ATAUM E-BÜLTEN

advertisement
ATAUM E-BÜLTEN
Mart 2009
Sayı:5
İçindekiler
-Almanya’da Savaşın Mirası
Almanya’da Savaşın Mirası
Zafer ÖRNEK
Zafer ÖRNEK
-Lizbon Antlaşması’na bir Darbe
de Almanya’dan
Şubat ayı Almanya’da II. Dünya Savaşı mirasını tekrar su yüzüne çıkardı.
Nazlı Seza ONAT
-Avusturya, FPÖ ve Irkçılık
Üzerine
Merve KORKMAZ
-Belçikalı Gençler Artık Karışık
Liselerde Okuyacak
Nagehan ŞEN
-Britanya’da Din Savaşları
Özge DOĞAN
İlk olarak, savaştan sonra yetiştirme yurtlarına konan Alman vatandaşları
yurtlarda kendilerine kötü muamele edildiğini gündeme getirdiler.
Aileden sorumlu Devlet Bakanı Ursula Leyen, iddiaların araştırılacağını
dile getirmekle yetindi şimdilik. İkinci olarak da, 1945-47 arasında Doğu
Avrupa’dan kovulan Almanları anma amacıyla Berlin’de kurulacak
müzenin
yönetim
kuruluna
Polonya
karşıtlığı
ile
tanınan
Erika
Steinbach’ın getirilmesi komşuda büyük tepki yarattı. Hayatta kalmayı
başaran toplama kampı esirlerinden olan ve Polonya’nın Almanya ile
-Çekler Cinsel Suçluların
Kısırlaştırılma(ma)sını Tartışıyor
ilişkiler özel temsilciliğimi yürüten Wladyslaw Bartoszeski, Steinbach’ın
Zahide Tuğba ŞENTERZİ
müzede
-Fransa’nın Denizaşırı
Topraklarında Sorunlar
Nagehan ŞEN
görevlendirilmesi
halinde
Polonya’nın
Almanya’yı
boykot
edeceğini birkaç kez ilan etti.
Eski defterler
-İspanya'da Ava Giden Avlandı
Ceren DÖNMEZ
-Lizbon Antlaşması ve Yarattığı
Tartışmalar
Eylül Başak TUNCEL
Yaşadıkları topraklardan 1945 sonrası zorla kovulan Almanlar, Doğu
Avrupa için önemli bir sorun teşkil etmeye devam ediyor. Bazı kaynaklara
göre yaklaşık 10 milyon civarında Alman, bu dönemde göçe zorlanmıştı.
Yahudi soykırımı ve Nazi geçmişi nedeniyle Almanya’da bu konu görece
-Avrupa’da Krize Karşı Dayanışma
Var, Uzlaşma Yok
az gündeme getirildiyse de, son dönemde Almanya televizyon dizilerinde
Esra AKGEMCİ
konu sıklıkla işlenir ve seçim dönemi yaklaştıkça kamuoyunda tartışılır
-Avrupa Efsanesi ve Türkiye
hale geldi.
Erdem GÜNEŞ
-Portre: İspanya Başbakanı
Zapatero
Yeşim ÖZTÜRK
Almanya ve Polonya, işbirliği yaparak Berlin’de kuracakları müze ve anıt konusunda Nisan 2008’de
uzlaşmaya vardı. Kaczynski kardeşlerin muhafazakar ve milliyetçi hükümetinin ardından 2007
sonlarında görevi devralan Donald Tusk başkanlığındaki liberal Polonya hükümetinin bu uzlaşıda
rolü büyük. Tusk hükümeti, müze ve anıt için resmi bir katılım öngörmese de Polonya’daki
tarihi belgelerin kullanılmasına ve Polonyalı tarihçilerin de projede yer almasına izin verdi.
Nitekim çalışmalar hızla ilerledi ve müze yönetim kurulu atamaları gündeme geldi.
Polonya karşıtı Steinbach
Polonya, Şansölye Angela Merkel’in kendi partisi Hıristiyan Demokratlar’dan parlamento
üyesi Erika Steinbach’ın müzenin yönetim kuruluna atanmasına karşı çıkıyor. Zira
Steinbach, savaş sonrası dönemde göçe zorlanan Almanların ve yakınlarının kurduğu
Alman Mültecileri Derneği’nin (Bundes der Vertriebenen, BvD) başkanlığını yürütmekte ve
bu çevrenin açıkça Polonya karşıtı olduğu biliniyor. Ayrıca, bu karşıtlığı bizzat Steinbach’ın
kişiliğinde görmek de mümkün. 1990’larda Almanya-Polonya sınırını teşkil eden Oder ve
Neisse nehirleri hattını tartışma konusu eden Steinbach, 2000’lerde de Polonya’nın Avrupa
Birliği üyeliğine şiddetle karşı çıkmış ve Polonya’nın AB üyesi olmasını istemeyen
muhafazakar çevrelerden destek almıştı. Bu ise Polonyalıların Steinbach’ın adını
duyduklarında yüzlerini ekşitmelerine yetiyor.
Mevcut durumda her iki hükümet de zor durumda aslında. Almanya’ya kuşkuyla yaklaşan
bir yönetime muhalefet ederek işbaşına gelen şimdiki Tusk Hükümeti, Steinbach’ın
atanması durumunda ilişkilerin gelişmesinin yolunu açacağı için Polonya kamuoyundaki
desteğini yitirebilir. Diğer taraftan, Merkel yönetimi, muhafazakar seçmenin desteğini alan,
kendi partisinden bir parlamento üyesinin atanmasına engel olmak istemez gibi
gözükmekte. Zira Eylül ayında Almanya’da genel seçimler yapılacak. Muhalefet
partilerinden Sol Parti de anıtın ve müzenin kendisinin problem yarattığı ve bunun Alman
aşırı sağına desteği artıracağı gerekçeleriyle projenin iptali gerektiğini vurguluyor. İktidar
ortağı Sosyal Demokrat Parti ise bu konuda bölünmüş durumda. Partiden Dışişleri Bakanı
Frank-Walter Steinmeier’in Steinbach’ın atanmasına karşı çıkacağı biliniyor. Steinbach ise
bütün tartışmanın bizzat Sosyal Demokrat Partili Wolfgang Tierse ve Markus Meckel
tarafından yaratıldığını ve olan bitenin bir siyasi komplodan başka bir şey olmadığını dahi
iddia eder durumda.
Görünen o ki muhafazakar oyların bir kısmını kaybetmek ve Polonya ile ilişkilerin bozulması
seçenekleri arasında kalan Merkel’in kararı zor olacak. Şubat sonu veya Mart başında Tusk
ve Merkel konuya son noktayı koymak için bir görüşme yapacaklar. Fakat, yine de,
konunun Almanya’da artık alışıldık bir yaklaşımla seçim sonrasına ertelenmesi de kuvvetli
bir ihtimal.
Yetiştirme yurtları
Almanya, savaş sonrası dönemde yurtdışındaki Alman kökenlilere yapılanları dikkate alır ve
önemli bir komşusu ile anlaşmazlığa düşerken başka bir gelişme ile de yüz yüze kaldı.
Savaşta ailelerini kaybeden ve yetiştirme yurtlarında kalan dönemin çocukları, günümüzün
yetişkinleri Federal Dilekçe Komisyonu’na başvurarak kötü muamele gördüklerini öne
sürdüler ve kendilerinden özür dilenmesini ve maddi tazminat ödenmesini talep ettiler.
Basına yansıyan dilekçelerdeki bazı iddialara göre yetiştirme yurtlarındaki yüz binlerce
çocuk dövüldü, cinsel istismara ve kötü muameleye maruz kaldı; aylık 7.2 Alman Markı gibi
komik bir ücretle günde 12 saat zorla çalıştırıldı. Bir başka çarpıcı iddia da, bazı büyük
Alman şirketlerinin de o dönem yetiştirme yurtlarındaki çocukları zorla çalıştırmış olması.
Mağdurlar temel haklarının çiğnendiğinin kabul edilmesini ve bunun tazmin edilmesini talep
etmekteler. Savaş sonrası dönemde Doğu Avrupa’daki Alman kökenlilerin yaşadığı acıların
Berlin’de kurulacak müze ile anılmaya çalışıldığı bir dönemde, bizzat Almanya’nın kendi
sınırları içindeki çocuk vatandaşlarına yaşattığı iddia edilen acılar çok çarpıcı…
Dilekçeleri değerlendirecek Komisyonun çalışmalarına Katolik ve Protestan Kilisesi üyesi din
adamları da katılacak. Hatta Protestan Kilisesi iddiaları kabul ederek o yıllarda
yaşananlardan dolayı üzüntü duyduklarını ve yurtlardaki çocukların çektikleri acıları
paylaştıklarını bir basın açıklaması ile duyurdu. Bunun, komisyonun çalışmalarını ve
vereceği kararı etkileyeceği düşünülüyor.
Polonya ile ilişkilerin mülteciler anıtı ve müzesi nedeniyle bozulması ve savaş sonrası yetim
kalan çocuklara Almanya yurtlarında kötü muamele edildiği iddiası, Almanya’yı zor
durumda bırakacak gibi görünüyor.
