AKAD DERGiLRi SAYI 10 NiSAN 2014 1 Şubat 2014 BİZ ALEVİLER Nihad YENMİŞ saldırı, tenkit ve eleştiriler gelmektedir. Bu saldırılar, Laik Hukuk Devletinde suç işleme boyutuna Biz Aleviler yüzyıllardır var olan bir toplumuz. kadar vardırılmaktadır. Bazı sözüm ona dostlar da Varlığımızı bugüne ulaştırmak pek kolay olmadı. “Kendinizi anlatamadığınız için hakkınızda bu tür Bugüne gelebilmek için birçok badire atlattık. saldırılar yapılmaktadır.” gibi ifadeler kullanarak Yaşadığımız ortak acılar, bizi birbirimize daha çok suçlanmaktayız. bağladı, yaşama azmimizi güçlendirdi ve kendimize Bizler inancımızın ispatını yapma gayret ve telaşı has bir inanç ve kültür oluşturmamızı sağladı. Bugün içinde değiliz. Kendimizi tanımlama ve anlatma gibi İslamî bir daire içinde varlığını sürdürmeye çalışan bizim dışımızdaki inanç gruplarının zaman zaman bir toplum olarak bazı sorunlarımız ve taleplerimiz dillendirdikleri bu isteklerine uyma mecburiyetimiz oluştu. Sorunlarımızın giderilmesi ve taleplerimizin de yoktur. Alevilerin inançlarını kendileri istedikleri karşılanması vatandaşlık ve gönül bağıyla gibi, arzuladıkları zemin ve mekânda yaşamaya bağlandığımız devletimizin görevidir. Devletin de ve yaşatmaya en az diğer inançtaki insanlar kadar millet için varlığının nedeni de budur. hakları vardır. Bunu yapmada kararlı ve büyük bir İçinde bulunduğumuz dönem ve koşullar bizi uyum içindeler. olumsuz etkilemektedir. Yeni neslin istenilen düzeyde Bugün Ortadoğu’da yaşanan İslamiyet’le ilgisi Alevi kültürünü alamaması değerler yitimine neden olmayan eli silahlı katiller, İslamiyet adına katliamlar olmaktadır. Bireyler kültürden yabancılaşmakta, yapmakta ve bunu cihat saymaktalar. Alevileri de farklı anlayış ve fikirlerin tesiri altında kalmaktadır. müşrik sayma gafletinde bulunarak, Alevilerin ve Bu olumsuz tesirler saf bir kültürel ve etnik yapıya Laik Sünnilerin katlini cihat sayma gayreti içine sahip Alevilerin içine farklı kültürlerin ve bireylerin girmekteler. Öbür taraftan aynı anlayış; Tevrat’tan karışmasına neden olmaktadır. Alevi kültürüne “Öldürmeyeceksin.” olumsuz etki eden bu değişimin kontrol altına cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk alınması gerekmektedir. çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları Kuran-ı Kerim’den “Kim, bir Kültürümüzün devamını sağlamak için önce Alevi öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına kültürünün esasını ve yapısını belirtmek gerekir: Din sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” bir iman meselesidir. İslam’ın dolaysıyla Aleviliğin (Maide 32) ayeti kerimeyi örnek göstererek ve “Öldürmek de esası imandır. Nitekim Kuran-ı Kerim “ya eyyuha tanrının emirlerine karşı gelmektir.” diyerek, barışsever ellezina emenu” olarak hitabını yapar. Bu itibarla olayın olduklarını insanlığa kabul ettirmeye çalışmaktalar. Bu özü iman etmekten geçer. İman ise sorgulanamaz. ne çelişkidir ki sizleri böyle tutarsız davranmaya sevk Çünkü iman kişi ve tanrı arasındadır. İşte bütün etmekte ve yanlışa sarılmanıza neden olmaktadır. meselenin özü budur, inanmak veya inanmamaktan Hâlbuki İslamiyet barış dinidir. İslamiyet sevgi, geçmektedir. İmanın esaslarını kabul edip Hz. Ali’nin saygı ve hoşgörü dinidir. Barışın, hoşgörünün ve imametine iman eden müminlere Alevi denir. teslimiyetin birçok örneği tarihimizin derinliklerinde Kuran-ı Kerim, Sünnet-i nebevi ve Ehlibeyt sevgisi saklı duruyor. Onları açıp okuyunuz. Okuyunuz ki yolunda İslam’ı idrak eden bizlere, bazı çevrelerden hakikat zuhur etsin. Söz anlam kazansın. Haklılığımız 2 Şubat 2014 gözler önüne serilsin. j) Alevi inancını yansıtan dini ve kültürel değerlerin Alevilerin Karşılaştığı Bazı sorunlar ve Talepleri: resmi televizyon kanallarında yayınlanması eşitlik a) Alevilerin dini ve kültürel sorunları ÇALIŞTAYLARLA çözülemez. Bunun çözümü ancak ANAYASANIN öngördüğü EŞİT ilkesinin bir gereğidir. k) Alevi inancını kendi çocuklarımıza öğretmede VATANDAŞLIK hiçbir engelleme ve yasak olmamalı. Bunu öğretecek haklarının tanınması ile sağlanır. Bu nedenle eşit olan din görevlilerimizin soruşturma ve yargılamayla vatandaşlık hakları fiili ve yasal zorunluluk olarak sindirilmemelidir. yaşama geçirilmelidir. m) İbadet yerlerimiz bizim kararlığımızla belirlenen b) Bize göre DİYANET ya tüm inançları temsil edecek şekliyle Mescit/Cemevi olmasına saygı gösterilmesi, özerk bir yapılandırmayla yeniden oluşturulmalıdır bunu sulandırmak için akıl zorlaması ile ortaya atılan ya da tamamıyla kaldırılmalıdır. Kaldırılması halinde ve asimilasyonu hedefleyen Cami/Cemevi projesi dine hiçbir şey olmayacaktır. Kuran-ı Kerimde yüce veya buna benzer alternatif çözümlerle Aleviliği yok Allah diyor ki; ” Onu biz indirdik biz muhafaza ederiz.” etme girişimlerine son verilmelidir. Onun için endişelere gerek yoktur. n) Tarihi konjonktürün ve coğrafi şartların c) Örgün eğitim kurumlarında ZORUNLU din yarattığı farklılıklar kullanılarak Alevileri bölmeye eğitimine derhal son verilmelidir. Bu zorunluluk ve ayrıştırmaya yönelik girişimlere son verilmesi Kuran-ı Kerim’in ruhuna da aykırıdır. Çünkü Kuran-ı kimliğin sürdürülmesi için gereklidir..(ki, emin olun Kerim “”La İkraha Fi ed-din” yani dinde zorlama yoktur, bu farklılıklar diğer mezhepler arasındaki farkların diye zorunluluğu men etmiştir. yanında fark bile sayılmaz.) d) Özgürlükler; ”VATANIN, MİLLETİN, BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNÜ” ihlal etmemek Yukarıda saydığımız talepler “İnsan Hakları Evrensel kaydıyla Bildirgesinde” bulunan temel haklar kapsamındadır. genişletilmelidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, yaşama Biz ayrıcalık istemiyoruz. Temel insani taleplerimizin hakkı, toplumun sorma ve sorgulama hakkı, gösteri karşılanmasını ve çağa uygun bir yaşam sürmek ve yürüyüş hakkı ile yasalar önünde eşit vatandaşlık istiyoruz. Kültürümüzün devamını ve neslimizin bu hakları ve bireyin özlük haklarını koruma hakkı gibi kültür etrafında varlığını sürdürmesini arzuluyoruz. haklar her bireye tanınmalıdır. Aleviler vatandaş olarak bütün görevlerini yerine e) Arapçanın devlet okullarında bir hak olarak getirmektedir. Vatanın varlığı için her türlü bedeli de verilmesini talep ediyoruz. diğer vatandaşlar kadar ödemektedir. Diğer inanç (Okullarımızda Arapça ve Kuran-ı Kerim dersleri gruplarına tanınan haklar Alevilere de tanınmalıdır. seçmeli olarak verilmektedir. Alevi kardeşlerimizin Bu bir imtiyaz değil bir haktır. Adaletin gereği de Mayıs ayında yapılan ders tercihleri için okul budur. Adalet de mülkün temelidir. Bu ilkeye itibar müdürlüklerine başvuru yaparak ısrarla Arapça eden idare mülkün selameti ve milletin huzuru için ve Kuran dersi seçmelerini yapmalarını istiyoruz.) bu talepleri karşılamaktan çekinmemelidir. g) Diyanete devredilen mescitlerimizin(cami) ALEVİLERİN İBADETLERİNİ ÖZGÜRCE YAPABİLDİĞİ, Alevilere teslim edilerek mescitlerimizin diyanete DİYANETTE TEMSİL HAKKININ BULUNDUĞU ve devri zorunluluğuna son verilmesi ve imamlarımızın BÜTÇE AYRILD IĞI, ALEVİLERE KENDİ İNANÇLARINI din görevlisi olarak atanması için yasal düzenlemelerin ÖĞRETEBİLECEĞİ yapılması önemli taleplerimiz arasındadır. KENDİLERİNİ h) Gerek Devletin bünyesinde bulunan tüm arşiv ve VE KURUMLARIN BULUNDUĞU, KÜLTÜREL VARLIKLARINI SÜRDÜREBİLDİĞİ BİR DÖNEM İÇİN MÜCADELEMİZİN kitaplar ile, gerekse bütün matbu her tür yazılımdaki DEVAM EDECEĞİNİ BELİRTEREK SÖZLERİME SON Aleviliği kötüleyen ve hedef haline getiren yazıların VERİYORUM. imhası için ne gerekiyorsa derhal yapılmasını 3 Şubat 2014 Güzel Ahlak İman Ve Din Merhum Şeyh İzzettin USLU İslâm; fazilet ve hikmet dinidir ve baştan sona güzel ahlâktan ibarettir. Ahlâkla din birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. Her ikisinin de amacı edep sahibi, erdemli, dünya yaşantısında kendisine ve topluma yararlı, ahret için de kendisine yararlı olan kâmil insanlar yetiştirmektir. Ehlibeyt öğretisi bizlere; edebi olmayanın, dini de olmayacağını ve hatta edep ve ahlakın, dinden önce geldiğini bildirmektedir. İnsanın zahiri, fiziki dış güzelliğinin yanında, Batıni, iç güzelliği de vardır. Bu da güzel ahlâktır ve bunu kendimiz şekillendiririz. Allah nezdinde insanın iç güzelliği daha önemlidir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a.v) için; “Ve şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin.”(Kalem süresi, 68/4) buyrulmuştur. Ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) ; “ Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381) ve “Ruhumu kudret altında tutan Allah’a yemin ederim ki cennete ancak güzel ahlak sahipleri girer.”(Tirmizi, 62, kutub-ı sıtte, 16. Cilt , sf. 329), “İmanın kemali, güzel ahlâk iledir.” (Ramuz El Hadis, 2. Cilt) gibi sözleri dinimizin bir ahlâk dini olduğunu derin bir şekilde göstermektedir. Demek ki toplumsal hayat ve ahret güzelliği için mutlak şartlardan birisi güzel ahlâktır. Bundandır ki Ehlibeyt İmamları ve Ehlibeyt, ‘’hikmet’’ denilen doğruluğu kesin olan bilgi ve güzel ahlâkla yoğrulmuştur. Onlar bu özellikleriyle insanlığa ışık olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki; Ehlibeyt’i gönülden ve gerçek bir sevgiyle sevmek ve onların izinden gitmek çok doğru bir tutum olacaktır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de de Ehlibeyt için “Allah, yalnızca siz Ehlibeyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzab süresi 33)buyrulmuştur. Ehlibeyt şuurunu, sevgisini ve onlara bağlılığı yitirmemekle ancak bu miras sahiplenilmiş olunur. Bunu gerçekleştirmek için de gerekli olan temel kriterlerden birisi de kuşkusuz ki onlar gibi güzel ahlaka sahip olmaktır. Bu aynı zamanda yaşantımız boyunca bizlerin de temel hedefi olmalıdır. Güzel ahlâklı olmak gerekirken neden bu faziletli duruma erişilmiyor. Güzel ahlâk sahibi olmamızın önündeki engeller nelerdir? Bunun altında yatan bilimsel felsefi ve dini gerçekler nelerdir? Unutulmamalı ki insan iyi ve kötü davranışlar yapabilecek bir varlık olarak yaratılmıştır. Nitekim 4 aynı şahıstan hem kötü hem iyi davranışlar görebilmekteyiz. Bunlar insanda nasıl ve neden zuhur etmektedir? Hatta bazen davranışları alabildiğince bozulmuş tamamen kötü ahlak göstergesi sayılabilecek şahıslara da rastlanmaktadır. Bu dereceye nasıl gelinmektedir? Güzel ahlâklı olma yolunda kötü davranışlardan, günahlardan kaçınmak için, İslam dini, nefisle mücadeleyi şiddetli bir şekilde tavsiye etmekte ve bunu yegane yol olarak görmektedir. Çünkü dinimize göre ‘’nefis’’ şiddetli bir şekilde insana kötülüğü yaptırmaya çalışmaktadır. Nitekim Hz. Ali (a.s.)‘nin “Cenneti arzulayan kimse nefsinin heves ve tutkularından uzak dursun.” sözü bu duruma tam olarak işaret etmektedir. Nefis ile mücadele konusuna geçmeden önce toplumda çok yaygın olan ve güzel ahlâka sahip olma önünde büyük engel olan ve çoğu zaman başlangıçta hafife alınan; ama aslında büyük günahların başlangıcını teşkil eden kötü alışkanlıkları (Kötü alışkanlıkların bazıları: küfürlü ve kaba konuşmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak, dürüst olmamak, iftira atmak, hırsızlık yapmak büyüklenmek, başkasını aşağı görmek, kötü zanda bulunmak, alkol kullanmak, sigara içmek, madde bağımlısı olmak, uyuşturucu kullanmak, kumar oynamak, aldatmak, fuhuş yapmak, zina yapmak , her türlü gayri ahlaki davranışlarda bulunmak, beddua etmek, öfkelenmek, kin beslemek, riyakarlık, kalp kırmak, hak yemek , sabırsız davranmak, israf etmek, emanete ihanet etmek, kötü şeylerde ısrar etmek, nankörlük etmek, borcunu ödememek, kaba ve saygısız davranmak, cimrilik yapmak, birileri ile iyi geçinmemek, gıybet yapmak, ihtiyacı olanlara yardım yapmamak, ebeveynlere karşı gelmek , giyim tarzında ölçüsüz olmak, adam öldürmek, yaşadığımız yada çalıştığımız yerin kurallarına uymamak, namaz kılmamak, oruç tutmamak, zekat vermemek, ilahi emirlere karşı gelmek, her türlü nefsani arzu heves tutku ve bedensel hazların peşinden gitmek… ) incelemekte yarar vardır. Aslında kötü alışkanlıklar hafife alınmaması gereken davranışlardır. Toplumda çok yaygın olan sigara ve içki içme, yalan söyleme, hak yeme vb. birçok kötü alışkanlığın nedeni alışkanlıkların mahiyeti incelediğinde daha iyi anlaşılır. Hz. Ali (a.s.)’nin kötü alışkanlıklarla ilgili: “Fazilet (erdem) kötü alışkanlıkları yenmektir.” ve “Kötü alışkanlıkları yenmek en üstün ibadetlerdendir.” sözleri kötü alışkanlıkların, insanın erdemli olma yolunda ne kadar büyük bir engel olduğunu açıkça göstermektedir. Demek ki; öncelikle kötü alışkanlıklardan uzak Şubat 2014 durmamız çok önemlidir. Bunun için de kötü alışkanlıkların mahiyetini bilmemiz yararlı olacaktır. Kötü alışkanlıkların bilimsel, felsefi ve dini boyutu olmasına rağmen aslında bu üç boyut da sebep ve sonuçta yüksek bir bilgi ile aynı noktaya çıkarlar ve birbirlerini tamamlarlar. Çünkü hepsinin temelinde ana unsur insan ve davranışlarıdır. Kuran-ı Kerim’de birçok ayette ve hadiste NEFİS kelimesi geçmekte ve yukarıda anlatılanlara uymaktadır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) “En büyük savaşımız nefislerimizle olan savaştır.” ve “En iyi cihat, insanın kendi nefsani arzularıyla Allah rızası için yaptığı cihattır.” (Ebu Zerr-i elgaffariden rivayetle (Câmiu s-sağîr) 1247) Sözleri ahlak konusunda nefsin çok önemli bir konumda olduğunu göstermektedir. Zira nefisle olan savaş kazanılmadıkça güzel bir ahlâka (erdeme) sahip olmamız mümkün görülmemektedir. Bundan dolayıdır ki aslında esas konumuz hepimizde var olan ve olanca gücüyle bizlere kötülüğü emreden bir bakıma günah işlettirmeye çalışan NEFİS’tir. Burada nefsin akıl, iman ve ilahi emirlerle olan mücadelesi ve nefsin insanı düşürebileceği durumlar söz konusudur. Dinimizde de kötü bir huy edinmek insanın o konuda aklına ve imanına ve ilâhi emirlere değil de nefsine uymuş olmasından kaynaklanır. Sabah erken namaza kalkması gereken birine aklı ve imanı manevi olarak kendisine -kalk ve namazını kıldiye manevi telkinlerde bulunur. Diğer taraftan da nefis uykunun o anda çok tatlı olduğunu hissettirerek insanı yatakta tutması için direnir. Fazla uykunun insana bir yararı olmasa bile. Burada nefis uykuyu bir silah gibi kullanır. Bir bakıma ilahi emirlere şiddetle karşı koyarak insanı kontrolünde tutmaya çalışır. Tam bu sırada bir durum muhakemesi yapılırsa o anda aklımızın ve nefsimizin çatıştığını, bir bakıma da savaş halinde olduklarını anlayabiliriz. O esnada aklımızın gücünü ve imanımızı bilgi eşliğinde kullanarak kalkıp namaz kılmamızın nefsimize bir tokat atmış olmamızdan bir farkı yoktur. Bunu da sürekli yapmamız durumunda zamanla nefsimizin bu konudaki bizim üzerimizdeki etkisini kırar ve nefsi kendi kontrolümüz altına almış oluruz. Bunun tersi olması durumunda zamanla nefsimiz bizi kontrolü altına almış olacaktır. Uykuyu namaza yeğleyen bir insanın durumu budur. Çünkü nefis insana sürekli ve şiddetli bir şekilde kötülüğü ve ilahi emirlerin tersini emreder ve kötü şeyleri yaptırtmaya çalışır. Nefse her boyun eğme nefsi bir adım güçlendirir. İlâhi aklımızı ve imanımızı doğru dini bilgiler ışığında kullanmazsak nefsin bizi kontrolü altına alması kaçınılmazdır. Bu da herhangi bir konuda kötü bir alışkanlığa sahip olmamız demektir. Zaten dinimize göre de Allah (cc), insanı nefsi 5 ile imtihan etmektedir. İnsan, dünya yaşantısında nefsini kontrolü altına aldığında yada onu terbiye ettiğinde imtihanı kazanmış olur. Nitekim Kuran’ı Kerim’de bir ayette nefis ile ilgili “Yemin olsun ki, sizi korku, açlık; mallardan-canlardan-meyvelerden eksiltme türünden bir şeyle mutlaka imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.” (Bakara, 155) Kuran-ı Kerim’de insana kötülükleri emreden nefis mertebesi olarak şeytanın en büyük silahı ve hatta belki de kendisi olan “NEFSİ EMMARE” diye geçmektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: “Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” (Yusuf-53) “Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” (Şems,9-10) “Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Maide-105) Nefsi emmare gerçekte insanın karşısına sürekli çok kuvvetli bir şekilde dikilir. İnsanı kolay kolay rahat bırakmaz. Onunla sürekli ve hayat boyu mücadele etmek gerekir. Fırsatı yakaladığında insana yanlış davranış yaptırır ya da günah işlettirir. Ve şu hususa dikkat etmemiz gerekir; “Nefsimizi birçok alanda terbiye etmiş olsak bile bize kötülüğü emretmesi için başka alanlar bulur ve bizi tehdit etmeye devam eder.” Önemli olan sürekli olarak nefsin bu emrini yerine getirmemek, nefsin bu arzusunu reddetmektir. Kötülüğü şiddetli bir şekilde arzulama, her nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın emirlerine samimiyetle yönelen, kendisini tamamen Allah’a teslim eden Allah’tan korkan ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten çekinirler. Bu şekilde tamamen iyiliğe yönelen kimselerin üzerinde zamanla nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiçbir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. İşte nefsin bu hale getirilmiş şekline “NEFSİ MUTMAİNNE” denir. Nefsi mutmainne; şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Allah (cc) Kuran-ı Kerim’de bu nefis hakkında Fecr suresinde 27,28,29 ve 30. ayetlerde “Ey mutmain nefis, rabbine razı olunmuş bir şekilde dön, artık kullarımın arasına gir, cennetime gir.” diye buyurmaktadır. Açıkça anlaşılıyor ki insan nefsini terbiye etmedikçe cennete girememektedir. Bu da ancak nefsin çok şiddetli olan tutku, arzu ve heveslerine uymayarak kötü alışkanlıklardan ve günahlardan uzak durulması ile mümkündür. Kuran-ı Kerim’de nefsi emmare ve nefsi mutmaine arasında bir basamak olan nefsi levvame diye bir nefisten söz edilmektedir. Kıyame süresi 2. ayetinde; (Kusurlarından dolayı kendini kınayan) nefse yemin ederim (-ki diriltilip hesaba çekileceksiniz.) nefsi Şubat 2014 levvame insana yaptığı yanlışlardan dolayı bir sorgulama evresi geçirten pişmanlık duygusunu yaşatan ve yaptığı yanlışlardan dolayı kendisini kınayarak insanın iyiye, doğruya yönelmesinde etkili olabilen bir nefis mertebesidir. İnsanın öfkeli olduğu zamanlarda ölçüsüz bir şekilde kötü sözler söylemesi ve davranışlarını kontrol edememesinin nedeni nefsi emmare, biraz zaman geçtikten sonra söylediklerinden ve yaptıklarından pişman olmasının nedeni de nefsi levvame’dir. Bir bakıma nefsi levvame bu yönüyle kıymeti bilinmesi gereken bir nefis mertebesidir. Çünkü insan bu nefse uyarsa nefs-i mutmainne’ye ulaşması yolunda doğru ameller yapmış olmaktadır. NEFİS TERBİYESİ VE NEFSLE MÜCADELE Nefsin terbiyesinde ve kötü alışkanlıklarla mücadelede dini çerçevede yapabileceklerimizin bir kısmı: 1- Çok okumak dini bilgilerimizi sürekli geliştirmek ve davranışlarımızı bu bilgiler ışığında yapmak. 2- Sürekli Allah’ı (cc) anmak, Allah (cc)’ın emrettiği ibadetleri gerçek amaçları doğrultusunda bilinçle samimiyetle ve istekle sürekli yapmak , 3- Ruhumuzu sürekli salih amellerle beslemek, 4- Ölümü sürekli düşünmek, 5- Tövbe etmek, 6- Ümitsiz olmamak, İnsan , Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmesi ile nefsi ile mücadele edip onu eğitebilir. Bunun için yapılabileceklerden birisi dini bilgilerimizi sürekli geliştirmek, gerekiyorsa bunları mutlaka uygulamaktır. Gerçekten de iyi bir araştırma yapılırsa görülür ki; insanın her konuda yanlış yapmasına neden olan husus bilgisizlik ya da bilgi eksikliğidir. Çelişkilerimiz de bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Bilgilerimiz arttıkça çelişkilerimiz de azalır. Ancak doğru bilgileri kullanarak mantıklı işler yapmış oluruz. Özellikle edindiğimiz sağlam dini bilgileri nefsin tuzakları karşısında mutlaka kullanmalıyız. Zaten önemli olan da budur. Çünkü sahip olduğumuz bilgileri kullanmamak bilgiyi içimizde süs olarak tutmak gibidir. Oysa bilgi süs değil bir güçtür. Nitekim Kuran-ı Kerim’de Zümer süresi 9. Ayetinde; “Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür. Yoksa gece vakitlerinde secde halinde ve ayakta ahretten korkarak ve rabbinin merhametini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu. Ancak akıl sahipleri öğüt alır.” insanın bilgi sahibi olmasının önemi açık bir şekilde belirtilmiştir. Ayrıca Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.a.v) kendisi hakkında -İlim şehrinin kapısı dediğiHz.Ali (a.s.)’nin ilim ve bilgi ile ilgili vecizeleri: “İlim bütün iyiliklerin anahtarıdır.” , “ İlim meclisi 6 cennet bahçesidir.”, “İlmin bereketi güzel ameldir.”, “Faziletlerin başı ilimdir.”, “Bilgi gibi hazine olamaz.”, “Bilgin kişinin rütbesi rütbelerin en üstünüdür.”, “ Bilgin ölü olsa bile diridir. Cahil ise diri olsa bile ölüdür.” (Gurerül hikem) bu sözleri ilim ve bilgi sahibi olmamızın güzel ahlak sahibi olmak için ne kadar gerekli olduğunu fazlasıyla anlatmaktadır. Zaten bütün kötü amellerin sebebi de aklımıza değil de nefsimizin isteklerine uymamızdandır. İnsanın erdemli olma yolunda günah işlemesini frenleyen, diğer bir etken de Allah’ı sürekli anmaktır. Allah’ı anmak onun öncesiz sonrasız varlığını, (ezeli ve ebediliğini) sonsuz kudretini, sonsuz mükemmelliğini, kainattaki büyük yaratılış sırrı gibi gerçekleri düşünmek, kulun boynunu Allah ve Allah’ın etkinlikleri karşısında eğer. İnsanın kalbi titrer. Yüce Allah düşüncesi bütün ruhunu sarar. Bu esnada hissedilen Allah korkusu kuşkusuz insanın kötü davranış sergilemesini engelleyici bir etken olur. Gerçekten de Kuran-ı Kerim’de : “Ey iman edenler Allah’ı çokça anın.” (Ahzab-41) “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir.” (Ankebut-45) ”Onlar iman etmiş ve kalpleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Bilin ki kalpler Allah’ı zikretmekle yatışır.” (Rad28) “Onlar ayaktayken otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın, sen yücesin bizi ateşin azabından koru.””derler. (Ali İmran -191) “ Sabah akşam demeden kendi içinden korkarak ve yalvararak alçak sesle rabbini an ve gafillerden olma.” (Araf -205) diye buyrulmaktadır. Allah’ın dinimizde farz kıldığı ibadetlerin hepsi (Namaz, oruç, zekat, hac ve diğer bütün salih ameller) ve bunların yanında akıl ve iman, insana nefsini terbiye etmesi için verilmiş araçlar ve güçlerdir. İnsan bunları iyi kullanıp uygularsa Allah’a doğru giden yoldaki engelleri zayıflar, yavaş yavaş kalkar yani yolu temizlenir. Ulaşmak istediği ebedi saadete daha kolay varır. Kuran-ı Kerim’de Ankebut Süresinin 45. ayetinde namazla ilgili olarak “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” buyrulmakta ve namazın insanı kötü davranışlardan koruduğu açıkça belirtilmiştir. Gerçektende ibadetlerin hepsi nefsi ezen ve gücünü kıran davranışlardır. Namazı gereği gibi kıldığımız süre içinde sürekli yüce Allah’ı, hesap gününü düşünürüz. Bu da bize Allah korkusunu, Allah’ın rahmetini hatırlatır ve yaşatır. Oruç da nefsin bir çeşit terbiyesidir. Oruçla iştahlarımızı dizginleme yani kontrol edebilme gibi beceriler kazanırız. Ayrıca oruç bize birçok nimetten yoksun diğer insanları hatırlatarak Allah’a daha çok şükretmemize de vesile Şubat 2014 olur. Çünkü iştahların fazlası da onlara uymak da çok zararlıdır. Nefis ile mücadelede yapılabileceklerden diğeri de bedenimizi beslememizin yanında sürekli olarak imanlı ruhumuzu da beslemektir. Nasıl bedenimizi iyi beslemediğimizde bedenimiz zarar görüyor ya da ölüyorsa, ruhumuzu da iyi beslemezsek ona zarar vermiş ve zulmetmiş oluruz. Bedenimizin gıdaları Allah’ın nimetlerinden olan çeşitli rızıklardır. Ruhumuzun da gıdaları da bilgi, dürüstlük, kendimizi temiz tutmamız, yardımlaşma, erdemli davranışlar edinme, namaz kılma, oruç tutma, zekat verme, sevgi, saygı, zikir ve diğer bütün ibadetler ve salih ameller olan manevi etkinliklerdir. Muhtaç olan birisine yardım yaptığımızda ya da aç olan birisini doyurduğumuzda yahut da emeğimizin karşılığı olan bir sınavı kazandığımızda veya namaz kıldığımızda hissettiğimiz huşu, sevinç ve mutluluk aslında ruhumuzun bundan duyduğu haz ve memnuniyetten başka bir şey değildir. Bu da onun beslenmesi ve mutluluğudur. Yani nasıl bedenimizi gıdalarla beslediğimizde bedenimizin bir ihtiyacını gideriyorsak çeşitli salih ameller yaparak da ruhumuzun ihtiyaçlarını karşılamış oluruz. Başka bir deyişle ruhumuzu beslemiş oluruz. Ruhumuzu sürekli böyle beslemezsek nefsimizi terbiye etmemiz mümkün değildir. Bir de şunu unutmamalı ki: Bedensel hazlar ve zevkler nefsin gıdaları, bedensel acılar ve sıkıntılar da ruhun gıdaları gibidir. Hz. Ali’nin (a.s.) “Eğlence ve zevke kapılan, akıldan kaybeder.” ve “İnanan insanın kalbinde hüzün vardır.” (NehcülBelaga) sözleri tamamen bu durumu belirtmektedir. Ölümü sık sık anmak da insanın nefsani arzularına uymaması yolunda olumlu bir etkendir. Çünkü ölümü her anma insanın Allah karşısına çıkacağının hatırlanmasıdır. Ölümü çok anan bir kimse ölümün kendisine her an gelebileceğini düşünerek hayatta iken yapması gereken farzları, ibadetleri ve salih amelleri ertelememeye çalışır. Yani bir bakıma insan hayatta iken kendisini ahrete hazırlamış olur. Gerçekten Peygamber Efendimiz de bir sözünde “Dünya lezzetlerini yıkan ölümü çokça anınız.” (7) diye belirtmiştir. Tövbe de işlenen günahlardan ya da kötü alışkanlıklardan kurtulmak ve güzel ahlâka dönmek için yapılabilecek etkin bir davranıştır. Çünkü 7 tövbe etmeye karar veren bir kimse, mutlak bir nedamet ve en yüksek motivasyon gücü olan azimle ve kararlılıkla bir daha günah işlememek ve o ana kadar işlediği günahlarından dolayı Allah’ın rahmetine yönelmek ve Allah’ın mağfiretini kazanmak isteyen kişidir. Kuşkusuz bu davranış kulun samimi bir şekilde Allah’ın önünde eğilmesi ve Allah’a verdiği bir söz niteliği taşımasından dolayı hem büyük ve önemli bir davranıştır hem de İnsanı ciddi anlamda günahlardan ve kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmasında çok büyük bir rolü vardır. Kesin bir pişmanlık ve bir daha o günahı işlememek tövbenin şartlarıdır. Bununla birlikte insanın; nasıl olsa bir gün tövbe ederim ve günahlarımdan kurtulurum, düşüncesine kapılıp tövbesini ertelemesi doğru bir davranış değildir. Çünkü tövbenin mümkün olduğunca erken yapılması daha doğru bir davranış olarak kabul edilir. Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de : “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra ona tövbe ile yönelin. Şüphesiz ki benim rabbim çok merhametlidir.” (Hud-90) “Şüphesiz ki O (Allah) kullarının yaptıkları tövbeyi kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şura: 25) “0 Muhakkak ki ben tövbe eden, iman edip salih amel işleyenleri ve doğru yola girenleri bağışlayıcıyım.” (Taha: 82) ayetlerinde, samimi bir şekilde tövbe edilmesi durumunda kullarını affedeceğini açıkça belirtmiştir. Gerçekten de tövbe Allah’ın (cc) kullarına açık bıraktığı bir rahmet kapısıdır. Ayrıca Allah’tan ümit kesmemekte tövbe için bir zemin oluşturacağı düşüncesiyle çok önemlidir. Gerçekten de dinimizde Allah’tan ümit kesmek yoktur. “Onlar korkarak ve ümit ederek rablerine dua ederler.” (Secde-16) “Deki: ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlayandır. Şüphesiz ki o çok bağışlayan çok esirgeyendir.” Zümer-53” ayetleri yüce rabbimizin bağışlamasının ne kadar bol olduğunu beyan etmektedir. Ahireti için, Allah’ın sonsuz ve kalıcı nimetlerini dünyanın fani nimetlerine tercih ederek kendi iç güzelliğini, güzel ahlak ile şekillendiren ve yüce rabbi karşısına bu haliyle çıkan insana ne mutlu. Allah hepimizi Ehlibeyt’in güzel ahlakına sahip olan salih kullardan eylesin. Elbette ki gerçek ve sonsuz saadet Ehlibeyt’in bu mirasını sahiplenebilmektir. Allah’ın rahmeti hepimizin üzerine olsun. Şubat 2014 ALIŞKANLIKLAR ÜZERİNE PSİKOLOJİK BİR ANALİZ Mehmet Uslu Tanım olarak alışkanlık: İnsanın yinelenen bir etkiyle edindiği tutumdur. Burada alışkanlık insanın kazandığı bir tutum olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşantımız süresi içinde iyi ya da kötü alışkanlıklar edinebiliriz. Tabi ki burada toplum için sorun olan kötü alışkanlıklar söz konusudur. Ünlü Amerikalı Eğitimci Horece MANN ; ”Alışkanlık, bir halata benzer her gün bir lifi örer ve sonunda, onu koparamayacak kadar güçlü yaparız.” demiştir. Mesela sigara içmeye yeni başlamış birisinin ilk sigara içişi bu halatın ilk lifidir aslında. Daha sonraki her bir sigara içişi bu ilk lifin üstüne bir lif daha örmektir. Dolayısıyla zamanla sigara içe içe farkında olmadan koparılması çok zor olan bir halat örülmüş olur. Filozof ve Tanrıbilimci St. Agustine ; “ Alışkanlıklar, zamanında bırakılmazlarsa, zamanla ihtiyaç haline gelirler.” sözüyle alışkanlıklarla mücadelede başlangıç zamanının çok önemli olduğunu belirtmek istemiştir. Buna örnek olarak yukarıda açıklanan halat misalinde; aslında halatta bir lif varken o lif koparılırsa -ki bir lifin koparılması gerçekten kolaydır - yani bir daha sigara içilmemeye karar verilirse o kötü alışkanlıkla zamanında mücadele edilmiş olur. Yoksa daha sonra her sigara içişte halata bir lif eklenecek ve zamanla halat kalınlaşacak ve beklide halat koparılamayacak kadar güçlü olacaktır. Bu da kötü alışkanlığın kazanıldığının göstergesidir. İngiliz Politikacı Benjamin Disraelinin; “Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur.” Sözü, alışkanlıkların bazen ne kadar sinsi ve dikkat edilmesi gereken, başlangıçta insanı aldatıcı özelliği olan davranış kazanımları olduğunu anlatmaktadır. Hayatında ilk kez alkol alan birisinin bu davranışı ile vücudunun göreceği zarar kendince yok denecek kadar azdır. Yani alışkanlığın zinciri daha henüz çok yumuşaktır. İşte insanın bu düşüncede olması onun bir aldanışından başka bir şey değildir aslında. Çünkü bilimsel olarak da ispatlanmış ki insan vücudunun (bir içecek olarak) alkole ihtiyacı yoktur. Nitekim daha sonra yavaş yavaş alkol bağımlısı olmasıyla vücudunun göreceği zarar kırılmayacak o zincir kadar olacak ve sonunda siroz hastalığı ya da alkol bağımlılığına bağlı olarak gelişen diğer hastalıklar neticesinde hayatını kaybedecek veya sakat kalacaktır.”Böyle bir ölümün insanın bilerek ve kendi elinden kaynaklandığı için dinimizde intihara eşdeğer olduğunu da belirtelim.” Ünlü Fransız deneme yazarı Montaigne’in alışkanlık üzerine olan bu benzetmesi çok ilginçtir. Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu adet edinmiş, her gün danayı kucağına 8 alıp taşırmış; sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş. Tabi ki bunun bir uydurma olduğu açık. Ama alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlatması bakımından önemlidir. Bu benzetmenin bizlere verdiği mesaj “Kötü bir alışkanlık ne kadar büyük derecede zararlı olursa olsun onu edindikten sonra, mantıklı düşünmemizi engelleyerek ya da mantıklı fikirlerimizi bizden sürekli ve büyük bir şiddetle uzaklaştırmaya çalışarak bize hakim olması gerçeğidir. Gerçekten bütün kötü alışkanlıklar pek yamandırlar ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımlarını atarlar. Başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdürler ama zamanla içimize yerleşir ve kökleşirler. Öyle azılı ve amansız bir yüz takınırlar ki kendilerine karşı çıkamaz duruma geliriz. Her bir kötü alışkanlığı birçok kolu olan büyük bir ahtapota benzetebiliriz. Ahtapotlar kolları vakumlu özellikleriyle yapıştıkları yerden zor çıkartılırlar. Aklımızı ve doğru bilgimizi dışlayarak sadece arzu heves ve isteklerimize uyarak yaptığımız her davranış ( sigara içme, alkol alma, yalan söyleme…. gibi davranışlar) aslında o ahtapotun bir kolunu bir tarafınıza sarması gibidir. Ama o sırada duygularımız (dini yönüyle nefis) bunu bize tatlı ve hoş göstererek uyutur. Bu durumda arzularımız ve heveslerimiz bir nebze olsa bile güç kazanmış olur. Daha sonra yapacağımız her kötü davranışta ahtapot diğer kollarını sırayla bize dolar. Bu arada nefis de gitgide daha da güçleneceği için bize daha kolay bir şekilde kötü davranış yaptırabilir. Nitekim ahtapot bütün güçlü kollarını bize doladığında ondan kurtulmamız artık zordur. Bu durumda bir kötü alışkanlık edinmiş oluruz. Çünkü aklımızın etkin gücünü kullanmamışızdır. Oysa ahtapot tek kolunu dolamışken ondan kurtulma şansımız çok yüksektir. Diğer bütün kötü alışkanlıkları yani başımızda bekleyen bir ahtapot gibi düşünerek teyakkuzda olmamız doğru bir tutum olacaktır. Yunan filozoflarından Aristoteles iyi ve kötü alışkanlıklar ve nefis ile ilgili çok detaylı ve değerli araştırmalar yapmış ve eserler vermiştir. Öyle ki nefis ile ilgili kitap yazan tek filozoftur. Gerçekten de Aristoteles’in bununla ilgili eserleri okunduğunda öncelikle hayran olunur. Hatta denilebilir ki günümüzün davranış bilimleri Aristoteles’in bu konudaki araştırmaları ve tespitlerinin gerisindedir. Tabii ki bu değerli filozofun bu konudaki bütün söylediklerinin hepsini çok uzun ve birkaç kitap kadar olmasından dolayı bu yazımızda yazmamız zordur. (Aynı zamanda belirtelim ki bu filozofun eserlerinde İslam dininin ve özellikle Ehlibeytin öğretisinin ve felsefesinin birçok kuralı mevcuttur. Bu bakımdan gençlerimizin Ehlibeyt öğretisini daha Şubat 2014 iyi kavramaları için bu filozofun eserlerini okumaları çok yararlı olacaktır.) Aristoteles felsefesinde amaç güzel ahlaka sahip olmakla birlikte - ERDEM- güzel ahlaktan daha üstte durur. Erdemlilik güzel ahlakın en yüksek şeklidir (faziletli olma) diyebiliriz. Dürüstlük güzel ahlakın bir özelliğidir. Hırsızlık yapan birisi daha sonra bu hırsızlığını itiraf edebilir ve çaldığı nesneyi iade edebilir. Kuşkusuz itiraf etme özelliği dürüstlük ve güzel ahlak örneğidir. Ama erdemli insan hiçbir şekilde hırsızlık yapmaz. Aristoteles kötü alışkanlıkların nedeninin -nefse hakim olamamayı- tedavi etmemenin olduğunu ve bu tür davranışların bilgisizlik yada bilgi eksikliğinden yada bilgiyi kullanmama sonucu yapılan yanlış tercih ile bedensel hazlara ve heyecanlara arzu ve tutkulara gereğinden fazla uyulması olduğunu belirtmiştir. Aristoteles’in bu konudaki tespitlerini diğer düşünürlerden ayıran önemli özellik, bilginin aklın ve dolayısı ile düşünmenin etkisini ve işlevini de ele almasıdır. Gerçekten de aslında “AKIL” Yüce Allah (cc) tarafından insana bahşedilen çok büyük bir güçtür. Aristoteles’e göre hayatımızın bütün alanlarında aklımızı çok iyi kullanmalıyız. Aristoteles’in en önemli tespitlerinden birisi, insanın hep arzu tutku ve bedensel hazlar peşinden gitmesi durumunda zamanla aklının, düşüncesinin ve bilgisinin bu konudaki etkisini yitirebileceği ve zamanla tamamıyla arzu ve heveslerinin esiri olacağıdır. Hatta bu duruma düşen bir insanın edinmiş olduğu kötü alışkanlıkları savunabileceği yani kendisine doğruymuş gibi gelebileceğini belirtmektedir. (Sigara ya da alkol bağımlısı olmuş birisine, alkolün ve sigaranın zararlı ya da bunları içmenin günah olduğunu ne kadar anlatmaya çalışsanız da aklına yatmamasının ya da kendi edindiği kötü alışkanlığı savunmasının nedeni budur.) Diğer bütün kötü alışkanlıklar içinde aynı durum söz konusu olabilir. Bu insanlar doğru bilgiyi kişisel olarak kullanmadıklarından dolayı doğru mantık üretmemeleri sonucunda ya da doğru mantığı tercih etmemeleri sonucu diğer kötü alışkanlıkları da huy edinebilmeleri daha kolay olur. Aristoteles’in “Aşağıda olanlar düşmekten korkmazlar” sözü bu durumdaki insanları anlatmaktadır. Aristoteles insanın bunları her alanda “yaşam tarzı” durumuna getirmiş olmasına “insanın ‘ERDEMSİZ’ olması durumu” yani diğer bir değişle kötü ahlâkın en üst derecesine sahip olması durumu diye belirtmektedir. Ayrıca eklemektedir ki erdemsiz olmanın tedavisi çok güçtür. Buradan çıkaracağımız çok önemli bir ders olsa gerek: Demek ki erdemsiz olmamamız gerekir. Çünkü erdemlilik insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliktir. Erdemsiz olmamamız için de öncelikle kötü alışkanlıkları başlangıçta hafife almamamız ve kendimize huy edinmememiz gerekiyor. İnsana burada düşen en büyük görev -davranış yapılmadan önce- arzu ve isteklerine karşı aklını vicdanını ve bilgisini objektif olarak devreye sokup bunları silah olarak kullanmasıdır. Aristoteles’in kötü alışkanlıklar ve nefse 9 hakimiyetiyle ilgili birkaç sözünü okuyuculara yararlı olur düşüncesiyle sıralayalım: “Nefsine hâkim olma, iyi ve övgüye değer bir huydur; düşünüp taşınılarak ortaya konur. Arzuların peşinden gitmenin kötü olduğunu bilmeyi ve onlara uymayı reddetmeyi gerektirir. Arzu ve tutkunun etkisiyle, nefsine hâkim olamayan kişi doğru olmadığını düşündüğü, yanlış olduğunu bildiği şeyleri yapar. Önemli olan sadece akla ve bilgiye sahip olmak değil bu aklı ve bilgiyi kişisel olarak kullanarak kendimizi nefsimizin arzu ve tutkularından uzaklaştırmaktır. Nefsine hâkim olamayan kişi mutlak anlamda nefsine hâkim olamayan kişi değildir; Zaman zaman bedensel hazların peşinden gitse de böyle olması gerektiğini savunmaz. Dolayısıyla, bunları tercih ederek yapmaz. Oysa haz düşkünü olan kişi bedensel hazların daima peşinden gitmek gerektiğini düşünür ve öyle yapar; dolayısıyla tercihe dayalı olarak hareket eder. Burada Aristoteles nefse hakim olamamayı tedavi edilebilir yani eğitimle düzeltilebilir olarak görmektedir. Gerçekten de Aristotales, eğitimle insanın bilgiye sahip olup bu bilgiyi kullanmasının eğitimle geri kazandırılabileceğini ve insanın nefsine hakim olamaması durumunu nefsine hakim olma durumuna dönüştürebileceğini belirtmiştir. Yani bir bakıma Aristoteles ümitsiz olmamamız gerektiği mesajını vermektedir. Diğer Yunan filozoflarından Platon’un bu konu ile ilgili çok düşündürücü bazı sözleri şöyledir: Güzel huylar kullanıldığı ölçüde pekişir, sağlamlaşır. Şayet ihmal edilirse silinip gider. Gençler ve çocuklar bunu bilemezler. Öyleyse gençler ve çocuklar bu konuda eğitilmelidir. Edebini kaybeden kimse kötülükten zevk alır. Edep sahibi yalnızca iyiliklerden zevk alır. Her zaman nefsinin öğretmeni, vicdanının öğrencisi ol. Buraya kadar söylenenlerden şunu anlıyoruz ki idealist felsefi manada kötü alışkanlıkların nedeni ; NEFS kavramı ve bunun içinde barındırdığı tutkular, arzular, hevesler ve bedensel hazlardır.Yukarıda örneğini verdiğimiz HORECE MANN , ST AGUSTİNE ve Benjamin Disraelinin gibi düşünürlerin kötü alışkanlıklarla ilgili görüşlerindeki , kötü alışkanlıklar ve nedenlerinin dinimizdeki karşılığı nefis kavramı ve nefse uymaktır. Sonuç olarak diyebiliriz ki: Mademki alışkanlıklar bu kadar güçlü kazanımlardır, o halde bize düşen, kötü alışkanlıkları değil iyi alışkanlıkları huy edinmektir. Çünkü kendimizi kötü alışkanlıklara alıştırabiliyorsak bunun yerine tam tersi olan iyi alışkanlıklara da alıştırabiliriz. Burada tamamen başlangıçta bireyin kendi tercihi söz konusudur. Tercih esnasında akıl ve bilginin doğru bir mantıkla kullanılması halinde kötü alışkanlığa yönelme olmayacağı için iyi alışkanlığa yönelme olacaktır. Kuşkusuz ki bu süreçte başta aile olmak üzere bireyin ve çevrenin aynı duyarlılıkta olması ve bununla ilgili eğitim evresinin mümkün olduğunca erken başlatılması olumlu bir katkı sağlayacaktır. Şubat 2014 Allah, Maddeyi Yoktan mı Var Etti? Mahmut Bayram Yokluk - Sıfır Noktası Filozofları yüzyıllarca meşgul eden yokluk, asırlarca belirsizlik olarak bilindi ve tanımının yapılamayacağı iddia edildi. Ancak 20. yüzyılın ilk yarısında kuantum dünyasının keşfinden sonra bu görüşün doğru olmadığı anlaşıldı ve deyim yerindeyse iktisadi ömrünü doldurmuş bir araç gibi hurdaya ayrıldı. Çünkü yokluğun da tanımının yapılabileceği anlaşıldı. En basit tanımıyla yokluk, enerji ile anti enerjinin simetrisi yani bakışımıdır. Madde ile anti maddenin, pozitif ile negatifin, artı ile eksinin simetrisi gibi. Yani yokluk, sıfır noktasıdır. Ne evren, ne de evreni oluşturan maddeler (tanecikler) ve enerji, henüz yokken şimdikine benzer fizik kurallarının varlığından söz etmek mümkün değildir. Özellikle hiçbir şeyin olmadığı yokluk diye adlandırılan bir ortamda belirsizlik kuramı da olmayacaktır. Belirsizlik kuramı Belirsizlik kuramı, bir parçacığın hem hızının hem de konumunun aynı anda ölçülemeyeceğini anlatan bir ilkedir. Bir parçacığın hızı ne kadar kesin ölçülebiliyorsa, konumunu aynı kesinlikte ölçmek imkânsızlaşacaktır. Ya da konumu biliniyorsa hızının ölçülmesi mümkün olmayacaktır. Belirsizlik ilkesi, aynı şekilde enerji ve zaman ilişkisi için de geçerlidir. Bir dalganın frekansını ölçmek için belli bir sürenin geçmesini beklemek gerekecektir. Aynı anda dalganın frekansını ve zaman boyutunu ölçme imkânı yoktur. Çünkü bir dalganın genişliği ne kadar kesin biliniyorsa, genişliğinin değişme hızı, o oranda belirsiz olur. Genişliğinin değişim hızı da ne kadar kesin hesaplanabiliyorsa, genişliği de o oranda belirlenemez olacaktır. Buna göre bir taneciğin hızının ve konumunun belirlenmesi arasında ters bir orantı vardır. Biri bilinince diğeri bilinmez olur. İşte bu ilke (belirsizlik ilkesi) kuantum dalgalanmalarına yol açar ve bu dalgalanmalar, mikroskobik dünyada mesafe ve zaman ölçekleri küçüldüğünden, daha katı bir hal alır. Ancak hızı olmayan yani hareketsiz bir taneciğin konumu da hızı da aynı anda bilinebilir. Çünkü bu taneciğin hızı sıfırdır. Yani hızı yoktur. Dolayısıyla bir yerde duruyor olmalıdır. Peki, konumu ya da hızı ölçülecek bir tanecik veya genişliği ya da genişliğinin değişme hızı ölçülecek bir 10 dalga yoksa ne olur? Taneciğin hızının ve konumunun belirlenmesi arasındaki ters orantıdan dolayı olmayan bir parçacığın, olmadığı için konumu olmayacaktır. Olmadığı için hızı da olmayacaktır. Yani hızı sıfırdır. Aynı şekilde olmayan dalganın, olmadığı için genişliği sıfır olacaktır. Bir genişliği olmadığı için de genişliğinin değişim hızı olmayacaktır. Yani genişliğinin değişim hızı da sıfırdır. Bu, bildiğimiz uzay-zaman kavramlarının henüz ortada olmadığı, kuantum dalgalanmalarının, dolayısıyla enerjinin ve maddenin de var olmadığı, sıfır noktasının yani yokluğun ötesidir, hiçliktir. Hiçlikte hiçbir fizik yasası geçerli olmadığından kuantum dalgalanmaları da olmayacaktır. Enerjinin Yaratılması Bu durumda maddenin ve evrenin oluşabilmesi için genişliği sıfırdan farklı olan bir kuantum dalgası gereklidir. Bu bir zorunluluktur. Bu kuantum dalgasının belli bir genişliği olmalıdır. Çünkü genişliği ne kadar belliyse, genişliğin değişme hızı, o kadar belirsiz olacaktır ve olası her değeri alabilecektir. Genişliği sıfırdan farklı olan bir kuantum dalgası yaratıldığı takdirde hiçlikten enerji oluşabilecektir. Çünkü dalga, enerji demektir. Hiçlikte tek bir kuantum dalgasını başlatacak faktörler mevcut değilken bu dalganın oluşabilmesi için bir yaratıcının sonsuz gücüne ihtiyaç vardır. Buruc suresi 13. ayet “başlatan ve tekrarlatan O’dur” der. O, durağanlıkta, hareketi başlatmış, hiçlikten sonsuz bir enerji yaratmıştır. Enerjinin yaratılması sırasında dramatik bir şekilde yokluğun yani sıfır noktasının korunduğunu, gözlem ve hesaplamalar neticesinde görmekteyiz. Termodinamiğin birinci yasası gereğince enerji yok edilemeyeceği gibi yoktan da var edilemez. Allah’ın bir kuantum dalgasıyla yarattığı enerji matematiksel olarak incelendiğinde, bu enerjiyi oluşturan dalganın frekansı pozitif ve negatif salınımlardan oluştuğu için bu salınımlar birbirini dengeleyecek ve ortalamaları yine sıfır olacaktır. Başlangıçtaki sıfır değeri yani yokluk korunmuştur, değişmemiştir. Bu bize Allah’ın yoktan bir enerji yaratmak için hiçbir materyale ihtiyacı olmadığını gösterir. Bu şekilde matematiksel olarak enerjinin yoktan var edileceğini bununda termodinamiğin enerjinin korunması yasasıyla çelişmeyeceğini gördük. Yaratılan enerji pozitif ve negatif salınımlardan oluştuğu için değeri sıfırdır, simetriktir. Simetriklikte Şubat 2014 pozitif ile negatif yani enerji ile karşıt enerji birbirini yok edeceğinden (dengeleyeceğinden) hiçbir yapı oluşmaz. Bu sıfır değerden yani yokluktan bir evrenin oluşabilmesi için simetri kırınımı, yani simetrik durumunun bozulması gerekir. Bunun için yine yaratıcının sonsuz gücüne ihtiyaç vardır. Yani 13,7 milyar yıl önce mucizevî bir şekilde denge bozuldu ve enerji ile anti enerjinin birbirini dengeleyemeyen dağılımı sonucunda yani simetri kırınımı sonucunda o an için sadece enerjiden ibaret olan evren oluştu. Evrenin oluşması aşamasında ve daha sonraki aşamalarda da sıfır noktasının yani yokluğun bozulmadığını biliyoruz. Çünkü simetrisi kırılarak evreni oluşturan enerji ve anti enerjinin, madde ve karşıt madde olarak toplamları birbirine eşittir ve bakışım durumunda birbirilerini yok ederler. Maddenin Oluşması ve Bugünkü Evren Bildiğimiz uzay-zaman kavramları henüz yokken, bilimin sebepsiz gibi gördüğü takdiri ilahi kuantum dalgalarının, simetrik olarak enerjiyi ve anti enerjiyi oluşturduğunu gördük. Bugünkü evren henüz oluşmamış olduğu için tüm kuvvetler tek bir noktada iç içe idi. Bu yüzden bu nokta, sonsuz bir çekime sahipti dolayısıyla boyutu kavrayamayacağımız kadar küçüktü, yoğunluğu ve sıcaklığı sonsuzdu. Fizikte buna teklik denir ve bu ortamda hiçbir kombine yapı oluşamaz. Yine bilimin sebepsiz olarak nitelediği enerji ve anti enerji arasındaki dengenin mucizevî bir şekilde bozulması (simetri kırınımı) bu noktanın ışık hızıyla genişlemesine sebep oldu. Genişlemeyle beraber ortaya çıkan evren, termodinamik yasaları gereğince soğumaya başladı. Çünkü dar alandaki enerji (ısı) daha geniş bir alana yayılmaya başladı. Buraya kadar hiçbir şey yokken, olağan üstü bir şekilde yokluktan enerji oluşabileceğini gördük. İhlâs suresi 2. ayet Allah hiçbir şeye muhtaç değildir (kendi kendine yetendir) der. Peki, madde nasıl oluştu? Ne oldu da enerjiden atom altı parçacıklar türedi ve bu parçacıklar uygun ortam bulduklarında bir araya gelip atomları yani maddeyi oluşturdular? Atom altı parçacıklar ancak enerjinin kütleye dönüşmesi ile meydana gelebilir. Einstein’ın ünlü e=mc2 denklemi kütlenin enerjiye, enerjinin de kütleye dönüşebileceğini göstermiştir ve deneysel olarak kanıtlanmıştır. Formüle göre Enerji, kütle ile ışık hızının keresinin çarpımına eşittir. Formüldeki birimlerin yerini değiştirirsek m=e/c2 yani kütle, enerjinin, ışık hızının karesine bölünmesine eşit olacaktır. Buna göre kütle enerjiye enerji de kütleye dönüşebilir. Evrenin oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık bir miktar enerjiyi maddeye ve anti maddeye dönüştürür ama ortaya çıkan parçacık ve anti parçacıklar sürekli birbirlerini yok ederler. Dengenin parçacık lehine bozulması için yaratıcının sonsuz gücüne ihtiyaç vardır ve mucizevî bir şekilde denge 11 maddenin lehine bozulur ve bu şekilde parçacıklar meydana gelir. Genişlemenin ilk saniyesinde ısı yeterince düşmediğinden proton, nötron ve elektronlar bunlardan öncede diğer atom altı parçacıklar oluşabilir ama atom çekirdekleri oluşamazlar. Ancak birinci saniyeden sonraki ilk üç dakikalık süre içinde ısı bir milyar derecenin altına indiğinde, proton ve nötronlar, hafif elementler olan hidrojen, helyum ve lityum çekirdekleri halinde kombine olabilirler. Yani bu çekirdekleri oluşturmak için bir araya gelebilirler. Lityumdan daha ağır elementlerin atomlarının çekirdeklerinin oluşması için, evrenin biraz daha genişlemesi ve soğuması gerekti. Genişlemenin başlangıcından 300.000 yıl sonra evren, genişlemeden dolayı yeterli soğukluğa ulaştığından, serbest elektronlar, atomları oluşturmak üzere atom çekirdeklerinde bir araya geldiler. Bu oluşuma birleşme çağı denir. Genişleyen ve soğuyan