Haftalık Bülten 18 Kasım 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Allah´ın işi gücü yok mu neden insanlarla uğraşşsın diyen ateiste nasıl cevap vermeliyiz? ..... 3 Kuranı Kerim'de ilk müslüman'ın Hz. İsa olduğu ve Şeytanın secde etmeden önce kâfir olduğu ifade edilmiş midir?............................................................................................................ 4 Allahın şefkatinden fazla şefkat ileri sürülmez. Öyleyse Afrikadaki çocuklara şefkat etmeyip bir damla yağmur indirmeyen Allah'ın şefkatinden fazla şefkat edip yardım edeyim. Allah onları bu duruma sokup yardım etmiyor ben neden yardım edeyim? ....................................... 5 Yolculuğa Perşembe günü mü çıkmak sünnettir, yoksa Cuma günü mü çıkmak sünnettir? .... 6 "İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (Enbiya 21/91) ayetinde neden biz üfledik yazıyor? .................................................................... 7 Kur'an-ı Kerim'de öncelikli olarak insanlara hitap edilmesinin nedeni nedir? Cinlerden Peygamber gelmiş midir? Kur'an-ı Kerim'de genellikle insanlara hitap edilmesinin hikmeti nedir? ............................................................................................................................................... 8 Ahirette sürekli Allah´ın huzurunda bulunup sonsuza kadar cemalini seyretme şerefinde bulunacak zatlar olacak mıdır? .................................................................................................... 10 Kuran'da 6 günden kasıt 6 devre ise neden Kuranda 6 devre değil de 6 gün yazıyor?............ 11 "Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasulü ve namaz kılan, rükû etmiş haldeyken zekât veren mü’minlerdir." (Maide, 55) Ayeti Hz. Ali hakkında mı nazil olmuştur? ................. 12 "Bizi yedirip içiren Allah'a hamd olsun" diye dua edenin günahlarının affedileceğini bildiren hadisler var mıdır? ........................................................................................................................ 14 İnternet sunucu hizmeti veren kimselerin, haram yayınlar yapan internet sitelerine sunucu hizmeti vermesi caiz midir? .......................................................................................................... 15 Kartacenni kimdir? Hakkında bilgi verir misiniz? ....................................................................... 16 Kıyamet suresinde kıyametten bahsederken birden sözü Peygamberimiz (a.s.m)'e getiriliyor ve sana ayetler vahyolununca dilini kıpırdatma deniyor. Buradaki ilişkiyi kuramadım. Bu sureyi tam bir bütün olarak nasıl anlamak gerekir? ................................................................... 18 Cansız varlıkların ve hayvanların ahiret hayatları var mıdır? Bu konu ile ilgili ayetleri paylaşabilir misiniz? Kuran-ı Kerim ve Risale-i Nur ışığında cansızların, bitkilerin ve hayvanların ahiret hayatları hakkında bilgi verir misiniz? ........................................................ 20 2 Allah´ın işi gücü yok mu neden insanlarla uğraşşsın diyen ateiste nasıl cevap vermeliyiz? Evvela bunu söyleyen ateist ise zaten Allah’a inanmıyordur. Böyle bir sözü söylemesi düşünülemez. Eğer deist ise, peygambere inanmıyordur. Allah’ın vahiy gönderdiğine inanmayan bir kimsenin öncelikle Hz. Muhammed(a.s.m)’in hayatına, mucizelerine bakmalıdır. Gerçekten bir adam gerçeklerin müşterisi ise, alacağı malın sağlam olup olmadığını tetkik etmekle yükümlüdür. İslam’ın gerçeklerine talip olan kimsenin de böyle bir araştırma yapması kaçınılmazdır. Bugün binlerce gayr-ı müslim kökenli insan İslam’ı araştırmak suretiyle imana gelmiş ve İslam’ın hak bir din olduğunu can-u gönülden kabul etmiştir. İkincisi, kâinatta en önemli varlık hayattır. Hayatın en üst mertebesinde oturan ise şuurlu bir varlık olan insanlar ve cinlerdir. Allah insanları yeryüzü halifesi olarak yaratmış ve evrendeki diğer varlıkların hal diliyle Allah’a yaptıkları ibadeti kavlî (sözlü), fiilî, fikrî, aklî, kalbî ve davranış biçimiyle de ortaya koymasını istemiştir. Kendisine bu kadar önem verilen bir varlık olarak insanların hayvan gibi başıboş bırakılması, herhangi bir görevi olmayan avare bir zavallı konumunda tutulması ve böylece çok değersiz bir yere yerleştirilmesi, ne aklen, ne vicdanen, ne dinen ve ne de insanlık camiasında kabul görmüş değerler bakımından mümkün değildir. Güneşin, ayın, yıldızların, denizlerin, yeryüzünün kendisinin hizmetine sunulduğu insanoğluna verilen bu değeri, onu sorumsuz bir konuma sokarak bir paçavra değersizliğine indirgemek izah edilecek bir şey değildir. Her şeyi hikmetle yapan, her şeyi bir gaye için yaratan, her şeyi bir görevle görevlendiren Allah’ın varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi olarak takdim ettiği insanoğlunu sorumsuz, işsiz/görevsiz, başıboş bırakması, ne o sonsuz hikmetine, ne o gayeli sanatkârlığına, ne o abes iş yapmaktan münezzeh olan ilim ve kudretine yakışır. Evrenin mevcut harika nizam ve intizamının zembereği ilahî adaletin