Lizbon Antlaşması’na bir Darbe de Almanya’dan
Nazlı Seza ONAT
Avrupa Birliği’nde siyasi ve idari açıdan pek çok köklü yeniliği öngören ve 2008 yılında
Avrupa Birliği içinde en çok tartışılan konulardan şüphesiz bir tanesi olan Lizbon
Antlaşması, Almanya’da da Federal Anayasa Mahkemesi’nin başlıca gündem maddelerinden
biri oldu. İrlanda’da yapılan referandumda reddedilen, Polonya Devlet Başkanı Lech
Kachzynski tarafından imzalanması “anlamsız” bulunan bu Antlaşma, geçtiğimiz Şubat
ayında zorlu bir süreci atlatarak Çek Cumhuriyeti’nde parlamentodan geçmeyi başarmış ve
onay sayısı 23’ü bulmuştu aslında. Ancak -Almanya’da olduğu gibi- artan tartışmalar,
Antlaşma’nın akıbeti konusunda hala bir belirsizlik olmasını kaçınılmaz kılıyor.
Diğer adıyla Reform Antlaşması, 2008 yılının Nisan ayında, Alman Federal Meclisi’nde
yapılan oylamada % 90 çoğunlukla onaylanmıştı. Ama onay sürecinin tamamlanması için
Cumhurbaşkanı Köhler’in de onayı gerekiyor ve ülkede yaşanan tartışmaların Antlaşma
aleyhine Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasına kadar uzaması nedeniyle şimdilik süreç
askıya alınmış durumda.
Almanya’da Lizbon Antlaşması’na karşıt görüş besleyenlerin temel argümanları,
Antlaşma’nın demokratik olmadığı ve ulusal parlamentoların gücünü kısıtladığı fikri üzerine
kurulu. Alman Federal Mahkemesi’ne Antlaşma’ya yönelik pek çok şikâyet başvurusunda
bulunulmuş durumda. En dikkat çeken argümanlar, Antlaşma’nın yeterince demokratik
olmaması, üye ülkelerin meclislerinin gücünü azaltması ve onay için halkların görüşüne
(referendum) başvurulmaması.
Sol Parti Meclis Grubu ve Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi milletvekili Peter Gauweiler
tarafından Federal Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruda, Antlaşma’nın Almanya’nın
egemenliğini ve ulusal çıkarlarını zedeleyeceği dile getiriliyor. Parti Meclis Grubu Başkanı
Gregor Gysi de Antlaşma’yı şu sözlerle eleştirmekte: “Bir örnek vereyim: Avrupa’da
gelecekte ceza hukuku normlarına dair kararlar alınabilecek ve bu normlar Almanya’da da
geçerli olacak. Yani Alman Meclisi’nde çoğunluk, bir eylemi suç olarak görmek istemez
ancak Avrupa bunun bir suç olduğunda ısrar ederse, Almanya’da da kovuşturma
gerekecek. Bu noktada büyük bir soru işareti var.”
Yeşiller’e göreyse Lizbon Antlaşması her şeye rağmen mevcut hukuk sistemine göre tercih
edilebilir düzenlemeler öngörüyor. Antlaşma, kimi çekincelere rağmen Hür Demokrat Parti
tarafından da destekleniyor.
Antlaşma’ya muhalefet eden kimi yargıçlar da Antlaşma’nın ceza hukukunda getireceği
düzenlemelerin huzursuzluk yaratacağını ve Alman Anayasası’nın bir takım maddelerinin
tartışmalı hale geleceğini savunuyor.
Lizbon Antlaşması’nın Almanya’da bu kadar çok irdelenmesinin bir sebebi de metnin
oldukça anlaşılmaz bulunması. Yeşiller Partisi milletvekili Hans-Christian Ströbele’nin
ifadesiyle, antlaşma metninin bir milletvekilinin hatta bir hukukçunun bile anlaması güç bir
dille yazılmış olması Antlaşma’ya karşı büyük bir antipati yaratmış durumda.
Schäuble: “Brüksel’in kazancı, demokrasinin kazancı”
Tüm bu itirazlar bir yana, Alman hükümeti başından beri Antlaşma’nın Avrupa
bütünleşmesi için kaçınılmaz olduğunu savunmakta. Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter
Steinmeier ve İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble, Anayasa Mahkemesi’ndeki duruşma günü
yaptıkları açıklamada, söylendiğinin aksine Almanya Federal Cumhuriyeti Anayasası’na
hiçbir şekilde aykırı olmadığını ileri sürdükleri Antlaşma’nın Avrupa bütünleşmesi için çok
önemli olduğunu savundular. Schäuble, “Brüksel’in kazandığı her zaferin, Alman
egemenliğine bir darbe olduğu” gibi temel bir yanılgı olduğunu ve Lizbon Antlaşması
değerlendirilirken bu yanlış kanıdan uzak durulması gerektiğini vurguladı.
Görünüşe göre Lizbon Antlaşması’nın geleceği pek de aydınlık değil. Üstelik yalnızca
Almanya’da değil, Avrupa’nın çoğu ülkesinde Antlaşma’nın, daha önce reddedilmiş olan AB
Anayasası’nın aslında farklı bir şekle sokulmuş halinden ibaret olduğu kanısı yaygın.
Almanya’da özellikle anayasal tartışmalardan ötürü uzayacak olan bu süreç sonucunda,
belki de Antlaşma AB Anayasası’yla aynı kaderi paylaşacak ve sonuca ulaşmamış bir
derinleşme çabası olarak anımsanacak.
Avusturya, FPÖ ve Irkçılık Üzerine
Merve KORKMAZ
Bilindiği gibi, 3 Ekim 1999’da yapılan Avusturya seçimlerinde, aşırı sağcı bir parti,
Freiheitliche Partei Österreichs (FPÖ), % 26.9 oy aldı. Bu, 1945’ten beri Batı Avrupa’da
yapılan seçimlerde böylesi bir partinin aldığı en yüksek oy oranıydı. Partinin tabanı esas
olarak ırkçılardan, göçmen karşıtlarından ve güçlü bir ulusal pazar çizgisinde yer alan
Avrupa karşıtlarından oluşuyordu. Seçimde, FPÖ bir ana akım partisi olan muhafazakar
çizgideki Hıristiyan Demokrat Parti’den birkaç yüz oy daha az alarak burun farkıyla ikinci
parti oldu. Bu, Avusturyalılar ve diğer Batı Avrupalılar için bir şok oldu. Kimse nasıl bir tepki
göstermesi gerektiğinden dâhi emin değildi.
Daha sonra 28 Eylül 2008’de gerçekleşen genel seçimler merkez sağ partiler için büyük bir
hezimet olurken, aşırı sağ iki parti büyük oy artışı gerçekleştirdi. Bu iki partiden biri 1999
seçimlerinde Jörg Haider liderliğinde koalisyona ortak olan FPÖ iken diğeri de yine Jörg
Haider’in daha sonra FPÖ’den ayrılarak kurduğu BZÖ (Avusturya’nın Geleceği İçin İttifak)
oldu. Nazi yanlısı ırkçı tutumunu hiçbir zaman gizlemeyen bu liderin kurduğu iki partinin de
bu oranda başarıya ulaşması tabi ki tesadüf değildi. Haider, Avusturya’nın Nazizm ile olan
mitsel bağını ustaca kullanmış ve her platformda bu mirastan kaynak olarak yararlanmıştı.
Seçim kampanyalarında ana tema olarak göçmenleri ve onların yarattığı “tehlike”yi işledi.
Göçmenlerin kontrol altında tutulabilmesi için elektronik kelepçe takılması talebinde
bulundu.
Avusturya, aşırı sağ partilerin seçimlerde kazandığı başarının getirdiği şoku bir şekilde
atlattı belki ama Nazizm’in “nostaljik simgeleri”yle olan bağları koparmak bu kadar kolay
görünmüyor. Yeni hükümetin (SPÖ-ÖVP koalisyonu) konuya olan hassasiyetine rağmen
ülkede ırkçı eylemler artış gösteriyor.
Anti-semitizm, İslamofobia, FPÖ… Avusturya gündemi son birkaç aydır bu üç başlık altında
şekilleniyor. Ülkede artan ırkçı eylemlere her gün bir yenisi ekleniyor. Eylemlerin biçimi
değişmekle birlikte içerik genellikle aynı oluyor. Kimi zaman duvarlara yazılan İslam ve
Müslüman karşıtı hakaretler gündeme otururken kimi zaman da derste anti-semitist
propaganda yaptığı gerekçesiyle bir öğretmene ceza verilmesi tartışılıyor. Viyana’da
yaşayan Yahudiler tarafından kurulan çeşitli kültür örgütlenmeleri tüm bu eylemlerin ve
söylemlerin müsebbibi olarak FPÖ’nün yaptığı propagandayı görüyor ve tek bir platformda
birleşerek FPÖ’yü kınıyor.