evrene paralel olarak serbest elektronlar da soğuyacak, enerji kaybedecek, hızları azalacak ve çekirdeklerin etrafında, atomları oluşturmak üzere bir yörüngede yer alacaklardır. Parçacıklar, atomları aynı cins atomlar, elementleri elementler, bileşikleri, bileşikler, galaksileri, yıldız sistemlerini, gezegenleri, uyduları ve farklı boyutlardaki gök taşlarını oluştur. Nahl suresi 3. ayet Allah, gökleri ve yeri hak ile hikmeti uyarınca yoktan var etti der. Önce hiçbir şey yoktu. Sonra, Allah, hiçlikten sonsuz bir enerji yarattı. Daha sonra her şeyin tek bir noktada, teklikte, bitişik ve iç içe olduğu, enerji değeri sıfır olan ama aynı zamanda enerjisi sonsuz olan ve bilinen her şeyden daha küçük bir kuantum dünya. Bu dünyadan, hala genişlemeye devam eden, yerleri ve gökleri olan bir evren yaptı. Enbiya suresi 30. ayet gökler ve yer bitişik idiler de Biz onları ayırdık der. Gelecek Fatır Suresi 1. ayet hamd, gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’a mahsustur der. Allah, yoktan bir evren yarattı. Peki, yoktan var ettiği bu evreni yok eder mi? Kasas suresi 88. ayet O’nun zatından başka her şey yok olacaktır der. Yok ettikten sonra tekrar yaratır mı? Yasin suresi 81. ayet gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yoktan var edendir, hakkıyla bilendir der. Uzak galaksilerin, dünyamıza gelen ışıklarındaki nispi kırmızıya kayma, fosil ışıma veya kozmik mikrodalga arka plan ışıması, evrenin genişlemesinin, günümüzde hızlanarak devam ettiğini göstermektedir. Genişlemeden dolayı evrenin hem sıcaklığı düşmekte hem de kütle yoğunluğu azalmaktadır. Yaygın bir teori evrenin madde kütlesinin evrenin toplam büyüklüğüne göre küçük kalması (1/6’sı kadar) ve kütle çekim kuvvetinin çok küçük olması nedeniyle Şubat 2014 gökcisimlerinin hızlanarak sonsuza kadar birbirinden uzaklaşacağını öngörüyor. Bu teoriye göre, 300 milyar yıl içinde tüm galaksilerin birbirine ışık gönderemeyecek kadar birbirlerinden uzaklaşacağını ve yalnızlaşacağını varsayılıyor. Bir başka yaygın teoriye göre de evrenin sıcaklığı ve kütle yoğunluğu kritik değerlerin altına düştükten sonra genişleme duracak ve daralma başlayacaktır. Büyük çöküş sürecinden sonra başlangıçtaki haline benzer bir noktada sonlanacaktır. Hacc suresi 65. ayet buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O’nun tuttuğunu görmez misin? Der. Bu noktanın çekimi, yoğunluğu ve sıcaklığı sonsuz, boyutu kavrayamayacağımız kadar küçük olacaktır. Çünkü var olan bütün enerji çekim ve kütle bu noktada iç içe olacaktır. Bu sonsuz sıcaklıkta hiçbir yapı barınamayacağından zaten başlangıçta toplamları birbirine eşit olan bütün maddeler ve anti maddeler toplamları birbirine eşit olan enerjiye ve anti enerjiye dönüşecek bunlar da birbirlerini dengeleyeceklerinden yokluk yani sıfır noktası tekrar ortaya çıkacak ve hiçliğe dönülecektir. Tekvir suresi şöyle başlar; “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp söndüğünde (düştüğünde)…” Sonuçlar Madde, içinde pozitif yüklü protonlar olan bir çekirdekten ve bu çekirdeğin etrafındaki negatif yüklü elektronlardan meydana gelmişken; anti madde, maddeyle aynı kütleye sahip olmasına karşın, onun tam tersi olarak içinde negatif yüklü protonlar olan bir çekirdekten ve bu çekirdeğin etrafındaki pozitif yüklü elektronlardan oluşur. Bir araya gelmeleri durumunda birbirilerini yok ederek hiç bir kalıntı bırakmadan gama ışınına dönüşürler. (Bir gün anti kendinizle karşılaşırsanız sakın onunla el sıkışmayın!) Bu özelliğinden dolayı laboratuar ortamında üretilen az miktardaki anti madde, tıpta görüntüleme ve tarama amacıyla kullanılmaktadır. (Dünyanın yıllık anti madde üretimi 1 gramdan çok daha az ve 1 gram anti madde 62,5 trilyon avro) En başa gidildiğinde kendi kendimize bu soruları sormadan duramıyoruz; hiçlikte hiçbir şey yokken kuantum dalgaları nasıl ve neden başladı? Gerçekten başladıysa başlamak için neden başladığı zamanını seçti? Niye daha önce veya sonra değil? Hiçlikte sebepsiz yere kuantum dalgaları oluşabiliyorsa bunlar neden hiçliğin en başından beri oluşmadı? Kuantum dalgaları sebepsiz ise, oluşmaları için herhangi bir şartın oluşması veya olgunlaşması gerekmiyorsa oluşmak için belli bir zaman seçmelerinin bir sebebi 12 var mıdır? Eğer hiçlik dediğimiz durağan noktada zaman kavramı da yoksa kuantum dalgaları başlamak için doğal olarak zaman seçimi de yapamıyorsa, onların başlaması neden zamanı başlattı? Bunun öncesinde zamansızlık mı vardı? Zamansızlıkta, zaman nasıl ve niçin başladı? Kuantum dalgalarının yarattığı ve evrenimizi oluşturacak olan enerji ve anti enerji en başta simetrik iken daha sonra aralarında neden enerjinin lehine asimetrik bir durum ortaya çıktı? Enerjiden türeyen madde ve anti madde başlangıçta bir birine neredeyse eşitken tüm evrende madde ile anti madde arasında neden bir çekim gücü vardır? Birbirlerini çekerek bir araya geldiklerinde gama ışınlarına, fotonlara dönüşerek yok oluyorlarken birbirini yok etme savaşı neden madde lehine sonuçlandı? Evrenin en başında mevcut olan o kadar anti maddeye ne oldu? Gökyüzünde nereye baksak neden madde görüyoruz? Uzaydan dünyamıza neden çok az miktarda anti madde geliyor? Evren neden tamamen maddeden meydana geliyor ve çok az miktarda anti madde içeriyor? Madde, kötü ikizimiz olan anti madde ile girdiği yok etme savaşından nasıl galip ayrıldı? Ya da yok olmaktan kurtulan ve evrenimizin uzak noktalarında var olmaya devam eden çok miktarda anti madde bunun yanı sıra tamamı anti maddeden oluşan galaksiler mevcut mu? Hiçliğin devamı neden hiçlik değil? En baştaki hiçliğin hiçlik olarak devam etmesi yerine neden hiçbir şey yok değil de her şey var? Bilim, bu sonuçların, cennetten çıkma olduklarını düşünmekten başka çıkar yol bulamıyor. Çünkü bu soruların cevapları yok ve evren tesadüfen oluşmak için çok fazla mükemmel. Ama iyi ki cennetten çıkma bu sonuçlar var. Aksi halde biz olamazdık. Yazarın notu: Bu makale, evrenle ilgili, bilim çevrelerince en fazla kabul gören, gözlemlerle ve hesaplamalara en fazla desteklenebilen bilim insanlarının en görkemli diye tabir ettikleri kuramlardan yola çıkılarak yoktan var oluş sürecini bilimsel bir dille anlatmayı amaçlamış herkesin anlayabilmesi için de, karmaşık denklemlerden, kompleks eşitliklerden ve akılda kalması zor, ağır terimlerden olabildiğince kaçınılarak yazılmıştır. Olaylar ve aralarındaki ilişki son derece sade bir anlatımla ortaya konmaya çalışılmıştır. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler konu ile ilgili yayınlara başvurabilirler. Şubat 2014 Vasiyet ve Gadir Hum Biati Hüseyin ŞANLI Gadir Hum Biati’ İslam tarihinde çok önemli bir vakadır. Bunun önemini anlayabilmek için Hz. Resulallah’tan önce yaşamış olan Peygamber ve vasilerin hayatına bakmak gerekir. İlahî dinlerin tümünde var olan “vasiyet etme” kuralı İslamiyet’te de uygulanmış mıdır? Bu sorunun cevabını verebilenler Gadir Hum Biati’nin anlamını ve önemini kavramış olur. Vasiyet kuralından söz etmeden önce “vasiyet” sözcüğünün kelime anlamına bir bakalım; vasiyet; bir kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey olarak tanımlanır. Vasiyeti icra edecek, yönetecek veya vasiyeti bırakan kişiden sonra tasarruf hakkı olan kişi, vâsi olarak tanımlanır. Toplumların ve bireylerin haklarının korunmasında vasiyet çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Gerek Kuran-ı Kerim gerekse hadislerde vasiyet için çok büyük önem atfedilmektedir. “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, akrabalara uygun bir biçimde vasiyet etmek farz kılındı. (bu) Takva sahiplerinin üzerine bir borçtur.” (Bakara 180) Hz. Muhammed şöyle buyurmaktadır: “Mahrum olan vasiyetten mahrum kalandır.” (Sünen ibni maceh c:1 Hadis no 2700 – Müsned Ahmed c:1 s:222 ve 324) Yüce Allah’ın elçileri hayatlarında ilk olarak dini kuralların işleyişiyle ilgili vasiyetlerde bulunmuşlardır. “Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti. Yakup da öyle yaptı: “Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca Müslüman olarak can verin!” dedi.” (Bakara 132) Peygamberler, tebliğ ettikleri dinin ve kurallarının yerleşmesini sağlarken, kendilerinden sonra vasi tayin edecekleri kişinin faziletlerini de anlatma gayretine girmişlerdir. İlahi emrin gereği, Hz. Adem’den Hatem’ül Enbiya olan Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler kendilerinden sonra vasi tayin etmişlerdir. Peygamberlerin tümünün kendilerinden sonra halife ve vasi tayin ettikleri hadislerde, tarih ve siyer kitaplarında belirtilmiştir. Vasi tayin edilen şahsiyet, insanları hakka hidayet etmek, salih amel işlemelerini ve doğru ibadet etmelerini sağlamak için halkın içinde ilahi ilmin varisidir. Hüccet, imam ve Risalet’in yedd-i eminidir. Hiçbir peygamber bu ilahi kuralın dışına çıkmamıştır. Hz. Peygamberimiz kendisinden önceki enbiyanın vasilerini defalarca hadislerinde zikretmiştir. Hz. Adem Hibetüllah 13 adındaki oğlu Hz. Şis’i kendisinden sonra vasi tayin etmiştir. Hz. Nuh’un halifesi Hz. Sem, Hz. İbrahim’in halifesi Hz.İsmail, Hz.Yakub’un halifesi Hz. Yusuf olmuştur. Hz. Musa ilk olarak Hz. Harun’u vasiyet etmiş, Hz.Harun Hz. Musa’dan önce vefat ettiği için Hz. Yuşa Bin Nun için vasiyet bırakmıştır. Hz. Davut’un halifesi Hz. Süleyman, Hz. Süleyman’ın halifesi Hz. Asıf, Hz. Zekeriya’nın halifesi Hz. Yahya olmuştur. Hz. İsa’nın halifesi havarilerin en önde geleni Hz. Şem’un olmuştur. Enes Bin Malik şöyle rivayet etmektedir. “Selman-ı Farisi’ye peygambere sor dedik. Senden sonra vasin kimdir? Selman;“Ya Rasûlullah vâsin kimdir? Hz. Peygamber “ Ya Selman Musa’nın vasisi kimdi?” diye sorar. Selman “ Yuşa Bin Nun”dur, der. Hz. Peygamber şöyle buyurur. “ Benim vasim, varisim, borcumu ödeyecek ve sözümü yerine getirecek aranızda bırakacaklarımın en hayırlısı Ali Bin Ebi Talip’tir.” (Fedailüssahabeh Ahmed Bin Hanbel c:2 615/1052) Başka bir hadis-i şerifte “Her peygamberin bir vasisi ve varisi vardır. Benim vasim ve varisim Ali’dir.” diye buyurmaktadır. (Tarih dimaşk ibnü Asakir c:42 s:392) Vasiyetin ne derece önemli ve vazgeçilmez olduğunu irdelemek için Kuran-ı Kerim’de çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bunlardan en dikkat çekeni, şüphesiz Hz. Zekeriya Peygamberin hayat hikâyesidir. Hz. Zekeriya 120 yaşına gelip öleceğini anladığında Allah’a şöyle seslenir: “Rabbim, kemiklerim gevşedi. Saçlarım ağarıp bembeyaz oldu. Rabbim, sana dua edip de hiç bahtsız olmadım. Hiç eli boş dönmedim. Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. (Çünkü onlar bu işe ehil değiller) Karım da kısırdır. (Çünkü eşi 96 yaşındadır. Bu yüzden kısırdır.) Fakat o ısrarla: Tarafından bana vasiyet edebileceğim birini ver (bir oğul ver.) der. Bana mirasçı olsun, Yakupoğulları’na da mirasçı olsun. Onu, razı olacağın birisi eyle. Oysa Hz. Zekeriya genç iken de Allah’tan kendisine bir oğul vermesini isteyebilirdi. Yoksa kendisi 120, karısı da 96 yaşına geldiğinde mi Allah’a yalvarıp ondan çocuk istemeyi aklına getirdi? Bu olayın altında derin bir anlam olmalı…” (Meryem 1-15) Hz. Zekeriya, peygamber olmanın şartlarını çok iyi bilir. Bu şartlar iman, dürüstlük, doğruluk, züht, cömertlik ve vasiyet şeklinde sıralanır ve bu liste uzayıp gider. Bu şartların hiçbiri peygamberlik için vazgeçilebilir değildir. Oysa Hz. Zekeriya’nın ölmeden önce yerine tayin edebileceği bir vasi Şubat 2014 yoktur. Kendisinden sonra görev başına geçecek olan yakınlarının yetersiz olduklarından endişelidir. Onları bu göreve layık bulmuyor. Ama ölmeden önce peygamberliğin kuralları gereğince yerine bir vekil tayin etmek zorundadır. Peygamberlerin kimi vasi tayin edecekleri yüce Allah tarafından kendilerine tebliğ edilirdi. Hz. Muhammed kendisinden önceki peygamberler gibi ilahi vasiyeti insanlara tebliğ etmiştir. Kendisinden sonrası için Hz. Ali ve torunları Ehlibeyt imamlarını vasiyet etmiştir. Hilafetin ve imametin Ehlibeyt’te olduğunu defalarca değişik yerlerde ve münasebetlerde şiddetle tembih etmiştir. Neden Hz. Ali? Hz. Ali’nin faziletlerinin tümünü yazmak, saymak ve anlatmak mümkün değildir. İbnü Abbas der ki; “Resûlallah şöyle buyurur: şayet ormanlar kalem denizler mürekkep olsa cinler hesap etse insanlar da kâtip olsalar Ali Bin Ebi Talib’in faziletlerini sayamazlar.” (Yenabiül Meveddeh c.1 s.249) Bu faziletlerden denizden damla misali çok az sayıda burada zikredebiliriz. Hz. Ali’nin dünyaya gelişi çok büyük bir fazilettir. Hz. Ali, Beytüllah olarak adlandırılan Kabe’nin içinde doğmuştur. Ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra hiç kimse Kabe’nin içinde doğmamıştır. (İbni Şehri Aşüb Elmenakıb c.3 s.174) Hz. Muhammed’e Hira Mağarasında ilk vahiy inip kendisine peygamberlik unvanı verildiğinde kendisine ilk inanan Hz. Ali’ydi. Bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır. “Benden sonra çok geçmez, bir fitne olacaktır. Böyle bir şey olduğunda Ali bin Ebi Talip’ten ayrılmayın. Hiç şüphesiz o bana ilk iman eden kimsedir; Kıyamet Günü benimle ilk musafaha edecek kimsedir. Odur en büyük sıddık, odur bu ümmetin Faruk’u, odur müminlerin başı (hakimi) odur.” (El-İsabe –İbn-i Hacer c.7, 1. bölüm, s.167) Hz. Muhammed’e ilk vahiy indikten sonra: “En yakın akraba ve hısımlarını uyar.” (Şuara 214) emrini içeren ayet indiğinde Hz. Ali’yi yanına çağırır. Akrabalarımı çağıracağım onlara ikram etmek için bir koyun ve bir ölçek buğday al yemek pişir, diye buyurur. Hz. Ali et ve buğdayla yemeği pişirdikten sonra Hz. Peygamberin akrabası olan Abdülmuttalip oğullarını çağırır. Geldiklerinde Hz. Ali misafirleri içeri alıp pişirdiği yemeği önlerine koyar. Hz. Muhammed Allah’ın adı ve bereketiyle gelin yiyin diye buyurur. Hepsi doyana kadar yedikten sonra yemeğin eksilmediği görülür. Sonra Hz. Peygamber konuşmaya başlar. “Ey Abdülmüttalip oğulları kim aranızdan borcumu ödeyecek, sözümü yerine getirecek, makamımda ikamet edecek, ailemde ve ümmetimde halifem olacak, dünyada ve ahirette ben onun kardeşi o benim kardeşim olacak, 14 vezirim, arkadaşım, seçkin dostum, sırdaşım, benim derecemde benimle olacak?” diye sorar. Herkes susup birbirine bakar. Aralarında yaşça en küçük, en cesur, en güçlü ve en ince bacaklı olan Hz. Ali (a.s.) “ ya Resulallah ben senin borcunu öderim, sözünü yerine getiririm, ümmetinde ve ailende halifen olurum, kardeşin olduğum gibi kardeşimsin, dünyada ve ahirette senin derecende seninle beraber olurum.” demiştir. Hz. Muhammed elini Hz. Ali’nin omuzuna atarak şöyle buyurur. “Bu benim kardeşim, vasim, halifem, kendisini dinleyin ve itaat edin” diye buyurmuştur. (Ettaberi tarihül ümemi velmülük c.2 s.62) Hz. Muhammed’i küçüklüğünde himayesine alıp müşriklerden koruyan ve kendisine ilk inananlardan olan amcası Hz. Ebu Talip’tir. Hz. Ebu Talip vefat ettiğinde müşrikler kendi aralarında: “Muhammed’i koruyacak kimse kalmadı.” dediler. Geceleyin evine baskın yapıp Hz. Peygamberimizi öldürmek istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed’in o gece yatağında Hz. Ali yatar. Hz. Muhammed ise o gece Medine’ye doğru hicret eder. Hz. Ali ölümden korkmadan ve müşriklerden çekinmeden Hz. Muhammedin yatağına yatarak Hz. Peygamberi candan öte sevdiğini göstermiştir. (İbinAsakirTarihMedinetiDimaşkc.42s.98-100-102) Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi övdüğü ve vasiyet ettiği hadisleri kitapları dolduracak kadar çoktur. Uzatmamak adına sadece birkaç tanesini zikredelim. “Size, kendisine tutunduğunuz takdirde, hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayacağınız birini tavsiye edeyim mi; O kişi Ali’dir. Onu beni sevdiğiniz gibi sevin. Bana verdiğiniz değeri ona da verin. Benim size dediğimi, Yüce Allah bana Cebrail’le göndermiştir.