yansıması olan denge faktörüdür. Her şeye hakkını vermek manasında olan denge sistemi evrenin her tarafında kendini göstermektedir. Bütün canlı-cansız varlıklar için söz konusu edilen bu adalet ölçüsünün, bu dengelerin -etimolijk anlamıyla “göz bebeği” manasına gelen İnsan gibi evrenin göz bebeği bir varlık için bu adalet ölçüsünün olmaması mümkün değildir. O halde, zalim ile mazlumu, suçlu ile masumu, hırsız ile mal sahibini, itaat eden ile isyan eden, iman eden ile inkâr edenler için bir hesap gününün olmaması gözle görülen bu sonsuz ilahî adaletle asla bağdaşmaz. Aşağıdaki ayetler bu konuda bize önemli dersler vermektedir: “Elbette Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık”(Enbiya, 21/16). “ Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Muminun, 23/115) “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 51/56) 3 Kuranı Kerim'de ilk müslüman'ın Hz. İsa olduğu ve Şeytanın secde etmeden önce kâfir olduğu ifade edilmiş midir? Soru: 1) Bakara suresinde Hz. İsa´nın müslüman olduğu belirtilmekte başka bir sure de ise Hz. Muhammed´in ilk müslüman olduğunu ifade eden ayet mevcuttur. Bu durumu açıklar mısınız? 2) Bakara Suresinde Şeytana secde et denilince secde etmediği belirtilmekte ve "zaten o kafirlerdendi" diye anlatılmaktadır. Secde emrinden önce sanki şeytanın kafir olduğu söylenmektedir ancak bizim bilgimize göre itaatsizlikten sonra olduğudur? Hangisi doğrudur? Cevabımız: Sorularınızda yer verdiğiniz ayetlerin numaralarnı da söylerseniz çok daha uygun olur. 1. Bakara suresinde Hz. İsa’yı “müslüman” olarak vasıflandıran bir ayete rastlayamadık. Bu sorunun doğru şekli şöyle olmalıdır: Hz. İbrahim “Ben müslümanların ilkiyim/ilk müslümanım”(Enam, 6/163) demiştir. Buna mukabil Hz. Muhammed(a.s.m) de “Ben ilk müslüman olmakla emrolundum”(Zümer, 39/12) demiştir. Bu iki ifade arasında zahiren bir çelişki vardır. Buna cevap olarak deriz ki; İslam kavramı, Allah’a teslimiyeti ifade etmektedir. Bu açıdan İslam Hz. Adem’de beri bütün semavî dinlerin ortak unvanıdır. Buna göre her peygamber elbette kendi devrinde ilk müslümandır. Çünkü her peygamberin kendi döneminde herkesten önce Allah’a iman etmesi ve onunu emirlerine teslim olması sosyolojik olarak da kronolojik bir zorunluluktur. Buna göre, Hz. İbrahim kendi döneminin ilk müslümanıdır; Hz. Musa kendi devrinin ilk müslümanıdır ve Hz. Muhammed de kendi döneminin ilk müslümanıdır. 2. Şeytanın Hz. Adem’e secde etmesiyle ilgili ayetin meali şöyledir: “Bir vakit meleklere: “Âdem‘e secde edin!” dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu”(Bakara, 2/34). Ayette yer alan “KANE” fiili yerine göre “idi”, yerine göre de “oldu” olarak tercüme edilmek zorundadır. Hatta bazen geniş zaman kipindeki fiilin manasını ifade eder. Özellikle Allah için kullanıldığı zaman... Mesela, “Kanellahu alimen hakimen” ifadesi, “Allah alim ve hakimdir/herşeyi hikmetle yapar ve herşeyi hakkıyla bilir”; “ve Kanellahu bi külli şeyin alimen” ayeti ise "Allah herşeyi bilmektedir” şeklinde tercüme edilir. Demek ki, ayette şeytanın secde meselesinden önce kâfir olduğunu gösteren bir ifade söz konusu değildir. 4 Allahın şefkatinden fazla şefkat ileri sürülmez. Öyleyse Afrikadaki çocuklara şefkat etmeyip bir damla yağmur indirmeyen Allah'ın şefkatinden fazla şefkat edip yardım edeyim. Allah onları bu duruma sokup yardım etmiyor ben neden yardım edeyim? Biz iman ediyoruz ki, Allah sonsuz adalet sahibidir ve asla kullarına zulmetmez. Afrika ve benzeri yerlerdeki açlık gibi sıkıntıların sebepleri pek çoktur. Bunların başında yabancı ve yerli zalimlerin sömürüsü gelir. Sonra insanların iç savaşları ve benzeri haksızlıklar var. Bire yerde insanlar umumî bir şeklide Allah’a karşı isyan ederse, onlara musibetler de umumunu kapsayacak şekilde gelir. Yaş-kuru beraber yanar. Bu husus kaderin bir cilvesidir ve imtihanın bir sırrıdır. “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir”(Enfal, 8/25) mealindeki ayette bu hususa işaret edilmiştir. Evet, “İnsanların zulmettiği yerde kader adalet eder..” Allah’ın şefkatinden fazla şefkati ileri sürmeme” kaidesini bu gibi konularda kullanmak onu amacına aykırı bir mecraya sevk etmek manasına gelir. Evvela her şeyde imtihan vardır, mazlum da zalim de, fakir de zengin de imtihandadır. Allah’ın fakiri fakir yapması ona şefkat etmediği anlamına gelmez. Keza, bir katilin zalimane bir şekilde bir adamı öldürmesine engel olmaması, maktul olan kimseye şefkat etmediği anlamına gelmez. Eğer Allah herkesi zengin yapsaydı, kim zekatla, sadakayla, yardım etmekle imtihan olacaktı..! Kim fakirliğe sabır göstermekle imtihan olacaktı..! Fakir sabırla mükellef olduğu gibi, zengin de şükürle mükelleftir. Mükemmel bir şükür ise, ancak fakire yardım etmekle tahakkuk eder. Asr-ı saadetteki inkârcılar da, sorudaki düşünceye paralel bir demagoji yapmışlardı. Kur’an’ın ilgili tasviri şöyledir: “Onlara ne zaman: “Allah’ın size lütfettiğinden, siz de muhtaçlar için harcayın” denilse, kâfirler müminlere şöyle derler: “Size kalsa Allah’ın dilediği takdirde bol bol rızıklandıracağı kimseyi doyurmak bizim mi işimiz? Siz, böyle ne sapık düşünürsünüz!”