Avusturya’nın Nazizm ve başta FPÖ ve daha sonra BZÖ eliyle ateşlenen ırkçılıkla olan
ilişkisi, bugün yaşananları anlamlandırmakta tek başına yeterli değil. Çünkü ırkçılığın var
olan sistem içindeki merkeziliğinden söz etmeden Avusturya’daki mevcut durumu tartışmak
pek de kolay değil. Bugün Avrupa’da Protestan ülkelerdeki anti-katolisizm gibi antisemitizm de bir tabu olabilir ve görüldüğü anda büyük tepki çekebilir fakat Müslümanlara,
Asyalılara veya Doğu Avrupalılara gönderme yapan ırkçılık, pratikte var ve dahası sadece
Avusturya’da da yaşanmıyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde düzenlenen Avrupa
Parlamentosu seçimlerinde başarı kazanarak AP’ye seçilen aşırı sağ partilerden oluşan
Avrupa Ulusları İçin Birlik (UEN), toplam 44 milletvekiline ulaşmış durumda. Bir başka
örnek de Danimarka’daki aşırı sağ parti olan Danimarka Halk Partisi’nin 25 milletvekiliyle
ülkenin üçüncü en büyük partisi konumunda olması. Avusturya örneğinden yola çıkarak
artan ırkçılık, belki diğer Avrupalı ülkelerin kendilerini yeniden gözden geçirmelerinin bir
başlangıcı olabilir ya da küresel ekonomik krizin olumsuz etkileriyle -dünyada birçok yerde
olduğu gibi- ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yeni bir sıçrama evresine girebilir…
Belçikalı Gençler Artık Karışık Liselerde Okuyacak
Nagehan ŞEN
Belçika’nın eğitim sistemi, içinde bulunduğumuz 2008-2009 öğretim yılında ciddi bir
değişime uğradı. Artık, anne-babaların gelir düzeyleri ne olursa olsun, maddi durumları iyi
olan öğrenciler ile kötü olan öğrenciler aynı okullara gidecek. Olayın perde arkasında okul
yetersizliği gerçeği yer alsa da, kimse sorunun kökenine inmiyor.
Belçika eğitim sisteminde önemli bir değişim yaşanıyor. Çıkarılan yeni bir kararnameyle,
maddi durumlarına bakılmaksızın lise öğrencilerinin bir arada okutulması öngörülüyor. Lise
çağına gelmiş öğrencilerin adları bir listeye yazılacak ve kimin hangi okulda okuyacağı kura
ile belirlenecek. Böylelikle de farklı sosyal geçmişlerdeki öğrencilerin kaynaşmaları
hedefleniyor; en azından açıklanan hedef bu… Önümüzdeki yıl lise öğrenimine başlayacak
öğrenciler bu uygulamanın ilk örneğini oluşturacak ve herkes şansına neresi çıkarsa okulu
orada okuyacak.
Gerek veliler, gerekse öğrenciler bu duruma tepkili. Veliler, böyle bir kararnameyle eğitim
kalitesini düşeceğinden endişeli. Brüksel Eğitim Bakanı Sosyalist Partili Dupont’un fikir
babası olduğu kararname, okul seçme özgürlüğünü kısıtladığı gerekçesiyle de eleştiriliyor.
Dupont ise böyle bir özgürlüğü kısıtlamak istediklerini zaten saklamıyor ve kısıtlamayla
sosyal ayrımcılığın önüne geçmeyi planladıklarını söylüyor. Öğrenciler, daha lise düzeyinde
farklı sosyal konumlardan arkadaşlar edinerek ileride sosyal ayrımcılıkla mücadelede etkin
bir rol oynayacaklar. Ayrıca, “iyi okul-kötü okul” ayrımı da böylelikle sona erecek.
Eğitim sendikalarıysa başta bu yönetmeliğe destek vermişlerdi. Söz konusu yönetmelikle
bazı liselerde uygulanan elitist mülakatların önüne geçileceği tahmin ediliyor, bu tahmin de
OECD’nin yaptığı bir araştırmaya dayandırıyorlardı. Söz konusu araştırmaya göre,
Belçika’daki Fransız topluluğu, eğitim kurumlarında başarı konusunda en fazla uçurumun
olduğu birim seçilmişti. Sendikalar, kararnamenin bu uçurumun azalmasına da yardımcı
olacağını düşünüyorlardı. Daha doğrusu, açıklanan amacı ve belirlenen hedefi onaylamışlar
ama uygulanan yönteme pek sıcak yaklaşmamışlardı. Bu da eğitim sendikalarıyla velilerin
arasında bir anlaşmazlığa yol açtı; zira veliler ve öğrenciler, okul seçme haklarının
ellerinden alınmasına tümüyle karşılar. Muhalefetteki merkez sağ MR partisi de velilere hak
vermiş durumda. Ancak, bu kararnameye karşı çıkanlar, eğitim alanında yaşanan
“apartheid”in devam etmesinden yana olmakla suçlanıyor.
Tüm bu tartışmalar bir yana, yeni düzenlemenin arkasında okul yetersizliği sorunu dikkat
çekiyor. Zira ülkede okul sayısı sabit ama öğrenci sayısı giderek artıyor. Verilen
istatistiklere göre, sadece Brüksel’de ilkokula başlayan öğrenci sayısı 1996-97’den 20062007’e kadar geçen 10 yılda 2.062 kişi arttı ve giderek de artmaya devam ediyor.
Lisedeyse bu rakam 3.748’e kadar ulaşıyor.
Britanya’da Din Savaşları
Özge DOĞAN
Washington’da Şubat başında düzenlenen Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda eski Britanya
Başbakanı Tony Blair’in dini referanslarla dolu bir konuşma yapmasından, otobüs reklamları
üzerinden süren ateistlik tartışmalarına, 21. yüzyıl Britanyası’nda “din savaşları”.
“Dinin dünyaya rehberlik edeceği günler yakın”. Bu sözler, yeni ABD Başkanı Barack
Obama’nın Washington’da düzenlediği Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda, eski Britanya
başbakanı ve aynı zamanda sıkı bir Bush müttefiki olan Tony Blair tarafından sarf edildi.
1953’ten bu yana Kongre tarafından düzenlenen, giderek siyaset ve iş dünyasının
buluştuğu bir forum halini alan, devletle kilisenin birbirine karıştırılmasından dolayı
ABD’deki Ateist kuruluşların eleştiri oklarına hedef olan Ulusal İbadet Kahvaltısı, her yıl
olduğu gibi bu yıl da Şubat ayının ilk Perşembesi (ve 1980’den beri olageldiği üzere
Washington’daki Hilton Oteli’nde) düzenlendi. “Uluslararası dini, siyasi ve sosyal hareketleri
ortak bir zeminde birleştirme ülküsünü İsa’nın öğretilerinden şaşmayarak” uygulamaya
geçirmeye çalışan ve elbette sıradan kahvaltılardan bu nitelikleriyle ayrılan Ulusal İbadet
Kahvaltısı, 2009 yılı itibariyle Obama-Blair buluşmasına da vesile oldu. Kahvaltının yukarıda
değindiğimiz özellikleri bakımından dini referanslarla dolu olacağı öngörülebilirdi; fakat
Blair’in kahvaltıda yaptığı konuşma, onun “vaiz” diye nitelendirilmesine yol açacak kadar
din vurguluydu. Babasının ateist olmasından hicap duyduğunu, bu durumu çocukken
öğretmenine anlatmakta ne kadar zorlandığını, öğretmenin onu “Sorun değil, Tanrı ona
inanıyor” diye teskin etmesiyle içinin rahatladığını aktaran Blair, bugünkü dünyanın
durumunu da değerlendirmekten geri durmadı. Bush dönemindeki Britanya-ABD
ittifakından azade olarak değerlendirilen “dünya ahvali”, Blair üslubuyla yine anti-seküler
bir bakış açısıyla ele alındı.
Kahvaltıda yaptığı konuşmada, 21. yüzyılı “inanç bakımından en zayıf olunan dönem”
olarak tanımlayan Blair’in bu sözleri Britanya vatandaşlarına ve pek tabii dünya kamuoyuna
pek de yabancı gelmedi. Zira, Blair’in başbakanlıktan istifa ettikten sonra dini içerikli
konulara fazlaca değindiği hala hafızalarda. Bu eğilimini ilk olarak, Başbakanlığı bıraktıktan
hemen sonra Anglikan Kilisesi’ni terk edip Katolik mezhebine geçtiğini açıkladığında belli
etmişti. Ayrıca, 2006’da Britanya askerlerini Irak’a gönderip göndermeme konusunda karar
verirken Tanrı’ya çok dua ettiğini (nedendir bilinmez) açıklama ihtiyacını hissetmişti. Irak
ve Afganistan’ı “diktatörlerin elinden kurtardığını” vurguladığı Alman Die Zeit dergisiyle
röportajında İslam’a da göndermeler yapmayı ihmal etmemiş, her gün Kuran okuduğundan
dem vurup Hz. Muhammed’in “çok uygar bir lider olduğu”na değindiği röportajını “inanç
her şeydir, size güç verir” sözüyle sonlandırmıştı. “Bir gün İslamiyet’e geçer misiniz?”
sorusunu ise, “Hayır, lütfen bu konuya girmeyelim” diyerek telaşlı bir dokunuşla pas
geçmişti.
