Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş`in MHP Davası Savunması Türk

advertisement
Rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in MHP Davası Savunması
Türk milleti, Asya’nın doğu kıyılarından, Büyük Okyanus’tan Atlantik Okyanusu’na
kadar ve kuzey yarımkürenin buzullarından Hindistan yarımadasının güneyi, Arabistan
Yarımadası ve Afrika’nın büyük sahra çölleri arasında kalan, bilinen en eski dünya toprakları
üzerinde Batı Avrupa hariç çeşitli zamanlarda büyük devletler kurmuş, büyük medeniyetler
meydana getirmiştir. Henüz tekniğin bugünkü gibi gelişmediği telgraf ve telsizin bulunmadığı,
motorlu kara araçları ve uçakların icat edilmediği o çağlarda bu kadar geniş alanlarda kalabalık,
çeşitli milletlerin ve medeniyetlerin üzerinde büyük imparatorluklar kurmak tesadüflere
bağlanamaz. Çin gibi her devirde dünyanın en güçlü devleti ve büyük medeniyetlerinden biri
olarak kabul edilmiş olan bu ülkede ve aynı şekilde bulunan Hindistan’da, dünyanın büyük
medeniyetlerinden biri olan İran’da, Bizans imparatorluğu üzerinde ve diğer çeşitli topluluklar
üzerinde hâkimiyetler kurarak, yerli medeniyetlerle kendi kültür ve medeniyetini sentez
yaparak yeni medeniyetler meydana getirebilmek, yüksek vasıflara ihtiyaç gösteren bir
husustur. Milletimizin bu başarıyı gösterebilmesi, gittiği her yerde insan haklarına saygılı
olması, hak ve adalete dayanması, insan sevgisi ve insanları şefkatle sarmak yoluna gitmesi ile
mümkün olabilmiştir. Gidilen her yerde insanları horlamak, ezmek veya yok etmek yerine,
daima “Yaşa ve Yaşat” ilkesi ile hareket olunması, ırk, din, dil, renk farkı gözetmeksizin insanlara sevgi ve şefkatle, hak ve adaletle davranılması yoluyla büyük medeniyetler ve büyük
devletler kurmaya muvaffak olunmuştur. Tarihimizde aa ve tahripkâr çöküntülere başlangıç
teşkil eden iki büyük felaket vardır. Bunlardan birisi 13. yüzyılın başında Asya’nın doğusundan
çıkan Cengiz Han’ın başkanlığındaki putperest Moğol istilasıdır. Diğeri ise 1683 yılında 2.
Viyana muhasarası sırasında uğranılan yenilgidir. Bunlar sebepleri ve neticeleriyle
seminerlerde konferanslarda işlenmeye çalışılmıştır. Bu konular gerek iddianamede gerekse
mütalaanamede iddia makamı tarafından, ilme ve gerçeklere aykırı olarak, yorumlanmış ve
böylece çok hatalı bir yorum yoluyla suçlamaya gidilmiştir. Bu sebeple konuyu mahkeme
huzurunda mümkün olduğu kadar özet bir şekilde anlatmak ve açıklamak mecburiyeti hâsıl
olmuştur.
13. yüzyılın başlarında Moğol orduları doğudan batıya taarruza geçtiler. Bu sırada
Türkistan’da Ural Dağları ile Hindistan arasında hüküm süren Harzemşahlar devleti
bulunuyordu. Bu devleti kısa zamanda yıkarak büyük katliamlar yaptılar ve camiler,
medreseler, birçok medeniyet eseri, kütüphaneler yakıldı, yıkıldı, yerle bir edildi. Bundan sonra
bir kısım Moğol kuvvetleri Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru akarken diğer kısımları
da Horasan, İran ve Kafkaslarda bulunan Selçuk devletlerini çiğneyerek Anadolu’ya Irak ve
Suriye’ye doğru akalar. Bu sıralarda Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş ve büyük
hükümdarlarından Alâaddin Keykubat’ın yönetiminde parlak bir dönem yaşıyordu. Fakat çok
geçmeden Moğolların önünden dehşet içinde kaçan çeşitli Türk boyları Anadolu içlerine kadar
dökülmeye başladılar. Bir zaman sonra İran’a yerleşen Moğollar tarafından İlhanlı Devleti
kuruldu. Moğol orduları Anadolu’yu da baştan aşağı talan etmeye başladılar. Alâaddin
Keykubat ölmüş ve kendisinden sonra gelen kardeşleri, oğulları ve torunları arasında taht
kavgaları başlamıştı. Bu sıralarda Moğol akınlarını durdurmak için toplanan 80.000 kişilik bir
Selçuklu ordusu Sivas’ın doğusunda Kösedağı bölgesinde Moğolları karşıladı. Fakat daha
savaşa girilmeden sebepleri aydınlanmayan bir panik neticesinde Selçuk ordusu kaçarak
dağıldı. Bundan sonra bütün Anadolu en ücra köyüne kadar talana uğradı. Kan ve ateş içinde
kaldı. Selçuk devleti dağılmış, Anadolu birbiriyle boğuşan küçük beyliklere bölünmüştü. Bütün
Türk ve Müslüman dünyasında birbirini takip eden katliamlar, zulümler ve yangınlar hüküm