(Yasin, 36/47). 5 Yolculuğa Perşembe günü mü çıkmak sünnettir, yoksa Cuma günü mü çıkmak sünnettir? Şayet mümkünse yolculuğa Perşembe gününden başlamalıdır. Buhârî’de Kâ’b b. Mâlik’ten, “Allah Resûlü yolculuğa çıkmak isterse, çoğu kez Perşembe günü çıkardı.” buyrulur. Böyle yapmanın faziletli olduğunu âlimlerimiz bildirmişlerdir. Gerçi Vedâ Haccı’na Cumartesi günü çıkmışlardır Zât-ı âlîleri (Aleyhisselâm). Yani başka gün de olabilir. Ama mümkünse, her işinde binlerce hikmet olan Allah Resulü’nün çoğu kez tercih ettiği güne dikkat kesilmek herhalde çok daha güzeldir, daha sevaplıdır. Tabii ki mümkünse… (Bayram Kusursuz, Adab-ı Sefer) 6 "İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (Enbiya 21/91) ayetinde neden biz üfledik yazıyor? Evvela şunu belirtelim ki, Kur’an’da Hz. Adem (as) için de söz konusu edilen “Ruhumuzdan üfledik/üfledim” mealindeki ayetlerde yer alan “ruhu muz”dan maksat Allah’ın bir parçası olan ruhu değildir. Çünkü parçaları olan bir varlık olma Allah’ın vasıflarına terstir. Ünlü tefsir âlimi Kadı Beyzavî’nin de ifade ettiği gibi, Kur’an’da -meal olarak-yer alan “ruhumuz”dan maksat bizim yarattığımız, bizim mahlûkumuz olan ruh demektir. Ruhun Allah’a izafe edilmesi ona şeref kazandırmak içindir. Nitekim “Evim, bahçem, kalemim” ifadesinden de bunların “benim” parçam değil, bana ait mülküm olduğunu anlıyoruz. Biz kelimesi Kur’an’ın birçok ayetinde yer almaktadır. Örneğin, “Kur an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız”(Hicr, 15/9) mealindeki ayette de “biz” ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade, Allah’ın azametini, büyüklüğünü göstermeye yöneliktir. Ayrıca Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarına da işaret eder. 7 Kur'an-ı Kerim'de öncelikli olarak insanlara hitap edilmesinin nedeni nedir? Cinlerden Peygamber gelmiş midir? Kur'an-ı Kerim'de genellikle insanlara hitap edilmesinin hikmeti nedir? Soru: Kur'an-ı Kerim'de Bakara suresinden itibaren ilk başta insanlara yönelik emir ve yasaklar yani daha çok insanoğlu diye bahsedilmektedir. İlerleyen bölümlerde cinlerede hitab edilmektedir. Merak ettiğim sorular; 1) Her zaman bütün peygamberler hem insanlara hem de cinlere mi gelmiştir. 2) Cinlerden peygamber olmuş mudur? 3) Kuran genellikle insanoğlu diye hitapta bulunmaktadır. Bunun bir nedeni var mıdır? Cevabımız: 1) Kur’an’ın ifadelerinden anlaşıldığına göre, insanlık camiasında vahiy hitapları insanlardan olan peygamberler vasıtasıyla gelmiştir. Cinlerden olan bazı temsilciler de o vahiylerle gelen mesajları kendi kabileleri olan cin toplumuna ulaştırmışlardır. “De ki: Bana vahyolunduğuna göre bir cin cemaati Kur’ân’ı dinledikten sonra şöyle dediler: “Biz gerçekten doğru yolu gösteren harikulade bir Kur’ân dinledik. Bundan böyle Rabbimize asla bir şerik tanımayacağız. Rabbimizin şanı çok yücedir, O ne eş, ne de çocuk edinmiştir. Meğer içimizden birtakım cahiller, Allah hakkında gerçek olmayan sözler söylüyormuş! Biz de saf saf, insanları ve cinleri, Allah hakkında yalan söylemez sanmışız! Meğer bir kısım insanlar cinlerden bazılarına sığınıp, böylece onları daha da azgın hale getirmişler! Onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah’ın ölen hiçbir kimseyi diriltmeyeceğini zannetmişler.”(Cin, 72/1-7) mealindeki ayetlerde bu hakikatin altı çizilmiştir. 2) Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, Hz. Adem’den sonra peygamberlik yalnız insanlardan olan elçilere verilmiştir. Cinlerden peygamber olmamıştır. Ancak Hz. Adem'den önce cinlerden Peygamber geldiği görüşü benimsenmiştir. Bu konuda açık bir nas / ayet veya hadis olmamakla birlikte, İslâm’ın genel prensiplerine göre, Hz. Âdem (as)’den önce cinlere peygamber gönderilmesi, cinlerin de insanlarla birlikte imtihana tâbi tutulmuş olmasının bir gereği olarak görülmektedir. Örneğin, “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 51/56) mealindeki ayette, cinlerin de insanlar gibi imtihana tabi tutulduğunu göstermektedir. “'Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.”(Secde,32/13) ayeti, cinlerin de cezaya çarpılacağını göstermektedir. Yine, “Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?”(Enam, 6/130) mealindeki ayette cinlerin de gelen elçilerden sorulacağını göstermektedir. 8 Hz. Adem (as)’den sonra, cin elçileri insan olan elçilerin elçileridir. Alimlerin büyük çoğunluğunu görüşü budur. Buna göre, Hz. Âdem (as)’den önce doğrudan cinlerden elçilerin olması gerekmektedir. Çünkü "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz."(İsra, 17/15) mealindeki ayette açıkça ifade edildiği gibi, elçiler olmadan sorumluluk olmaz. 