Britanya’daki bir diğer dini tartışmaysa bu sefer siyasi elitler arasında değil, toplum içinde
yer buluyor. “Muhtemelen Tanrı yok, üzülmeyi bırakın ve hayatın tadını çıkarın” yazılı
reklamlar bir süre önce Britanya’daki otobüslerde boy göstermeye başladı. Kampanya,
Tanrı Yanılgısı isimli kitabıyla tanınan Richard Dawkins ve İngiliz Hümanist Birliği tarafından
desteklenmişti. Dawkins, kampanyaya desteğini şu sözlerle açıklamıştı: “Tüm Britanya,
sadece Hıristiyanlık değil diğer dinlerle ilgili de bir bombardıman altında. Lordlar
Kamarası’nda hala piskoposlar yer alıyor ve dini çıkarlar hala çok baskın durumda.”
Ateistlerin bu kampanyasına ilk tepki, ülke içindeki Hıristiyan guruplardan geldi. Ateist
kampanya sloganına dokundurma yapılarak oluşturulduğu aşikar olan “Bir Tanrı var. İnanın
ve hayatınızı yaşayın” ya da “Kesinlikle Tanrı var. Partimize katılıp hayatın tadını çıkarın”
gibi sloganlar, 175 otobüste dolaşıma sokuldu. Otobüsler üzerinden yürüyen bu
mücadelenin önümüzdeki günlerde daha ileri bir aşamaya taşınıp taşınmayacağıysa merak
konusu.
Din, öyle görünüyor ki, 21. yüzyıl Britanyası’nda toplum ve devlet katmanında tartışma ve
mücadele konusu olmaya devam edecek.
Çekler Cinsel Suçluların Kısırlaştırılma(ma)sını Tartışıyor
Zahide Tuğba ŞENTERZİ
Cinsel suçları önleme yöntemleri tartışılırken bu konuda başarılı olduklarını iddia eden
Çekler, çözüm yolu arayan Avrupa’nın eleştiri oklarına hedef oluyor. Daha önce de Avrupa
Konseyi raporlarına konu olan cinsel suçlardan mahkûm edilmiş cinsel sapkınların
kısırlaştırılması yöntemi, bu sene de Avrupa Konseyi Anti-İşkence Komisyonu raporunda
yer aldı. Şubat başında açıklanan ve Mart’ta yayımlanacak olan raporun tam metni henüz
netleşmiş değil ama şimdiden çok konuşulan ve daha da konuşulacak olan bir rapor olacağı
kesin.
Çek Cumhuriyeti, cinsel suçları önlemek ve azaltmak için 1966 yılında çıkartılan Halk Sağlığı
ve Bakımı Kanunu’nu uyguluyor. Suç teşkil eden şiddet eylemleri işleyen kişiler (özellikle
cinsel suçlar) seksoloji uzmanı tavsiyesi, uzman heyet kararı, kişinin kendi yazılı beyanı ve
mahkeme kararı alınarak kısırlaştırılabiliyor ve sonrasında özgürlüklerine kavuşabiliyorlar.
Devlete göre, bu yöntem hem cinsel suçları önlüyor hem de suçluların tehlike
oluşturmaksızın tekrar topluma kazandırılmasına yardımcı oluyor.
Aslında istisnai bir yöntem olduğu belirtilen hadım etme, 2000 yılından itibaren 300 kişiye
uygulanmış. Bunlardan 200’ü kimyasal olarak kısırlaştırılırken, 50’si cerrahi olarak hadım
edilmiş. İstatistiklere bakıldığında ve Çek Cumhuriyeti’nin 10 milyonluk bir ülke olduğu göz
önüne alındığında, işlemin aslında istisnaiden çok genel olarak uygulandığını görebiliyoruz.
Peki, suçlular tarafından bakıldığında olay nasıl görülüyor? Aslında, Avrupa Konseyi’nin
eleştirileri tam da bu noktada devreye giriyor. Kişiyi küçük düşüren ve geri alınamaz
psikolojik ve fizyolojik etkileri olan bir operasyondan bahsedildiğinin altını çizen Komisyon
raporu, cerrahi operasyonun yalnızca kişinin kendi isteği ve talebi üzerine
gerçekleştirilebileceğini vurguluyor. Çek Cumhuriyeti’nde ise bunun söz konusu olmadığını
belirten rapora göre, ülkede suçlulara genellikle iki seçenek sunuluyor: Cezaevi veya tedavi
merkezinde ömür boyu yaşamak ya da kısırlaştırılarak zaman içerisinde “normal hayata”
geri dönmek. Çok fazla bilgilendirilmeyen suçlular ise, genellikle özgürlük yolu olarak
gördükleri bu uygulamayı kabul ediyorlar.
Çeklerin en büyük haber ajansı olan ČTK`nın bir haberine göre cerrahi kısırlaştırma sadece
Çek Cumhuriyeti’nde değil birçok ülkede etik olmaması nedeniyle tartışılıyor. En uygun
alternatif olarak ise kimyasal kısırlaştırma gündeme geliyor. Habere göre özellikle Polonya,
Britanya ve Fransa uzun vadede kemoterapi yöntemi düşünüyor. Kimyasal testlerin bugüne
kadar Norveç ve Danimarka’da da denendiğini yazan ajans[1] aynı zamanda ABD’de de 6
eyaletin kimyasal kısırlaştırmayı önleyici araç olarak kullandığını belirtiyor.
Ancak Komisyonun yayınladığı raporun dayanaklarını yetersiz bulan Çekler, cerrahi
kısırlaştırma uygulamasının kaldırılmasının şimdilik söz konusu olmadığını söylüyor. Sadece
Çek Cumhuriyeti İnsan Hakları Bakanı Michael Kocáb tarafından “olumlu” sayılabilecek
küçük bir adım atılmış durumda: Kimyasal kısırlaştırmanın cerrahi yöntemle aynı sonuçları
sağlaması halinde tamamen kimyasal yönteme geçilebilecek!
Siyasiler gibi ülkedeki seksoloji uzmanları da cerrahi kısırlaştırmanın kaldırılmasına karşı.
Cerrahi kısırlaştırmanın şiddet içerikli cinsel saldırıların tekrarlanma oranını düşürdüğünü
savunan uzmanlar, operasyonun zanlıların yaşam standardını yükselttiğinin altını çiziyor.
Kısacası, uygulamayla cinsel sapkınlara bir çeşit yardım eli uzatıldığı kanaati oldukça
yaygın. Aslında, maliyeti daha yüksek olan kimyasal kısırlaştırmaya da kimi uzmanlar sıcak
bakmıyor. En iyi ve en güvenli yöntemin cerrahi yöntem olduğunu düşünenler, sonuçlarının
güvenilir olmaması ve başka organlara da zarar vermesi riski nedeniyle kimyasal
kısırlaştırmayı sakıncalı buluyor.
Peki ya halk? Bu sorunun cevabını öğrenmek için internette yapılan anket sonuçlarına
bakabiliriz. “Cinsel sapkınlığı nedeniyle cinsel saldırılarda bulunan kişiler, hastalıkları
dolayısı ile kısırlaştırılsın mı?” şeklinde formüle edilen anket sorusuna 29934 kişi katıldı. Çek
Cumhuriyeti’nin en yaygın internet portalında gerçekleşen bu anket çalışmasına göre,
katılımcıların % 90.3’ü “sapkınlar”ın her halükarda kısırlaştırılması gerektiğini düşünürken,
% 7.9’u kendi onayları ile kısırlaştırılmaları gerektiğini, % 1, 8’i ise kısırlaştırılmamaları
gerektiğini belirtmiş.
Sonuç itibariyle siyasiler, halk ve uzmanlar arasında bu denli geniş çaplı bir fikir birliği
mevcutken Avrupa Konseyi’nin taleplerinin değişiklik getireceği pek olası görünmüyor.
[1] Haberde kemoterapinin suçu sabit zanlılarda, özellikle pedofillerde, gönüllülük esas
alınarak denendiği belirtiliyor.
Fransa’nın Denizaşırı Topraklarında Sorunlar
Nagehan ŞEN
Fransa’da birilerini grev yaparken görmek her gün mümkün. Bu kural, Fransa’nın denizaşırı
topraklarından Guadeloupe’ta da geçerli. Ancak, kendi vergileriyle denizaşırı toprakların ve
vilayetlerin finanse edilmesinden rahatsız olan bazı Fransız vatandaşlar, “ver-kurtul”
politikası izlemek istiyor.
