Haftalık Bülten 10 Haziran 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Zuhruf suresi, 61. ayette geçen "O" zamiri hakkındaki açıklamalar ihtilaflı mıdır? Buradaki zamir kime işaret etmektedir? ................................................................................................... 3 Hz. Ömer'in, Hz. Fatıma'nın evini yakmak istemesi diye bir şey var mıdır? ............................ 6 Cahiliye döneminde kadınlara çok kötü davranıldığı söylenmekte, fakat kadınların sözlerinin geçtiği ticaret yaptığı durumlar vardı. Bu bir çelişki gibi duruyor. Açıklayabilir misiniz? ........................................................................................................................................ 8 Kuran, neden Yeni Dünyadan haber vermiyor? Pagan inançlarıyla bağdaşıyor mu? Arap dünyasında çokça yetiştirilen domuz yasaklanmış da komodo ejderi hakkında bilgi yok? . 9 Hz. Muhammed -haşa- hak peygamber değil; onun gösterdiği hiç bir mucize yok; okuma yazma bilmediği yalan, gibi iddialara ne dersiniz? ................................................................ 10 "Dağın yerinden oynadığını duyarsanız inanın, fakat bir kişinin huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın. Çünkü o yine fıtratındaki şeye döner." anlamına gelen söz hadis midir, hadis ise nasıl anlamak gerekir? ................................................................................... 13 Ahirette Haşir meydanında, organlarımız, hayvanlar, bitkiler ve diğer varlıklar bizden davacı olup hesap soracaklar mı? ............................................................................................ 16 “İnsan ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik." (En'am, 6/112) ayetinde geçen “İnsan ve cin şeytanlardan” maksat kimlerdir? Eğer insanlardan da şeytanlar varsa, hangileri daha zararlı ve daha tehlikelidir? ...................................................................................................... 17 “Bir kötülük işlediğinde hemen tövbe et. Gizli günahına gizlice, açıktan işlediğin günahına açıkça tövbe et.” Hadisinde geçen açık ve gizli tövbe nasıl yapılır? ..................................... 19 Tanrının sevilmeye, görülmeye, bilinmeye ihtiyacı mı var ki varlıları yarattı? Kiminin ruhunu kusurlu, kötü yaratması eşitsizlik değil midir? Bu çeşitliliği neden yaratmıştır da bazıları cehenneme gitmektedir? ............................................................................................ 20 "Cuma günü sabah namazından önce, üç kere Estağfirullah el-azim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh okuyanın, kendinin ve anasının ve babasının bütün günahları af olur." bilgisi doğru mudur? ................................................................................. 23 Davud (a.s.)´a okumak (Kur´an) kolaylaştırılmıştı hadisini açıklar mısınız? Neden Kur'an deniliyor? ................................................................................................................................... 24 Sosyal İslam nedir? Sosyal İslam ile siyasal İslam arasında ne fark var? ............................... 26 Bencilliğin tanımı nedir? İnsanın iyilik yapmasının nedeni de Allah´a yakın olmak (veya iyilik-sevap kazanmak) için ise, bu da bencillik midir? .......................................................... 27 2 Zuhruf suresi, 61. ayette geçen "O" zamiri hakkındaki açıklamalar ihtilaflı mıdır? Buradaki zamir kime işaret etmektedir? Zuhruf Suresi 57-64. Ayetlerin Mealleri: 57 -Ve ne vakit ki, Meryem oğlu misâl verildi, senin kavmin hemen gülerek çığrıştılar, yaygara kopardılar. 58- Ve dediler ki : «Bizim tanrılarımız mı hayırlıdır, yoksa O mu hayırlıdır?» Bu misâli sırf bir tartışma ve sürtüşme konusu olsun diye sana getirdiler. Zaten onlar yaygaracı, hasmane tartışan bir mîllettir. 59- O (Meryem oğlu İsâ) kendisine nimet verdiğimiz ve İsrail oğulları'na örnek gösterdiğimiz bir kuldur. 60- Eğer biz, dileseydik yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık. 61 -Ve şüphesiz O, kıyâmet'in kopuş saati için bir bilgidir. Artık siz, o saat hakkında şüphe etmeyin; bana uyun. Dosdoğru yol da budur. 62- Sakın şeytan sizi (doğru yoldan) alıkoymasın. Çünkü gerçekten o açık bir düşmandır. 63- İsa, açık belgeler ve mu'cizelerle gelince, «Ben gerçekten size hikmetle ve görüş ayrılığına düştüğünüz bazı hususları size açıklamakla geldim; artık Allah'tan korkun da bana itaat edin. 64- Şüphesiz ki, Allah, benim de Rabbımdır, sizin de Rabbımzdir. O halde O'na ibâdet edin. Dosdoğru yol budur» dedi. İlgili Ayetin Açıklaması: 61. Ayette geçen "O" zamiri hakkında tefsirlerde üç farklı değerlendirme yapılmıştır. Bunlar: 1- Kuran-ı Kerim 2- Son Peygamber Hz. Muhammed 3- Hz. İsa (Yani Hz. İsa'nın tekrar dünyaya gelmesi) Farklı görüşler olmakla birlikte müfessirlerin ekseriyetinin görüşü ayetteki "O" zamirinin Hz. İsa'ya işaret ettiği hakkındadır. Ayette ifade edilen "O" zamiri hakkında "Kuran ve Hz. Muhammed" değerlendirmesini yapanların açıklaması şöyledir: "O, kıyamete ait bir bilgidir" cümlesi ile müşriklere kıyamet hatırlatılmakta, dünyada düzenlerini bozmamak için saplandıkları putperestliğin âhirette başlarına neler getireceğine dikkat çekilmektedir. "Kıyamete ait bilgi"nin ne olduğu konusunda "Kur'an, âhir zaman Peygamberi, Hz. îsâ'nın tekrar dünyaya gelmesi" şeklinde farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı tefsirciler, bu âyetten biraz önce Hz. İsa'dan söz edildiği için "o" zamirinin Hz. İsâ'ya işaret ettiği yorumunu yapmışlardır. Halbuki İsâ'dan bahseden âyetler bittikten sonra başka bir konuya, 40-44. âyetlerde zikredilen "son Peygamber'e tabi olmanın gerekliliği" konusuna geçilmiştir. Zaten diğer peygamberlerin örnek olarak zikredilmesi de ana konu (son Peygamber'e inanma ve onu izleme konusu) ile ilgilidir. Aynca bu âyetler gelirken henüz Hz. İsâ gelmiş olmadığına göre âyetin müşrikler için bir şey ifade etmesi, "kıyamet bilgisi veya alâmeti "nin, görüp anlayabilecekleri bir şey olmasına bağlıdır; bu da İsâ değil, Kur'an'dır, kendisinin son peygamber olduğunu söyleyen hâtemü'l-enbiyâdır (s.a.). Müşriklere düşen görev, akıllarını başlarına 3 devşirmeleri, şeytana değil, kıyametten önce gelen son Peygamber'e kulak vermeleri ve böylece doğru yolu bulmalarıdır. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: IV/671.) Ayette ifade edilen "O" zamiri hakkında "Hz. İsa" değerlendirmesini yapanların açıklaması şöyledir: Ayetlerin iniş Sebebi: «Siz ve taptığınız (putlar) Cehennem yakıtlarısınızdır» mealindeki âyet inince, Kureyş Kabilesi'nin ileri gelenleri sordular: «Ya Muhammed! Bu herkes için geçerli bir hüküm müdür?» Resûlullah (A.S.) Efendimiz onlara: «Evet...» deyince, o inkarcılar gülüştüler ve İsa'ya da tapıldığını söyleyerek tartışmak istediler ve sonra İsa Peygamberin hayatından bazı misâller verdiler. Arkasından şöyle dediler: «Muhammed bize yalnız Allah'a ibâdet etmemizi önermekte ve O'ndan başkasına ibâdetin küfür olduğunu söylemektedir. Oysa Hıristiyanlar İsa'ya tapmaktadırlar. Bu durumda bizim ilâhlarımız mı hayırlıdır, yoksa İsa mı hayırlıdır?» Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. (Lübabu't-te'vîl; 4/108-Esbab-ı Nûzül/Nişabûri: 252) Konuyla İlgili Hadîsler: «Hiç bir kavim, üzerinde bulunduğu doğru yoldan sapmamış, ancak haklı çıkmak için aralarında çıkan tartışma ve sürtüşme (duygu ve hevesi) kendilerine (telkin edilip) verilince sapılmıştır..» Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu açıklamayı yaptıktan sonra 58. âyeti okudu. (Tirmizi/tefsir: 43- İbn Mâce/mukaddeme: 7- Ahmed: 5/252, 256) «Canımı kudret elinde tutan zata and olsun ki, çok sürmez Meryem oğlu İsa, size âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak; malı köpürüp taşarcasına akıtacak, o kadar ki onu kabul eden kimse bulunmayacak.» (Buhari/büyû' :102, mezâlim: 3, enbiyâ: 49- Müslim-imân: 54- İbn Mâce: fiten: 33) «Benimle İsa arasında peygamber yoktur. Şüpheniz olmasın ki, İsa size inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyınız; çünkü O orta boylu, kırmızı beyaz tenlidir. Hafif sarı renkli iki elbise arasında (bir giyim-kuşamla) iner. Islaklık dokunmadığı halde başından su damlar. İslâmiyet adına insanlarla savaşır; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır. Cenâb-ı Hak Onun zamanında İslâm'dan başka bütün milletleri yok eder. O, Deccal'ı da helak eder. Sonra İsa yeryüzünde 40 yıl eyleşir de öylece vefat eder. Müslümanlar Onun cenaze namazını kılarlar.» (Ebû Dâvud/Melahim: 14- Ahmed: 2/437) «Meryem'in oğlu inip imamınız da sizden olduğu zaman, nasıl (bir dönemde ve halde) olacaksınız?» (Buharî/enbiyâ: 49- Müslim/imân: 244, 246 Ahmed: 2/272, 336) Hz. İsa (a.s.) Kıyametin Alâmetlerinden Biridir: «Ve şüphesiz O (İsa veya Kur'ân), Kıyâmet'in kopuş saati için bir bilgidir...» «İnne» harfine bitişik gelen üçüncü şahıs zamirinin siyak ve sibak itibariyle Hz. İsa'ya (a.s.) râci' olduğu anlaşılıyor. Bu zamirin Kur'an'a râci' olduğunu diyenler de var; ama birinci tesbit daha isabetlidir. Çünkü âyeti, ilgili hadîslerle karşılaştırıp tefsir ettiğimiz zaman bu daha da kuvvet kazanır. Yukarıda mealini yazdığımız hadisler, İsa Peygamberin (a.s.) kıyamete pek yakın bir zamanda âdil bir hakem olarak ineceğini haber vermekte ve böylece Onu kıyametin yakın alâmetlerinden biri olarak göstermektedir. Böylece Âyet-i Kerîme'de Onun kıyametin kopuş saatinin ilmi, yani bilgi ve alâmeti olduğu belirtilmekte ve konu hakkında bize bilgi verilmektedir. Ancak İsa (a.s.)ın kıyametin alâmetlerinden olması iki yönlüdür: 4 Biri, henüz göğe yükseltilmeden önce ölüleri diriltmesidir ki bu, kıyamet kopup düzen değiştikten sonra Cenâb-ı Hakk'ın ölüleri dirilteceğini yansıtmakta ve İsa Peygamber'e verdiği böyle bir kudretin bütünüyle' ilâhî kudretinin eseri olduğuna işarette bulunmaktadır. Diğeri ise, Hz. İsa'nın (a.s.) kıyamete çok yakın bir zamanda yeryüzüne inmesi ve böylece ilâhî kudretin yüceliğini apaçık göstermesidir. İslâm'ın son ve cihan dini olduğu bir defa daha isbat edilecek; İsa'nın (a.s.) Allah'ın oğlu olmadığı bütün yanlarıyla açıklanacak; imân edenler kurtulacak, inkârda ısrar edenler her iki âlemde de azaba uğratılacaktır. Allah'ın bu açıklaması karşısında şüphenin yeri ve anlamı yoktur; her yanı ve yünüyle imân ve irfana dayanır. O bakımdan kıyametin kopuş saati hakkında mü'minler aslâ şek ve şüphe etmezler. İsa Peygamber (a.s.) inince, mü'minlerin bu hususta sadece imânı artar ve gönül yatışkanlığına kavuşmaları sağlanır. Gerek gelip geçen kavim ve milletler, gerek Musa (a.s.) ile İsa (a.s.), gerekse kıyamet hakkında en sağlıklı ve en doğru bilgiyi Kur'ân vermektedir. Kur'ân'ı iyi anlayabilmek için de mutlaka Hz. Muhammed'i (a.s.) iyi bilip tanımak ve Ona uymak gerekir. «Sırat-ı Müstakiym» yani «en doğru yol» işte budur. Gerisi şek ve şüpheyle, duygu ve düşünceyle şekillenmiş haberlerdir. 61 ve 62. âyetlerle bu hususlar gayet net ve açık bir anlatımla özetlenmekte, araştırıcılar için hareket noktası belirlenmektedir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri) 5 Hz. Ömer'in, Hz. Fatıma'nın evini yakmak istemesi diye bir şey var mıdır? Soruyu birkaç madde halinde cevaplamak uygun olacaktır: 1. Bu konuyu ilgilendiren rivayet; “el-İmame ve’s- Siyase” ve “Kenzu’l – ummal”da yer alır. (bk. İbn-i Kuteybe ed- Dineveri, Abdullah b. Müslim, el-İmame ve’s- Siyase’, I- II, Dâru’l- Ma’rife Beyrut, ty. I, 19- 20) 2. Kenzu’l-Ummal bu rivayeti, her halde İbn-i Ebi Şeybe’nin Musannefinden almıştır. İbn-i Ebi Şeybe’de geçen rivayet de şöyledir: “…Zeyd b. Eslem’den, o da babası Eslem’den (şöyle anlatır): ‘Durum şu ki; Rasulullah (s.a.v.) den sonra Ebu Bekir’e biat edilince, Ali ve Zübeyir; ikisi Rasulullah’ın (s.a.v.) kızı Fatıma’nın yanına giriyorlar, işleri (biat konusu) üzerinde onunla istişare ediyorlardı. Derken bu (Fatıma evine gidip gelme ve istişare konusu) Hattaboğlu Ömer’e ulaşınca o (dışarı) çıktı, hatta Fatıma’nın yanına girerek şöyle dedi: ‘Ey Rasulullah’ın (s.a.v.) kızı, vallahi hiçbir kimse bana babandan daha sevgili değildir ve babandan sonra da hiçbir kimse bana senden sevgili değildir. Ama Allah’a yemin olsun ki; eğer (Ebu Bekir’e biat etmeyen) bu topluluk senin yanında toplanırlarsa, benim bu evi onlar üzerine yakılmasını emretmeme bir mani yoktur.’ O (ravi konuya şu bilgiyi de ekledi ve) şöyle dedi: ‘Ömer evden çıkınca, (o topluluktan olanlar) ona (Fatıma’ya) geldiler. O da kendilerine şöyle dedi: ‘Biliyorsunuz ki Ömer bana geldi ve Mutlaka Allah’a şöyle yemin etti: Eğer bana dönerseniz, (Evime gelirseniz) gerçekten bu evi üzerinize yakacak ve Allah’a yemin olsun ki, üzerine yemin ettiği şeyi de gerçekleştirecektir. Öyleyse râşitler (bilgilenmiş ve makul olana uymuşlar) olarak geri dönünüz, durumu görünüz ve bana (evime) dönmeyiniz.' Onlar da ondan geri döndüler ve sonunda Ebu Bekir’e biat ettiler.” (bk. İbn-i Ebi Şeybe, el- Musannef, Dâru’l- Fikir, 1989, VIII, 572; Alaüddin Ali el- Muttaki, Kenzul’lUmmal, I- II, el- Beytü’l- Efkâru’d- Düveliyye, Ürdün, 2005, I, 681, nr. 141138) Kenzul- Ummal’de geçen rivayette evi yakma yerine kapıyı yakma geçmektedir. 3. Görüldüğü üzere Hz. Ömer, fitne ve kargaşaya sebep olabilecek konularda hassas ve tavizsizdir. Onun daha önceki hayatında da fitneye ve kargaşaya sebep olanların boynunu vurma tekliflerini bilmekteyiz. 4. Bu konuyu Âl-i Beyt veya Hz. Fatıma düşmanlığı olarak yorumlamak; konuyu asıl bağlamından çıkarmaktır. Zaten Hz. Ömer de Hz. Peygamberi ve Hz. Fatıma’yı sevdiğini bizzat Hz. Fatıma’ya ifade etmiş ve hassas bir konuda kendisini uyarmıştır. Nitekim uyarı tesirini göstermiş ve muhalifler bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’e biat etmişlerdir. Hz. Ömer’in yaptığı şey, uyarmak, fitneyi engellemek, İslam birliğini muhafaza etmek ve kargaşaya mani olmaktır. Konu bu açıdan ele alınmalıdır. Bu davranış, yönetim açısından yerinde bir davranış olarak görünmektedir. 5. Hatırlayalım: Hz. Ali kendi zamanındaki muhalifler için çare kalmayınca savaş yoluna bile başvurmuştu. Cemel, Sıffin savaşları ve Haricilerle yapılan savaşlar böyle savaşlardı. 6 Çünkü bağilik konusundaki ayetler, ona bu yetkiyi veriyordu. Prof. Dr. Murat Sarıcık İlave bilgi için tıklayınız: Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir'e biat etmediği doğru mudur? Hz. Ömer'e dil uzatanlar ve Hz Fatıma annemize zarar verdiğini iddia edenler var. Bunlara nasıl cevap vermeliyiz? 4 Halife seçiminin ayrıntıları ve Hz. Ali'nin halife seçimindeki görüşleri hakkında bilgi için tıklayınız... 7 Cahiliye döneminde kadınlara çok kötü davranıldığı söylenmekte, fakat kadınların sözlerinin geçtiği ticaret yaptığı durumlar vardı. Bu bir çelişki gibi duruyor. Açıklayabilir misiniz? Elbette böyle kadınlar her dönemde olabilir. Cahiliye döenminde de bunlardan olmakla beraber, çok azınlıkta idiler. Evet, Cahiliye döneminde asil ve zengin kimselerin kızları ve eşleri, bir şahsiyete sahip olup itibarlı sayılırlardı. Bunun dışındaki büyük çoğunluğu, ezilen ve cariye olarak kullanılanlar teşkil etmekteydi. Erkeklere oranla kadınların hiç bir hakkı yoktu. Cahiliye döneminde genelde orta ve aşağı tabakalarda kadının hiç bir önemi ve rolü yoktu. Bu durum, zaten doğuşta başlıyordu. Bir adamın erkek çocuğu dünyaya gelirse, sevinir, şenlik yapar; kız çocuğu doğarsa utanır ve bir suç işlemiş konuma düşerdi. Özellikle aşağı tabakalarda kadının kocası yanındaki değeri, onun, mülkiyetinde olan malların değerinden fazla değildi. Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri vefat edip hanımı dul kalınca, ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. İslam geldikten sonra, inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir. " (Nisâ, 4/19) buyurulmuş ve bu kötü adet kaldırılmıştır. (bk. Şevkânî, Fethu'l-Kadir, 1/440) 8 Kuran, neden Yeni Dünyadan haber vermiyor? Pagan inançlarıyla bağdaşıyor mu? Arap dünyasında çokça yetiştirilen domuz yasaklanmış da komodo ejderi hakkında bilgi yok? 1. Evvela Kur’an, coğrafya dersini vermek için gönderilmiş bir kitap değildir. Kur’an’da Yeni dünya bölgeleri değil, eski dünya bölgeleri de anlatılmamıştır. Kur’an’ın tarihî kısalardan söz etmesi, bir tarih veya coğrafya dersi vermek için değil, peygamberlere itaat edenler ile isyan edenlerin akıbetlerini bildirmeye ve insanların geçmişten ders almalarını sağlamaya yöneliktir. 2. Din bir imtihandır. İmtihanın temel esası gizliliktir. Fırsat eşitliği ancak böyle sağlanabilir. Eğer dinî kitaplarda gelecekle ilgili çok açık bilgiler verilseydi, imtihan sırrına aykırı olurdu. Bununla beraber, Kur’an’da ve hadis kaynaklarında geleceğe ait pek çok bilgi vardır. Güneşin ışığının bir gün söneceği, yıldızların dağılıp güneş sisteminin yok olacağı, dağların paramparça olup yeryüzünden silineceği, bu yerin başka bir yerle değiştirileceği, göklerin bir defter, bir tomar kağıt gibi dürüleceği gibi bir çok gaybî olaylar Kur’an’da yer almıştır. Bugünkü radyo, televizyon, uçak ve benzeri teknolojik keşiflerin yapılacağına dair ayetlerin işaretleri vardır. Hadis kaynaklarında içinde bulunduğumuz bu ahirzaman fitnesinden; içkinin, kumarın, faizin, zinanın yaygın bir kullanım alanı bulacağından haber verilmiştir. 3. Semavî dinlerin, özellikle -geldiği gündeki tazeliğiyle dimdik ayakta duran- İslam dininin en büyük gayesi, en birinci maksadı Allah’ın birliğini ders vermek ve yalan üzere kurulmuş her türlü pagancılık prangasını insanların boynundan kaldırmak için gelmiştir. İslam’ın bu konudaki temel mesajı şudur: Allah’a kul olan başkasına kul olmaktan kurtulur. Allah’a gerçek kul olmayan her türlü varlıklara bir nevi kulluk, kölelik etmekle karşı karşıya kalır. İman hem nurdur, hem kuvvettir, hem şuurdur hem hürriyettir. Hakiki imanı elden eden adam bütün dünya bomba olup patlasa muhtemeldir ki, onu korkutmaz. Allah’tan başka hiç bir varlığa kulluk yapmaya tenezzül etmez. Çünkü o her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, her şeyi her an gören, her şeyin üstesinden gelen sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Allah’a inanır.. Böyle bir dini, pagan inancıyla karşılaştırmak akla ve mantığa aykırıdır. 5. Domuz, büyük bir kısım insanların hayatında önemli bir yer tutuyor ve onların pratiklerinde bir değer ifade ediyordu. Kur’an, bu hayvanın yenmesini yasakladığı için, ondan bahsetmesi son derece doğaldır. Bu açıdan bakıldığında, komodo ejderinin bir haber değeri yoktur. Binlerce canlı türleri vardır ki, onlardan da söz edilmemiştir. Bunun ne gibi bir yanlış tarafı var ki...! Kur’an’dan hayvanların listesini istemek, onu bir zooloji, bir biyoloji atlası gibi görmek anlamına gelir.. 9 Hz. Muhammed -haşa- hak peygamber değil; onun gösterdiği hiç bir mucize yok; okuma yazma bilmediği yalan, gibi iddialara ne dersiniz? Evrensel bir ilmi kuraldır ki; bir şeyin yokluğunu, doğru olmadığını ispat etmek, varlığını, doğruluğunu ispat etmekten kat be kat zordur. Örneğin; Hz. Peygamberin hak peygamber olduğunu ispat etmek için onun tek bir mucizesini ispat etmek yeterlidir. Buna mukabil, onun peygamber olmadığını ispat etmek için, bütün hayatını didik didik edip araştırmak, bütün tarih ve siyer kaynaklarını taramak ve istikraî/tümevarım(inductionel) istidlal metodunu zedeleyecek hiç bir emarenin dünyada mevcut olmadığını görmek ve göstermekle mümkün olabilir. Mesela, bir insan “dünyada kırk ayaklı bir canlı yok” dese, bu iddiasını ancak bütün dünyayı kolaçan yapmakla; karada, denizde, havada gezip, hatta nesli tükenmiş olan canlıların dünyasına da gidip geçmişte böyle bir canlının olup olmadığını da araştırması gerekir. Böyle bir araştırma imkânsız olduğuna göre, böyle bir iddia da havada kalmaya mahkumdur. Oysa, kırk ayaklı bir canlı türünün varlığını ispat etmek için, sadece bu özelliği taşıyan tek bir canlıyı göstermek yeterlidir. O halde -her şeyden önce- “Hz. Muhammed -haşa-hak peygamber değil; onun gösterdiği hiç bir mucize yok; müslümanların var olduğunu söyledikleri bütün mucizeler yalan..” gibi hezeyanlar savuranların bu hezeyanlarını ispat etmeleri gerekir. Bu hezeyanların doğru olduğunu ispat etmeleri için, -yukarıda ifade edilen- evrensel mantık ve ilmin gereği olan istikraî(inductionel) istidlal metodunu kullanmaları, yani milyonlarca İslam literatüründeki sağlam bilgileri taramaları gerekir. Bununla kanaat getirmedikleri takdirde, bizzat 15 asır önceki zamana gidip gözleriyle Hz. Muhammed’in hayatına bakmaları gerekir. Eğer böyle bir çalışma yapmayı becerip başaramadan “...yok... yalan..” deseler, kendilerinin yalancı, söyledikleri de küfürden kaynaklanan bir hezeyan ve insan onurunu kırıcı bir palavradan ibaret kalır. İşte bizim davamızı ispat eden delillerden bir kaç örnek : a. Hz. Peygamber ümmiydi, okuma-yazması yoktu. Delilimiz şu ayettir: “Resulüm! Sen vahyimizden/Kur’an gelmeden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi”(Ankebut, 29/48). Görüldüğü gibi, bu ayette Hz. peygamberin okuma-yazma bilmediği açıkça ilan edilmiştir. Eğer, bu ayetin ilan ettiğinin tersine bir durum söz konusu olsaydı, aklı başında hiç bir insan ona inanmayacaktı. Bütün arkadaşlarının canlarını ona feda etmeye hazır olmaları ve bazılarının bizzat feda etmeleri, onların bu ayete aykırı hiç bir sızıntıyı görmediklerinin işaretidir. b.Tebbet suresinde Ebu Leheb’in Kâfir olarak ölüp cehenneme gideceği açık bir surette ifade edilmiş ve Ebu Leheb imansız ölmek suretiyle Kur’an’ın bu gaybî ihbarını fiilen tasdik etmiştir. c. Kur’an’da Rum Suresinde Bizanslıların İranlıları bir kaç yıl içerisinde mağlup edeceğine dair bir gaybî habere yer verilmiştir. Üstelik kısa bir süre önce İran/sasanîler tarafından 10 yenilgiye uğrayan Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve onları yeneceğini haber vermesi ve bu haberin aynen çıkması tartışılmaz bir mucizedir. d. Fetih Suresinde, Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermiştir. Ve tarih bu haberi fiilen tasdik etmiştir. e. Ayrıca Kur’an’da, Müslümanların kısa bir süre sonra Mekke müşriklerinin eziyetinden kurtulacakları, her tarafta İslam dininin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağı, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağının bildirilmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da- hilafetle devam edeceğinin haber verilmesi gibi, tarih tarafından hepsinin olduğu gibi ortaya çıktıkları tasdik edilen gaybî haberler vardır. Bu gözle görülmüş tarihî realiteleri -dindar olsun, olmasın- her akl-ı selim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir. f. Hz. Muhammed’in gösterdiği hissî(gözle görülmüş) mucizeleri binden fazladır. Bunların hepsinin uydurulmuş olduğunu söylemek ne akıl ve izana, ne insaf ve vicdana sığar. Kaldı ki, hadis ilminin otoriteleri tarafından kabul edilen ilmî ve objektif kriterlere uygun olarak bize kadar ulaştırılan onlarca mucize olayı vardır. Hiç bir tarih kaynağı, bu kaynaklar kadar sağlam değildir. Bunlara inanmayanın hiç bir tarih bilgisine inanmaması aklın gereğidir. Bu mucizelerin önemli bir kısmı, başta Buharî ve Müslim olarak Kütübü sitte gibi en sağlam kaynaklarda yer almaktadır. Bu mucizelerin bir kaç numunesine işaret eden Bediüzzaman hazretlerinin ilgili ifadelerinin bir özetini buraya almakta fayda görmekteyiz. “Evet - Hz. Peygamberin avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, - “Resulüm! senin bedir savaşında attığın küçük çakıl taşlarını hedefine ulaştıran Allah’tır” manasına gelen ayetin açık ilanıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları hezimete sevketmesi, - “Ay yarıldı” mealindeki ayetin açık ifadesiyle aynı avucunun parmağıyla Ay’ı iki parça etmesi; - Ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; - Ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlahiye/Allah’ın kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya; - Ahbablar içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. - Ve a'daya/düşmanlara karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. - Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. 