3) Kur’an’da “insanoğlu!” ifadesinin pek çok hikmeti olabilir. Bunlardan bazıları şunlar olabilir: Birincisi: İnsanların cennete namzet olduklarını, onların evladı bulundukları babaları Hz. Âdem’in aslî vatanı cennet olduğunu hatırlatmak ve onları oraya teşvik etmek... İkincisi: İnsanların babası Hz. Âdem’in şeytana aldanarak Allah’ın emir ve yasaklarından birini çiğnediği için cennet hayatını kaybettiğini hatırlatıp insanların şeytanın tuzağına düşmemek için dikkatli olmaları hususunda uyarmak... Üçüncüsü: Hz. Âdem gibi Allah’ın o tertemiz kulu bile şeytana aldanmışsa, insanların haydi haydi aldanacağını, ancak babaları gibi kendilerine de tevbe kapısının her zaman açık olduğunu hatırlatıp tevbe istiğfar etmeye sevk etmek... Dördüncüsü: İnsanların ilk babalarının Hz. Âdem olduğuna vurgu yaparak “Maymundan geldiğini” söyleyenlerin bu hezeyanlarının kale alınmaması gerektiğine işaret etmek... Beşincisi: Bütün insanların aynı anne-babadan geldiğini hatırlatıp ırkçılık yapanların, ırk üstünlüğü cehaletine saplananların yanlışlarına dikkat çekmek... Vs. 9 Ahirette sürekli Allah´ın huzurunda bulunup sonsuza kadar cemalini seyretme şerefinde bulunacak zatlar olacak mıdır? Ayet ve sahih hadis kaynaklarında cennette kimlerin en çok Allah’ın cemalini seyredeceği hususunda açık bir ifadeye rastlayamadık. İslam âlimlerinin -bazı emarelere dayanarak-bildirdiğine göre, cennette en sık Allah’ın cemalini müşahede edenler (dünyadaki zaman hesabıyla) günde sabah-akşam olmak üzere iki defa bu mazhariyete hak kazanan kimselerdir. Nitekim İmam Gazalî’nin bildirdiğine göre, vefatından sonra Süfyan Sevrî hazretlerini rüyada görmüşler, durumunu sorduklarında “Allah beni affetti” demiştir. Sonra Abdullah b. Mübarek’in durumunu sormuşlar, “Onun durumu çok yüksektir, günde iki defa Rabbin huzuruna çıkıyor/cemaliyle müşerref oluyor” diye cevap vermiştir(bk. İhya, 4/493). 10 Kuran'da 6 günden kasıt 6 devre ise neden Kuranda 6 devre değil de 6 gün yazıyor? Araf Suresi, Ayet 54- "Şüphesiz Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine hükümran oldu. O, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." Kur'ân'ın birçok yerlerinde olduğu gibi "yevm"in vakit mânâsına geldiği ve dil bakımından bilindiğinden burada da "altı gün"ün, "altı vakit" mânâsıyla tefsir edilmesi lazım geleceği bir çok tefsirci tarafından hatırlatılmıştır. Bunun ölçüsünün ise bilinen güne eşit veya ondan kısa veya uzun olması mümkündür. Nitekim "Kim o gün, savaşmak için bir tarafa çekilme, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa" (Enfâl, 8/16) âyet-i kerimesinde "yevm" (gün) böyledir. "Sizin saydığınız (yıllar) dan bin yıl kadar süren bir günde" (Secde, 32/5) âyetinde, bizim saydığımız günlerle bin sene; diğer "Miktarı elli bin yıl süren bir günde" (Meâric, 70/4) âyetinde ise, elli bin sene miktarı ile açıklanmıştır ki, bunlar da "ahiret günleri" adıyla bilinir. Ve İbnü Abbas, Kâ'b, Mücâhid, Dahhâk gibi büyük tefsirciler de buna uygun tefsir etmişlerdir. Buna göre, "altı günde" demek, miktarı binlerce seneye varan "altı zamanda" demektir. Fakat açıklamadan kastedilen, bunların uzama miktarı değil, bu miktarın ezele, istivâ (hâkimiyet)nın mutlak ve ebedîliğine göre altı gün denecek kadar sınırlı zamanlardan ibaret bulunduğunu anlatmak olduğundan "altı gün" buyurulmuştur. (bk. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İlgili ayetin tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: Yerler ve göklerin altı günde yaratılışının hikmeti nedir? 11 "Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasulü ve namaz kılan, rükû etmiş haldeyken zekât veren mü’minlerdir." (Maide, 55) Ayeti Hz. Ali hakkında mı nazil olmuştur? Maide Suresi 55-56. Ayetler: - "Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasulü ve namaz kılan, rüku etmiş haldeyken zekat veren mü’minlerdir." - "Her kim ki Allah’ı, Rasulü’nü ve mü’minleri dost edinirse muhakkak ki galip gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır." İlgili Ayetlerin Nüzul Sebebi: Bu ayet-i kerimelerin Ubade İbnu’s-Samit, Abdullah İbn Selam ve Hz. Ali haklarında nazil olduğuna dair üç ayrı rivayet vardır. 1. Atıyye ibn Sa'd'den rivayet ediliyor: el-Hâris ibnu'l-Hazrec oğullarından Ubâde ibnu'sSâmit Rasûl-i Ekrem (sa)'e gelip: "Ey Allah'ın elçisi, benim yahudilerden birçok dostum var. Onların dar zamanımda bana yardım edeceklerinden de eminim. Ama ben, o yahudi dostlarımın dostluğunu terkedip Allah ve Rasûlü'ün dostluğuna dönüyorum. Ben Allah'a ve Rasûlü'ne dostluk besliyorum", dedi. Orada bulunan Abdullah ibn Übeyy: "Ben, zamanın ilerde başımıza getirebileceği felâketlerden korkan bir adamım. Onun için daha önceki dostlarımın dostluğundan ayrılacak değilim." dedi. Resûl-i Ekrem (sa), Abdullah ibn Übeyy'e: "Ey Ebu'l-Hubâb, yahudilerin dostluğunu Ubâde ibnu's-Sâmit'inkine tercih ediyorsan buyur yap!" buyurdu. Abdullah İbn Übeyy: "Evet öyle yaptım." dedi de bunun üzerine Allah Teâlâ: "Kalblerinde bir hastalık olanların, bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz, diyerek onlara koştuklarını görürsen..."e kadar olmak üzere "Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin..." âyetlerini indirdi. (Taberî, age. VI, 177-178; Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 136.) Ubade İbnu’s-Samit hakkında rivayet edilen hadise İbn İshak tarafından bu ayet-i kerimelerin (Maide, 55-56) nüzul sebebi olarak kaydedilmektedir. Oradakinden farklı olarak bu rivayette Ubade İbnu’s-Samit’in, dostluklarından teberri ettiği yahudilerin Kaynuka oğulları yahudileri olduğu ayrıntısına da yer verilmektedir. (Taberi, Câmiu'l-Beyân, VI, 186.) 