Fransa’nın, sömürgeci döneminden kalma birçok denizaşırı vilayeti mevcut. Bunlardan
Güney Amerika’daki Guadeloupe’ta geçen aydan beri süregelen bir grev var. Valilik, grevle
başa çıkabilmek için adadaki tüm sendikaları barındıran Denizaşırı Sömürüye Karşı KolektifLKP sendikasıyla masaya oturmayı kabul etmiş, görüşmeler de başlamıştı ancak bir sonuç
alınamayınca genel greve gitme kararı alındı. Grev, hayat pahalılığına karşı yapılıyor, zira
Guadeloupe’ta yaşayanlar özellikle de son ekonomik küresel krizden sonra hayatlarından
pek de memnun gözükmüyor. Bankalardan futbol ligine kadar adadaki her sektörün
çalışanları greve gitmiş durumda. Bu da haliyle adanın ekonomisini kötü etkiliyor. Adadaki
dükkanlar, marketler ve okullar kapalı. Ulaşım çalışmıyor. Turizme dayalı Guadeloupe
ekonomisi çökme arifesinde. Özellikle de benzin istasyonlarının da kapanması, benzin
sıkıntısı yaratıyor.
Fransa’daki merkezi hükümet, grevlerin devam etmesi üzerine denizaşırı vilayetlerden
sorumlu Devlet Bakanını Jégo’yu adaya gönderdi. Jégo, yaptığı müzakerelerle birkaç gün
içinde bazı temel ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarını % 10 düşürmeyi başarmış olsa da, bu ada
sakinlerini grevden vazgeçirmeye yetmedi. Guadeloupe’ta grevciler, ücretlerde sağlanacak
200 euroluk bir artışın devlet tarafından finanse edilmesini talep ettiler; ancak bu istek
Başbakan Fillon tarafından reddedildi.
Merkezi hükümetin atadığı arabulucular, denizaşırı vilayetlere bir umut zerreciğiyle gitmiş
olsalar da, müzakerelerin sonuçsuz kalması, onlara yönelik tepkilerin de artmasına neden
oldu. Kısacası, artık denizaşırı vilayetlerde, Paris’ten gelen atanmışlar çok da sıcak
karşılanmıyor.
20 Ocak’tan beri devam eden grev, toplumsal barışı da tehdit ediyor. Grev sürdükçe şiddet
olayları artıyor; özellikle grevciler ve jandarma arasında çatışmalar yaşandığı yönünde
haberler gelse de, ölü/yaralı sayısına ulaşmak mümkün değil. Şiddetin iyice tırmanmasına
yol açan son damla, bir sendikacının öldürülmesi oldu.
Fransa’nın aldığı önlem ise, Antiller bölgesine daha fazla kuvvet gönderme kararı almak
oldu. Dahası, Sarkozy’nin ulusa sesleniş konuşmasında greve ya da son cinayete hiç
değinmeyip sadece Fransa anakarasında yaşanan mali kriz için alınan önlem paketini
açıklaması, Antiller’de yaşayanları en hafif tabirle bir “terk edilmişlik” duygusuna bürüdü.
Tepkiler üzerine krizin 29. gününde Guadeloupe’la ilgili bir toplantı yapan Sarkozy,
Antiller’e 150 milyon Euro’luk yardım yapılacağını duyurdu.
Guadeloupe’taki hareketlilik, uluslararası ilişkilerde meşhur bir teori olan “domino etkisini”
de hatırlatıyor, zira Guadeloupe’tan sonra Fransa’nın bölgedeki diğer iki vilayeti olan
Martinique’te ve Réunion’da da grevler başladı. Martiniqueliler özellikle “yardım değil iş
istiyoruz” pankartlarıyla sokaklara döküldü. Martinique’teki patronlar ise meşhur 200
euroluk artışın devlet tarafından finanse edilmesini istedi; ancak bu öneri Paris tarafından
kabul görmeyince, patronlar da göstericilere katıldı. Başbakan Fillon’un bu net ve sert
reddi, hem Guadeloupe’ta hem de Martinique’te çok olumsuz karşılandı ve grev hareketi
sertleşti.
Réunion ise kelimenin tam anlamıyla fokurdayan bir yanardağın üstünde oturuyor.
Komşuları kadar büyük sosyal hareketler olmasa da, burada da memnuniyetsizlik had
safhada ve her an her şey olabilir mantığıyla dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Özellikle
ücretler, lojmanlar ve iş konusunda merkezi Paris hükümetine tepkiler sert.
Adada olanlar, Fransa’daki siyasi partileri de böldü. Sosyalist Parti Genel Başkanı Ségolène
Royal, Guadeloupe’ta olan bitenleri 1789 Fransız Devrimi’ndeki halk ayaklanmalarına
benzetirken, bir yandan da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin adayı ziyaret etmemesini eleştirdi
ve durumun metropol Fransasına da yansıyabileceğini belirtti. Fransız Meclisi’nde konuyla
ilgili yaşanan ateşli tartışmalara bakılırsa, Royal haklı gibi de gözüküyor.
Aşırı solcular ise, % 1’lik bir nüfusun toplam sanayi zenginliğinin % 90’ına ve toprakların %
52’sine sahip olduğu Guadeloupe’ta yaşananların son derece “normal” olduğunu vurguladı.
Paris’te düzenlenen geniş bir gösteride, “Sömürgecilik bitti!” “Antiller, yes we can!”
pankartları dikkat çekti. Ayrıca, Antiller’de yaşananları kendilerine örnek aldıklarını
belirtmeyi de ihmal etmediler. Fransız solu, genel olarak olaylara destek verirken,
Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin konuya ilgisizliği de eleştiriliyor. Bu ilgisizliğin, sömürge
döneminden kalma bir “ukalalık” olduğunu belirten Fransız solu, sağın Antiller’de
yaşayanları tam anlamıyla Fransız vatandaşı olarak görmediklerini de vurguladı. Antiller’de
de Fransa halen sömürgeci güç olarak görülüyor. Hukuken Fransa devletinin bir parçası
olsalar da bu üç ilde yaşayanlar kendilerini Fransa’nın “üvey evladı” gibi hissettiklerini
belirtiyor ve tam anlamıyla eşitlik istediklerini söylüyorlar.
Kesin olan bir şey var ki, o da uzakta küçücük üç il de olsalar, bu bölgelerin Fransa için
hala önemi var: Hem genel seçimler için hatırı sayılır bir oy deposu oldukları için, hem de
ucuz işgücü kaynağı… Belki de bu yüzden Fransa’daki politikacılar bir türlü buradan
“kurtulmak” istemiyor. Antiller’de de bağımsızlık isteği olduğunu söylemek güç. Yani
karşılıklı çıkar ilişkisi sonucunda bir anlaşmaya varılacak gibi gözüküyor.
İspanya'da Ava Giden Avlandı
Ceren Dönmez
İspanya tarihinde ilk kez greve giden hakimlerle aylardır yaptığı müzakerelerle son
zamanlarda gündemden hiç düşmeyen Adalet Bakanı Mariano Fernando Bermejo, istifa
etti. Bu istifada en önemli rolü oynayan ise, ilginç bir “av partisi”. El Mundo’nun yayınladığı
resimlere göre, Tarihi Bellek Yasası dahil bir çok hukuki konuda “cesur” ve “tartışmalı”
girişimlerde bulunan Ulusal Mahkeme hakimlerinden Baltasar Garzón’la Adalet Bakanı
Bermejo, hem de Garzon’un doğduğu bölgede izinsiz avlanmışlar. El Mundo’ya demeç
veren Bermejo, her ne kadar yargıçla orada “tesadüf eseri” karşılaştıklarını açıklasa da,
muhalefetteki Halk Partisi (PP) içindeki yolsuzlukların ortaya çıkarılması süreciyle
“yakından” ilgilenmekte olan sosyalist bakan, muhalefet karşısında oldukça zayıf düştü.
Dinmeyen tepkiler üzerine durumu “kabul edilemez” bulduğunu açıklayan Başbakan José
Luis Rodriguez Zapatero, Madrid Moncloa Sarayı’nda Bermejo’nun istifasını kabul etti.
Kişisel meselelerin politikaya karıştırılmasını “hayret verici” bulduğunu söyleyen Bermejo’ya
ise “bu durumda görevini bir başkasına devretmeyi en yerinde davranış olarak gördüğünü”
açıklamak düştü.
Böylelikle Bermejo, Zapatero’nun kabinesinde muhalefetin baskısıyla istifa eden ilk bakan
oldu. Muhalefetteki Halk Partisi’nin lideri Mariano Rajoy, bu gelişmeyi “çok iyi bir haber”
olarak değerlendirirken yeni bakana herşeyden önce İspanya için “bol şans” diledi. Ayrıca,
Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Soraya Saenz de Santamaria’nın başını çektiği
kongredeki Halkçı grup, Bermejo ve Garzón’un izinsiz avlanmasına bir süre gösterilen
müsamahalı sessizlik hakkında açıklama beklediklerini belirtmeyi de ihmal etmedi.
Muhalefetin Bermejo’ya yönelttiği eleştirilerden bir diğeri de greve giden “yargı
karmaşası”na bir çözüm getirememiş olması. Öte yandan, geçen dönem Adalet Bakanlığı
yapan ve 27 Mart’ta Irak işgali nedeniyle yargılanacak olan Halk Partisi’nin mevcut Adalet
Sözcüsü Fernando Trillo, TVE’ye bakanın istifasının hemen ardından verdiği demeçte
oldukça iddialıydı: “İlk parça yerinden edildikten sonra ateş etmeye devam etmeli.”
