¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Günümüzde bilgiye ulaşmak çok ko- Bir rivayete göre, “Oku!” ile başla- laylaşmıştır. Yüzyılımız “iletişim çağı, bil- yan Alâk Sûresi’nin hemen ardından, Ka- gi çağı” diye vasıflandırılır. Zira kitle ile- lem Sûresi nâzil olması ve yazının en ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH tişim, mutbuat, basın-yayın vasıtaları, önemli malzemesi “kalemin” övülme- yani, kitap, gazete, dergi, radyo, tele- si de, basın-yayının ehemmiyetine işa- vizyon, internet, vs. girmediği mekân ret etmez mi? yok gibi. İnsanlar adeta bu vasıtalara mahkûm edilmiş durumdadır. Müslümanlar olarak ne yazık ki bu konuda yeterli gayreti göstermi- ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Bugün, fikrî, imanî, sosyal, kütü- yoruz. Bu sahayı hemen hemen tama- rel, hatta ekonomik tartışmalar, münâ- men başkalarının tekeline bırakmışız. Son zaralar, mücadeleler, hatta savaşlar zamanlarda bu alanda yapılan çalışmalar, büyük çapta basın-yayın yoluyla yapılıyor. İnsanlar ve toplumlar “evet ve hayır”larını medyanın yönlendirmesiyle yapıyorlar. Olaylara medya gözlüğüyle bakılıyor. Ne yazık ki dünyada Müslümanlar hala bu konuda son derece yetersizdir. Okuma yazmanın, bu uğurda gayret etmenin önemi dinimizce çok büyüktür. İlk inen âyetin, yani ilk emrin “İkra!” (Oku!) olması, bunun ilk üçüncü âyette tekrarlanması, dördüncü âyette “yazma” ve devâmında yine “bilme, öğrenme-öğretme” üzerine tahşidât yapılması, elbette matbuât diliyle hizmetin önemini de vurgular. gayretler yeterli olmamaktadır. Yeterli olmamasının sebebi ise değerlerimize sahip çıkan matbuata, medyaya bizlerin yeterince destek olmamamızdır. Bunun için elimizden geldiğince kendimizin diyeceğimiz gazete, dergi, Tv, İnternet gibi medya organlarına destek olmamız gerekmektedir. 2014 İÇİN BİR ABONE Elinizdeki dergi yüzüncü sayısı Burhanın. Dergi yayınlamak, devam ettirmek hakikaten çok zor bir meseledir. Lütfen bu zor görevde sizde derginize destek olun. En azından bir abone yaparak bu “Okumak” mânâsında olan Kur’ân, desteğinizi gösterebilirsiniz. Allah’ın meseleyi burada bırakmaz. Akıl, tahkik, yardımı ve siz değerli okuyucuların araştırma, inceleme, kitabet, yazmak, katkılarıyla dergimiz bu günlere mektup, kâğıt, yazı ve malzemeleri gelmiştir. Katkılarınızın önümüzdeki üzerine yüzlerce kelimeyle de insanlı- günlerde de devam ederek artması ğın ufkunu açar. dileğiyle Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Ocak Sayı: Hz. Peygamberin Rüyası 4 Faydasız İlim Nereye Götürür? 8 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Allah İçin İş Yapmak ya da İşi Allah’a Adamak 12 Secdeye koy baş, Rabbe yaklaş 16 Sabır Limanına Sığınmak 20 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Ne Zamandır Doğruya Değil de Yanlışa Göre Hasan BAŞAR . Duruşumuzu ve Yönümüzü Belirler Olduk? 24 Aileni Seviyorsan 26 Salih AYDIN Musa KARACA Prof. Dr. Ali AKPINAR Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Nureddin YILDIZ Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Serdar TAŞAR Mustafa AĞIRMAN Ne Kadar Korku, Ne Kadar Umut 28 Ersan BİLGİN Abdullah ÇAKIR Fuat TÜRKER Talha AKA Osman Gülşen:“Cemaatimiz bize Asim AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Hayır İşlerinde Hep Destek Oldu.” 30 Hakikaten Çok Güzel Bir Kitap 35 ! " ' & ( ) * + , ( $ % " Kaya Gazı: Enerji Merkezi & - . # 1 $ / % * Ortadoğu’dan Kayıyor Mu? 40 % ! " Meal Müslümanlığı ve Din’de Zorlama 45 1 ! ! 2 0 Yatsı Namazının Vakti Ne Zaman Çıkar?… 46 ! " 2 3 ! # # 0 0 4 # 5 ! " 2 ! # # 0 0 # Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 51 Araba Kullanma Piskolojisi 52 Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Dinde Sapıtan İlahiyatçı ve . Yazarlardan Çarpıtma Örnekleri-3 54 Hz. Peygamber (a.s.)’İn Barışın . Faks: +9 (0216) 398 94 69 [email protected] www.burhandergisi.com İnşasına Yönelik Uygulamaları (X) 62 Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Abdulkadir Molla’nın, Eşine Yazdığı Mektup 66 Aylık Süreli Yayın 6 7 ) ) 7 * ( 7 : * ( ) ; / + * ) % 8 ( * + ) ( 8 . * ( . < * 8 % * ) ' * ' ( * % % % * 7 7 % < ) 7 6 ( + ( 6 7 % ) ( % 9 ) * ) + ( = 6 - ( 8 ) + * % $ * % ) % % ) $ * 7 ) % ( - & % $ / * $ $ * : / $ * % ) % + 7 * + / > 9 % ) > % ( ) 9 ( ) ) ? 8 / % ) < Gazeteci, Yazar ve Araştırmacı Yusuf KARAGÖZOĞLU Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Abdulkadir MOLLA . Aytunç Altındal Vefat Etti. 68 + < + * $ M. Emin KARABACAK ) 4 * Ahmed Er-Rufai Hz. Mehmet Akif Mah. Hüseyin AVNİ ! Murat TÜRKER 0 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ " ! . # ) Aydın BAŞAR Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: Röportaj Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: . Burhan Çocuk 70 Aytunç ALTINDAL Musa KARACA 4 Hz. Peygamberin Rüyası Prof. Dr. Mustafa Ağırman 8 Faydasız İlim Nereye Götürür? Yard.Doç. Dr. Ebubekir SİFİL 20 Sabır Limanına Sığınmak Hasan BAŞAR 26 Aileni Seviyorsan Abdullah ÇAKIR Hz. PEYGAMBER’İN BİR RÜYASI Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ashâb-ı kirâm’dan Semüre b. Cündüb (r.a.), Hz. Peygamber’in, bir sabah namazından sonra âhiret âlemi ile ilgili bir rüyâsını anlattığını bize şöyle nakleder: “Rasûlullah (s.a.v.), sahâbîlerine hitaben sık sık: ile v e ta ş n i ğ i d l e ına g i şte “Şu yan yok mu; m a d a ci e n b ir in una b a şı e z i l onra on s , r o y i n azı n’ı öğ re o, Kur’â farz nam e v r o y i i re d d e d du . emirlerin p uyuyor ı t a ı n ı ş n ba kılmada 4 -“Sizlerden herhangi biriniz bu gece rüyâ gördü mü?” diye sorardı. Bunun üzerine Allah’ın, anlatmasını dilediği kimseler rüyâlarını anlatırlardı; O da ta’bîrini yapardı. Bir gün sabah vakti bize kendi gördüğü rüyâsını şöyle anlattı: “Bu gece bana iki kişi (yâni iki melek) geldiler. Onlar beni aldılar ve: -“Bizimle yürü!” dediler. Ben de onların beraberinde yürüdüm. Nihayet biz, yatmakta olan bir adamın yanına vardık. Yanına vardığımız bu adamın baş ucunda da elinde taş bulunan başka bir adam durmuş, o yatan adamın başını taşla vurup kırıyordu. Taşı başına her vurduğunda taş, bir tarafa yuvarlanıp gidiyordu. Taş atan adam taşın arkasından koşuyor ve taşını alıp dönüyordu. O dönüp gelmeden, diğerinin başı iyi oluyor ve eski hâline dönüyordu. Sonra taşı getiren adam, yatan adamın üzerine hücum ediyor ve birinci defa yaptığı gibi tekrar onun başını ezme işini yapıyordu. Ben bu iki meleğe: Ocak -“Sübhânallah! Bu iki adamın durumu nedir? (bunlar kimdir?)” diye sordum. İki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Birlikte yürüdük ve sonunda arka üstü yatmış bir adamın yanına geldik. Onun baş ucunda da elinde demirden çatal bir kanca bulunan başka bir adam ayakta duruyordu. Ayakta duran adam, elindeki kancayı yatan adamın avurdunun bir tarafına geçiriyor ve tâ başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Aynı şekilde burun deliğine takıyor ve ensesine kadar yırtıyordu. Gözüne takıyor ve başının arkasına kadar yırtıp parçalıyordu. Sonra diğer tarafına geçiyor ve aynı şeyi adamın bu tarafına yapıyordu. Bir tarafın işi bitmeden diğer taraf eski haline geliyor ve sapasağlam oluyordu ve bu durum böyle devam edip gidiyordu. Ben yine yanımdaki iki meleğe: -“Sübhânallah! Bu iki adamın hâlleri nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine birlikte yürüdük ve tennûr (tandır) gibi altı geniş, üstü dar bir fırının yanına geldik. Bir de baktık ki, onun içinden değişik bağırmalar ve birçok sesler geliyor. Biz onun ağzına doğru baktık ve içeride birçok çıplak erkekler ve çıplak kadınlar var olduğunu gördük. Onların aşağısından (tandırın altından) kendilerine doğru bir ateş alevi geliyordu. Onlara da bu alev geldikçe, bağırıp çağırıyorlardı. Ben, yine yanımdaki iki meleğe: -“Bu çıplak erkekler ve kadınlar (kimdir ve bunların hali) nedir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler.Biz yine bu iki melekle yürüdük ve bir nehir üzerine geldik. Nehir kan gibi kırmızı idi. İyice baktık ve bu nehrin içinde yüzmekte olan bir adamın var olduğunu gördük. Nehrin kenarında da yanıbaşında birçok taşlar toplamış olan bir adam vardı. Nehirdeki bu adam yüzebildiği kadar yüzüp geliyor, sonra yanında taşlar toplayan adamın yanına varıyor ve ona doğru ağzını açıyor. Kenardaki adam da onun ağzına bir taş atıp yutturuyor, bunun üzerine nehirdeki adam yüzerek geriye doğru gidiyor. Sonra tekrar kenardakine doğru dönüp geliyor. Kenardakinin yanına her dönüşünde kenardaki, onun ağzının içine bir taş atıyor ve ona taşı yutturuyor. Ben, yine yanımdaki iki meleğe: -“Bu iki adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda çok çirkin manzaralı bir adamın yanına geldik. Bir de baktık ki, onun yanında yakmakta olduğu ve etrafında koşmakta bulunduğu bir ateş var. Ben yine meleklere: -“Bu adamın hâli nedir?” diye sordum. Onlar da bana: -“Yürü, yürü!” diye emrettiler. Biz yine yürüdük, sonunda uzun ağaçlar ve bol bitkilerle sarılmış bir bahçeye geldik. Bahçede baharın her bir çiçeğinden vardı. Bahçenin ortasında çok uzun boylu bir adam vardı ki, ben onun semâya doğru uzanan başını nerdeyse göremiyordum. Adamın etrafında da şimdiye kadar hiç görmediğim çocuklardan bir kalabalık vardı.Ben, yine yanımdaki iki meleğe: -“Bu uzun adam ve bu çocuklar neyin nesidir?” diye sordum. Bu iki melek bana: -“Yürü, yürü!” dediler. Biz yine yürüdük ve sonunda büyük bir bahçeye vardık ki, ben asla ondan daha büyük ve ondan daha güzel bir bahçe görmüş değilim. Yanımdaki iki melek bana: -“Bu ağaçların içinden yükseğe çık!” dediler. Biz meleklerle o ağaçların içlerinden yükseklere doğru çıktık. Nihayet altın ve gümüşten tuğlalarla binâ edilmiş olan bir şehire ulaştık. Şehirin kapısına geldik ve açılmasını istedik. Kapı bizim için açıldı. Kapıdan şehre girdik. Bizleri onun içinde birtakım adamlar karşıladılar ki, bunların vücûdlarının yarısı görmekte olduğun en güzel insan şeklinde, diğer ya- Şu yukarısı dar, aşağısı geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun o çıplak erkek ve kadınlara gelince; onlar da zinâ eden erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine taş yutturulan adam ise; o da ribâ yiyen kimsedir. Ocak 5 rısı da görmekte olduğun en çirkin insan şeklindeydi. Yanımdaki iki melek o insanlara: -“Gidiniz de şu nehir içine giriniz (ve onun hâlis suyu ile çirkin sıfatınızdan yıkanınız).” dediler. Orada enlemesine akmakta olan bir nehir vardı ki, sanki onun suyu süt kadar beyaz idi. O insanlar gittiler ve o nehrin içine girdiler. Sonra onlar kendilerinden o çirkin sıfatlar gitmiş olarak bizim yanımıza döndüler ve onlar en güzel sûrette dönmüşlerdi. Melekler bana: -“Bu şehir, Adn Cenneti’dir, işte senin varacağın yer burasıdır.” dediler. Gözlerimi yukarıya doğru dikip baktım ve gökyüzündeki çok uzak bulut gibi bembeyaz bir köşk gördüm. Melekler bana: -“İşte orası da senin menzilindir!” dediler. Ben de onlara: -“Allah sizlere bereketler ihsan eylesin! Beni bırakın da ben oraya gireyim.” dedim. Onlar da bana: -“Sen şimdi oraya giremezsin. Sen ileride oraya gireceksin!” dediler. Bunun üzerine ben de meleklere: -“Ben, bu gece boyunca çok hayret verici şeyler gördüm. Benim gördüğüm bu şeyler nedir?” dedim. Bu iki melek bana şunları anlattılar: -“Biz, bunları sana bir bir anlatacağız.” dedi ve şöyle açıkladılar: “Şu yanına geldiğin ve taş ile başı ezilen birinci adam yok mu; işte o, Kur’ân’ı öğreniyor, sonra onun emirlerini reddediyor ve farz namazı kılmadan başını atıp uyuyordu. Şu üzerine gelip, başının arkasına kadar ağzının bir tarafı ve boğazı da başının arkasına kadar, gözü de başının arkasına kadar yırtılıp parçalandığını gördüğün adama gelince; o adam da erkenden evinden çıkar ve öyle bir yalan söylerdi ki, onun bu yalanı her tarafa yayılırdı. Şu yukarısı dar, aşağısı geniş fırın gibi binanın içinde görmüş olduğun o çıplak erkek ve kadınlara gelince; onlar da zinâ eden erkekler ve zinâ eden kadınlardır. O nehirde yüzmekte olup üzerine geldiğin ve kendisine taş yutturulan adam ise; o da ribâ yiyen kimsedir. Bir ateş yanında, hem ateşini yakıp hem etrafında koşmakta olan o çirkin manzaralı adama gelince; o da cehennemin bekçisi olan Mâlik’tir. O büyük bahçenin içinde gördüğün uzun boylu adama gelince; o da Hz. İbrahim Peygamber’dir. Onun etrafındaki çocuklar da, küçük yaşta fıtrat üzere ölen bütün çocuklardır”. Semure dedi ki: Müslümanlardan bâzısı: -“Yâ Rasûlallah! Müşriklerin çocukları da mı?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.): -“Evet, müşriklerin çocukları da” buyurdu. Melekler devamla: -“Kendilerinin bir kısmı güzel, diğer kısımları da çirkin olan o topluluğa gelince; onlar bir kısım güzel amellerini çirkin amellerle karıştırmış olan kimselerdir ki, Allah onların suçlarından vazgeçmiştir, dediler.” (Buhârî, Ta’bîr, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 8-9) Hz. Peygamber, gece gördüğü rüyâyı ashâbına anlatarak onların dikkatlerini celbetmiş ve bir rüyâ ile birçok hakikati anlatmıştır. Bugün, câmi dersi yapacak olan câmi görevlileri Hz. Peygamber’in bu metodunu geliştirerek uygulayabilirler. Onlar da Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’sinde anlatılan hikâyelerden istifade edebilirler. Câmi cemaatinin can kulağı ile dinleyebileceği, gerçeği anlatan daha güzel hikâyeler de bulunabilir. Nitekim konuyu dert edinen ve cemaatini düşünen görevliler, harıl harıl çalışıp buluyorlar. Hikâye buluyorlar, kıssa buluyorlar, şiir buluyorlar, yani aradıklarını buluyorlar. Bulunan ve anlatılan bu gibi garnitür cinsi şeylerin de gerçeği yansıtan özelliğe sahip olması lazım geldiğini unutmamak lazımdır. NOT: Okuyucularımın dikkatine arzederim: Sizleri her ayın son Cumartesi günü saat 19.00’da Pendik Belediyesi Mehmed Akif Ersoy Kültür Merkezi’nde yapmakta olduğum “Asr-ı Saâdet Sohbetleri”ne dâvet eder teşriflerinizi beklerim. Mustafa Ağırman 6 Ocak Ocak 7 Faydasız İlim Nereye Götürür? Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Kişide Allah Tealâ’nın rızasını elde etme ve azabından sakınma gayreti oluşturmayan ilim, bizatihi faydalı olsa bile sahibine fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu sebeple ulema, amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve bâtını mamur kılmayan ilmin sahibi için ancak ua yle d ö ş . .v ye n iz s.a m i d n v e r me e a Ef d y Fa n, ahım! l l kalpte A “ n : i a d y r a ede ym şu d u icabet u h , e n v e d m n i li .” n e f ste n a ğ ınırım y ı a s a m y n do n sa du ad a n e y e e di lm vebal olduğunu söylemiştir. Birçok hadis imamının naklettiği ve en muteber hadis kitaplarında yer alan rivayete göre Efendimiz s.a.v. şöyle dua ederdi: “Allahım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefsten ve icabet edilmeyen duadan sana sığınırım.” Sahabe’den Zeyd b. Erkam r.a., “Bize ilim öğret” diyenlere: “Size ancak Resul-i Ekrem s.a.v.’in bize öğrettiği şeyi öğretirim.” diyerek naklettiği bu hadis, insanın selametinin de felaketinin de dört noktadan neş’et ettiğini son derece veciz bir şekilde anlatmaktadır. 8 Ocak İnsanın varoluş amacına uygun yaşaması ve istikamet üzere bulunması, bu dört temel hususiyete sahip olmasıyla mümkündür. Her türlü kemalâtın zirve noktasını oluşturmasına rağmen Efendimiz s.a.v.’in böyle dua etmesinde (ve naklediliş tarzından anlaşıldığına göre bu duayı devamlı yapmasında) şüphesiz ki ümmetine yönelik bir mesaj mevcuttur. Daha doğrusu hadisin asıl mesajı bizleredir. Nitekim Efendimiz s.a.v.: “Allah’tan faydalı ilim isteyin” (Ebu Dâvud) buyurmak suretiyle bu noktayı bizzat açıklığa kavuşturmuştur. “Allah Tealâ en doğrusunu bilir” kaydıyla söyleyelim ki, insanı helâka götüren olumsuzluklar, temelde bu dört noktada toplanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış ve yaşanacak olan bireysel ve toplumsal bütün yıkımların temelinde bu dört unsur vardır. Her Herşeyin Şeyintemeli Temeliilimdir İlimdir Acaba Efendimiz s.a.v., Allah Tealâ’ya sığınılması gereken hususların başına niçin “fayda vermeyen ilim”i koymuş olabilir? Bu sorunun cevabını doğru biçimde verebilmek için öncelikle “fayda vermeyen ilim” ifadesi ile ne kastedildiğine bakmak gerekir. Bu ifadenin üç boyutlu anlaşılması mümkündür: 1. Bizatihi zarar veren, fayda hasıl etmesi mümkün olmayan ilim. Ulemanın, hadisteki bu ifade üzerine yaptığı açıklamalar bu üç noktada toplanmaktadır. Birinci maddede yer alan ilimlere örnek olarak sihir zikredilmiştir. Bu ilimler insana zahiren bazı küçük faydalar sağlıyor gibi görünse de, bu küçük/görünür faydaların bile sonuç itibariyle şerre götürdüğü herkesin malumudur. İlim, insanı Yüce Yaratıcı’ya götürmelidir. Ondan beklenen temel fonksiyon budur. Şu halde herhangi bir ilim, insanı bu temel amacından saptırıyorsa faydasızdır ve ondan Allah Tealâ’ya sığınmalı, uzak durmalıdır. İkinci madde ise daha geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Kişide Allah Tealâ’nın rızasını elde etme ve azabından sakınma gayreti oluşturmayan ilim, bizatihi faydalı olsa bile sahibine fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu sebeple ulema, amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve bâtını mamur kılmayan ilmin, sahibi için ancak vebal olduğunu söylemiştir. ( Münâvî , Feyzu’l – Kadîr , 2/108) 2. Bizatihi faydalı iken, kişideki bir zaaf sebebiyle bu fonksiyonunu icra edemeyen ilim. 3. Kişiye gerekli olmayan, kendisinden herhangi bir şekilde istifade etmeyeceği ilim. Üçüncü madde ise insanı, faydalanmayacağı şeyleri öğrenmekle zaman, enerji ve imkan kaybına uğrattığı için zararlıdır. Öte yandan, kendisine faydası olmayacak şeyleri öğrenmekle işti- Allah Tealâ’nın rızasını elde etme ve azabından sakınma gayreti oluşturmayan ilim, bizatihi faydalı olsa bile sahibine fayda vermediği için helâka götürücüdür. Bu sebeple ulema, amele yansımayan, ahlâkı güzelleştirmeyen ve bâtını mamur kılmayan ilmin, sahibi için ancak vebal olduğunu söylemiştir. ( Münâvî , Feyzu’l – Kadîr , 2/108) Ocak 9 gal eden insan, böylece faydalı şeyleri öğrenme imkanını zayi ettiği için de sorumlu olacaktır. Ulema, hadisin ifadesindeki bu üç boyut içinde en fazla ikinci madde üzerinde durmuştur. Elbette bunun bir sebebi vardır. Hadisi bir bütün olarak ele aldığımızda, zikredilen dört hususun birbirinden bağımsız olmadığı dikkat çekmektedir. Efendimiz s.a.v., mübarek sözlerinin başına “fayda vermeyen ilim”i yerleştirmekle, ardından sıraladığı hususların ona bağlı olduğunu vurgulamış olmaktadır. Yazımızın son kısmında bu nokta üzerinde ayrıntılı olarak duracağız. ‘Bilgi çağı’nda çağı’nda faydasız Faydasız ilim‘Bilgi İlimden Söz Etmek den söz etmek Bu noktaya, özellikle “bilgi çağı” diye nitelendirilen zamanımızda daha bir hassasiyetle eğilmek durumundayız. Modern teknolojinin sağladığı basın-yayın araçları, internet vb. gibi sayısız imkan dolayısıyla bilgi edinme yollarının hayli yaygınlaştığı, bilgiye ulaşmanın son derece kolay olduğu bir dönemde, ilim öğrenmek bir “hak” olarak lanse edilirken, ilim ile helâk arasında ilgi kurmak ilk bakışta aykırı gelebilir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, müslümanlar olarak bizi diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerden birisi tam da bu noktada kendisini göstermektedir. Müslümanın telakkisinde ilim, yukarıda da söylediğimiz gibi, “yaradılış amacına uygun hareket etmek”, yani zahirini ve bâtınını mamur kılmak için öğrenilir. Bu da en başta “Din ilimleri” dediğimiz ulum-u şer’iyye’nin öğrenilmesini gerekli kılar. Bir diğer ifadeyle ilim amel etmek içindir. Amel ancak neyin nasıl yapılacağı konusunda bilgilenmek suretiyle gereği gibi yerine getiri- lir. Zira ilimsiz amel dalalettir. (Münâvî, a. g.e ., 2/102) Amele dökülmeyen ve kalpte arzu edilen safiyeti sağlamayan ilim ise kişi için bir yük ve vebaldir. Günümüz dünyasında ise toplumda bir yer edinmek, saygınlık kazanmak, başkalarına üstünlük sağlamak, hayat standartlarını yükseltmek… gibi beklentiler bilgi edinmenin başlıca sebepleri olarak değerlendirilmektedir. Elbette burada “ilim” ve “bilgi” kelimeleriyle ifade ettiğimiz olgular arasında temelli farklılıklar bulunmaktadır. Bunlardan ikincisi ahireti unutturarak kişiyi dünyaya bağlarken, ilki İmam Gazalî k.s’nin de vurguladığı gibi dünyadan ahirete, geçici olandan kalıcı olana çağırır. İşte o “kalıcı hayat”ta bize bir fayda temin etmeyecek her şey gibi, bu özellikteki “ilim” de sonuç itibariyle zararlıdır. Hadisin Başı ile Sonu Hadisin başı ile sonu arasındaki ilişki İlişki Arasındaki Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in, en başta “faydasız ilim”i zikretmesinin, diğer hususların ona “Allahım! Günahımı, cehaletimi, işimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğim kusurlarımı bağışla. Allahım ! Ciddimi, şakamı, hatamı ve kastımı bağışla ki bunların hepsi bende mevcuttur. Allahım ! Peşin yaptığım ve sonraya bıraktığım, gizlediğim veya açıktan yaptığım ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla. İleri geçiren ve geri bırakan ancak sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Müslim) 10 Ocak bağlı olduğunu gösterdiğini söylemiştik. Bu noktayı şöyle açabiliriz: Elde ettiği ilim kendisine fayda sağlamayan, yani ilmiyle amel etme bahtiyarlığına eremeyen kimse, Allah Tealâ’dan huşu ve haşyet duyma mevkiine ulaşamaz. Zira onun ilmi “ kıyl u kâl”den ibarettir; ne amel, ne ahlâk ne de nefs terbiyesi konusunda kendisine bir fayda temin eder. de nefsini tatmin yolunda kullanmakla kendisini ayrı bir badireye atmış olur. Böylelerine “ulema-i sû’: zararlı alim ” denir ki, öğrendikleriyle kendisine ve başkalarına faydalı olması gerekirken hem kendine hem de diğer insanlara zarar veren kimse demektir. Bu durumdaki bir kimsenin duasının makbul ve müstecab olmamasından daha normal bir şey yoktur. “Sana ne kötülük dokunursa nefsindendir” (Nisa, 79) ayeti, kişiye dokunan kötüYüce Allah, “Kulları içinde Allah’tan ancak lüğün sebebinin, kendi işlediği günahlar olduğunu beyan etmektedir. Duası kabul olmayan kimse, alimler hakkıyla korkar” bu dünyada, ulemanın (Fâtır, 28) buyurmuştur. “hızlân” dediği duruma Bu ayet, Allah Tealâ’dan Duası kabul olmayan kimse, düşmüştür ki -Allah kohakkıyla korkmayan bu dünyada, ulemanın “hızlân” rusun-, artık o kimsekimselerin “alim” sıfasiz, sahipsiz, yardımsız dediği duruma düşmüştür ki -Allah tını hak etmediğini gösve yalnız demektir. Bu korusun-, artık o kimsesiz, sahipsiz, termesi bakımından da dünyada duasına iltifat oldukça manidardır. yardımsız ve yalnız demektir. Bu edilip cevap verilmeyen dünyada duasına iltifat edilip cevap kimsenin ahirette varaÖğrendiği ilimden iscağı yer de bellidir. verilmeyen kimsenin ahirette varacağı tifadeden mahrum kalmış yer de bellidir. kimsenin huşudan pay alElbette hadiste zikreması mümkün olmayacağı dilen hususların birbiriyle gibi, huşudan nasipsiz kimse ilişkisinin her halukârda bu de, dizginlerini nefsinin eline vermiş demektir. Dilişekilde cereyan etmesi gerekmez. Yani faydasız mizdeki “Kork Allah’tan korkmayandan.” sözü ilim öğrenen herkesin sonunda varacağı nokta bu durumu gayet güzel ifade etmektedir. Ayrıca bu- duasının kabul edilmemesi ve terk edilmişlik rada, “faydalı ilim” sınıfına giren ilimlerin, kalpte değildir. Ancak faydasız ilim öğrenme yoluna Allah korkusu oluşturacağına da işaret vardır. girmiş bir kimsenin böyle bir sona varması tehlikesi her zaman söz konusudur. Bu noktada Allah korkusunun yerini nefs-i emmarenin buyurganlığı almıştır. O kimse artık nefsinin doymak bilmez isteklerini kölesi, arzularının esiri olmuş durumdadır. Hatta ilim adına öğrendiği şeyleri Sözün sonu, Söz Sultanı s.a.v.’in öğrettiği şu dua olsun: “Allahım! Günahımı, cehaletimi, işimdeki israfımı ve benden daha iyi bildiğim kusurlarımı bağışla. Allahım ! Ciddimi, şakamı, hatamı ve kastımı bağışla ki bunların hepsi bende mevcuttur. Allahım ! Peşin yaptığım ve sonraya bıraktığım, gizlediğim veya açıktan yaptığım ve senin benden daha iyi bildiğin bütün kusurlarımı bağışla. İleri geçiren ve geri bırakan ancak sensin. Sen her şeye kadirsin.” (Müslim) Ocak 11 Allah İçin İş Yapmak ya da İşi Allah’a Adamak Nureddin YILDIZ B ve şıklık kadar n Müslüma gerekli biri için r i b e v uyumlu t birbirine lam fıtra s İ a r i z r ildi e çok değ hoş iki kelim ıtratın f a d n Müslüma ldir, dinidir. llah güze ‘A . r i t p li er şeye ta /91) tuttuğu h İman, 39 , m li s ü ver.’ (M güzeli se 12 ir ezanın daha yükselmesine, bir yetimin daha doymasına, bir kişinin daha kötülükten uzak kalmasına, bir sahife Kur’an’ın daha okunmasına, köpek bile olsa bir hayvana bir çanak su vermeye sebep olan her ne varsa o hayırdır, o Allah’ın rızasına götüren bir araçtır. O, İslam adına yapılan bir iştir. Bir mahallede cami derneğine üye olmaktan Ümmet’imizin yetimleri ile ilgilenecek bir derneğe, ilim adamı yetiştirmek için kurulmuş vakfa kadar İslam eksenli iş yapanlar bir Cuma günü Cuma namazını kılmak için camiye girenlerle aynı gayeyi paylaşmaktadırlar. Eğer ana maksat Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak ise ve bu büyük gaye camide Cuma namazı kılmakla gerçekleşiyorsa, yetim başını okşamakla, ilim adamı yetiştirmekle de gerçekleşmektedir. Bir işin camide diğerinin ise dernekte yapılması Allah katında her ikisinin de sevap olarak yazılıyor olmasına mâni değildir. Zira İslam, camilere hapsedilebilecek bir din değildir. İslam hayat dinidir; ona binalar, minareler dar gelir. İnsan nerede ise İslam orada olmalıdır. Ocak Bir Müslüman’ın kendisini iş/ev/cami üçgeni arasında sıkıştırmayıp, iş/ev/cami/bulunması gereken her yer şeklinde bir denkleme uygun hâle getirmesi, o Müslüman’ın cihat mantıklı olmasının göstergesidir. Evet, asla cami/iş/ev üçgeni basit ve değersiz değildir. Böyle bir konumda olmak itilmişliği gerektirmez ama dördüncü bir mekân üreten mü’min sahabe mantığına daha yakın mü’mindir. Allah’ın kullarından beklediği pratik mü’minlik buna daha yakındır. laştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.’ şeklinde ikazda bulunmuştur. (Buharî, Vudu, 58/220) Kendisi de iki şeyden birini tercih edeceği zaman günah olan bir iş olmadığı sürece kolay olanı tercih etmiştir. (Buharî, Menakıb, 23/3560) Şu emri, kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara hitap etmektedir. Nefislerimize ağır gelse de gelmese de yolumuz yordamımız bu olmalıdır: ‘Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!’ (Buharî, İlm, 11/69) İş yoğunluğu arasında eriyip gitmeden çok iş becerebilmek kesinlikle bir meziyettir. Kim ne kadar dini için ne yapabiliyorsa onu yapmalıdır ve muhakkak Allah Teâlâ herkesi yapabileceği bir iş için yaratmıştır. Mü’minler olarak, evde çocuklarımıza, iş yerinde çalışanlarımıza, nasihat ettiklerimize ve kendimize karşı, keyfimize esir davranma aşırılığı ile keyfimize göre zulmetme gerginliği arasında mutedil yolu bulmaya mecburuz. Din adına nefret ettirmenin, normal bir nefret ettirme olmayacağını da mı anlayamayacağız. Dediğimizi yaptıramadığımız için gerilen sinirlerimizi, Allah adına gerilmiş göstermeye bir hakkımız var mı? Kazandırdıklarımız veya kazandıklarımızın bizi mutlu etmesi kadar gerekli bir alaka da kaybettiklerimiz, ittiklerimizin akıbeti üzerinden olmalıdır. Bu Ümmet, kaybetme Ümmet’i değildir. Kazanmak ve kazandırmak için geldik. Orta Ümmet’iz. Allah rızası için çıkılan yolda, çıkış idrakinde bir arıza yoksa hüsran veya eli boş olmak yoktur. Bir tebessüme bile ecir yazan Allah’ımız varken bizim çok iş yapamadığımız için esef etmemiz gerekmiyor. Allah sadece kendisi için yapılanı değerli görmektedir. Vakıf olsun dernek olsun fertler olarak olsun İslam için yapılan işlerin hacminden, bütçesin den önce önemsememiz gereken temel ilkeler olmalıdır ya da en azından korunması gereken temel esaslara dikkat edilmelidir ki yapılan iş Allah rızasına uygun olsun. Ot rızaya uygunluk sonucu olarak da yapılan işte bereket olsun. İslam İslam Adına Adına Konuşabilmek Konuşabilmek İçin: İçin: 1- Allah’ın dini İslam kolaydır, kolaylığı emretmiştir. Mü’minlerin gevşeklikle kolaylık arasındaki ayrıma dikkat ederek kolaylıktan yana tavır koymaları gerekmektedir. Aile içi ilişkilerde, nesil yetiştirmede, siyasette, toplum düzeninde, kolaydan yana olmak İslam’ın şiarıdır. Kur’an, Allah Teâlâ’nın bize kolayı istediğini, zorluk murat etmediğini bildirmektedir. (Bakara, 185) Peygamber aleyhisselam efendimiz de ‘Kolay- 2- Dinî yaşayışta basamaklandırma kesinlikle olmalıdır. Elbette, Veda Hutbesi’nden sonra artık Mekke dönemine göre on üç yıl, sonra da Medine dönemine göre on yıl yaşayıp ardından da bütünüyle İslam’a geçiş gibi bir program teklif bile edilemez. Her iman eden, bir on beş yıl alkol kullansın ardından alkole veda etsin diyecek değiliz. Bunu demeye cüret bile deliliktir. Din olduğu gibi yaşanacaktır ama Allah Teâlâ’nın bizim için koyduğu basamaklara neden basmayalım? Farzlar var, vacipler var, müstehaplar var. Farza karşı gösterdiğimiz titizliği müstehaplara göstermek bir abartıdır. Önce farzlar eda edilir. Onlarda doyum noktasına gelindiğinde yani farzlar hayat programımızın bir doğalı durumuna gelince farzların altındakilere geçilir. Bu bir basamaklandırmadır. Bu basamaklandırmayı da bizzat Allah Asıl zühd, zarar vereni terk etmek yararlıyı kullanmaktır. Başka bir ifadeyle dünya nimetlerinden yararlı olanı ile yetinmek ama nimetler içinde boğulup gitmek veya kaybolmaktan kurtulmaktır. Bazı büyüklerin bunu, ahirete yararı olmayandan uzak durmak olarak ifade etmeleri de güzel bir tanımdır. Ocak 13 ve Resûl’ü yapmıştır, bir Müslüman’ın farzlar konusunda yalpalaması varken nafilelere yoğunlaşması bir şeytan tuzağı değildir denemez. İşçi hakkının geciktirilmeden verilmesi bir farz iken, umrenin tuzak olmadığını kim söyleyebilir? Bu farzlar örneği, tersten bakıldığında haramlar için de geçerlidir. Allah’a davet edenler, İslam’a insan kazandıracak olanlar tatlı söz ve hikmet seçeneği üzerinden yol almalıdırlar. Bu bir başıboşluk değildir bilakis, bütün imkânları en iyi ve en ihlaslı şekilde kullanmaktır. olarak gördüğünde kazanma gerçekleşmiş olur. 3- İslam için yapılan işlerde en temel ilke süreklilik ilkesidir. Saman alevi gibi ameller yerine toplanınca göl olacak ameller tercih edilmelidir. Bu, çocuk eğitiminde de böyledir. Bir çocuğun ebeveyni tarafından her gün bir kere cennet cehennem tembihi görmesi belki de bir hafta Medine’de bir medresede eğitim görmesinden daha müessirdir. Eğitim olarak da böyledir, bir ibadet mantığı ile de böyledir. Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği amelin ‘az da olsa sürekli olan amel’ olduğu sabittir. (Buharî, Rekaik, 18/6464) Bu ilke gereği de bizim, yaptığımız işlerden günübirlik acil sonuçlar beklememizin doğru olmayacağını bilmemiz şarttır. Bir çocukta, günlük eğitim günlük net sonuç olmaz. Ailede yıldırım hızlı değişimler bereketli olmaz. Toplum bir hafta içinde eksiye veya artıya doğru kaymaz. Gerçekçi olmak şarttır. 4- Kulların İslam’ı bölümlere ayırmaları ya da kendi zamanlarına göre sınıflandırarak kabullenmeleri hiçbir şekilde mümkün değildir. İslam İslam’dır ve olduğu gibidir; ırklara ve şartlara, iklime göre şekillendirilemez. Bu mantığın tabii bir sonucu olarak diyebiliriz ki Allah adına ve Allah’ın Şeriat’ına uygun olarak ne yapılırsa o mübarektir; az veya çokluk ölçütü yoktur. Yeter ki kul, keyfî bir tutum içinde olmasın. Allah Teâlâ, ‘yapabildiğimizi yapmış’ 5- Zühd, İslamî bir uygulama olarak kişinin ruh ve bedenine, davasına, ailesine zarar vermemelidir zira zühd, kendini veya davayı eritmenin adı değildir. Asıl zühd, zarar vereni terk etmek yararlıyı kullanmaktır. Başka bir ifadeyle dünya nimetlerinden yararlı olanı ile yetinmek ama nimetler içinde boğulup gitmek veya kaybolmaktan kurtulmaktır. Bazı büyüklerin bunu, ahirete yararı olmayandan uzak durmak olarak ifade etmeleri de güzel bir tanımdır. Buradan hareketle, Müslümanların dünya nimetlerinden yararlanmalarının, evlerinde bir veya iki lüks araba bulunmasının zühde mâni olmayacağını söyleyebiliriz. Zühde mâni olan o nimetlerin dine hizmete dönüşmemesi veya dini ikinci plana atmasıdır. Bu da ahirete yararsız bir nimet bulundurma demek olur. Elde avuçta ya da kasalarda bulundurulan malın ne zararı olacak? Sorun, malın kalplerde yer edinmiş olmasındadır. 6- Allah’a güvenmek mü’min olmanın gereğidir. Allah’a güvenmeyen bir mü’min olabilir mi? Tevekkül dediğimiz bu güvenin, suistimal edilmesi yanlıştır. Tevekkül, çalışmayla emeli bir arada tutmanın adıdır. Çalışanın emeli olmalı, emeli olan çalışmalıdır. Bunları birbirinden ayıranın ne emeli vardır ne de çalışması çalışmadır. Bu ilkemiz, tarlasında buğday eken çiftçimizden Futbol takımlarına ayırdığımız sevgi ve alakanın nereden koparılarak onlara verildiğini izah edebilecek durumda da değiliz. Filistin’deki veya Afrika’daki kardeşlerimize gönderdiğimiz yardımla kardeşliği savuşturduğumuzu, meleklerden gizleyebilecek miyiz? 14 Ocak evinde çocuk yetiştiren annemize kadar bütün mü’minler için muteberdir. ması, düğünlerimizde bize hitap edenlerin bizi kabir azabı ile tehdit ederek düğün yerini mezarlığa çevirmeleri gerekmiyor. Bunlar hatadır. Biz, dünyadan da nasibimizi alabiliriz. Dünya da bizimdir. Ahiretimize zarar vermeyen dünya hoştur, güzeldir. Kem ve kederlerle dolu bu dünyada, bizim de yatak odalarımızda lezzetlerimiz bulunabilir. 7- Mal, Allah’ın nimetlerinden bir nimettir. Bu nimete en layık insanlar da Allah’ın mü’min kullarıdır çünkü şükrünü yapmak ve onu yerli yerinde kullanmak hususunda mü’minler diğer insanlardan farklıdırlar. Mal ve mü’min bir arada olduğunKimse bize üç günlük dünya edebiyatı yapmada yeryüzü imar görür, şeytanın beli bükülür, sın. Üç gün de olsa lezzetten payımıza talibiz. Kaiman yücelir. Aksi olduğunda da aksi sonuçlar gerdınımızın da erkeğimizin de hakkı olan şeyler inkâr çekleşir. Küfrün elinde mal olduğunda yeryüzünedilmesin. Sevilmek, sevinmek kadar büyük hak var de yapılar yükselir ama imar olmaz. İnsan kendi mıdır? Yemyeşil bahçelerde sevdiklerimizle mutlulukeliyle kendi dünyasını harap eder. Şimdi olan da tan kanatlanmaya ne mâni var? Bu mâni Kur’an’dan budur zaten. Mü’minler mal sahibi olmalı ama mı, sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin haonu Allah’ın nimeti ve emaneti olarak kullan- yatından mı gelecek? Kederlerimizi abartmayamalıdırlar. Mü’minler malla lım. İşte dünya budur; kem ve kederle tebessüm cihat edeceklerinin şuMü’minler mal sahibi aynı apartmanda yaşar. urunda yaşadıklarından Sadece cennet vardır olmalı ama onu Allah’ın nimeti kendileri de aziz olarak sırf saadet diyarı olave emaneti olarak kullanmalıdırlar. yaşarlar yeryüzünde de rak. huzurun kaynağı olurlar. Mü’minler malla cihat edeceklerinin şuurunda yaşadıklarından kendileri 9- Yaşadığımız asırda Malının esiri Müslübir gıda çılgınlığı inkâr edide aziz olarak yaşarlar yeryüzünde de man tasavvur bile edilemez. lemez duruma gelmiştir. Biz huzurun kaynağı olurlar. Hayırdan uzak, malını ise ‘ademoğlunun midepeşine takması gerekirsi gibi bir sıkıntı ile karşı ken malının peşine takılmış Müslüman, hata- karşıya olmayacağı’ hususunda ikaz edilmiş lı Müslüman’dır. Kanaatkâr, dengeli, israfsız bir Ümmet’iz. (Tirmizî, Zühd, 47/230) Haramlık bir hayat bereketli hayattır. Böyle bir mal sahibi şüphesi bulunanlardan uzak bir sofraya oturimrenilecek bir insandır ama mal arttıkça imtihanın malıyız. Bu birinci ilkemiz olsun. Ekmek israfından önce de midelerimizi israf etmeyelim. ağırlaşacağını anlayamayan, burs toplayarak öğBu da ikinci ilkemiz olsun. Bu denge üzerinden de rencilik yaptığı yıllardan sonra burs verecek Ümmet olmamızın farkını görelim, gösterelim. hâle gelmenin bir imtihan olduğunu anlayıp gereğini yapamamak erimektir. 10- Sevgi kavramı tarumar edilmiştir. Mü’min8- Müslümanların sürekli matem tutmaları gerekmiyor. Cephelerdeki cihada rağmen düğünlerimiz olabilir. Cenazeler gömdükten sonra da tebessüm edebiliriz. Düğünlerimizin şehadet marşları ile yapıl- lerin birbirlerini sevmelerini, artık bir iman konusu olarak ne kadar ele aldığımızı düşünmeliyiz. Futbol takımlarına ayırdığımız sevgi ve alakanın nereden koparılarak onlara verildiğini izah edebilecek durumda da değiliz. Filistin’deki veya Afrika’daki kardeşlerimize gönderdiğimiz yardımla kardeşliği savuşturduğumuzu, meleklerden gizleyebilecek miyiz? Âlimleri, salihleri sevmek diye bir kavram kaldı mı? Fakir de zengin gibi sevilebiliyor mu? Bu sorular zihin çatlatan sorulardır artık. 11- Müslüman ve şıklık kadar birbirine uyumlu ve birbiri için gerekli iki kelime çok değildir zira İslam fıtrat dinidir. Müslüman da fıtratın hoş tuttuğu her şeye taliptir. ‘Allah güzeldir, güzeli sever.’ (Müslim, İman, 39/91) Ocak 15 Secdeye koy baş, Rabbe yaklaş Prof. Dr. Ali AKPINAR İ lk inen ayetler… Semanın; yerle, gelen vahiy meleği ve inen ilahî ayetlerle bir kez daha buluştuğu anlar: Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir. , mümin y e . de i Hz n i l e Sen d mo a lluk u yatınd k a h k k e e ç rn a ger ed’in ö un ol ve O’n m m a ’n Muh gibi O baş ve n y o u k ’n e e gör, O secdey k a rincey r e a l o a r u m uz a tesli laş. H al, doyum k a y k O’na dur. urda z e u d h e d c kadar ar se e ahiret d a k v e erincey ki dünya a r. Unutm radadı u b u ğ u mutlul 16 (Alak, 96/1-5) Bu ayetlerde Yüce Rabbimiz, insanı okumaya davet ediyor. Okuyup anlamaya, düşünmeye ve hakikati bulmaya çağırıyor. Kainat Kitabının en büyük ayeti olan insanı kendi yaratılışını okumaya davet ediyor. Zira Kainat Kitabının bu büyük ayetini okuyup anlamakla insan, Kur’an ayetlerini anlamaya ve bu ayetlerin en büyüğü olan Yüce Allah’ı tanımaya başlayacaktır. Zaten her iki kitabın sahibi de Yüce Allah’tır ve her iki kitabın ayetleri birbirini açıklar ve yorumlar. İnsanın aşılanmış yumurtadan yaratıldığını ifade eden alak kavramına ilgi/alaka/sevgi anlamları da verilmiştir. Dolayısıyla insan, Yüce Yaratıcısıyla irtibatını kesmeden okumalı, O’na yakın olmak için okumalıdır. Çünkü insanı Yaratıcısından koparan bir okuma eylemini Kur’an tasvip etmemiştir. Bu yüzden surenin ilk kelimesi oku emri Ocak olurken, son kelimesi de yaklaş emrini dile getirmektedir. Yani okuma, O’na yaklaşmaya zemin oluşturmalıdır. Onun için, O’nun adına ve O’nun adıyla okunmalı. Okuma eylemi başta olmak üzere tüm hayırlı eylemlere Rahman ve Rahim olan Allah adıyla deyip besmele çekebilmeli. Yaratan yalnızca Yüce Allah’tır. Tarih boyunca tanrılık davasına kalkışan hiç kimse yaratıcı olduğunu iddia edememiştir. Putlara tapanlar da, taptıklarının yaratıcı olduklarını söyleyememişlerdir. Bunun için herkesin yaratıcısı olan Yüce Allah ile bağlantılı olması, O’na kulluk etmesi ve bunun gereği olarak da O’nun adıyla okuması gerekmektedir. Yüce Yaratıcı, yarattığı hiçbir varlıktan, pek tabii ki varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insandan vazgeçmemiştir. Bu yüzden Rabbinin adıyla buyurmuştur. Evet, senin Rabbin, senin sahibin, yaratıcın ve yöneticin olan Allah’ın adıyla… Alak suresinin ikinci bölümündeki ayetlerde ise, Allah’ın ayetlerini okuyarak O’nu tanıyan ve O’na kulluk için harekete geçen ve kulluğun en güzel göstergesi olan namaz için huzurda duran gerçek kuldan ve bu kulu huzurdan alıkoymaya çalışan inkâr mantığından bahsedilmektedir. Bununla insanlardan saflarını belirlemeleri isteniyor. Gerçek kul olarak Yaratanın huzurunda durmak mı, yoksa Ebu Cehillerden yana taraf olmakla şeytanların yanında olmak mı? Zaten şeytan da Allah’a secdeden kaçındı, onun yoldaşları olan Ebu Cehiller de. Putlara secde etmekte bir sakınca görmeyen bu tipler, Allah’a secdeden imtina ettiler, bununla da yetinmeyip secdeye varmak isteyenlere engel olmaya kalktılar. Ne var ki, Allah’ın nurunu söndürmeye hiç kimsenin gücü yetmemiş ve yetmeyecektir. Secdeli pek çok melek gibi, pek çok insan da secdelilerden olmaya devam etmektedir ve edecektir de. “Sakın sen uyma ona; secde et Rabbine ve yaklaş O’na.” Surenin secde ayetini de içerisine alan ikinci bölümü, davetin ilerleyen yıllarında inmiştir. Hz. Peygamberin Kabe’de namaz kılmaya başladığı bir dönemde, onu namazdan alıkoymaya çalışan Ebu Cehil ve benzeri inkârcıları uyarmak üzere inmiştir. Hz. Peygamberin yolunda giden her davetçi, benzeri engellemelerle karşılaşabileceğinin bilincinde bu ayetleri okumalıdır. Rivayetlere göre Ebu Cehil, Peygamberimizi namazdan alıkoymayı planlamış ve bunu mutlaka yapacağını söylemişti. Nitekim o, buna teşebbüs de etmiş, ama sonuçta emeline ulaşamamıştır. Ama ayet, sanki bu engelleme fiilen gerçekleşmiş gibi gelmiştir. Buna göre ayet, namaz başta olmak üzere insanları, kulluktan alıkoymayı tasarlayan kimse ve odaklar için bir uyarı ve tehdit olarak gelmiştir. Fiili engelleme olmasa bile, böyle bir engellemeyi düşünüp planlamak, bunun için kararlar almak o işi yapmış gibi olup bu ayetin içerisine girmektedir. Ayetlerde ne namaz kılanın adı geçiyor, ne de onu namazdan alıkoyanın adı ve ne de olayın geçtiği yerin adı geçiyor. Çünkü Kur’an, isimlerle değil icraatlarla uğraşır. Dolayısıyla her zaman ve her yerde, bir kulu/yahut kulları namazdan/ Secde kulun Rabbine en yakın olduğu an, kul secde ile Rabbine dolayısıyla O’nun ikramlarına ve cennetine yakınlaşacaktır. Secde etmemekte direnenler ise cennetten uzaklaşıp cehenneme yaklaşacaklardır. Ocak 17 ibadetten/kulluktan alıkoyan herkes bu ayetin kapsamı içerisine girer. Kulluktan kişiyi alıkoyan bazen kendi nefsi/şeytanı olabilir, bazen çoluk çocuğu ve konumu olabilir, bazen eşi dostu arkadaşı olabilir, bazen de başka kişi ve kurumlar olabilir. Her kim olursa olsun, bu ayetler onlara karşı okunmalı ve asla onların engellemeleri kişiyi kulluktan alıkoymamalıdır. “Sakın sen ona uyma; sen secde et ve yaklaş.” O halde ey insan, sen o azgınlara uyma, onlara kulak verme, onların engellemelerinden etkilenme. Sen Keremli Rabbinin çağrılarına kulak ver. O’nun ayetlerini oku, düşün ve gereklerini yerine getir. O’na döneceğinin ve O’nun huzurunda olduğunun bilincinde yaşa, azıp taşanlara uyma, bu dinginlik ve yoğunlukla secdeye kapan, O’nun emirlerine boyun eğ ki, O’na yaklaşasın, O’nun katında değerin ve derecen artsın. Rabbin adıyla okudun, doldun, bu bilinçle huzurda durdun, artık hiçbir engel seni O’nun yolundan alıkoyamaz. Bu kulluk yoğunluğu içerisinde secdeye koy baş ve O’na yaklaş! Yukarda namazdan bahsedilmişti, burada namazın en önemli rükünlerinden olan secdeden söz edilmekte. Çünkü namaz ibadeti secde rüknü ile diğer dinlerdeki ritüellerden ayrılıyor. Secde kulun Rabbine en yakın olduğu an, kul secde ile Rabbine dolayısıyla O’nun ikramlarına ve cennetine yakınlaşacaktır. Secde etmemekte direnenler ise cennetten uzaklaşıp cehenneme yaklaşacaklardır. Bedenin/nefsinle secdeye kapan; özün ve gönlünle O’na yaklaş. İnsanın en değerli organı olan başını, Yüce Allah’ın huzurunda yerlere sürerek yere kapanma eylemi olan secde anı, kulun Rabbine en yakın olduğu andır. Secde, Yüce Yaratıcıya boyun eğişin açık bir göstergesidir. Elbette secde, sadece O’nun huzurunda yerlere kapanmaktan ibaret değildir. Kişi, hem hayatının her alanında Yüce Allah’ın buyruklarına boyun eğecek, hem de O’nun huzurunda bu bağlılığını göstermek ve pekiş- 18 Ocak tirmek için yerlere kapanacaktır. Nitekim Hz. Peygamber, hem O’nun buyruklarını harfiyen yerine getirdi, hem de ömrünün sonuna kadar O’nun huzurunda secdelere kapanmaktan, namaz kılmaktan geri durmadı. Çünkü Yüce Rabbi şöyle buyurmuştu: “Sen, sana yakîn gelinceye kadar, ölene kadar Rabbine kulluk/ibadet et.” (Hicr, 15/99) hildir. Onlara ve onların tuzaklarına karşı uyanık olunmalıdır. İnanan kişi, inandığı gibi yaşarken bir takım engellerle karşılaşabileceğini hesaba katmalıdır. Unutulmamalıdır ki cennet, nefsin hoşlanmadığı şeylerle kuşatılmıştır. Onlar aşılmadan cennete ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla şer odaklarının oluşturdukları engeller, kişiyi hak İslam’ın temellerinden biri de namazdır. yoldan alıkoymamalı, yılgınlığa düşürmemeKulluk namazla başlar ama namazla bitmez. Kulun lidir. Ebu Cehillerin, Allah’a itaat ve kulluk Rabbine en yakın olduğu an olan secde, na- önüne koydukları engeller, itaat ve kulluktan mazın rükünlerinden biridir. Ama asıl önem- kaçmaya mazeret olmamalıdır. Rabbine yakın olmak isteyen bu enli olan namaz kılar ve gelleri aşmak için çaba secde ederken Allah’a Kulun Rabbine en yakın sarf etmeli, tüm engelleboyun eğdiğimiz gibi, melere rağmen secde ile namaz-secde dışında olduğu an olan secde, namazın Rabbine yakın olmaya da O’na boyun eğerek rükünlerinden biridir. Ama asıl gayret etmelidir. namaz ve secde halini önemli olan namaz kılar ve secde devam ettirmektir. Buederken Allah’a boyun eğdiğimiz gibi, Buna göre insan, nun için diyoruz ki namaz namaz-secde dışında da O’na boyun Yüce Yaratıcının emrine ibadeti tekbir ile başuyup okumalı, ama Yalar, ancak selam ile biteğerek namaz ve secde halini