2. Cabir ibn Abdullah ve İbn Abbas’tan, bu ayet-i kerimenin Abdullah İbn Selam ve arkadaşları hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Buna göre Abdullah İbn Selam bir gün yanında, kavminden iman eden bazı kimselerle birlikte Hz. Peygamber’e gelmişler ve: “Ey Allah’ın elçisi, bizim evlerimiz Medine’ye uzak. Ne bizimle oturan var ne konuşan. Kavmimiz Kurayza ve Nadir oğulları bizim Allah’a ve Rasulüne iman ettiğimizi, onu tasdik ettiğimizi görünce bizi dışladılar; bizimle birlikte 12 oturmamaya, bizden kız alıp vermemeye ve bizimle konuşmamaya karar verdiler. Çevremizde oturup konuşabileceğimiz, muaşerette bulunabileceğimiz kimse olmaması bize çok zor geliyor.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Rasûlü'dür ve iman etmiş olanlardır." âyetini tilâvet buyurdu. (Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 137.) Bunun üzerine Abdullah ibn Selâm: "Dost olarak Allah, Rasûlü ve mü'minlerden elbette razıyız." Demiştir. (Kurtubî, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an, VI, 143.) 3. Suddî'den âyet-i kerimedeki "rükû etmiş haldeyken zekât veren mü'minlerdir." kısmı ile örtüştüğü için âyetin, Hz. Ali hakkında nazil olduğu; Rükû halindeyken yanına gelip de sadaka isteyen bir fakire, parmağmdaki yüzüğü almasını işaret ettiği ve rükû halinde bile tasaddukta bulunduğu rivayet edilmekteyse de (Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI,186.) bu, bu vasıf bütün mü'minlerin vasfı olmakla birlikte Hz. Ali'nin de evleviyyetle âyet-i kerimenin hükmüne dahil olduğu şeklinde anlaşılmalıdır. Hz. Ali'nin, rükûda iken tasaddukta bulunduğu anlatılan rivayet Râzî'de, bu âyetin nüzul sebebi olduğu tasrih edilmeksizin geniş olarak anlatılıyor: Ebu Zerr'den rivayet ediliyor ki o şöyle anlatmış: Bir gün Allah'ın Rasûlü (s.a.) ile birlikte öğle namazı kıldık. Mescide bir dilenci geldi ve oradakilerden sadaka istedi, fakat kimse sadaka vermedi. Dilenci ellerini göğe kaldırdı ve: "Ey Allahım, ben şehadet ederim ki Rasûlullah (s.a.)'ın mescidinde sadaka istedim ama kimse bana bir sadaka vermedi." dedi. Hz. Ali o sırada rükûda idi. O dilenciye sağ elinin küçük parmağmdaki yüzüğü işaret etti. Dilenci de gelip onun parmağındaki yüzüğü aldı. Hz. Ali'nin işaretini ve dilencinin yüzüğünü alıp gidişini Rasûl-i Ekrem (s.a.) de gördü ve: "Ey Allahım, kardeşim Musa senden istedi ve: "Rabbim göğsüme inşirah ver, işimde bana bir ortak ver. Kardeşim Harun'la beni kuvvetlendir..." dedi de onun hakkında vahiy indirildi "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize hükümranlık vereceğiz." buyruldu. Ey Allahım, ben de senin peygamberin, safiyyin Muhammedim. Benim sadrıma da inşirah ver, işimi kolaylaştır, Ailemden bana bir vezir ver, Ali'yi; onunla benim sırtımı güçlendir." diye dua etti. Ebu Zerr der ki: Allah'a yemin olsun, Allah'ın Rasûlü (s.a.) daha duasını bitirmemişti ki Cibrîl geldi ve: Ey Muhammed oku: "Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O'nun Rasûlü ve namaz kılan, rükû etmiş haldeyken zekât veren mü'minlerdir..." dedi. (Râzî, Mefâtîhu'i-Ğayb, Tahran tarihsiz, XI, 26.) Hz. Ali de diğer bütün mü'minler gibi tasaddukta bulunmayı severdi ve bu âyet-i kerimenin hükmüne evleviyyetle dahildir. Ebu Zerr'den gelen bu rivayet sebebi hususileştirmekle birlikte âyetin, umumu üzere bütün mü'minler hakkında genel olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. (bk. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/319-320.) 13 "Bizi yedirip içiren Allah'a hamd olsun" diye dua edenin günahlarının affedileceğini bildiren hadisler var mıdır? Konuyla ilgili rivayetler şöyledir: (1850)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir şey yeyip içti mi şu duayı okurdu: "Bize yedirip içiren ve bizi Müslümanlardan kılan Allah'a hamdolsun." [Tirmizî, Daavât 75, (3453); Ebû Dâvud, Et'ıme 53, (3850); İbnu Mâce, Et'ıme 16, (3283).] (1820)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatağına girdiği zaman şu duayı okurdu: "Bize yedirip içiren, ihtiyaçlarımız görüp bizi barındıran Allah'a hamdolsun. İhtiyacını görecek, barınak verecek kimsesi olmayan niceleri var!" [Müslim, Zikr 64, (2715); Tirmizî, Daavât 16, (3393); Ebû Dâvud, Edeb 107, (5053).] (1851)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir şey yer ve: "Bana bu yiyeceği yediren ve tarafımdan hiçbir güç ve kuvvet olmadan bunu bana rızık kılan Allah'a hamdolsun" derse geçmiş günahları affolunur" dedi." [Ebû Dâvud, Libâs 1, (4023); Tirmizî, Da'avât 75, (3454); İbnu Mâce, Et'ime 16, (3285).] Ebû Dâvud'un rivayetinde şu ziyâde var: "Kim bir elbise giyer ve: "Bunu bana giydirip, tarafımdan bir güç ve kuvvet olmaksızın beni bununla rızıklandıran Allah'a hamdolsun" derse geçmiş ve gelecek günahları affedilir." (1852)- Muâz İbnu Enes (radıyallâhu anh) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Muhakkak ki Allah, kulun bir şey yiyip hamdetmesinden veya bir şey içip hamdetmesinden râzı olur." [Müslim, Zikr 89, (2734); Tirmizî, Et'ime 18, (1817).] Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hurma yiyip soğuk su içtiği zaman, "Bize yedirip içiren ve mü'min kılan Allah'a hamdolsun" diye dua ederdi. Demek ki su ve hurma nimetine sahip olmasak bile sıhhatimizi, imanımızı en büyük nimet bilip hamdetmemiz gerekecektir. (bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi) 14 İnternet sunucu hizmeti veren kimselerin, haram yayınlar yapan internet sitelerine sunucu hizmeti vermesi caiz midir? Her insan, kendi yaptığından sorumludur; ister hayırlı bir iş işlesin, isterse şer yolunu tutsun. İnsanın önünde, biri Allah'ın rızasına ve dolayısıyla cennete, diğeri ise Allah'a isyan içeren şer işlerin yapıldığı iki yol vardır. İnsana, tercihi sonucu yaptıklarının hesabını Allah soracaktır. Bununla beraber İslâm dini, geçimin helâl ve meşru yollardan elde edilmesini emreder. Dinimizde haram kılınan şeylerin yapılması haram ve günah olduğu gibi, böyle şeylerin yapılmasına yardımcı ve aracı olunması ve bunlara rıza gösterilmesi de günahtır. Bu itibarla, içki, kumar, müstehcenlik, porno gibi dinin haram kıldığı alanlarda yayın yapacağı ve toplumu ifsat edeceği bilinen kişi ya da firmaya internet sunucusunun kiraya verilmesi ve bu yolla gelir elde edilmesi caiz değildir. (Diyanet İşleri Başkanlığı) 15 Kartacenni kimdir? Hakkında bilgi verir misiniz? Asıl ismi Ebü'l-Hasen Henîüddîn Hâzim b. Muhammed b. Hasen b. Muhammed el-Kartâcennî (ö. 684/1285) Endülüslü edip, münekkit, belagat nazariyatçısı ve şairdir. 608'de (1211-12) Endülüs'ün Kartâcenne (Carthagene) şehrinde doğdu. Soyu Evs kabilesine dayandığından Evsî ve Ensârî nisbeleriyle de anılır. Babası Kartâcenne kadısı idi. Kartâcennî babasından Arap dili ve edebiyatı, fıkıh ve hadis dersleri aldı. Mürsiye'ye (Murcia) giderek Tursûnî ve Arûzî gibi âlimlerin derslerine devam etti. Mâliki fıkhı, nahiv, hadis, ahbâr, edebiyat ve şiir alanlarındaki bilgisini geliştirdi. Tahsilini tamamlamak için gittiği Gırnata (Granada) ve İşbiliye'de (Sevilla) çeşitli âlimlerden icazet aldı. Arap dili ve hadis âlimi Ebû Ali eş-Şelevbîn akli ilimlerdeki üstün yeteneğini farkederek onu felsefe, mantık, hitabet ve şiire yönlendirdi. İbn Rüşd, Fârâbî ve İbn Sina'nın Aristo'nun mantık, şiir, edebî tenkit ve hitabete dair eserleri üzerine yazdıkları şerh, tefsir ve telhislerini inceleyerek bu alanlarda derinleşti. 632'de (1234) babası vefat etti. Ertesi yıl Emeviler'in başşehri Kurtuba'nın (Cordoba) Kastilya-Leon Kralı III. Fernando tarafından işgalini takip eden siyasî çalkantılar üzerine kardeşi Ebû Ali ile birlikte Fas'a göç etti. Muvahhidler'in Merakeş emîri Abdülvâhid er-Reşîd'e sığınarak onun için methiyeler kaleme aldı. Hükümdarın sarayında düzenlenen ilmî ve edebî meclislere katıldı. Kendisi gibi Endülüs'ten Mağrib'e göç etmek zorunda kalan seçkin ve kültürlü kişilerle ilişkilerini sürdürdü. Kartâcennî, Merakeş'te baş gösteren siyasî karışıklıklar yüzünden Bicâye'ye (Bougie), ardından Tunus'a gitti (639/ 1241). Burada Hafsî Emiri I. Ebû Zekeriyyâ Yahya'nın sarayına girdi ve onun için uzun bir kaside yazarak kendisine takdim etti(Dîvânü Hâzim, s. 64-67). Ölümüne kadar Tunus'ta yaşayan Kartâcennî, 24 Ramazan 684'te (23 Kasım 1285) vefat etti. Aristo'nun şiir, belagat, edebî tenkit ve hitabete dair görüşlerini İbn Sînâ ve Fârâbî'nin yorumlarından istifadeyle Arap edebiyatına yansıtan, bu konularda özgün görüşler ortaya koyan Kartâcennî bu alanlardaki düşüncelerini Minhâcü'l-büleğa' adlı eserinde toplamıştır. Şiirlerinde, kendisinin ve ailesinin mâruz kaldığı sürgün ve hicretlerin etkisiyle derin bir gurbet hissi, Endülüs'e tekrar dönme özlemi yankılanır. Methiyelerinin girizgâhında yer alan nesîblerinde ayrılık acılarını, müstakil gazellerinde ise ümit ve hayallerini dile getirmiştir. Methiyeleri tasvir, gazel ve söz sanatlarındaki ustalığını kanıtlar. Söz sanatlarını yoğun olarak kullanması, fıkıh, hadis, felsefe, mantık ve astronomi gibi ilim dallarındaki birikimini şiirlerine yansıtması, eski Arap şiiri, Kur'an ve Arap emsalinden zengin iktibas ve tazminlere yer vermesi Kartâcennî'nin şiirlerinin belirgin özellikleridir. Bazı önemli eserleri: 1. Minhâcü'l-büleğa ve sirâcü'l-üdebâ': Arap şiiri, belagat ve edebî tenkide dair Aristo'nun Poetika ve Rhetorica adlı eserlerinin etkisiyle yazılmış orijinal bir kitaptır. Eserin zamanımıza ulaşmayan birinci kısmında lafız, ikinci kısmında mâna, üçüncü kısmında nazım ve dördüncü kısmında üslûp meseleleri incelenmiştir. Felsefî yorumlar ve mantıkî çözümlemelerle örülmüş olan kitabın dili felsefe ve mantık terimleri sebebiyle zor anlaşılır niteliktedir. Şiirde istidlal 16 türlerinin ele alındığı ikinci kısmın üçüncü alt başlığı Abdurrahman Bedevî tarafından İlâ Tâhâ Hüseyin fi 'idi mîlâdihi's-sebîn (Kahire 1962) adlı eserin içinde yayımlanmıştır. Kitabın birinci kısmı dışındaki bölümlerini Muhammed Habîb İbnü'l-Hoca neşretmiştir. 