Av partisinde avlanan bir diğer kişi ise, Halk Partisi’nin Madrid Yönetimi başta olmak üzere
tüm örgütlenmelerine yayılmış bulunan yolsuzluk ve rüşvet skandallarını ortaya çıkarmak
için “Gürtel Operasyonu” adıyla anılan operasyonu başlatan yargıç Baltasar Garzón. Halk
Partisi, Garzón’un söz konusu davalarda “yetkisiz” sayılması için dava açmayı düşünüyordu
ama Garzón, çıkan haberlerden sonra yüksek tansiyon şikayetiyle Madrid Ruber Kliniği’ne
kaldırıldı. Bilindiği gibi, yargıç Baltasar Garzón, Franko dönemi suçlularını yargılamayı
öngören Tarihi Bellek Yasası’yla ve içlerinde Federico Garcia Lorca’nın da bulunduğu
Franko dönemi mağdurlarının mezarlarını açma girişimleriyle tanınıyor. Her ne kadar birkaç
ay sonra “her nedense” bu konuda yetkili olmadığını açıklamış ve yargılamaları yerel
mahkemelere devretmiş olsa da. Ayrıca Garzón, geçtiğimiz senelerde Şilili diktatör Augusto
Pinochet’yi de darbe sonrasında İspanyol vatandaşlarına karşı işlediği suçlardan dolayı
yargılatmak istemişti. Yine Halk Partili Aznar hükümeti döneminde, 2003'te, ETA'yla
bağlantılı olduğu gerekçesiyle Bask partisi Herri Batasuna'ya üç yıl siyasi faaliyet yasağı
getirmiş sonra da partiyi illegal ilan ettirmişti.
“Cesur” yargılama girişimleriyle gündeme gelen Garzón’un lisanssız avlanmasına hayvan
hakları savunucularından gelen protestolar bu bağlamda ziyadesiyle anlamlı aslında:
“Garzón: seni kimler yargılasın?”
“Público” gazetesi köşe yazarı Manolo Saco’ya göre, sosyalist hükümetin yaptığı “fazla
demokratik” davranmak. Zapatero’nun bakanın istifasını hemen kabul etmesinin, PP’nin
yargıç Baltasar Garzón’u yerinden etme girişimlerine onay vermek anlamına geldiğini
söyleyen Saco, Halk Partisi lideri Mariano Rajoy’un bir taşla iki kuş vurduğunu söylüyor!
Görüldüğü gibi, İspanya, ekonomik krizin rahatlayacağı söylenen 2010’a doğru tam bir
karmaşa içinde yürüyor. Muhalefetin siyasette bu kadar yaptırım gücü olması bazı
çevrelerce “fazla” bulunsa da, Başbakan Zapatero bu değişimi olumsuzdan çok olumlu
gördüğü şeklinde bir görüntü çizmeye devam ediyor.
Lizbon Antlaşması ve Yarattığı Tartışmalar
Eylül Başak TUNCEL
AB Anayasası’nın 2005’te yapılan referandumlarda Fransa ve Hollanda halkları tarafından
reddedilmesinin ardından yaşanan krizin benzeri tekrar gündemde. Bu kez itiraz edilen
belge, Lizbon Antlaşması. AB kurumlarına köklü değişiklikler getiren, siyasi ve idari yapıyı
önemli ölçüde değiştiren Lizbon Antlaşması, 18-19 Ekim 2007’de Lizbon’daki AB Liderler
Zirvesi’nde şekillendirildi, 13 Aralık 2007’de de imzalandı. 1 Ocak 2009 itibariyle yürürlüğe
girmesi planlanan Antlaşma, Haziran 2008’de İrlanda’da reddedilmesinin ardından sıkıntılı
bir sürece girdi. Her ne kadar Şubat 2009 itibariyle 27 üye devletten 23’ünde onaylanmış
olsa da, bu süreci henüz tamamlamayan devletler olması Antlaşma’nın yürürlüğe girmesini
de erteliyor ve hatta belki de imkânsız kılacak.
Peki, Lizbon Antlaşması’nın getirdiği yenilikler neler? Öncelikle pek çok kişinin reddedilen
anayasanın çok az değiştirilmiş hali olduğunu söylediğini belirtelim; ufak tefek
değişikliklerle aynı maddelerin tekrarlandığı yaygın kanaat. Anayasa’dan farklı olarak,
Reform Antlaşması fazlasıyla teknik ve hukuki bir dille yazılmış, bu da vatandaşların anlayıp
onaylamalarını güçleştirmekte. En belirgin fark ise, pek çok üye ülke vatandaşını rahatsız
ettiğinden olsa gerek, “Anayasa” yerine “Antlaşma” sözcüğünün tercih edilmiş olması. Bu
önemliydi, çünkü kafalarda oluşan süper-devlet imgesi iddialı olduğu kadar korkutucuydu
da ve ortadan kaldırıldı. Aynı sebeplerle, ortak marş ve ortak bayrak gibi simgesel unsurlar
da terk edildi. Avrupa Konseyi için altı ayda bir değişen dönem başkanlığı uygulaması
yerine 2,5 yıl görevde kalacak bir başkanın seçilmesi; Avrupa Komisyonu’nun üye sayısının
azaltılması; Avrupa Komisyonu’na, Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa Adalet Divanı’na
içişleri konusunda ek yetkiler tanınması da değişiklikler arasında. Tüm bunlarla AB’nin daha
da güçlendirilmesi ve dünya siyasetinde çok daha etkin bir rol kazanması hedefleniyor.
Antlaşma, şüphesiz karar alma süreçlerini hızlandıracak, ülkeler arası işbirliğini artıracak ve
bu sayede Birliği güçlendirecek. Getirilen AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek
Temsilcisi görevi ile dış politikada tüm üye ülkelerin uyum içinde olmaları sağlanacak;
öngörülen daha yakın askeri işbirliği ile ortak savunma politikası yürütülecek; her şeyden
önce Birlik’te tekseslilik sağlanarak bütünlük garanti altına alınacak.
AB’nin kendi iç ilişkilerini güçlendirme ve derinleştirme çabası anlaşılabilir, ancak tek
sesliliği arama çabaları pek çok üye ülke vatandaşını rahatsız etmekte. Antlaşmaya
muhalefet edenler, ulusal meclislerin Brüksel’e karşı söz söyleyebilme ve itiraz edebilme
haklarının olması gerektiğini belirtirken, antlaşmayı destekleyenler bunun Avrupa’da
refahın, istikrarın ve barışın garantisi olacağına inanıyorlar.
AB, serbest ticaretin yaygınlaşmasını ve küreselleşen dünyada önemli bir aktör olmayı
istiyor. Daha fazla iş imkanı yaratmak, halklarının yaşam düzeyini artırmak, kıtada kalıcı
barış ve düzeni sağlamak ve değişen iklim koşullarına uygun yeni enerji politikaları
üretmek hedefleri arasında ve tüm bunları gerçekleştirebilmek için Lizbon önemli bir araç.
O kadar önemli ki, halkların “hayır” deme ihtimalini ortadan kaldırarak bir daha 2005
tecrübesini yaşamamak adına anayasası gereği her durumda referanduma gitmek zorunda
olan İrlanda dışındaki ülkelerde parlamento onayını yeterli kılan “antlaşma” yöntemi tercih
edildi -ki aslında İrlanda referandumunda da Avrokratların korktuğu oldu ve “hayır” çıktı.
Olumsuz tutumundan korkulan halkların onayını gerektirmeyecek yöntemler seçmek,
AB’nin bir grup elit tarafından halklardan uzak bir şekilde yönetildiği görüşünü hatırlatıyor
ve AB’nin demokrasi anlayışını sorgulatıyor. Almanya’da da karşı çıkılan noktalardan biri bu
değil miydi? Fikri sorulmayan halka antlaşmanın dayatılması…
Peki Almanlar, AB’ye güvenmiyor mu? Daha fazla entegrasyona, daha fazla işbirliğine karşı
olmalarının sebebi ne? AB’nin güçlenmesinin kendi güçlerini azaltacağından endişe ediyor
ya da egemenliklerinden taviz vermek istemiyor olabilirler mi? AB’nin varlık nedeninin
(İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik yıkım, komünizm-SSCB korkusu) ortadan kalktığı
düşüncesiyle daha fazla bütünleşmenin artık pek de gerekmediği düşünülüyor olabilir mi?
Yetkilerin devredilmesi ile daha da güçlenecek bir Birlik’in ileride içişlerine müdahale
edebileceği çekincesiyle ulusal egemenliğin daha fazla paylaşılması istenmiyor olabilir mi?
Sonuç olarak, Lizbon Antlaşması pürüz çıkartan birkaç üye devlet yüzünden rafa
kaldırılamayacak kadar önemli bir belge olarak görülüyor AB’de. Belki de bu yüzden,
Almanya’daki teknik ve hukuki problemlerin çözülmesi ve İrlanda’nın hassas olduğu
konulara (askerlik, vergi, kürtaj yasağı, ötenazi) özen gösterilmesiyle sorunların
giderileceği ve en kısa sürede (en erken 2010) antlaşmanın yürürlüğe gireceği yaygın kanı.
