ermenilerin milletimize duydukları kin ve nefretin, tırmandırılmak istenilen husumetin etkisi oldu mu? Çocukluk yıllarımdan beri çok okuyan bir insanım. Lise yıllarında zamanın bazı edebiyat dergilerinde rumuz kullanarak yazılar yazıyordum. “ Son Ermeni” isimli romanımla bu yazma arzum gerçekleşmiş ve olgunlaşmış oldu. Bu romanımda, doğmuş olduğum bölgede yıllar önce yaşanmış olan ilginç bir olayın kasıtlı çevreler tarafından yanlış anlatılarak zihinlerin bulandırılmak istenildiğini görünce tepki romanı olarak yazdım. O zamanlar, bir Türk din adamı ile yaşlı bir Ermeni arasında yaşanmış olan gerçek olayları sade, herkesin anlayabileceği dille anlatmaya çalıştım. Kitabınızın o günlerde gündeme oturduğunu görüyoruz. Bunda etkili olan neydi? Ya üslubunuz? Yazmak hissetmekle ilgilidir. Hissetmeyen yazamaz. Ayrıca, öncelikle ilk kitabımın konusu çok ilginç ve sürekli milletimizin huzursuz edilmeye çalışıldığı olayla ilgiliydi. Bu sebepten dikkat çekti. Aslında tam olarak gündeme oturmuş olduğu söylenemez. Zira istenildiği gibi tanıtımı yapılamadı. Üslubumun ise akıcı ve etkileyici olduğu söyleniyor. Bu okuyucularımın takdiridir. İlk romanınızı (Anılarda Son Ermeni) yazdınız… Romanın piyasaya çıkması aşamasında hangi zorluklarla karşılaştınız? Yazar için ilk kitabının yayınlanması çok zor ve heyecanlı bir bekleyiş süreci. Özellikle İstanbul’dan uzak bir Anadolu şehrinde yaşamakta olan benim gibi insanlar için mucize niteliğinde bir olay. Ne kadar güzel, ilginç şeyler yazarsanız yazın, ulusal yayınevleri tarafından hemen kabul görmüyorsunuz. Hepsinin kendine göre yazar kadrosu var. Zaman zaman dışlanıp bekletilerek sabrınız deneniyor adeta. Biraz da kısmet meselesi. Eğer ben, bir televizyon programında Prf. Dr.Özcan KÖKNEL beyefendiye rastlamayıp çalışmalarımdan o haberdar olmasaydı belki de daha hiçbir kitabım yayınlanamazdı. Kim bilir kaç yetenekli yazar istediği yerlere ulaşıp kendini ifade edemediği için arada kaybolup gidiyordur… Yayımlandıktan sonra kitabınızda ‘şurası da şöyle olsaydı, daha iyi olurdu’ dediğiniz oldu mu? Benim sadece ufak tefek imla hataları haricinde yazdıklarımdan pişmanlığım olmadı. O hataların çoğunluğu da basımdan kaynaklanmaktaydı. İkinci baskılarda düzeltme yoluna gidildi. Başkaları çok çeşitli şekilde olayların seyrinin değişik olabileceği önerisi yaptılar. Onları saygıyla karşıladım, ama değişiklik yapmadım. Aksine iyi ki böyle yazmışım, şimdiki ruh halimle bu kadar güzel yazamazdım dediğim çok yer oldu. 22 Türkiye’de kitap yayımlatmak belki de dünyadaki tüm ülkelerden daha zordur. Belirli bir siyasi gücünüz, hatırı sayılır akraba veya ahbabınız, etkili çevreniz varsa mesele yok. “Anılarda Son Ermeni” 2007’de Frankfurt Kitap Fuarı’nda en çok ilgi gören Türk romanı oldu. Biz, sizi uluslar arası alanda yüce Türk milletinin güçlü kalemleri arasında görmekten son derece mutluyuz. Peki, ‘ne zaman ben artık yazarım’ diyebildiniz? Ya da kendinizi yazar olarak tanımlıyor musunuz? İlk romanım üç yıl içinde 7 ayrı kuruluştan ödül aldı. Ama ikinci kitabım “Kartallar Kafese Sığmaz” yayınlandıktan sonra kendime güvenim geldi. Kalemime ve çizgime güveniyorum. Yalnız, uluslar arası büyük bir ödül almadan kendimi tam olarak yazar olarak hissetmeyeceğim de bir gerçek. Elbette ki bu duruma yüce milletimiz karar verecek. Ben yazarım denmekle yazar olunmuyor ki. Bir roman yazarı olarak tanınmanın getirdiği artılar ve eksiler hakkında neler söylemek istersiniz? Tanınmak, iltifat görmek elbette çok güzel bir duygu. Zaten insanın fıtratında az da olsa bencillik var. Her zaman taltif edilmeyi, yapmacık da olsa alkışlanmayı seviyor. Bunun yanı sıra attığınız her adıma, söylediğiniz her söze dikkat etmeniz gerekiyor. Zira sizi sevip sayan insanlarla birlikte sevmeyen başka bir kitle de aynı vaziyette çoğalıyor. Onlar, sürekli olarak açığınızı arayıp sizi gözden düşürme zihniyeti taşıyorlar. Ne yazık ki bu tip insanlar, sizinle aynı meslekten olan veya yazan insanlardan oluşuyor. Yazmak yetenek işi midir? Öğrenilebilir, geliştirilebilir mi? Yazarlıkta elbette öğrenmenin ve kendini geliştirmenin payı yadsınamaz. Bana göre, ilgi alanında kendini geliştirmiş olan bir şahıs az yetenekli de olsa yazabilir. Eskiden tamamen yetenek işiydi. Şimdi ise arkasına siyasi bir güç, bir sivil toplum örgütünü, ne bileyim bir cemaati veya yerel yönetimi alan birçok insan yazar veya şair havasına giriyor. Yazan insanın yetenek ve dürüstlüğüne pek önem verilmiyor. Zaten kültüre meyilli çok az sayıda olan bu kuruluşların kapısını aşındıran sözde yazar ve şairler, gerçek, onurlu yazarların da değerlerini düşürüyorlar. Yetenekli, dürüst insanlara tanınması gereken hakları da onlar gasp ediyorlar. Ben böyle düşünüyorum. Türkiye’de kitap yayımlamak zor mudur? Bir kitabı yayınlatmak için hangi süreçlerden geçmek gerekir? Yaşadıklarınızı kısaca paylaşmak ister misiniz? Türkiye’de kitap yayımlatmak belki de dünyadaki tüm ülkelerden daha zordur. Belirli bir siyasi gücünüz, hatırı sayılır akraba veya ahbabınız, etkili çevreniz varsa mesele yok. Aksi durumda yazdığınız kitabı bir yayınevine gönderiyorsunuz. Orada sıraya konuluyor. Zira incelenmek için gönderilmiş olan yüzlerce kitap arasına sizinki de giriyor. Sırası gelince görevli editörler tarafından inceleniyor. Yayına uygun bulurlarsa sizi arıyorlar. Bu defa karşınıza büyük ihtimalle bazı kısımlarını değiştirme şartı getiriliyor. Her yayınevi kendi dünya görüşüne uygun kitaplar yayınlıyor. Eğer suya sabuna dokunmamış, kimseyi rahatsız etmemişseniz yayın kararı alınabiliyor. Taviz vermezseniz yayın kararından vazgeçilebiliyor. Yayınevleri nelere dikkat ediyorlar? Aslında, öncelikle eserin edebi ve kültürel değerine dikkat etmeleri gerekir, ama öyle olmuyor. Yayınevleri genellikle; Nişantaşı toplumu, yani parasını hesabını bilmeyen zenginler, hayvan hakları için ortalığı birbirine katarken anasını, babasını huzurevine bırakan dünya vatandaşı kimlikli şahısların, cemaat mensuplarının veya iktidar beslemelerinin tekelinde. Bu guruplardan birine mensupsanız sırtınız yere gelmiyor. Kısacası yazarın siyasi ve sosyal kimliği ön plana çıkıyor diyebiliriz. Okumak, araştırmak hobilerim. Yalnız kalmayı, çarşıda pazarda kalabalık insanların telaşlı hareketleri içerisinde dolaşıp kaybolmayı, bazı gecelerin geç saatlerinde yüksek tepelere çıkarak şehrin ışıklarını izlemeyi çok severim. Türkiye’de yazarlık para kazandırıyor mu? Sayısı az da olsa, büyük paralar kazanan yazarlar var. Tek bir kitaptan iki milyon liradan fazla kazanan yazar olduğu gibi, benim tanıdığım bir çocuk kitapları yazarının iki yıl önce üç buçuk milyon dolara yalı satın aldığını biliyorum. Benim de dâhil olduğum öteki yazarlar hatırı sayılır paralar kazanamıyorlar. Hatta birçoğu geçinmekte zorlanıyor. İlk romanınızı ne kadar sürede kaleme aldınız? İlk romanım “ANILARDA SON ERMENİ” yi kırk günde yazdım. En kolay yazdığım kitap oldu. Zira hikâyesini benim çevremde yaşayan herkes gibi ben de çocukluğumdan beri dinliyordum. Piyasaya romanınız çıktıktan sonra insanların size karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik keşfettiniz? Birçok insan tarafından tebrik ve iltifatlar aldım. Çevrem genişledi. Ummadığım yerlere davet edildim, kitap fuarlarına katılmaya başladım. Bu benim için sevindirici boyutu… Bunun yanı sıra, bazı umulmadık şahıslar tarafından yersiz eleştirilmeye, hatta dışlanmaya da başladım. Galiba bazıları kendilerinin yazar olmadıklarını benimle anladılar, yerleri daraldı. Roman yazmaktaki amacınız neydi? Bu amaca ne derece ulaştığınız? Milli kültürümüze, dilimize, vatan bütünlüğümüze yapılan saldırılara milletimizin yaşamış olduğu ilginç olaylardan örnekler vererek kendimce çözüm önerileri sunmaya çalışıyorum. Bu vatanı atalarımızın bizlere hangi şartlar altında ne gibi zorluklar, yokluklar yaşayarak bıraktıklarını hatırlatarak büyük bir milletin mensupları olduğumuzu hatırlatma gereği duyuyorum. Her romanımda da gençlere mesajlar vermeye çalışıyorum. Şimdilik istediğim şekilde amacıma ulaştığım söylenemez. Ama umutluyum. İnşallah belli bir süre sonunda amacıma ulaşarak mesajlarımı gerekli yerlere ulaştıracağım. Biraz da kendinizden söz eder misiniz? Mesela sevdikleriniz, özlemleriniz, duygularınız, korkularınız? Dürüst olan herkesi severim. Hep huzurlu, kalkınmış, milli ve manevi değerlerine sahip çıkan, bilinçli insanların yaşadığı bir ülke düşlerim. Okumak, araştırmak hobilerim. Yalnız kalmayı, çarşıda pazarda kalabalık insanların telaşlı hareketleri içerisinde dolaşıp kaybolmayı, bazı gecelerin geç saatlerinde yüksek tepelere çıkarak şehrin ışıklarını izlemeyi çok severim. Yanlış anlaşılmaktan korkarım. Ayrıca yükseklik korkum da var. Bir defasında uçağa bindim. Yolculuk bitene kadar bildiğim bütün duaları okudum. Türkiye okuyor mu? Dünya genelini düşündüğünüzde sizce Türkiye nerede? Okumada Türkiye dünyanın çok gerilerinde. En çok okuyan millet Japonlar. Gerçek olan şudur ki, kültür ve teknolojik gelişme paralel olarak ilerler. Birinden birisi eksik olursa öteki de aksar. Ben Japonların teknolojik başarılarını biraz da çok okumalarına bağlıyorum. Ne yazık ki bizim aydın geçinen insanlarımız, eğitimcilerimiz, öğrencilerimiz bile gerektiği kadar okumuyorlar. Bunun getirmiş olduğu sonuç da ortada. Yapmacık okuma kampanyalarıyla okuma alışkanlığı geliştirilemez. Toplumda lider konumunda olan, örnek gösterilen kişilerin iyi birer okuyucu olmaları bu işi ateşler diye düşünüyorum. Türkiye’ye okutmanın formülü sizce nedir? İlginç, ders çıkarılabilecek olayların iyi kalemler tarafından işlenmesi, yazarların duru dil kullanmaları gerekir. Gerekli tanıtımlar yapılarak küçük yaşlarda çocuklara kitap almanın ve okumanın bir ihtiyaç olduğu alışkanlığı kazandırılırsa okuma oranımız yükselir. “Okumak”, bir devlet politikası olmalı diye düşünüyorum. Bunun içine çok şey girer. Bu tarihe kadar 5 eseri insanlığa kazandırdınız. Çektiğiniz zahmetler buna değdi mi? Yoksa hayıflandığınız oluyor mu? Emeklerimin boşa gitmediği inancındayım. Özellikle Kayseri ve bazı Anadolu şehirlerinde okumayı sevdirdiğim inancındayım. Çevreden almış olduğum olumlu haberler beni sevindiriyor, daha iyi eserler üret- 23 Milli kültürümüze, dilimize, vatan bütünlüğümüze yapılan saldırılara milletimizin yaşamış olduğu ilginç olaylardan örnekler vererek kendimce çözüm önerileri sunmaya çalışıyorum. Bu vatanı atalarımızın bizlere hangi şartlar altında ne gibi zorluklar, yokluklar yaşayarak bıraktıklarını hatırlatarak büyük bir milletin mensupları olduğumuzu hatırlatma gereği duyuyorum. mem için beni teşvik ediyor. Hayıflanmam, Türkiye’nin okumaya önem vermemesidir. Okunmayacaksa yazmanın ne önemi var? İslam âlemi ilim ve teknikte batıya göre hayli gerilerde… Bunda en büyük etken sizce nedir? “Okumak” eksikliğinden olabilir mi? Ne zaman ki “adama göre iş” politikasını bırakıp “işe göre adam” seçersek, ilim ve fen adamlarına onurlu, saygın bir hayat verebilirsek elbet teknolojik olarak daha da gelişiriz. Adam kayırma, yandaş desteği gibi İslam’da olmayan haksızlıkları bırakır, liyakatli insanları makamlara getirir, yani her zaman, her yerde ve her şartta işi ehline verirse, sahte, kariyersiz akademisyenler üretmekten vazgeçer, ürettiği kadar tüketirse İslam dünyası gerçek yükselişe, gelişime ve huzuruna kavuşur. Yazar olmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz? O tavsiyeyi yapabilmem için önce kendimin olgunluk çağına erişmem gerekiyor. Ama yine de âcizane, çok okumaları ve kendilerini geliştirmelerini tavsiye ederim. Zira okumayan yazamaz. Sayın Hocam, bu samimi ve hoş sohbetiniz için Bilgiyurdu dergisi okuyucuları adına çok teşekkür ediyoruz. 