2. el-Maksûre(el-Maksûretü'l-elfiyye): Recez vezninde kaleme alınmış 1006 beyitlik hacmiyle maksûre türü kasidelerin en uzunu ve en iyisi kabul edilen eser İbn Düreyd'in elMaksûre'sine nazîre olarak nazmedilmiştir. Hafsî Hükümdarı I. Müstansır'ı kutlama ve övme amacıyla yazılan kaside müslümanların Endülüs'te hezimet sebepleri, şairin kendi hayatından önemli kesitler, çok sayıda özel isim ile medih, mev'iza, hikemiyat, tasvir, gazel, fahr gibi çeşitli temaları içermekte olup edebiyat, tarih ve coğrafya alanlarında önemli bir belge niteliğindedir. Eser Şerif el-Gırnâtî öğrencisi Ebü'l-Hasan et-Tîcânî, Ceiâleddin el-Mahallî ve Muhammed Emîn el-Muhibbî tarafından şerh edilmiştir. 3. el-Kasidetü'n-nahviyye: 219 beyitlik bu manzume şairin divanı içinde yayımlanmıştır. 4. Dîvân: Escurial Library'de kayıtlı iki nüshada mevcut şiirlerle birlikte çeşitli kaynaklarda yer alan şiirlerinin derlenmesiyle meydana getirilmiştir. ( Geniş bilgi için bkz. Diyanet İslam Ansiklopedisi. Kartacenni Mad.) 17 Kıyamet suresinde kıyametten bahsederken birden sözü Peygamberimiz (a.s.m)'e getiriliyor ve sana ayetler vahyolununca dilini kıpırdatma deniyor. Buradaki ilişkiyi kuramadım. Bu sureyi tam bir bütün olarak nasıl anlamak gerekir? Bu surede üç adet aceleden söz edilmektedir. Birincisi: Kıyametin çok yakında acele edip geleceği... “Fakat insan suç işleyip durmak için önündeki kıyameti inkâr etmek ister de, “Ne zamanmış o kıyamet günü?” diye alay eder. Gözler kamaşıp karardığı, Ayın ışığının büsbütün gittiği, Güneş ile ay yan yana getirildiği zaman.. İşte o gün insan der: “Var mı kaçacak mekân?”(Kıyamet, 75/5-10) mealindeki ayetlerde, alayvari bir şekilde kıyametin acele gelmesini isteyenlere verilen cevapta, çok yakında acele dip geleleceğine işaret edilmiştir. İkincisi: “Ben ve kıyamet (şahadet ve orta parmaklarını göstererek) şu iki paramağım gibiyiz”( Müslim, Cuma 43) Yani benden sonra başka peygamber gelmez ve gelen artık kıyamettir, diye buyuran Efendimiz de -kıyamete kadar devam eden ve kıyametle atbaşı giden- ilahî vahyi aldığında okumada acele etmemesi, vahyin bitmesini beklemesi hususunda uyarılmıştır. Bu iki acelecilik arasında şöyle ince bir münasebet vardır ki; Allah’ın ilmi kıyametin geliş vaktini de, Kur’an vahyinin geliş ve bitiş vaktini de kuşatmıştır. Her ikisi de Levh-i mahfuzda kayıtlıdır, asla unutulmazlar ve kaybolmazlar. Üçüncüsü; Kıyametin güya acele gelmesini isteyenlerin aslında âcil lezzetlerin yeri olan dünyadan hiç ayrılmak istemediklerini vurgulamak için “peygamberin Kur’an’ı acele okunması” bir mukaddime, bir ara cümlesi hükmündedir. Yani, inkârcıların ve gafil insanların dünyanın âcil huzuzatını çok sevdikleri, bu yüzden ahiret hayatını gözardı ettikleri ve orası için gereken azıkları terk ettikleri hususuna dikkat çekmek ve onların kıyameti ecele beklediklerine dair söylemlerinde samimi olmadıkları, bu tür görünürdeki isteklerinin koca bir yalandan ibaret olduğuna vurgu yapmak için, Kur’an’ın acele ile okunmaması vurgusu bu giriş bölümü gibi kullanılmıştır. Şimdi de Razî’nin bu konudaki mütalaasını arz etmek fayda vardır. Ona göre, bu ayetlerin burada bu şekilde zikredilmelerinin bir kaç ihtimali vardır: a. Hz. Peygamber Kıyamet suresinin başlangıç ayetlerini okurken acele okumuş ve bu sebeple vahyin iniş anında “acele etmemesini” emreden ayetler nazil olmuş olabilir. b. Bu ayetlerde “acele etmenin” kötülüğüne dikkat çekilmiştir. Beşinci ayette “Fakat insan suç işleyip durmak için önündeki kıyameti inkâr etmek ister..” ifadesiyle âcil olan dünya hayatının lezzetlerine meftun oldukları işaret edilmiş, daha sonra da 20. ayette “hayır siz âcil olan dünya hayatının lezzetlerini istiyorsunuz” mealindeki ifadeyle bu husus açıkça belirtilmiştir. Bu iki pasajların arasına ise, Hz. Peygamberin Kur’an vahyini ezeberlemek için acele etmemesine vurgu yapılarak, dini bir emrin yerine getirilmesi de olsa acelenin uygun olmayacağına dikkat çekilmiştir. 18 c. Hz. Cebrail “Türlü türlü mazeretler öne sürse de, Artık insan, kendisi hakkında şahit olur/kendi içinde sakladıklarını çok iyi bilir” mealindeki ayeti okuyunca, Hz. Peygamber böyle bir mahzurla karşılaşmamak için acele edip Hz. Cebrail’le birlikte okumaya başlamış ve -Allah’ın inayeti olmadan Kur’an’ı hıfz etmenin mümkün olmadığı gerçeğine vurgu yapılarak-uyarılmıştır. d. Hz. Peygamber bu surede gelen ayetleri acele okuyarak inkârcıların yanlışlarını açıktan ilan etmek istemiş ve böyle bir aceleye gerek olmadığı hususuna işaret edilmiştir. e. Tekrar ederek Kur’an’ı ezberlemeye çalışmak az da olsa sebeplere yapışmak manasına geldiği için, “Allah’ın izni olmadan vahyi ezberlemen ve ezberinde tutman mümkün değildir” diye bir hakikat dersi verilmiştir(bk.Razi, İlgili ayetin tefsiri) 19 Cansız varlıkların ve hayvanların ahiret hayatları var mıdır? Bu konu ile ilgili ayetleri paylaşabilir misiniz? Kuran-ı Kerim ve Risale-i Nur