devam ratıcının adıyla okumamez/bitmemelidir. Sağa ettirmektir. sola verilen selam cümlesi lı, kendisine O’nu doğru ile namazdan elde edilen bir şekilde tanıtacak ve İslam/selam ruhu dört bir kendisini O’na yaklaştırayana taşınmalı ve yayılmalıdır. İşte bu namazın, cak şekilde okumalı, öncelikle O’nun kitabını sahibini namazdan sonra da istikamet çizgi- okumalı, okuyarak O’na karşı sorumluluklarısinde tutması ve onu yönetmesidir: Kitap’tan nı öğrenmeli, bu sorumlulukların başında nasana vahyolunanı oku; namaz kıl; muhakkak mazın geldiğini bilmeli, tüm iç ve dış engelleki namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar. melere karşın namaz kılanlardan olmalı ve bu (Ankebût, 29/45) bilinçle secdelere kapanmalı, O’nun olmalı ve O’na yaklaşmalıdır. İnsanı namazdan alıkoyan para, makam, mevki, konum, eş-arkadaş, nefis, kişi, kuruluş O halde ey Ebu Cehil kılıklı nefis, sen de ve benzeri her şey cehalet babasıdır, Ebu Ce- kır O’na secde etmemekte direnen nefis putunu ve secdeye koy baş ve O’na yaklaş! Sen de ey O’ndan başkası huzurunda eğilen, yüz suyu dökerek gizli-açık şirke bulaşmış olan kişi, bırak başkalarının huzurunda eğilmeyi, dön Rabbine ve katıl secde cemaatine! Sen de ey mümin, gerçek kulluk modelini Hz. Muhammed’in örnek hayatında gör, O’nun gibi O’nun ol ve O’na teslim olarak secdeye koy baş ve O’na yaklaş. Huzura erinceye kadar huzurda kal, doyuma erinceye kadar secdede dur. Unutma ki dünya ve ahiret mutluluğu buradadır. Ocak 19 SABIR LİMANINA SIĞINMAK Hasan BAŞAR A Emre: s u n u şY l demi e z ü g Ne z g e re k i s l e e n “Döve k i z g e re s l i d e S öv e n a z sı n . m a l o ş rvi S e n de gerek” z ü s l ş gönü Der v i 20 llah(cc)’ım ne olacak diyorum. Başımı yastığa koyuyorum. İslam’ın nasıl kuşattıklarına görüyorum. Kan, gözyaşı, nefret, iftira ahlaksızlık saymaya dilimin varmadığı kötülükler. Bizi birbirimize kırdırıyorlar. Allah(cc), din, Peygamber(sav) diyenler bizi arkamızdan vuruyorlar. Dost bildiklerimizden yediğimiz tokadın acısı daha fazla oluyor. İşimiz zor, dayanmak güç. Ama zaten Müslümanlık zora talip olmak değil midir? Ey mümin sen zaten Müslümanlığı seçmekle sıkıntıya, belaya da talipsindir. Dünya var olduğundan bu yana hak ile batıl hep mücadele halinde olmadı mı? Hak taraftarı hep sıkıntı, eza, cefa çekmedi mi? Bugünde aynı şeyler oluyor. Müslümanlar kanlarıyla, canlarıyla, mallarıyla mücadele halinde değil mi? Evet. Olacak. Zalimler akla hayale gelmeyecek yöntemlerle saldıracak. Bazen alenen yaparlarken, bazen gizli oyunlarla yapacak. Bazen kendileri yaparken bazen de Müslümanları kullanacaklar. Hele eza, cefa Müslümanım diyenlerden gelirse, Allah(cc)’ım kalp gözlerini aç, basiretlerini aç diye yalvaracağız. Üzüleceğiz, hayal Ocak kırıklığına uğrayacağız. İşte bu zamanda yapacağımız en güzel şey sabır limanına sığınmaktır. Sabır, sabır ya sabır diyeceğiz. Allah (cc)’a sığınacak yalvarıp, yakaracağız. Ama asla yılma, usanma, bıkma yok. Asla hiddete, kine, nefrete kapılmayacağız. Ve bu gün, “Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz olma” günüdür. Bu çemberi yarması gereken insanımıza bakıyorum. Her gün kavga halindeyiz. Tartışmayı seviyoruz, çoğumuz hep kuru iddia peşinde koşuyoruz. Hiç altta kalmıyor, hep üste çıkmaya çalışıyoruz. Yanlışı asla kabul etmiyor, hep haklı olduğumuzu düşünüyoruz. Ahlaksızlık diz boyu, sığ dünyada yaşıyoruz. Günümüze bakıyorsun aşk yok, sevgi yok, muhabbet yok, merhamet yok. Hırs, şehvet kol geziyor. İftiralar, karalamalar, belden aşağıya vurmalar kırıla gidiyor. Bütün bu kargaşanın temelinde yatan en önemli sebep sabırsızlıktır. Devir sabır devridir. Her devir sabır devri ama günümüzde buna daha çok ihtiyacımız var. Sakin ve sukut halinde olmalıyız. Belalara, saldırılara uğradığımızda sığınacağımız tek liman sabır limanıdır. Cenabı Allah(cc) Kur’an ı Kerim’de Müslümanlara defalarca sabırlı olmayı tavsiye ve emir etmiştir. 2:153 - Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah(cc), sabredenlerle beraberdir. 3:120 - Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah(cc)’tan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah(cc) onları kendi amelleriyle kuşatmıştır. 3:125 - Evet, sabreder ve (Allah(cc)’tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder. 3:200 - Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah(cc)’tan gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz. 8:46 - Ayrıca Allah(cc)’a ve Resulü ‘ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah(cc) sabredenlerle beraberdir. 16-127 - (Ey Peygamber(sav)!) Sabret! Sabrın da ancak Allah(cc)’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı üzülme! Kurdukları tuzaklardan telaş edip sıkıntıya düşme! 30:60 - Şimdi sen sabret. Çünkü Allah(cc)’ın vaadi mutlaka haktır. Sakın imanı sağlam olmayanlar seni hafifliğe sevk etmesinler. Peygamber(sav)imiz de “sabır imamın yarısıdır.” diyor O’nun izinden giden evliyalar erenler, Allah(cc) dostları sabır, sabır, sabır diyor. Oysa bir kendimize bakalım ne yapıyoruz. Tam tersi değil mi? Çabuk hiddetleniyor, çabuk kızıyor, acele ediyoruz. Sabır öfkeyi yenmenin anahtarıdır. Hoşgörünün kapısıdır. Oysa sabır belaya ilk uğradığımızda gösterdiğimiz sukut halidir. Sabır belaya ilk uğradığımızda belaya katlanabilmektir. Zaten o ilk anda sabredebilirsek sonunda pişman olabileceğimiz bir şey yapmamış oluruz. Çok değil Mevlana’nın devri için yaptığı teşhise bir bakın, günümüze ne kadar uyuyor: “Meydan geniş amma ortalarda er yok. Bir öyle zaman ki bildiğin haller yok. Herkes görünüşte sanki bir evliya. İslam olarak ruhta ateş yok, fer yok.” Ne zaman ruhlarda ateş yakarsak kurtulduğumuz gün o gündür. Ocak 21 birkaç dakikada rahatlar ve öfkemiz geçer. Onun içindir ki ne güzel demiş iki cihan güneşi Efendimiz(sav); “Öfkelendiğinizde abdest alın.” diye. Devir zor devir. Tıpkı Mevlana’nın devrinde olduğu gibi. O zamanlar da zor zamanlardı. Moğol istilası ile kavrulan Anadolu’da kan, gözyaşı, kargaşa, kin, nefret ve umutsuzluk hâkimdi. Mevlana ne yaptı? Sabırla, sükûnetle aşk dedi, sevgi dedi, muhabbet dedi. Diğer insanlara uymadı. Doğru bildiğini yaptı tıpkı rehberi Peygamber(sav) imiz gibi. İnsanları sevdi sabırla. Kendisine karşı yapılan her şeyi sabırla karşıladı ve hoşgörülü oldu. Mevlana bir gün gezerken kavga eden iki kişi gördü. Biri diğerine şöyle diyordu: “Bana söversen bende sana iki katı söverim.” Bu duyan Mevlana: “Kardeş bana söv, Vallahi sen bana sövsen bile ben sana hiçbir şey demem.” Her ikisi de söylediklerine pişman oldular ve yaptıklarından utandılar. “Ne güzel demiş, Mevlana; “Sabır önce zehirdir, huy edersen bal olur.” Düşünsenize kaç kişi kendisine küfür edildiğinde hoş görü ile karşılayabilir. Gülüp geçebilir. Hemen nefsimiz kabarır ve başlarız aynısı ile mukabele etmeye. Hepimiz o iki kişinin yaptığını yapardık. Kaç kişi Mevlana olmaya talip. “Damla değil, deniz olmaya talip olmalıyız.” İşin doğrusu bu değil midir? Diğer insanlara uymayıp doğru bildiğimiz, inandığımız şeylere devam etmek. Ne güzel demiş Yunus Emre: “Dövene elsiz gerek Sövene dilsiz gerek Sen derviş olamazsın. Derviş gönülsüz gerek” Yanıyor yüreğim. Arıyorum o kandilleri, o yanan ruhları. Aşk denince aklımıza cinsellik geliyor. Allah(cc)’ım ilahi sevgi nerede, ruhlar yanmıyor aşk ile. Yananlar var ama onlarda hırsla, kinle, nefretle. Kızgın ve öfkeliyiz. Kendi öfkemizde boğuluyoruz. Sonra da nedamet ve pişmanlık. Sevgili okur, Mevlana’nın devri için yaptığı teşhise bir bakın, günümüze ne kadar uyuyor: “Meydan geniş amma ortalarda er yok. Bir öyle zaman ki bildiğin haller yok. Herkes görünüşte sanki bir evliya. İslam olarak ruhta ateş yok, fer yok.” Ne zaman ruhlarda ateş yakarsak kurtulduğumuz gün o gündür. 22 Ocak Ocak 23 Ne zamandır doğruya değil de yanlışa göre Duruşumuzu ve yönümüzü belirler olduk ? Ersan BİLGİN “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar…” fleri ve e d e h , ı davas tayin a d n Kendi su ğ rultu o d larının a i k r ş e l a l b idea eder, p e şi n e t i n i b s m e nd e ve t ği gü i t t e tayin az. t ak ı l m 24 1. Müslüman; tayin edilmiş gündemin peşine takılan değil, etkilenen, rüzgara kapılan ve nesne konumunda olan değil…Müslüman; meselelere parçacı değil bütüncül bakan, gündemi “fıtrat” çerçevesinde tayin eden, belirleyen, etki yapan, özne olan, fıtrata- doğal akışa yapılan müdahalelerle mücadele eden, cehd, duruş ve ideal sahibi kimsedir. Allahım, bizlere o izzete ve şerefe kavuşacak bilinci ve şuuru ihsan eyle. 2. Müslüman veya Sorumluluk Bilincine Sahip İnsan; bir yola çıktığı zaman veya bir şeyle karşılaştığı zaman, hemen kendi kaynaklarına-İslam’a müracaat eder, düşünür, tefekkür eder, okur, sorar, istişare eder, oradan hareketle duruşunu ve halini belirler. Merkezde kendi öz değerleri vardır. Meselelere, başarı veya yenilgi gibi görünen sosyal hadiselere, ilmi gerçeklere, tarihe, siyasete, ekonomiye ve her gelişmeye bakışında ilham kaynağı öz değerleridir yani vahiydir, İslami düşüncedir, İslam Medeniyetidir. Ocak Örneğin; gerek zahiren zayıf gibi görünen Mekke döneminde gerekse devletin teşekkül ettiği Medine döneminde Peygamberimiz (sas) ve Müslümanlar daima vahye sarılmışlar, vahiy merkezli hareket etmişlerdi, dönemin işbirlikçilerine, oligarşisine ve zalimlerine rağmen. sonuç nedir, netice? sorularını dile getiren kişidir, sorumluluk bilincine sahip insan. Onun için İslam’da ve insanlığın hesap serüveninde İMAN çok hem de çok önemlidir. Çünkü İMAN; sebeptir, muharrik güçtür, sahil-i selamete götüren sapasağlam kulptur. Allah aşkına, ne zamandır doğruya değil de yanlışa göre duruşumuzu ve yönümüzü belirler olduk? Hayat rehberimiz Kur’an’da ve Asr-ı Saadet’te bunun çokça örneklerini görürüz… Kevser suresinin mealini nüzul sebebiyle birlikte okuyunuz, bi zahmet. 3. Müslüman veya Sorumluluk Bilincine Sahip İnsan; kendi gündemini kendi davası, hedefleri ve idealleri doğrultusunda tayin ve tesbit eder, başkalarının tayin ettiği gündemin peşine takılmaz. Söyleyin Allah aşkına, ne zamandır doğruya değil de yanlışa göre duruşumuzu ve yönümüzü belirler olduk? Hayat rehberimiz Kur’an’da ve Asr-ı Saadet’te bunun 5. Bir insan, bir hareket, bir çalışma; geçmişiyle, hayallerle, vehimlerle, hüsn-ü zanlarla değil sözleri ve davranışlarıyla, söz ve davranış-icraat uyumuyla değerlendirilir… İnsanlık tarihinde en önemli kriterler; ağızdan çıkan sözler ve laflar, yapılan davranış ve icraatlar, sükut ederek gerçekleşen ikrar ve onaylar ve bu üçü (söz, davranış ve onay) arasındaki uyum ve paralelliktir. Gerisi laf-ü güzaf veya kendini kandırmaktır. çokça örneklerini görürüz… Kevser suresinin mealini nüzul sebebiyle birlikte okuyunuz, bi zahmet. 4. Müslüman sonuçtan ziyade sebebe veya sebeplere bakan insandır. Muharrik güç nedir, niçin, nasıl, kim, kiminle sorularından sonra Etkilenip negatif değişime uğramak, meselelere parçacı bakmak, hedef küçültmek, davadan ve ideallerden vazgeçmek, medeniyet merkezli değil de insanın menfaati merkezli düşünmeye başlamak, geçmişi tamamıyla kötülemek ve reddetmek, rüzgara ve modaya kapılmak, kendi müziğimizin ritminde değil de başkalarının çaldığı gibi oynamak, akl-ı selimi kaybedip duygularla hareket etmek, nerden kazandığına bakmadan-sormadan elde edilen şeyin miktarının çokluğuna bakıp kendinden geçmek, sözlerle davranış ve icraatların arasını açmak (sözlerin başka vadilerde icraat ve davranışların da başka vadilerde olması) büyük bir tehlikedir. Bundan daha tehlikeli olanı ise susmak yani onaylamak, te’vil etmek hatta çok net konularda bile uyarmaktan dahi geri durmaktır. Hele hele toplumun alimleri, aydınları bu haldeyse “dil dudak deprenmeden halden anlayan gelsin” demekten başka bir çare yok gibi. Allah’tan hayırlısı… Allah’ım Sen’den Hidayet, Şuur ve İstikamet İstiyoruz, Lütfeyle… Ocak 25 AİLENİ SEVİYORSAN... Abdullah ÇAKIR “(Ey habîbim Ahmed, rasûlüm Muhammed!) Ailene namaz kılmayı emret! Kendin de namaza dört elle sarıl!.” (20/ Tâhâ sûresi , 132) “Habîbim! Kitâb’da İsmâîl’i de zikret. Çünkü O, sözüne sâdıktı, rasûl ve nebî idi. Ailesine namaz kılmayı ve zekâtı vermeyi emrederdi. Rabbinin katında da rızâya mazhar olmuş bir kimse idi.” (19/ Meryem, 54-55) Cenab-ı Hakk’ın milyarlaca insan içinden seçip bir araya getirdiği, birbirlerine münâsib gördüğü eşler Allah’ın âyetlerindendir. Meşru bir nikah çatısı altında bir yuva kuran eşleri Allah, maddi ve manevi olarak sukûnete erdirir, kalplerini ve nefislerini yatıştırır, aralarında bir meveddet (sevgi-muhabbet) ve rahmet yaratır. Bütün bunlar çok büyük bir kader planında nasib ve kısmetin insanın iliklerine kadar işlediği nâdir meselelerdendir. Sekînet, meveddet ve rahmetin sıcaklığıyla kurulan bir aile her cihetiyle saadetler ve faziletler içindedir. Böylesine sıcak bir yuvada eşler her 26 bakımdan birbirlerinin yâr ve yardımcılarıdır. Eşler dünyalık işlerinde nasıl birbirleriyle yardımlaşıyorlarsa Allah’a kullukta da birbirleriyle yardımlaşırlar. Yüce dinimize göre evin reisi erkek olmakla beraber sorumluluğunun da o nisbette büyük olduğunu beyan eder. Aile reisi bir erkek yuvası içindeki her ferdin maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğunu hiçbir zaman unutmamalı ve bunu asla ihmal etmemelidir. Zira Allah umursama ve ihmalkar davranan eşleri sevmemektedir. Bu konuda yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun. Onun başında kaba yapılı, sert ve şiddetli melekler olup onlar asla Allah’a isyan etmez ve kendilerine verilen bütün emirleri tam yerine getirirler” (66 / Tahrîm – 6) , Resulullah (sav) de “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanı- Ocak dır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.” (Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27) buyurmaktadır. Maddi cihetini bir tarafa bırakırsak aile reisi bir erkek her şeyden önce 32 farzı ve 54 farzı bilmeli ve bunları hayatında tatbik etmelidir. Eğer eşi bilmiyorsa ona öğretmeli ve sık sık, güzel güzel, tatlı tatlı nasihat ederek onun da uygulamasını temin etmelidir. Mum dibine ışık vermez, terzi kendi söküğünü dikemez sözleriyle anlatılmak istenenlerden biri de bir babadan nadiren iyi bir öğretmenin çıkabileceğidir. Eğer Allah’ın izn u inayetiyle bunu başarabilmişse ne mutlu! Yok eğer bu vazifesini yerine getiremiyorsa (getirememişse) çocuklarının ve ran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah merhamet etsin” (Ebu Davud, Tatavvu 18, Vitir, 13; Nesâî, kıyamü’l-leyl, 5; İbn Mâce, ikâmet, 175) Bir başka hadîslerinde de “Bir kimse geceleyin karısını uyandırır da beraberce veya her biri kendi başına iki rekat namaz kılarlarsa, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar” (Ebu Davud, Tatavvu, 18, Vitir,13; İbn Mâce, ikâmet, 175) buyurmaktadırlar. Burada, Resulullah (sav)’in, hayat yoldaşını namaza kaldıran erkeğin “zâkirîn” (Allah’ı çok anan erkekler )sınıfına, kocasını namaza kaldıran hanımın da “zâkirât” (Allah’ı çok anan kadınlar) sınıfına yazılacaklarını ifade etmesinde Ahzâb suresinin 35. ayetindeki müjdeye işareti vardır: “…Allah’ı çok anan erkekler ve çok anan kadınlar var ya, Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır.” Onları gece ibadetine ve özellikle de sabah namazına kaldırmamak için şeytanlar nasıl birbirleriyle işbirliği yapıyorlarsa karı-koca da şeytanları bu oyunda mağlub etmek için el birliği etmelidir. emri altındakilerinin dinlerini öğrenebilecekleri uygun ortam şartları da oluşturmalıdır. Yani ehl-sünnet ve’l-cemaat üzere iyi bir din eğitimi aldırmalıdır. Eşler, haramı ve helali kendileri öğrendikleri gibi çocuklarına da öğretmelidirler. Eşler namaza teşvik ve kaldırmada da birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar. Bu konuda da Peygamberimiz (sav)’i örnek almalıyız. Zira Aişe Annemiz’in söylediğine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz geceleyin vitir namazını kılınca “Kalk, vitri kıl, Âişe!” (Müslim, Müsâfirûn, 134) diyerek annemizi uyandırırdı. Sabah namazını kılmak üzere mescide giderken de eşlerini bazen de kızı Fâtıma Annemizi namaza kaldırırdı. Bu konuda çok titiz olan Efendimiz bir başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar: “Geceleyin kalkıp namaz kılan, hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandı- Ocak Bizler eşimize ve çocuklarımıza olan sevgimiz nedeniyle onları tatlı uykularından uyandırıp namaza kaldırmaya kıyamayabiliriz. Bunu onlara duyduğumuz şefkat ve merhametten dolayı biraz daha uyusun uykusunu alsın diye yaparız. Ama hakikatte onlara iyilik mi ediyoruz, yoksa kötülük mü ediyoruz? Bizim merhametimiz Allah’ıın merhametinden daha büyük mü ki O’nun emrini değil de kendi nefsimizi dinleyerek onlara karşı merhametli davrandığımızı düşünüyor ve kıyamıyoruz. Aksine, hakiki manada iyiliklerini düşünüyorsak ahiret günü darda ve sıkıntıda kalmamaları için namaza teşvik etmemiz, namaza kaldırmamız merhametimizin asıl gereği olmalıdır. Hayat sadece bu dünya hayatından ibaret değilse birbirlerini seven insanlar da ebedi saadetleri için Allah’a kullukta birbirlerine yardımcı olmalıdırlar. Onları gece ibadetine ve özellikle de sabah namazına kaldırmamak için şeytanlar nasıl birbirleriyle işbirliği yapıyorlarsa karı-koca da şeytanları bu oyunda mağlub etmek için el birliği etmelidir. 27 Ne Kadar Korku, Ne Kadar Umut? Fuat TÜRKER Korku ve umut; güzel ahlâkı kazanma yolundaki en önemli iki duygu. Umut, din ahlâkını heyecan ve şevk içinde yaşamayı sağlarken, Allah’a hissettiğimiz saygı dolu korku da O’nun sınırlarına yaklaşmada titiz olmaya, sakındırdıklarından şiddetle kaçınmaya sebep olur. Bu dengeli ruh hali, Allah’a yakınlaşmaya ve ahlâkın güzelleşmesine vesiledir. umut e v k a r kor ka ğ r u su a o n ’ D O . in “… ua ed iyilik d k a r i t a e y t a şı rahm (Araf .” r ı n d ı ’ n kı Allah p ek y a a r a l yapan , 56) S u re si 28 İki zıt duygudur korku ve umut. Ancak Allah dünya hayatında herşeyi zıddıyla birlikte yaratır. Gece-gündüz, sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık, temiz-kirli, genç-yaşlı dünyada tümü bir aradadır. Bu zıtlıklar dünyasında, Allah’ın en güzel surette yarattığı insan da zıtlıkları üzerinde taşır. Allah korkusu ve Allah sevgisi insan için gıdadır. Allah korkusu insanın ibadet şevkini artırır, imanını güçlendirir, ahiret umudunu artırır. İnsan bu şekilde sükunet bulur, güzel huylu olur, bedeni çok rahat olur, kafası da çok rahat olur. En önemlisi kalbi mutmain olur. Ocak Cennete ve cehenneme gidenleri gören ancak nereye gideceğini henüz bilmeden bekleyen A’raf ehli gibi. Cenneti ‘şiddetle arzu edip uman’, cennet ehline selam veren ama gözleri cehennem halkından yana çevrilince korkuyla, “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma” diyen A’raf ehli. Allah’ın sevgisini kaybettirecek kötülüklerden Allah korkusu ile sakınılır. Rabb’inden derin saygıyla korkan insan, “Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez” (Nisa Suresi, 36) ayeti gereği, büyüklenmekten şiddetle kaçınır. Böylece Allah’ın sevgisini kazanmayı umut eder. Bu yüzden Allah korkusu ve Allah sevgisi bir aradadır. Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanda olduğu gibi tüm Kâinatta da tecelli eder ve hepsi birbiriyle iç içedir. Bediüzzaman, Allah’ın Zatında biri celâlî, diğeri cemalî, iki türlü tecellisi olduğunu, Celâl’in tecellisinden lütuf ve kahır, Cemal’in tecellisinden ise hüsün(güzellik) ve heybetin ortaya çıktığını söyler. Celal ve Cemal vicdana tecellî ettiğinde ise reca(umut) ve havf(korku) meydana gelir. “Sonra irşadın iktizasındandır(doğru yolu göstermenin gerekliliğindendir) ki, havf ile reca arasındaki muvazene(denge) devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin (yönelinsin), havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah’ın rahmetinden me’yus(umutsuz), ne de azabından emin olunsun.” Peki ne kadar korku ve ne kadar umut olmalı insanda? Hz. Ömer(ra) örneğini hatırlarsak. Şöyle diyordu o : “Mahşer günü deseler ki herkes cennete girecek. Ama sadece bir kişi cehenneme girecek. O bir kişi ben miyim diye korkarım. Yine deseler ki herkes cehenneme girecek ama sadece bir kişi cennete girecek. O bir kişi ben miyim diye ümitlenirim.” O halde gücümüz yettiğince korku ve umut… Allah’a karşı saygı dolu bir korku içinde olmalı insan. Hiçbir olay karşısında da umutsuzluğa kapılmamalı, Allah’a dayanıp güvenmeli. Allah’ın dosdoğru yolu, korku ile umudu birbirine bağlayan yoldur ki sonunda Sevgiliye kavuşma umudu vardır. O umutla hep A’raf’da gibi yaşamalı. Cennete ve cehenneme gidenleri gören ancak nereye gideceğini henüz bilmeden bekleyen A’raf ehli gibi. Cenneti ‘şiddetle arzu edip uman’, cennet ehline selam veren ama gözleri cehennem halkından yana çevrilince korkuyla, “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma” diyen A’raf ehli. Bir yanda bizi oraya sürükleyecek davranışlardan hep korkuyla sakındığımız sonsuz cehennem… Diğer yanda hayatımız boyunca umut ettiğimiz sonsuz cennet… Kur’an’ın tasvir ettiği bu ortam, şu an yaşadığımız andan daha gerçektir. O halde A’raf halkının yaşadığı korku ve umut, kalbimizde yoğun bir şekilde hissetmemiz ve yaşamamız gereken duygulardır. Ki Rabbimiz bizi sonsuz kurtuluşa ve mutluluğa iletecek olan bu iki duygu için dua etmemizi buyurur; “…O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.” (Araf Suresi, 56) Ocak 29 Osman Gülşen: “Cemaatimiz bize hayır işlerinde hep destek oldu.” Röportaj: Aydın BAŞAR İ manî açıdan toplumuz yeniden dirilecekse, kuşkusuz ki bu dirilişe hayat veren can damarlarından bir tanesi de yaptıkları hayırlı hizmet ve faaliyetleri ile Müslümanların ilim, irfan ve ahlaki yönden gelişmelerine katkı sağlayan örnek imamlarımızdır. Cami imamlarımızın yaptıkları her türlü hayırlı faaliyet, Müslümanların geleceği için son derece önem arz etmektedir. Burhan Dergimizin bu sayısında sizleri İstanbul Şehremini’ndeki Şeyh Raşid Camii’nde imam hatiplik vazifesine devam eden Osman Gülşen Hocamızla tanıştırmak istiyoruz. Mihrap platformunun kurucularından olan Osman Gülşen Hoca ilim ve irfan dünyasından birçok yazarı ve akademisyeni camiye getirerek onları cemaatle buluşturuyor. Ayrıca mahallede organize ettiği, konferans, toplantı ve iftar yemekleri ile de cemaatin kaynaşmasına katkı sağlıyor. Hocanın yapmış olduğu en önemli faaliyetlerden birisi de camii hediyesi olarak bastırdıkları ve dağıttıkları kıymetli kitaplar. Sizleri kendisi ile yapmış olduğumuz camiye ve cemaate dair mülakatımızla baş başa bırakıyoruz. Muhterem Osman Gülşen Hocam… Bizi sizi beş senedir yakından tanıyor ve takip ediyoruz. Burhan Dergisi okurları için de kendinizi tanıtır mısınız? Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahirabbil alemin. Ve selatü ve selamu ala seyyidina muhammedin ve ala alihi vessahbihi ve sellim. Bendeniz 1965’te Sinop Boyabat’da doğdum. Ba- 30 Ocak bam Sinop Boyabat‘ın meşhur hafızlarından Kadir Hafız’dır. Allah ondan razı olsun babam bizleri de birer Kur’an sevdalısı olarak yetiştirmeye gayret sarf etti. Biz de onun yolundan giderek imamlığı tercih ettik. İlk imamlık vazifeme 1982’de Boyabat’ın bir köyünde başladım. Dört yıl kadar da Almanya’da imamlık yaptım. 1994’ten bu yana ise İstanbul Şehremini’nde bulunan Şeyh Raşid Camii’nde imam hatiplik yapmaya devam ediyorum. Şeyh Raşid Camii 1974’e kadar bir kadiri tekkesi iken bu tarihten itibaren camii olarak ibadete açılan bir camimizdir. Bize u camide hizmet etme şerefini lütfettiği için Rabbimize şükrediyorum. Muhterem Hocam Şeyh Raşid Camii’ne geldiğimizde, hemen kapının üzerinde büyük İslam kahramanı Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ait “Efendim, Müjdecim, Kurtarıcım, Peygamberim, Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim” dizeleri ile karşılaşıyoruz. Bu dizeler bir imam olarak sizin nasıl bir misyon üstlendiğinizi gösteriyor. Size göre bir imamın asli vazifesi yalnızca namaz kıldırmak mıdır? ”İmam” öncü ve önde giden kimse demektir. İmam namazda önde durduğu gibi din adına, iman adına, Kur’an adına yapılan hayırlı işlerde de öncülük etmelidir. İmamlığı sadece namaz kıldırmak olarak algılamak, bu ulvi vazifeyi hafife almak demektir. Biz imamlar olarak Peygamber Efendimiz aleyhisselatü ve selam’ı kendimize örnek almalı ve o ne gibi hayırlı işlere öncülük ettiyse biz de ona öncülük etmeye çalışmalıyız. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, size hayat bahşedecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin…” (Enfal, 24) Bu ayet-i kerimede de işaret buyurulduğu üzere biz imamların da en büyük görevlerinden birisi, insanları “hayat verecek o şeye” yani Kur’an’a ve sünnete çağırmaktır. Kur’an ve sünnet ölçülerini kendi hayatımıza taşıdığımız gibi, bu ölçülerin evimizde, mahallemizde, şehrimizde de yaşanabilmesi için gayret sarf etmektir. İşte biz bu duygularla Üstad Necip Fazıl’ın bu veciz sözünü camimizin dış cephesine astık. Muhterem Hocam imamlık vazifesi insana nasıl bir sorumluluk yüklemektedir? Bize bu ağır sorumluktan bahseder misiniz? Müsaade ederseniz buna bir fıkra ile cevap vermek istiyorum. Nasrettin Hoca’ya bir gün tilkiyi şikâyet etmişler. “Hocam bu tilkiden bıktık, usandık artık, geceleri gelip tavuklarımızı, kazlarımızı götürüyor. Okuyacak mısın, üfleyecek misin, dua mı edeceksin? Ne yapacaksan yap” demişler. Nasrettin Hoca da onlara demiş ki: “Siz onu yakalayın bana getirin ben ona gereken cezayı vereceğim.” Tabi köylüler bir tilkiyi yakalamanın ne kadar zor olduğunu biliyorlar. Fıkra bu ya, tilkiyi yakalayıp Hoca’ya götürmüşler. Hoca tilkiyi sağa çevirmiş sola çevirmiş, şöyle bir bakmış; “Seni yaratan da ne güzel yaratmış” demiş. Bu arada da sarığını çıkartmış, tilkinin kafasına geçirmiş, sonra da salıvermiş. Oradakiler bu işe çok kızmışlar; “Hocam biz onu güç bela yakaladık, sen ona hani ceza verecektin. Onu saldın, gitti” demişler. Hoca demiş ki: “Ben ona en büyük cezayı verdim. Şimdi dağa gittiği zaman, bir yanlış yaptığında ona sürekli diyecekler ki; ‘Başındaki sarığından utan, sen nasıl bu yanlışları yapıyorsun?’ Bu ceza da ona yeter.” Tabi bu fıkradan bizim çıkarmamız gereken bir ders var. Toplum imamlara bir konum biçmiştir, bir misyon yüklemiştir. Hocanın her yaptığı hareket toplum tarafından dikkatle izlenmektedir. Bunun için imamlar bir hocaya yakışacak şekilde hareket etmelidir. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede bizi şöyle uyarmaktadır: “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) Onun için biz imamların cemaate anlattıklarımızı önce kendimizin uygulaması gerekiyor? Cemaate bir türlü söyleyip kendisi öbür türlü yaparsa, ona da fıkradaki gibi “sarığından utan” diyebilirler. Kur’an ve sünnet ölçülerini kendi hayatımıza taşıdığımız gibi, bu ölçülerin evimizde, mahallemizde, şehrimizde de yaşanabilmesi için gayret sarf etmektir. Ocak 31 Bir imamın cemaatle veya mahalleli ile ilişkileri nasıl olmalıdır? Cenab-ı Allah kitabında Resulüne; “Sen onlara karşı sert ve kaba olsaydın,(yumuşak ve mülayim olmasaydın), onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…” (Ali İmran 159) buyuruyor. Peygamber Efendimizin bu ikazına uymak çok önemlidir. Peygamberimize Kur’an’da “Sen usve–i hasenesin” buyuruluyor. Yani sen en güzel örneksin diyor. Şimdiki tabirle rol modelsin deniliyor. Demek ki biz imamlar da kendimize onu örnek almak zorundayız. O halka, cemaate nasıl yaklaştıysa biz de onun gibi yaklaşmak zorundayız. Ben mesleki hayatım boyunca şunu tecrübe ettim. Yumuşak bir şekilde cemaate yaklaştığımızda, her işimiz daha kolaylaştığı gibi cemaatimiz de bereketleniyor. Yumuşaklık metodunu uygulamayanlar, hiçbir gönle giremedikleri gibi, din ve diyanet yolunda bir mesafe de kat edemiyorlar. Cemaatin cami ve imamla kaynaşması noktasında nasıl bir yol izliyorsunuz? İşin doğrusu ben cemaatimle arama fazla bir mesafe koymam. Onların seviyesine ya iner, ya çıkarım. Tabi ki ölçüyü de kaçırmadan, aradaki sevgi saygıyı da bozmadan onlarla latifeler yaparım. Nebevi ölçülere uymak koşulu ile sözlerimizin biraz nükteli, latifeli oluşu bize bu konuda bir avantaj sağlıyor diye düşünüyorum. Bu anlamda mahalleli ile etkileşim kurmada ve onların gönüllerine girmede “selamlaşma” yöntemini de sıklıkla kullandığınızı görüyoruz. Yolda giderken esnafa ve karşılaştığınız kişilere selam vermeden geçmiyorsunuz? Bize selamlaşmanın bereketinden de bahseder misiniz? Peygamber Efendimiz; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. Sizi birbirinizi sevdirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın” (Müslim, İman, 93,94) buyurarak selamlaşmanın önemine ve bereketine işaret ediyor. Ben bu selamlaşmanın bereketini günlük yaşantımda her zaman görüyorum. Hatta daha dün bununla ilgili bir şey yaşadım. Tespihim kopmuştu, Çapa’nın önünde tesbih satan bir kardeşimiz var; ondan bir tespih almaya gittim. Bir tane beğendim, parasını uzattım. “Hocam” dedi “Para istemez.” Ben de ona para vermeden asla alamayacağımı söyledim. “Hocam senin selam vermene kurban olayım, sen her gün buradan geçerken bana selem veriyorsun, senin selamın yeter” dedi. İnanın bana bu sözü bana çok tesir etti. Biz bu selam vesilesi ile dine soğuk bakıp da sonradan camiye cemaate karışanları, namaza başlayanları çok gördük. Bir selam bazen bütün buzları eritiyor. O kimsenin dine imana bakışını değiştiriyor. İyi bir imamın cemaatin mutlu ve acılı gününde de yanında olması gerekiyor. Bir hasta ziyareti, bir taziye ziyareti bu anlamda çok önemli... Sizin bu konuyu ihmal etmediğinizi biliyoruz. Bununla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu konu çok önemli bir konudur. Peygamber Efendimiz aleyhis selatü ve selam da hasta ve taziye ziyaretlerini kendisi ihmal etmediği gibi, ümmetini de bu konuda daima teşvik etmiştir. Sık sık onlara “Bugün bir cenazeye katılan var mı? Bir hasta ziyaretine giden var mı?” diye sorarak onlara bu konuda sık sık hatırlatmalarda bu- Toplum imamlara bir konum biçmiştir, bir misyon yüklemiştir. Hocanın her yaptığı hareket toplum tarafından dikkatle izlenmektedir. Bunun için imamlar bir hocaya yakışacak şekilde hareket etmelidir. Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede bizi şöyle uyarmaktadır: “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 44) 32 Ocak lunmuştur. Bununla ilgili bir anımı da sizinle paylaşHayır, hiçbir sakıncası olamaz. Tam tersi bütün mak istiyorum. Bir kardeşimiz karaciğer nakli olacaktı. bunları çocuk camide yapabilmelidir. Onları görenBabası geldi camiye, ağlıyor, doktorun yoğun bakım- ler de bunu hoş karşılamalıdır. Çünkü cami çocudaki çocuğu hakkında; “Biran önce nakil olmazsa ğun ikinci bir evidir. Çocuğun fıtratı oynamak bugün yarın gider bu çocuk” dediğini söylüyor. olduğu için, çocuk her yerde oyun oynamak Annesini kapıda gördüm. “Hocam çocuğum ölü- ister. Ona bazı şeyleri de oynatırken öğretirsiyor, dua eder misiniz?” dedi. O gün ikindi nama- niz. Bunun dinen bir mahsuru yoktur. Peygamber zına müteakiben cemaate durumu ilettim ve hep be- Efendimiz, hutbesini kesmiş aşağıya inmiş, raber dua ettik. “Amin” denildi. Kapıdan çıktım ki, torununu sevmiş, okşamış, onun gönlünü albu sefer de kardeşi ile karşılaştım: “Hocam ciğer dıktan sonra tekrar kaldığı yerden hutbesine bulundu” dedi. Ben o gün Müslümanların toplu du- devam etmiştir. Bu bizim için çok güzel bir ölçüdür. asının ne kadar tesirli olduğunu daha iyi anladım. Ya- Bizim yaz Kur’an kurslarımızda çocukların on beş darım saat sonra, yine onlara rastladım. “Hocam ame- kikalık bir teneffüsü vardır, o vakitte caminin içinde liyat için yirmi ünite kana ihtiyaç var” dediler. oynarlar çocuklar. Çünkü camimizin bir bahçesi yok. Almanya’daki vazifemde de camide çocuklarla “yağ Bunun üzerine Fatih müftüsünü satarım bal satarım” gibi aradım. Tüm imamlara oroyunları çok oynuyorduk. tak mesaj çekildi. Bu mesaj Cenab-ı Allah kitabında Resulüne; Şimdi de onlarla çeşitli üzerine 20 değil 100’e ya“Sen onlara karşı sert ve kaba oyunlar oynamaya devam kın insan kan vermek için olsaydın,(yumuşak ve mülayim ediyoruz. Ama diğer tarafhastaneye gitmişler. Şükür olmasaydın), onlar senin etrafından tan da çocuklara bu mekâbu kardeşimiz iyileşti. Bize dağılıp giderlerdi…” (Ali İmran 159) nın ulviyetini hissettirmeye de bir kardeşimizin duasını çalışıyoruz. buyuruyor. Peygamber Efendimizin almak nasip oldu. İnsanlar bu ikazına uymak çok önemlidir. söylemden çok bu tür duEskiye nazaran bu rumlardaki icraata bakarlar. Peygamberimize Kur’an’da “Sen konuda biraz daha bilinç Çok güzel vaaz etseniz de usve–i hasenesin” buyuruluyor. arttı sanırım. Öyle değil mi? sosyal sorumluluk alanında üzerinize düşeni yapmadığıEskiden genellikle cami nızda cemaate tesir edemezsiniz. Cemaat zor gününde sizi yanında görmek ister. Sizi o günde yanında cemaatleri çocukları camiye sokmuyorlardı. Camiyi gördüğü zaman da samimiyetinizin farkına varır ve pisletir veya camide gürültü yapar diye düşünüyorlardı. Elhamdülillah şimdi artık cemaatler bu sizi bu sefer daha dikkatli dinlemeye başlar. konuda daha bilinçli. Çocukları camiye ısınMuhterem Hocam size çok önemsediğim bir dırmak gerektiği artık daha iyi idrak ediliyor. soru yöneltmek istiyorum. Hocam, üç beş yaşındaki Geçenlerde başımdan geçen bir olayı anlatmak istiçocukların camide halının üstünde yuvarlanmasının, yorum. On-on beş sene kadar önce nikâhını kıydımihrapta oynamasının, minbere çıkmasının bir mah- ğım bir kızımız, Almanya’ya yerleşmiş, geçenlerde de Türkiye’ye gelmiş. Mahallede karşılaştık. Tabi ben suru var mı? kendisini tanımadım, fakat sonradan hatırladım. Bu kızımız bana dedi ki: “Hocam sizden bir şey rica edebilir miyim?” Ben de “Tabi buyur” dedim. “Hocam ben camilerde büyüdüm, benim üç yaşında bir çocuğum var, eğer müsaade ederseniz, onu camide oynatmak istiyorum.” Ona ne zaman isterse çocuğunu camiye getirip oynatabileceğini söyledim. Çocuğun caminin havasını şöyle bir içine çekmesi lazım, minberin mihrabın kokusunu alması lazım, caminin tozunu yutması lazım… Bu onda kalıcı izler bırakacaktır. Camiyle ne kadar erken tanışırsa, cami ile bağları o kadar kuvvetli olur. Ağaç Ocak 33 yaşken eğilir. Çocuk ibadetlere de küçükken alışır. Benim babam da imamdı. Biz de böyle camide yetiştik. İyi ki de camide yetişmişiz. Şimdide imam olduğum için çok mutluyum. Hatta diyebilirim ki yeniden dünyaya gelsem yine imam olmak isterdim. Sizce çocukları camiye çekebilmek için neler yapılmalıdır? Bir yerden okuduğum bir hikâye var. Bir adam çocuğunun en sevdiği oyuncağı alıyor, çocuğuna hediye etmesi için kilisede papaza veriyor. Papaza da; “Çocuğumu sana getireceğim, gelince bu hediyeyi ona ver” diyor. Bir müddet sonra çocuğu ile gezmeye çıkınca “Hadi yavrum bir de kiliseye uğrayalım” diyor. Çocuk biraz itiraz etse de içeri girmeye razı oluyor. İçeri girince papaz çocuğu okşuyor, seviyor, iltifat ediyor ve hediyesini veriyor. Çocuk buna çok seviniyor. Ve her hafta kiliseye gitmeyi iple çekiyor. Bunu biz niye yapmayalım? Neden çocuklarımızı camiden soğutalım. Biz de elimizden geldiği kadar, her gelen çocuğa hediye vermeye çalışalım. Kitap olsun, çikolata olsun, şeker olsun hatta küçük harçlıklar olsun vermeye çalışabiliriz. Bunu kendimize prensip edinebiliriz. Biz acizane çocuklara elimizden geldiği kadar hediyeler vermeye çalışıyoruz. Mesela yaz kursumuzda bilgi yarışması yapıyoruz. Geçen sene 20 tane çeyrek altın dağıttık. Bu sene bir tane bisiklet verdik. Bunun yanı sıra zaman kopmaması lazım… En azından yaz kurslarında cami ile irtibatlı olunduğu için, çocukların bu kurslara mutlaka yönlendirilmesi gerekiyor. Çocuklarımız yazın camide, kışın da okulda bu dersi alarak yaz kış Kur’an’dan kopmamaları sağlanmalıdır. Hocam caminize birçok ilim ehli zevatı getirdiniz. Abdullah Yıldız, Cemil Tokpınar, Mustafa Topaloğlu ve Ahmet Bulut gibi birçok kıymetli isim caminizde vaazlar verdiler. Bu konuda ne söylemek istersiniz. Bizim çok kıymetli bir cemaatimiz var. Bize bu faaliyetleri yaparken desteklerini esirgemiyorlar. Cemaatimizle birbirimizin işlerini görürken bunu bir zahmet olarak düşünmüyoruz, bunu bir rahmet olarak görüyoruz. Cemaatimiz bu anlamda bizim yaptığımız Peygamber Efendimiz, hutbesini kesmiş aşağıya inmiş, torununu sevmiş, okşamış, onun gönlünü aldıktan sonra tekrar kaldığı yerden hutbesine devam etmiştir. Bu bizim için çok güzel bir ölçüdür. zaman dağıttığımız ayakkabı, kemer, saatler, mp3ler ve kitapların haddi hesabı yok. hayırlı faaliyetlere hep destek olmuştur. Diğer taraftan Çapa’ya yakın olmamız hasebi ile cemaatimizin içerisinde çeşitli doktor, eczacı, medikal işleri ile uğra- Hocam malumunuz artık Kur’an dersleri okullarda da verilmeye başlanıldı. Kur’an derslerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tabi çok hayırlı bir hizmet oldu. Okullarda çocukların Kur’an eğitimi almaları çok güzel bir şey. Ancak çocuğun mutlaka bu eğitimi camiden de alması gerekiyor. Çünkü çocuğun cami havasını alması lazım. Yani camiden 34 şan kültür seviyesi yüksek insanlar var. Onun için bu zevatı camiye çekebilmek için okumuş yazmış birikim sahibi kaliteli yazarlarımızı, hocalarımızı camiye getirmeye çalışıyoruz. Son olarak bir geçen cuma bir diş doktorumuz “Eyvah dişim ağrıyor” başlığı ile bir sunum yaptı. Namazdan sonra da 300 tane misvak dağıttık. Buradan bize destek olan tüm cemaatimize teşekkür ediyoruz. Ocak Hakikaten Çok Güzel Bir Kitap Aydın BAŞAR Ç ocukken dedelerimiz ve ninelerimiz bize bazı hikâyeler anlatırlardı. Çok güzel ve tesirli mesajları olurdu bu hikâyelerin… Kimisinde hikâyenin kahramanı aslan, tilki, horoz falan olurdu, kimisinde de Behlül Dânâ, Bayezid-i Bistami gibi tasavvufi şahsiyetler… im ğabey a n e iy s e ki z k adı y o n t o O “ ra o e s on n e s Gidiş . ç i t a t k i g b ir me di s k e re n a ö d a i d ge r y a şı n daha kaldı r i B e d … e ş r ne g i di a; l dü , ö l adı k ç r ı e t d a e h r ne abam attım’ B e . y z i i s n b elir to k a d ı o ” n ‘Ah be r dururdu… ana diye y Bu anlattıkları hikâyelerin kaynağını ne biz bilirdik ne de büyüklerimiz… Belki de onlar da kendi büyüklerinden işitmişlerdi. Şimdi bu hikâyeleri biz kendi çocuklarımıza anlatmaya çalışıyoruz. İbret vericiliğine inanarak, faydasına güvenerek yapıyoruz bunu… Çünkü büyüklerimiz bizim gönüllerimize bu hikâye ve menkıbelerle girmişlerdi. Yalan söylemenin, hırsızlığın, izinsiz bir şeyler yapmanın, büyüklerden gizli işler çevirmenin kötülüğünü böyle öğrenmiştik. Menkıbeleri küçümsemeyin Menkıbeleri küçümsemeyin Hikâyelerin ve menkıbelerin etkileyiciliğinin farkındayken, üstelik bunlar bize ait ve bizim toplumumuza uygun edebiyat türleri iken, bunları Ocak 35 küçümsemenin hiçbir zaman doğru olmadığını düşündüm. Herkesin görüşüne, samimi olduğu müddetçe saygı duymamız gerekir elbette… Onlara kızmıyoruz ancak; “Menkıbe Müslümanlığı” diyerek dedelerimizin ve nenelerimizin anlattıklarını küçümseyenlerin görüşlerine de katılmadığımızı ifade etmek durumundayız. Hem benim atalarım putperest olmadıkları için, ben böyle yapmakla Kur’an’ın nehyettiği atalar dinini savunuyor falan da değilim. Edebiyatseverlermenkıbeye menkıbeye Edebiyatseverler sahip çıkmalı çıkmalı sahip Edebiyatın büyüsüne inananların, güzel sözlere hayran olanların, menkıbeye karşı oluşan bu soğuk bakışa karşı durmaları gerektiğini düşünüyorum. Müslümanların yaptığı edebiyatının şiir ve menkıbe üzerine kurulduğunu artık fark etmeliyiz. Belki bunu fark edersek, yüzlerimizdeki o donuk ifadenin yerini daha sıcak bir ifade alacaktır. Edebiyat zihinlere ve yüreklere girebilmek için bize çok ciddi bir imkân sunuyor. Bu bakımdan edebiyatın Allah’ın güzel nimetlerinden bir tanesi olduğunu inkâr edemeyiz. Ama ne yazık ki tatsız, tuzsuz, ruhsuz, hikmetsiz bir söylemin gönüllere girmeyeceğini hala fark edemeyenler var. Bilhassa tasavvufun tatlı dilinin insanları etkilemekteki başarısını hala sezemeyenler var… derlenmesi ile oluşmuş. Bizim gibi menkıbelerin ve hikâyelerin öğreticiliğine inananlar ve çocuklarına anlatacak güzel menkıbeler arayanlar için bu eser bulunmaz bir nimet… Eserde çocuklara ve gençlere anlatılabilecek bir birbirinden kıymetli kıssalara yer veriliyor. Fakat eserin her yaş grubundan insana hitap eden bir seviyede kaleme alındığını da hatırlatmakta fayda var… Hayat tecrübelerini tecrübelerini paylaşıyor Hayat paylaşıyor Menkıbelerle hikâyelerle Menkıbelerle veve hikâyelerle anlatmış anlatmış Eserin ilk bölümlerde yazarın büyüklerinden duyduğu bazı tasavvufi kıssalar anlatılıyor. Daha sonraki bölümlerde ise yazarın büyüklerinin veya kendisinin bizzat yaşadığı hikâyelere yer veriliyor. Yazar bu yöntemle önce hayat tecrübelerini paylaşıyor, sonra da bunun üzerine asıl söylemek istediği mesajını oturtuyor. Ülkemizin önde gelen iş adamlarından Ahmet M. Ziylan, İki Çift Söz Yeter adlı kitabında, menkıbeler ve yaşanmış hikâyelerin imkânından azami derecede faydalanarak ortaya çok güzel bir eser koymuş. Tasavvufi bir neşveye sahip olan bir işadamı olarak hayat ve iş tecrübelerini bu eserde okuyucuları ile paylaşmış. Eser daha önce müellifin Yüzakı Dergisi’nde yayınlanan makalelerinin Yüzakı Yayınları tarafından Okurken çok zevk aldığımız bu tatlı kitapta kuru nasihatlerden ziyade sahici tecrübelere yer verilmiş. Hakikaten her biri altın kıymetinde olan bu tecrübelerin paylaşılması çok isabetli olmuş. Eseri okuduğumuzda, üç tane koyun güdemeyen ve hayatlarında hiçbir başarıya imza atmamış kişilerin yazdığı kişisel gelişim kitaplarının ne kadar yavan olduğunu fark ediyoruz. Ya da bu kitap- İnsanların ümitlerini kırmamak gerektiğini, “sen yapamazsın, sen beceremezsin” diye kimseyi karamsarlığa itmemek gerektiğini ifade ediyor. Bu konudaki pedagojik yaklaşımını da Edison üzerinden örneklendiriyor. 