11 - Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer'i/Ay’ı parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; - Ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın; - Hâlık-ı Kâinat/kâinatı yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu - ve davasında ne kadar sadık bulunduğu - ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..”(Mektubat/19. Mektup/13. işaret) 12 "Dağın yerinden oynadığını duyarsanız inanın, fakat bir kişinin huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın. Çünkü o yine fıtratındaki şeye döner." anlamına gelen söz hadis midir, hadis ise nasıl anlamak gerekir? Evet bu anlama gelecek bir hadis rivayeti vardır. İmam Suyutî, bu hadisin zayıf veya sahih olduğuna dair bir işarette bulunmamıştır. Haysemî ise, -Ahmed b. Hanbel’in Ebu’dDerda’dan rivayet ettiği bu hadisin rivayet zincirinde bir inkıta/kopukluk olduğuna dikkat çekmiştir(bk. Mecmau’z-Zevaid, 7/196). Ahlâk ve huy, insan tabiatında mevcut olan bir karakter, bir kimlik, bir özellik olarak öne çıkmış bir melekedir. İnsanın yaratılışında iyiye de, kötüye de temayüller vardır. İyi temayüllerin göstergesi güzel ahlâk, kötü temayüllerin göstergesi de kötü ahlâktır. Ahlâk ve huy dediğimiz şeyin değişken olup olmadığı, onun doğuştan ve irsi (genetik) olup olmadığına bağlıdır. İbn Miskeveyh’e göre, huyların bir kısmı insan yapısının temelinden gelir. Bir kimsenin fazla korkak ve güleç olması gibi. Diğer bir kısmı âdet ve alışkanlıkla kazanılır. İnsan bir şeyi düşünüp taşınır, sonra onu sürekli olarak yaparsa, o şey, onun melekesi ve huyu haline gelir. Gazali ve İbn Arabi de değişen-değişmeyen, doğuştan edinilen huylar ayrımını yaparlar. Doğuştan gelen mizaç/huy değişmez. Ama âdet ve alışkanlıkla edinilen huylar değişir. Bazılarına göre huyların doğuştan olup olmaması söz konusu olmaz. Her insan âdet, alışkanlık, tekrar, idman ve eğitim yoluyla kısa veya uzun sürede az çok huyunu değiştirebilir, yeni huylar kabul edebilir. Çünkü, insan yeni huylar kabul etmeye müsait bir varlıktır. (İbn Miskeveyh, Tehzibu’l-ahlâk, Kahire, 1320, 24-26) Genellikle, Müslüman alimler doğuştan gelen ve değişmeyen, edinilen ve değişebilen şeklinde huyları ikiye ayırırlar (bk. Gazali, İhya, III, 54; İbn Arabi, el-Fuhatu’l-mekkiyye, II, 309) Bunlara göre insanın hilkatinde, fıtratında, cibilliyetinde, tabiatında, mizacında, seciyesinde, tînetinde, hamurunda ve mayasında bulunan ve doğuştan gelen bazı huylar genetiktir, irsidir. İnsan bedeninin, nasıl belli temel nitelikleri varsa ve bunlar doğuştan geldiği için değiştirilemiyorsa, insan ruhunun da doğuştan gelen belli bir şekli vardır ve bu kökten değişmez. “Allah’ın yaratışında değişme yoktur” (Rum, 30/30); “...Rabbimiz her şeye hilkatini varoluş şeklini ve özelliğini veren, sonra da doğru yolu gösterendir” (Taha, 20/50); “Rab takdir edip yol göstermiştir...” (A’la, 87/3) gibi ayetlerde, huyun özünde değişmeyen yönüne işaretler vardır. Ama, bunun kısa veya uzun bir süre içinde, az çok ıslah ve terbiye edilmesi, doğuştan gelen renginin, tonunun farklı hale getirilmesi mümkündür. Sonradan edinilen ve kazanılan huylar ve âdetler ise eğitim ve öğretimle, sürekli alıştırma çalışmaları ve tekrarlar yaparak değiştirilebilir. Bitkiler ve hayvanlar bile eğitimle az çok değiştirilip ıslah edilirken, insanların te’dib, terbiye ve riyazet yoluyla ıslah edilemeyeceğini söylemek doğru olmaz. Islah suretiyle arpayı buğday, buğdayı arpa haline getirmek mümkün olmaz ama, daha iyi ve daha nitelikli arpa ve buğday üretmek mümkündür; aşı ile daha iyi meyve alındığı gibi. İnsandaki arzu ve öfke gibi temel eğitimlerin kökten 13 değiştirilmesi veya yok edilmesi mümkün olmaz. Ama, ıslah edilmesi, iyileştirilmesi, güzel ve faydalı hedeflere yönlendirilmesi mümkün olur. İnsan doğuştan sahip olduğu huy ve yeteneklerini, iyi ya da kötü işlerde kullanabilir. Cesaret ve cömertlik huylarının, iyi ya da kötü maksatlarda kullanılması gibi, huyların değiştirilmesinden çok iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi önemlidir. Şehvet denilen bedeni arzular, esas itibariyle kötü değildir. Kötü olan şehvetin meşru olmayan ve kontrolsüz bir şekilde bulunmasıdır. Meşru şekilde ve kontrollü olarak arzularını karşılaması ise iyidir. Hatta faydalı ve gereklidir. Buna göre, gerek ayet-i kerimelerde ve gerekse hadis-i şeriflerde kötülenen huyun aslı değil o huyun kötüye kullanılmasıdır. Örneğin; - Sertlik kötülenmemiştir. Kötülenen, sertliğin kötüye kullanılmasıdır. Sertliği haksızlık için, zulüm için, insanların gönlünü kırmak için kullanırsa bu günahtır. Öyle olmasaydı insanlara yumuşak davranılmasını isteyen Allah, savaş halinde düşmanlara karşı sertlik gösterilmesini emretmezdi. Hz. Ömer (ra) sert tabiatlı idi. Bu sertliğini cahiliye döneminde Resûlullah’ı (asm) öldürmeye niyet edecek kadar kötü yolda kullandı. Sertlik onda zulme bir vasıta oldu. Ancak aynı Ömer Müslüman olduktan sonra, ondaki sertlik, Allah’ın ve kulların hakkını korumakta, İslam düşmanlarına karşı duruşta bir kararlılık haline geldi. O sertlikte adâlet tecelli etti. - Geleceği düşünmek hissi herkeste vardır ve bunu kötülemek de doğru değildir. Bir insan bununla isterse sadece dünya hayatını düşünebilir ve sadece ona çalışabilir. Fakat bu his ve duygu sadece bunun için verilmemiştir. Öyleyse bu hissi başka değerli bir şeye yönlendirmesi gerekir. Bu da sonsuz geleceğimiz olan ahireti düşünmek tarzında olmalıdır. Böylece Cenab-ı Hakkın sevgili bir kulu olmaya yönelir. - İnsanda inat duygusu da var. Bu da esasen kötü değildir. Ancak, bir kimse bu hissini dünya işlerine sarf ettiği zaman ehemmiyetsiz şeylere de inat eder. Ve günah da kazanır. Fakat insan bu hissini, Allah’ın istediği şekilde kullansa, o zaman ibadete inkılap etmiş olur. Şöyle ki, bu his ile bir Müslüman diyecek: “ben inat ettim sabah namazını kaçırmayacağım, inat ettim hiçbir mümine kızmayacağım, inat ettim her gün şu kadar namaz v.s ibadet edeceğim." Böylece kendisine verilen inat duygusunu hayırlı işlere çevirip ibadet haline getirebilir. - Her insanda var olan hırs duygusunun da böyle iki mertebesi vardır. Biri insanı günaha sevk eder, diğeri ubudiyete. Günah olan tarafı Allah hoş görmediği gibi, iyiye kullanılsa hoş karşılanır. Bir insan hırs edip devamlı mal, mülk kazanmaya çalışsa ve neticede zekat vermez ise, bu his insanı helakete götürür. Veya insan kendine hedef tayin ettiği herhangi bir makamı elde etmek için, her türlü kılığa girmekten sıkılmıyor ve mukaddesatını feda edecek şekilde hırs gösteriyorsa, taşıdığı bu hırs duygusunu yanlış yerde kullanmış olur. Allah da bu hissi taşıyanı lanetler. Fakat insan bu hırs damarını “insanların imanlarını nasıl kurtarırım, insanlara nasıl faydalı olabilirim, ahiretteki makamımı nasıl artırırım ve Allah’ın rızasını nasıl kazanırım” diye kullansa herhalde hırs damarı tüm hissiyatlar içerisinde sultan olur. 14 Demek ki, insana doğuştan verilen bu güzel huyların değiştirilmesi değil, yönlerin hayıra ve güzele döndürülmesi gerekir. Çünkü, insana verilen her bir his ve duygu insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değildir. Aksine insanı Allah’a yaklaştırmak ve terakki etmek içindir. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, huyun aslını değiştirmek mümkün değildir. Özelliğini ve yönlerini değiştirmek ise mümkündür. Çok iyi bir eğitimle insanların kötü huylarını nasıl değiştirdiklerini, nefsi için öfkelenen insanların, Allah için öfkelenmeye başladıklarını, nefisleri için sertlik, katılık gösterenlerin, artık nefisleri söz konusu olduğunda aldırış etmediklerini, nefsi için bitmez tükenmez mücadelelere giren kişilerin bunları bırakıp artık Allah için, Allah yolunda nasıl mücadele ettiklerini, nasıl fedakârlık yaptıklarını, müşahede etmekteyiz. Bütün peygamberler, ahlakî değerleri hakim kılmak toplumu, iman, amel ve ahlâk bakımından yüceltmek, erdemli bir seviye kazandırmak için mücadele etmişlerdir. Bütün peygamberler insan fıtratında mevcut huyları, kabiliyetleri iyiye, güzele, doğruya yönlendirip, güzel vasıflar kazanmaları için mücadele etmişlerdir. Nebevî terbiye yoluyla insanlar, insanlık haysiyetine kavuşabilmişlerdir. Kâmil bir imanın, salih bir amelin en tabî neticesi güzel ahlaktır. Hayat ağacının en nâdide meyvesi güzel ahlâktır. “Rabbinizin mağfiretine ve Allah’a isyan etmekten sakınanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yerler kadar olan cennete koşun. O muttaki Müminler ki, bollukta da, darlıkta da infak ederler. Öfkelerini yenerler. İnsanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever." (Âl-i İmran 3/133-134) "Onlar (iman edenler) büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zamanda kusurları bağışlarlar ki onlar Rablerinin davetine icabet edip namazlarını kılarlar. Onların işleri aralarında istişare iledir ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler. Kötülüğün cezası denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah’a aittir. Elbette o, zalimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol (mesûliyet) yoktur. Sorumluluk ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere yönelir. İşte böylelerine acı bir azap vardır. Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir." (Şura, 42/37-43) 15 Ahirette Haşir meydanında, organlarımız, hayvanlar, bitkiler ve diğer varlıklar bizden davacı olup hesap soracaklar mı? Allah’ın sonsuz adaletinin tecelli edeceği mahşerdeki en büyük mahkemede, şüphesiz haksızlık yapan ve haksızlığa uğrayanlar arasında ilahî hüküm verilecektir. İnsan, insandan şikayetçi olacağı gibi, haksızlığa uğramış canlılar da insanlardan şikayetçi olur. Nitekim hadis-i şerifte, “Bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan bir kadının cehenneme gittiği”(Buharî, Enbiya, 50) bildirilmektedir. Bitkilerin şikayetçi olacağına dair bir bilgiye rastlayamadık. Ancak bitkiler dahil insanların her türlü nimetten sorguya çekileceği “O gün mutlaka nimetlerden sorguya çekileceksiniz” (Tekasür,102/8) mealindeki ayetten ve benzeri ayetlerden öğreniyoruz. Organlarımızın bizden davacı olup aleyhimizde şahitlik edeceği bilgisini şu mealdeki ayetlerden öğrenmekteyiz: “Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şahitlik edecektir”(Nur, 24/24). “Bugün mühür vuracağız ağızlarına, elleri Bize söyler, ayakları şahitlik eder, kendi yaptıklarına”(Yasin, 36/65). “Gün gelir, Allah’ın düşmanları toplanıp cehenneme sevk olunmak üzere, baştan sona tutuklanırlar. Nihayet oraya ulaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. Derilerine: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” deyince onlar: “Bizi konuşturan, her şeyi konuşturan Allah’tır. Zaten sizi ilkin yaratan ve sonunda da huzuruna götürüleceğiniz Rabbiniz de O’dur. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin, derilerinizin, aleyhinizde şahitlik edecekleri bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyordunuz, ayrıca siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz”(Fussilet, 41/19-22) Buna göre, insanın yaptığı her şey kendisine gösterilecektir. Bunlardan ya hesaba çekilecek ya da mükafat görecektir: "O gün insanlar, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük Allah'ın huzuruna çıkarlar. Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görür. Kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa, o da onu görür." (Zilzal, 99/6-8) Zerre: Görünür görünmez derecede gayet küçük karınca, güneş ışınında sezilebilen zerrecikler demektir. Burada maksat, beşer duyusunun ilgilenebileceği en küçük şeyle, sorumluluğun asgarisini bildirmektir. Asıl maksat, en küçük bir hayr veya şerrin Allah nezdinde kaybolmayacağını açıklamaktır. 16 “İnsan ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik." (En'am, 6/112) ayetinde geçen “İnsan ve cin şeytanlardan” maksat kimlerdir? Eğer insanlardan da şeytanlar varsa, hangileri daha zararlı ve daha tehlikelidir? Soruda geçen ayetin meali şöyledir: “Böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Eğer Rabbin dilemiş olsaydı onu yapamazlardı. Onları ve iftiralarını bırak.” (En'am, 6/112) Ayette geçen "İnsan ve cin şeytanları" tamlamasının, "beyaniyye" veya "lamiyye" olması hakkında iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre, "insandan olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve şeytanların bir kısmının insan cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lamiyye olduğuna göre de "insanlara mahsus", yani insanlara musallat, insan aldatmaya mahsus şeytanlar; "cinne mahsus", cinnîleri aldatmaya mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde şeytanın, ne insan, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmını insana, bir kısmı d a cinne musallat olmak üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır. İkrime, Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve başkalık ifade etmesi asıl olduğundan dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir cins ve hepsinin İblis'in çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü Abbas'dan Ata, Mücâhid, Hasen ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek demişlerdir ki, şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek insan ve gerek cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, inatçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir. (bk. Bakara, 2/14) Adı geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan mümini aldatmaktan aciz kalınca inatçı bir insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini aldatmaya teşvik eder. Ve böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil göstermişlerdir: "Hz. Peygamber (asm) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?' buyurmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var mıdır?' dedi. 'Evet onlar, cin şeytanlarından daha zararlıdır' buyurdu." (Müsned, 5/165, 178; Taberani, Kebir 8/217) Buna göre, insanlardan olan şeytanlar, daha zararlı ve daha tehlikelidir. İşte birçok tefsirciler(bk. İbn-i Kesir, ilgili ayetin tefsiri), bu âyette bu mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin gelişi, kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine karşı Resulullah'a teselli verme hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze görünür şeytan insanlar; cin şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli şeytanlar demek olur. Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu demektir. Tekilinde "insî" denilir. Ve buna karşı olan cin de alışılmamış, gizli, rûhânî bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de "cinnî" denilir. Demek olur ki, burada cin, insan karşılığı zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a ortaklar yaptılar" (En'âm, 6/100), "Cinlerden olan İblis ise Rabb'inin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 17 18/50) âyetlerinde olduğu gibi genel mânâya sarf edilmiştir. Diğer taraftan, "Cinleri de daha önce (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten yarattık" (Hıcr, 15/27) âyeti gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan öncedir. Bu âyette de cin, açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır. Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ve bu düşmanlık, peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir hikmeti , cereyan eden bir sünneti olmuştur. Nitekim "Kâfirler, bunu başkalarından öğrendin desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri genişçe izah ederiz" (En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu. Peygamberlere düşman olan ve bir kısmı görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin şeytanları birbirlerine gurur için, aldatmak için söz yaldızı (içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler) vahyederler. Yani vahyeder gibi süratli bir îmâ ve işaretle öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına hayran olurlar. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) Demek ki, Allah Teâlâ müşriklerin inat, inkâr ve türlü tecavüzleri karşısında Hz. Muhammed'i imtihan ettiği gibi, eski peygamberlerin hayatlarına dair birçok âyette gösterildiği gibi o peygamberlere de bazı ruhanî ve cismanî güçleri düşman kılıp onların mücadele etmekteki sabır ve sebatlarını denemiş; bu suretle, Allah'ın bu en seçkin kulları, ilâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir. Allah dileseydi o "insan ve cin şeytanları" düşmanlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah'ın bunları peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. İlâhî irade dünya hayatını -imanla inkârın, hayırla şerrin- bir çatışma alanı yapmıştır. Hakkı yaşatmak ancak, daima direniş konumunda bulunan bâtılı etkisiz kılmakla mümkün olur. Allah'ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadeleye gerek vardır. Kahramanlık şerefini sadece bir savaştan zaferle çıkanlar hak edebilirler. Dünyada insanın insan olmayandan farkı ve ayrıcalığı da buradadır. "İnsanların şeytanları", bâtılı ve şerri seçmeleri yanında, hakkı temsil eden peygamberlere ve onları izleyenlere karşı düşmanlık bayrağını açanlar; "cinlerin şeytanları" da bu mücadelede insanların şeytanlarına destek olup onlara aldatıcı ve yıkıcı fikirler telkin eden manevî güçlerdir. Çünkü, İslâm itikadına göre cinlerin de mümini kâfiri vardır. Ayette zımnen, "Yâ Muhammed! Düşmanı olan tek peygamber sen değilsin. Biz geçmiş peygamberlere insan ve cin şeytanlarını düşman yaparak onları da sıkıntılardan geçirdik" buyurulmak suretiyle bir bakıma Hz. Peygamber teselli edilmiştir. 18 “Bir kötülük işlediğinde hemen tövbe et. Gizli günahına gizlice, açıktan işlediğin günahına açıkça tövbe et.” Hadisinde geçen açık ve gizli tövbe nasıl yapılır? İmam Gazali bu hadisi kısaca rivayet etmiştir. (İhya, 4/47; bk. Iraki, Tahricu ahadisi’l-İhyaihya ile birlikte- a.g.y) İmam Beyhakî ise hadisi daha uzunca rivayet etmiştir. Hadisin tam tercümesi şöyledir: “Hz. Peygamber Muaz b.Cebel’i Yemen’e gönderirken ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Allah’a ibadet et ve ona şirk koşma. Allah’ı görür gibi ona kulluk et. Her taşın ve her ağacın yanında Allah’ı zikret. Eğer gizlice bir kötülük işlersen, ardından hemen gizlice bir iyilik yap.. Eğer açıktan bir kötülük işlediysen ardından hemen açıktan bir iyilik yap. Allah’tan kork ve mazlumun bedduasından çekin!” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 2/78) İmam Gazalî, bu hadisin kısa bir açıklamasını şöyle vermektedir. Gizlice verilen sadaka, (gizlice yapılan) gece günahlarına kefaret olur. Açıktan verilen sadaka ise, (açıktan yapılan) gündüz günahlarına kefaret olur(İhya, a.g.y). Bundan anlaşılıyor ki, “her karşılık amelin cinsindendir” kaidesi burada da geçerlidir. Gizlice yapılan günahın kefaret karşılığı gizlice yapılan iyiliklerdir. Açıktan yapılan günahların kefaret karşılığı ise, açıktan yapılan iyiliklerdir. 19 Tanrının sevilmeye, görülmeye, bilinmeye ihtiyacı mı var ki varlıları yarattı? Kiminin ruhunu kusurlu, kötü yaratması eşitsizlik değil midir? Bu çeşitliliği neden yaratmıştır da bazıları cehenneme gitmektedir? Cevap 1: Allah’ın hiç bir sıfatı, insanın sıfatına benzemez. Allah da görür, işitir, insan da görür, işitir, fakat bu filler arasında bir benzerlik yoktur. Çünkü, Allah madde değildir, mekandan, zamandan münezzehtir. Bunun gibi, Allah’ın kendini tanıtmak, sevdirmek istemesi, insanın kendini tanıtmak, sevdirmek istemesi gibi değildir. İnsanın bu arzusu bir ihtiyaçtan kaynaklanabilir, fakat Allah’ın bu iradesi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor. Bununla beraber, insanlarda bile -tanıtma, sevdirme duygusu- her zaman bir ihtiyacın varlığını göstermez. Bu ayrı bir lezzet, ayrı bir zevktir. Çok âciz, her şeye muhtaç olan insanda bile ihtiyacın dışında bazı arzular söz konusu iken, en büyük isimlerinden biri SAMED(hiç bir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olan) Allah için her hangi bir konuda ihtiyaç duyduğunu düşünmek, hem mantıkla, hem Allah’a -olan sağlam-imanla çelişir. Konuyu akla daha yaklaştırmak için, güneşin durumunu değerlendirebiliriz. Güneşin her sabah doğması, (farazî olarak kabul ettiğimiz şuuruyla) kendini varlıklara bildirmesi, tanıtması, sevdirmesi onun varlıklara ihtiyaç duymasından kaynaklandığını söyleyebilir miyiz? Elbette hayır! Çünkü insan, canlı ve diğer varlıkların hiçbirisinin güneşin ışığına, ısısına, kütlesine/vücuduna hiç bir katkı sağlamaları söz konusu değil ve olamaz. Güneş gibi sonradan var olan yaratılan bir varlık böyle ihtiyaçsız iken, varlığı ebedi ve ezeli olan ve güneşi yaratan Allah’ın muhtaç olduğunu düşünmek gerçekten akla ziyandır. Bediüzzaman hazretlerinin değerlendirmeleri doğrultusunda konuyu özetlersek; “Allah’ın hiç bir ihtiyaçtan kaynaklanmayan, onun zatına layık ve kutsal olan sıfatları arasında, sonsuz bir şefkati ve hadsiz bir muhabbeti var. Ve o sonsuz şefkat ve hadsiz muhabbetten gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm'e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikati bulamamışlar”(bk. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat/18. Mektup/3. mesele). Keza, bu gün dünyanın her tarafında yüz binlerce insanın, muhtaç, depremzede, 20 müsibetzede, fakir insanların yardımına koştukları bilinen bir gerçektir. Bu insanların muhtaçların yardımına koşmalarının altında ne gibi bir ihtiyaçları, bir beklentileri var? Bilakis, bunlar hiç bir karşılık beklemeden yardım yapmaktan aldıkları bir lezzet bir memnuniyetten başka hiç bir ihtiyaçları yoktur. Bu yardımlaşma duygusu -müslüman olsun olmasın- genel olarak insanların yaratılışında var olan mükemmel bir duygudur. İnsanlarda “hiç bir karşılık beklemeden iyilik etme” duygusunu yaratan ve bu duygudan bir lezzet ve memnuniyet duygusunu var eden Allah, bununla “kendisinin yaptığı ve yarattığı işlerin arkasında -büyüğün küçüğe, zenginin fakire yaptığı iyilikten ötürü- aldığı bir kutsal lezzet ve bir kutsi memnuniyetten başka hiç bir ihtiyacının olmadığını anlamalarını istemiştir. Yani, insanların karşılıksız yardım duygusu, Allah’ın -kâinatın her tarafında parlayan- lütuf ve kereminin varlığına bir kıyas, bir birim ölçüsüdür. Cevap 2: Mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir; bağ-bahçesinde, dilerse domates, dilerse patates eker; hiç kimsenin buna itiraz hakkı yoktur. Evrenin tek yaratıcısı, tek sultanı, yegâne ezelî padişahı olan Allah, elbette dilediği gibi tasarruf eder. Kimini fare, kimini taş, kimini fil, kimini maymun, kimini melek, kimini insan olarak yaratır ve yaratmıştır. Kim buna itiraz edebilir ki...! Varlık mutlak güzelliktir, bir iyiliktir, bir ikramdır, bir lütuftur. Bu sebeple, yoktan var edilen her varlık -şekli, konumu ne olursa olsun- yaratanına karşı şükran borçludur. Aslında bu gibi tereddütlerin, vesveselerin çözümü, Allah’ı bütün kutsal sıfatlarıyla doğru olarak tanımaktadır. Allah’ın hikmet sahibi, HAKÎM olduğuna iman eden kimse, onun abes, boş, lüzumsuz işler yapmayacağına da iman etmek zorundadır. Allah’ın her işini adaletle yapan ÂDÎL olduğuna inana kimse, onun asla haksızlık etmeyeceğini de kabul etmek durumundadır. Bu pencereden bakan kimse Allah’ın imtihana tabi tuttuğu insanlara asla haksızlık etmeyeceğini çok iyi bilir. Nitekim, Allah -ibret dersi gibi bir hikmete binaen- zeka özürlü olarak yarattığı insanları imtihandan muaf tutmakta ve onları imtihansız olarak cennete koyacaktır. Keza, Gönderdiği ilahî mesajından habersiz olanları da imtihandan muaf tutmuş ve onları da cennetine koyacaktır. Ayrıca, imtihana tabi tuttuğu insanlardan hiç birinin ruhunu sırf kötülük yapacak veya sırf iyilik yapmaya meyyal olacak bir şekilde yaratmamıştır. Bilakis, bütün ruhları imtihanın asgari- şartlarını yerine getirebilecek bir konumda yaratmıştır. Bu sebeple, imtihana tabi tutulmuş her insanı iyi ile kötüyü, kâr ile zararı fark edecek bir akılla donatmıştır. Yol haritasını özgürce çizebilecek bir özgür iradeye sahip kılmıştır. “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29) mealindeki ayetiyle bu özgürce tercihin varlığı Kur’an’da açıkça ilan edilmiştir. Peygamberler dahil, en iyi insanların bile bazen yanlış yapmaları, en kötü insanların bile bazen iyi davranış sergilemeleri bütün ruhların iyi ve kötüye yönelebilecek bir kabiliyette olduğunu göstergesidir. Âdil bir imtihanın asgari şartlarını yerine getirilmesi için gereken akli, kalbi, ruhi donanımlara sahip olduktan sonra, bazılarına fazladan akıl, zekâ ve üstün 21 bir ruh cevherinin verilmesi bir haksızlık değildir. Bu sebeple, hiç kimse neden “benim ruhum da Hz. Muhammed’in ruhu gibi yaratılmadı, ben de neden peygamber olmadım?” diyemez. Bir fare kalkıp da “neden ben de Sokrat gibi bir filozof olmadım?” diye hak dava edemez... Cevap 3: Daha önceki açıklamalar bu 3. madde için de geçerlidir. Bununla beraber şunu da ilave olarak diyoruz ki; Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı olmadığına göre, hiç kimseye özel bir garazı da olmaz. İsteseydi, hiç bir insan yaratmazdı. İsteseydi, bütün insanları -imtihan etmeden- cehenneme koyardı. İsteseydi, cenneti yaratmayıp sadece cehennemi yaratıp herkesi oraya tıkardı. Kur’an’ın surelerinin başında kendini Rahman ve Rahîm olarak bize takdim edip tanıtan sonsuz merhamet sahibi bir yaratıcıya karşı kötü zanda bulunmak; onun haksızlık yaptığını, âdil davranmadığını, bazı insanlara komplo kurduğunu düşünmek, müeyyidesi çok ağır olan bir saygısızlıktır. Dünyada kendisini inkâr eden ateistlerin bile rızkını vermekle sonsuz merhametini gösteren yüce Yaratıcının -iyi insanlarla kötü insanları, çalışkanlarla tembel olanları, itaatkâr olanlarla isyankâr olanları birbirinden ayırmak ve ödül hakkedenlerle cezayı hakkedenlerin müstahak oldukları karşılığı vermekten başkainsanlarla alıp veremediği ne var ki, onlara tuzak kursun... İsteseydi zaten onları yaratmazdı. Son olarak, imtihanın gerekçesini ortaya koyan aşağıdaki bir kaç ayetin meallerini vermekte fayda vardır: “Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz?"(Ali İmran, 3/142) “Müminler sadece “İman ettik” demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir."(Ankebut, 29/2-3) “Biz hiç, iman edip makbul ve güzel iş yapanlara, ülkede fesat çıkararak nizamı bozanlarla aynı muameleleri yapar mıyız? Yahut Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınanları, yoldan çıkanlarla bir tutar mıyız?”(Sad, 38/28) “Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız? Nasıl olur da böyle bir şey iddia edebilirsiniz? Ne biçim hüküm veriyorsunuz öyle?”(Kalem, 68/35-36) İlave bilgiler için tıklayınız: Kafirlerin ebedi cehennemde kalması nasıl adalet olur? Cehennem azabı neden ebedi olsun? Allah'ın şefkati anne şefkatinden daha çok olduğu halde, neden cehennemi yarattı? 22 "Cuma günü sabah namazından önce, üç kere Estağfirullah el-azim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh okuyanın, kendinin ve anasının ve babasının bütün günahları af olur." bilgisi doğru mudur? Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu: "Kim, cuma günü sabahleyin sabah namazından önce şu sözleri üç defa söylerse, onun günahları deniz köpükleri kadar olsa bile, Allah onun günahlarını bağışlar: "Estağfirullah el-lezî lâ ilahe illâ huve'l-hayyu'l-kayyûmu ve etûbu ileyhi."(İbn Sünni, 82) Anlamı: "O Allah'dan mağfiret dilerim ki, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, ebedî hayat sahibidir, her işi idare edip ayakta tutandır. Ben O'na dönüp tevbe ediyorum."(İmam Nevevi, el- Ezkar, Terc. Doç. Dr. Abdülvehhab ÖZTÜRK, Kahraman Yayınları, 2005) Hadiste anne baba kaydı geçmemektedir. 23 Davud (a.s.)´a okumak (Kur´an) kolaylaştırılmıştı hadisini açıklar mısınız? Neden Kur'an deniliyor? Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Dâvud aleyhisselâm'a okumak (Kur'ân) kolaylaştırılmıştı. Böylece, hayvanının eğerlenmesini emreder, eğerlenmezden önce (baştan sona Kur'ân'ı) okurdu. O, kendi el emeğiyle kazandığından başka bir şey yemezdi." (Buhârî, Enbiya 37; Büyû 15, Tefsir, Benî isrâil 5.) AÇIKLAMA: 1- Hadiste geçen el-Kur'ân'dan maksat okumaktır. Nitekim bazı rivayetlerde el-Kırâet kelimesi kullanılmıştır. Her peygamberin Kur'ân'ı, kendisine vahyedilen kitabıdır. Hz. Dâvud'un okuduğuna da Kur'ân denmesi, Kur'ân'a mucize vaki olduğu gibi ona da mucize vaki olduğuna işaret etmek içindir. Hz. Davud'a neyin okunması kolaylaştırılmıştı? Bu açık değildir. Ulemâ "Tevrat'ın" veya "Zebur'un" okunması demekte ihtilaf eder. Bu tereddüdün sebebi Zebur'un tamamı mev'ize olması ve ahkâmı Tevrat'tan almaları sebebiyledir. Yani, onlar nezdinde her iki kitap da muteberdi. Katâde merhum demiştir ki: "Biz Zebur'un, hepsi de mev'ize ve senâ olan, içerisinde haramhelal, ferâiz ve hudud hiç bulunmayan 150 sureden müteşekkil olduğunu konuşurduk. Ahkâm meselesinde Tevrat esas alınırdı." 2- Hz. Davud(a.s)'un burada zikredilen mümtaz bir vasfı, kendi elinin emeğiyle rızkını temin etmesidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka hadiste, "kişinin en temiz yiyeceğinin el emeğiyle kazandığı şey" olduğunu belirtir ve buna örnek olarak Hz. Davud'u gösterir: "Kimse eliyle kazandığından daha hayırlı (temiz) bir şey yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvud aleyhisselâm el emeğini verdi." İbnu Hacer, Hz. Dâvud (as)'un el emeği olarak zırh yaptığını, onun zerrâd yani zırh ustası olduğunu, Allah'ın ona demiri yumuşattığını, yumuşayan demiri onun zırh yapmada kullandığını, Dâvud aleyhisselâm'ın, devrinin büyük krallarından biri olmasına rağmen yapıp sattığı zırhın parasından başka bir şey yemediğini belirtir. Nitekim sadedinde olduğumuz hadis, Hz. Dâvud'un binmek istediği zaman başkaları tarafından eğerlenen hayvanları olduğunu söylemekle, onun ciddi bir saltanata sahip olduğunu ima etmiş bulunmakta, bu imadan sonra "elinin emeğini yediğinden" bahsedince, onun verâsına dikkat çekmiş bulunmaktadır. 