sürdü. İşte bu sıralarda Türkistan’da kurulan Çağatay devleti ve İran’da bulunan İlhanlı
devletine hükmeden Moğollar da İslamiyet’i kabul ederek Müslüman oldular. Fakat zaman
içinde bu devletler de parçalanarak çöküntüye uğradılar. Hüküm süren bu perişanlık ve
sıkıntılar içinde bulunulurken, Türkistan’ın Yesi şehrinde Hoca Ahmet YESEVİ ismini taşıyan
ve daha sonraları da “Hz. TÜRKİSTAN” ismiyle anılan büyük bir iman ve ilim adamı zuhur
etti. Bu zat İslamiyet’in ulu esaslarını yeniden öğreterek insanlar arasında sevgiyi, barışı,
kardeşliği, hakkı, hukuku, adaleti ve Allah, Peygamber sevgisini yerleştirerek gözyaşlarını
dindirmek üzere müritler yetiştirmeye başladı Hacı Bektaş Veli gibi, Taptuk Emre gibi, Baba
İshak gibi, Saru Saltuk gibi büyük iman ve fikir adamları yetiştirerek Horasan Bölgesinden
Batı’ya doğru gönderdi. Saru Saltuk Karadeniz’in kuzeyinden bugün Romanya’da kalmış plan
Kuzey Dobruca Bölgesine gelerek dergâhını açtı. Ahi Evran da Anadolu’da bir hayli dolaştıktan
sonra Kırşehir’e yerleşti. Taptuk Emre Eskişehir Bölgesine yerleşti. Mevlâna Celâleddin-i
Rumi Hazretleri de Horasan’ın Belh şehrinden kalkarak çeşitli Ortadoğu memleketlerini
gezdikten sonra Karaman şehrine geldiler. Bir müddet burada oturduktan sonra Selçuk
hükümdarının daveti üzerine Konya’ya yerleştiler. İşte bu büyük şahsiyetler İslam’ın büyük
ruhunu aşılayarak, dergâhlarında müritler yetiştirdiler. Bunlar bütün Anadolu’ya ve daha sonra
da Rumeli’ye yayıldılar. Gittikleri her yerde sevgi, kardeşlik, hak, hukuk, adalet ruhunu
yerleştirmek için çalıştılar. Bu uğurda büyük hizmetler etmiş olan değerli şair ve iman adamı
Yunus Emre’de Taptuk Emre’nin dergâhında yetişen bir müritti. Ahi Evran esnaf ve
sanatkârları nizama kavuşturan, sosyal adalet ve sosyal güvenlik teşkilatı ile düzenleyen büyük
hizmetler yaptı. Bu şekilde yetiştirilen ve Allah (c.c.) rızası için topluma faydalı olmak
çalışmalarını benimseyen bu insanlar, tarih kayıtlarına göre dört ayrı isim altında ve dört ayrı
kol halinde fakat birbiriyle koordineli ve dayanışma içinde Türk toplumunu yeniden ileri bir
hukuk düzenine ve yüksek bir ahlak düzenine kavuşturdular. Bunlar sırasıyla; Gaziyân-ı Rum,
Ahiyân-ı Rum, Bacıyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum adları ile teşkilatlanan gruplardır. Bunların
görevleri ve gayeleri toplum içinde eğitim, yardımlaşma, dayanışma, sosyal adalet, sosyal
güvenlik ve millî güvenlik hizmetlerini düzenlemek ve geliştirmektir. Bu faaliyetlerin sonunda
14. yüzyıl ve 15. yüzyılda batıda Osmanlı Cihan İmparatorluğu, kuzeyde Altınordu Devleti ve
Doğuda da Türkistan Devleti, Hindistan’da da Babüroğlu Türk İmparatorluğu medeniyetleri
meydana geldi. Türk Milletinin tarihi boyunca meydana getirebildiği en büyük ve en parlak
eseri Osmanlı imparatorluğu ve Osmanlı medeniyetidir.
İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde de “Alp”lik geleneği bulunmaktaydı. Alpler,
yüksek ahlakı temsil eden millî kültür sahibi ve millî ülkü sahibi kahraman yaradılışlı devlet ve
millet için her fedakârlığı yapabilen insanlar olarak vasıflandırılıyordu. Yani gerek Alpler ve
gerekse daha sonra “Alperen”isimleriyle anılan bu idealist ve imanlı insanlar teokratik nizam
ile ilgisi olmayan kimselerdi. Bunlar tarihimizde ve millî kültürümüzde yer almış olan bir
topluluktur. Biraz önce belirtilmiş olan değerli kişiler tarafından yetiştirilen bu müritlere zaman
zaman“Alperenler” ve “Derviş Gaziler” denilmiştir. Bunların Türkiye Cumhuriyetini meydana
getiren, bugünkü toplumumuzun nereden nereye geldiğini anlatmak ve insanlarımıza millî ruh
ve güven duygusu vermek için ve millî kültürümüzün nasıl geliştiğini anlatmak için öğretmeye
çalıştık.
İddia makamının iddia ettiği gibi suç teşkil eden herhangi bir fiili gerçekleştirmek
için yapmadık. İnsanlarımızı, anayasamızın başlangıç bölümünde öngörüldüğü gibi
vatandaşlarımızı, millî şuur ve ülküler etrafında birleştirmek ve yabana ideoloji ve
yabana kültür saldırılarına karşı uyanık ve dayanıklı hale getirmek için yaptık. Özellikle
bölücülük ve komünizm akımlarına karşı, kanlı terör tedhişine karşı, anayasa düzenini
daha şuurlu bir şekilde benimsemeleri için yaptık.
Download