36 Ocak ların bizim dinimize ve anlayışımıza uymadığını kavrıyoruz. Eser, pedagojik açıdan da önemli mesajlar içeriyor. Malum; televizyonlara çıkan uzman veya pedagoglar çocuk yetiştirme ile ilgili bir sürü şeyler anlatıyorlar. Bunların içerisinde doğru şeyler olsa da bilgi kaynakları bulanık olduğu için içerisinde bir sürü bize uymayacak bilgiler oluyor. Ahmet M. Ziylan’ın bu eserini okurken satır aralarında toplumumuzun yapısına uyan çok kıymetli pedagojik bilgilerin olduğunu fark ediyoruz. Mesela malının kıymetini bilme ve böylece israftan uzak durma meselesini öyle güzel anlatmış ki… Bakın babası ve dayısı ona nasıl bu eğitimi vermişler? Malının kıymetini bilmeyi Malının kıymetini bilmeyi öğrenmiş! öğrenmiş! o ayakkabıyı kendi parası ile aldığı için, onun kıymetini çok iyi bilmiş ve hiç eskitmemiş. Esasında dayısı ve babası ona malının kıymetini böyle danışıklı bir dövüş yaparak öğretmişler. Yılmama ve yıkılmama Yılmama ve yıkılmama eğitimi de eğitimi de hayatta… hayatta… Farklı zamanlarda üç ayakkabı dükkânı açan ve hepsini de kapatmak zorunda kalan yazarımız, bu eserinde hiçbir başarısızlıktan sonra pes etmediğini ve Allah’a teslimiyet duyguları ile yeni bir işe giriştiğini anlatıyor. İnsanların ümitlerini kırmamak gerektiğini, “sen yapamazsın, sen beceremezsin” diye kimseyi karamsarlığa itmemek gerektiğini ifade ediyor. Bu konudaki pedagojik yaklaşımını da Edison üzerinden örneklendiriyor. Edison ampulü Edison ampulü bulurken Yazarın çocukluğubulurken 990 tane yol nu yaşadığı Antep’te o deniyor ve her seferin990 tane yol deniyor ve her seferinde dönemler iki tür ayakde başarısızlıkla karşılabaşarısızlıkla karşılaşıyor. Fakat o kabı olurmuş. Ucuz olan şıyor. Fakat o yıkılmıyor, yıkılmıyor, her seferinde; “Hedefe biraz yemeni ve pahalı olan her seferinde; “Hedefe daha yaklaştım” diyor. Sonunda ampulü kundura… Arkadaşları biraz daha yaklaştım” icat edince bu icadını halka tanıtmak genellikle yemeni gidiyor. Sonunda ampulü istiyor. Tam ampulü halka tanıtmaya yerlermiş. Yazarımız ise icat edince bu icadını halgötürürken, ampulü taşıyan çırağının dayısının kunduracı dükkâka tanıtmak istiyor. Tam ayağı kayıyor ve ampul kırılıyor. nı olduğu için onun bir çift ampulü halka tanıtmakundurası varmış. O yıllarda ya götürürken, ampulü altı yaşında olan yazarımız, bu taşıyan çırağının ayağı kaayakkabıyı birkaç ayda hemencecik eskitmiş. yıyor ve ampul kırılıyor. Sonra Edison yine uğraşıyor ve bir ampul daha yapıyor. Bu sefer ampulü Bir gün babası kapının önünde ayakkabıları- yine aynı çocuğa taşıtıyor. Yine kırarsın hükmünın halini görünce; “Sen bunlara layık değilsin” nü önceden vererek; “Sen kırdın bunu bir daha diyerek ayakkabıları dama fırlatmış. Yazarımız işitti- taşıma” demiyor. Çünkü o çocuğun yolunu açıği bu azarın tesiri ile çok üzülmüş. O yıllarda An- yor. Yoksa hayatı boyunca orada takılacak. Yazarın tep’te altı yaşına gelen çocuğu pişsin ve hayatı verdiği bu güzel örnek, anne babalara ve bilhassa öğrensin diye bir işe verirlermiş. Yazarımız da öğretmenlere pedagojik bir ilke sunuyor: İnsanlara dayısının kundura dükkânında çalışmaktaymış. Da- başarıyı tattırarak, onlara başarabileceklerini gösteyısı onun bu üzgün halini görünce; “Ne oldu niye rerek, kendilerine güvenmelerini sağlayabilirsiniz… üzgünsün?” diye sormuş. O da sabah olanları anSabırlı olmayıdada latmış dayısına… Dayısı; “Üzüldüğün şeye bak, Sabırlı olmayı hahayattan yattan öğrenmiş şimdi gider komşudan sana bir yemeni alırız” öğrenmiş demiş. Beraber gitmişler 175 kuruşa borca bir yemeYazarımız sabır eğitiminin de küçük yaşni satın almışlar. Yazarımızın haftalık maaşı 25 kuruşmuş. Yedi hafta çalışmış ve bu ayakkabı- ta verilmesi gerektiğini söylüyor ve bunun da nın borcunu taksit taksit ödemiş… Yazarımız toplumun içinde pişerek öğrenilebileceğini sa- Ocak 37 vunuyor. Kendi çocukluğundan güzel bir örnekle bu meseleyi de çok tatlı bir şekilde anlatıyor: Çırakken etrafı sac, altı ahşap bir kovayı, ustası yazarımızın eline verip zaman zaman dükkâna su getirmesini istermiş. O sıralar çocuk olan yazarımız, bir gün caminin sularının kesik olduğunu görünce, susuz dönmesinin de uygun olmadığını düşünerek oradaki evlerin kapısını vurmuş ve su istemiş. Dışardaki bahçe kapısına kadar gelen teyzelerin kimisi kızmış, kimisi “işim var” demiş ve onu geri çevirmişler. Belki de bir daha istemesin, alışmasın diye de böyle yapmış olabilirler. Neyse birkaç kapı denedikten sonra, bir teyze su vermeyi kabul etmiş ve yazarımız suyu dükkâna götürebilmiş. O kadar zahmetle bulduğu suyu büyük bir mutlulukla ustasına götüren yazarımız, bir de ne görsün? Ustası suyu almış ve dükkânı serinletmek için dükkânın önüne dökmüş. Sonra da kovayı bir daha su getirmesi için ona vermiş. İşte bu da yazarımız için çok güzel bir sabır eğitimi olmuş… Kalfalara sabretmek zordur Kalfalara sabretmek zordur Sabır ve sebat duygusunu kazanmakla ilgili şöyle bir anısını daha anlatıyor yazarımız. Çalıştığı yerde bir kalfa kendisini bir kutu jilet almaya göndermiş. O da bir kutu jilet alıp gelmiş. Kalfa fark ettirmeden içinden bir tane jileti alıp, yerine paslı bir jilet koymuş ve “Al bu kalitesiz malı götür geri ver” demiş. İade etmek için gittiği bakkal amca, içini açmış bakmış ki içinde paslı bir jilet var. “Bu yaşta beni kandırmaya utanmıyor musun?” diyerek, yazarımızı bir güzel dövmüş. Bir çocuk için bu olay gerçekten de bir sabır imtihanı… Fakat yazarımız bu tür olayların insanı pişirdiğini söylüyor. Bu ve benzeri olaylara rağmen yazarımız ustaların ve kalfaların kahrını çekmiş ve sonunda o sanatı en iyi bir şekilde öğrenerek kendisi de bir usta olmuş. Şimdi Türkiye’nin en büyük ayakkabı firmasının sahibi olan yazarımız, belki de bu sabrı sayesinde bu günlere gelmiş. Ağlatan ekmek de olur! Ağlatan ekmek de olur! Yazarımız israfla ilgili olarak da eserinde iki tane yürek acıtan anısını anlatıyor ki bunların ibret vesikası olarak ders kitaplarına girmesi gerekir diye düşünüyoruz. Yazarımızın annesi bir gün çöpe atılmış bütün bir ekmek görüyor ve eve döndüğünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Annesine neden ağladığını soran yazarımız, annesinin bu ekmeği görünce bir anısının aklına geldiğini ve onun için ağladığını öğreniyor. Annesi 14 yaşında genç bir kız iken bir dönem evlerinde bir lokma bile ekmek olmazmış. Antep harbinde asker olan amcası, kendilerine verilen günlük bir ekmeğin hepsini yemeyip bir kısmını onlara ayırırmış. Annesi ve diğer kardeşleri yirmi dört saat o ekmeği beklerlermiş. Akşama doğru amcası geldiğinde de o ekmeği kapışırlarmış. Bir gün sabah yazarımızın annesi kendi annesini üzüm yapraklarını çiğnerken görmüş. “Ne Sonra Edison yine uğraşıyor ve bir ampul daha yapıyor. Bu sefer ampulü yine aynı çocuğa taşıtıyor. Yine kırarsın hükmünü önceden vererek; “Sen kırdın bunu bir daha taşıma” demiyor. Çünkü o çocuğun yolunu açıyor. Yoksa hayatı boyunca orada takılacak. 38 Ocak yapıyorsun anne?” demiş. Anneannesi önce söylemek istememiş ama annesinin ısrarı üzere söylemek zorunda kalmış. Fedakâr anne akşam gelen ekmeği çocuklar yesin diye yememiş ve üzüm yaprakları ile midesini susturmaya çalışmış. Yazarımız bu olayı ve annesini gözyaşlarını hiçbir zaman unutamadığını söylüyor. Ekmekleri israf eden insanlarımız keşke bu hikâyeden ibret alsalar… kadar küreklerle çuvallara kar basıp, onu da şerbetçiye götürmüşler. Akşam olduğunda un alacağız diye sevinçli bir şekilde evlerine doğru dönerken, dayısı ve vergi memuru gelmiş ve “kar basmışsın paran vardır” diyerek para istemişler. Babası; “Bu çocuklar üç gündür aç ona göre isteyin” demiş. Buna rağmen dayısı babasının kuşağına elini atmış ve parasını almış. O gece pestil yiyip yatmışlar. Kara unun hikâyesi Karadüşen düşen unun hikâyesi Sabah olunca yine pestil yemişler. Bir bakmışlar ki yine kar yağmaya başlamış. Yine çok sevinmişler Eserdeki en güzel bölümlerden birisi de baba- ve beraber kar basmaya gitmişler. Akşam olduğunda sının yürek burkan bir anısına yer verdiği Yaşayış parayı tahsildara kaptırmadan eve gelmişler. Evde Farkı başlıklı bölüm. Yazarımız bölümün sonunda bir kap olmadığı için annesi bir örtü vererek abisini bu yaşanmış hikâyeyi herkesin duymasını istediği- un almaya göndermiş. Fakat abisi bir türlü gelmek bilmemiş. Bunun üzerine ni söylüyor. Gerçekten de Annesi 14 yaşında genç bir babası ile birlikte ona baksahibi olduğu nimetlerin kız iken bir dönem evlerinde bir lokmak için dışarı çıkmışlar. farkında olmayan insanlama bile ekmek olmazmış. Antep harYolda bir adam; “Oğlun rın ders alması gereken ibbinde asker olan amcası, kendilerine unu karın çamurun üsretlik bir hikâye anlatılıyor verilen günlük bir ekmeğin hepsini yetüne dökmüş, toplamabu bölümde… Yameyip bir kısmını onlara ayırırmış. Anya çalışıyor” demiş. Abizarımızın babası, babasınnesi ve diğer kardeşleri yirmi dört saat sinin olduğu yere gitmişler dan şunları duymuş: o ekmeği beklerlermiş. Akşama doğru ve görmüşler ki abisi unu karların çamurların üstüne amcası geldiğinde de o ekmeği kapışırEskiden Antep’te şerdöküvermiş, ne yapacağını larmış. betçiler olurmuş. Kar yağşaşırmış bir vaziyette topladığı zaman çuvallarla şermaya çalışıyor. betçilere kar götürüp, akşam olunca da iki kilo un parası kadar bir ücret alırlarmış. Bir gün kar yağınca o zaman çocuk olan yazarımızın dedesi, bugün kar taşıyacağız, un alıp ekmek yiyeceğiz diye sevinmiş. Babası ve abisi ile birlikte akşama Abisi babasını görünce hemen ayağa kalkmış. Babası abisine öyle bir tokat atmış ki abisi neredeyse yere yıkılacakmış. Ümitleri yıkılmış bir vaziyette eve dönmüşler. İki gün akşama kadar çalıştıkları halde bir sıcak ekmeğe hasret kalmışlar. Sonra ne mi olmuş yazarımızın dedesi anlatmaya devam ediyor: “O tokadı yiyen ağabeyim birkaç sene sonra on sekiz yaşında askere gitti. Gidiş o gidiş… Bir daha geri dönmedi nerede öldü, nerede kaldı belirsiz. Babam hatırladıkça; ‘Ah ben o tokadı niye attım’ diye yanar dururdu… ” Bize de bu ibretli hikâyeyi dinledikten sonra, bir pirinç tanesinin veya ekmek kırıntısının ne kadar büyük nimetler olduğunu idrak etmek ve şükretmek düşüyor. Ocak 39 KAYA GAZI: ENERJİ MERKEZİ ORTADOĞU’DAN KAYIYOR MU? Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir DEVELİ D ünyada meydana gelen nüfus artışı ve hızlı ekonomik büyüme daha yüksek enerji talebi sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Klasik enerji anlayışına göre, geleneksel enerji tedarikçi bölge ve ülkelerin bu çerçevede önemimin artacağı yönündeydi. Çünkü AB ve ABD’nin artan enerji erjiyi n e e v ak u l a şm haiz e y i j e r n e i n s i E j e kn o l o t omik n a o m k e n a n ku l l i ülkeni r i öneml b k n a e o lm i ç in ı s a m k al k ı n ridir. i b n a lard u n su r talebiyle birlikte, zaten enerji bağımlısı olan bu bölgelerin enerji bağımlılığı artacaktı. Fakat son 20 yılda meydana gelen enerji alanındaki sessiz devrim bu klasik enerji arz-talep algısında derinden ve oldukça somut bir şekilde değiştiriyordu. Peki, bu son dönemde Suriye ile savaşın eşiğine gelen dünya’da enerji fiyatlarının dalgalanmaması ve batının artık Ortadoğu’yu sadece dünyanın yegâne enerji merkezi olarak görmemesini etkileyen bu gelişme nedir? Enerji dengeleri ve bu dengelere bağlı olarak Ülkelerin ulusal güvenliklerini etkileyen politika yapım süreci değişiyor mu? Artık Batı için Ortadoğu sadece İsrail’inin güvenliği mi? Dünya enerji arz ve talebini derinden etkileyen yeni enerji kaynağı kaya gazı yenidünya eko-politiğine olan etkisi nedir? 40 Ocak İnsanlığın en önemli ve vazgeçilmez saydığı ihtiyaçlardan birisi şüphesiz ki enerjidir. Enerji, ülkelerin ekonomik gelişmişliklerini ve ulusal güvenliklerini derinden etkileyen temel bir olgudur. Şöyle ki ülkelerin refah düzeyleri bir yandan kişi başına düşen milli gelirle değerlendirilmekle beraber, öte yandan aynı zamanda kişi başına enerji tüketimiyle de değerlendirilmekte ve enerji, ekonomik bir gelişme aracı olarak görülmektedir. Tarihte enerjiye ulaşmak ile ekonomi arasında sıkı bir ilişki vardır. Nitekim İngiltere kömürü enerji kaynağı olarak kullanarak, insan gücüne dayalı üretim modelini terk etmiştir. Kitle üretim imkânlarıyla diğer ülkelere göre üretim maliyetlerinde mukayeseli üstünlük elde etmiştir. Şöyle ki İngiltere’de meydana gelen sanayi devrimi Osmanlı sanayisini olumsuz yönde etkilemiştir. 19. yüzyılda Sanayi Devriminin sonuçlarının Osmanlı dünyasına etkisi ile birlikte dokumacılık gerilemeye başlamıştır. Osmanlı imalatının büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkârlar tezgâhlardan sağlamıştır. XVIII. yüzyılın son otuz yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabilmekteydi. Fakat XIX. yüzyıl başlarında bu alanda da gerileme başlamıştır. Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının ortaya çıkmaya başlaması ile birlikte Avrupa’da makine ile üretilen mallar Osmanlı pazarlarına girmeye başlamıştır. Bu malların fiyatları ucuzluğu ile Osmanlı iç tüketiminde önemli bir yer almaya başlamıştır. 1812 senesinde İşkodra’da 200, Tırnova’da 2000 tezgah çalışmaktayken 1831 senesinde tezgah sayısı İşkodra’da 40’a, Tırnova’da ise 200’e düşmüştür. Bu düşüş eğilimi yüzyıl boyunca sürmüş fakat yine de tam anlamıyla ortadan kaybolmamıştır. Dolayısıyla, enerjiye ulaşmak ve enerjiyi kullanma teknolojisine haiz olmak bir ülkenin ekonomik kalkınması için en önemli unsurlardan biridir. Ekonomik gelişmişlikle birlikte artan enerji talebi ülkeleri sürdürülebilir enerji arzı sağlama- ya bu kaynakları çeşitlendirmeye ve verimli kullanılır bir hale getirmeye itmiştir. Bununla birlikte enerji teknolojisi ya ithal edilmiş veyahut ülkeler kendi bilgi ve deneyimleriyle gerekli teknolojiyi üretmişlerdir. Teknolojiye sahip gelişmiş ekonomilerin tersine, enerji zengini ülke ve bölgeler yapısal politik ve ekonomik sorunlar ile karşı karşıyadırlar. Enerji zengin ülke ve bölgelere bakıldığında politik ve ekonomik istikrardan bahsetmek oldukça güçtür. Bu Ülke ve bölgeler; Ortadoğu, Kuzey Afrika, Hazar bölgesi, Orta Asya, Rusya, İran ve Latin Amerika dır. Bu ülkelerin birçoğu son yüzyılda istikrarlı ekonomik ve politik bir yapıya sahip olamadılar. Önemli nedenlerden bir tanesi ise Enerji bağımlısı Ülkelerin bu bölgeler üzerinde ki emperyalist baskılarıdır. Manidardır ki, dünya fosil enerji kaynaklarına sahip ülke ve bölgeler ekonomik ve politik istikrardan uzakken enerji bağımlısı Batı ekonomik açıdan gelişmiştir. Özellikle Batılı Devletler bu yaşamsal ihtiyaçları sağlamak amacıyla özellikle son yüzyılda enerji kaynaklarına sahip olmak, olamadığı takdirde de bu enerji kaynaklarının dağıldığı veya yoğunlaştığı bölgelerde kontrole sahip olmak, kaynakların üretilmesinde, farklı amaçlı kullanımlara dönüştürülmesinde ve dağıtımında söz sahibi olmak istemişlerdir. Bu talepler her devletin günümüzde en stratejik Osmanlı imalatının büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkârlar tezgâhlardan sağlamıştır. XVIII. yüzyılın son otuz yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabilmekteydi. Ocak 41 hedefi haline gelmiştir. Nitekim ABD’nin Irak müdahalesinin altında yatan en önemli sebeplerden birinin yoğun enerji kaynaklarına sahip olan bu bölgeyi kontrol altına almak olarak iddia edilmektedir. Çünkü ABD enerji bağımlısı bir ülkedir. Amacı ise bu bağımlılığı azaltmak veya enerji arzını kontrol ederek enerji güvenliğini sağlamaktır. Dolayısıyla, enerji bağımsızlığı ile siyasi bağımsızlık ve ekonomik istikrar arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Özellikle ekonomik gelişmişlik açısında oldukça ileri bir noktada olan Avrupa Birliği, Rusya’ya olan enerji bağımlılığından dolayı hayli tedirgin olmakta ve enerji arzını çeşitlendirmenin yollarını aramaktadır. Etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklarıyla, ticaret yollarının kesiştiği, dünya fosil enerji kaynaklarının yaklaşık %70’ine sahip olan Ortadoğu günümüzde bölgesel ve küresel güç odaklarının merkezinde yer almaktadır. Bu merkez I. Dünya savaşından itibaren kaynamaktadır. Ortadoğu, Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra sürekli adını siyasi istikrarsızlıklar ve çatışmalar ile duyurmuştur. Son yüzyılda yaşanan bu siyasi istikrasızlığın altında ise bölgenin sahip olduğu zengin fosil rezerv zenginlikleri ve İsrail’inin güvenliği yatmaktadır. Fakat 2000’li yılların başında Kuzey Amerika’da gerekli teknolojik yeniliklerin elde edilmesiyle üretilmeye başlayan kaya gazı pek çok dengeyi değiştireceği gibi Orta Doğu’ya duyulan enerji bağımlılığını azaltacak bir etkiye sahiptir. Önceden var olduğu bilinen bu gaz formu yeterli ve feasible üretim tekniklerinin yokluğundan üretilemiyordu. Fakat Kuzey Amerika’da geliştirilen sistemle artık üretimi mümkündür. 2000’li yılların başından itibaren ABD geliştirdiği teknoloji ile kaya gazı üretimine başlanmıştır. Kaya gazı, yatay sondaj ile hidrolik kırma yöntemleri ile elde edilen ve yeryüzüne taşınabilen ana kayayı terk etmeyen bir gazdır. 2011 yılda ABD’nin toplam kaya gazı üretimi 17 milyar metreküp olmuştur. Yapılan tahminlere göre 2030 yılına kadar ABD toplam doğal gaz ihtiyacının yarısını kaya gazından elde edecektir. Üretilen bu doğal gaz miktarı ile ABD dünyanın en büyük doğalgaz üretici ülkesi durumuna gelmiştir. IEA tarafından yayınlanan World Energy Outlook’a göre petrol ve doğal gaz üretimde ABD, 2017 ile 2035 yılları arasında dünya global enerji üretiminde ilk sıraya yükselecektir. Öngörülen bu enerji üretimi gerçekleştirildiği taktide ABD enerji ithalatı kalmayacak ve toplam doğal gaz ihtiyacının %55’ini kaya gazından elde edecektir. Global Kaya Gazı Rezerv Alanları Kaynak: U.S Energy Information Administration After Advances Resources: http://www.ogj. com/articles/print/volume-111/issue-12/exploration-development/shale-gas-and-oil-fundamentally-changing-global-energy-markets.html Şekilde, kırmızı ile gösterilen alanlar kaynak tahminli kaya gazı rezervlerini göstermektedir. Sarı bölgelerler ise kaynak tahmini olmayan rezerv bölgeleri göstermektedir. Şekilden de anlaşılacağı gibi klasik fosil yakıtların tersine, kaya gazı dünyada daha dengeli bir dağılıma sahiptir. 2013 Uluslararası Enerji Ajansı verilerine gore, Dünyada 43 ülke teknik olarak çıkarılabilir kaya gazına sahiptir. Toplam kaya gazı rezervlerinin %15’i Çin, 2013 Uluslararası Enerji Ajansı verilerine gore, Dünyada 43 ülke teknik olarak çıkarılabilir kaya gazına sahiptir. Toplam kaya gazı rezervlerinin %15’i Çin, %11 Arjantin, %10 Cezayir, % 9 ABD, %8 Kanada, %7 Meksika, %6 Avustralya, %5 Güney Afrika ve %4, Brezilya, Venezüella, Polonya, Ukrayna, Fransa ve Libya’ya aittir. 42 Ocak %11 Arjantin, %10 Cezayir, % 9 ABD, %8 Kanada, %7 Meksika, %6 Avustralya, %5 Güney Afrika ve %4, Brezilya, Venezüella, Polonya, Ukrayna, Fransa ve Libya’ya aittir. gazı rezervlerine sahipler. Sadece çıkarımı için ileri teknoloji ihtiyacı gereksimi olan kaya gazı üretiminin 2020 yılına kadar dünya’da birçok ülkede üretimine başlanılacağı tahmin edilmektedir. Ortaya çıkacak yeni resim en çok klasik rezerv ülkelerini etkileyecektir. Veriler ışığında dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ise Çin’in dünya kaya gazı rezervlerinin yaklaşık olarak %15’ine sahip olmasıdır. Dünya fosil enerji kaynaklarının çoğuna Ekonomik gelişime bağlı olarak son 10 yılda Çin’in sahip ülkeler İslam ülkeleridir. Bu ülkeler şimdienerji tüketimi %150 oranında artmıştır. 2010 ye dek enerjiyi kalkınma aracı olarak değil sadece bir yılında Çin dünyanın en çok enerji tüketim ihraç kalemi ve gelir getirici bir kalem olarak gördüler. ülkesi durumuna gelmiştir. Bu bağlamda ener- Ekonomik kalkınma için dünyanın diğer tüm ji bağımlılığı artmış ve dışa olan petrol bağımlılı- bölgelerinden daha fazla enerjiye sahip Ortağı % 40’a yükselmiştir. Enerji güvenliği doğu ve OPEC ülkeleri bu avantajlarını şuana açısından kaynakları çeşitlendirme ihtiyacı artmış ve kadar üretim sürecine katamadılar. Çünkü sabir yenilenebilir enerji kaynayileşme son derece zayıf nağı olan güneş enerjisi yabu bölgelerde. Oysa yazıtırım oranları ciddi ölçüde nın başında bahsedildiği artmıştır. Fakat dünya energibi enerjiye sahip olmak İslam ülkeleri bugün halen cari ji ajandasında meydana geve üretim sürecine ucuz olarak tüketilen fosil yakıtların len son değişmeler Çin’i de girdi olarak katmak bilmek merkezi durumundadır. Bu avantajın çok yakından etkilemiştir. bugün ki sanayileşmenin Çevresel olumsuz etkianahtarıdır. bir an önce üretimle buluşması leri sınırlı olan bu eneroldukça önemlidir. ji kaynağı türü de olan Globalleşen dünya’da kaya gazı Çin’ de bolca bilgi toplumu olma özeliğini bulunmaktadır. Fakat daha artırmaktadır. Yetersahip olduğu bu enerji li bilgi ve teknolojiye sahip türünün bolluğuna rağmen toplumlar bir zamanlar ekonomik olmayan enerji Çin’de henüz yeterince çalışma yapılmamak- formlarını dahi günümüzde yüksek teknolojik imkântadır. Çin bu yeni enerji formunu çıkarmak için ye- lar ile ekonomik hale getirebilmektedirler. Kaya gazı terli teknolojiye sahip değildir. Bu bağlamda dış devrimi ile birlikte 2030’lu yıllarda Orta Dodesteğe ihtiyaç duymaktadır. ğuya olan doğal gaz enerji bağımlılığının %20 Dünya enerji talebinin ağır taşları bugün artık dengeleri değiştirecek olan zengin kaya ’nin altına düşmesi beklenilmektedir. Dünya enerji üretiminde ABD, Çin ve AB’nin ilk üç sırada olması tahmin edilmektedir. Ucuz enerji girdisi ayrıca bu ülkelere rekabet üstünlüğü sağlayıp Ortadoğu, Rusya, İran, Kuzey Afrika ve Latin Amerika’ya olan bağımlılığı azaltacaktır. Böylece, enerji fiyatlarında ki dalgalanmalar azalacaktır. Ayrıca, Rusya ve İran’ın enerjiyi siyasi bir güç olarak kullanma kabiliyetleri düşürülüp elde edilen yeni enerji kazanımıyla AB ve ABD dünya üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda ortak politika belirlemede daha rahat olacaklardır. Örneğin, Ortadoğu’ da artık İsrail’in güvenliğine dair daha somut politikalar görmek mümkün olacaktır. İslam ülkeleri bugün halen cari olarak tüketilen fosil yakıtların merkezi durumundadır. Ocak 43 Bu avantajın bir an önce üretimle buluşması Ortadoğu sahip olduğu enerji kaynakla- oldukça önemlidir. Enerji aynı zamanda bu ülke- rıyla bulunduğu bölgedeki ülkelerin gelirlerini ler için ekonomik ve politik entegrasyon için bir araç artırmaktadır. Fakat şuana kadar ucuz enerji girdi olma özelliğine de sahiptir. Fakat bilindiği gibi ekono- olarak sanayileşmenin düşük olmasından dolayı üre- mik büyüme ve istikrar aynı zamanda politik istikrar- tim sürecine etkin bir şekilde katılamamıştır. 40-50 dan ve kararlılıktan geçmektedir. Bu ise mevcut yapı- yıl kadar ömür biçilen petrolün aksine doğal sı ile birçok İslam ülkesinde yoktur. Bilgi toplumu gazın ömrü Amerika başlayan kaya gazı devri- olma ve üretme İslam ülkelerinin sahip olması mi ile daha da artmıştır. Sadece kaya gazının gereken oldukça hayati konulardır. ABD’nin iç enerji üretimine 100 yıllık katkısı olasıdır. Bu durum enerji yoğunluğunu Ortado- Tıpkı kendini en kötü senaryo göre hazırlayan ve enerjinin suyunun suyunu çıkaran ve enerji ve- ğu’dan Amerika kıtasına kadar götürmekte ve Çin ve ABD’ye tarihi bir fırsat sunmaktadır. 40-50 yıl kadar ömür biçilen petrolün aksine doğal gazın ömrü Amerika başlayan kaya gazı devrimi ile daha da artmıştır. Sadece kaya gazının ABD’nin iç enerji üretimine 100 yıllık katkısı olasıdır. rimliliğini en üst düzeyde tutan Japonya bu yönüyle İslam toplumuna örnek olmalıdır. İslam dini tasarrufu emrediyor. Bugün sadece tasarruf klasik olarak algıladığımız az tüketme değil aynı za- KAYNAKÇAKaynakça An HIS Report (20129, ‘ America’s New Energy Future: The Unconventional Oil and Gas Revolution and the US Economy’ Volume 1: National Economic Contributions. manda daha az tüketmenin teknolojik olarak elde edilmesi ve mevcut kaynakların üretim ve tüketim verimliliğinin artırılmasıdır. Bu durum CHIROL, Valentına, The Middle East Question or Some Problems of Indian Defence, London, John Murray, Albemarle Street 1903. İslam toplumuna aynı zamanda bilgi toplumu olma özelliğini de yüklemektedir. Batı toplumu enerji yoksunu olmasına rağmen gerekli bilgi ve do- DEMİRBAŞ, Ayhan, 2003, Fuelwood Characteristics of Olive Husk and Walout, Sunflower and Almound Shells, Energy Sources, No 25. nanımla bu eksikliğini enerji zengin ülke ve bölgelere teknoloji transferi ile telafi etmiştir. Hatta kaya gazı gibi yeni enerji formlarıyla gelecekte ki enerji bağımlılığını tersine çevirme ihtimalini güçlendirmektedir. IEA (2013), Annual Energy Outlook, http://www.eia. gov/energy_in_brief/article/about_shale_gas.cfm EIA (2013), ‘Technically Recoverable Shale Oil and Shale Gas Resources: An Assessment of 137 Shale Formations in 41 Countries Outside the United States, U.S.’Energy Information Administration, June, 2013. http://www.eia.gov/ analysis/studies/worldshalegas/ Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara Üniv. DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 s.56 F. J. Moberly, Irak Seferi 1914-1918, C. 1, Osmanlıcaya Çeviren: Binbaşı Mehmed Cemal, Matbaa-i Askeriye, İstanbul 1928 (Ekli Haritalar). Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820-1913 İstanbul: Tarih Vakfı 2005. s. 127. 