SONSUZLUĞU ÖLÜMDE BULMAK The Fountain, yönetmenliğini Darron Aronofsky’nin üstlendiği belki de Aronofsky’nin izlediğim en iyi filmi. Aslında izlediğim filmler hakkında “en iyi” “en güzel” vb benzeri iddialı yorumlarda bulunmaktan kaçınırım ama bu film, bana bu alışkanlığımı gözden geçirmemi düşündürten filmlerin başında gelir. Birçok kişi için filmin bana hissettirdiği gibi hissettirdiğini düşünmüyorum. Belki de birçok kişi için, film zaman kaybıdır. Fakat sanırım ben herkesin beğendiği, ya da herkesin favorisi olan şeyleri beğenemeyen kişilerdenim. Bahsettiğim şey, genel veya çoğunluğun dışında tavır almak ya da elitist görünmek için değil. Sadece bende, diğer insanlardan daha farklı hisler ve algılar oluşturan kültür sanat ürünlerine daha çok ilgim var diyelim. Bu filmin bende, gerçekten daha önce izlediğim hiçbir filmin yaratmadığı türde bir ruh halini oluşturduğunu söyleyebilirim. Bu hissi tarif etmek güç, sanki gözünüzün önünde duran bir şeyi yeni görmüş, gördüğünüz şeyi tam anlamıyla en derinine kadar kavrayarak anlamış, ve aydınlanmış gibi. Bir filme bu kadar derin anlamlar yüklemek aslında bir yandan da saçma geliyor ama. Eğer bir film, bitirdiğimde bende bu hissiyatları oluşturmayı başarıyorsa, bazı anlamlar yüklenmesini de hak etmiş demektir. Filme gelecek olursak, filmde birçok olgu, felsefi akım veya dini rivayet ya da mitlerin öğretileri mevcut. Bolca spiritualizm, mistisizm gibi felsefli anlayışın izini de görebilirsiniz. Tabiki salt bir felsefe veya bilim kurgu filmi gibi yorumlamak yanlış olur. Filmde herkes hayattan bir şey bulabilir. Hikaye, birbirinden bağımsız zaman dilimlerinde yaşayan üç ana karakterin üzerinden işliyor.İlk karakter(Tommy Creo), alanında uzmanlaşmış bir doktor. Hayatını tıbba adamış, daha özelde, kanser araştırmalarına önem vermiş( karısı kanserin son fazında olan, hayatını kısa sürede kaybedeceği öngörülen bir hasta) ölümün tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu düşünen biri. Karısı ise kurtuluşu ölümde bulmuş, ölümün onu huzura kavuşturacağını inanıyor. Tommy ise karısının bu düşüncesine karşı çıkıyor her seferinde onu pes etmememesi için ikna etmeye çalışıyor. Ölümsüzlüğün ulaşılabilir olduğunu düşünüyor. İkinci karakter(Tomás) ise 16 yy da yaşayan,kendisini kraliçesinin hizmetini adamış, bu uğurda ab-ı hayatı arayan bir şovalye. Üçücü karakter(Tom) ise, 26 yüzyılda yaşaşayan, uzay veya tarif edilmesi zor bir ütopik evrende bulunan, ölümsüzlüğün peşinde bir meczup. Üçünün de ortak bir hedefi var aslında, ölümsüzlüğe ulaşmak, ve buna ulaşmak için bir gizeme veya bir efsaneye güveniyorlar. Dünyada keşfedilmemiş bir ağaçın( Kam ağacı efsanesi)1 onlara ab-ı hayatın sırrını verebileceğine bel bağlamışlar. Hepsi bu amaç için kendilerini o ağacı bulmaya adıyorlar. Fakat bu süreç içinde ölümün sadece hayatın sonu olmadığını veya göründüğünden daha derin bir anlam içerdiğini kavrıyorlar. Ölümü aslında bir huzura kavuşma, acılardan arınma veya bir kurtuluş olarak görmeye başlıyorlar. Aslında sonu olan her şey daha güzel değil midir? Her şeyden bir gün mahrum kalacağanı bilmek. Herşeyin bir sonu olacağının, her an farkında olarak yaşamak hayatı ve anı daha değerli yapmaz mı? Filmde olduğu gibi ölü bedenlerimizin üstünden çiçekler filizlenecek belki de. Tüm bunları fark etmek aslında hayatın karmaşası içinde oldukça zor. Fakat filmdeki üç karakterde ölümsüzlüğü aradıkları sürecin en sonunda tüm bunları fark etmeyi başarıyor. Ölümün çok da korkulacak bir şey olmadığını, huzura giden yolun son durağı olduğunu farketmeye başlıyorlar. Üçü de, rivayetlere göre Büyük İskenderin, Cengizhanın da zamanında peşine düştüğü o ağacı bulmayı başarıyor. Ama buldukları sadece aradığınızı bulduğunuzda hissettiğiniz huzur. Zaten her yol menzildeyken daha güzel değil midir? Kam ağacı efsanesi eski ağitte, Hz Adem ve Havvanın cennetten dünyaya gönderilirken elmayı yediği yasak ağaç olarak söylenir, bazı kaynaklar hayat ağacı da der. 1