ışığında cansızların, bitkilerin ve hayvanların ahiret hayatları hakkında bilgi verir misiniz? Kur’an’da cansız ve hayvanların ahiretteki durumuyla ilgili açık bir ifadeye rastlayamadık. Hayvanlar, nefisleri olmakla beraber akılları olmadığı için imtihana tabi tutulmamışlardır. Çünkü, imtihanın temel şartı, -kötü ve iyilik gibi-zıt kutupların çarpışması esnasında özgür iradenin devreye girerek bir tarafı tercih etmekten ibarettir. Bu zıt kutupların aktörleri ise, nefis ve akıldır. Hayvanlarda akıl, meleklerde ise nefis olmadığı için imtihan dışı bırakılmışlardır. Melekler şuurlu olduğu için cennete gidip cennet ehline hizmet edecek ve yine şuurlarıyla Allah’a tespih etmeye devam edeceklerdir. Meleklerin bir kısmı cennette olduğu gibi, zebaniler gibi bir kısmı da –yapıları itibariyle hiçbir sıkıntı duymadan-cehennem hapsinin gardiyanlığını yapacaklardır. Hayvanların şuuru olmadığından cennette yapacakları bir görevleri yoktur. Cehenneme gitmeleri halinde –yapıları itibariyle- sıkıntı çekmeleri kaçınılmaz olduğundan oraya gitmeleri de ilahî rahmete uygun düşmez. Bir tek çaresi kalır ki, o da yaratıldıkları toprağa tekrar dönüş yapmalarıdır. Bununla beraber, hayvanların da ruhları yok olmayacak, her bir türün ruhları belli bir hayvan bedeninde saklanarak cennete yerleştirilecektir. Rivayetlere göre, Hz. Salih’in devesi, Hz. Süleyman’ın hüdhüdü ve karıncası, Ashab-ı Kehfin köpeği gibi bazı hayvanlar cennete gireceklerdir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kurbanlarınızı sağlam, güçlü olanlardan seçin, çünkü onlar sırat köprüsünde sizin bineklerinizdir"(Kenzu’l-ummal, h. No: 12177). Bu rivayetten kurban olarak kesilen hayvanların da ruh ve bedenleriyle köprüden geçip cennete gideceklerini anlamak mümkündür. Bediüzzaman’ın aşağıdaki açıklamaları da bu konuya ışık tutmaktadır. “Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml'i ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev'in, ara sıra istimâl için cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hem hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet öyle iktiza eder”, Yani; Hz. Süleyman’ın Hüdhüdü ve karıncası, Hz. Salih’in devesi, Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi bir kısım hayvanlar, ruh ve cesetleriyle birlikte bâkî âleme-cennete gidecektir. Bu konuda hadis rivayetleri vardır. Bununla beraber, hikmet ve hakikat, rahmet ve rububiyet de bunun böyle olmasını ister(bk. Şualar/3.Şua). Çünkü; 1. Ebedî olan Allah’ın sadık dostu, ebedî olacaktır. Bâkî olan Allah’ın şuurlu aynası bâkî olacaktır(a.g.y). “İyi bilesiniz ki, Allah’ın velilerine/dostlarına korku yoktur, onlar üzüntüye de uğramazlar”(Yunus, 10/62) mealindeki ayette samimi dostluğun kazanımlarına işaret edilmiştir. 20 2. Bu hayvanların da Allah’a karşı gösterdikleri samimi dostlukları söz konusudur. Örneğin; Hüdhüd, güneşe tapanlardan şikâyetçi oluyor; göklerde ve yerde gizli olan her şeyi bilen Allah’a tapmayı bırakıp da hiçbir şey bilmeyen şuursuz güneşe tapanları adeta ahmaklık ve akılsızlıkla suçluyor(bk. Neml, 27/24-25). 3. Keza, Hz. Süleyman’ın karıncası, onun askerlerinin ayakları altında-kazara-ezilmemeleri için, dikkatli bir komutan edasıyla, arkadaşlarının derhal yuvalarının içine, sığınaklara girmeleri talimatını veriyor(bk. Neml, 27/18). Maiyetindeki raiyelerine samimî hizmet eden bir kraliçenin, askerlerinin-boş yere- burnu kanamasına izin vermeyen bir komutanın tavrını gösteren söz konusu karıncanın, -yaratandan ötürü yaratılanı sevme yarışında- Allah’a karşı samimi dostluk payesini kazandığını göstermektedir. 4. Ashab-ı Kehfin köpeğinin gösterdiği fedakârlık zaten dillerde destandır. İnkârcı zenginlerin sofrasını bırakıp, sırf Allah için aç-susuz kalan, ama yüce Allah’a iman eden mağara arkadaşlarının arkadaşlığını tercih etmesi(Kehf, 18/13-18), onun samimi dostluğunun belgesidir. 5. Hz. Salih’in devesi, zaten baştan başa bir mucize eseridir. Onun peygamberliğinin belgesidir. Ayrıca, bütün canlılar camiasında adaletin hükümran olması için, akıl, gönül veya his/duygu bazında bir şefkat, bir duyarlılık verilmiştir. Akıl ve gönül şuurundan mahrum olan canlılara da -gayrı şuurî olsa bile- bir hiss-i şefkat, bir istidat verilmiştir. Kediler, tavuklar gibi aslanların da yavrularına karşı gösterdiği tavırlar bu hiss-i şefkati açıkça göstermektedir. Fıtratlarında var olan şefkat hislerine aykırı bir davranış olduğu zaman, bu husus bir zulüm olarak o hayvanların defterlerine geçer ve kıyamet günü “boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alındığı zaman” bu hayvannlar arasında da hak ve adalet çerçevesinde bir ihkak-ı hak söz konusudur. Kaldı ki Allah’ın koyduğu bu fıtrî kanunlara riayet etmeyenler dünyada da cezasını çekeceklerdir. Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi; “Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin/aklının anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbikle tecziye edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır”(Mesnevi-i Nuriye/Katre/-son-Nokta). 21