44 Ocak Meal Müslümanlığı ve Din’de Zorlama Murat TÜRKER D in ile irtibatını meal okumaya hasretmiş bir mü’minin, mesela el-Bakara 2/256’da geçen “Din’de zorlama yoktur” hükmünden ne anlamasını bekleriz? Bu âyetle olan ilişkisini âyetin meali ile (daha doğrusu meal yazarının âyeti nasıl anlayıp çevirdiği ile) sınırlayan birinin, söz konusu ‘zorlama’nın Din’in içinde mi, dışında mı; Din’e girmeden önce mi, yoksa Din’e girdikten sonra da mı vs. olduğu hususundaki kanaati nasıl şekillenecektir? Ben söyleyeyim… Tefsire, yani bu âyetin tefsirle ilgilenen ilim ehlince nasıl anlaşıldığına müracaat etmediği müddetçe, ‘zorlama yoktur’un altını büyük ihtimalle yaşadığı devrin yönlendirmesiyle şekillenen kendi zihnî kabulleriyle dolduracaktır. Ve tahmin edilmesi hiç zor değil; ‘zorlama’ kelimesini duyunca al görmüş boğaya dönecek ölçüde şartlanmış modern bir zihnin, şahsî tecrübe ve gözlemleriyle varacağı sonuç, “Din’e girerken de, girdikten sonra gereklerini yerine getirme hususunda da herhangi bir zorlamanın olamayacağı” yargısıdır. Bakın problem nasıl dal-budak sararak büyüyor: Evvela, etkisinde olduğu zihnî kuşatma nedeniyle, ‘zorlama’ kelimesine zaten alerjik bir tepkiyle yaklaşıyor. Kafasında, ‘zorlama’nın her türü baştan tukaka edilmiş durumda. İkinci adımda ise şu oluyor: Mealle yetinerek âyete yüklediği indî/ keyfî mana sayesinde, kafasında ‘zorlama’ kelimesine karşı muhkemleşmiş olumsuz önyargının Kur’an tarafından da teyid edildiği kanaatine Ocak ulaşıyor. (Dikkat edilsin, “Kur’an tarafından” dedim; doğrusu “meal tarafından” olmalıydı ama okuduğu şey meal olduğu halde, okuma sonucunda zihninde şekillenen bilgi, ne yazık ki, çoğu meal okuru tarafından “Kur’an’ın yaklaşımı” olarak takdim ediliyor) Yani zaten zihinde modern savrulmadan nasibini almış bir ‘ön kabul’ var. Tefsirden sarf-ı nazar ederek meal okumak, bu ön kabulün Kur’an tarafından da teyid edildiği zannına vücut veriyor. Neticede zihnî ‘ön kabul’, Kur’an destekli (!) ‘ön yargı’ya dönüşüyor. Oysa basit bir tefsir tetebbuatı bile, ilgili âyetteki ‘zorlama’nın Din’e girme konusu ile sınırlı olduğu, Din’e giren birinin ise mükellefiyetleri konusunda pekâla mecbur tutulabileceği gerçeğini keşif için yeterli olacaktır. İkna olmayanlar, dört mezhebin kaynaklarına bakarlarsa, bu mezâhibin ittifakla, müslümanın çeşitli müeyyidelerle namaz kılmaya ‘zorlanabileceğini’ söylediğini göreceklerdir. Dolayısıyla “Meal okumama propagandası yaparak insanların Kur’an ile irtibatını törpülüyorsunuz!” tespitinin, ne yazık ki pratikte hiçbir karşılığı yok. Zikrettiğimiz açıdan meallere mesafeli durmak, Kur’an ile irtibatı güdükleştiren değil, tam tersi, Kur’an’la irtibatı daha sahih bir zemine oturtan bir yaklaşımdır. Kaldı ki ben, soranlara, “mutlak manada meal okumamasını” değil, “mealle yetinecekse meal okumamasını” tavsiye ediyorum. 45 Yatsı Namazının Vakti Ne Zaman Çıkar?… Hüsyin AVNİ Kuyuya bir taş daha atıldı… Zır câhil ve edebsiz yine zırvaladı… Ümmetin İmamlarının tamamı namaz vaktiyle alakalı bir âyeti -hâşâyanlış anlamış veya doğru anlamış ama saptırmış; lâkin Vatikan işbirlikçisi megalomani cüce bir vatandaş doğru anlamış…(!) ş öy l e ve am azz e h in t ş a e n All ü “G lı k dır : a t k karan a e c m e r g u n buy nd a ğ ru ı l m a sı r y a dos do n ı e z d a e te p am ve d ek n a öğ l e y i y , a ı c z n a ı s m ba na r. e t i ki 2 Bu ây aktadı m r .” u . l d kı un d e bu l n i ç i ı akşam c el l e 46 Eskinin demagoglarında ve iğrabçılarında1 ne de olsa bir mikdar edeb ve haya vardı; şimdikilerde ise usturaya sürülecek kadar bile olsa bunlardan bir şey kalmamış… Ağız kalaba lığı ile becerilen yanıltmalarla doğruyu yanlış veya hakkı batıl göstermek hokkabazlığı içinde olan eskinin muğâlata erbabı hiç değilse şimdikiler kadar kendini derhal ele verecek kadar basit ve mübtezel değillerdi; kısa müddet için de dahi olsa muhâtablarını yanıltmaya muktedir idiler. Şimdikiler ise tam bir şaklaban manzarası arz etmektedirler. İşleri külahtan tavşan çıkarmak seviyesizliğinde bile değil… İlla da hiç söylenmeyenin söylenmesine meraklı olmak ve kilitlenmek hastalığına mübtelâ olanlara, bu isteklerini yetiştirmek maskadıyla yalan uyduran iğrâb erbâbı bunlardan çok daha az haysiyyetsiz idiler… Ocak Neyse meselemize gelelim… Namaz Vakitlerini Namaz VakitleriniGösteren Gösteren Ây etler… Âyetler… Âyetlerin namaz vakitlerini göstermesi -Sünnet’in beyânı olmadan- çok da açık değildir. Dolayısıyla aşağıda gelecek olan isrâ sûresinin yetmiş sekizinci âyetinin namaz vakitlerinin tamamını gösterdiğini kesin yolla söylemek doğru değildir. Evet, âlimlerin çoğu bu âyette beş vakit namaza işâret edildiğini ifâde etmek tedirler; lâkin bu, sadece işâret mertebesinde olup kesin ve net değildir ve bunun yanında farklı görüşte olanlar da vardır. Nitekim Allâme Cessâs şöyle diyor: Allah’ın Kitâb’ı, beş vakit namazı içinde bulundurmaktadır. Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Güneşin tam tepeden ayrılmasından gece karanlık basıncaya dek namazı dosdoğru kıl..”2 Bu âyet iki namazı, öğleyi ve akşamı içinde bulundurmaktadır. Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Gündüzün iki tarafında namazı kıl…”3 Bu iki taraf ikindi ve sabahtır. Allah teâlâ yine şöyle buyurdu: “Geceden (akşama veya sabaha yahut da her ikisine) yakın bir zamanda da (namazı dosdoğru kıl)…”4 Yatsıyı kast etmektedir. Allah teâlâ şöyle buyurdu: “Güneşin doğmasından ve batma(sın)dan evvel Rabbinin Hamdi ile (O’nu) tesbîh et.”5 Bu ikisi de yine sabah ve ikindidir. [Cessâs’dan Nakil Bitti.]6 Görüldüğü gibi Cessâs meseleye başka bir şekilde bakıyor. Doğrusu, yukarıda geçen âyetlerin birincisi olan İsra (78)’den Sünnet ve İcma delilleri olmadan beş vakit namazı ve sınırlarını çı- karmak imkânsızdır. Namaz vakitleri içün bu âyet başlıbaşına yeter bir delil sayılacak ise, öğleyin güneşin zevâlinden gece zifiri karanlık basmasına kadar durmadan namaz kılmak mecburiyeti olurdu ki bunu ancak bir dîvâne iddiâ edebilir… Âyette geçen “Ve Ku’râne’l-fecr” şayet “Ve sabah namazını da (ıkâme et)” şeklinde tercüme etmek ancak mecâza gitmekle mümkin olabilirken Cessâs’ın yaptığı gibi “Sabah namazının kıraatini de (ıkâme et)” biçiminde bir mana vermekte ise bu mecaz yoktur. Ancak bilenler bilir ki, hakîkî manaya mâni bir delil veya ipucu yokken mecaza gidilemez. Şu halde anlaşmazlık bu mâni karinenin bulunup bulunmadığına dönmekte, Cumhûr ‘Vardır ve bu Sünnet’in beyanıdır’ derken kimisi de ‘yoktur’ demektedir. Ayrıca da dilde “kırâeti ıkâme etme”nin dilde bilinmediğini iddiâ etmektedirler. Alâ külli hâl bu âyette -Sünnet’in beyânı bulunmadan- iki vakit namazdan, yani ikindi namazından ve akşam veya yatsının birinden açık olarak söz edilmemektedir: Şâyet illa da bu âyet beş vakti bildiriyor deniliyorsa, “ğaseku’l-leyl” gece karanlığının toplanması, tam bir karanlık halinin çökmesi kimilerince “ğâye’nin muğay ya’ya dahil olması”nın caiz olduğu kabûl edilen noktalardan olması takdirinde kaide icabı ‘Bu zaman akşamı ve yatsıyı içine alır ve yatsı fecrin doğuşuna kadar devam eder’ denilebilir; buna ilim, akıl ve idrak dâiresinde hiçbir mani de yoktur.7 Âyetteki “Ve Ku’râne’l-fecr” terkibini “fecrin yoğunluğu” diye çevirmek ise Rahmân sûresindeki “lâ yeltekıyân” yani “Buluşmaz ve kavuşmazlar” cümlesini kahramanımızın hemşerisi bir “hoca”nın(!) “yalıtkan” diye tercüme etmesi kadar güldürücü ve öldürücü… “ğaseku’l-leyl” “gece karanlığı nın toplanması”nı bazen şafağın kaybolması bazen de gece yarısı diye tercüme etmek, yarısı yanlışa alet edilen bir doğru, yarısı da delilsiz bir uydurmayı bulunduran tenakuz dur… Ahmed, İbnu Hibbân ve Nesâî Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsaydım, yatsıyı elbette gecenin üçte birine veya yarısına tehir ederdim.”8 Ocak 47 Namaz Vakitlerini Gösteren Hadîsler… Namaz Vakitlerini Gösteren Hadisler… Sünnet namaz vakitlerini beyan etmektedir; bu hususta hadîsler vardır. Bunlar neredeyse sayılamayacak kadar çoktur; onlardan daha çok akşam ve yatsıyla alakalı olan birkaç tanesini getirmekle iktifâ edelim: Ahmed, İbnu Hibbân ve Nesâî Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsaydım, yatsıyı elbette gecenin üçte birine veya yarısına tehir ederdim.”8 Ahmed, Tirmizî ve başkaları Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsay dım, onlara kesinlikle yatsıyı gecenin üçte biri ne veya yarısına bırakmalarını emrederdim.”9 Buhârî, Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir: “Nebi sallallahu aleyhi ve selem yatsı namazını gecenin yarısına kadar bırakmıştır.”10 Ahmed, İbnu Ebî Şeybe, Müslim, Ebû Dâvûd ve Nesâî, Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhumâ’dan rivâyet etiler: “Akşam namazının vakti şafak kaybolmadığı müddetçedir; yatsının vakti de gecenin yarısı na, ortasına kadardır.”11 “Ardından akşamı, şafağın kaybolmasının önüne kadar geçiktirdi; sonra da ona yatsıyı emretti ve gecenin üçte biri geçince kıldı. Sonra da ‘Namaz vakitlerini soran nerededir?’ buyurdu. Bunun üzerine bir adam ‘Ben’ dedi. O da ‘Namazın vakitleri bu ikisinin arasında olduğu gibidir’ buyurdu.”12 Abdurrezzak, İbnu’l-Münzir ve Beyhakî, İbnu Abbâs radıyallahu anhumâ’dan şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: “Öğlenin vakti ikindiye, ikindinin vakti akşama, akşamın vakti yatsıya, yatsının vakti de (sabah namazının girdiğ vakit olan) fecr(in doğuşuna kadar) dır.”13 Nesâî Enes radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selem son yatsı namazını gecenin yarısı geçene kadar geciktirdi.”14 Ahmed İbnu Hanbel ve Müslim Âişe radıyallahuanhâ’dan şöyle dediğini rivâyet etmişler dir: “Nebi sallallahu aleyhi ve selem bir gece yatsıyı kılmaktan geri durdu ve nihayet gece nin çoğu gitti ve mesciddekiler uyudular. İbnu Bekr ‘uyudu’ dedi. Sonra çıkıp namaz kıldı ve ‘Ümmetime meşakkatli olmayacak olsaydı bu (vakit) kesinlikle yatsının vaktidir’ buyurdu…. ”15 Abdurrezzak ve Beyhakî şöyle dediler: Bize İbnu Abbas radıyallahu anhumâ’nın şöyle dediği rivâyet edildi: “Yatsının vakti sabah namazına kadardır.” Yine İbnu Abbâs ve Abdurrahman İbnu Avf radıyallahu anhum’dan “Fecr(-i sadık girdik)den önce hayızdan temizlenen bir kadın hakkında ‘Akşamı ve yatsıyı kılacağı’ bize rivâyet edildi.”16 İbnu Ebî Şeybe Atâ, Tâvûs ve Mücâhid’den şöyle dediklerini rivâyet etti: “Kadın güneş batmadan temizlenirse öğleyi ve ikindiyi, fecrin doğmasından evvel temizle nirse akşamı ve yatsıyı kılar.”17 Ahmed, Tirmizî ve başkaları Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan rivâyet etmişlerdir: “Ümmetime meşakkat vermeyecek olsay dım, onlara kesinlikle yatsıyı gecenin üçte biri ne veya yarısına bırakmalarını emrederdim.”9 48 Ocak Malik Ömer radıyallahu anhu’dan (atadığı valiye veya kadıya) şöyle dediğini rivâyet etti: “Yatsı namazını da şafak kaybolduktan gecenin üçte birine kadar olan zamanda kıl,” dedi.18 Yine Malik, Ömer radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet etti: “Yatsıyı uyumadığın müddetçe geciktir.”19 İmâm Mâlik’in yukarıda da geçtiği gibi gecenin üçte biri veya yarısına kadar yatsının kılınabileceğini rivâyet etmesinden sora O’na yatsı vaktinin akşam şafağın kaybolmasıyla çıktığını iftira edebilmek câhillik değilse hâin lik, o da değilse geri zekâlılık veya hayâsızlıktır. Mâlikî ileri gelen imamlarından biri olan İbnu Rüşd de şöyle diyor: “Yatsının vaktinin fecrin Yine Mâlik, İbnu Ebî Şeybe ve Beyhakı, Ömer doğmasından sonra çıktığında müctehidlerin radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler: söz birliği, öncesinde ise ihtilâfları vardır. İbnu “Şayet (yatsıyı kılmayı) geciktirirsen, gecenin Abbâs radıyallahu anhumâ’dan bize gelen rivâyetler de yatsının vakti sabaha kadardır. Öyleyse vakyarısına kadar (bırak.)”20 tin hükmünün çıkmasında ittifak edilen vakitle beraber olması vâcibdir; İbnu’l-Kasim şöyle zannedersem Ebû Hanîfe dedi: Malik’e namazı gecede buna hükmetmiştir.”23 nin üçte birine kadar geEvet, yatsının faziletli ciktirmekte olan sınır boyNesâî Enes radıyallahu anhu’dan vakti vaktin başı, ihtiyalarında düşman karşısında ri kerahetsiz vakit üçte şöyle dediğini rivâyet etmiştir: nöbet bekleyen bekçiler bire veya gece yarısına hakkında sorduk: O, bunu “Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selem kadar olan vakit, keraşiddetle inkâr etti. Sanki O son yatsı namazını gecenin yarısı hetle beraber olan cevaz şöyle diyordu: Onlar insan14 vakti de fecrin doğuşuna geçene kadar geciktirdi.” ların kıldıkları gibi namaz kadar olan vakittir. Onu kılarlar dedi ve insanların ilk vaktinden geri bırakmakıldıkları (ilk) vakti güzel gönın mekruh luğunun şiddet rüyordu.21 derecesi ile bazı mevsimlerde biraz geciktirmenin müstehab olup olmaması hususİmâm Beyhakî es-Sünenü’l-Kübra’sında “Yat- larındaki ictihad farkları ise değişik deliller ve onların sının son vakti” başlığını attıktan ve yatsının gece- nasıl anlaşıldığı ile alâkalıdır. nin üçte birine veya yarısına kadar bırakılabileceğine dair hadisleri getirdik ten birkaç sayfa sonra “Yatsı Hâsılı, “İyice karanlık çökünce yatsının namazının kılın masının câiz olduğu son va- vaktinin sona ereceği”ni söyleyebilmek klinik bir kit” şeklinde bir başlık daha atıyor ve yatsının cevâz vak’adan ibârettir. Hakkında her şeyin söylenmiş olvaktinin fecrin doğuşuna kadar devam ettiğine dair mamasının âdeten imkânsız oldu ğu namaz vakti gibi bir mevzuda, Selef ve hatta Halef tarafından söylenrivâyetler yapıyor.22 meyeni söylemek cinne ti şöyle dursun, söylenenin aksini söylemek ahmaklıktan başka bir şey değildir. Sahîh ve sâbit Sünnet ile Ümmet’in imamlarının hepsine karşı takınılan bu tavır -kim ne derse desin- bir Donkişotluk psikolojisini de geride bırakmaktadır. Nes’elüllahesselâmeh…. Efendiler Efendisi şöyle buyurdular: “Sizin fetvâ vermeye en cür’etkâr olanınız cehenneme en çok cesaretli olanınızdır.” Yine şöyle buyurdular: “Şubhesiz ki Allah ilmi, kullardan söküp çıkararak almaz. Lâkin Ocak 49 ilmi âlimleri almakla alır. Artık hiçbir âlim bırakmayınca insanlar câhil başlar edinirler. Onlara (fetvâ) sorulur; onlar da ilimsiz olarak fetvâ verirler Bu yüzden saparlar ve saptırırlar.” Yine buyurdular: “Kime ilimsiz olarak fetvâ verilirse, günahı o fetvayı verenedir.” “Kime sağlam olmayan bir fetvâ verilirse, onun günahı ancak o fetvâyı verenedir.” (Dârimî (159), İbnu Mâce (53), Hâkim (1/183) ve “Buhârî ve Müslimin şartlarına göre sahîhdir” dedi. Beyhakî, el- Kübrâ (10/112) Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan. Kaynaklar 1 “İğrâb”, garib bir şey bulup getirmek, söylenmeyeni veya söylendiği bilinmeyeni bulmak getirmek, illâ da orijinal bir şey söylemiş olmak demektir.. Bu bir çeşit ruh hastalığıdır ki bu hastalık geçmişte birçoklarını hadîs uydurmaya itmiştir. Şimdiki iğrabçılar ise hadîs değil de hüküm uydurmaktadırlar. Değişen bir şey yoktur; hastalık ve alametleri aynıdır. 2 İsra: 78 3 Hûd:114 4 Hûd:114 5 Kaf:39 6 Cessâs, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî (1/509) 7 Biraz açacak olursak: Meselâ “Bu işi şu vakte kadar yapın” deniliyorsa, buradaki “kadar”dan sonraki vakit önceki vakitin cinsinden değilse, “kadar”dan sonrası öncesinin dışında kalır. “Geceye kadar oruç tutun” denildiği zaman oruç “gece”ın başında biter. Oruç “gündüz” tutulduğundan ve “gece” ise “gündüz” cinsinden olmaması sebebiyle oruç tutmakta “gece” “gündüz”e dahil olmaz. Ancak “ilâ”dan sonrası “ilâ”dan öncesinin cinsinden ise sonrası öncesine dâhil olur. Âyette geçen “ilâ (…kadar)”ın öncesi “muğayyâ” (sonu bildirilen namazın dosdoğru kılınacağı vakit), “ilâ”dan sonrası da “ğâye” (namazın kılınacağı son vakit). Buradaki “el-leyl” (gece), mağrib (akşam) ile fecr (sabah) arası olmakla, akşam ve yatsı gece cinsindendirler. Öyle isi gecenin zifiri karanlığı vakti, yani şafağın kaybolması ile sabah arasındaki vakit ile akşamla yatsı arası gece cinsindendirler. Buradaki ğâye olan ve sabaha kadar devam eden /“Ğaseku’l-leyl”/ zifiri gece karanlığı ile güneşin batmasından “ğaseku’l-leyl” arasına kadar olan zaman gece cinsindendirler. Öyleyse buna göre “ğaseku’l-leyle kadar” sözü “sabaha kadar” demek olur. 8 Ahmed (2/50), İbnu Hibbân (1531,1538,1539), Nesâî, el-Kübrâ (3033,3034,3035,3037), ve başkaları. 9 Ahmed (2/250), Tirmizî (167), [Tirmizî, “Bu hadîs, hasensahîhtir” dedi], İbnu Mâce (691), Ebû Hureyre’den. 10 Buhârî (575,630,811,5531,5532) Enes radıyallahu anhu’dan. 11 Ahmed (2/223), İbnu Ebî Şeybe (3247), Müslim (612), Ebû Dâvûd (396), Nesâî (522) ve başkaları Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhumâ’dan. 12 Ahmed (5/349), Tirmizî (151,152) ve başkaları. Tirmizi “Bu, hasen, garîb, sahih bir hadistir” dedi. 13 Abdurrezzak, el-Musannef (226), İbnu’l-Münzir, el-Evsat (971), Beyhakî, el-Kübrâ (1/366), İbnu Abbâs radıyallahu anhumâ’dan 14 Nesâî (5202), Enes radıyallahu anhu’dan 15 Ahmed (6/150), Müslim (638) ve başkaları. 16 Abdurrezzak, el-Musannef (1285), Beyhakî, el-Kübrâ (1/376) 17 İbnu Ebî Şeybe (7285) Bu Allahu a’lem namazların cem edilebileceği zaman içindir; yoksa içinde bulunduğu vakti kılar. 18 Mâlik (6) Ömer radıyallahu anhu’dan. 19 Mâlik (7), Ömer radıyallahu anhu’dan. 20 Mâlik (1/7,H:8), İbnu Ebî Şeybe (3358), Beyhakî (1/445) 21 El-Müdevvene (1/156) [İlmiye,1415] 22 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ (1/373-377) 23 İbnu Rüşd, Şerhu Bidâyetil-Müctehid (1/230-231) 50 Ocak Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; “Emrolunduğun şeyi açıkla!”1 ayetini okuyan bir yönetici, toplumu yönetme konusunda bu ayetin ulaştığı zirvenin üzerine nasıl çıkabilir? Mütefekkir olduğunu zanneden kişi, “İyiliği emret, cahillerden yüz çevir”2 ayetinin hakikati ortadayken, hikmet asasına dayandığını nasıl iddia edebilir? Kudret lisanı, “De ki, hakk Rabbinin katındadır. O halde isteyen ona inansın, isteyen inkar etsin”3 ayetini okuduktan sonra, çeşitli problemleri edebi yönden nasıl çözebiliriz? “Allah adaleti, ihsanı, yakın akrabaya vermeyi emredip fuhuş, kötülük ve azgınlıktan nehyediyor”4 ayeti ortadayken, beyan ilmine sahip olan kimse, nasıl olur da artık beyan hakkında konuşabilir? Bir rasathaneci, “Allah gündüzü geceye, geceyi gündüze girdirmiştir. Güneşi ve ayı onların emrine vermiştir. Bunların her biri takdir edilen zamana kadar dönerler”5 ayeti Kur’anı kerim’de mevcut iken, nasıl olur da elindeki aletiyle bu ayet-i kerimeyi aşabilecek tarzda kainatı gözetler. “Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda gerçekten akledenler için büyük ayetler vardır”6 ayetin bağlayıcılığından sonra, nasıl olur da “taayyün felsefecileri” kainatın özünü ortaya çıkarabilirler? “Ey Muhammed! De ki, gökten ve yerden size rızkı veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü yaratır. Onlara: “İşleri kim yönetiyor” diye sorulsa, Allah diye cevap vereceklerdir”7 ayetinin şiddetli darbesi ortadayken, nasıl olur da yanlış kanaat sahibi kişiler, kainat olaylarıyla müjdelenir ve kendisini gerçek fail olarak tayahhül edebilir? Allah’ın rahmetinden uzak olan kimse, “Hakkında bilgi sahibi olmadığınız hususlarda niçin mücadele ediyorsunuz?”8 ayeti mevcut iken nasıl olur da va’d ve vaidi yalanlama konusundaki sakat anlayışını kesin doğru kabul edebilir? Kaynaklar 1. el-Hicr, 15/94 2. el-A’raf, 7/199 3. el-Kehf, 18/29 4. en-Nahl, 16/90 5. Fatır, 35/13 6. el-Casiye, 45/4 7. Yunus, 10/31 8. Al-i İmran, 3/66 Ocak 51 Araba Kullanma Psikolojisi M. Emin Karabacak İnsanların kişiliğini tanımanın en kolay yollarından biri de onları doğal olarak gözlemlemektir. Çünkü insanlar doğal oldukları zaman kişiliklerini davranışlarına yansıtırlar. Bir insanla sözel olarak iletişim kurmadan r i hiçbi l i d t u n v üc e z. İnsanı lan söylem on ya siy zaman insan direk me e tl e i ç in Onun kendini den un s a b a şı n d e ğ i n d e n y o k i l i cut d y e te n ü v n a nd ya olduğ u şiliğ ini or ta ki gerçek yacaktır. ko kişiliğini anlamanın yollarından biri de onları araba kullanırken gözlemlemektir. Bir insan direksiyon başında arabaya nasıl yön veriyorsa kişiliğiyle birlikte hayata da o şekilde yön veriyor demektir (İnsan Sarrafı Olmanın Yolları). İnsanın arabaya ve hayata yön veren kişiliğini tanımak için de direksiyonu tutuşu ve kurallara uyuşuna dikkat edebiliriz. Bunlardan Bazı Örnekler: Elleri ile direksiyonu ikiye on kala şeklinde tutuyorsa sorumluk sahibi, güven verici bir kişiliğe sahiptir. 