24 TÜRKLÜK MÜCAHİDİ İSA YUSUF ALPTEKİN Mehmet Emin BATUR İsa Yusuf Alptekin Bey 1901 yılında Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında dünyaya geldi. Babası Yusuf Bey aynı kazaya bağlı Saylık köyü çiftçilerinden Kasım Hacı Muhammed Ali isimli bir zatın oğludur. Annesi Ayşe Hanım da yine Yenihisar’a bağ1ı “Yeni Östen” köyünde çiftçilik yapan Hasan isimli bir zatın kızıdır. İsa Bey oldukça kalabalık bir ailenin mensubudur. Ailenin 12 çocuğu olup bunlardan 9’u doğum sonrasında ya da daha sonra henüz çocukken yaşamlarını yitirmişlerdir. Hayatta kalmış olan 3 erkek kardeşten biri olan Hüseyin 1937 yılında Rus işgalcileri tarafından şehit edilmiştir. Abdullah isimli diğer kardeş ise Kansu eyaletinin merkezi olan Lencu’da geçirmekte olduğu bir ameliyat sırasında hayatını kaybetmiştir. İsa Yusuf Bey bu 3 erkek kardeşin en küçüğüdür. İsa Yusuf Bey babasının mecburiyetten yazdırdığı Çin okulunda okurken bir taraf tanda Semer Ahun Helfetim adlı bir din âliminden dini dersler almaktadır. Doğu Türkistan’daki önemli eğitim ocaklarından biri de hemen her kesimden gençlerin ve toplum kanaat önderlerinin katıldıkları Meşrep toplantılarıdır. Bu toplantılar grup üyelerinin kararlaştırdıkları ve haftada en az bir defa yapılan ahlak ve adabımuaşeret öğretisini temel alan toplantılardır. İsa Bey işte bu Meşrep toplantılarına iştirak etmeye başladı. Kısa zamanda da bu mecliste Yiğitbaşılık mertebesine yükseldi. Bu Meşrep Meclisine iştirak edenlerin uymak zorunda oldukları temel kurallardan bazıları ise şöyledir: 1-Anne ve babaya saygı, sevgi, itaat ve sadakatte kusur etmemek, 2- Dini vecibeleri yerine getirmek, 3- İçki, esrar gibi zararlı maddeleri kullanmamak, 4- Haramdan, yalan ve riyadan kaçınmak, 5- Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermek, muhtaçlara hizmet ve yardımda bulunmak, 6- Meşrep den gayri gecelerde eve erken dönmek. İsa Yusuf Bey 1923 yılında Yenihisar’a kaymakam olarak tayin edilmiş olan Çin De Li isimli Çinliye Türkçe öğretme işine memur edilir. Bu Çinli 1926 yılında Batı Türkistan’da Andican’a konsolos olarak atanınca İsa Yusuf Beyi de beraberinde götürür. Böylece üç yıl Andican, üç yıl da Taşkent’te olmak üzere İsa Yusuf Bey Batı Türkistan’da 6 yıl kalır. Batı Türkistan’da kaldığı bu süre zarfında Batı Türkistan’ın diğer şehirlerine, Çin’e, Rusya’ya ve Doğu Türkistan ‘ın bazı önemli şehirlerine seyahatler gerçekleştirir. Orada Rusları, ko- münizmi ve Çin’den daha değişik bir dünyayı da tanıma imkânı bulur. Batı Türkistan’daki milliyetçilerle görüşür, tanışır ve işbirliği yollarını araştırır. Orada bulunan Doğu Türkistanlılara yardım eder. Onları komünizm tehlikesine karşı uyarır. Batı Türkistan’da görevli olarak kaldığı süre içerisinde kendisini en çok etkileyen olaylardan biri Özbeklerin milli şairi olan Çolpan ile Taşkent’te yaptığı ve gizli denilebilecek bir görüşmedir. Çolpan İsa Yusuf Bey’e şöyle der: “İsa Bey, gerek biz, gerek siz için yapılacak şey, adam yetiştirmek; her şeyden anlayacak adam yetiştirmek; ne çektiysek adamsızlıktan çektik. Türkiye’ye, Almanya’ya çok miktarda talebeler göndermek lazım.” İsa Bey Batı Türkistan’da geçen memuriyet döneminden sonra 13 Mayıs 1932 tarihinde Batı Türkistan’dan ayrılır. Pekin’e gelir. Nankin ve Tenzin şehirlerinde bulunan Çinli Müslümanlar(Tungan veya Döngen olarak anılan topluluk) ve Doğu Türkistanlılarla görüşmeler yapar. Bu görüşmeler sırasında aklından hiç çıkartmadığı maksadı ise, ne yapıp edip, Çin meclisine girmek ve bu yolla Çolpan’ın dediği gibi yurt dışına öğrenci gönderebilmektir. Bu sıralarda “Doğu Türkistanlı Vatandaşlar Cemiyeti”ni kurar ve “Türkistan Avazı” adında bir mecmua çıkarır… 12 Kasım 1933 de Hoca Niyaz Hacı Cumhurbaşkanlığında Doğu Türkistan’da Kaşgar merkez kabul edilerek “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” ilan edilir. Fakat bu devlet 3 Ekim 1934 tarihinde Ma Cun Yin adlı Çinlinin komutasındaki Çin ordusu tarafından inkıraza uğratılır. Bu sırada İsa Yusuf Bey, Çin’in Nankin şehrindeki milliyetçilik faaliyetlerini aralıksız sürdürmektedir. Nihayet ısrar ve kararlılıkla sürdürdüğü Çin meclisine girme girişimleri sonuç verir ve İsa Yusuf Bey 18 Eylül 1936 tarihinde Çin meclis üyeliğine seçilir. Asıl gayesi doğrultusunda yurt dışına az sayılarda da olsa öğrenciler göndermeye muvaffak olur. 1938’de Japon-Çin anlaşmazlığı konusunda Orta Doğu devletlerini bilgilendirmesi için yanında bir Çinli tercüman olduğu halde yurt dışına gönderilir. Bu durum ise İsa Yusuf Bey’in Doğu Türkistan’ın içinde bulunduğu durumu dünya kamuoyuna anlatabilmesi için bulunmaz bir fırsattır. Bu yurt dışı ziyaretlerinin İlk durağı Hindistan olup, burada Muhammed Ali Cinnah ile ardından da 29 Kasım günü Gandi ile görüşür. 29 Ocak 1939’da Suudi Arabistan’da Kral Abdülaziz Bin Suud’u ziyaret eder. Oradan Mısır’a geçer. Vapur yolculuğu sırasında Türkiye’nin Cidde konsolosu Talat Acar Bey ile uzun uzun sohbet etme imkânını bulur. Ona Doğu Türkistan davasını, Çinlilerin zulmünü Türk yetkililerine anlatmak istediğini söyler. 1 Mart 1939’da Kahire’dedir. Mısır Parlamento başkanı Behaddin Bereket Paşa, Veliaht Prens Muhammed Ali Paşa, Üniversite hocaları, bazı yazarlar ve din adamları İsa Yusuf Bey’in görüştüğü ve Türkistan davasını anlattığı şahıslardan bazılarıdır. İsa Bey 6 Mayıs 1939 günü İstanbul’a gelir. Önce Doğu Türkistanlı hemşerileriyle görüşür. Memduh Şevket Esendal ile fikir alışverişinde bulunur. 16 Mayıs 1939 da Ankara’ya gider. Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Hamit Zübeyir Bey ile görüşmeler yapar. Başbakan Dr. Refik Saydam, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Uluğ İğdemir, Besim Atalay, Hasan Ali Yücel, Prof. Dr. Abdulkadir İnan, Abdülhalik Renda, Osman Turan, Emin Bilgiç ve nihayet Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşür. Fakat bu görüşmelerden önemli bir sonuç alamamıştır. O yıllarda Türkiye kendi yağıyla kavrulmak mecburiyetinde olan bir ülkedir ve dış ilişkilerden sorumlu şahsiyetler Doğu Türkistan konusunda oldukça çekingen ve tereddütlü davranmaktadırlar. Doğu Türkistan’ın ismini dahi telaffuz etmekten çekinmektedirler. İsa Bey, her görüştüğü kişiye bıkmadan, usanmadan Doğu Türkistan davasını anlatır. Bu görüşme ve temaslarından somut bir netice alamasa da görüştüğü kişilerin kendisini dinlemiş olmalarını bile olumlu bir sonuç olarak kabul etmektedir. İsa Yusuf Bey zaman zaman görüştüğü kişilere şu sözü sıkça söylemektedir: “Şayet kutuplarda bile Doğu Türkistan’ın durumunu bilmeyen bir kişi olduğunu bilsek oralara kadar gidip o kişiye Doğu Türkistan’ın ahvalini anlatma mecburiyetimiz vardır.” 8 Eylül 1939’da Beyrut’a gelir. Lübnan ve Irak’ta ziyaretler yapar. 17 Ekim’de İran’ı, 20 Kasım’da Afganistan’ı ziyaret eder. Afgan Kralı Muhammed Zahir Şah onu kabul eder. İsa Bey, Afganistan’da Doğu Türkistanlı mücahit Mehmet Emin Buğra’yı da ziyaret eder. Tekrar Hindistan’a gelir ve 1940 yılının Mart ayında Çin’e geri döner. O artık mücadelelerine Çin’de devam edecektir… 21 Eylül 1944 tarihinde Ali Han Töre liderliğinde İli’ de Çinlilere karşı başlatılan milli ayaklanma sonucunda 12 Kasım 1944’de “Şarki (Doğu) Türkistan Cumhuriyeti” kuruldu… İsa Yusuf Alptekin 1946 yılında Doğu Türkistan’ın başkenti Ürümçi’de Altay Neşriyatını kurarak kendisinin genel müdürlüğü ve Mehmet Emin Buğra’nın başyazarlığında “ALTAY” adında bir mecmua çıkardı. Ardından da “ERK” (Hürriyet) adında bir gazete çıkarmaya başladı. Bu gazetenin sağ tarafında “Biz Milliyetçiyiz… Biz Halkçıyız… Biz İnsaniyetçiyiz”, Sol tarafında ise “Irkımız Türk’tür, Dinimiz İslam’dır, Yurdumuz Şarki(Doğu) Türkistan’dır” yazılmıştır. Bu gazetede yer alan haberleri Ankara Radyosundan almaktaydılar. İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabri Baykuzu ile kurduğu kültür cemiyetleri ve ilim heyetleri vasıtası ile Doğu Türkistanlı gençlerin Türklük bilinci ile yetişmelerine 25 gayret etmiştir. Ayrıca yine Türk boyları arasında ortak dil birliğini tesis etmek için de bir hayli çaba sarf etmiştir… O tarihlerde Rusların idaresinde bulunan Taşkent Radyosu “Pantürkizm’in merkezi Ankara idi. Şimdi Ürümçi’ye taşındı. Türkiye’de Pantürkizm’in temsilcileri Besim Atalay, Fuat Köprülü Ziya Gökalp idi. Şimdi bunun temsilcileri Doğu Türkistan’da Mesut Sabri, İsa Alptekin ve Mehmet Emin Buğra oldu. Bunlar Kazak, Kırgız, Özbek Uygur gibi Türk olmayan halkları Türk yapmak istiyorlar…” şeklinde ağır saldırılarda bulunmaya başladılar.”(Prof. Dr. Sultan Mahmut Kaşgarlı’ nın Doğu Türkistan Uygur Türklerinin İstiklal Mücadelesi. Bayrak Yayınları-Aralık 2011 s. 80) 29 Mayıs 1947’de Doğu Türkistan Eyalet Hükümeti’nin Başkanlığına Mesut Sabri Baykuzu, bu hü- kümetin Genel Sekreterliğine de İsa Yusuf Alptekin getirilirler. Fakat bir süre sonra hükümet bünyesinde Rus aleyhtarı çalışmalar yaptıkları gerekçesi ile hükümetteki görevlerinden azledildiler… Yıl 1949; Çin iç savaşının galibi durumunda olan Mao Ze Dung komutasındaki komünist Çinliler Doğu Türkistan’a doğru hızla ilerlemektedirler. İsa Yusuf Bey ve arkadaşları uzun müzakereler sonucunda güçlerinin Kızıl Çin kuvvetlerine karşı koymak için yeterli olmadığını düşünerek, Doğu Türkistan davasının dış dünyada anlatılmasının gerekliliğine inanarak hicret kararı alırlar ve 21Ekim 1949 tarihinde Mehmet Emin Buğra Beyin tabiri ile “Vatan için vatandan ayrılmak” zorunda kalırlar… Bu meşakkatli yolculuğa 852 kişi ile çıkılmış fakat Keşmir sınırındaki Ladak kasabasına ulaşıldığında yapılan tespitlere göre 54 kişi hastalık ve vahşi doğa şartlarında hayatını kaybetmiş, 798 kişi sağ olarak Ladak’a ulaşabilmiş, bu sağ gelenlerden de 49 kişinin el ve ayak parmakları donmuş olduğundan kesilmek zorunda kalmıştır. 1954 yılında Hindistan üzerinden Türkiye’ye gelip yerleşen İsa Yusuf Alptekin Bey ailesi ile birlikte 4 Aralık 1957 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilir. ALPTEKİN soyadını da bu tarihte almıştır. İsa Yusuf Alptekin Bey hiç vakit kaybetmeden Türkiye’de basın-yayın aracılığı ile ve gerçekleştirmiş olduğu ziyaretleri ile Doğu Türkistan davasını anlatmaya devam eder. 1960 yılında Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti kurulur. İsa Yusuf Alptekin Bey bu 26 1954 yılında Hindistan üzerinden Türkiye’ye gelip yerleşen İsa Yusuf Alptekin Bey ailesi ile birlikte 4 Aralık 1957 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilir. ALPTEKİN soyadını da bu tarihte almıştır. İsa Yusuf Alptekin Bey hiç vakit kaybetmeden Türkiye’de basın-yayın aracılığı ile ve gerçekleştirmiş olduğu ziyaretleri ile Doğu Türkistan davasını anlatmaya devam eder. derneğin başkanlığına getirilir. 1986 yılında da Doğu Türkistan Vakfını kurar. 1960 yılında Yeni Delhi’de toplanan Asya-Afrika Konferansı’na, 1962’de Bağdat’ta, 1964’te Somali’de Mogadişu’da, 1965’de Mekke’de, 1978’de Karaçi’ de toplanan İslam konferanslarına katılarak, 1980 yılında da Mekke’de düzenlenen Dünya İslam Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçilir. Bu toplantı ve konferanslarda Doğu Türkistan’ı temsil ederek Doğu Türkistan davasını anlatmıştır. Bunlardan başka yılmak, yorulmak bilmeden, en olumsuz şartlarla karşılaştığında dahi asla ümitsizliğe kapılmadan Türkiye’de ve dünyanın değişik ülkelerinde olmak üzere konferanslar vermiş, devlet adamları ile görüşmeler gerçekleştirmiş ve mukaddes bildiği Doğu Türkistan davasına hizmet etmeyi her şart ve ortamda sürdürmüştür. Davasını daha geniş kitlelere anlatabilmek için dergiler yayınlamış ve kitaplar yazmıştır. İsa Yusuf Alptekin Beyin eserlerinden bazıları ise şunlar: 1 - Doğu Türkistan Davası (Arapçaya çevrilmiş olup Mekke’de 5000 adet bastırılmıştır. 2 - Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım İstiyor (Türkçe) 3 - Türkistan Şehitleri (Türkçe) 4 - Demir Perde arkasındaki Müslümanlar (Arapça olarak basılmış olan bu eser daha sonra Malezya Hükümeti tarafından kendi dillerine çevrilerek 25 bin adet bastırılmıştır. 