Avrupa’da Krize Karşı Dayanışma Var, Uzlaşma Yok
Esra AKGEMCİ
Avrupa’nın en büyük ekonomilerinin liderleri, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen el
birliğiyle küresel krize karşı ortak bir pozisyon almaya çalışıyor. 2 Nisan’daki G-20 zirvesi
öncesinde Berlin’de bir araya gelen AB liderleri, Sarkozy’nin arzuladığı “güçlü uzlaşmaya”
henüz varamadılar. Toplantıda finans piyasaları ve yatırım araçlarının denetlenmesi
konusunda anlaşıldı. Ancak Avrupalı liderlerin dayanışmasından uzun ömürlü bir işbirliği
çıkacak mı, bunu zaman gösterecek.
Geçen yılın kasım ayında Washington’da düzenlenen ilk Dünya Finans Zirvesi’nin ardından,
G-20 ülkeleri 2 Nisan’da Londra’da bir kez daha masaya oturmaya hazırlanıyor. G-20’nin
Avrupalı ülkeleri ise hazırlıklarına şimdiden başladı. Avrupalı liderler ve maliye bakanları G20 zirvesi öncesi bir eylem planı belirlemek için Berlin’de buluşarak çözüm önerilerini
tartıştılar. Liderler küresel kriz karşısında birlik mesajı verse de AB’nin takınacağı tutum
konusunda Fransa ve Almanya arasında yaşanan görüş ayrılıkları devam ediyor.
Korumacılık AB imajını zedeler mi?
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, korumacı tedbirlerin artırılması ve Birlik çapında
bir kurtarma planının oluşturulması yönündeki önerilerini uzun zamandır dile getiriyordu.
Sarkozy, Berlin’deki toplantıdan önce de görüşlerini açıkça ifade etmekten kaçınmadı ve
Avrupa’nın “zayıf bir uzlaşma” içinde olmasını kabul etmeyeceğini söyledi. “Kapitalizme en
baştan başlamak” için bir kez daha çağrıda bulundu.
Diğer taraftan, Sarkozy’nin hazırladığı kurtarma paketleri, sadece Almanya’nın değil diğer
AB üyesi ülkelerin de huzurunu kaçırmaya başladı. Fransa’nın ardından İtalya ve
İspanya’nın da zor durumdaki otomotiv şirketlerini korumak için ulusal tedbir planları
hazırlaması, korumacılığın yaygınlaşacağına dair endişe yaratıyor. Times’ın haberine göre,
Sarkozy’nin Fransız otomotiv sanayisi için hazırladığı 6 milyar euro’luk kurtarma paketini,
diğer AB üyeleri şüpheyle karşılıyor. Aynı haberde, Sarkozy’nin Çek Cumhuriyeti’nde araba
üreten Fransız şirketlerine sadece Fransız parça üreticilerini kullanmalarını tavsiye ettiği ve
bu durumda Avrupa Komisyonu’nun söz konusu kurtarma paketini veto edilebileceği de
belirtiliyor. Financial Times ise korumacılığın yaygınlaşmasının AB’nin “tek pazar” imajına
zarar verebileceği ve tartışmaların birleşik bir Avrupa cephesi oluşturulmasına engel
olabileceği konusunda sık sık uyarılarda bulunuyor.
“Küresel antlaşma” için ilk adım
Almanya Başbakanı Angela Merkel, tüm bu görüş ayrılıklarına rağmen G-20 Zirvesi
öncesinde AB içinde ortak bir tavır oluşturabilmek için Berlin’de AB liderlerini toplamayı
başardı. Merkel, üç saatlik toplantı sonrasında alınan sonuçtan memnun olduklarını ve
krizin ancak “küresel bir antlaşma” ile aşılabileceğini söyledi. Antlaşmanın ne kadar
“küresel” olacağı ve sonunda kimin taviz vermek zorunda kalacağı belirsiz. Yine de
Avrupa’da bu yönde hevesli bir adım atılmış gibi görünüyor.
Çevrecilerin isyanı
Toplantının yapıldığı Başbakanlığın önünde toplanan çevreciler de “Banka olsaydık, bizi
şimdiye kadar çoktan kurtarmıştınız” yazılı pankartlar açarak devlet başkanlarını protesto
etti. Liderler finansal krizin ekonomide açtığı yaraları sarmaya çalışadursun, kriz
zamanlarında toplumsal ve çevresel sorumlulukları hatırlatmak da yabana atılmaması
gereken bir konu olarak ortada duruyor.
Avrupa Efsanesi ve Türkiye
Erdem GÜNEŞ
Avrupa kelimesinin kökenini hiç düşünmüş müydünüz? Efsaneye göre Tanrıların tanrısı
Zeus, bugünkü Lübnan topraklarında yaşamış olan Finikelilerin prensesi Europa’ya âşık
oluyor. Onu Girit adasına kaçırıyor; ancak Europa o kadar güzel bir genç kadın ki Güneş
ardı sıra onu takip ediyor. Derler ki o gün bugündür Lübnan’da Güneş’in batışını
izleyenlerin gözleri aslında kayıp Prensesleri Europa’yı ararmış… Öyle ki Arapça ve
İbranicedeki “gün batımı” anlamına gelen “ereb” ile Avrupa kelimelerinin kökeni Prenses
Europa’ya dayanırmış. Efsane bu ama, Avrupalıların buna pek tamah edeceklerini
zannetmiyorum. Kafalarındaki Avrupalı kimliğini iyiden iyiye karıştıracaktır çünkü… Evet,
Avrupa’nın o “büyük soru”su hala bir yanıt bulmadı: Avrupa’nın sınırları nerede bitiyor?
Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Başkanı Olli Rehn, 4 Şubat’ta Avrupa
genişlemesi konusunda sürpriz bir açıklama yaptı. Rehn, Hırvatistan’la 2009 sonuna kadar
müzakerelerinin sonuçlandırılabileceğini, Hırvatistan’la birlikte İzlanda’nın da 2011’de üye
olabileceğini belirtti. Asıl sürpriz ise 2009 yılında Arnavutluk, Bosna Hersek, Makedonya ve
Karadağ’ın adaylık sürecinin değerlendirilecek olması. Komisyondaki diğer yetkililer ise bu
ülkelerin tam adaylığının 2014’te gerçekleşebileceğini söylüyor. Evet, aynı Komisyon ve
aynı AB! Türkiye’nin adaylık süreci ile ilgili bir tarih vermekten ödü kopan, bin dereden su
getiren…
Daha önce 2009’un Türkiye-AB ilişkileri açısından çok olumlu olacağına inandıklarını
söylemiş olan Komisyon yetkililerinin görüşü 3 ay içinde oldukça değişmiş. Bu sürprizlerden
sonra Türkiye’nin durumunu soran gazetecilerin aldığı yanıt bunu gösteriyor: “Türkiye için
gerilimli bir yıl olacak.” Görünen o ki, Aralık 2008’de olumlu olan bakışlar, 3 ay içerisinde
gerilimle dolmuş! Nedenleri ise tahmin edilebilir: Kıbrıs sorunu, ek protokol ve reform
sürecindeki yavaşlık.
2009 yılı Türkiye’ye ne getirecek bekleyip göreceğiz ancak AB için bu kadar anlamlı
olmasının elbette nedenleri var. Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye tam üye olalı 5, Berlin Duvarı
yıkılalı 20 yıl oldu. Bu arada, Türkiye AB’ye adaylık başvurusu yapalı da tam 50 yıl oldu.
Türkiye’nin 50. yılında aldığı rapor, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda kabul
edildi bile. 4 “hayır” 1 “çekimser” oya karşın 65 oyla geçen raporda öncelikle reform
sürecindeki yavaşlama ve Türkiye’nin limanlarını Rum bandıralı gemi ve uçaklara açmaması
eleştiriliyor. Ankara’dan Aralık 2009’a kadar yükümlülüklerini yerine getirmesi ve
Türkiye’nin çözüm sürecine destek vermek amacıyla, adadan asker çekmesi isteniyor.
Bugünlerde samimiyeti epeyce tartışılan TRT-6’nın övüldüğü raporda, Ergenekon davasının
titizlikle takip edildiği ve mahkûmların sağlığından endişe edildiği vurgulanıyor. Raporu
kaleme alan Hollandalı Hıristiyan Demokrat üye Ria Oomen-Ruijten, bu raporun “adil”
olduğunu ve Türkiye’nin bu raporu aynası olarak görmesi gerektiğini söylüyor.
Oomen-Rujiten bu çok standartlı politikalarına rağmen AB’nin Türkiye kadar kendisine de
bir ayna tutmasının zorunlu olduğunu hiç düşünmüyor mu acaba? Ya da şöyle soralım, AB
kendisine ayna tutabilecek kadar güçlü mü?