3- Davud aleyhisselâm'ın mümtaz bir diğer yönü, intikası ve dini hayatıdır. Her işinde Allah rızasını arardı. Allah'a yaptığı sesli zikirleriyle meşhurdur. Bazan onun, fevkalade güzel sesiyle yaptığı zikirlere dağ, taş, kuş ve hayvanlar iştirak ederdi. Geceleri teheccüde kalkar, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın övdüğü ve ümmetine tavsiye ettiği savm-ı Davud denen gün aşırı oruç tutardı. Yani bir gün yer bir gün tutardı. Çok güzel bir hatipti. 24 Belâgat sahibi idi. İsrâiloğullarının Tâlut'un komutası altında Amâlikalılar'la yaptığı savaşa katılıp müşriklerin lideri Câlut'u öldürmüş, böylece onların bozgununu kolaylaştırarak herkesin sevgi ve itimadını kazanmıştı. Tâlut'tan sonra da kral olmuştu. Kendisine peygamberlik de verilince iki vasfı birden nefsinde topladı. Hükümdarlığının adilâne olmasına gayret eder, bu maksadla zaman zaman tebdil-i kiyafetle halk arasına çıkıp, "Davud'dan memnun musunuz?" diye sorar, idaresini halkın arzusuna göre yönlendirirdi. Bu suretle adilâne bir saltanatla kırk yıl kadar hüküm sürdü. Vefat edince yerine geçen oğlu Hz. Süleyman, hem saltanata hem nübüvvete mazhar oldu.(İbrahim Canan, Prof. Dr. Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/353355). 25 Sosyal İslam nedir? Sosyal İslam ile siyasal İslam arasında ne fark var? İslam dininde siyasal(siyasî) veya sosyal İslam diye bir kavram yoktur. Bunlar tamamen ithal malıdır. Semavî bir din olan İslam’ın böyle beşerî sözcüklerle yamanmaya ihtiyacı da yoktur. Evet siyasal İslam terkibi yanlıştır; dilbilgisi bakımından değil, kavram olarak yanlıştır, karşılığı yoktur; çünkü bir tane İslam vardır, onun kitabı, peygamberi ve mensupları bellidir. Asırlardır İslam'ın temel bilgi ve hüküm kaynakları alimler tarafından yorumlanır, mensupları da bu yorumlardan birine veya birkaçına göre uygulama yaparlar, müslümanca yaşamaya çalışırlar. İslam'ın bir tek olması, bütün yorumların ve uygulamaların da bir tek, bir çeşit, tek tip olmasını gerektirmez. Hem inanç, hem de amel (İslam'ın ibadet ve hayat düzeni kurallarına uygun hareket, davranış) bakımından farklı yorumlara dayalı mezhepler vardır, bir mezhebin mensupları içinde de tam veya eksik uygulama bakımından farklılıklar vardır; ancak bu farklılıklar "farklı İslamlar" olarak isim almamışlar, mesela Matüridi İslam'ı, Eş'ari İslamı, Şafiî İslamı..., keza salihlerin İslam'ı, fâsıkların İslam'ı... denmemiştir. İslam yalnızca ibadeti ve ahireti anlatmaz, müminlerin dünya hayatında riayet edecekleri bazı kaideler de koyar ve buyruklar da verir. Buradan hareketle kimse, mesela ibadet alanını kastederek "ibadet islam'ı", hukuk alanını kastederek "hukuk İslam'ı"... demez. İslam'ın siyasetle ilgili emir ve yasakları da vardır, İslam'ı teori ve inanç olarak siyasetten ayırmak mümkün değildir. Bazı müslümanlar siyasi hayatın da İslam'a göre düzenlenmesi ve yürütülmesini ister, bunun için örgütlenir ve faaliyet gösterirlerse bunlara "siyasi müslüman" ve bunların dinlerine de "siyasi İslam" demek doğru olmaz. Ortada bir tek İslam vardır, bazı müsülümanlar bunun tamamını uygulamak isterler veya buna güçleri yeter, bazıları da bir kısmını uygular veya uygulayabilirler. Bir isim vermek gerekirse bu, İslam'ı bölerek, çeşitlendirerek değil, uygulamanın tam veya eksik olmasına, şu veya bu yoruma dayanmasına göre yapılır. Müslüman "teslim olandır. Allah'ın buyruğuna, irade ve rızasına teslim olandır. Allah namaz kılmayı, oruç tutmayı emrettiği gibi faizi, zinayı, müstehcenliği, rüşveti, zulmü, istibdadı da yasaklamıştır. Müslüman olarak Allah'a teslim olan kişi pazarlık yapmadan, dinin kurallarını bölmeden -elinden geldiğince- hayatının bütününde ona teslim olur. Evin içinde, camide müslüman, kamusal alanda gayr-i müslim olamaz. Asıl vazifesi kamusal alanda da İslam'a aykırı (buna insan haklarına ve ahlaka aykırı da diyebiliriz) bir durumun oluşmasını engellemektir, buna gücü yetmezse, başkalarına dokunmadan kendisi özel ve kamusal alanda müslümanca yaşar, buna da gücü yetmezse yapabildiğini yapar, yapamadıkları için de gücünü aştığından- bağışlanır. Özetle, tekrar edelim ki, İslam’da “siyasal İslam-sosyal İslam” diye bir terminoloji yoktur. Ancak İslam, hayatın bütün sahalarını kapsayan, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, toplumsal her türlü konuda düzenleme getiren evrensel bir dindir.. 26 Bencilliğin tanımı nedir? İnsanın iyilik yapmasının nedeni de Allah´a yakın olmak (veya iyilik-sevap kazanmak) için ise, bu da bencillik midir? 1. Bencillik, ben merkezli bir hayat tasavvurudur. “BEN tok olduktan sonra bütün insanlar açlıktan ölse bana ne!”, “BEN sağlıklı olduktan sonra herkes hasta olsa gam yemem!”, “BANA değmeyen yılan bin yaşasın!” deyimleri “BENCİLLİK” kavramını çok iyi ortaya koyan ifadelerdir. Pragmatist bir Egonun çemberine sıkışan insan bencildir. 2. Bencillik genel kapsamı açısından iki şekilde düşünülebilir: Birincisi: Gerçek bencilliktir ki, dünya hayatında kendi menfaatinden başka kimseyi düşünmemek, dünya-felek çarklarının merkezinde kendi hayatını yerleştirmek, menfaatine olmayan hiç bir şeyin güzel olamayacağını düşünmek, her şeyin varlığını kendi varlığına armağan nazarıyla bakmak anlamına gelir. Bu anlamıyla bencillik, İslam’da kötü bir huy olarak tasvir edilmiştir. Cimrilik, mala düşkünlük, gurur, kibir, kendini beğenme gibi huylar bu bencilliğin ürünüdür. İkincisi: Nisbî, zahirî, görünürde bencilliktir ki, öbür dünya hayatındaki menfaatini ön planda tutmak manasına gelir. Ebedî bir mutluluğu kazanmak için, geçici bir mutluluktan vaz geçmek, dünyasını ahiretine feda etmek, sevap kazanmak için en sevdiği malından infak etmek gibi uhrevî bir menfaat peşinde koşmak bu kısım bencilliktendir. Bu bencillik İslam’da övgüye değer bulunmuş ve teşvik edilmiştir. Gerçek manada buna bencillik denilmez. Zira Allah’ın rızasını merkezde tutan bir anlayışta, ne gurur, ne kibir, ne cimrilik, ne mala düşkünlük söz konusudur. “Allah’ın daha iyi bir sevgili kulu olma” gayesi, gerçekte bencillik atmosferinden en uzak bir durumdur. Çünkü bencillik, nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın esaretini öngören süflî arzuların yeşermesine zemin hazırlayan pragmatist bir egoizmdir. Allah’ın rızasını esas alan bir sevap hırsı -rotasından çıkmadığı sürece- çok farklı ve çok güzel bir bencilliktir ki, hem Allah’ın hem insanların hoşnutluğunu kazanır. Çünkü, bu bencillikte, cömertlik var, başkasını kendi nefsine tercih etmek var, Allah’ın rızasını kazanma gayretleri var... 3. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz..” (Al-i İmran, 3/92) mealindeki ayette, insanların en sevdiği mallarından Allah yolunda infak etmedikçe, Onun iyiliğine/lütfuna/ikramına cennetine kavuşamayacakları anlatılmaktadır(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Buna göre, “el-Cezau min cinsi’l-amel=karşılık yapılan işin cinsinden olur” prensibi gereğince, insanın -infak ile yapacağı-iyiliğin karşılığı, Allah’ın cennet iyiliğiyle karşılık bulur. İyilik iyilik getirir. İkinci maddede ifade edildiği gibi, Allah’ın rızasını kazanma yolunda atılan her adım, güzel bir kulluk ve insana yakışan bir eylemdir. Zaten bütün dinlerin geliş gayesi, insanları kendi nefsanî bencillik alanından kurtarıp, Rabbanî rıza mertebesine kavuşturmaktır. Nefsin hoşuna giden dünyevî- peşin lezzetleri istemek bencillik olduğu gibi, bu peşin lezzetleri bırakıp gelecekteki- uhrevî lezzetlere talip olmak, bencilliği terk etmek anlamına gelir. 27 Zaten hem dünyayı hem de ahireti birlikte terk etmek mümkün değildir... Allah’ın rızası, onun cemali de uhrevîdir. 28