5 - Esir Doğu Türkistan İçin (Türkçe) 6 - Resimli Doğu Türkistan (Türkçe, Arapça, İngilizce) 7 - Büyük Türkistan Hakkında Muhtıra (Türkçe, Arapça, İngilizce) 8 - Doğu Türkistan’ın Hür Dünyaya Çağrısı (Türkçe, Arapça, İngilizce) 9 - Doğu Türkistan’ın Sesi Dergisi (Türkçe, Arapça, İngilizce, Uygurca ) Hemen her konuşmasında Türk milletini ve bütün dünyayı Ruslara ve karakterini çok iyi tanıdığı nevi şahsına münhasır bir millet olan Çinlilere karşı devamlı olarak uyarmıştır… 1990 yılının başlarında, mücadele hayatı boyunca davasını Doğu Türkistan davası ile paralel olarak devam ettirdiği Rus esareti altındaki Batı Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarına çok sevinmiş ve “ Kurtuluş Sırası Doğu Türkistan’da” demişti… Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını görmeye ömrü kifayet etmedi. 17 Aralık 1995 tarihinde Doğu Türkistan davasını yüce Türk milletine emanet ederek Hakk’a yürüdü… Mekânı cennet olsun… Çin Halk Cumhuriyeti; Xin Hua Haber Ajansı Halk Gazetesi (Ren min ribao)’nin 18 Aralık 1995 tarihindeki sayısında İsa Yusuf Alptekin’in vefatını “ÇİN’İN DÜŞMANI ÖLDÜ” başlığıyla çok önemli bir haber olarak dünya kamuoyuna duyurmuştur. İsa Yusuf Alptekin Bey “Türk dünyasının medarı iftiharı, Ortadoğu’nun denge unsuru, Aziz Türkiye’miz” diyerek çok sevdiği, güvendiği ve meftunu olduğu Türkiye’nin, son yıllarda Çin ile ticari ilişkilerin arttırılması adına İstiklal umudu ile yaşayan Doğu Türkistan Türklerine “Türkiye ile Çin arasında ‘köprü’ olun” dayatmasının yapıldığı bu günleri görmedi. Ömrü kifayet edip de görmüş olsaydı her halde kahrından ölürdü… Allah(c.c.) mekânını cennet etsin. Kendisine bütün dünya Türklüğü ve bütün mazlum milletler ebediyen minnettardır. Nur içinde yatsın... Başsağlığı Erciyes Üniversitesi Fen-Ed Fakültesi genel sekreteri Osman Özdemir’in babası Ahmet ÖZDEMİR 15.12.2011 tarihinde vefat etmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, bütün yakınlarına başsağlığı dileriz. * Derneğimiz üyelerinden Ertuğrul Erzurum’un annesi, Av. Yalçın Erzurum’un babaannesi Hanım ERZURUM 23.12.2011 tarihinde vefat etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet, bütün yakınlarına başsağlığı dileriz. * Hisarcık’ın eski belediye başkanlarından makine mühendisi Kemal Şendil’in babası Osman ŞENDİL 02.01.2012 Salı günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Allah’tan rahmet, bütün yakınlarına başsağlığı dileriz. Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği 27 GENÇLİK ÇALIŞTAYI Kadir ÖZDAMARLAR Yrd. Doç. Dr. Bakanlıklarımız arasında en çok idari sıkıntı yaşayan bakanlık Gençlik ve Spor Bakanlığı’dır. Zira ilk olarak bakanlık olarak kurulmuşken sonradan uzun müddet MEB bünyesinde; şimdilerde de müstakilen yapılanmış ve gençlik-spor dallarında çalışmalarına devam etmektedir. Gençlik üzerine, yanılmıyorsam, ilk defa 1980 yılında bir çalıştay yapılmıştı. Aradan geçen uzun zaman içerisinde nihayet 2.Çalıştayın temellerini oluşturmak üzere bölgeler arası bir gençlik çalıştayı 17-18. 12. 2011 tarihleri arasında yapıldı. Bölgelerden gelen gençlerin “gençliğin problemleri ve çözüm yolları” konusundaki raporlar tamamlanınca “2.Gençlik Çalıştayı” yapılacaktır. Söz konusu tarihler arasında, Büyükşehir Belediyesi desteğinde Hilton Oteli’nde Kayseri, Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Malatya, Sivas ve Yozgat bölgelerinden gelen 272 temsilci ile “Kayseri Bölgesi Çalıştayı” gerçekleştirildi. Ele alınan konuların ana başlıkları: 1.Sosyal hayatta gençlik, 2.Sağlık, spor ve çevre, 3.Demokrasi ve katılım bilinci, 4.Etik ve insanî değerler, 5.Gençliğin alt yapısı. Biz de Kayseri Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü temsilcisi olarak ”Etik ve İnsanî Değerler” konusunda görüşlerimizi ve tekliflerimizi sunmak üzere bir gurup genç arkadaşlarla katıldık. İnanıyorum ki bu beş konudaki problemler ve çözüm yolları raporları bir kitapta toplandığı zaman yarınımızın emanetçileri olan gençliğimizin içinde bulundukları meseleleri ve çözüm yollarının tutarlılığını daha yakından görme imkânı bulunacak, daha sağlam değerlendirilmelerde bulunulacaktır. Her konu dört oturumda tartışıldı. Zaman zaman verilen molalarda ve yemek saatlerinde değerli ve birikimli tanıdıklarımızla konuştuğumuzda gençlerimizde şu ortak eksikliklerin olduğunu dile getirdiler: 1. Gençlerimiz, kendilerinden yaşça ve tecrübe bakımından yüksek kültüre sahip büyüklerinin olduğunu göremiyor, hatta onlardan gelen düşünceleri kendi akıllarınca alaya almaya çalışıyorlar. Daha işin tartışma adabını bilmiyor ve orada ne diye bulunduklarının farkına varamıyorlar. 2. Gençlerimiz, Türk dilinin zenginliğini bilmiyorlar. Kelime hazineleri zayıf. Çalıştay için seçilmiş insanlar olmalarına rağmen bunun şuurunda değiller. Düşüncelerini argo kelimelerle ve beden diliyle anlatmaya çalışıyorlar. Demek ki gençlerimiz okumuyor, düşünce disiplinleri zayıf… Dolayısıyla düşüncelerini bir disiplin içinde ortaya koyamıyorlar. 3. Gençlerimizde gizli bir ideolojik yüklenme var. Bir resmi toplantıda olduklarını unutuyorlar. Fakat ele alınan konularda karşılaştıkları meseleler üzerinde tespitlerde bulunurken ve çözüm yollarını gösterirken konunun derinliğin- den kaçıp hemen ideolojik veya siyasi sahalara sapıyorlar. 4. Dünya hem coğrafi bakımdan hem de siyasi ve sosyal bakımdan hızla değişiyor. Gençlerimiz değişen dünya şartlarında bu değişimleri yorumlayamıyor ve genel düşünceleri Anadolu gençliği içerisinde hapis oluyor. Öte yandan” Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” bir Türk coğrafyasından ve dolayısıyla Türk gençliğinden yeterli derecede haberdar değildirler. Çünkü, yeterli donanımları yoktur. İşin acı yönü, bu konuda birbirini anlama, kaynaşma, ortak kültürümüzü yayma ve yaşatma konularında bir teklifleri de bulunmuyor. 5. Gençlerimizde dinleme eksikliği vardır. Karşısındaki insanları anlamaya da çalışmıyorlar. Hele öteki farklı bir tezi savunuyor ise… Düzeyli tartışmayı bilmiyorlar. 6. Bir diğer önemli konu da gençlerimizin boş zamanlarını verimli hale getirmede ciddi zaaflarının olmasıdır. Bunun gerekçelerini anlatırken sudan sebepler ileri sürüyorlar. Zamanı değerlendirmede belediyeler başta olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin kendilerine sundukları park, yüzme havuzu, spor tesisleri gibi gençlik merkezlerinin ve meslek edindirme kurslarının bile farkında değildirler. Bir gençlik merkezinde yetişmiş şuurlu bir gencin şu tespitini ibretle dinledim: ”Çalışmalarımızda genç bulamıyoruz, Kendini genç sanan aslında kalabalık olmayı daha çok seviyor !.” Biz “Etik ve İnsanî Değerler” başlıklı alanla ilgili olarak “gençlik ve edebiyat” konusunda gençlerimizin okumama, kültürel çalışmalara katılmama, hayatını renklendirecek ve içinde yaşadığı toplumda kendini farklı kılacak güzel sanatların herhangi bir dalında yetiştirme, öğrenme gibi meseleleri olmadığı vs. konularını dile getirmiş ve bu konudaki tekliflerimizi sunduk. Kimileri de “gençlik, medya ve iletişim” kimileri de “kendini anlatma” konularında düşüncelerini açtılar. Farklı bölgelerden gelen gençlerimizi bir araya getirip onların karşılaştığı meseleleri bir çalıştay da tartışmak önemli bir olay. 30 yıl aradan sonra gençlerimiz düşüncelerini ve tekliflerini ortaya koydular. Bu, gençlik sorunlarını çözmek için önemli bir adımdır. Bahane üretmeye gerek görmeden “bizim gençlik” diyebileceğimiz bir kuşağı yetiştirmek her yetişkin Türk bireyinin boynunun borcudur. Bu konuda başta aile kurumumuz olmak üzere eğitim kurumlarımıza, resmi ve sivil kuruluşlarımıza ve medyamıza önemli görevler düşmektedir. Ben böyle çalıştayları çok önemsiyorum ve özellikle de 2nci çalıştayın sonuçlarını merakla bekliyorum. 28 TÜRKİYE’NİN EKONOMİSİ GERÇEKTEN BÜYÜYOR MU? Hakan BOZDOĞAN Ekonomi bir devletin en önemli ayaklarından biridir. Bir devletin ekonomisi iyi işletilemiyorsa o devletin bağımsızlığını ve iç huzurunu koruması pek mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin ekonomik durumu Türkiye’nin istikrarı açısından hayati öneme sahiptir. Cumhuriyetinin ilanından başlayarak Türkiye’nin ekonomik durumunu resmi veriler ışığında değerlendirirsek, bugün geldiğimiz noktayı anlamamız mümkün olabilir. Ekonomik verileri dönemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkede ekonomik büyümeyi gerçekleştirmek çok zordu. Çünkü ülke harap durumdaydı. İtilaf devletlerinin işgal ettiği vatan topraklarında ne bir dikili ağaç ne de bir ev kalmıştı. Batı Anadolu’da Türk ekonomik varlığının tamamına yakını işgalci Yunan tarafından yok edilmişti. İşgal gören şehirler yakılıp yıkılmıştı. Yıkılan yakılan ne varsa hepsinin yeniden yapılması gerekiyordu. Köyler, kasabalar, şehirler yeniden yapıldı. Bir de Osmanlı’dan kalma borçlar vardı, bunun da ödenmesi gerekiyordu, bu da ödendi. Cumhuriyetin ilanından bir gün sonra dönemin başbakanı İsmet İNÖNÜ, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e bir rapor sunuyor. Rapor, devletin kurulduğu dönemde ne kadar büyük zorlukların olduğunu açıkça göstermektedir. Raporun bir kısmı aynen şöyle: “…dört mevsim kullanılabilir karayolumuz yok denecek kadar az. 4000 kilometre kadar demir yolumuz var. Ancak bir metresi bile bizim değil. Denizciliğimiz acınacak durumda. Şuanki doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434… 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanları kırıyor. Ebe sayısı sadece 136… 3 milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halde. Nüfusun neredeyse yarısı hasta durumda. Bebek ölüm oranları %60’dan fazla. Nüfusun %80’i kırsal bölgelerde yaşıyor. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.480.”1 Rapor böyle uzayıp gidiyor. Ülkenin ne durumda olduğunu özetleyen bu rapordan sonra 1938’de dönemin Başbakanı Celal BAYAR, Atatürk’e şu raporu sunuyor:“… bütçe artık fazla veriyor. Merkez Bankasında 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın var. Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinin tamamı yerli üretimden karşılanıyor. Yünlü dokumanın %83’ü, pamuklu dokumanın %43’ü, kâğıdın %32’si yerli üretimden karşılanıyor. Demir-çelik sanayi kurulmuştur. Demir yolu uzunluğu 7.132 kilometre ye çıkmıştır. Sanayileşme hızı %20’ye yaklaşmıştır. Devletin Osmanlıdan kalma borcundan başka borcu yoktur.”2 Yukarda belirtilen rapor ekonominin ne kadar başarılı bir politikayla yönetildiğin açık kanıtıdır. Ancak ne yazık ki, Atatürk sonrası dönemde ekonomik disiplinden hızla uzaklaşıldı. Ülke, yine, Osmanlı’nın son yüz yılında olduğu gibi büyük devletlerin açık pazarı haline geldi. Türkiye istatistik kurumu (TÜİK) tarafından hazırlanan 1) Turgut Özakman, Cumhuriyet 2. s.13 2) Turgut Özakman, a.g.e., s.643 Türkiye’nin dış ticaret belgesi belirttiğimiz durumları kanıtlamaktadır. Dış ticaret 86.900 İhracatın ithalatı Karşılama oranı (%) 58,4 71.300 69.500 102,6 +1.800 1940 80.900 50.035 116,4 +30.800 1950 263.400 285.700 92,2 —22.300 1970 588.500 947.600 62,1 —359.100 1980 2.910.122 7.909.364 36,8 —4.999.242 1990 12.959.300 22.302.100 58,1 —9.342.800 2000 27.774.906 54.502.821 51,0 —26.727.915 2005 73.476.408 116.774.151 62,9 —43.297.743 2006 85.534.676 139.576.174 61,3 —54.041.499 2007 107.184.450 170.048.068 63,0 —62.863.617 2011 110.000. 935 190.000.915 %59,9 —70.000. 