Portre: İspanya Başbakanı Zapatero
Yeşim ÖZTÜRK
Jose Luis Rodrigues Zapatero, İspanya’nın “cesur” başbakanı… 14 Mart 2004’te genel
seçimleri kazanmasının ardından, Irak’tan İspanyol askerlerinin çekilmesini sağlamış ve
böylece seçim öncesi verdiği sözü tutmuştu. Başbakana uygun görülen “cesur” sıfatının bir
diğer nedeni ise gerçekleştirdiği köklü reformlarla İspanya’da özgürlüklerin önünü açması
oldu. 1979’da İspanya Sosyalist İşçi Partisi’ne (PSOE) katıldığında, hevesinin kırılmasını
istemediği için bunu ailesinden gizleyen başbakan, o yıllarda besbelli ki sosyalist bir partiyle
olan bağlarını ailesine açıklayacak cesarete sahip değildi. Bir partiye üye olmak ve siyasete
adım atmak için çok genç olduğu yönünde eleştiriler duymak istemiyordu.
Cumhuriyetçi bir albay olan büyük babası Juan Rodríguez y Lozano’nun İspanya İç
Savaşı’nda milliyetçi Franco yandaşları tarafından idam edilmiş olması, Zapatero’nun siyasi
tavrını etkilemişti. İdam mangasının önüne çıkmadan 24 saat önce son isteklerini yazıya
döken büyükbaba Lozano, ailesinden adını temize çıkarmalarını istemiş ve bir barışsever
olarak hatırlanmak istediğini belirtmişti. Zapatero babasının ve ağabeyinin siyasetle ilgili
sohbetlerini dinleyerek ve büyükbabasının yaşadıklarından haberdar olarak büyüdü.
1982’de León Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğunda, şehrin sosyalist gençlik
organizasyonunun lideri haline gelmişti. Genç yaşına rağmen 1986’da İspanya Sosyalist
İşçi Partisi’nin León bölgesi adayı oldu ve bu durum 2000’de parti genel sekreteri olmasıyla
taşındığı Madrid’ten aday olduğu 2004 seçimlerine dek sürdü. Partisinin 2004 seçimlerinde
oyların % 43’ünü almasıyla da hükümeti kurma hakkını elde etti.
Zapatero’nun 2004’teki seçim zaferi kimi çevrelerce muhafazakar Halk Partisi lideri Aznar’ın
İspanyol halkı tarafından cezalandırılması olarak algılandı. 11 Mart 2004’te El Kaide’nin
Madrid’de gerçekleştirdiği terör eyleminin halkın gözündeki sorumlusu, Irak’a asker
gönderdiği için Aznar’dı. Ve halk seçimlerden 3 gün önce meydana gelen bu terör olayına,
Irak’tan asker çekme sözü vermiş olan Zapatero’yu seçerek tepki verdi. Ancak 2008
seçimleri gösterdi ki Zapatero’nun başarısı halkın anlık bir tepkisi değildi. 9 Mart 2008’de
gerçekleştirilen seçimlerde oyların % 43.6’sını alarak birinci olan İspanya Sosyalist İşçi
Partisi, 350 sandalyelik mecliste 169 milletvekiliyle 2004 başarısını tekrarladı. Buradan
Zapatero reformlarının İspanyol halkının çoğunluğu tarafından desteklendiği sonucu
çıkarılabilir.
Yapıcı, olumlu ve diyaloga açık bir muhalefetten yana olduğunu belirten Zapatero, Halk
Partisi iktidarı boyunca ETA’yla mücadelede izlenen yola tepkilerini dile getirmişti. Ona göre
terörü bitirmenin yolu ETA’yla ile görüşmeler yapmaktan geçiyordu. İktidara geldikten
sonra, sağ muhalefete rağmen parlamentodan ETA’yla diyaloga onay alan başbakanın
çabası sonucu, ETA-Madrid ilişkileri yeni bir boyuta girmişti. Ancak barış süreci 30 Aralık
2006’da ETA’nın ateşkesi bozarak Madrid’deki Barajas Havaalanı’na düzenlediği bombalı
eylem ile son buldu. Zapatero’nun terörle mücadele planı da kökten değişti. Zapatero, 15
Ocak 2007’de mecliste düzenlenen oturumda “İspanyollar önünde hata yaptığımı kabul
etmek istiyorum,” diyerek politikasında meydana gelen köklü değişimin ilk sinyallerini
vermiş, ETA ile masaya oturma konusunda yanıldığını kabul etmişti. 2008 yılına
gelindiğinde Zapatero’nun söylemleri dönüşmüştü: “ETA'nın sonu gelinceye kadar
operasyonlar sürecek.” İspanya’da terörü bitirmek adına düzenlenen operasyonların,
diyalog alternatifine göre ne kadar başarılı olduğu halen bir muamma; ancak kesin olan bir
şey var ki İspanya’nın diyalogdan yana olan tek başbakanı da bu politikasını terk etti.
Başbakan Zapatero, diğer konularda, iktidara geldikten sonra tavrını aynen korudu ve
yapacağını vaat ettiği her şeyi bir bir yapmaya başladı. Bunların başında elbette Irak’tan
asker çekmek geliyordu. İkinci olarak, İspanyol askerinin Afganistan’daki rolü sınırlandı.
Ayrıca Avrupa Birliği genelinde tartışılan bir sorun olan göçmenlerle ilgili de olumlu
gelişmeler yaşandı ve İspanya’ya yerleşen göçmenlerin hakları genişletildi. 2008
seçimlerinden sonra 17 bakanlıktan 9’unu kadın milletvekillerine vermesi de Zapatero’nun
attığı önemli adımlardan. Savunma bakanlığına 37 yaşındaki Carme Chacon’un getirilmesi
İspanya tarihinde bir ilk. Daha önce hiç kadın savunma bakanı olmayan İspanya, Carme
Chacon’un 7 aylık hamileyken gerçekleştirdiği Afganistan ziyareti ile çalkalanmıştı. 2008
Nisan ayında, Afganistan’daki İspanyol askerlerini denetlemek için yapılan bu ziyaret dünya
gündeminde de ilk sıraya oturmuştu. İspanya, tarihinde ilk kez bu kadar kadın bakanın bir
arada olduğu bir kabine görüyor ve bu da Zapatero’nun eseri.
Eğitim sistemindeki laik reformlar, okullarda Katolik inanç ve ibadetinin öğretilmesine son
verilmesi, Katolik Kilisesi’nin yasakladığı boşanma ve kürtaja izin veren yasaların kabulü…
Daha önce kürtajın lafının bile edilmediği İspanya’da ardı ardına gelen bu değişiklikler
Kilisenin Zapatero’ya karşı tavır almasına neden oldu. Kilise, 2008 seçimleri öncesinde
Zapatero’ya oy verilmemesi çağrısında bulundu. Eşcinsellere evlenme ve evlat edinme
haklarının verilmesiyse hükümetin en özgürlükçü ve bir o kadar da cesur hamlesiydi. Tüm
bu nedenlerle, Kilise Zapatero’yu tanrısızlıkla ve tanrısız bir toplum yaratmaya teşebbüs
etmekle suçladı. Kardinal Antonio Canizares, “Tanrının hiçbir şekilde hesaba katılmadığı
gerçek bir kültürel devrim yapılmak isteniyor. Laikliğin temelinde toplumumuzu engellemek
yatıyor” derken tepki nedenlerini özetlemiş oluyordu: Gerçek Kültürel Devrim.
Zapatero hükümeti, Ekim 2007’de çıkardığı “tarihi bellek” kanunuyla 1936-39 arasındaki
İspanya İç Savaşı’na ve savaşın ardından 40 yıl süren General Franco diktatörlüğüne ait
bütün simgeleri, sokak adlarını, tabelaları yasakladı. Bu dönemde öldürülenlerin saygıyla
anılmaları, baskı görenlerin ise haklarının genişletilmesi öngörülüyordu. Franco rejimi
açıkça lanetlenmişti. Mart 2005’te Madrid’teki son Franco heykeli kaldırılmış, 2006’da da
Zaragoza meydanlarındaki heykeller kaldırılmıştı. 2007’de Santander şehrinde 1964’ten beri
bulunan Franco heykelinin işçiler tarafından kaldırılarak belediyenin ambarına konulmasıyla
birlikte kamuya ait alanlarda hiçbir Franco heykeli kalmadı.
Zapatero dış politikada da uyum ve işbirliği yönünde bir tavır sergileme iddiasında. Bir
taraftan AB içinde İspanya’nın etkin bir güç olması için uğraşırken bir taraftan da AB dışı
ülkelerle ilişkileri iyi tutuyor. Özellikle öncülüğünü yaptığı Medeniyetler İttifakı projesi,
Türkiye’nin de katılımı ile bu ülke ile ilişkilerine ivme kazandırdı. Berlusconi’nin “fazla kızıl”
olarak nitelendirdiği ve neredeyse her fırsatta çattığı Zapatero, kendi ülkesinde yaptığı
reformların yanı sıra uluslararası alanda da diyalogu artırmaya yönelik projeler ortaya
atarak AB’nin “öncü liberal” lideri olmayı hedefliyor.
Download