52 Ocak Bir insan direksiyon başında arabaya nasıl yön veriyorsa kişiliğiyle birlikte hayata da o şekilde yön veriyor demektir (İnsan Sarrafı Olmanın Yolları). İnsanın arabaya ve hayata yön veren kişiliğini tanımak için de direksiyonu tutuşu ve kurallara uyuşuna dikkat edebiliriz. Direksiyonu avuçlarının içi ile değil de parmaklarının ucu ile tutuyorsa umursamaz ve düşüncesiz bir kişiliğe sahiptir. Ellerini direksiyonun altında birleştirenler kibar¸ nazik ve idealisttir. Bunlar hayatın tadını çıkarmaya çalışan¸ hiç kimseyle problemi olmayan, kendisiyle barışık insanlardır. Sağ eliyle direksiyonu tutup sol elini arabanın camından çıkararak araba kullanma ise hava atmaktan öte¸ aşağılık kompleksleri olduğunu ve kendilerine güvensizliklerini gösterir. Ancak müziği sonuna kadar açarak bunu kapatmak istemektedirler. Kollarını gererek direksiyon tutup sırtını koltuğa iyice yaslayanlar ise vurdumduymaz¸ tasasız ve gamsız insanlardır. Bunlar dünyaya boş ver havasında oldukları için araba kullanırken olduğu gibi hayatta da çok hata yaparlar. Her iki elini direksiyonun alt tarafından tutarak araba kullananlar ise iddiası olmayan, Vücudunu öne doğru eğik, direksiyona sarılırcasına tutanlar ya acemi sürücüdür ya da hayatta olduğu gibi hata yapma korkusu içindedir. Sürekli sol şeridi kullanmaya çalışanlar ise ne istediğini bilmeyen, kararsız, düşüncesiz ve çevreye ilgisiz insanlardır. Direksiyon başında küfreden ve el kol hareketleri yapanlar aşağılık kompleksine kapılmış¸ kendine güvenmeyen, saldırgan kişilerdir. Bunlar aşağılık komplekslerini ve güvensizliklerini gösteren vücut dillerini gizlemek için direksiyon başında sürekli el kol hareketleri yaparlar. uyumlu ve geçim ehli olan insanlardır. Ama aynı pozisyonda direksiyona çok sıkı sarılanlar ise kendilerine aşırı güvenen ve başkalarını hiçe sayan bir kişiliğe sahiptirler. Öndeki araba ile mesafenin kısa tutulması uyumsuz ve başına buyruk kişilerin davranışıdır. Sollamada mesafenin yakın tutulması ise saldırganlığın işaretidir. Direksiyonu elleriyle üstten tutanlar yaratıcı ve saygılı bir kişiliğe sahip olmakla beraber saldırgan eğilimlidirler. Frenlerin gıcırdatılması ise gizli bir saldırganlığın işaretidir. Frene çok erken basanlar ya acemi sürücüdür ya da temkinli yaşamayı seven insanlardır. Frene çok geç basılması ise hayatta olduğu gibi başkalarının haklarına saygı göstermeyen düşüncesiz insanların kişiliğini ifade eder. Sonuç olarak insanın vücut dili hiçbir zaman yalan söylemez. Onun için insan direksiyon başında kendini denetleme yeteneğinden yoksun olduğundan vücut dili gerçek kişiliğini ortaya koyacaktır. Ocak 53 Dinde Sapıtan İlahiyatçı ve Yazarlardan Çarpıtma Örnekleri-3 Yusuf Karagözoğlu B a rüzgar i es e n kökl e r r ı c n He na alı, i sağlam m a m l a ı d p r la ka ır. Bir toprak d ı l a ç m a ol kay el r g ibi a l ç ih am a l ğ a s a e n l iy ol a i mı İlm lmediklerin a d a i lim hın bi a l l lından A k a , e ç k e tti ğ ini re t e c e ğ ö o na , amalı m r a k ı ç 54 u yazı dizisine önceki konunun devamı olarak Abdulaziz Bayındır’a Reddiye başlığı adı altında değineceğiz. Önceleri bir zamanlar Yaşar Nuri Öztürk “Türkçe ibâdet yapılır mı yapılmaz mı?”, “Teravih namazı aslında 8 rek’attır, ama 20 rek’at kıldırıyorlar. Aslında böyle bir namaz bile yoktur” meselelerini ortaya atıp gündemi alabildiğine allak bullak yapmıştı. Yine bir zamanlar Ankara Üniversitesi İlahiyat profesörlerinden Hüseyin Atay, “Güneş doğana kadar sahur yemeği yenilir” diyordu. Yakın zamanda İstanbul Üniversitesi İlahiyat profesörlerinden Abdulaziz Bayındır “Bilmem şu kadar dakika fazla oruç tutturarak insanları boşu boşuna fazladan aç bırakıyorlar” diyor. Aslında yaptıkları açıklamalarla halkın inanç değerlerinde şüphe ve tereddüt fitilini ateşlemeyi hedefledikleri aşikardır. Kendi zanlarınca halkı geleneksel dine sarılmakla suçlayan ve akaidin temel meselelerini sorgulayıp lakayt davranmakta beis görmeyen bu zevat ciddi ve hassas konuları gayri ilmi bir şekilde laçkalaştırmaktadırlar. Kur’an islamı adı altında sünnet düşmanlığı yaparak sünneti vahiyden koparmaya çalışan bu oryantalist aklın bayraktarları kurancı-mealci akımın başını çekmektedirler. Ocak ABDULAZİZ BAYINDIR’A REDDİYE Abdukaziz Bayındır’a Reddiye Abdulaziz Bayındır tartışmayı seven ama münakaşa üslubundan yoksun, dini bilgisi olan ama dini hakikatleri çarpıtan bir yapıya sahiptir. Sayın Bayındır 1986’dan 2012’ye kadar İstanbul müftülüğünün fetva kurulundayken sesi sedası çıkmazken, ne oldu ki birden diyanet halka 70 dakika fazla oruç tutturuyor, yok adetli kadın hayızlıyken oruç tutabilir, Kur’an-ı kerim okuyabilir diyerek haricilere benzemeye çalışıyor; çünkü haricilerden bir kesim, adetli kadının namaz kılmasını da farz sayarlar (Şevkani / Neylul Evtar) yine mi’racı ve kaderi inkar ederek mutezile yolunu tutmuş oluyor; çünkü mutezile mucizeyi akla ters olduğu için reddeder. Sayın bayındır’a ne oldu ki, medyada kendince hakikatleri söylemeye başladı (?) İşte 1986 senesinde Altınoluk Dergisi’nde sayın bayındırın Oruçla İlgili Bazı Fıkhî Hükümler başlığı altında yazdıkları: Konuya Ali Eren hocanın sözleriyle devam edelim: Biz de size şunu soralım: İslam fıkhı 1986’da başka, 2012’de başka mıdır? Fıkhî hükümler her 26 senede bir değişiyor mu? Yoksa değişen İslâmî meseleler değil de siz misiniz?(Ali Eren / Oruç 70 dakika uzun mu tutturuldu? / Kasr- ı Arifan Dergisi Eylül 2012; syf 30-34) Ya peki İstanbul müftülüğünde fetva kurulundayken ses çıkarmayan suspus olan bayındıra mı yoksa medyada doğruları çekinmeden söyleyen yiğit bayındıra mı inanacağız? Bayındır bilmiyor mu ki, fıkıhta şöyle bir kaide vardır: Bir meseleyle ilgili olarak ayet yada hadiste açık bir beyan, delil varsa bu o konuda nass sayılacağından ayrıca içtihada gerek yoktur, velev ki öyle olsa bile Selef-i Salihin’in izinden gitmek gerek. Aksi halde kişinin kendi reyine göre hüküm vermesi o konuda verilmiş olan nassı hiçe saymak demek değil Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeye başlasa veya çocuk doğursa, orucu bozulmuş olur. Artık âdet ve lohusalık günlerinde oruç tutması câiz olmaz.” (Kaynak: Altınoluk Dergisi, sene 1986 Mayısı, sayı 003, sayfa: 021.) “ORUÇ Tutamayacak TUTAMAYACAK OLANLAR Oruç Olanlar A) Âdetli ve loğusa olanlar Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeye başlasa veya çocuk doğursa, orucu bozulmuş olur. Artık âdet ve lohusalık günlerinde oruç tutması câiz olmaz.” (Kaynak: Altınoluk Dergisi, sene 1986 Mayısı, sayı 003, sayfa: 021.) Sayın Bayındırın 86 senesinde yazdıkları ortada; ama şimdi kalkmış o söylediklerinin tam tersini savunuyor ve o günkü fetvasını (doğrusunu) savunanları kınıyor. Hariciler gibi ben haklıyım, ben doğru yoldayım benim dışımdakiler yanlışta ısrar ediyor söylemleriyle adeta geçmişte kendi söylediklerini dışlıyor: “Âdetli kadın için ne deniyor? Ramazanda oruç t utmak haramdır. Sen Allah’ın emrettiği zamanda kadına diyorsun ki oruç tutman haramdır. Görüyor musunuz bozulmaları? Helali haramı koyan kimdir? Allah Teâlâ. Peki Peygamberimiz’in böyle bir sözü var mı?” Ocak midir? Yukarıda açıklamalarını verdiğimiz sayın bayındırın bile bile hatasında ısrar etmesi bunu bilinçli yaptığını göstermektedir. Aslını söylemek gerekirse bir müslümanın çizgisi değişmemeli, emrolunduğun gibi dosdoğru ol (Hud/112) ayetini tüm hayatına teşmil edip uygulamalı, çizgisinden ödün vermemeli, duruşu ve şahsiyeti İslami olmalıdır, her esen rüzgara kapılmamalı, inancı kökleri kayaç topraklarda sağlam olan ağaçlar gibi olmalıdır. Bir ilim adamı İlmiyle salih amel ettikçe, Allahın bilmediklerini ona öğreteceğini aklından çıkarmamalı, medyatik ve akademik kaygılardan, farklı açıklamalarla ona buna yaranmaktan vazgeçip tek başına da olsa hakkı haykırmaktan çekinmeyip Kuran ve Sünnet yolundan ayrılmamalı; kendi akıl ve hevasına göre davranarak bidat yoluna girmemeli, yoksa maazallah amelini boşa çıkarıp kaybedenlerden olabilir. Şimdi Abdulaziz Bayındır’ın olur olmaz çırpınışlarının ve çok sesli gürültülerinin altında yatan gayri ilmi ve ciddiyetsiz açıklamalarını ve görüşlerini yakın- 55 dan inceleyelim. Önce Kuran’a abdestsiz dokunulabileceğini söyleyen açıklamalarına bakalım: Kur’ân’a abdestsiz dokunulamayacağını söyleyenler şu ayete dayanırlar: “O, değerli bir Kur’ân’dır. Saklı bir kitaptadır. Ona temiz sayılanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa, 56/7779) “Saklı” diye tercüme edilen “meknûn” kelimesi aynı surenin 23. âyetinde Cennetteki huriler için de kullanılarak “onlar saklı incilere benzerler” denmiştir. İnci istiridyenin içinde saklıdır, kabuğunu kırmadan ona dokunulamaz. Aynı kökten Türkçemizde “kın” kelimesi vardır. Kının içindeki kılıca da dokunulamaz. Dolayısıyla bu âyetteki “saklı kitap” levh-i mahfuzdur. Bu ayete dayanarak Kur’an’a abdestsiz veya adetli birinin dokunamayacağı söylenemez. Kur’an, bütün insanlığa gönderilen kitap olduğu için Müslüman olmayanlar da onu ellerine alıp okuyabilirler. Nitekim Peygamberimiz, dokunacağını bildiği halde Heraklius’a içinde şu âyet bulunan bir mektup yazmıştı: “De ki: Ey Kitap ehli! Size göre de bize göre de doğru olan söze gelin; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşma- Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz olarak dokunmanın caiz olmadığı görüşü savunanların arasında sahabeden Hz. Ali, Abdullah ibn-i Mes’ûd, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah ibn-i Ömer, Said ibn-i Zeyd ve Selmân-ı Fârisî bulunmaktadır. Tabiîn-i Kirâm arasından Atâ ibn-i Ebi Rabah, İbn-i Şihab ez-Zührî, Hasan el-Basrî, Tavûs ibn-i Keysân, Salim ibn-i Abdullah ibn-i Ömer, Nehaî ve Medine’nin yedi fakihi sayılabilir. Bunun yanında dört mezhep imamı da, Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulamayacağı görüşündedirler. (el-Hidâye, 1/31; el-Mühezzeb, 1/32; İkdu’l-cevâhir, 1/62; el-Muknî, 1/56) Bu hususta istisna olarak Malikî mezhebinde, ilim talebeleri ve De ki: Ey Kitap ehli! Size göre de bize göre de doğru olan söze gelin; Allah’tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Hiçbirimiz, Allah’ın dışında birilerini rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: Şahit olun, biz ona teslim olmuş kimseleriz.” (Âl-i İmran, 3/64) yalım. Hiçbirimiz, Allah’ın dışında birilerini rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: Şahit olun, biz ona teslim olmuş kimseleriz.” (Âl-i İmran, 3/64) Sonuç olarak abdestsiz veya adetli olan ya da Müslüman olmayan birinin Kur’ân okuyamayacağını veya Kur’ân’a dokunamayacağını söyleyenlerin dayandığı sağlam bir delil bulunmamaktadır. Müslüman kadınlar sadece yabancı erkeklerin yanında ve namaz kılarken örtünmek zorundadırlar. Kur’an okurken ve dinlerken başı örtme görevi yoktur. Bütün bunlar zaruretten dolayı değildir; Kur’an ve Sünnetin ortak hükmüdür. 56 hocalar için devamlı olarak abdestli bulunmanın zorluğundan dolayı ve aynı şekilde hayızlı olan kadınların da cünüp kimsenin aksine olarak öğrenme zaruretinden dolayı Kur’an’a abdestsiz olarak dokunulabileceğini söyleyenler olmuştur. ( Şerhu’l-Kebîr, 1/126) İşte kuranı kerime abdestsiz dokunulamayacağının kuran sünnet ve icmadan delilleri…. Kur’an’dan Delil: Bu hususta: “Bu kitap, pek de-ğerli, şerefli bir Kur’ân’dır. O iyi korunmuş bir kitapta, Levh-i Mahfuzdadır. Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa / 77-79) ayet-i kerîmesi delil olarak serdedilmiştir. Ocak Sünnetten Deliller: Konuyla ilgili hadisler şunlardır: Hakim b. Hizam’dan rivayet edildiğine göre o şöyle söylemiştir. “Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) beni Yemen’e gönderdi ve bana şöyle buyurdu: “Tâhir/temiz olmadığın müddetçe Kur’an’a dokunma”. (Hâkim, Müstedrek, 3 485; Dârekutnî, Sünen, 1/122; Beyhakî, Sünenü’l-kübra, 1/87) gören taife aslında bidatçilerin önde gidenleridir. Halbuki hadiste bunların özellikleri şöyle anlatılır: “Ahir zamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Konuştukları zaman en hayırlı sözden (Kur’an-ı Kerim’den) bahsederler. Kur’an-ı Kerim’in kendilerine has olduğunu ve kendilerinin de Kur’an üzere olduklarını zannederler.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-i Abdullah b. Ömer’den rivayet edildiğine göre o Sitte, c/16, sh:363) sadece kurana uyarız, sünnet şöyle demiştir: Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve- bizim için önemli değil hadisleri kurana arz ederiz sellem) şöyle buyurdular: “Kur’an’a ancak temiz uyanları alırız uymayanları almayız diyen anlayışı şu olarak dokunulur.” ( Dârekutnî, Sünen, 1/121; Ta- hadisler açıkça yeriyor ve bizleri böyle yapmamız konusunda uyarıyor. “Sakın sizden birini bulmayaberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 1/276) yım emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca İcmâ: Buna Hazreti koltuğuna yaslanıp “bilÖmer’in müslüman oluşu miyorum ! Biz ALLAH’ın delil olarak gösterilebilir. kitabında ne buluyorsak Nitekim Hz. Ömer (radı“Bu kitap, pek de-ğerli, şerefli bir ona uyarız.” derken bulyallahu anh), müslüman Kur’ân’dır. O iyi korunmuş bir kitapta, mayayım” (Tirmizi, İbn-i olmadan önce kız kardeşiMace, Ebu Davud) Levh-i Mahfuzdadır. Ona tertemiz ne okudukları Kur’an’ı vermelerini istediğinde kardeşi olanlardan başkası dokunamaz.” “Şunu kat-i olarak ona “sen necisin, ona (Vâkıa / 77-79) biliniz ki, Bana Kur’an ancak temiz olanlar dove onun bir benzeri vekunabilir, gusül al veya rilmiştir. Karnı tok bir abdest al” mukabelesinde halde rahat koltuğuna bulunmuş, bunun üzerine oturarak; “Bize kur’an yeHz. Ömer radıyallahu anh, abdest almış ve Tahâ sû- ter! onda helal olarak ne görmüşseniz onu here-i celîlesini okumuştur. ( Dârekutnî, Sünen, 1/123) lal, neyi de haram görmüşseniz onu da haram Bizi kuran bağlar, böyle bir şey olsaydı kuranda geçerdi, itikadi hadisler uydurmadır, kuranda olmayan şeyler hadislerde de olsa itibar etmeyiz söylemleriyle ortamı bulandırmaya çalışan sünnetsiz islam, kuran islamı sloganlarıyla kendilerinin muvahhid, kurtuluşa eren olarak kabul ediniz.” diyen bazı kimseler gelmek üzeredir.” (ebu davud 2/610,tirmizi 4/145,ibni mace 1/6 darimi 1/117) “Gözünüzü açın! Kendisine benden bir hadis ulaşacak ve o, süslü koltuğu üzerinde yaslanarak oturmuş halde : “Bizimle sizin aranızda Allah’ın Kitab’ı vardır. İşte, bunda neyi helal bulursak onu helal sayarız, bunda neyi de haram bulursak onu haram sayarız” diyecek bir adam umulur mu? Halbuki şüphe yok Allah Resulü’nün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.” (İbn-i Mace-Ebu Davut, C/1, sh:6. Delailün Nübüvve, c/1, sh:24.) Hadis imamı es-Suyuti şöyle demiştir: “Şunu bilesiniz ki, usul ilminde bilinmiş olan şartları taşıyan kavli olsun, fi’li olsun hadisler hüccettir. Resulullah’ın bu hadislerini inkar eden Ocak 57 kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar; Yahudilerle, Hıristiyanlarla veya Allah’ın dilediği diğer kafir fırkalarla beraber haşrolunur.”(İmam Suyuti, Sünnetin İslam’daki Yeri, sh:50. Umran Yay.İst.) Hadislerle bize ulaşan akaid meselelerinin hepsi usul-u dindendir, dinin temel inanç esaslarına aynen kitap, sünnet ve icmayla gelen şekliyle iman etmek esastır, şimdiye kadar Peygamberimizin (S.A.V) ashabı, tabiin ve tebe-i tabiin büyükleri, mezhep imamları ve müctehidler dinin inanç esaslarını nasıl anlayıp iman ettilerse bize de selefin yolunu izlemek düşer, aksini söyleyip bidat yoluna girmek Müslümanın yapacağı iş değildir. Kimse batıya yaranmak için oryantalist söylemlerle dinde reform başlatmak üzere dinin akide esaslarını kendine göre yorumlayamaz, şartların değiştiğini söyleyip dini modernizme göre yumuşatarak kolaylaştırmak kimsenin haddine değildir. Hiç şüphesiz Bayındır’ın itikadi zaaflarını oluşturan buhranlarda ve yanlış akide çizgisinde temel noktalar mutezilî akıl ve harici kuran yorumuna başvurmasıdır. Akılüstü mucize olan mirac hadisesini her müslümanın Hz. Ebubekir-i Sıddık’ın iman satfeti ve sadakati gibi kabul etmesi gerekirken çağdaş modern din anlayışının temsilcileri olan kuraniyyun ve mealcilik fitnesinin somut örneklerinden Abdulaziz Bayındır, İhsan Eliaçık ve Mustafa İslamoğlu gibiler sorumsuz ve reyci (şahsi yorum) davrananların itikadi meseleleri akıl süzgecinden geçirme körlüğüne ve yanılgısına kapılmaları üzücü ve hayret vericidir. Halbuki okudukça daha çok sorumlu olmaları gerekirken, bildikleri onları istikametten uzaklaştırıyor, uzaklaştırmakla da kalmıyor başlarında bulundukları camiayı, cemaati, vakfı yada teşkilatı da saptırarak onların yükünü de omuzlarında taşıyorlar. Zira Kuran ve Sünnette delili olan mirac mucizesini peygamberi postacı konumuna sokup hafife almak, aklı vahiyden üstün tutarak rasyonalist ve popülist görüşleri abartarak islam inancının temel meselelerini yani akideyi sanki müslümanca değil de oryantalistler gibi dışarı- dan sorgulayıp dinin sabitelerinde eksik yada yanlış yakalama hastalığına tutulmak akıl karı değildir. Biliyoruz ki Müslüman emir ve yasaklara teslimiyet ruhuyla yaklaşır, aksi taktirde iştik ve itaat ettik değil de işittik ve isyan ettik mantığını kullananlar iflah olmazlar, akidenin tevatürle sabit önemli meselelerini ancak sorumluluk bilinci körelen teslimiyetçi ve halis niyetten yoksun eleştirel, akılcı ve şüpheci yaklaşım sergileyen zihniyet rahatlıkla tartışmaya açabilir. Şimdi de Bayındırın dillendirdiği Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne inmeyeceğini söyleyen görüşlerine gelelim. İşte o sözleri: İsa gelecek olsaydı hakkında ayet olurdu. Hz. Peygmaber’e tabi olacağı söyleniyor. Bu onun için şeref değil… Mantıklı değil… Hz. İsa’nın kaldırılması cesedinin orada bırakılmamasıdır. Hadisler konusunda özel bir araştırmam yok ama Kuranda bu geçmiyor. Ayrıca inanç olabilmesi için hadisin mutevatir olması gerekir. Hz. İsa’nın nüzulünden bahseden ayetler şunlardır: “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…” (Al-i İmran / 46) bu ayette Hz. İsa’nın beşikte konuşması mucize olduğu gibi yetişkinlikte de konuşacağı mucizedir. Bu ayet Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceğine delil olan ayetlerdendir. “Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de onlara şahit olacaktır.”(Nisa / 159) Bu ayetin tefsirini şu hadisle daha net anlayabiliriz. “Canım, Kudret elinde “Ahir zamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Konuştukları zaman en hayırlı sözden (Kur’an-ı Kerim’den) bahsederler. Kur’an-ı Kerim’in kendilerine has olduğunu ve kendilerinin de Kur’an üzere olduklarını zannederler.” (Prof. İ. Canan, Kütüb-i Sitte, c/16, sh:363) 58 Ocak Konuyla alakalı neredeyse bütün hadis kitaplarında bir ya da daha fazla rivayet bulunmaktadır. Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın nasıl ve nereye ineceği, hangi özellikleri vesilesiyle tanınacağı, neler yapacağı gibi soruların cevapları vardır. Cumhura göre bu hadisler “Hz. İsa’nın nüzülünü” bildirmeleri noktasında mütevatirdirler. Nitekim her kuşak ve meşrebten bir çok alim, sarahaten bu hadislerin mütevatir olduklarını belirtmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar şunlardır: Taberi, Ebu Huseyn Aburi, İbn Rüşd, İbn Atıyye, Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer, Şevkani, Sıddık b. Hasan Kınnevci, Kettani, Keşmiri, İsterseniz konunun mütehassısı ihsan Şenocak (Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddık el-Haseni, Akihocanın Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceğine dair yazdıdet-u Ehli’l-İslam fi Nüzul-i İsa, Beyrut, 1986, s. 13-6. ğı makaledeki önemli tespitlere göz atalım: (Zuhruf ) Muhammed Zahid Kevseri, / 61) ayetteki (ve innehu) (Muhammed Zahid Kev“hu” zamiri Hz. İsa’ya dönseri, Nazretun Abire fi Memektedir. İbn Abbas, Mücazaimi men Yünkiru Nuzüle Güvenilir ve adil hadis alimlerinin hid, Katade, Hasan Basİsa Kable’l-Ahire, Kahire, ri, Süddi, Dahhak ve İbn görüşlerine itimad etmesi gerekirken 1987, s. 104. ) Muhammed Zeyd’e göre ayetin tefsiri Sıddık el-Ğumari, Abdulfeto konuyla uzaktan yakından ilgisi tah Ebu Ğudde. şu şekildedir; “Hz. İsa’nın olan Allah’a yemin ederim ki Meryem oğlunun adaletli bir hakem olarak size inmesi pek yakındır. O gelince haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o derece çoğalacak ki kimse onu kabul etmeyecektir.”(İbn Mâce, Fiten: 33; Müslüm, Fiten: 23) “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.”(Zuhruf / 61) ayetindeyse O zamiriyle Hz. İsa’nın kastedildiği aşikardır, çünkü ayetin siyak ve sibakı yani öncesi ve sonrası Hz. İsa’yla alakalıdır. olmayan, hadis ilminden nasipsiz ortaya çıkması kıyamekelamcıların görüşlerine itibar ediyor. Mütevatir olmaları tin yaklaştığına delalet hasebiyle “zarurat-ı dieden bir bilgi olacaktır. niyye”den kabul edilen ve Çünkü nüzul kıyamet bu yüzden “sem’iyyat”a alametlerindendir.” (Mutaalluk eden hususlar arasınhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid, da yer alan nüzul-ü İsa meselesi, tartışma ve redde Beyrut, 1993, VIII, 26.) kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. ResululHz. İsa’nın Kıyametin arefesinde tekrar yeryülah’ı da inkar anlamına gelir. züne ineceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. Bu husustaki hadis-i şerifler tevatür derecesine Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şelulaşmamış olsalardı dahi yine de ayetler nüzul haki- tut gibi modernist anlayışa sahip kişiler mütevatir katini tek başına isbata malik olurlardı. hadislerin gücünü yakinen bildiklerinden hadislerin mütevatir olduklarını reddetmişlerdir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımak istemişlerdir. (Batının Akıl Ocağında Buharlaştırılan Hakikat Nüzul-ü İsa / İhsan Şenocak) Her ilim dalında o ilmin uzmanlarına müracaat etmek gerekir. Bayındır kelamcıları özellikle de mutezileyi taklid ederek mütevatir hadislere ahad hadis hükmü veriyor, ahad hadislerin de itikadi konularda kabul edilemeyeceği kararını veriyor. Güvenilir ve adil hadis alimlerinin görüşlerine itimad etmesi gerekirken o konuyla uzaktan yakından Ocak 59 Zan ile amel etmek, dünyevi bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi işlerimizin neredeyse tamamı zan üzerine kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve hâlbuki bunlar sadece zandır. ilgisi olmayan, hadis ilminden nasipsiz kelamcıların görüşlerine itibar ediyor. Hadis uzmanı olmadığı halde Bayındır kafasına göre davranıp reyle (yorumlamayla) mutevatir hadislere ahad hadistir diyerek kolay ve rahat bir şekilde işin içinden çıkıyor. Kendisine ilim adamı süsü verilen biri nasıl olup ta söz konusu Hz. Peygamberin bizlere bıraktığı miras olan hadislere vurdumduymaz ve gayri ciddi davranabiliyor? Nasıl olup ta patavatsızca hevai ve nefsani davranarak akli hüküm verebiliyor? Bu konuda sarih aklın ve sahih naklin çatışmadığı halde nasıl ahkam kesilip muhalefet edebiliyor? Son olarak yazımı Ahad hadisin akaidi konularda delil teşkil edip etmediği hakkında Muhammed Salih Ekinci hocanın sözlerini iktibas etmek ederek bitirmek istiyorum: Birçok delil vardır ki, Allah’ın dininde zanla veya zanna dayalı haber-ul ahâd ile amel edilmesinin vacip olduğunu gösterir. Birinci delil: Zan ile amel etmek, dünyevi bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi işlerimizin neredeyse tamamı zan üzerine kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve hâlbuki bunlar sadece zandır. Hatta iyi düşünüldüğünde, zanla amel etmenin rahmet olduğu anlaşılır. Çünkü eğer insanlar her şeyin akıbetini bilselerdi; yani yakini bilgiye sahip olsalardı, ileriye yönelik hiçbir ümitleri olmayacağından, yaşam bir azaba dönüşürdü onlar için. Kur’an ve mütevâtir sünnetle amel etmenin, ancak ahad haberlerle (hadis) amel etmekle mümkün olabileceğini daha önce belirttik. Kur’an-ı Kerim amel edilsin diye indirildiğine göre, bunun yolu sünnetin haber-ul ahâd kısmıyla amel etmekten geçer. İkinci delil: Yüce Allah der ki: “Şayet bir fasık size bir haber ulaştırdığında (o haberi) araştırın.” (Hucurat, 6) Bu ayetten anlaşılan, adil kişinin verdiği haberin araştırılmasının vacip olmaması ve zan ifade eden haber-i vahid ile amel etmenin caiz olduğunu gösterir. Üçüncü delil: Allah Resulü’nün (s.a.v) dini hükümleri tebliğ ve helal-haramı bildirmek için bir takım elçiler görevlendirdiği mütevâtir rivayetlerle sabittir. Kimi zaman bu elçiler, beraberlerinde yazılı belgeler taşıdılar. Bu duruma, krallara gönderilen elçileri örnek verebiliriz. Allah Resulü’nün (s.a.v) emirlerini taşımaları ahâd yolu üzereydi. Bununla beraber, elçiler masum olmayıp taşıdıkları haber zan çemberine dahildi. Şayet haber-ul ahâd hüccet olmamış olsaydı, tebliğ görevi ifâ edilmiş olmazdı. Dördüncü delil: Sahabiler (r.a) sınırlanmayacak kadar çok vakıalarda adil kişinin bildirdiği haber ile amel edilmesinin vacib olduğuna icmâ ettiler. Bu vakıalar tek tek mütevâtir derecesine ulaşmasalar da bir bütün olarak mütevatirdir. Sabit vakıaların tümünü ele almaya kalkarsak buna nefesler yetmez; kâğıtlar ise yazmakla tükenir. (Dinde Delil Olarak Sünnet ve İnkar Edenin Hükmü / Muhammed Salih Ekinci) 60 Ocak Hadis-i Şerif Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; onun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa, şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğararsa, sabreder ve bu da onun için hayır olur. (Müslim, Zühd, 64; Darimi, Rikak, 61) Ocak 61 Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (a.s.)’in Barişin Inşasina Yönelik Uygulamalari (XI) Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Peygamber (sallallahu 12- 12Hz.Hz. Peygamber (sallallahu aleyhive vesellem)’in, sellem)’in, Ümmetine aleyhi ÜmmetineSon Son Tavsiyeleri Tavsiyeleri r izi bi s , z i !B sanlar rattık ve sizi n İ y E “ ya işiden re ayırdık. d r i b e le erkekl kabile atında en e v e k r va şubele Allah i k la tak z z a i f s e h n e ki Şüp nınız, . Şüphesiz a l o n ır n üstü nınızd r, her şeyde a l o i sahib er şeyi bili 9, 13). 