980 Yıllar İhracat İthalat 1923 50.800 1930 Açığı —36.100 Türkiye’nin 1923–2011 Dış Ticaret Dengesi (Bin dolar) Kaynak: TÜİK–2011 Yukarıdaki tabloya baktığımızda ekonomi sadece Cumhuriyetin ilk yıllarında açık vermemiştir. Ancak diğer yıllarda yerli üretimden vazgeçilerek ithalatın önü açılmış ve yerli sanayimiz yabancı ürünler karşısında gerilemiştir. Hele hele Gümrük Birliği’nden sonra yabancı ürünlerin ülkemize daha fazla gelmesiyle dış ticaret açığı daha da artmıştır. Bunlara ilave olarak AKP hükümetinin 2002’den sonra yaptığı bir takım özelleştirmeler yüzünden Türkiye, dışarıya hiç olmadığı kadar bağımlı hale gelmiştir. Resmi verilerin de açıkça belirttiği gibi ekonomimizin en parlak dönemini Atatürk döneminde yaşamızdır. Ancak başbakanın her konuşmasında “Bunların bu ülkede tek çivisi yok.” diye talihsiz ve vefasız açılamalarına şahit oluyoruz. Başabakan bu şekilde konuşurken acaba şeker fabrikalarını, dokumla fabrikalarını, çay fabrikalarını, petrol işleme tesislerini, limanları ve dünyanın 8. büyük projesi olan GAP’ı yapanları bilmiyor mu? Ekonomizmin sürekli büyüdüğünden dünyanın en sağlam ve güçlü ekonomileri arasında yer aldığımızdan dem vuruluyor. Ancak dış ticaret açığı ve devlet borçlarıyla özel sektör borçlarının sürekli arttığını yine devletin resmi kurumları açıklıyor. Bu durum da cari açığın giderek artmasına neden oluyor. Ayrıca büyük devletlerin itina ile kaçındığı sıcak paranın miktarı ülkemizde 80 milyar dolar civarına çıkmış durumdadır. Bunun anlamı birkaç saniye içinde uçacak durumda olan para demektir. Yetkilerin, böyle riskli bir duruma, nasıl izin verdiğini anlamak mümkün değil. Sonuç olarak Türkiye bölgesinde gerçekten ciddi bir ekonomik güçtür. Ancak Türkiye’nin ekonomik olarak böyle güçlü olması ekonominin iyi yönetilmesinden değil de, doğal kaynaklarının zengin olmasıyla ilgili bir durumdur. Bu kadar yanlış yönetime rağmen Türk insanın azmi ve sebatı sayesinde ciddi bir kriz yaşamıyoruz. Ancak Türkiye gibi bir ülkenin geri bırakılması çok büyük yetenek isteyen bir şeydir. Yöneticilerimiz bu zor işi becerebiliyorlar(!) 29 BAHTİYAR VAHAPZADE’NİN TÜRKİYE SEVGİSİ Şerife ORAL Milli şuurun ve tarih bilincinin nesilden nesile aktarılması ve yaşatılmasında hiç şüphesiz en büyük pay, milletin aydınları ve sanatkârlarınındır. Ailesi tarafından milli bir şuurla büyütülen ve milli hislerini sürekli canlı tutan Bahtiyar Vahapzade, Türk milletinin aydını ve sanatkarı olmanın sorumluluğunu duyan ve ömrünü buna adayan büyük şahsiyetlerdendir. Azerbaycan’ın hürriyet ve şuur simgesi Bahtiyar Vahapzade’nin Türk’e ve Türkiye’ye olan aşkı, dinleyende, okuyanda, görende hayranlık meydana getirecek derecede yüksektir. Türkiye’ye gelişini: “Dedemin, babamın ve amcalarımın ağzından Türkiye hiç düşmezdi. Ben şimdi soyumdan gelen arzuların hayallerin ülkesi olan Türkiye’ye gidiyorum. Sabah erkenden kalkıp tıraş oldum. Otuz beş yıldır hasretini çektiğim, ismini zaman zaman andığımda bütün bedenimi titreten, koluma kuvvet, ayağıma takat, gözlerime ışık veren bir şehre, İstanbul’a, gidiyorum. Ümitgahım, önünde boyun eğdiğim, zorla elimden alınan adımın sahibi, namusumun, izzet ve şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum, düşünen beynim, yardımcım, dayanağım, bayrağım, kaybettiğim tarihim, geçmişim, ana dilim, şerefim hepsi sendedir. Kamaranın penceresinden bakıyorum uzakta fener yanıp sönüyor. Allahım! İlk defa Türk ışığı görüyorum. O ışıkta benim arzularım yanıyor. Ey fener, sen sana tarih boyu düşman olan bir milletin gemisine yol gösteriyorsun. O geminin içinde sana can vermeye hazır birisi var.” diyerek anlatan şairin heyecanı kimliğini görünce daha da artar “Ben sana kurban olayım. Ey benim cumhuriyetim! Ey benim benden uzak vatanım! Benim için yanan ve bana elini uzatamayan vatanım! İzin belgesinin üzerindeki mührü döne döne öpüyorum. Otuz beş yıldır vesikalarımın üzerinde Rus dilinde yazılı ifadeler vardı, ilk defa şimdi kendi dilimde yazılı bir ibare var kimliğimde. Ömründe sadece on saat benim kim olduğumu gösteren vesika ise ilk defa kendi dilimdeydi. Ben ancak şimdi ben oldum.”2 ‘’Nihayet İstanbul’a ayağımı basıyorum. Bu mukaddes toprağı eğilip öpmek istiyorum. Ama yol boyunca beni takip eden ajanlardan korkuyorum. Yan, ama öyle yan ki, alevin gözükmesin. İstanbul’da topu topu on saat kaldık. Şehri gezdik. İnsanlarla konuşmak istiyorum. Hal hatırlarını sorup; onların kalbine yol bulup girmek istiyorum. Ancak onların bana meyli yok.’’ ‘’Ey Allahım! Sen Türkiye’nin geçmişteki kudretini ve azametini geri ver.’’ diyerek dualarla sonlandırır. Bahtiyar Vahapzade gerek insan olarak gerekse sanatkâr olarak Türkiye’ye olan hasretini ve bağlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun ulaştığı bu yüksek ruh ve milli şuur, bütün Türk milletine örnek olmalıdır. Bana göre Bahtiyar Vahapzade, Bilge Kağan’ın “ Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım” sözlerinin Kürşad ruhuyla birleştiği, Malazgirtte, Çanakkale’de, Yemen’de… imanla buluştuğu sinsilenin sarsılmaz taşlarından biridir. Onun Türk hayranlığını, Türkiye sevdasını anlamak için bu sinsileyi bilmek, bu ruha ulaşmak için bu sinsilenin derin ruh dünyasına girebilmek gerekmektedir. Gözlerini bu Türk milletinin varlığı ve bütünlüğüne olan hasretle kapayan, iman ve şuurun bedenleşmiş ismi Bahtiyar Vahapzade’yi kaybetmiş olsak bile, inanıyorum ki, onun halkası olduğu bu zincir ilelebet devam edecektir. Bahtiyar Vahapzade, Türk Gençliği’nin ruhunda, beyninde, fikir dünyasında çağlamaya devam edecektir. Türk dünyasının ulu çınarı, sarsılmaz yapı taşı, büyük Türk şairi Bahtiyar Vahapzade, ruhun şad, mekanın cennet olsun. 30 Şike Sadece Sporda mı? Bir Özelleştirme Hikâyesi: Sümerbank e-posta: [email protected] Doç. Dr. Tuncay ÇELİK (Ekonomist) Yazının başlığına bakıldığında sanki son günlerde gündemi meşgul eden şike yasasından bahsedeceğimi sanmış olabilirsiniz. Sizlerle paylaşmak istediğim, bin bir şike ve oyunlarla ülkemizin nadide sanayi kuruluşu olan Sümerbank fabrikalarının nasıl yok edildiğidir. Şike sadece futbola değil, maalesef hayatımızın her alanına sirayet etmiştir. İşte eski başbakanlarımızdan Turgut Özal döneminde başlatılan ve günümüzde de devam eden özelleştirme şikelerinden biri olan Sümerbank’ın başına gelenlerden kısaca bahsetmek istiyorum. Türkiye, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla dışa açık serbest piyasa ekonomisine geçişin ilk adımlarını atmıştır. Bu adım, bebeğin yeni yürümeye başladığı anlardaki masum adımlardan değildir. Türkiye’de sosyal hayatta, kültürde, siyasette ve ekonomide bugün yaşadığımız bozuklukların nedenini araştırdığımda, 1980 yılından sonraki dönüşümün bu bozulma ve yozlaşmanın hızlanmasında kritik viraj olduğunu görmekteyim. Bu bozulma ve yozlaşma belki daha önce de vardı fakat 1980’den sonra hızlandığını rahatlıkla söyleyebilirim. İşte bu dönemden sonra ortaya çıkan yeni bir uygulama da temeli cumhuriyetin hemen sonrasında atılmış olan kamuya ait üretim işletmelerinin özelleştirilmesidir. Bu güne kadar birçok kamu işletmesinin özelleştirildiğini biliyoruz. Bu makalede bahsedeceğimiz bu kurumlardan bir tanesi olan Sümerbank’la ilgilidir. Sümerbank ilk üretim işletmesini 1935 yılında Adana’da açmıştır. Bugün yaşı 40 ve üzeri olan her Türk vatandaşı Sümerbank’ın mağazalarını bilir. Bu mağazalarda el halıları, kumaş, gömlek, ayakkabı, porselen, battaniye, nevresim ve bornoz gibi çok çeşitli ve kaliteli ürünler satılırdı. Tabidir ki bu ürünler yine Sümerbank’a ait fabrikalarda üretilirdi. En son hatırladığım Türkiye’nin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Sümerbank’a ait 28 işletme bulunduğudur. Yazımızın detaylarına geçmeden önce bu fabrikaların yerleri ve hangi tür ürünler ürettiklerini hatırlamak sanırım son derece faydalı olacaktır. Bu bilgi aşağıda sunulmuştur. Görüldüğü gibi hatırlayabildiğim Sümerbank fabrikaları ve ürettikleri ürünler yukarıdaki gibidir. Sanıyo- 31 Adıyaman fabrikası Adana fabrikası Antalya fabrikası Bakırköy fabrikası Bergama fabrikası Beykoz fabrikası Bünyan fabrikası Diyarbakır fabrikası 1 Diyarbakır fabrikası 2 Hereke fabrikası Isparta fabrikası İzmir fabrikası Kayseri fabrikası Malatya fabrikası Manisa fabrikası Maraş fabrikası Merinos fabrikası Nevşehir fabrikası Ordu fabrikası Pertek fabrikası Tercan fabrikası Van fabrikası Sümerbank İşletmeleri Yün fanila, iç çamaşırı, eşofman (sivil-asker) Pamuklu dokuma, Pamuklu dokuma, Poplin kumaş Gömlek (asker-polis-sivil) Poplin kumaş Ayakkabı (sivil-asker-polis) Kaşmir, iş tulumları, battaniye (asker-polis) Pamuklu kumaş Makine halısı Halı ve porselen El halısı Pamuklu dokuma, bayan elbisesi ve kumaşları İş tulumu, iş elbiseleri, araç brandası, askeri parka, çadır, Kaput bezi, branda, Kızılay bezi Gabardin kumaş, döşemelik ve perdelik kumaş Alpaka kumaş, iş önlükleri, ameliyat bezi, askeri parka Nevresim Kumaş (1.sınıf) Havlu ve bornoz Fındık yağı Tiftik battaniyesi Kundura (askeri-polis) Kundura rum hiç birimiz yukarıda bahsi geçen ürünlere ihtiyaç duymadığımızı söyleyemeyiz. Birçoğumuzun evinde bir Sümerbank ürünü mutlaka vardır. Asker ve polisin de ihtiyaçlarını karşıladığı gibi bugün işsizlikten şikayetçi olan ve hükümetlerin sürekli çareler aradığı doğu illerinde de Sümerbank’ın fabrikaları bulunmaktaydı. Bunların başında Diyarbakır ve Van gelmekte, Tunceli (Pertek) ve Tercan’da da fabrika bulunmaktaydı. Özel sektörün bu bölgelere yatırım yapmadığı dikkate alınırsa Sümerbank fabrikalarının buralar için ne derece önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Sümerbank ürünlerine dikkatinizi çekmek isterim. Bu ürünlerin neredeyse birçoğunun ham maddesi çiftçimizin tarlalarında ürettikleri pamuk, fındık, besledikleri koyunların yünü ya da bizzat Sümerbank adına dokunan el emeği göz nuru halılardır. Madem ki 24 Ocak 1980’de tam serbest piyasa ekonomisine geçtik, o zaman halkın da çok tepkisini çekmeden Sümerbank ve benzeri kamu kuruluşlarının bir an evvel özelleştirilmesi gerekmekteydi. Çünkü serbest piyasa ekonomisinde, devlet üretici olarak bizzat ekonominin içinde yer almamalıydı. O zaman bu kuruluşların özelleştirilebilmesi için gereken şike ve hülleler bir an önce devreye sokulmalıydı. Turgut Özal’lı yıllar, Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının başladığı dönemdir. Serbest piyasa ekonomisine geçiş için söz verilmiş olan yerlere (!) bir an önce gereğinin yapıldığı gösterilmeliydi. Özelleştirilmesi düşünülen kurumların iyi yönetilmeyen, sürekli zarar eden, kalitesiz üretim yapan, dışarıdan bakıldığında çiftlik gibi görünen, verimsiz, sürekli sorun çıkaran kurumlara dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu yapıldığı takdirde vatandaşın, “Ya bu fabrikalar satılsa iyi olur. Zaten hiçbir işe yaramıyorlar. Hepsi iktidarın çiftliği” şeklinde düşünmesi de sağlanmış olacaktı. Bunu gerçekleştirmek için dönemin iktidar partisi, Sümerbank’ın üst makamlarına yönetim becerisi ve tecrübesi olmayan, kısaca bu kadroları hak etmeyen birçok yandaşını atadı. Bu fabrikaların teknolojik açıdan ilerlemelerini engellemek için yeni yatırımların önü kesildi. Bazılarının müdürleri Ankara’da oturdu, fabrikayı uzaktan kumanda ile yönetti. Zaten amaç buraların iyi yönetilmesinden çok, kötü yönetilmesiydi. Bu dönemde 3 kuruşluk malı bu kurumlara 5 kuruşa satan, bu fabrikaların ürettikleri 5 kuruşluk malları da 3 kuruşa alanlar zengin oldu. Fabrikalara yeni yatırım yapılmadığı halde sürekli yandaş işçi alındı. Üstelik alınanların çoğunun iş ile uzak ya da yakın alakaları da yoktu. Kamu kurumları bile bu fabrikalara yüksek fiyat verdirip, özel sektördeki firmalardan daha düşük fiyat aldılar. Bu nedenle Sümerbank’ın kamu kurumlarına ihaleyle mal satması engellendi ve satış yapılamayınca fabrikalar zarar etmeye başladı. Asker ve emniyet güçlerinin ihtiyaçları yerli ya da yabancı başka firmalardan alınmaya başladı. Böylece Sümerbank’ın zararı giderek artmaya başladı. İşte kötü yönetim, şike, yolsuzluk, iktidarın çiftliği olma gibi uygulamalar, ülkemizde kritik öneme 32 Devletin ekonomi içindeki ağırlığının azaltılması için bir takım kamu kuruluşları özelleştirilebilir. Sadece arazisi 500 milyon Dolar olan kuruluşların 200 milyon Dolara satılması doğru değildir. Sümerbank, bedelinin çok altında fiyatla satılmıştır. Üstelik Sümerbank’ın fabrikalarını satın alan kişilere yine Sümerbank (banka) uygun kredi imkanı sunmuştur. Kısaca Sümerbank, birilerine hediye edilmiştir. sahip ürünleri en iyi kalite de yıllarca üretmiş olan Sümerbank işletmelerinin zamanla zarar eden, verimsiz, hantal ve sorunlu kurumlara dönüşmesini sağlamıştır. Bu gerçekleşince de artık malzeme elinizde hazırdır. Bundan sonra Sümerbank’ı özelleştireceğiz deseniz de artık kimse size karşı çıkmaz. Çünkü özelleştirme için gereken tüm şartlar hile-i şerle zaman içinde gerçekleştirilmiştir. Yukarıdaki paragraftan özelleştirme karşıtı olduğum yönünde yanlış bir yargıya varılmamalıdır. Özelleştirme, Rusya’nın da dağılmasından sonra birçok doğu Avrupa ülkesinde yapılmıştır. Burada anlatılmak istenen şudur. Bir ülkede kritik öneme sahip, ülkenin güvenlik güçlerine malzeme üreten, gerektiğinde özel sektörle rekabet edebilen ve bu sayede piyasayı kontrol edebileceğiniz bazı kurumlar özelleştirilmemelidir. Özellikle temel ihtiyaçlar konusunda dışa bağımlı olmak hiçbir zaman doğru değildir. Günümüzde gelişmiş kapitalist ülkeler “siz üretmeyin, biz üretir size satarız” anlayışını Dünya ekonomisine empoze etmektedirler. Oluşturulan iktisat politikaları da bu anlayışı desteklemektedir. Gelirleri daha çok hizmet sektörüne dayalı olan Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın durumu apaçık ortadadır. Devletin ekonomi içindeki ağırlığının azaltılması için bir takım kamu kuruluşları özelleştirilebilir. Sadece arazisi 500 milyon Dolar olan kuruluşların 200 milyon Dolara satılması doğru değildir. Sümerbank, bedelinin çok altında fiyatla satılmıştır. Üstelik Sümerbank’ın fabrikalarını satın alan kişilere yine Sümerbank (banka) uygun kredi imkanı sunmuştur. Kısaca Sümerbank, bi- rilerine hediye edilmiştir. Kayseri’de bulunan fabrikalar özelleştirilmiştir fakat şimdi bu fabrikaların yerinde yeller esmektedir. Bünyan’daki fabrika kuşlara yuva olmuş, Sümer’deki fabrikanın arazisine de kooperatifler inşaatlar yapmıştır. Özelleştirmek demek, kamu kuruluşunun özel sektöre devri demektir. Peki, Sümerbank fabrikaları özelleştirildiği halde bunları alan özel sektör temsilcileri neden bu fabrikaları yeniden işletmemiştir. Zaten işletmek istediği için ihaleye girenlere de fırsat verilmemiştir. Bu fabrikaların kapanmış olması üretim azalışı ve işsizlik değil midir? Demek oluyor ki birileri “satın bunları, burada üretilenleri biz size satarız” demiş olmalıdır. Şimdi güneydoğuda terör olaylarını azaltmak için işsizliği önlemeye çalışmıyor muyuz? O zaman buralardaki fabrikaları neden kapanacakları şekilde özelleştirdik? Bu fabrikalar çiftçimize gelir sağlamıyorlar mıydı? Tiftik battaniyesi çiftçinin beslediği tiftik keçisinden, yün koyundan, el halısı köylünün emeğinden olmuyor muydu? Zaten buraları sattık, köylerde tarım ve hayvancılığı öldürdük, el halıcılığı bitti ve artık Sümerbank olsa da hammadde yok demiyor muyuz? Şimdi köylümüz köy minibüsünü marketin önünde durduruyor, yoğurdunu, sütünü, etini ve yumurtasını marketten alıp köye öyle gitmiyor mu? Demek ki bu işte bir yanlış var! Sonuç olarak kısaca şunu belirtebilirim ki, özelleştirme Sümerbank ya da Tekel’de olduğu gibi yapılmamalıdır. Teknolojisi geri kalmış, ürettiği ürünün Dünya piyasalarında ya da ülke içinde pek talebi kalmamış, stratejik öneme sahip olmayan kamu kuruluşları değerleri iyi tespit edilerek özel sektöre satılabilir hatta kapatılabilirler. Bu özelleştirmelerden elde edilen gelir bütçe açıklarını kapatmakta değil, yeni yatırımlarda, yeni istihdam yaratacak alanlarda kullanılmalıdır. Özelleştirme, Tekel içki fabrikasının önce 200 milyon Dolar’a yerli bir firmaya, sonra onun 800 milyon Dolar’a Amerikalı bir firmaya, Amerikalı firmanın da 2 milyar Dolar’a bir İngiliz firmasına satmasına sebep olacak şekilde yapılmamalıdır. Eğer özelleştirmek istediğimiz kuruluş 2 milyar Dolar ediyorsa, o zaman 2 milyar Dolar’a satılmalıdır. Burada kaybeden bu kuruluşları satan hükümetler değil, Türkiye’nin geleceğidir. Dünya’da Türk markası olarak bilinen Türk rakısını bile artık İngiliz şirketi üretmektedir. Gördüğümüz gibi şike sadece futbolda değildir. Şike, ülkenin her yerinde her alana sirayet etmiştir. Oy kaygısıyla yandaşlara sağlanan rantlar, bazı dış güçlere verilen sözler, sözlerin yerine getirilmesi için oynanan oyunlar, medya ile istediği gibi yönlendirilen eğitimsiz toplum, insanımızın hep hak etmediği mevki ve makamları, hak etmediği kazançları elde etmek için içine düştüğü yanlışlıklar maalesef şike ve yozlaşmanın ülkemizin her tarafına sirayet etmesine neden olmuştur. William Shakspeare (Şekspır)’ın da dediği gibi “Hiçbir miras, doğruluk kadar zengin değildir”. Hataların düzelmesi için, neslimizi devam ettirecek çocuklarımıza dürüstlüğü, doğruluğu ve vatan sevgisini miras bırakmalıyız. 33 HOCALI KATLİAMI Bilgehan AYATA “Ne harabi ne harabatiyim/ Kökü mazide olan atiyim” diyor Yahya Kemal. Kökü geçmişte olan gelecek olmak. Bilindiği gibi her ağaç, kökleri üzerinde vücut bulur; kökleriyle toprağa tutunur ve köklerinden aldığı besinle gıdalanarak dallanır, budaklanır, çiçek açar, meyve verir. Kökünden aldığı güçle dallarını göğe uzatır. Bu eylemlerini de kökünün sağlamlığı ölçüsünde gerçekleştirir. Kökü sağlam olmayan ağaçlar, en hafif rüzgârda yerinden kolaylıkla sökülebilir; oysaki, güçlü köklere dayanan ağaçları en şiddetli fırtınalar bile yerinden sökemez. Türk milleti, asırlık bir çınar ağacına benzer. Kökleri, tarihin derinliklerine uzanır. Her bir kökünde de Türk dili, Türk kültürü (harsı), Türk tarihi gibi ayrı ayrı değerleri barındırır. ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca cesetler dizilmişti.” Biliyoruz ki her fırsatta dillendirilen asılsız Ermeni soykırımının aksisine Ermenilerin , Birinci Dünya Savaşı’nda Türklere soykırım uyguladığına ilişkin yeteri kadar belge ve delil vardır. Toplu mezarlardan başka Rus ve İngiliz belgeleri de bu gerçeği yansıtmaktadır. Öte yandan Ermeni terör örgütü Asala ile katliamlar sürmüş, 1975-1991 yılları arasında 40’ın üzerinde Türk diplomat şehit edilmiştir. Tüm bu tarihî gerçeklere rağmen Ermeniler sütten çıkmış ak kaşık sayılmakta ve Türkler soykırım uygula- Böylesine güçlü köklere dayanan Türk milleti, tarihte pek çok kez katliamlara maruz kalmıştır. Bunlardan birisi, çok değil, bundan 20 yıl önce Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kentinde yaşanmıştır. Rus askerlerinin de desteğini alan Ermeni kuvvetleri 25-26 Şubat 1992’de en gelişmiş silahlarla Hocalı’ya saldırarak tarihin en vahşi katliamlarından birisini gerçekleştirmiştir. Saldırıda, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere resmî kayıtların verdiği bilgiye göre 600’ü geçkin Azeri Türk’ü vahşice katledilmiş, yüzlerce kişi ağır yaralanmış ve kaybolmuştur. Katliam öylesine hunharcadır ki saldırılarda insanlar evlerinde yakılarak öldürülmüştür. İncelenen cesetlerin birçoğunda, insanların yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, kulakları, burunları, kafaları ve vücutlarının çeşitli organlarının kesildiği görülmüştür. Bebeğin erkek mi kız mı olduğu üzerine bahse girilip hamile kadınların karnı yarılmıştır. Katliama tanık olan bir gazetecinin şu sözleri olayın vahametini gözler önüne sermektedir: “İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı makla suçlanmaktadır. Bu, haksızlığın da ötesinde iftiradır. Kadın, çocuk, yaşlı, sivil, asker demeden katliam uygulamak; çocuk denecek yaştaki kızlara tecavüz edip akla, hayale, haya sınırlarına, insanlığa sığmayacak işkencelerle öldürmek gibi katran karası lekeler, asil Türk milletinin temiz tarihinde yoktur. Güneş balçıkla sıvanamaz. Türkler nerede mazlum bir millet varsa dini, milliyeti ne olursa olsun onun yardımına koşmuş, aman dileyene kılıç kaldırmamıştır. Viyana kapılarına da Macarların yardım istemesi üzerine ikinci kez dayanmamış mıydık? 34 İnsan, dünyaya gelişinden itibaren bir savaşın içerisindedir. Habil ile Kabil’le başlayan bu üstün olma savaşı, üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe devam edecektir. Bundan dolayı, silahsız bir dünya düşlemek güzel ama boş bir hayaldir, ütopyadır. Dünya üzerindeki her millet soyunu sürdürmek, dünyaya yayılmak ister. Bunu gerçekleştiremiyorsa sebep, aynı amacı güden başka milletlerin o millete karşı koymasıdır. Elbette bunlar, arzu edilen durumlar değildir; ancak, var olan gerçeği görmeyip toz pembe hayaller kurmak, nesilleri ülküsüz ve bilinçsiz yetiştirmek, onları düşman karşısında silahsız bırakmak demektir. Bu sözlerimizden, nesilleri kin ve düşmanlıkla yetiştirmek gerektiği anlamı çıkartılmamalıdır. Zaten bu tutum, Türk milletinin karakterine terstir. Dememiz o ki Karabağ’da, Kerkük’te, Doğu Türkistan’da… yaşanan ve yaşanmakta olanlar unutulmasın ve gelecek kurgulanırken geçmişten ders çıkarılsın. Tarih kanıtlamıştır ki “(...) Türkler öldürülebilir lakin mağlup edilemezler (Napolion Bonaparte).” Türk’ü silahla yok etmek mümkün değildir. Bunun farkına varan iç ve dış düşmanlar, değişen çağla birlikte farklı yöntemler uygulamaya başlamıştır. Bunların başında da bizi biz yapan değerleri yozlaştırma siyaseti gelmektedir. Bu siyasetin de temel ve en büyük aracı hiç kuşkusuz ki televizyonlardır. Koca bulma, göbek atma programlarıyla, gayrimeşru ilişkiler dizileriyle oyalanan milletimiz ülke ve dünya gündemine kafa yoramaz, düşünmez, sorgulamaz, günübirlik yaşar hâle getirilmek istenmektedir. Öyle ise bize düşen görev, tarihimizden haberdar olmak, dilimize, dinimize, kültürümüze sahip çıkıp vatan ve milletimize karşı gelecek her türlü tehlikeye karşı uyanık olmak; bunu yaparken de gereken gücü damarlarımızdaki asil kanda aramaktır. Bilimde, teknikte ilerlemek; çağdaş medeniyet seviyesinin de üstüne çıkmak için çalışmak ve çalışmamızı millî değer ve temeller üzerine kurmaktır. Bunu gerçekleştirdiği- miz takdirde Türk milletinin kökleri güçlendikçe güçlenecek ve yüce Türk milleti yeşeren kollarını istikbale doğru uzattıkça uzatacaktır. Bu vesile ile Hocalı katliamının 20. yıl dönümünde, bu zulmü gerçekleştirenleri ve bu zulme destek verenleri bir kez daha kınıyor, şehit soydaşlarımızı rahmet dilekleriyle anıyoruz. Yararlanılan kaynaklar: Bilgiyurdu Gençlik Dergisi, Kasım- Aralık 2008 sayısı. Kayseri Türk Ocağı dergisi, Aralık 2008 sayısı. ATSIZ, Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, İrfan Yayınevi, 2003. 06 Ocak 2009 tarihli Yeniçağ gazetesi. KONFERANSA DAVET KONU MİLLÎ DEVLET VE ANAYASA KONUŞMACI Sadi SOMUNCUOĞLU (Mîllî Düşünce Merkezi Başkanı, Devlet Eski Bakanı, Türk Ocakları Eski Genel Başkanı) TARİH : 27 OCAK 2012 CUMA SAAT : 19.00 YER : Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi TÜRK OCAKLARI KAYSERİ ŞUBESİ BİLGİYURDU’NDA CUMA SOHBETLERİ Geleneksel Cuma Sohbetlerimiz her cuma akşamı saat: 19:00’dadır. Sohbetlerimiz halkımıza açıktır. TARİH 06 Ocak 2012 KONUŞMACI Mustafa ÖZTÜRK KONU Türk Milliyetçiliğini Geliştirmek 13 Ocak 2012 Yrd. Doç.Dr A.Vehbi ECER Atatürk’e İftira Atanlar 2 20 Ocak 2012 Mustafa ÖZTÜRK Kıbrıs Davamız ve Rauf Denktaş 03 Şubat 2012 Mustafa KILIÇKAYA Küreselleşme Kıskacındaki ULUS-DEVLET 10 Şubat 2012 İlker DEMİRCİ Dilde Türkçülük 17 Şubat 2012 İskender GÜNGÖR Türkiye’nin Gündemi 24 Şubat 2012 İbrahim GÜNGÖR Propaganda nedir, nasıl yapılır? BİLİNÇALTI MESAJLARI VE GENÇLİK-2 (KAD-Kritik Analitik Düşünce) Alper KEPEZKAYA ([email protected]) Geçen sayımızda subliminal (bilinçaltı) mesajlardan bahsettik. Hatırlayacağınız gibi subliminal mesajlar söz oyunlarıyla, görsel çarpıtmalarla ve 25’inci kare tekniği ile insan zihnini etkileme yöntemidir. Bu hain tuzağın gençleri hedef aldığı düşünülürse tehlikenin boyutu daha iyi anlaşılır. Her derdin dermanı olduğu gibi bu tuzağın silahı da “KAD yani kritik analitik düşünce”dir. Gereksiz uzun tanım cümlelerini bir köşeye bırakırsak KAD; “Bizi ayaklarımıza baktırıp, bize tokat atmak isteyenlerin niyetini anlamak ve gereğini yapmaktır.”Basın ve medyanın kitle iletişim aracı olmaktan çıkıp psikolojik savaş silahı olduğu günümüzde düşüncelerimizi eğitir ve beynimizi kullanırsak KAD’ı gerçekleştirmiş oluruz. Şimdi diyeceksiniz ki: “Hoca! Biz beynimizi kullanmıyor muyuz yani ?”