4 t â h r , Allah rdır” (Hucu a haberd 62 Bundan ondört asır önce Mekke’de hayatının sonuna doğru Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yüzbini aşkın insan topluluğuna okunan Vedâ Hutbesi, insanlık tarihine altın harflerle yazılan bir insan hakları evrensel beyannâmesi hükmündedir. Evrensel beyannâme diyoruz. Zira bu hutbenin, bütün insanlığa duyurulması vasiyet edilmekte, dolayısıyla özelde müminlere, genelde bütün insanlığa hitap edilmekte, birey ve toplum için vazgeçilmez olan temel hak ve hürriyetler bağlamında evrensel değerler dile getirilmektedir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), öncelikle gerekli alt yapıyı fiilen hazırlamış, sonra İslâmî hareketin hedef olarak yöneldiği kuralları, kısa ve öz olarak resmen ifade ve ilân etmiştir. Bu kurallardan bir kaçı şöyledir: “Ey İnsanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’in soyundansınız ve Âdem Ocak ise topraktandır. Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva (Allah’a karşı saygı ve sorumluluk duygusu taşıma) iledir… Faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Cahiliyye devrindeki bütün kan davaları kaldırılmıştır… Kadınların sizin üzerinizde hakkı, sizin de onların üzerinde hakkınız vardır… Siz, onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız ve kendileriyle evlenmeyi de, Allah’ın kelimesi, emir ve müsadesiyle helal edindiniz. O halde kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz.” (İbn Hişâm, IIIIV, 603). Vâkıdî, II, 392). Dikkat edilecek olursa bunlar, insan sevgisi, eşitlik, sosyal ve iktisadî adalet, doğruluk ve dayanışma kurallarıdır. Her şeyden önce Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), etnik milliyetçiliğin yerine takvayı yerleştirmiştir. O, Kur’ân’da sıkça vurgulanan bu esası eski kan bağlarının ve Arapların kabile bağlılıklarının yerine koymada büyük çaba harcamıştır. Siyah ve beyazın, zengin ve fakirin, Arap ve Acem’in aynı değere sahip olduğunu vurgulamış, ‘üstün ırk-ari ırk’ safsatasına dayanan faşizm, nazizm gibi milyonlarca insanın katline ferman veren ideolojileri asırlar öncesinden protesto etmiş her türlü sınıfsal farklılık ve ayrıcalıkları ortadan kaldırmış, bunun yerine kardeşlik, işbirliği ve dayanışma duygusunu ve karşılıklı saygı ve sevgiyi esas alan ilkeler getirmiştir. Zira O, şu ayetlerden ilham almıştır: “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması Onun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten ayetler vardır” (Rûm-30, 22). “Ey İnsanlar!Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi şubelere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında en üstün olanınız, en fazla takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır” (Hucurât-49, 13). Bu ayetler, İslâm’ın birleştirici ve kaynaştırıcı rolünü ortaya koymaktadır. Evet, İslam, sınıfsal farklılık- lardan doğan eşitsizlikleri reddetmiş, takvayı ön plana çıkarmıştır. Batılıların, adalet ölçüleriyle bağdaşmayan ‘aryen ırkının üstünlüğü’ efsanesini dogma ve nass haline getirdiği bir dünyada, İslâm’ın, ırkına, rengine, diline bakmadan her insanı eşit ilan etmesi ve takva duygusunu öne çıkarması son derece önemli bir hâdisedir. Şayet insanlar, bu âyetlerin ruhuna uygun olarak yaşasalardı ve bütün insanlığın Âdem’in soyundan gelmiş olmaları itibariyle evrensel manada birbirlerinin kardeşleri olduklarını düşünerek, birbirlerine kardeşlik bilinciyle yaklaşmış olsalardı bugün dünyada yaşanan sıkıntı ve huzursuzlukların pek çoğu kendiliğinden ortadan kalkmış olurdu. Zira unutulmaması gereken bir hakikattir ki sadece kanunlarla haklar korunamaz. Hesap verme şuuru, hakkın korunması ve gerçekleşmesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Onun içindir ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), takvanın (sorumluluk duygusunun), yegâne üstünlük sebebi olduğunu dile getirmiştir. Son asırlarda daha önce benzeri görülmemiş vahşetlerin, dünya savaşlarının, aldatma, sömürü ve hayâsızlıkların yaşanmasının temelinde insanın değerini yücelten takvâ duygusunun bulunmayışı yatmaktadır. Yine yukarıdaki ifadelerden Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, kan davalarını, sınıflar ve milletler arasındaki husûmet ve çatışmaları kaldırıp, yerine huzur ve barışı inşa “Ey İnsanlar! Rabbiniz bir, babanız birdir. Hepiniz Âdem’in soyundansınız ve Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva (Allah’a karşı saygı ve sorumluluk duygusu taşıma) iledir… Faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Cahiliyye devrindeki bütün kan davaları kaldırılmıştır…Kadınların sizin üzerinizde hakkı, sizin de onların üzerinde hakkınız vardır… Ocak 63 etmeyi, faizi ve zulmü kaldırıp servetin ve refahın sadece bir zümre içinde dolaşımını engelleyerek toplumda sosyal adaleti yerleştirmeyi amaçladığı, kadınlara Allah’ın emaneti olarak baktığı ve kadın haklarını son derece önemsediği anlaşılmaktadır. Bütün bunlar, günümüzde hâlâ evrensel bir ütopya olmaya devam etmektedir. II. Dünya Harbi felaketinden sonra 1948`de toplanan BM Genel Kurulu, asırlar önce okunup ilân edilen Vedâ Hutbesi’ndeki manâ ve muhtevaya, nisbeten uygunluk arzeden ve temel insan hak ve hürriyetlerine dair 30 kadar maddeden oluşan İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’ni ancak 1326 sene sonra kabul edebilmiştir. 10 Aralık da, Dünya İnsan Hakları Günü olarak ilân edilmiştir. Ancak ne yazık ki insan hakları adına öne sürülen maddeler, kağıt üstünde kalmış, tam olarak hayata geçirilememiştir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, vefatı sırasında müslümanlara yaptığı son hitap ve tavsiyelerden bir kaçı ise şöyledir: “...Allah, kendisini yenmeğe kalkışanı yener, mahveder. Aldatmaya kalkışanı da zararlı çıkarır...Halk iyi olduğu zaman yöneticileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman yöneticileri de kötü olur... (Halebî, III, 464). (Ey Muhâcirler!) Ensâr’a (Medi- Yaratıcı ile, sonra diğer insanlarla barışık olmalarını öğütlüyor. Başında iyi bir idareci görmek isteyen bir milletin iyi ve güzel ahlakî özelliklere sahip olması gerektiğini vurguluyor. Kin, nefret ve düşmanlık yerine barış, sevgi ve kardeşliğin esas alınmasını tavsiye ediyor. Son olarak ta güçsüz, zayıf ve nazik insanların haklarının korunması hususundaki hassasiyetini dile getiriyor. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, vefat etmeden önce, özellikle tavsiye niteliğindeki son cümlesinde, köleler hakkında sorumluluk duygusu taşınmasının önemine vurgu yapması, onun, hizmetçi haklarını ne kadar önemsediğini, korunmaya muhtaç Siz, onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız ve kendileriyle evlenmeyi de, Allah’ın kelimesi, emir ve müsadesiyle helal edindiniz. O halde kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz.” (İbn Hişâm, III-IV, 603). Vâkıdî, II, 392). neli müslümanlara) iyi davranmanızı size tavsiye ederim... (İbn Hişâm, III-IV, 650; Buhârî, Menâkıb 63, 11). İyi biliniz ki kin ve düşmanlık beslemek, benim huyumdan ve halimden değildir... Ey insanlar! Kimin, üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin. Dünyada rüsvay olurum demesin. İyi biliniz ki, dünya rüsvaylığı ahiret rüsvaylığından hafiftir...”(Taberî, III, 189-90). Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in son sözü ise şu olmuştur: “Namaza! namaza devam ediniz. Ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz.” (Ahmed b. Hanbel, I, 78). Görülüyor ki Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), vefatı sırasında bile müslümanlara önce 64 olanların korunmasını ne derece ciddiye aldığını ve zulüm ve haksızlığa meydan verilmemesi için ne kadar çaba harcadığını göstermesi bakımından oldukça manidardır. Öyle anlaşılıyor ki, temel hak ve hürriyetlerin, güçlüye ve zayıfa göre kırılganlık gösterdiği günümüz dünyasında bütün insanlığın ve özellikle sözde dünya barışını savunanların, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından son on dört asır içinde ilk olarak ve ciddi anlamda gündeme getirilen evrensel prensipler ışığında, durumlarını ve gidişatlarını bir kez daha samimi olarak gözden geçirmeye ihtiyaçları vardır. Not: Bu makale EKEV Dergisi sayı: 41’de yayımlanmıştır. Ocak Ocak 65 Abdulkadir Molla’nın, Eşine Yazdığı Mektup Abdulkadir MOLLA Bismillahirrahmanirrahim Sevgili hayat arkadaşım Peyori, Esselamualeykum ve rahmetullah Bugün nihai karar açıklandıktan sonra, sonuç yarın akşam hapishane yönetimine ulaşacaktır. Karar ulaştığında, kurallara göre idam cezası alanların konulduğu hücreye alınacağım. Muhtemelen, hükümet son zamanlarını yaşıyor olduğu için bu çirkin suçu işlemekte acele edeceklerdir. İtiraz dilekçesi sunduk fakat kabul edileceğinden şüpheliyiz. Kabul etseler bile verdikleri kararı değiştirip değiştirmeyeceklerini bilmiyoruz. Yüce Allah bize kurulan bu komploya izin vermeyecektir inşallah. Ancak Allah’ın hakkımda vereceği karara razıyım. 66 İnançsızlar haksız yere peygamberleri bile öldürdüler. Rasulallah’ın (sav) birçok arkadaşı, hatta hanım sahabeler bile vahşice öldürüldüler. Şehitler, bu takası yapıp canlarını feda ederek, Allah’ın İslam’ı muzaffer kılmasına yardım ettiler. Allah benim için de neye karar verecek bilemeyiz. Dün Hindistan Dışişleri Bakanı sadece Avami Ligi’ni (Hasina Vecid’in Başkanlığını Yaptığı Parti) cesaretlendirmedi; aynı zamanda Muhammed Erşad’a da baskı yaptı. Onu, Cemaat-i Shibir’in (Cemaat-i İslami Gençlik Teşkilatı) güçlenme ihtimaline karşı da uyardı. Bu gösteriyor ki; Cemaat-i Shibir’e olan korku ve nefret Hindistan’ın her yerine yayılmış durumda. Başından beri söylediğim gibi, bizim aleyhimize alınan tüm kararlar aslında Hindistan tarafından planlanıyor. Avami Ligi istese bile bundan geri dönemez. Çünkü iktidara gelebilmeleri, Hindistan’a teslim olmalarından kaynaklanmaktadır. Ocak Birçok insan, ilke ve etik hakkında konuşuyor. Ben de dâhil tüm cemaatin lanse edilme şekli ortadayken ve ülkemizdeki basın kuruluşlarının neredeyse hepsi hükümetin adaletsiz tutumlarını destekliyorken, hükümetin ilke ve etikten bahsetmesinin anlamı nedir? Mahkemenin kendisi cellat rolüne bürünmüşken ve masum insanları öldürme arzusuyla sarhoş olmuşken, onlardan adaletli bir hüküm zaten beklenemez. Bir tek pişmanlığım var; halkımıza benim adaletsiz bir şekilde idam cezasına çarptırılmamızın nedenini açıklayamadım. Ama medyanın tamamının bize düşman olması tam olarak mümkün değil. Halkımız ve dünya halkları gerçeği kesinlikle öğrenecekler. Benim ölümüm bu baskıcı rejimin çöküşüne sebep olacak ve inşallah yapılan bu adaletsizlik İslami hareketin uzun bir yol kat etmesine vesile olacaktır. Dün yine Tevbe Suresi’ni (9,17-24) okudum. 19. ayette, canla ve malla Allah yolunda cihadın ödülünün Allah’ın evine (Kabe’ye) hizmet etmekten ve hacılara su vermekten daha önemli olduğu yazıyordu. Yani, Allah bizzat kendisi belirtiyor ki, Allah yolunda adil bir İslam toplumu oluşturmak için, adaletsizliğe karşı savaşırken canlarını verenler, ecelleriyle ölenlerden, daha yüksek bir mertebeye sahiptir. Eğer Allah beni cennetinde böyle onurlu bir yere getirmek istiyorsa böyle bir ölümü, kucaklayabilmek için hazır olmalıyım. Çünkü zalimlerin elinde adaletsiz bir ölüm cennete kesin bir bilettir. Yanlış hatırlamıyorsam 1966 yılında, Mısır’ın tiranı Albay Nasır, Seyyid Kutub, Dr. Abdulkadir Udeh ve birçok diğerlerini ölüme mahkûm etmişti. “İslami Hareket yolunda dava ve sıkıntılar” konulu birçok vaaz dinledim. Bu tip vaazları dinlerken, birçok kez Profesör Gulam Azam sol eliyle omzuma dokunur ve derdi ki, “Bir gün darağacından sarkan urgan bu omuzlara da düşebilir”. Ben de ellerimi omuzlarıma götürür ve bunu düşünürdüm. Eğer Allah gerçekten kararını yerine getirecek, İslami Hareketi ve beni, bu zalim rejimin düşüşü için ileriye taşıyacaksa, bunda kayıp nedir ki? Ocak Şehitlerle ilgili yüksek konumdan bahsederken, O mübarek Peygamber (sav) şehit olmak için tekrar tekrar hayata gelme arzusunu dile getirmişti. Şehit olarak ölenler de, cennete girdiklerinde tekrar dünyaya dönmek ve Allah yolunda yeniden şehit olmak arzularını dile getireceklerdir. Allah’ın sözü muhakkak ki haktır, peygamberin sözü kesinlikle doğrudur. Bu ikisinde şüpheye düşende iman namına hiçbir şey yoktur! Eğer hükümet kararını gerçekleştirir ve beni asarsa, cenazemin Dakka’da yapılmasına izin vermeyebilir. Eğer mümkün olursa, cenazemi köyümdeki cami ve evimde düzenleyin. Eğer Padma Nehri’nin öbür tarafında yaşayan insanlar cenazeme gelmek istiyorlarsa, evimin olduğu tarafa geçmeliler. Bu konu hakkında bilgilendirilmeleri gerek. Mezarımla ilgili daha önce konuşmuştuk, annemin ayaklarının dibinde olmasını istiyorum. Mezarı taşla/mermerle çevirmek gibi pahalı/müsrif ve bidat uygulamalara başvurmayın. Onun yerine elinizden geldiğince yetimlere sadaka verin. İslami Hareket şehitlerinin ailelerine yardım edin, onları yalnız bırakmayın, özellikle de benim tutuklanmam ve kararın açıklanmasından sonraki protestolarda şehit olanların. Zor durumda olan bu ailelere öncelik verin. Okulunu bitirdikten sonra Hasan Moudud’u evlendirin, aynı şekilde Nazneen’i de. Peyori, ah Peyori, Sana ve çocuklarıma karşı olan görevlerimi yerine getiremedim. Lütfen beni affet ve ödülünü Allah’tan bekle. Allah’a özellikle dua edeceğim, ikimizi, sen çocuklarımıza ve Allah’ın dinine karşı olan görevini yerine getirdikten sonra bizi buluşturması için. Sen de dua et, Allah bu Dünya’ya dair tüm sevgi ve isteği zihnimden çıkarsın ve tüm kalbimi Allah ve Resulü’nün sevgisiyle doldursun. İnşallah, cennetin merdivenlerinde buluşuruz. Çocuklarıma her zaman helal kazanmalarını öğütle. Farz ve vacib ibadetlerinize hepiniz dikkat edin, özellikle de namazlarınıza. Aynı tavsiyeleri akrabalarıma da ilet. Babama da baş sağlığı dile, onu rahatlat, eğer ben gittiğimde hala hayattaysa… 67 Gazeteci, Yazar ve Araştırmacı Aytunç Altındal vefat etti. Gazeteci, yazar ve araştırmacı Aytunç Altındal, bir süredir kanser tedavisi gördüğü hastanede vefat etti. Aytunç Altındal’ın yakınları ünlü yazarın kanserden ölmediğini, zehirlenerek öldürüldüğünü öne sürdü. Altındal’ın eşi Dr. Naciye Selin Şenocak Altındal, “Aytunç bey çok cesurdu. Canı pahasına memleketi için tüm bilgileri aktarmaktan kesinlikle çekinmedi. Bundan dolayı susturmak istediler” iddiasında bulundu. Kamuoyu onu Aytunç Altındal ismiyle bilse de asıl ismi Aytun’du... 12 Ocak 1945’te Bakırköy’de doğdu. Tarih ve politika alanında faaliyet gösteren Çerkez asıllı gazeteci, yazar ve araştırmacı olarak bilindi. Dinler, felsefe, gizli örgütler ve sair konularda birçok makale ve kitap yazmıştı. Ünlü Fizikçi Isaac NEWTON’un bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan Altındal, Uğur Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi. 68 DERİN BİR KİŞİYDİ DERİN BİR KİŞİYDİ Para ve Vatikan denildiğinde de akla ilk gelen isimdi. Aytunç Altındal hakkında türlü rivayetlerin yapıldığı bir araştırmacıydı. Altındal için KGB ajanlığından “sansasyon meraklısı profesyonel tartışma programı konuğu” tanımlamasına kadar pek çok farklı yorum yapıldı. Altındal’ın babası Beşiktaş kulübünde futbol oynamış aynı zamanda Haysiyet Divanı Başkanlığı yapmış. Annesi Fatma hanım ise ev hanımıydı. Aytunç Altındal’ın üç çocuğu, 30 kitabı(11’i çeviri 19’u telifli) ve yaklaşık 400 makalesi vardı.. ÖZGEÇMİŞİNDE HEP İLKLER ÖZGEÇMİŞİNDE HEP İLKLERVAR VAR Aytunç Altındal 1973 yılında Partizan adlı şiir kitabı nedeniyle 7.5 yıl hapse mahkum oldu ve yurtdışına Ocak kaçtı. 1975 yılında İsviçre’de “Marksist Yaklaşımla Türkiye’de Kadın” adlı kitabı çıkardı. 1989’da Zürich’te Modus Vivendi Yayınevi ve Sanat Galerisini yönetti. Yine 1989 yılında Rusya’da Kültür Danışmanlığı görevini yaptı. 1992’de İngiltere Edinburg’da ki International Academy For European and Christian Studies kuruluşunda Project Academic Board (Akademik Proje İdari Heyeti) üyeliğine seçildi. Aynı yıl İngitere’de yayınlanan Three Faces Of Jesus (Üç İsa) adlı kitabı dünya basınında geniş yankı buldu. Daha sonra 1993’de Rusça’ya çevrildi. çok farklıydı. Bu farklılıkları başlıca iki ana başlık altında toplayabilirim. A) Necmettin Erbakan, sadece adına “İslama denilen bir siyasi hareketi kurmamış. Aynı za- 1993’te International Society For The manda bir “Siyasi Uyanış” ve derleme hareke- Study Of European Ideas (Uluslararası Avrupa tini de başlatmıştı. Bunu yaparken de, burası çok Düşünce Çalışmaları Topluluğu) Bilimsel Ku- önemlidir ki, bir “Din Adamı” olarak değil , bir “Bi- ruluna üye oldu. Aynı yıl Avusturya’nın Graz lim Adamı” olarak plan ve projeler üretmişti. Ba- şehrindeki Karl- Franz Üniversitesi tarafından tı´da ve Siyonist odaklarda onun bu “ Sivil ve düzenlenen European Seculer Legacy (Avru- Bilimsel “ kimliği çok “Tehlikeli” bulunmuştu. pa’nın Laik Vasiyeti)adlı uluslararası konfe- Bunu bizzat bana aktardığı bilgilere dayana- ransta Oturum ve Bölüm Başkanlığına seçildi. rak söylüyorum. Eğitimimi Batı´da ve tamamen “İleri Teknoloji” verilerine göre tamamlanmış bir 1995’te merkezi New York’ta bulunan bilim adamının İslami değerleri öne çıkartan bir Carnagie Council On Ethics And International siyasi partinin kurucusu ve lideri olması Batı´- Affairs örgütüne davet edilen, ilk ve tek Türk da ve İsrail´de çok tehlikeli bulunmuştu. Konuşmacı oldu. B) Necmettin Erbakan, kendi nev-i MEDYADAKİ YERİ YERİ MEDYADAKİ 1964’ten başlayarak Haber, Akşam, Cumhuriyet, Yeni Halkçı, Ulus, Günaydın, Yenigün gibi gazetelerde yazılar yazdı. şahsına uygun örgütlenme modelinde mevcut değerlerin (toplumsal, tarihsel, düşsel ve kültürel) yeniden ele alınarak çağın gidişatına ve “Zeitgeist” (Zamanın Ruhunu )belirleyecek şekilde analiz ve sistematize edilmesini sağlamıştı. Bu anlayış sayesinde Türki- Aytunç Altındal´dan Aytunç Altındal´dan ye’nin “Yeniden“ kendini toparlayacağı ve Dünya’da Prof. Dr. Necmettin Erbakan´ın sadece “Bilimsel” yaklaşımı Siyonizm için ayrı bir tedirginlik Türkiye siyaset arenasında değil genelde İslam ve endişe kaynağı olmuştu. Şunu da ekleyerek biti- aleminde özelde de Batılı ve Siyonizm ağırlık- reyim Necmettin Erbakan, Mustafa Kemal Paşa´ya lı odaklarda hissedilen bir ağırlığı olmuştur. hiçbir zaman garez, kin ve nefretle bakmamıştı. Prof. Onun başlattığı siyaset anlayışı geçmişte İslam Dr. Necmettin Erbakan´ ın bu iki özelliği üzerine aleminde etkili olmuş “ Tarz-ı Siyaset “ lerden “Doktora Tezleri” yazılacaktır diye düşünüyorum. Ocak belirleyici rol oynayacağını düşünmüştü. Onun bu 69 Burhan Çocuk FARE İLE DEVE Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı. Bir gün karşılaşıp arkadaş olurlar. Fare; ‘’Sana kılavuzluk etmeliyim!’’ der. Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim! Deve, arkadaşının küstahça teklifine razı olur. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaşırlar. Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür. Fare; ‘’Ben buradan geçemem!’’ diye fısıldar korkuyla. Deve: ‘’Ne bekliyorsun?’’ diye çıkışır. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya. ‘’Ama...’’ diye kekeler Fare, görmüyor musun su çok derin? Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti. ‘’Sizin için küçük ama bana göre çok büyük bir su.’’diye inledi. ‘’Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.’’ Evet, dedi Deve, ve yumuşak bir sesle ‘’Herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı.’’ Mesnevi Zamanı İyi Değerlendirmek Zaman; yerine konması, geri döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması, satın alınması mümkün olmayan bir kaynaktır. Zaman; kullanılmayan kısmı yok olup giden önemli bir sermayedir. Zaman Yönetimi ise zaman kullanımını kontrol altına alma sürecidir. Günlük olarak bize verilen 24 saat, 1440 dakika, 86.400 saniyelik süreyi, yaşamımıza katkı sağlayacak biçimde kullanmaktır. Bu zamanı dengeli bir şekilde işlerimize, ibadetlerimize ve kendimizi geliştirmeye ayırmalıyız. Peygamber efendimiz (s.a.v): “ İki nimet vardır ki insanların çoğu onlardan gafildir; sağlık ve boş vakit.” buyurmuşlardır. Zamanımızı iyi değerlendirerek gafillerden olmamalıyız. Zamanımızı Kur’an okuyarak, günlük namazlarımızı aksatmadan kılarak, islama ve insanlığa katkı sağlayacak bir meslek edinebilmek için derslerimize çalışarak, vücudumuzun sağlıklı kalabilmesi için gerekli dinlenmeyi sağlayarak ve spor yaparak değerlendirebiliriz. Aşere-i Mübeşşere . Peygamber efendimiz (s.a.v) tarafından yaşarken Cennet’le müjdelenmiş (Cennet’e girecekleri Allah tarafından vâdedilmiş) on sahabe anlamına gelir. Bu sahabelerin ortak özellikleri hepsinin ilk Müslümanlardan olmaları, Bedir Savaşı’na katılmış olmaları, İslâm’ı ve İslâm peygamberini sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde söz vermiş olmalarıdır. Bu sahabeler Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan, Ali bin Ebu Talib, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Ebu Ubeyde bin Cerrah. Dünyada Uyananların Hali Nasreddin Hoca’ya rüyasında 999 altın vermişler. Hoca: ‘’Şunu bin altına tamamlayın da alayım, yoksa almıyorum.’’ derken uyanıvermiş. Bakmış ki ortada ne altınlar var ne de altını verenler. ‘’Bu ne iş Ya Rabbi!’’ demiş. Ahirette uyanan her şeyini önünde hazır bulacakken, Dünyada uyanan malının hepsini kaybediyor. Farenin peyniri bulmasına yardımcı olabilirmisin?