İnsan iki şekilde hareket eder: alışkanlık üzere davranarak ve düşünerek. Her gün sabah kalkınca “Yüzümü nasıl yıkasam?” diye, düşünüyor musunuz? Hayır, direk olarak davranışı gerçekleştiriyorsunuz. Birine hediye alacağınız zaman rastgele bir dükkâna girip, sıradan bir şey alıp çıkıyor musunuz? Düşünüyorsunuz değil mi? Bunlar sadece basit örnekler. Günlük yaşantımızda beynimizi her zaman harekete geçirmeyiz. Çoğu kez önyargılarımızla, alışkanlıklarımızla davranırız. Beynimizi harekete geçirmeye ihtiyaç duymayız. Psikolojik savaşta önemli olan rakibinin özelliklerini tanımaktır. Özelliklerini bilirsen nasıl kandıracağını da bilirsin. İşte KAD’ın amacı budur: Beynini eğiten insanın psikolojik baskıya maruz kalmaması. Okumaktan sıkıldıysanız biraz resimlere bakalım. Belki KAD’ı biraz anlarız. nasıl bakıldığını bilmektir. Komşularla “sıfır problem” Ermenistan’la uzlaşalım. Biz dostuz. KAD, ekranlarda Yahudi düşmanlığı yapanları alkışlamak yerine, “Niçin hiç eylemin yok?” diye sormaktır. KAD olmadan, verilen emekler sonuçta heba olabilir ve istenmeyen noktalara hizmet edilebilir. Toplumumuzda halka zararlı işler yapan birçok grup faaliyetlerini halktan topladığı paralarla yapmıştır. Acaba gençler günlük hayatta duvarın hangi tarafına bakıyorsunuz? KAD, dostlarımız dediğimiz çevrede gerçekte bize Amaçsız iş yoktur. Birisi size bir şey öneriyorsa amacı vardır. Her gün gazetelerde ve medyada prof. lakaplılar bir şey söylüyor. Tavsiyede bulunuyor. Hepsi sadece sizi mi düşünüyor? YORUMSUZ… KAD günlük hayattaki farklılıkları fark etmektir. Farkındalılığı fark edersek birçok problemi çözeriz. Herkesin “Ya, ben bunu nasıl anlamamışım?” dediği an vardır. Zor durumlarda biraz sakin düşünmek yeterli. 35 36 KAD, sistemli düşünmektir. Bazen başarıya ulaşmak için elimizde imkân olmadığını düşünürüz. Hâlbuki bütün imkânlar bizim için seferber olmuştur. ”Abi bu şartlarda üniversiteyi kazanamam.”,“ Bu bölümü bitirince nasıl iş bulurum.”, “Ah,bir destek veren olsa,tozu dumanı yutmam;tozu dumana katarım.” demiyor muyuz? Resimdeki de öyle diyor. “İmkân olsa da duvarın arkasını görsem.” KAD, mantık ile duygusal kararı ayırabilmektir. Türkiye’deki bütün zenginlerin Bill Gates’in onda biri olamadığını, hepsinin devlet destekli olduğunu, yoksa ayakta duramayacağını, buna rağmen devlete kafa tuttuğunu biliyor muydunuz? Lise öğrencisinin hayali:” Lise bitince askerliğimi yaparım. Sonra iyi kötü bir iş bulup geçinir giderim.” Tercümesi: “Lise bitince birilerinin sömürüsü olurum. Beni yönetirler.” KAD, doğru analiz yapabilmektir. Akıllı bir genç başına gelen olaylarla ilgili neden-sonuç ilişkisi kurar. Mantık sırasını takip eder. Sık sık basında “Cari açık hızla düşüyor.” diye yazıyor. Peki, hızla düşüyorsa şimdiye kadar niçin kapanmadı? Bu cari açık ne kadar? İhracat (dışarıya mal satma) devamlı artıyor deniyor; ama ithalat (dışarıdan mal alımı) hangi seviyede? Sovyet Rusya döneminde bir gazete manşeti aynen şöyle: “ Yarışmada biz ikinci olduk, Amerika ise sondan üçüncü oldu.” Haber doğrudur: Rusya ikinci, Amerika ise sondan üçüncüdür. Rus halkının bilmediği bir nokta vardır: Yarışmada zaten üç ülke vardır ve Amerika birinci olmuştur. Eğer biri çıkıp, “Yarışmaya kaç ülke katıldı?” diye sorsaydı, basının hilesi anlaşılırdı. Gelelim bize… Biz hangi gazete veya internet haberini sorguluyor, analiz yapabiliyoruz? KAD, dikkatli olmaktır. Avrupa Birliği Türkiye ile yaptığı her antlaşmaya zararlı maddeler sıkıştırmıştır.15 yıl önce AB devamlı, “Askerin etkinliği olmasın, Güneydoğuya özgürlük verin, azınlık haklarını genişletin.” derdi. Şimdi zararlı maddeleri gizlice söylemeye gerek kalmadı. Müslümanların aklını kullanmasını ve art niyetlilerin oyununa gelmemesini yüce kitabımız Kuran da emreder. Kuran ayetlerini dinleyelim: Hucurat Suresi 6. ayet: “Ey iman edenler! Şayet bir fasık (yalancı/günahkâr) size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme kötülük eder de, yaptığınıza kesinlikle pişman olursunuz.” İsra Suresi 36. ayet: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül; bunların hepsi ondan (o ardına düştüğün şeyden) sorumludur. Hadis-i Şerif: "Tehlikeyi doğrulukta görseniz de doğruluğu araştırınız; çünkü kurtuluş ancak ondadır." Son olarak şunları yazmak istiyorum: Bazı gençler vardır. Kiminin saçı dik, kimi kafasını boyatmış, kimi jiletle kaşını kazıtmış. Sorduğunuzda aynı cevabı alırsınız: “Ben diğerlerinden farklı olmalıyım.” Aslında hepsi aynıdır: “Farklı olacağım diye vücuduna şekil veren insan tipi.”Türkiye’de sırf farklı olmak adına kendine şekil veren kaç bin genç vardır? Asıl farklılık zekâdadır. Kimsenin yönlendiremediği insan farklıdır. Televizyonda izlediği diziyle beraber imaj değiştirmeye çalışan, bir aktörün, sporcunun, mankenin taklidini yapan birine ne ölçüde değer verilebilir? Bir düşünelim bir günde beynimizi ne kadar zorluyoruz? Aşağıdaki kuzu gibi düşünelim!) Şunu da unutmayalım: Kimse beni yönlendiremeyecek diye büyüklerin tavsiyelerine kulak asmamak yok. Kalın sağlıcakla… Gençlik Dergisi Web sitemiz yenilendi... www.bilgiyurdu.org.tr 37 BÖLÜCÜ TERÖRLE MÜCADELEDE AKP DÖNEMİ (2002-2011) İsmail ÖZÖREN Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, terör ile mücadelede kendinden önceki hükümetlerin atmış oluğu adımları yok sayarak veya yavaşlatarak işe başladı. Bu yüzden terörle etkin bir mücadele yürütüldüğünü söyleyemiyoruz. Hatta ortaya attıkları açılım politikaları nedeniyle terörü azdırdıklarını söyleyebiliriz. Yaptıkları yanlışların en başta geleni ve affedilmezi ise kendilerinden önceki Cumhuriyet hükümetlerinin politikalarını tamamen değiştirmiş olmalarıdır. Önceki hükümetlerin “ Türkiye’de terör sorunu vardır.” politikasını AKP’nin “Türkiye’de Kürt sorunu vardır.” şeklinde değiştirmesi, aslında bölücü terörün tam da istediği bir politika olmuştur. Teröristler bu sayede kendilerinin haklı bir davanın takipçisi oldukları propagandasını Türk ve dünya kamuoyuna yapma fırsatı yakalamışlardır. AKP iktidarının bölge halkından oy alabilmek adına yapmış olduğu bu çıkış, bitmiş olan terörü ateşlemiş, verilen tavizler yeni tavizler doğurmuş, bunun neticesi olarak AKP iktidarının başlangıcından günümüze kadar 1.500 asker, polis, korucu ve masum sivil vatandaşımız yaşamlarını yitirmiştir. Dünyanın her yerinde “teröristin elindeki silahı etkisiz hale getirdikten sonra” terörü besleyen ortamı ortadan kaldırmak için sosyal ve ekonomik düzenlemeler yapılmış ve bu sayede terörle mücadelede başarı kazanılmıştır. Türkiye aslında 1999 yılının sonlarında teröristtin elindeki silahı etkisiz hale getirmişti. 1999’da terörist başı Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile birlikte 1999’da 236 olan şehit sayısının 2000 yılında 29’a, 2001 yılında 20’ye, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının aralık sonu itibariyle 7’ye düşmesi, teröristlerin etkisizleştirildiğine açık bir örnektir. Diğer yandan Mart 2003’te ABD’nin terörü gerekçe göstererek Irak’ı işgal etmesi ve Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğunu terör örgütünün kullanması sonucunda 2003’te başlamak üzere terör olaylarının artması da bir gerçektir. Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın önce inkâr ettiği sonra alt düzeyde görüşüldüğünü kabul ettiği, bugün itibari ile ayyuka çıkan İmralı’daki terörist Son dokuz yılda AKP iktidarının gafletiyle terörün aşama aşama yeniden nasıl serpilip boy verdiği ortadadır. Son dönemde “açılım” kapsamında terör örgütü ile yapılan müzakereler ise gafletten de öteye geçmiştir. başı ile hükümetin bilgisi dâhilinde yapılan görüşmeler, kamuoyunun hala bilmediği pazarlıklar, terör olaylarının artmasına neden olmuştur. Bir başka deyişle AKP iktidara geldiği andan itibaren terörle mücadele yerine “teröristle müzakere” yolunu seçmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör ile mücadele eden komutanların uydurma deliller ile tutuklanmaların terör ile mücadele eden askeri birliklerde zafiyet yarattığı göz ardı edilmemeli. Terör Örgütü’nün sahneye çıkışı neredeyse otuz yıl oluyor. Örgütün yıllara göre etkinlik grafiği çıkarıldığında, terörle mücadelede siyasi iradenin tutumu ve attığı adımların ne denli önem taşıdığı açıkça görülür. Terörün hız ve mesafe kat ettiği noktaların zamanca izdüşümleri siyasi iradenin aymazlıklar zincirini oluşturur. Son dokuz yılda AKP iktidarının gafletiyle terörün aşama aşama yeniden nasıl serpilip boy verdiği ortadadır. Son dönemde “açılım” kapsamında terör örgütü ile yapılan müzakereler ise gafletten de öteye geçmiştir. Verilen tavizlerin neler ve ne kadar olduğunu millet olarak bilemiyoruz. Ancak AKP iktidarının Güneydoğudaki uygulamalarını biliyoruz: Burada halk aşırı şımartılmış: İnsanlar sorununu çözemeyince ya kaymakama gidiyor ya da “Ben, PKK’lıyım: seni vururum!” diye tehdit ediyor. Bu bölgede devlet otoritesi olmadığı için can ve mal güvenliği yok. Devlet kendi memurlarını dahi koruyamıyor. 38 Kimse vergi vermiyor. Elektrik ve su faturaları tahsil edilemiyor. Her aileye her çocuğu için 150 TL “çocuk parası” ödeniyor. Ayrıca bir çocuk doğar doğmaz onun bez ve mama gideri karşılanıyor. Herkese, eksin veya ekmesin (kimse ekmiyor) beyana göre toprak yardımı yapılıyor.Van Gölü bile tarım arazisi yazılmış. Her cuma günü kaymakamlıklar elden para dağıtıyor. Terör örgütü, devlet ihalelerini alan müteahhitlerden aldığı haraçla gelir elde ediyor, bu gelir ile aldığı mermi ile de bu yolla devletin güvenlik kuvvetlerini ve o bölgede görev yapan sivil görevlilerini şehit ediyor. Bu nedenlerdendir ki, teröristte silahı bıraktırmadan veya silahını elinden almadan Doğu ve Güneydoğu’da diğer bölgelerden farklı olarak yapılan yatırımlar ile sosyal ve ekonomik girişimler terörü engelleyememiş, daha da büyümesine neden olmuştur. Terör, ülkeyi bölmek için yapılıyor. Siz terörle mücadeleye bölünmeyi önleyecek, milletin birliğini güçlendirecek tedbirlerle başlamazsanız asla başarılı olamazsınız. Hele bunun tam tersini yaparak etnik gruplara (aşiret topluluklarına) siyasi kimlik kazandırıp ayrışmayı; Anayasadan Türk kimliğini çıkarıp devleti kimliksizleştirmek suretiyle, etnisitenin egemenlikten pay istemesini meşrulaştırmış olursunuz. Sonuçta bölücü teröre hizmet edersiniz. Terör nedeniyle akıtılan kanda, verilen şehitlerde siyasi iktidarın dün de bugün de vebali vardır. Ne olduğu hala bir türlü açıklanamayan “açılım”ın ülkemizi nereye sürüklemekte olduğu açıkça görülmektedir. Geçtiğimiz günlerde yapılan uzun Bakanlar Kurulu toplantısının ardından hükümet sözcüsü Arınç’ın “Terörle mücadele’de bugüne kadar ne yapıldıysa, daha fazlasını yapacağız” yolundaki açıklaması aymazlıklar zincirine yani halkalar ekleneceğini düşündürüyor. SONUÇ: Bölücülük fitnesinin kökünü kurutacak kapsamlı bir plan hazırlanmalıdır. Siyasi iktidar, bölücü terörü hafife almaktan vazgeçmeli, acilen devletin ilgili bütün unsurlarıyla toplanarak 2002’den bu yana takip ettiği siyaseti sorgulamalı ve bölücü terörle mücadelenin esaslarını yanlışlardan ders alarak yeniden belirlemelidir. Siyasi iktidarların öncelikli görevinin, vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini, devletin üniter ve millî kimliğini, kanun hâkimiyetini, vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak olduğu hatırlanmalıdır. Son olarak, sözde değil özde büyük devlet olmanın gereği yapılarak, teröristlerin sınır ötesindeki kamplarına girilmeli, buralarda teröristlerin yuvalanmasını engelleyecek tedbirler alınmalıdır. Bekir TEMUR ... Diyordu Bir nutfede başlayıp dünyaya koşacaksın Temaşadan ibaret göreceksin dünyayı Sonra mezar taşına takılıp düşeceksin Bacakların dolaşıp nazarında bir bulut Süzülecek diyordu karanlıklara doğru Yaşadığın tüm hayat soyut veyahut somut Ve ölüm var diyordu yaşanan ömre inat Bir gölge çekilecek bedeninin içinden Puslu bir hal alacak yedi renkli kâinat Yolculuğun kaderi başlangıçta bitmekmiş Talimatı bu imiş o ilahi kanunun Yapayalnız çaresiz makamına gitmekmiş “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” Kayseri Park Cad. Çam Apt. No: 7/C Melikgazi/KAYSERİ TEL: 0352. 233 67 41 39 “BOŞVER VATAN GÖREVİNİ, PARAN VAR MI SENİN?” Aytekin AYDOĞAN Bedelli askerlik, devlet tarafından kanunla belirlenmiş şartları taşıyan bireylerin belli bir ücret karşılığında askerlik görevini yapmış olmalarını sağlayan bir askerlik uygulamasıdır… 1920’li yıllarda ortaya atılan bedelli askerlik yasa tasarısı, M. Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının tavırlı duruşu sayesinde reddedilmişti. Mustafa Kemal’in • Ordu, milletin ordusudur. • Bedelli askerlik ,sınıf ayrımına yol açar. • Paraya ihtiyacımız olsa bile vatandaşlar arasında zengin fakir ayrımı yapmamalıyız. • Bağımsızlık isteniyorsa herkes cepheye gitmek zorundadır diye özetleye bileceğimiz düşünceleri, bedelli askerliğin kabul edilemez olduğunu ortaya koymaktadır. O dönemde bedelli askerlik çıkarıldığına dair kesin deliller yoktur. Ancak, bir yasanın “göçmenlerin geldikleri ülkelerde bedelli askerlik varsa ve vatandaşlar bulundukları o ülkelerde bedelli askerlikten faydalanarak askerlik görevini yerine getirmişse bu vatandaşlar askerlik görevini ifa etmiş sayılacak ve yeniden askere çağırılmayacaktır” maddesi, Atatürk döneminde de bedelli askerlik vardı şeklinde bazı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Cumhuriyet tarihinde zaman zaman uygulamaya konulmuş olan bedelli askerlik yasa tasarısı en son 1999 yılındaki Gölcük depreminden sonra ülke ekonomisine katkı sağlamak amaçlı uygulamaya konulmuştur ve daha sonra yeniden kaldırılmıştır. Şimdi de günümüzdeki bedelli askerlik uygulamasına göz atalım: Günümüzde ilk olarak CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun önerisi olarak ortaya atılan bedelli askerlik yasa tasarısı, Sayın Başbakanımız tarafından 17 Mart 2011 tarihinde “Bu ülkede parası olan var olmayan var. Bu uygulamanın belli bir kesimi mağdur etmeyeceğine inansak biz zaten bunu çoktan hallederdik. Parası olana sen parasını öde, parası olmayana da sen askere git mi diyeceğiz ” şeklinde bir söylemle reddedilmişti. Sanırım bu söylemler 12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde olması dolayısıyla şehit ailelerine yönelik bir seçim propagandası olarak ortaya çıkmıştır. Seçim süreci sona erdi, hükümet kuruldu ve bedelli askerlik söylemleri yeniden ortaya atıldı. Bu sefer herhangi bir şekilde reddetme olmadı ve bu tasarı aralık ayı içerisinde kabul edildi. Parası olana sen parasını öde, parası olmayana da sen askere git denildi. Sayın Başbakan 9 ay sonra fikrini neden değiştirdi acaba? Her alanda birbirine zıt düşen siyasi partiler, yani zıt kutuplar bu bedelli askerlik konusunda neden anlaşıverdiler? Zenginlere ve askerlik kaçaklarına “tezkere vermek” hangi adalet anlayışıyla bağdaşır? Türkiye, adım adım bir harbe sürüklenirken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne asker ihtiyacını sordunuz mu? Bedelli askerlik neyin bedeli? Satılan bir şey mi var? Terör bölgelerine gitmesini istemediğimiz oğullarınız mı var? Onları mı kurtarmaya çalıştınız? Vatan savunmasından kaçanlara meşruiyet kazandırmak değil mi yaptığınız? Şehit Mehmetçiklerin annelerine ne diyeceksiniz? Gelen paraları size vereceğiz diyerek onların yüreğindeki acıyı dindireceğinizi mi sanıyorsunuz? Çok büyük bir yanlış yapıldı. Eskiden ülkemizde askere gitmeyene kız vermezlerdi. Bu gelenek, vatana duyulan sonsuz muhabbetin bir sonucuydu. Bizi biz yapan bu sevgilerimiz, hassasiyetlerimiz yok ediliyor. Diğer yandan da varlıklı kesimlere paralarından dolayı bir prim veriliyor; “Boş ver vatan görevini, paran var mı senin?” Türkiye’de böyle bir soruyu sormaya hiçbir makamın hakkı olmamalıydı. 40 BİLGİYURDU GENÇLERİNİN İKİ ETKİNLİĞİ: DOĞA YÜRÜYÜŞÜ VE YERALTI ŞEHRİNDE İNCELEME İbrahim BOYRAZ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak genç arkadaşlarımızla Ali Dağı’na bir yürüyüş düzenledik. Amacımız şehrimizin güzelliklerini daha yükseklerden seyretmek ve doğa bilincini aşılamaktı. Aynı zamanda, son zamanlarda popülerlik kazanan doğa yürüyüşü-trekking sporunun faydalarını bizzat yaşayarak görmek istedik. Doğa yürüyüşü –trekking- nedir? Trekking, doğada yapılan yürüyüşlere genel olarak verilen isimdir. Genelde temiz hava almak, spor yapmak, sağlığımızı korumak, fotoğraflamak, keşfetmek, anlamaya çalışmak, doğa ile iç içe yaşamayı öğrenmek gibi sebeplerle doğada yürüyüşler yaparız. Bu yürüyüşleri, doğa ile uyum içinde yapılan geziler olarak algılamalı ve yeni bölgeleri keşfetmek için yapmalıyız. Ali Dağı, Kayseri’nin Talas ilçesinde yer alan ve Erciyes’in ana kütlesinden ayrı olarak lav püskürmesi sonucu oluşan yaklaşık 1600 metre yüksekliğinde bir tepedir. Konumu, iklimi ve rüzgârı ile aslında tam bir doğa sporu abidesidir. 2 zirvesi bulunan dağın alçak olan zirvesi yamaç paraşütü ve yelken kanat kalkış pisti olarak kullanılmaktadır. Sahip olduğu 7 km’lik dik dağ yolu ile dağ bisikletçileri ve eteklerinden zirvesine 600 metre yüksekliği ile de doğa yürüyüşçüleri için inanılmaz güzel bir doğal mekândır. Doğada Yürüyüşün faydaları • Yürüyüş kan akımını artırarak dolaşımı iyileştirir, kalpdamar ve beyin damarları hastalığı riskini azaltır. • Kalp kası dahil, vücut kaslarını kuvvetlendirerek daha etkin çalışmalarını sağlar. • Her bir kasılmada kalbin pompaladığı kan miktarını artırarak istirahatta kalp atım sayısını (nabzı) azaltır. • Egzersiz ve stres durumunda arteriel kan basıncında (tansiyonda) oluşan yükselmeyi azaltır. • Kan basıncını düzenler. • Kalp kasının yan damarlardan beslenmesini destekler. Böylece kalbin ana damarlarında oluşacak tıkanıklıkların vereceği zararı azaltır. • Şişmanlık riskini azaltır. • Sindirimi kolaylaştırır. • Beyine oksijen akımını artırarak zihinsel keskinlik ve yaratıcı düşünce potansiyelini yükseltir. • Lenfatik dolaşıma yardımcı olur. • Egzersiz sırasında ve sonrasında metabolizmayı uyarır. • Solunum kapasitesini ve aerobik gücü artırır. • Büyümeyi ve incinme sonrası toparlanmayı olumlu etkiler. • Kan yağlarının (trigliserid) düzeyini düşürür. • HDL/LDL (iyi huylu-kötü huylu kolesterol) dengesini düzenler. • Koordinasyona olumlu etki yapar. • Eklem ve kasların esnekliğini artırarak bel ve boyun ağrılarını hafifletir. • Kemiklerin sertleşmesini ve kuvvetlenmesini sağlar. • Dayanıklılığı artırır. • Yorgunluk duyumunu engeller. • Uykusuzluğu azaltır, rahatlamaya yardımcı olur. • Vücudun doğal keyif verici hormonları olan endorfinlerin salgılanmasını sağlar. • Yaşlanma sürecini geciktirerek genç görünüm sağlar. • Moral, özgüven ve iyimserliği artırır. Talas Ali Dağı Yeraltı Şehri Gezisi Kayseri’nin Talas ilçesinde Ali Dağı eteklerinde, Bizans dönemine ait 1300 yıllık yeraltı şehri ve sarnıç bulundu. Biz de Bilgiyurdu ekibi olarak kültürel zenginliğimiz olan bu tarihi eseri görmeye gittik. Yer altı şehrini gruplar halinde bir rehber eşliğinde gezdik. Şehrin içinde çeşitli odalar var ve bu odaların her birinin bir özelliği olduğunu rehber anlattı. O dönemlerde Bizans devletinin resmi devlet dini henüz Hristiyanlık değilmiş. Bu inanca sahip insanlar dinlerini yaşatmak ve Bizans zulmünden kurtulmak için bu şehri inşa etmişler. Şehir, Osmanlı döneminden kalma tarihi evlerin restorasyonu sırasında ortaya çıktı. Arkeolog Gürcan Samet de yeraltı şehri ve sarnıcın Bizans dönemine ait ve yaklaşık 1300 yıllık olduğunu tahmin ettiklerini belirtti. Samet, “Yeraltı şehrinin bizim saptadığımız 2 giriş kapısı var. Şu ana kadar 300 metresine girebildik. Burasının çok daha uzun olup Kayseri kent merkezine ve Gesi beldesi yönüne gittiğini tahmin ediyoruz. Gidebildiğimiz yerin ilerisinde 90 basamakla daha da aşağıya inildiğini düşünüyoruz. Zarar verebiliriz düşüncesiyle çalışma yapmadık. Duvarların ve sarnıcın horasan harcıyla yapıldığı, suyun da çok kaliteli olduğunu söyleyebiliriz. Sarnıcın sonuna kadar gidemedik. Ancak, derinliğinin ileri bölümlerde insan boyunda ve suyunun çok kaliteli olduğunu söyleyebiliriz” diye konuştu. Talas Belediye Başkanı Rıfat Yıldırım’ın, Fransızcadan çevirttirdiği kaynakta da yeraltı şehri ve sarnıçla ilgili şu bilgiler bulunuyor: “Yeraltı şehrinin, ana girişi yolun üzerinde. Dar girişten sonra, geniş bir oda bulunmakta. Sitenin ana tünelinde geçit ilerde iki kola ayrılıyor. Kentin ana girişinde kıvrık virajlara ulaşılıyor. Yapımda ve temelde tol kullanılmıştır. Ana tünel sola bir geçişle devam ediyor, sonunda da 20 x 5 ebadında bir oda bulunmakta. Girişteki geniş oda diğer odalara iletişim sağlar. Sağdaki kısa bir tünel ile ibadet odalarına varılır. Bu odanın duvarlarındaki yüzlerce yuva yapılmış.” Akşam üstü tatlı bir yorgunlukla eve dönerken hepimiz de mutluyduk. DERSİM BİR KATLİAM DEĞİL İSYANDIR!.. Dilhan Süyünbike TEGİN Tunceli bölgesi gerek coğrafi yapısı, gerekse başkente uzaklığı nedeniyle merkezi otoritenin tam sağlanamadığı, ağalık ve şeyhlik tarzı feodal bağların kuvvetli olduğu bir yapıdadır. 1915 yılındaki Ermeni Tehciri sırasında da takındıkları tutum, onların merkezi otoriteye ilk başkaldırıları olmamış, bölge 1514’te Yavuz’un Çaldıran seferinde bile sorun çıkarmıştır. Rus işgali sırasında, Osmanlı hükümeti ile bir anlaşma yaparak kendi bölgelerini savunmaları karşılığında silah ve mühimmat alırlar fakat doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmezler. Ruslar geri çekildikten sonra Osmanlı idaresi tarafından bu bölgedeki aşiretlere madalya ve hediyeler verilir.Seyit Rıza ise ayrıca ödüllendirilerek Erzincan’da “il idaresi üyeliği”ne atanır. Dönemin Erzincan valilerinden Sabit Bey yazdığı bir mektupta, Seyit Rıza ile ilgili olarak, “Şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti.” ifadesini kullanmıştır. Durum zamanla namusuyla hizmet etmekten çıkarak namussuzca isyana dönüşür. İsyancılar, Şeyh Hasan aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza önderliğinde, askere gitmek ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenir. Yaklaşık 6 bin kişilik bir grup isyancılara katılır. 1937 yılında Atatürk, Singeç köprüsünün açılışını yapmak üzere Tunceli’ye gelecektir. (4 Ocak 1936’da Dersim Vilayeti’nin adı Tunceli Vilayeti oldu.) Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol inşa edilir. İsmail Hakkı adlı bir teğmenin komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlenir. Karakol yakılır ve 33 askerin tümü şehit edilir. 27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakılır. Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın diye Kürt gruplar tarafından bölgenin telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pah bucağı karakoluna baskın düzenlenir. Seyit Rıza, Sin karakolunun da basılması için asilere bizzat emir verir. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu’na da baskın düzenlenir. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz terörist saldırılara karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zaafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılır, askerler şehit edilir ve yaralanır. Asiler, Mazgirt Köprüsü’nü de tahrip ederler İsyancıların destekçileri, Fransa, İngiltere, Rusya ve Ermenistandır. Fransızlar, ajanları İzzettin vasıtasıyla Seyit Rıza ile irtibat kurarak Dersim’de huzursuzluğun artmasına sebep olmuşlardır. İzzettin, Mart 1937’de bir isyan için Suriye’deki Fransız gizli teşkilatından Seyit Rıza’ya talimat getirmiş, Dersim olaylarına büyük ölçüde karışmıştır. İngiltere, 1800’lü yıllardan itibaren Türkiye ve Ortadoğu’ya göndermiş olduğu misyoner ve ajanlar vasıtasıyla faaliyetlerini artırmıştır. 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’nın devamı niteliğindeki Raçkotan ve Raman isyanları da İngilizler’in kışkırtmaları sonucu gerçekleşmiştir. İngiltere’nin Türkiye’deki büyükelçilik görevlileri 1937 Tunceli İsyanını yakından takip ederek, gelişmeleri İngiltere dışişleri yetkililerine sürekli olarak rapor etmişlerdir. Ruslar 1804 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile Doğu Anadolu’da bazı vilayetleri ele geçirerek bölgedeki faaliyetlerini artırmışlardır. Ruslar’ın Dersim bölgesinde organize ettikleri en önemli isyan 1916 yılında olmuş, fakat 1917 Bolşevik İhtilali’nin etkisiyle bölgeden çekilmişlerdir. 19371938 Dersim İsyanı dolayısı ile toplanan mahkemede, ifade veren Seyit Rıza, sorgulamasında isyanda Rus kurmay subaylarının yer aldıklarını, Ruslar’ın silah ve cephane gönderdiklerini belirtmiştir. Ermeniler ile Dersim aşiretleri arasındaki ilişkiler 1896 yılından itibaren kurulmuştur. 1900 yılında Tiflis’te Ermenice olarak “Dersim” adlı bir kitap yayımlanmıştır. 1915 yılında “Tehcir Yasası” çıkmıştır. Tehcir sırasında 20 bin kadar Ermeni, Dersim bölgesine sığınmış ve bazı aşiretler tarafından korunmuşlardır. 1919 yılı sonlarında Ermeni ve Kürt liderler arasında sağlanan uzlaşma ile ortak hareket etme kararı alınmıştır. Binbaşı Noel de bölgede görüşmeler yaparak bir Ermenistan ve Kürdistan sınırı tespit etmiştir. Daha sonra Hoybun Cemiyeti’nin faaliyetleri ile 1933 yılında Ermeni Bogos ve M. Nuri Dersimî, Dersim çevresinde gizli görevlerde bulunmuşlardır. 1937 Dersim İsyanı’ndan hemen önce ise Suriye sınırından Türkiye’ye kimlikleri belirlenemeyen dört Ermeni komitacı girmiştir. Bunlar, Dersim bölgesine girerek faaliyetlerde bulunmuşlar ve hemen arkasından isyan patlak vermiştir. İsyanın başlangıcı kabul edilen Pah Köprüsü’nün yakılması olayında da Ermeni asıllı Demirci Mustafa kullanılmıştır. Genç Türkiye cumhuriyetinin otoritesini ve egemenliğini tanımayanlar, yabancı düşmanların da kışkırtmaları ile bir maceraya girmişler ve hak ettikleri karşılığı görmüşlerdir. İsyanın elebaşısı ve yabancı servislerin maşası Seyit Rıza ve beş asi, asılarak idam edilmişlerdir. Ben de Türkiye Cumhuriyetinin şimdiki savunucusu olarak diyorum ki: Ey Tunceli’de şehit olan ve yaralanan askerlerimiz! Sizler katliam yapmadınız, Türk devleti ve Türk vatanını savundunuz. Size “katliamcı” yaftasını yapıştıranlara karşı sizi yeterince savunamadık. Bu yüzden suçluyuz. Sizlerden özür diliyorum. 41 42 DEVLET KURAN KAHRAMAN Tarih: 13 Ocak 2012… Saat:22.17… Kıbrıs Türklerine adanmış bir ömür sona erdi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ebediyete intikal etti. Ancak, hiçbir zaman, O’nun için “öldü” sözcüğünü kullanmayacağız. Çünkü O, kurduğu devletle, yazdığı kitaplarla, yaptığı konuşmalarla Türk milletinin yüreğinde ve beyninde hep yaşıyor olacaktır. O, devlet kuran ender liderlerden biridir. İlteriş Kutluğ Kağan gibi, Gandi gibi, Atatürk gibi… Elbette ki bu büyük işi tek başlarına başarmış değildirler. Milleti uyandırmadan ve onun davaya sarılmasını sağlamadan büyük zafer ve atılımların gerçekleşemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Önce, milleti uyandırdılar, sonra örgütlediler. Bugün, Türkiye’nin 70 kilometre uzağında özgür bir Türk Devleti varsa ve bu kardeş devlet sayesinde Türkiye kendini daha güvende hissediyorsa bunun kolay sağlandığı asla söylenemez. Bu destansı başarıda en büyük payın Rauf Denktaş’a ait olduğunu söylemek zorundayız. Çünkü O, ömrünün her anını Kıbrıs davasına vakfetmişti. Beş yılını, on yılını değil bütün ömrünü bu davaya adamıştı: Meydanlarda hatip, gazetelerde köşe yazarı, toplumlar ve devletlerarası görüşmelerde usta bir diplomat, Türk Mukavemet Teşkilâtı’nın kurucusu ve 1 numaralı mücahidiydi. Sadece Yunanistan’a ve EOKA terör örgütünün katillerine karşı koymadı, aynı zamanda bunlara destek veren tüm Batı emperyalizmine karşı koydu. Onlara rağmen imkânsızı gerçekleştirip KKTC’yi kurup bugünlere taşıdı. 1958 Zürih-1959 Londra Antlaşmaları temelinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1 Ocak 1964’te Rumlar tarafından ortadan kaldırılması ve Türklerin yönetimden dışlanması üzerine Kıbrıs’ta Türkler için zor yıllar başlamıştı: Ölümler, kayıplar, ambargolar, boykotlar, açlık… 20 Temmuz 1974’te gerçekleştirilen Ba- rış Harekâtına kadar süren bu zor yıllarda Türk toplumunu ayakta tutan birinci unsur, 1 numaralı mücahidin sarsılmaz iradesi, yorgunluk tanımaz gayretiydi. O, her zaman şu gerçeği teslim etmiştir: KKTC, Türkiye sayesinde vardır ve Türkiye sayesinde var kalmaya devam edecektir. “Ben kendi başıma siyaset yapmadım. Benim misyonum, Türkiye ile beraber millî davayı savunmaktır.”demiş ve mücadelesini bu çerçevede kalarak yürütmüştür. 2004’te Türkiye’deki iktidarla görüş ayrılıkları oluşunca da aktif görevden çekilmiştir. Ancak son nefesine kadar, O’nun millî davayı düşündüğünü biliyoruz. Kıbrıs davasıyla özdeşleşmiş, Türlüğe ve Türkiye’ye âşık büyük lider Denktaş cismanî varlığıyla artık aramızda yoktur. Ancak “Allah, kimseyi devletsiz ve bayraksız bırakmasın.” diyen sesi kulaklarımızda, sevgisi yüreklerimizde ebediyen var olacaktır. “Türk askerinin Kıbrıs’tan çekildiğini Allah bana göstermesin.” demişti. Allah duasını kabul etti. AB ve ABD’nin tüm entrikalarına rağmen TSK, barış ve huzurun güvencesi olarak KKTC’de kalmaya devam edecektir. O’nun Kıbrıs’ı vatan yapan şehitlerle buluştuğu şuanda çok derin duygular içindeyiz. Türk milleti kahraman Denktaş’ın vefatıyla derin bir mateme boğulmuştur. Üzüntümüz sonsuz… Bu matem günlerinin ardından hiç vakit kaybetmeden milli ülkülerimizin işaret ettiği yola koyulacağız. Şimdi bize düşen tarihî ve millî görev, destansı bir mücadelenin eseri olan KKTC’nin tüm dünyaca tanımasını ve ebediyen yaşamasını sağlamaktır. Henüz açıklanmadı ama vasiyetinin bu olduğu hususunda hiçbir şüphemiz yoktur. Bize, yani Türklük duygusunu yüreğinde duyanlara yakışan şey, O’nun mücadelesini ve kişiliğini örnek alarak millî davayı kucaklamaktır. Ve bu yolda hiçbir maddi kazanç beklememektir. Kıbrıs davasını anlatan kitaplarını titizlikle incelemeliyiz. Onlar bize ışık tutacaktır. Çünkü, onlarda vatan sevgisinin ve bu sevgi yolunda örgütlü mücadelenin somut örnekleri vardır. Gazeteci Nur Batur’un bir sorusuna verdiği şu cevap, O’nu millî davada önder yapan unsura açıklık getirir: “Benim iki başucu kitabım vardır. Birincisi Kuran, ikincisi Nutuk. Zorda ve darda kaldığımda hep bunlara müracaat ederim.” Bu ifadeyi hiç unutmayalım. Allah rahmet eylesin. Yüce Türk milletinin başı sağ olsun. 43 Bilgiyurdu Basın Bildirisi DERSİM ÜZERİNDEN NİFAK, BÖLÜCÜLÜK, KIŞKIRTMA… Millî birlik ve beraberliğimizi korumakla sorumlu olan devlet adamlarının ülkemizde fitneye, kavgaya ve bölünmeye yol açacak konuşmalar yaptıklarını hayret ve endişeyle izliyoruz. Sayın Başbakan’ın ve Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün Dersim’le ilgili söyledikleri, tarihi gerçeği yansıtmadığı gibi Türkiye’nin geleceği açısından çok zararlı ve tehlikeli ifadelerdir. Her şeyden önce Dersim olayının bugünün siyaseti için kullanılması, istismar edilmesi, hadisenin çarpıtılarak anlatılması, doğru bir davranış değildir. Dersim, bugünkü Tunceli vilayetinin eski adıdır. Tarihte çeşitli aşiretlerin yaşadığı, Osmanlı’nın bile söz geçiremediği dağlık bir bölgedir. Burada kendilerine has bir düzen kuran aşiretler, komşu bölgelerde çoğu zaman yaptıkları yağmalarla fakir halka zarar vermiş ve devlete hep sorun olmuşlardır. Devlet otoritesini ve yasalarını hiçe sayan bazı aşiretler devletin kendilerine yüklediği görevleri yapmadıkları gibi bölgeye gönderilen asker ve memurları da kendi usüllerince cezalandırmışlardır. Dersim aşiretlerinin Osmanlı Devleti’ne başkaldırısı, 1907-1908-1909-1916 yılları boyunca devam etmiştir. Çünkü, devletin bu isyanı bastıracak gücü, asker sevkedecek yolu yoktur. Türk milleti Mustafa Kemal öncülüğünde istiklâl mücadelesi yaparken ikinci İnönü Savaşı sırasında Dersim’de Koçgiri isyanı başlatılır. Divriği kaymakamını esir alırlar. Türk milleti Batı emperyalizmine karşı ölüm kalım savaşı yaparken yurt içinden hançerlenmiştir. İstiklâl savaşı kazanılıp Cumhuriyet ilân edildikten sonra da dış ve iç tahriklerle Doğu isyanları devam eder. Şeyh Sait isyanı, Musul vilayetinin Irak’a bırakılması felaketiyle sonuçlanır. Hatay sorununun konuşulduğu günlerde ise Dersim isyanı başlatılır. Şeyh Sait isyanından ders alıp devletin zaaf ve eksikliklerini tespit eden Türk Hükümeti, Dersim bölgesine devletin yasa ve düzenini götürmeye karar vermiştir. Bunun için bölgeye devlet binaları, okullar, yollar, köprüler, karakollar yapılmaya başlar. Ancak, devletin bölgeye girmesi aşiretleri çok rahatsız eder ve yapılan devlet binalarını yakarlar. Üstelik devletle pazarlık yapar, şartlar ileri sürerler. Silahlarını teslim etmezler, vergi vermezler. Böylece “devlet içinde devlet” konumlarını sürdürmektir amaçları. Devletin sabrının sonu ve bardağı taşıran damla, 1937’de Singeç Köprüsü’nü korumakla görevli askeri karakolun yakılması ve 33 mehmetçiğin komutanlarıyla birlikte şehit edilmesidir. Hükümet bu olaya, haklı olarak, sessiz kalamazdı; bir harekât başlatmaya karar verdi. İsyancı aşiretlerin lideri Seyit Rıza’nın İngiltere Hükümeti’ne gönderdiği mektup, onun dış destek aldığının ve dış ilişkiler içinde olduğunun delilidir. Şöyle diyor: “Türk hükümeti Dersim bölgesine girmeye kalkışmıştı... Kürtler, bu olay karşısında silaha sarıldılar. Ben ve yurttaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.” İsyanın bundan daha açık ifadesi olabilir mi? Ayrıca “isyan yok” diyenler, ele geçirilen 15 bin son model silahı nasıl açıklayacaklar? Hiçbir devlet kendisine karşı başlatılan isyana sessiz kalmaz ve bundan dolayı da isyancılardan özür dilemez. Bugün PKK terör örgütüyle mücadele eden devlet, yarın teröristler ve ailelerinden özür mü dileyecek? Türkiye Cumhuriyeti, Dersim’de bir isyanı bastırmıştır. Bunun katliam ve soykırımla bir alakası yoktur. Dökülen kanın suçu, isyanı çıkaranlara aittir. Dersim olayının Türkiye’nin gündemine taşınmasının, bize göre, bazı sebepleri vardır: 1-Türkiye Cumhuriyetinin alnına “katliamcı” yaftası yapıştırarak Ermeni soykırımı iddialarını kuvvetlendirmek. 2-Alevi vatandaşların devlete ve Cumhuriyete bağlılıklarını sarsmak. 3-Türk toplumundaki Atatürk, İnönü, Celal Bayar ve Fevzi Çakmak sevgisini ortadan kaldırmak. İstiklâl savaşının bu önderlerini katliamcı ilan ederek Türkiye Cumhuriyetinin temellerini hedef tahtası yapmak. 4-Türk halkının Alevî-Sünnî; Türk-Kürt şeklinde ayrışmasını hızlandırmak. 5-Atatürk’ü, silah arkadaşlarını ve 1950 öncesini suçlu ilan ederek Atatürk adının ve Cumhuriyet’in temel değerlerinin “Yeni Anayasa” da ifade edilmesine engellemek. Anlaşılacağı üzere, Dersim üzerinden bir oyun oynamakta ve Türkiye sinsi bir tuzağa çekilmektedir. Sağduyu sahibi halkımız, mezhep ve etnik çatışma kışkıırcılığı yapanlara yüz ve fırsat vermemelidir. Tarihte yaşanmış ve kabuk bağlamış yaraları “tarihle yüzleşmek” teranesiyle kanatmanın, Türkiye’yi parçalama amacı güdenler dışında kimseye yararı yoktur. Devlet adamları ve parti liderlerinin de Türkiye’nin bugünkü hassas konumunda söyleyecekleri her sözü ölçüp biçip sorumluluk bilinciyle söylemeleri, nifak ve kargaşaya sebep olacak ifadelerden titizlikle kaçınmaları gerekmektedir. Çünkü, Bakara sûresi 217’nci ayette Allah: “Nifak, kıtâlden daha tehlikelidir.” demektedir. 01.12.2011 Mustafa ÖZTÜRK Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı YI: 23 1 201 4 SA NIR. YIL: /ŞUBAT YIMLA YA OCAK DA BİR İKİ AY TSİZDİR. ÜCRE YIL: 4 SAYI: 24 MART/NİSAN 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR. ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi gisi ik Der Gençl ik Der Gençl gisi YIL: 5 SAYI: 26 TEMMUZ/AĞUSTOS 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR. ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi YIL: 5 MAYIS SAYI: 25 İKİ AY / HAZİR ÜCRE DA BİR AN 2011 TSİZD YAYIM LANIR İR. . YIL: 5 SAYI: 27 EYLÜL/EKİM 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi YIL: 5 SAYI: 28 KASIM/ARALIK 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ Tel: (0352) 232 32 67 • e-posta: [email protected] www.bilgiyurdu.org.tr