“( Kenz-ül Ümmal c.6 s.157 hadis no: 2625) Hz. Ali’ye hitaben “Harun’un Musa’ya olan yakınlığı ne ise sen de bana öylesin.” (Sahihi Buhari c.5 s.24) “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir, bana isyan eden ise Allah’a isyan etmiş olur. Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir, ona isyan eden ise bana isyan etmiş olur.” (Talhis essahih ezzehebi c.3 s.130) Hz. Muhammed kendisine bu kadar yakın olan ve yardım eden Hz. Ali’yi çok sevmektedir. Seyyidetü’nNisa-il Alemin (Tüm Alemin kadınlarının efendisi) olan biricik kızı Hz. Fatimat’üz-Zehra ile evlendirir. Yakınlıkları ve sevgileri daha da perçinlenmiştir. Bu evlilikten ilk olarak Hz. Peygamber’in çiçekleri ve Cennet gençlerinin efendileri, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelir. Burada önemli bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Hz. Muhammed’in onca evliklerinden çocukları olmuştur. Oğulları ve diğer torunları küçükken vefat etmişlerdir. Hz. Peygamberimizin neslini sadece Hz. Fatıma’nın ve Hz. Ali’nin evliliklerinden doğan torunları devam ettirmişlerdir. Bunda Yüce Allah’ın bir iradesinin Şubat 2014 olduğu kesindir. Bu irade Hz. Muhammed’in Ehlibeyt’inin kimin çocukları olacağını belirlemiştir. Ehlibeyt’in (Hz. Muhammed’in ev halkının) kim oldukları ayetler ve hadislerle belirtilmiştir. Hz. Muhammedin zamanında Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Hz. Hüseyin’in dokuz torunuyla Ehlibeyt’in 12 imamı ve 14 masumu tamamlanmıştır. Hz. Muhammed yemeni örtünün altında yanına Hz. Ali’yi, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i ve Hz. Fatıma’yı aldığında Allah’a şöyle yakarır. “Allah’ım bunlar benim Ehlibeytim ve yakınlarımdır. Onlardan günahı, kötülüğü gider, onları temiz kıl” (Tirmizi, Camiülkebir elMenakıb, c.6 s.125, hadis 3787) Hz. Cebrail ayetle iner: Ehlibeyt, Allah sizden bütün kötülüğü kiri gidererek sizi tertemiz kılmak istiyor. (Ahzap33) Kuran-ı Kerim’de Ehlibeyt’le ilgili ayetler çoktur. Hz. Muhammed Ehlibeyt’ini birçok hadisi şerifle ümmetine vasiyet etmiştir. “Sizin aranızda Ehlibeyt’im Nuh’un gemisi gibidir; kim o gemiye bindiyse, kurtulur; kim de ondan geri kaldıysa, boğulur.” (Cami’us-Sağir (Suyutî), c.2, s.533, Hadis: 8162;) “Ben peygamberlerin en üstünüyüm, Ali de vasilerin en üstünü. Benden sonraki vasilerim on iki kişidir ki bunların ilki Ali Bin Ebi Talib ve sonuncusu Mehdi’dir.” (Cüveyni Feraidüs Simtayn, c.2, s.153) Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi ve Ehlibeyt’ini ümmetine bu kadar sıkı sıkıya vasiyet etmesi sadece duygusal bir bağ olan sevgisinden değildir. Hz. Peygamberin her yaptığı ve söylediği Yüce Allah’ın emridir. “O, havadan (arzularına göre) konuşmaz. (Onun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 3 – 4) Gadir Hum Biati’nde fahr’ül-âlem Muhammed’ül Mustafa (s.a.a.v) ilahi emre itaat ederek Hz. Ali’ye vasiyetini aleni bir şekilde tüm Müslümanların önünde yapmıştır. Gadir Biati’ni anlatmadan “gadir”in ve “biat”in kelime anlamlarını izah edelim. “gadir” Arapça kelime olup, yağmur sularının oluşturduğu akarsudan arta kalan su birikintisidir. Biat, İslam toplumlarında hükümdarların dinsel yargı gücüne sahip olabilmeleri, meşru (yasal) ve yetkili sayılabilmeleri için halktan aldıkları söz ve bağlılık andıdır. Hz. Muhammed, hicretin onuncu yılında (miladi 632 de), Veda Haccı’nı ifa edeceğini ilan etmiş, isteyenin bu farzı kendisiyle yerine getirebileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine dönemin Müslüman topluluklardan yüz binlerce kişi Beytullah’ta Peygamberle tavaf etmek üzere Mekke’de toplandı. Hac gereklerini yerine getirdikten sonra Medine’ye yönelen Peygamberimizin ardından kafileler Mekke’den ayrıldı. Zilhicce’nin 18. günü Cuhfe denen yörede, Medine, Mısır ve Şam (Suriye) yollarının ayrımında Gadir Hum mevkiine vardıklarında, tehditkâr bir üslup içeren ilahi emir Hz. Peygamber’e 15 iletildi: “Ey Resul! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et, eğer yapmazsan Peygamberlik vazifeni yerine getirmemiş sayılacaksın, Allah seni insanlardan (onların şerrinden) koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez’’ (Maide 67) Mealindeki ayet üzerine Hz. Muhammed, ardından gelen yüz yirmi bine yakın kişinin etrafında toplanmasını emretti. Deve semerleri üst üste konarak bir tümsek oluşturuldu. Hz. Muhammed semerlerin üzerine çıkarak ilahi bir emrin kendisine ulaştığını ve emri kendilerine iletmekle muvazzaf kılındığını bildirdikten sonra hamd ü sena getirip dedi ki; “Ey insanlar! Benim Allah tarafından çağrılıp icabet etmem yakındır. Ben size iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlardan biri; bir tarafı Yüce Allah’ın diğer tarafı sizin elinizde olan Allah’ın kitabıdır; diğeri ise İtretim ve Ehlibeytimdir Onlara sımsıkı sarılın, yanlış yollara sapmazsınız. Bunlar Kevser Havuzu’na gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” ( Tirmizi, Camiülkebir elMenakıb, c.6 s.125, hadis 3788) “Sonra dedi ki; “Ey insanlar! Ben size kendi nefsinizden daha evla değil miyim?” Onlar; “Evet, evlasın” dediler. Bunun üzerine Hz. Ali’nin elini havaya kaldırarak şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah benim Mevlâ’mdır, ben de sizin Mevlâ’nızefendinizim. O halde ben kimin Mevla’sı isem Ali de onun Mevlâ’sıdır.” “Allah’ım! Onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak, her zaman hakkı onunla beraber eyle.” dedi ve şu ayet nazil oldu: “Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim.” (Mâide/3) Bunun üzerine Resulallah şöyle buyurdu: “Dini mükemmelleştiren, nimetleri tamamlayan, benim risaletimden ve Ali’nin velayetinden hoşnut olan Allah en yücedir.” Sonra orada bulunanlara şöyle buyurdu: “Ali’ye biat edin; zira ben Allah u Teala tarafından sizden Ali için biat almakla görevlendirildim.” O gün Hz. Ali’ye ilk biat edenlerden Ömer Bin Hattab, Hz. Ali’nin elinden tutarak: ”Ne mutlu sana ya Ali, benim ve tüm müminlerin Mevlâ’sı oldun.” dedi. Bu biati duyan El’hars bin Numan El’fahri adında biri merkebine binip Hz. Peygamberin huzuruna vardığında şöyle der: “Ey Muhammed, bize emrettiğin şekliyle Allah’ın birliğine ve senin onun kulu ve resulü olduğuna şehadet getirdik. Emrettiğin gibi beş vakit namazımızı kıldık. Emrettiğin şekliyle zekâtımızı da verdik. Emrettiğin gibi Ramazan’da orucumuzu da tuttuk. Emrettiğin gibi Hacca da gittik. Bütün bunlara rıza göstermeyerek amcanın oğlu Ali’yi elinden tutarak: “Ben kimin Mevlâ’sı isem, Ali de onun Mevlâ’sıdır.” “Allah’ım! Onu seveni sev, ona Şubat 2014 düşman olana düşman ol! “dedin. Bu (emir) senden mi Allah’tan mıdır? “ itirazına” Resulallah “Bu (emir) Allah’tandır” cevabını verir. Bunun üzerine El’Hars hiddetle; “Ey Allah’ım Muhammed yalancı ise gökten başına taş yağsın ki kendisinden sonrakilere ibret olsun. Eğer Muhammed sadık ise başıma gökten taş yağdır ki benden sonrakilere ibret olayım.” der. Henüz sözlerini tamamlamadan gökten başına taş yağar ve orada ölür. Bunun üzerine Resul-i Ekrem’e şu ayet nazil olur: “Bir soran inecek azabı sordu: İnkârcılar için ki onu savacak yoktur.” (ElMeâric/1/2) (Taberi .h. 310) bu konu ile ilgili özel kitabı ve ElEmininin ElGadir kitabında zikrettiği yüzlerce kaynak) Gadir Hum Biati’ni Yüce Allah’ın ne kadar önemsediği Hz. peygamberine indirdiği tehdit içeren ayetten anlaşılmaktadır. “Eğer bunu yapmazsan peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacaksın.”, yani peygamberliğin kabul edilmeyecektir. Oysa; Peygamberimiz İslam uğruna sürekli mücadele etti. Bu mücüdele etti çok sayıda savaşa katılmak zorunda kaldı. Bu savaşlarda en yakın akraba ve arkadaşlarını kaybetti. Çok zengin olan eşi Hz. Hatice’nin bütün mal varlığını bu uğurda tüketti. Kızı Hz. Fatıma ile yoksul bir hayat yaşadı. Doğduğu ve atalarına ait olan topraklardan göç etmek zorunda bırakıldı. En inatçı, en cahil, en kaba insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı. Deyim yerindeyse onlara katlandı. Bütün bunları sadece Allah’ın rızası için yaptı. Fakat Allah’ın son emrini insanlara tebliğ etmezse bütün çabaları boşa gidecek ve peygamberliği geçersiz sayılacaktı. Allah’ın tehdidi bu yönde idi. “Eğer yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” diye buyurmaktadır. Peygamberimiz baş gösterecek bir fitneden korkmakta bütün Müslümanların Hz. Ali’yi sevmeyeceğini bilmektedir. “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Yüce Allah’ın tüm sorumluluğu üstüne almasıyla Gadir Hum’da Allah’ın emrini yerine getirmeyi kararlaştırdı. Dinin kemale erdiğini belirten ayet ise; insanlara çok büyük dersler vermektedir. Yüce Allah 23 yıl boyunca Peygamberine indirdiği vahiyle dini farzları emretti. Toplumun sosyal yaşantısıyla ilgili sayısız kural ve kaide getirdi. Hz. Peygamberimizin yaşantısı, söylemleri ve eylemleri Müslümanlara sünnet oldu. Bütün bunlar dinin tamamlanmasına yetmedi. Ne zaman Hz. Ali’ye vasiyet, velayet, hilafet ve imamet tevdi edildiyse; işte o zaman din kemale ermiş oldu. Yüce Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimet “İslam” dinidir. Nimetin tamamlanması da dinin kemale erdiği anlamına gelmektedir. Gadir Biati’yle kemale eren ve tamamlanan “İslam” dini, Yüce 16 Allah’ın bizim için seçip beğendiği din olmuştur. Hz. Peygamber bir perşembe günü, yani Hakk’a yürüyüşünden dört gün önce yanında bulunan sahabelere: “Bana bir kâğıt verin, size bir vasiyet yazayım, daha sonra yanlış yola sapmazsınız” diye emir verdi. Ama emir yerine getirilmedi. İsteği reddedildi. Abdullah Bin Abbas’tan rivayetle: Hz. Peygamber ölümle karşı karşıya kaldığında yanında bulunan bir grup sahabeye “Bana bir kağıt verin size bir vasiyet yazayım ki benden sonra yanlış yola sapmazsınız.” dedi. Ömer Bin Hattab: “Peygamber hastalıktan kendini kaybetti. Ateşi çıktığı için sayıklıyor” dedi Elimizde “Kuran” var. Allah’ın kitabı bize yeter” dedi. Odada bulunanlar arasında ikilik çıktı. Kimisi Peygamberin istediğini verelim bu vasiyeti yazsın, diyor; kimisi Ömer’in dediğini tutuyordu. İkilik çekişme ve gürültü hâline gelince Peygamber hazretleri “Defolun diyerek onları kovdu. O olaydan sonra İbni Abbas: “En büyük felaket Peygamberin vasiyet yazmasının engellenmesidir.” derdi. (M.Reyhani Gölgesiz Işıklar 3 Buhari sahihi 4/5, Müslim sahihi 2/14, İmam Ahmet müsned 1/325) Hz. Muhammed ne yazacaktı acaba? Hz. Muhammed hayatı boyunca bu vasiyeti gerçekleştirmek için çok çalıştı bunun üzerinde titizlikle durdu. Fakat bir türlü kabul ettiremedi. Son nefesini verirken dahi vasiyetini kesinleştirmek istediyse de kendisine karşı gelindi. Hilafetin Peygamber soyundan birisine geçmesini engellemek için vasiyetin yazılmasına mani oldular. Hz. Muhammed, hayatı boyunca hadisleriyle vasisinin Hz. Ali olduğunu söylemişti. Bunu da yazıya döküp kendisinden sonra çıkabilecek ihtilafları engellemek istemişti. Kısaca belirtmek gerekir ki; bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed de kendisinden sonra veli, vasi ve imam olarak Hz. Ali’yi bildirmiştir. Bu vasiyet ilahi emirle gerçekleşmiştir. Gadir Hum Biati’nde bulunan bütün Müslümanlar bu olaya şahit olmuştur. Hz. peygamberden sonra imamet Hz. Ali’yle devam edecek ondan sonra Ehlibeyt imamları, sorumluluğu alacaktır. Bu isteğe bağlı bir şey değildir. Bu sorumluluk ilahi bir emirdir. Ehlibeyt imamlarının paklığı ayet-i kerimede zikredilmiştir. Gadir Hum Biati her Müslüman’ın bilmesi gereken mübarek bir olaydır. Çünkü doğruyla yanlışın ayrıldığı, doğru yolun Müslümanlara bildirildiği gündür. Gadir Hum Bayramı, yalnız biz Alevilerin değil bütün Müslümanların bayramıdır. Çünkü bu biatin değerini bilen ve Ehlibeyt imamlarının istikametinde yürüyen her kul mutlak saadete erecektir. Bu bayram İslam’ın kemale erdiği, Hz. Ali’ye velayetin verildiği gündür. Şubat 2014 HAYDAR DEĞİL Mİ S. Cibaroğlu Şemsi ilk durduran Yuşa bin Nun’dur Böyle bir kudrete acep kim haizdir Birçok kez güneşi durduran kimdir Aliyel Murteza Haydar değil mi? Her peygamberin vardır vasisi İsa’nın emini, Şem’un değil mi? Nebi Muhammed’in, Hakk’ın vasisi Aliyel Murteza Haydar değil mi? Devenin sırtında tabut var idi Deveyi çeken de süren de kendi Ol yüklü tabutta yatan kim idi Aliyel Murteza Haydar değil mi? Fatıma bint Esed Kâbe’ye gelir Dua eyler sonra duvar yarılır Cidar adı ondan müstecar kalır Kâbe’de doğan Şah Haydar değil mi? Sırdır kimse vakıf olmaz gizine Bildim diyen zarar verir özüne Sırrın da sırrını acep kim bile Aliyel Murteza Haydar değil mi? Kimdir cehennemle cenneti bölen Ateşe bu senin bu benim diyen Yevmel Kıyamede sigaya çeken Aliyel Murteza Haydar değil mi? Nesepte, şerefte senden üstün kim İlimde, hilimde acep dengin kim Kahramanlıkta hep nam salan kim Aliyel Murteza Haydar değil mi? Sıdretül Münteha, Arşü a’lada ‘Kab-ı kavseyn’ idi ara ‘ev edna’ Kelâm etti Ahmet yüce Allah’la O sesin sahibi Haydar değil mi? Peygamber sırrının tek sahibisin Bakmak ibadettir yüzüne senin Nardan kurtuluştur mümine zikrin Zalime cevabın Zülf ’kar değil mi? Ehlibeyt idi Nuh’un duası Yoksa hep kalırdı suda çakılı Sefine döşünde Ali yazılı Nuh’un tevessülü Haydar değil mi? Cümle peygamberle nurunla geldin Muhammed nebiyle aşikâr oldun Tevrat’ta İlya’sın, İslamda adın Aliyel Murteza Haydar değil mi? Sorun bana beni yitirmemişken Ne varsa geçmişten ve gelecekten, Göğü yerden iyi bilenim diyen Aliyel Murteza Haydar değil mi? Nuh’un gemisisin müminlere Helak sebebisin inat edene Ne mutlu seni hep veli bilene Müminlere mevla, Haydar değil mi? Sıratül müstakim, vallah Ali’dir İmamül mubin de billâh Ali’dir İlim şehri Ahmet, kapısı kimdir Aliyel Murteza Haydar değil mi? Çok uzun değildir biter hayatın Vasiyi bil yoksa çetindir işin Cibaroğlu senin yüce penahın Aliyel Mürteza Haydar değil mi? Kimdir Araf ’ın üstünde duran Geleni yüzünden görüp tanıyan Hak ehliyle batılı seçip ayıran Aliyel Murteza Haydar değil mi? Şem’un: Hz. İsa’nın vasisi/ Fatıma bint Esed: Hz. Ali’nin annesi/ cidar: duvar/ müstecar: Kâbe’nin Hz. Ali’nin değerli annesi için yarıldığı yer/ siga: sorgu/sıdretü’l münteha: son sidre(ağaç-aşama)/arşü a’la: en yüksek arş/ kab-ı kavseyn ev edna: iki yay kadar hatta daha yakın/Ahmet: Hz. Muhammed’in gök ehli arasındaki ismi/sefine: gemi /tevessül: yakarış, münacat/ Helak: yok olma/Betül: Tertemiz, Hz. Fatıma’nın diğer adı/pak: temiz/murteza: razı edilmiş, Hz. Ali’ye verilen sıfat/ Sıratül müstakim: dosdoğru yol/ imamü’l mubin: Açıklayıcı imam/ Araf: Sırat köprüsünün üstünde olan yüksek dağ/ şems: güneş/ Yuşa bin Nun: Yaptığı savaşı kazanacağı sırada güneşin batması üzerine güneşi durdurma mucizesini gösteren peygamber /ol: o/penah: sığınak 17 Şubat 2014 Vahiy Kâtibi Muaviye (?) İbrahim REYHANİ Muaviye bin Ebu Süfyan gerçekten vahiy kâtibi miydi yoksa ona bu sıfat bilerek ya da bilmeyerek birileri tarafından mı yamanmıştır? Hayatı ve yaşantısı bir yana, yaptıklarıyla İslam ümmetini kutuplaştıran, bölen aynı zamanda da gayrı meşru hilafet süren Muaviye’ye dokunulmazlık zırhı kazandırma umudu taşıyan bir çaba mıdır bu yoksa gerçekten bazı kitaplarda geçen rivayetlerde anlatıldığı gibi vahiy yazma işini Allah’ın özel talimatıyla mı yapmıştır? Bu soruları yanıtlamak için Sünni kaynaklardaki kayıtları incelemek ve sağlıklı bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Çünkü Şii/Alevi kaynakların hiçbirinde onun vahiy kâtipliğiyle ilgili kayıt bulunmuyor. Acaba Şii/Alevi kaynaklarda böyle bir kaydın olmaması Muaviye’ye karşı bir tutumdan mı kaynaklanmıştır yoksa böyle bir olay/görev gerçekte olmamış mıdır? Bunların yanıtlarını vermeyi, yazılanları sonuna kadar okuyanların vicdanına bırakmak en doğrusu olacaktır. Bilindiği gibi İslamiyet’ten önce Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Belazuri, Fütuh adlı eserinde bahsi geçen dönemde Mekke ve Medine’de okuma yazma bilenlerinin sayısının 33 kişi olduğunu belirtmiştir. (Belazuri, Fütuh S:457) Hem vahiylerin yazılması hem de komşu kabile veya devletlerle yazışma, onları İslam’a davet gibi konularda savaş esirlerinden bile faydalanılmış, okuma yazma bilmek değer kazanmıştı. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan Ebu Süfyan, Hz. Muhammed’e gelerek oğlu Muaviye’yi kâtip edinmesini istemiş, Hz. Muhammed de bu isteği kabul etmiştir. Kitabul Vüzera’nın yazarı Cahşiyari, bu eserinde Hz. Muhammed’in vahiy kâtibi olarak Hz. Ali, Osman bin Affan, Ubey bin Kaab ve Zeyd bin Sabit’i görevlendirdiğini belirtmiş ve başka kimlerin hangi konuda kâtiplik yaptığını da yazmıştır. Muaviye’nin vahiy yazma dışındaki görevlerde yer aldığını eserinde kaydetmiştir. (Cahşiyari, Kitabü’l Vüzera vel Küttab S:12) Ayetel Kürsi’yi yazdığı iddia edilen rivayetleri incelemek ve sonrasında bir değerlendirme yapmak işi çözecektir. “….Muaviye kapıyı çaldı ve kendisine içeri girmesi için izin verildi. Kulağının üstünde yontulmamış bir kalem vardı. Hz. Peygamber, kulağının üstündeki nedir diye sorar. Muaviye de onu Allah ve Resulü için hazırladım dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (saav) vallahi ben seni ancak semadan gelen vahiy için kâtip edindim, dedi.” (Belazuri, Ensabul Eşraf C:4 – S:128) Ebu Hüreyre’nin Peygamberden şöyle duyduğu rivayet edilir: “Cebrail bana geldi ve ey Muhammed, Allah vahyini bana ve sana emanet etti, sen de Muaviye’ye emanet et, dedi.” (Belazurî, Ensab c:4 s:127/ İrfan AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50) Bazı Sünni kaynaklarda Muaviye’nin vahiy kâtipliği öyle abartılacak ki vahiy yazma konusunda Yüce Allah; Hz. Muhammed’i, Cebrail vasıtasıyla uyaracaktır: “…Ey Muhammed! Allah’ın vahyini yazmak için seçtiğini azletmek senin hakkın değil, onu yerinde bırak, çünkü o, emindir.” (Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50) Hatta iş öyle bir dereceye vardırılacak ki, sınır tanınmayacak ve şöyle bir hadis uydurulacaktır: (Ahmet bin Hanbel, Fedailüs Sahabe S:168/ İbn-i Kesir, Tefsir C:4 “Cebrail altından bir kalemle indi ve şöyle dedi: “Ey S:349) Muhammed, yüce Allah şöyle buyuruyor: Ben kendi Sünni kaynaklardaki rivayetlerin bir kısmı katımdan Muaviye’ye bir kalem hediye ettim. Ona bu Muaviye’nin sadece kâtiplik yaptığıyla ilgilidir. (İbn kalemle Ayetel Kürsi’yi yazmasını, harekelemesini ve Abdirebbih, C:4 S:245/ Cahşiyari, Kitabü’l Vüzera vel Küttab S:12/ noktalamasını emret.” (Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan Zehebi, Nübela C:3 S:122/ İbn Hacer, El İsabe C:3 S:434 / İbn Kuteybe, El Mearif S:349/ Belazuri, Ensab C:1 S:532/ Taberi, C:1 S:1782/ Bağdadi, C S:207/İbn Abdülbir, C:3 S:395/İbnü’l Esir, Üsdü’l Gabe C:3 S:209/ İbn Teymiyye, S:21) AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:50) Bütün bunların uydurma olduğu şu sahte hadisle sabittir: Güya İbn-i Abbas’tan nakledilmiştir: “Ayetel Kürsi, nazil olduğunda Muaviye kalem aradı, Yukarıda yer alan Zehebi, Belazuri,İbn Abdirebbih, bulamadı. Allah, hokkadan kalemleri almasını söyledi İbn Hacer diğer eserlerinde ve ayrıca Nevevi, İbn ve Cebrail kalemi getirdi. Hz. Peygamber, Muaviye’ye Tiktaka, İbn Kesir gibi müellifler de Muaviye’ nin vahiy kulağındaki kalemi almasını söyledi. Kalemi alınca bir kâtipliği yaptığını kaydetmişlerdir. de ne görsün, üzerinde lailahe illallah, Allah’tan emini Muaviye’nin vahiy kâtibi olarak ne yazdığı ise Muaviye’ye hediyedir yazılı altından bir kalem.” (Zehebî, incelendiğinde Ayetel Kürsi’yi yazdığı rivayeti dışında Nübela cilt:3 sayfa:129 / İrfan AYCAN, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:51) hiçbir kayıt bulunmaz. (Zehebi, Nübela C:3 S:129) 18 Şubat 2014 Ve şimdiki asıl bombaya dikkat edin. Hz. Ali’den (Kettani, Nizamül Hükümetin Nebeviyye C:1-S:115-116) Sonuç olarak……….kendisinin vahiy kâtibi olduğu aktarıldığı söylenen rivayet: “Cebrail indi ve Muaviye’nin emin bir kimse olduğu için kâtip tayin konusundaki rivayetlerin, yazmış olduğu öne sürülen Ayetel Kürsi’nin nüzul tarihi dikkate alındığında edildiğini söyledi.” (Zehebî, Nübela C:3 – S:129 / İbn Kesir, El Bidaye ven Nihaye C:8 asılsızlığı ortaya çıkacaktır.” (İrfan AYCAN, Saltanata Giden –S:123) Yolda Muaviye Bin Ebu Süfyan s:65) Şimdi Allah aşkına, bu dinle alay etmek olmuyor da ne oluyor? Allah’ın kalemlerini koyduğu hokkası varmış, Allah ona yazılı bir mesaj yollamış… Allah aşkına nedir bunlar? Neredeyse, Muaviye ile Allah hâşâ sümme hâşâ ahbap olmuşlar. Herkes bilir ki, Allah’ın emini Hz. Muhammed’dir, maşallah Muaviye yandaşları sınır tanımıyor, Peygamberimizin özellikleri bile Muaviye’ye atfediliyor. Doğrusunu isterseniz haksız da sayılmazlar; çünkü Muaviye’nin bunlara gerçekten ihtiyacı var. Zira Muaviye’nin yılmaz savunucusu anlı şanlı Zehebî, Nübela adlı eserinin 3. cildinin 128. sayfasında Muaviye’nin neredeyse nebi olarak gönderileceğini belirten şu uydurma hadisi içi sızlamadan nakleder: Güya Hz. Muhammed (s.a.a.v.) demiş ki: “Muaviye, hilminden ve Rabbinin kelamı üzerine güvenilirliğinden dolayı nerdeyse nebi olarak gönderilecekti.” Gerçi Zehebî, inanarak bu hadisleri yazmamıştır. Aslında bunlara kendisi de inanmıyor; ama bir kurnazlığa başvuruyor. Şunu demek istiyor: “Ali hakkında hadis varsa Muaviye hakkında da söylenmiş birçok hadis vardır. Onlar ileri sürülürse bunlar da ileri sürülür.” Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanar demişler. Muaviye’nin vahiy kâtibi olduğunu iddia edenler iddialarını Ayetel Kürsi ile ilgili olan uydurma hadise dayandırmaktadırlar. Bilindiği gibi Muaviye, babası Ebu Süfyan’la birlikte Mekke’nin fethinde artık muhalefet edecek herhangi bir güce sahip olmadıkları zaman zoraki Müslüman olmuşlardır. Oysa kâtipliğini yaptığı söylenen Ayetel Kürsi, hicretin ilk yıllarında nazil olmuştur. Ama insaflı tarihçiler de vardır. Hatip Bağdadî, ortaya atılan bu uydurma hadisler karşısında tahammül edemeyecek ve yalancılara lanet okuyacaktır. (Zehebî, Nübela cilt:3 sayfa:130) Allah, bu yalanlarını işte böyle izhar edecek ve yalana başvuranları böyle mahkûm edecektir. Zehebî için bu hadislerin doğruluğu, yanlışlığı önemli değil. Onun için önemli olan bu hadislerin uydurma bile olsa varlığıdır. İşte bunların varlığı sayesindedir ki bugün bile Muaviye, hâlâ vahiy kâtibi olarak görülmektedir. Bu anlamda Zehebî, amacına ulaşmıştır. Muaviye’nin vahiy kâtipliği konusunu bir sonuca bağlamak için bu Muaviye konusunda tez sunan Sayın İrfan AYCAN’a sözü bırakıyoruz: “…Çağdaş araştırmacılardan Abdulhay El Kettani ve Abbas Mahmud Akkad da (ikisi de Sünnidir) bu meseleyle ilgilenmişler ve onun vahiy kâtipliği ile ilgili açık bir delile rastlayamadıklarını belirtmişlerdir. Öncelikle bir şeyi belirtmekte fayda vardır. Vahiy kâtibi olmak kimseye dokunulmazlık zırhı vermez. Bilindiği gibi İbn-i Hatal, vahiy kâtibiyken yeniden Hristiyan olmuş ve “Muhammed bir şey bilmez. Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir.” demeye başlamıştır. (Sahih-i Buhari Hadis No: 1477) Yine aynı şekilde vahiy kâtibi olduğu söylenen 3. Halife Osman’ın süt kardeşi Abdullah b. Sad b. Ebi Serh, İslâmı terk etmiş ve “Eğer Muhammed’e vahyolunuyorsa bana da vahyolunuyor. Eğer Allah indiriyorsa ben de onun indirdiğinin mislini indiririm.” demeye başlıyor. (İbn Kesir, Tefsir, Sabuni muhtasarı, I/600) Bu sözler üzerine bu kişi hakkında En’am-93 ayeti iniyor: “Allah’a karşı yalan uydurandan ya da kendisine karşı bir şey vahyedilmemişken “bana da vahyolundu” diyenden ve“ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir?” Hz. Muhammed, Kâbe’nin örtüsünün altına saklansa bile bulun ve öldürün emrine rağmen 3. Halife Osman onu evinde saklar ve affedilmesi için Hz. Muhammed’e yalvarır, daha sonra da halifeliği zamanında onu valisi yapar. Muaviye hakkında öyle şeyler uydurulacak ki bu hadis uydurma işinin boyutlarının nereye vardığını gösteriyor. Hz. Muhammed güya şöyle demiştir: “Muaviye, hilminden ve Rabbinin kelâmı üzerine güvenirliliğinden dolayı neredeyse nebi olarak gönderilecekti.” (Zehebî, Nubela, C.3 – S:128) Bitmedi devam edelim, yalanda hızlarını alamayanlar bakın daha neler uyduracaklar: “Cebrail, üzeri yazılı bir sahife getirdi ve üzerinde ‘La ilahe illallah, Muaviye sevgisi kullarım üzerine farzdır.’ yazılı idi.” (Zehebi, Nubela, C:3 –S:130-131) Cafer bin Ebi Talib, Resulullah’a dört adet ayva getirir. Resulullah da onlardan üç tanesini Muaviye’ye vererek “Cennette beni bunlarla karşıla” der. 19 (Belazuri, Ensab Cilt: 4 S:127/ Zehebî,Nübela C:3 S:130) Buna sadece el insaf denir. Cafer bin Ebi Talib, 630 yılında yani Hicrî 8 yılında Mute Savaşı’nda yani Mekke’nin fethinden önce şehit olmuştur. Muaviye de tüm tarih kitaplarında kayıtlı olduğu gibi Mekke’nin fethinden sonra tutunacağı hiçbir dal kalmayınca zoraki Müslüman olmuş ve Peygamberimiz tarafından bu yüzden TULEKA taifesine alınmıştır. Bunun uydurma bir hadis olduğu apaçık ortadadır. Doktor İrfan AYCAN Saltanata Giden Yolda Muaviye bin Ebu Süfyan adlı eserinde Hatib Bağdadi’nin bu uydurma habere tahammül edemediğini ve Şubat 2014 yalancılara lanet okuyarak feryat ettiğini yazmıştır. hadisine rağmen kendi nesebine katmasıdır. Dördüncü büyük hata ise Hucr gibi muttaki bir insanı yakın arkadaşlarıyla öldürmüş olmasıdır. Bütün Yukarıda Muaviye hakkında uydurulan hadisleri bunlar bir tarafa Hucr’un öldürülmesi Muaviye’ye gördük. Bu uydurulan hadisler, onun ne yaşantısına yeter. Hucr’dan dolayı ahirette Muaviye’nin vay başına ne amellerine ne de Kur’an-ı Kerim’e uygundur. geleceklere. Hucr’dan ve arkadaşlarından dolayı Onun hayatı boyunca yaptıklarını araştıranlar Muaviye’nin çarptırılacağı işkenceler ne kadar dehşet zaten bu verilen hadislere güler geçer. O Muaviye vericidir.” (İbnü’l Esir, C:3 S:487 / Ahmet AĞIRAKÇA, Emeviler ki; Peygamber’in torunu İmam Hasan’ı zehirletmiştir, Döneminde Kıyamlar S:39-40) Muaviye, hiçbir suçu olmayan sahabeleri haksız Hz. Ali’ye cami minberlerinde lanet ve sövgü dönemini başlatmıştır, Mekke ve Medine’deki ensar yere öldürtmüştür. Kur’an-ı Kerim’de bu fiilin karşılığı ve muhacirlerin çoğunun biat ettiği meşru halife bellidir: “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde İmam Ali’ye isyan etmiş ve on binlerce Müslümanın ölmesine neden olmuştur, tek suçları Hz. Ali’ye ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, sövmemek olan Hucr ve arkadaşlarını şehit etmiştir, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Peygamber’in soyunu Kerbela’da katledecek olan (NİSA 93) Muaviye ölüm döşeğindeyken şunları sayıklayıp oğlu Yezit’i veliaht ilan etmiştir. Bir kere kendisi bile akıbetinin ne olacağının duruyordu: “Ey Hucr! Keşke seninle karşılaşacağım farkındayken diğerlerinin onu aklama işine girişmesi gün çok uzaklarda olsa.” Taberi Tarihi, Hicri 51 Olayları / bu işe girişenleri çelişkilerin içinde boğmaktan başka İbnü’l Esir, el-Kamil fi’t-Tarih C:3 S:486 / İbn-i Kesir, C:8 –S:55 / Ahmet AĞIRAKÇA, Emeviler Döneminde Kıyamlar S:40) bir işe yaramıyor. Sünnî bir kaynakta Hz. Muhammed’in Muaviye için Muhammed b. Ukbe der ki: “Muâviye’ye ölüm geldiğinde şöyle dedi: Keşke ben Zi Tuva (Mekke’de şu sözü söylediği kayıtlıdır: “Muaviye, cehennemde bir yerin ismi) da basit hayat yaşayan bir Kureyşli kilitli bir tabut içindedir.” (Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 – S:128 / Taberi Tarihi, C:3 – S:2171) olsaydım. Keşke bu işe hiç bulaşmasaydım.” ( İbn Ebi Dünya) Yine Sünnî tarih ve hadis kitaplarında kayıtlı Bilindiği gibi Muaviye tüm valilerine Hz. Ali’ye bir hadis de şöyle: “Muaviye’yi minberim üzerinde (haşa) camilerde lanet okunması konusunda bir gördüğünüz zaman öldürün.” Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 –S:128 / Ahmet bin Hanbel, Kitabu’l emirname gönderir. Ve bu kötü âdet, 83 yıl boyunca ta ki Ömer bin Abdulaziz bunu kaldırtıncaya kadar İlel C:1-S:159/Taberi, C:3 –S:2171) Ebu Said El Hudri’nin şöyle dediği kaydedilmiştir: devam eder. “Bundan böyle Ali ile onun Ehlibeytinin fazileti “Ensardan birisi Muaviye’yi öldürmek istedi. Biz o hakkında bir şey anlatacak olan kimsenin mal, can ve adama ‘Ömer’e durumu yazmadan onun zamanında namus dokunulmazlığı kalmayacaktır. Hutbelerde Ali kılıcını çekme’ dedik. O da Resulullah’tan eğer Muaviye’yi kürsüde hitap ederken görürseniz onu ve Ehlibeytine (hâşâ) lanet okunacaktır.” (Ebul Hasan El Medaini, El Ahdas / Mevdudi s:234 /Taberi, c:4 öldürün.’ dediğini işittiğini söyledi. Bunu biz de s:188 / İbni’l Esir, c:3 s:234 / İbn-i Kesir, Bidaye c: 8 s: 80) duymuştuk fakat yine de Ömer’e yazmadan bu işi Hucr ve arkadaşları sadece buna karşı çıktıkları için yapmamasını söyledik. Ömer’e yazdılar fakat cevabı Muaviye’nin emriyle kimi toprağa diri diri gömülerek hiç gelmedi.” (Belazuri, Ensabu’l Eşraf C:4 S:130) (Abdurrahman bin Hasan El Anezi gibi), kiminin Hz. Ali’nin ise Muaviye, Amr İbnül As ve taraftarları organları parça parça edilerek (Sayfi gibi) kimi de için şunları söylediği kitaplarda kayıtlıdır: “Allah’a kılıçla şehit edilmişlerdir. Sünni mezhebinin önderlerinden Hasan Basri yemin ederim ki bunlar İslam’a girmediler ancak teslim olup küfrü gizlediler, taraftar bulunca da bunu Muaviye hakkında şöyle demiştir: “Muaviye’nin dört büyük günahı var ki bu dördünü açığa vurdular” (İbni Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belağa C: 1-S: değil de sadece birini yapsaydı onun helak olmasına 347) Muaviye bu yaptıklarıyla acaba yukarıdaki hangi yeterli gelirdi. O bu ümmet içinde Resulullah’ın ashabı ve gerçekten çok faziletli insanların bir hayli olmasına hadislerin muhatabıdır? İsteyen istediğine inansın, rağmen hilafet görevini kılıç zoruyla almış ve ümmetin yeter ki başka türlü inananları dinden çıkmış ilan başına musallat olmuştur. İkinci husus kendisinden etmesin. Bu herkesin yararına olacaktır. Herkes bu sonra makama sarhoş, içkici, sürekli ipek giyinip tarihi olayları vicdanında değerlendirsin, eğriye çalgılarla meşgul olan oğlu Yezit’i getirmiştir. Üçüncü eğri, doğruya doğru demenin kimseye bir zararı büyük hatası, zina çocuğu Ziyad’ı Peygamber’imizin olmayacaktır. (Sayfa:57) Hatib Bağdadi’nin bu tepkisini Zehebî de Nubela adlı eserinde (Cilt:3 S:130) kaydetmiştir. 20 Şubat 2014 KardeşliK Mehmet UYAR Din kardeşini kendi nefsi kadar severse bir insan imanını kemale erdirir. Çünkü imanın kuvveti sevginin gücü kadardır. Bu gücün ölçütü fedakârlık, merhamet, vefa ve yardımseverliktir. Bu duygular ne kadar güçlü olursa kardeşlik duygusu da o kadar güçlü olur. Bu bağı kuvvetlendiren duygular bireyler arasındaki birlik ve beraberlik duygularını pekiştirir ve diğer saldırılara karşı o kardeşlerin bütününü korur. Bu duyguların zuhuru samimi bir niyetin tecellisiyle şekillenir. Ancak kendi nefsini ön plana alan, bencilleşen, bu dünyayla bağını koparamayan bir insanın imanının samimiyetine güvenmek zordur. Kardeşliğin manasını nesebi bir kavramdan çok, manevi ve soyut bir kavram olarak görmek gerekir. Çünkü din kardeşliği insanları birbirine bağlayan soyut bir bağdır. Bu bağ, müminin yüce Allah’a(cc) bağlandığı gönül bağıyla diğer müminlerin gönlü arasında kurulan bağ arasında oluşan bir ağ gibidir. Bu ağın içinde şefkat, merhamet, acıma, sevgi, saygı ve hoşgörü vardır. Bu duygularla donanmış bir yürek saf bir nur gibi etrafa ışık saçar. Diğer yüreklere bu ışığı yayar ve Allah yolunda ilerleyen diğer kulların istikametini tayin eder. Böylece kardeşlik nuruyla tüm gönüller aydınlanır ve birbirinin ışığıyla kenetlenir. Bütün müminlerin amacı aynıdır; mutlak güzellik ve iyiliğin kaynağı olan yüce Allah’ın yolunda yürümektir. Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarına uymak, ibadetleri yapmak ve güzel ahlaka sahip olmakla istenilen hedefe ulaşılır. Küçük yaşlardan itibaren anne ve babaların dualarla mühürlü mübarek dillerini işiterek büyüyen nesil bu hedefin yolcusu olur. Dualarla ve niyazlarla büyüyen, helal kavramını bilen ve davranışlarına bunu yansıtan bir nesil; iyilik çemberini genişletir ve ihsanı kuvvetlendirir. Böyle hislerle güçlenmiş bir nesil istediği hedefe ulaşır. Hissiyatı böylesine güçlü bağlarla bağlı bir neslin kardeşliğini hiçbir saldırı bozamaz, birlik ve beraberliğine zarar veremez. Hicret’in öncesi ve sonrasında İslam’da kardeşlik kavramına uygun güzel örnekler yaşanmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v) Hicret’ten önce Mekke’de 21 Müslümanları kardeş ilan etmiştir. Hicret’ten sonra da kırk beşi Ensar ve kırk beşi Muhacir olmak üzere toplamda doksan kişiyi din bağıyla kardeş kılmıştır. Hz. Peygamber de Hz. Ali’yi kendine kardeş seçmiştir. Ahmet Bin Hanbel’den rivayetle: İbnül Müseyyib şöyle söyler: “Rasülüllah (s.a.a.v.) ashaplarını birbiriyle kardeşleştirdikten sonra Ali’yi çağırır. “Ya Ali sen kardeşimsin Ben de kardeşinim. İnkâr eden olursa de ki: Ben Allah’ın kulu ve Rasulüllah’ın kardeşiyim dersin. Senden sonra kim bunu iddia ederse yalancıdır.” diye buyurur. (Tezkiretül Havass essıbt ibnül cevzi s.26) Hz. Muhammed hayatı boyunca herkesten daha fazla Hz. Ali’ye değer vermiş, kardeş ilan ederek verdiği değeri en üst seviyeye taşımıştır. Hz. Peygamberimiz (s.a.a.v) kardeşliği ashaplar arasında yerleştirerek maddi ve manevi her türlü yardımlaşmanın önünü açmıştır. Bu kardeşlik kurumu her bir Medineli reisin yanına bir aileyi almasıyla şekillenmiş, beraber çalışıp yaşamasına olanak vermiş, Muhacirlerin barınma ve yeme gibi birçok sorununu çözmüştür. Allah rızası için göç eden insanlara merhamet ve sevgiyle kucak açan ve onlara her türlü yardımda bulunan Medinelilerin kardeşlik duygusu İslamî hareketin güçlenmesini ve Müslümanların muzaffer olmasını sağlamıştır. Herhangi bir şey beklemeksizin insanlara yardım eden bu insanların ulvi his ve iştiyakla hareket ettiğini tahmin etmek zor değildir. Kur’an-ı Kerim’de hicret eden müminlere yardım eden, kendi ihtiyacı olduğu halde başkasını tercih eden ve gönülleri sevgiyle dolu olanlar için; “Ve şunlar ki, onlardan önce yurdu hazırlayıp imana sahip oldular, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler, onlara verilenlerden nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa bile onları kendilerine tercih ederler. Her kim de nefsinin hırsından (cimriliğinden) korunursa, işte onlardır o kurtuluş bulanlar.” (Haşr 9. Ayet) ayet-i kerimesi inmiştir. Bir müminin yüreğinin sevgiyle dolu olması, feragat ettiği şeylerden dolayı kaygı duymaması ve elinin açık olması imanının gücünü gösteren bir husus olarak görünmektedir. İman kalben tasdik, dille ikrar ve amelle mümkündür. Bir müminin bütün bunları yerine Şubat 2014 getirmesi gerekir ki imanı tamamlanmış olsun. Ancak Hz. Peygamber imanın tamamlanması için bunu yeterli görmez: “Sizden biriniz kendi nefsi için isteyip arzu ettiğini mümin kardeşi için de arzu edip istemedikçe mümin olamaz.” (Buhari Müslim Tirmizi) Hadisiyle kardeşi önemsemek gerektiğini bildirmiştir. Yukarıda belirtilen hadiste aslında birbirine denk bir sosyal yapıdan söz edilmektedir. Bu yapı herkesin eşit koşullarda yaşadığı, adaletli bir paylaşımın olduğu bir sosyal yapıdır. Böylesine bir yapıyı oluşturmak cebir kullanarak değil samimi ve ince bir edayla olmalıdır. “Kendilerinin ihtiyacı olsa bile onları kendilerine tercih ederler.” anlayışıyla hareket ederek böylesine bir yapı kurulmalıdır. İslam’ın bu hassas ve zarif anlayışı, insana ne kadar değer verdiğinin bir göstergesidir. İnsanın önemsendiği ve korunduğu bu hassas yapı; ancak sözü edilen empatiyle sağlanabilir. Müminler arasında husumetin veya başka kötü duyguların oluşması halinde, diğer müminlere düşen görev bu olumsuzlukları düzeltmektir. Bir kardeşin diğer din kardeşine dargın olması kabul edilemez. Çünkü dargınlık, husumet, kin, nefret gibi duygular şeytani bir vasıf taşır. Bu vasıflar bir müminde bulunmamalıdır. Halis bir imana sahip insan hep ulvi alana ulaşmaya çalışır. Ufku geniştir, kalbi ufukların ötesindekini arar ve Allah’tan korkar. Bu yüzden bu dünyayla bağlantılarını zayıflatır. Böylece rahmete layık biri olur. Şeytanın telkin ettiği kin, nefret vb. duygulardan kaçar. Ancak şeytana karşı her zaman dikkatli olmak lazımdır. Hz. Yakup, oğlunu şeytana karşı bakınız nasıl uyarmaktadır: “Babası: “Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır. (Yusuf 5. Ayet) Bu ayette anlatıldığı gibi mümin, öfkenin, kıskançlığın hüküm sürdüğü bir vaziyete düşerse din kardeşleri o vaziyeti değiştirmeli, sevgi ve merhameti egemen kılmalıdır. “Müminler ancak kardeştirler, onun için iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete layık olasınız.” (Hucurat,10. Ayet) Ayetinden hareketle kardeşlerini barıştırmalı, muhabbeti egemen kılmalıdır. Mümin ancak diğer bir müminin kardeşidir. “Ey iman edenler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşı küfürden hoşlanıyorsa onları dost edinmeyin! Sizden her kim onları dost edinecek olursa, işte bunlar kendilerine zulüm edenlerdir.” (Tevbe 23. Ayet) Ayeti asıl kardeşliğin din kardeşliği olduğunu ortaya koyuyor. Bu çerçevede insanın 22 seveceği, güveneceği, değer vereceği asıl hüviyetin iman bağıyla bağlı olan kardeşidir. Kur’an’da anlatılan ve Allah katında kabul gören kardeşlik anlayışı budur. Din kardeşliği için en önemli örnek Hz. Nuh’un oğlu için söyledikleridir: “Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu ve Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna: “Ey oğlum, gel bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi. O, dedi ki; “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım”. Nuh da “Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.” dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.” (Hud 42-43) Ey Rabbim, beni, babamı, annemi, mümin olarak evime gireni, bütün inanan erkekleri ve inanan kadınları bağışla! Zalimlerin ise ancak helakini artır!“ (Nuh 28. Ayet) Hz. Nuh iman edenler için bağışlanma dilemiş diğerlerinin ise helakini istemiştir. Bu örnek asıl kardeşliğin iman dairesi içinde olduğunu göstermektedir. Hiçbir akrabalık bağı iman bağıyla birbirine bağlanan gönüller kadar önemli değildir. Yine Hz. Lut’un karısı için Kuran’da bakınız hangi ifadeler yer almaktadır: “İbrahim: “Orada Lut var ama!” dedi. Onlar: “Biz, orada kimin bulunduğunu pekala biliriz. Muhakkak onu ve ailesini kurtaracağız; ancak karısı ötekilerden oldu.” dediler. Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar yüzünden fenalaştı ve haklarında eli kolu daraldı (bağlandı). Onlar da: “Korkma ve kederlenme; seni ve aileni kurtaracağız; ancak karın ötekilerden oldu.” (Ankebut 32.33) Bu ayetlerde de akrabalık bağının sadece maddi bir bağlılık anlamında olmadığını söyler. İman dairesine girmeyen bir şahsın Allah katında değerinden söz edilemez. “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, aşiretiniz, ele geçirdiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden evler size Allah ve peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fasıklar güruhunu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 24. Ayet) Bu ayet-i kerime ise insanı bu dünyaya bağlayan bağlardan söz etmektedir. Bu bağlar insanı oyalamakta, onu başıboş şeylerle uğraştırmaktadır. Hâlbuki bu dünyadaki her şey fanidir. Bir gölge gibi yok olacaktır. İnsan hak ve hakikat için cihat etmeli, asıl ve gerçek olan Allah’a yönelmelidir. Yüce Allah varken, insanın gönlünü fani dünyaya ve onun değerlerine bağlaması yanlıştır. Şubat 2014 Böylesine yanlışlara kapılanları Allah felaha erdirmez. Din kardeşi olmanın şartı Tevbe Suresinde şu şekilde açıklanmaktadır: “Eğer tevbe edip namazı kılar, zekatı verirlerse din kardeşiniz olurlar. Bilecek bir topluluk için “biz” ayetlerimizi daha çok açıklarız.” (Tevbe 11. Ayet) Namaz kılmak ve zekat vermek din kardeşi olmak için yeterli görülmektedir. Allah bir topluluğu hidayete erdirecekse de ayetleri açıklayarak bunu mümkün kılabileceğini açıklamaktadır. Bütün bu ayet-i kerimeler kardeşliğin iman için gerekli olduğunu ve asıl kardeşliğin iman eden farklı kullar arasında olacağını belirtmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a.v) “Mübahele” olayında akraba olarak Hz. Fatma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına almıştır. O dönemde başka Müslümanlar olmasına karşılık yalnızca kendi sulbünden olan Ehlibeyt’i tercih etmesi nesebin de önemli olduğunu göstermektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, ayrılığa düşmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinizin düşmanları iken O, sizin kalplerinizde bir uzlaştırma meydana getirdi ve O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz. Bir de siz, bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz ve O, sizi tutup ondan kurtardı. Şimdi Allah’a doğru gidebilmeniz için size ayetlerini böyle açıklıyor.” (Âli İmran 103) Bu ayette birlik ve beraberlik telkin eden sözlerle Allah’a tutunmak gerektiği belirtilmiştir. Allah’ın sunduğu “nimetler” hakkında insan tefekküre sevk edilmektedir. Düşünen insan Allah’ın varlığını bilip ona şükreder ve kulluk vazifesini yerine getirir. Şeytanın şerrinen uzaklaşır. Menfi duygulardan arınıp iyiye ve güzele yönelir. Kardeşlik duygusunun hâkim olduğu toplumu arar. Maddi ve manevi her türlü yardımın sağladığı bir toplum için şevkle çalışır. Mümin, yapılan maddi yardımların aslında Allah’ın nimeti olduğunu ve bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bilir. “Onlara: “Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın” denildiği zaman, o kafirler, iman edenler için şöyle dediler: “Allah’ın, dileseydi yiyecek verebileceği kimseyi biz hiç yedirir miyiz, siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?” (Yasin 47) ayetiyle Allah’ın sunduğu nimeti hayra harcamak için insanlara sunduğunu belirtmektedir. Hayır için harcanan metaları rızık olarak gönderen de azim’üş-şan Allah (cc)’tan başkası değildir. Bu yönüyle düşünüldüğünde hayrın kaynağı yine hayırlara vesile olan yüce Allah’tır. 23 Bu yüzden insan yardımdan sakınmamalı ve din kardeşlerine gereken yardımı yapmalıdır. Nihayetinde rızkı bölüştüren ezeli ve ebedi güce sahip olan Allah’tır. Yüreği sevgisiyle dolu olan mümin, din kardeşlerinden bu sevgiyi esirgemez. Kâinatın yaratılmasına sebep olan sevgiyi her alanda hâkim kılar. Kardeşi kardeşe kırdırtan her türlü saldırıya karşı çıkar. Zulme karşı durur, din kardeşleriyle dayanışma halinde olur. Düşmanca taarruza karşı göğsünü siper etmekten çekinmez. Çünkü hak yoluna canını veren şehit olur, şehitler de ölümsüzdür ve mekânları da Cennet’tir. İmanı kemale eren kişi harama meyletmez. Bilir ki haramla gelen aynı yolla elden çıkar. Haramla elde edilen mal, mülk vb. metalar o kişinin kısmeti değilse sonuçta ona nasip olmazlar. Kazandığını düşünse de aslında kaybetmiştir. Hem bu dünyada hem de öbür dünyada ziyana uğramıştır. Çünkü Allah acil bir şekilde hesap sorucudur. Olgun insan kendisi için istediğini mümin kardeşi için de ister. Sahip olduğu bilgi, beceri, güzel ahlak ve hüsnü niyetin diğer kardeşlerinin de sahip olması için çalışır. Onlara hidayet meşalesini yakar. Onları aydınlatır. Onlarla aydınlanır. Hakla alır, hakla satar; adil ve sadık olur. İnsanları aldatmanın aslında kendini atlatmak olduğunu bilir. Yalancı limanlara demir atmaz. İnsan, bu dünyada yapılan her hareketin bir önemi olduğunu ve her hareketin bir ödülünün veya bedelinin olduğunu bilmelidir. Bu dünyada yapılan her davranış ahrette şahsın aynasına yansıyacaktır. Tutum ve davranışlar bu bilinçle oluşmalıdır. Çünkü insanı yücelten şey duygu ve düşüncelerindeki nezakettir. Nezaket beraberinde zarafeti ve letafeti de getirir. Bunlar da erdemli bir insanın sahip olması gereken meziyetlerdendir. Merhamet ve şefkatin gönül bağına ermek, güzelliğin ve iyiliğin limanını mesken tutmak, şerefin ve haysiyetin zirvesine çıkmak, çalışmanın kölesi ve bilginin efendisi olmak, ışığın ve ufkun ummanına dalmak için, kardeşlik duygusunu yüreklerde beslenmesini sağlamalı, Allah’ın her zaman ve her yerde yanımızda olduğunu bilmeli, muhabbetle ve hasretle birbirimize kenetlenmeliyiz. Allah’ın ipine tutunmalı, onun nimetini düşünmeli, ayrılığa düşmemeliyiz. Direnmeli, daha çok dayanmalı, daha çok sabretmeliyiz. İmanla ve kardeşçe yaşamak için… Şubat 2014 Kavramsal Tartışmalar Bağlamında Bitmeyen Kavga Laiklik Hakan MERTCAN ve bunun, Avrupa halklarının ilerlemesi için yegâne çözüm yolu olduğunu, fakat özgürlüklere açık bir din olan İslam’ın Batı türü bir laikliğe ihtiyacı olmadığını I ) LAİKLİĞE İLİŞKİN ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR - savunur. (Hasan Hanefi, “Laiklik ve İslam”, İslami Araştırmalar, TANIMLAMALAR 1995, C.8, S. 3-4, s. 160- 62. Yazar, İslam toplumunu geri bırakanın Bu konuda iki temel yaklaşım olduğunu “İslam’ın ruhbanlığa, dini sultaya, törenlere, sembollere, rituellere, söyleyebiliriz. Bunlardan ilki laikliğe çeşitli gerekçelerle cezalar ve hadlere dönüştürülmesidir. Bunun neticesinde insanlar karşı çıkan yaklaşım- ki bu daha çok dini çevrelerden şaşırıp- kalarak rasyonalizm’i, liberalizm’i, özgürlüğü, demokrasiyi gelmektedir- diğeri laikliği savunan, demokrasi, insan ve ilerlemeyi temsil eden Batı Laikliği’ne yöneldiler.” tespitini hakları açısından zorunlu gören yaklaşımdır. Bu son yapmaktadır: Hanefi, 1995, s. 162.) Şunu belirtme gereği eğilimde olanlar arasında bir görüş birliği olduğunu duyuyoruz: Yazarın- hiç değilse öğretide ve bir söylemek mümkün değildir. Bunlar arasında laikliği dönemki uygulamalarda- İslam’ın özgürlükçülüğüne, dine karşı bir mücadele olarak algılayan, dini sadece akılcılığına ilişkin tespitleri kabul edilse bile, bu devletin meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarmak değil, durum, laikliğin yadsınmasına gerekçe oluşturamaz. toplumdan da soyutlamak gerektiği anlayışında Her şeyin ötesinde, devlet, en özet haliyle, ne kadar olanlar da vardır (ki biz bu yönlü görüşleri laik olarak özgürlükçü olsa da, meşruiyetini kutsal bir güçten kabul etmediğimizi açıklayacağız); ayrıca, yine, devlet almış olacaktır ve birilerinin devleti olacaktır; örneğin ile dinin birbirine karşı özerkliğini savunanlarla birlikte, Müslümanların. Bunun da, teorik olarak ne kadar devletin dine müdahalesini, dini denetlemesini haklı eşitlikçi olunursa olunsun, hiç değilse pratikte görenler, bunu laikliğin bir gereği olarak sayanlar da eşitsizliklere yol açacağı şüphesizdir, bütün tarihsel bulunmaktadır. deneyim de bunu kanıtlamaktadır. Bir diğer gerçek de laikliğin üzerinde uzlaşılmış, Profesör el Cabiri de, laikliğin ifade ettiği şeyin, net ve tam bir tanımının bulunmamasıdır. En az kapalı ve karmaşık olduğunu ve dini devletten ayırma demokrasi kavramı kadar, herkesin istediği yere anlamında laikliğin, İslam’da devletten ayrılacak bir çektiği ve birbirine karşıt çeşitli tanımlamaların kilise olmadığından, İslam’da bir karşılığı olmadığını yapıldığı bir kavramdır laiklik de. Fakat bu demek açıklıyor. ( H. Hanefi, 1995, s. 163-65). Seyit Kutb da laikliğin değildir ki, laikliğe ilişkin bir tanım yapmamız mümkün Hıristiyanlığa özgü olduğu, İslam toplumunda yeri değildir. Laiklik tanımlamamıza geçmeden önce, olmadığı gibi gerekçelerle laikliğe karşı çıkıyor. (Samir tartışmanın zenginliğini göstermek açısından, hem Amin, Avrupa Merkezcilik: Bir İdeolojinin Eleştirisi, İstanbul, Ayrıntı Türkiye’den hem de Türkiye dışından konuya ilişkin Yayınları 1993, s. 136.) değerlendirmelere örnek vermeyi yararlı gördük. İslamcı yazarlardan Abdurrahman Dilipak, çok A ) Laikliğe Karşı Çıkan Görüşler sık kullanılan, Müslüman bir ülke olan Türkiye’de Bu karşı çıkışlar, genel olarak dinsel temelli bir ruhban sınıfı olmadığı gerekçesiyle batı tipi bir yaklaşımlardan/ tutumlardan kaynaklanmaktadır; laikliğin Türkiye’de uygulanamayacağını savunur. fakat aynı zamanda laikliğin anlamının yanlış (Abdurrahman Dilipak, Laisizm, İstanbul, Beyan Yayınları, 1991, anlaşılmasından/ çeşitli ülkelerdeki uygulamaya s. 43-4.) Rasim Özdenören (Meeker’e göre, Rasim Özdenören, bakarak yani olması gerekene değil de olana Ali Bulaç ve İsmet Özel, “çağdaş Türk deneyiminin etkili bir ifadesi bakarak laikliği, bir baskı mekanizması, devletin olarak İslami söylemi harekete geçirmeyi amaçlayan en üretken üç kitleleri manipüle etmesinin ideolojik bir aracı olarak Müslüman aydın”dır: Michael E. Meeker, “Türkiye Cumhuriyeti’nde görmekten ileri gelen karşı çıkışlar da vardır. (Bu çalışma, Yeni Müslüman Aydınlar”, Çağdaş Türkiye’de İslam, der. Richard Tezkire dergisinin 45. sayısında (Ekim/Kasım 2006) yayımlanan Kavramsal Tartışmalar Sağanağında ‘Laiklik Nedir Ne Değildir?’ başlıklı makalenin çeşitli değişikliklerle sadeleştirilmiş halidir.) Tapper, İstanbul, Sarmal Yayınları, 1993, s. 271. Bu yazarlar hakkında daha geniş bir değerlendirme için bkz. M. E. Meeker, a.g.e., s. 272-287. ) de, laikliği, doğduğu topraklara bakarak, Kahire Üniversitesi Profesörlerinde Hasan Hanefi, kilise otoritesiyle devlet otoritesinin ayrışması olarak laikliğin, Batı’da baskıcı bir ortamda ortaya çıktığını tanımlıyor. (Rasim Özdenören, “Laiklik İdeoloji mi?”, İslami 24 Şubat 2014 Araştırmalar, 1995, C. 8, S. 3-4, s. 202.) Yazar, yine Fransa’daki laikliğe aykırı bazı uygulamalara bakarak, laiklik ve vicdan özgürlüğünün birbirini zorunlu olarak gerektiren, birbirinin mütemmim cüzü olan kavramlar olmadığı sonucuna varmaktadır. (R. Özdenören, a.g.m., s. 204. Yazar, demokrasinin de Batı’ya ait olduğu, “ Irkçı, sömürücü, sınıflı, ayrımcı bir toplumsal ve siyasal yapıya yer vermeyen İslam’ın demokrasiye de yabancı kalacağı” görüşünü savunmaktadır: R. Özdenören, a.g.m., s. 205.) Çok hukukluluğu savunan Ali Bulaç da, laikliğe, din ve devleti ayırmasının “sakınca”ları dolayısıyla karşı çıkmakta. Bulaç’a göre bu ayrım, “ bireyin ve bir dine mensup toplulukların özel ve kamu hayatlarını tam ortasından bölmekte, özel hayatı dine ayırırken, kamusal alanı seküler güçlerin tasarrufuna terk etmektedir. Bu, özel hayat yanında; sosyal, ekonomik, genel kamusal hayat konusunda, amir hükümleri olan dinler ve bu arada İslam’a mensup Müslümanlar için açık bir zulümdür” (Ali Bulaç, “İslam ve Modern Zamanlarda Din- Devlet İlişkisi”, Cogito, 1994, S.1, s. 85.) B ) Laikliği Savunan Görüşler J. Baubérot, Fransa’daki durumu değerlendirirken, laikliğin bir çatışmanın meyvesi olduğu gibi bir uzlaşmanın da meyvesi olduğunu (Jean Baubérot, “Fransa: ‘Laik Cumhuriyet’”, Avrupa Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, der. Jean Baubérot, çev. Fazlı Arabacı, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2003, s. 99.) ve bu kavramın, çok boyutlu, hukuki kuralların düzenlenmesinden bir arada yaşama sanatına kadar uzanan küresel bir fenomen olduğu tespitini yapar. (J. Baubérot, 2003, s. 35.) Edgar Morin de, laikliği, “ hoşgörü ve düşüncelerin tartışıldığı çoğulcu bir kamusal alanın oluşturulması ve savunulması” biçiminde tanımlamaktadır. (J. Baubérot, 2003, s. 36.) Jean- Michel Belorgey, laikliği savunurken dinsel inançlar açısından, oldukça özgürlükçü bir tavır sergilemekte ve laikliğin, dinsel özgürlüğün iki boyutunu, dini öğretme ve inançları ifade etme özgürlüğünü, içerdiğini, aynı zamanda, din- devlet ayrılığının, devletin bir dine mensup vatandaşlarının dinsel hayatlarını geliştirecek projelerine yardım hakkını reddetmesi anlamına gelmeyeceğini savunmaktadır. (Jean Michel Belorgey, “Laiklik ve Demokrasi Açık Bir Toplumda Laiklik”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 38.) Belorgey, çok yerinde bir tespitle, laikliğin, “hiçbir şekilde din karşıtı bir mücadele veya dinin özele itilmesi” olmadığının; fakat bununla birlikte, “devletin dinin yönetimini eline alması da” olmadığını vurgular. (J. M. Belorgey, a.g.m., s. 44.) Alain Bockel, laikliği, beraberce yaşayabilmenin ve hoşgörülü bir toplumun garantisi olarak görür. Ona göre, laiklik, bir taraftan insanları özgür bırakarak 25 birbirlerine yakınlaşmalarını temin eder, diğer taraftan da bu insanlardan kimliklerinin çok belirgin çizgilerini belirtmekten kaçınmalarını isteyerek bir arada var olmanın zeminini sağlamaya çalışır. (Alain Bockel, “Laiklik ve Anayasa”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 55.) Olivier Abel de, laikliği bir arada yaşamanın, hatta bir adım daha ileri giderek hayatta kalmanın koşulu olarak görür ve laikliğe mahkûm olduğumuzu savunur. (Olivier Abel, “Dinlerin Etiği Olarak Laiklik”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Sera Yılmaz, İstanbul, Metis Yayınları, 1995, s. 32.) Ona göre, “birbirlerinden oldukça farklı unsurların toplamı olan toplumlarımızda laiklik, toplumsal yaşantının kırılgan ancak aşılmaz koşuludur” da. (O. Abel, a.g.m., s. 27.) Bu koşulu şöyle anlamlandırmaktadır Abel: “Laiklik, din karşıtı bir gücün siyaseti dinden ayırmasından çok, çoğul inanç ya da ideolojilerin (dinsel ya da din karşıtı) başkaları adına yaşama iddiasından birlikte vazgeçmeleri ve olası bir toplumda birarada var olmalarına olanak sağlayacak kuralları birlikte aramaları hareketidir.” (Oliver Abel, “Laiklik Ne Demektir”, Defter, 1990, S. 13, s. 59.) Ayrıca, laik bir devletin dine müdahalesinin (Diyanet’in, yurtdışındaki göçmenlere imam göndermenin ve nüfus cüzdanlarında din hanesinin vs.) olamayacağının (O. Abel, 1995, s. 31.) ve laiklik açısından azınlık haklarının öneminin altını çizmektedir. (O. Abel,1990 s. 63.) Laikliği entelektüel ve kültürel bir hareket olarak gören Mohammed Arkoun da, laikliğin, her türlü maneviyatın reddedilmesi, dine ve dinsel olan her şeye karşı bir düşmanlık şeklinde algılanmasını, haklı olarak, eleştirmektedir. (Mohammed Arkoun, “İslam’ı ve Laikliği Bugün Yeniden Düşünmek”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Serra Yılmaz, İstanbul, Metis Yayınları, 1995, s. 20.) Türkiye’deki tartışmalara baktığımızda, laikliği savunanlar arasında en çok kabul gören tanımın, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklindeki tanım olduğu görülmektedir. Anayasa’da, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararlarında da yerini alan bu tanım, yalnızca Kemalistlerin değil, değişik fikirlerden birçok kişinin de çok sık başvurduğu bir tanımdır. İlginç olan bir şey de, devlet- din ayrılığını devletin dini kontrol etmesi şeklinde anlayanların azımsanamayacak sayıda olmalarıdır. Elbette ki, bu paradigmanın dışından bakanlar da vardır, fakat bunlar Türkiye’de az sayıdadır. Necat Erder, din meselesini değerlendirdiği makalesinde,“dini ferdi bir vicdan meselesi olarak kabul etmek ve bunun sosyal düzende ve müesseselerdeki tezahürlerini bertaraf etmek şeklinde bir müdahale yapmak zorundayız. İnkilâp umdelerinde lâyıklık prensibinin bu şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesi Şubat 2014 icabeder” görüşünde ısrarcıdır. (Necat Erder, “Din Meselesi”, gerek ‘devlete bağlı din’ sistemlerini reddeden, din ve devlet işlerini alan olarak birbirinden tamamen ayıran Coşkun Kırca da, laikliği - Türkiye bakımından bir yönetim sistemidir” demesine rağmen, Diyanet’in, – devletin dine müdahalesi şeklinde anlayanlardandır. “Türkiye’nin özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış “Bir devlet, sırf laik olmak için laik olmaz…ancak olan ve aslında laikliği zayıflatıcı değil, aksine onu laiklikten belli amaçlar güttüğü için laik olur” diyen koruyucu nitelik taşıyan bir çözüm tarzı” olduğunu Kırca’ ya göre, “Türkiye’de laik devlet sadece inançlar ileri sürer. (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 4. B., Ankara, arasında tarafsız değildir; sadece dini dürtülerle Yetkin Yayınevi, 1995, s. 56.) S. Sami Onar, devletin dine hareket etmemekle yükümlü değildir; aynı zamanda müdahalesine karşı çıkanlardandır. Ona göre, “(l)aiklik bu ilkeler saygılı olabilmesi için, dini faaliyetleri prensibi Devletin din aleyhine bir cephe alması demek kontrol altında tutmak zorundadır.” (Coşkun Kırca, “Türk değildir. Bu, Devlet ve idare teşkilatının bitaraflığının Usulü Laiklik”, Milliyet, 07. 03. 1990.) Bu, özgürlüklerden yana ve vicdan hürriyetinin tabii bir neticesidir. Lâikliğin değil, “kutsal devlet” menfaatlerinden yana konan bir hukuk bakımından ifade ettiği mâna Devletin din tavırdır. Kırca’nın, “(d)evlet…insanoğlunun en asil işlerine müsbet veya menfi bir şekilde yani lehte veya değerlerini nefsinde toplayan ve bu değerler için aleyhte müdahale etmemesi demektir.” (S. Sami Onar, vatandaşın kendisini ‘feda’ etmesinin gerekebileceği İdare Hukukunu Umumi Esasları, C. 2, 3. B., İstanbul, İsmail Akgün inancına dayanan bir üst değerdir” (Yüksel Taşkın, “Coşkun Matbaası, 1966, s. 719.) Kırca”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm, C. 2, 2. B., Lütfi Duran da, laikliğin devletin dine müdahalesine İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2002, s. 575.) tespiti de, bunun izin vermeyeceğini savunur. Ona göre, “laik devlet, daha açık bir kanıtıdır. yasama yetkisini kullanırken, din kurallarını göz Mümtaz Soysal, laikliğin, Türkiye’de, Batı’dakinden önünde tutmak ve emirlerine uymak mevkiinde farklı olarak, “dinin toplum işlerinden, toplumsal olmadığı gibi; yürütme ve idare fonksiyonları arasında, görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dini hizmetler ve faaliyetler yapmamak zorundadır.” dünyalarından dışarılara taşmayan bir inançlar bütünü (Lütfi Duran, “Bizde Laiklik”, Cumhuriyet, 8 Mart 1965.) sayılabilmesi” gibi bir “unsur” taşıdığını belirtmektedir. Bülent Daver’e göre, laiklik, dini ve dünyevi (Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, 11. B., İstanbul, otoritelerin birbirinden tamamen ayrılmasını, Gerçek Yayınevi, 1997, s. 172.) Yine, Soysal’a göre, “dinin din işlerinin bireysel, özel bir sorun sayılarak toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin düzenlenmesinin cemaatlere bırakılmasını; devletin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi” dinler karşısında tarafsız kalmasını ve muhtelif dinlere için de devlet bünyesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olanlar arasında hiç bir ayrım yapmamasını, yer verilmiştir. (M. Soysal, a.g.e., s. 174.) böylece din özgürlüğünün sağlanmasını, buna karşılık Yavuz Sabuncu, laikliği, “ kısaca, din ve devlet dinsel otorite, ilke ve inançların da hiçbir biçimde işlerinin birbirinden ayrılması ve bu yolla din ve devlet ve dünya işlerine karışmamasını gerektiren bir vicdan özgürlüğünün sağlanması” biçiminde ilkedir. (Bülent Daver, Layiklik, Ankara, Son Havadis Matbaası, tanımlamaktadır. (Yavuz Sabuncu, Anayasaya Giriş, 9. B., 1955, s. 8.) Ankara, İmaj Yayıncılık, 2003, s. 118.) Ayrıca, ona göre de, Laikliği savunan muhafazakâr çevreler içinde, en “gerek İslam dininin kendine has özellikleri, gerekse kapsamlı laiklik değerlendirmesi yapanların başında Türkiye’nin tarihsel koşulları, Türkiye’de dinsel yer alan A. Fuat Başgil (Ahmet İnsel, muhafazakâr çevrelerin hizmetlerin devlet hizmetlerinden tamamen ayrılarak, laiklik konusundaki tavrının en kapsamlı özetini, Başgil’in yaptığını tümüyle bağımsız, cemaat örgütlerine bırakılmasına kaydediyor. Bkz. Ahmet İnsel, “Laiklik, cumhuriyet ve sosyalist olanak vermemektedir.” Bu sebeple, devletin idari hareketler”, Birikim, 1989, S. 2, s. 29.), laikliği, din özgürlüğünün yapısı içerisinde, Diyanete yer verildiğini belirten bir güvencesi olarak görür. Ona göre, laiklik, Batı’da Sabuncu; buradaki esas amacın, “dini inançları kişinin olduğu gibi, “din ile devletin ayrılması ve devletin vicdanında tutma olarak özetlenebilecek olan laiklik din, dinin de devlet işlerine karışmaması; memlekette politikasının gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak” mevcut ve maruf din ve mezheplere karşı devletin olduğunu savunur. (Y. Sabuncu, a.g.e., s. 125.) Tanör tarafsız bir vaziyet alması, bunlardan hiçbirini, diğeri de, Diyanetin, Kemalist laiklik anlayışını kitlelere aleyhine olarak, hususi surette imtiyazlandırmaması; götürücü bir tramplen, bir araç görevi görmüş olması buna mukabil, dinin de devlete karşı, nisbi de olsa, dolayısıyla yararlı olduğunu ifade eder. (Bülent Tanör, bir muhtariyet içinde ahlaki ve manevi hayatın nizamı “Laiklik, Cumhuriyet, Demokrasi”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim olarak hüküm sürmesidir.” (A. Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 3. B., Ö. Kaboğlu, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 29- 30.) Aynı şekilde, İstanbul, Yağmur Yayınevi, 1977, s. 161.) Başgil, ısrarla, laikliğin Özbudun da, laikliğin, “ gerek ‘dine bağlı devlet’, bir din düşmanlığı olmadığını (A. FuatBaşgil, a.g.e., s. 164.) Forum, 1956, C. 5, S. 52, s. 10.) 26 Şubat 2014 ve din ile devletin birbirine karşı özerkliğinin laikliğin olan makam yine devletin kendisidir. Üstelik modern bir gereği olduğunu vurgular. (A. Fuat Başgil, a.g.e., s.171. devletin “işi”nin sınırlarının ne olduğunu bir kenara Ahmet İnsel, Başgil’in görüşlerinde çelişkiler bulunduğunu belirtir. bıraksak bile, din işi denilen şey, Tanrı’nın yeryüzüne “ Başgil ve onu izleyen muhafazakâr yazarlar için, devlet topluma inip de, “bu benim işimdir” dediği bir şey olmadığına dini konularda müdahale etmemeli, buna karşılık toplumsal güçler göre, “din işi”nin ne olduğunu, nerede başlayıp nerede de kendi değerlerinin devletleşerek, genel ve zorunlu değerler bittiğini net bir biçimde ortaya koyabilecek olan olmasını talep etmemelidirler. Buna karşılık eğitim geleneksel ahlak kimdir? Bunun, basitçe geçiştirilebilecek bir konu içinde verilmelidir. Geleneksel ahlak içinde din etmeni belirleyici olduğunu düşünmemekteyiz. Cangızbay’ın işaret olduğu ölçüde…laikliği tartışmalı bir eğitim sistemi teklif” edilmiş ettiği gibi, dinsel olan, hiçbir zaman kendi içinde/ olunacaktır: A. İnsel, a.g.m., s. 29. Ayrıca Başgil’in görüşlerinin ontolojik açıdan dinsel değildir; dinsellik ‘öyle olarak Kemalist bir eleştirisi için bkz. Özer Ozankaya, Türkiye’de Laiklik bilmeye/ tanımaya bağlı’ (gnozeolojik) bir kategoridir. Atatürk Devrimlerinin Temeli , 6. B., İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s. 105- 116.) (Kadir Cangızbay, Çok- hukukluluk, Laiklik ve Laikrasi, Ankara, Liberte Yayınları, 2002, s. 67.) Yani, bir şeye dinsel bir II ) LAİKLİĞİN KAVRAMSAL AÇIDAN YENİDEN İNŞA DENEMESİ Yukarıda da görüldüğü gibi, konu hemen herkesçe tartışılmış ve birbirine karşıt değişik fikirler ileri sürülmüştür. Laikliği savunur görünenlerin bir kısmınca, laiklik kavramı daha anlaşılmaz, müphem bir kavram haline getirilmekte, dayandığı temeller aşındırılarak, bilerek veya bilmeyerek, laiklik gerçek anlamına uzak farklı bir öğreti haline getirilmekte ve bu, devletin baskıcı, toplumu bütün veçheleriyle düzenleme doğrultusundaki eylem ve işlemlerine teorik bir dayanak sunmaktadır. Laikliği savunur görünen kimi görüşler, laik siyasal iktidarın içinden çıktığı koşullara, yani kiliseden bağımsızlaşma ve onun siyasal ve sosyal hayat üzerindeki etkisinin kırılması mücadelesinin verildiği döneme bakarak, laikliği, dine karşı bir mücadele, başka bir biçimde söylersek, dinin siyasal ve sosyal alandaki her türlü görünümünü/ etkisini ortadan kaldırmak ve onu vicdanlara ‘hapsetmek’ şeklinde anlamakta/ teorize etmektedirler. İlginç olan ve bizi yanıltmaması gereken şey; kimileri, devletin dine müdahalesini, onu denetim altına almasını açıkça dillendirirken, bazılarının bunu, dolaylı biçimlerde, tarihsel- toplumsal zorunluluk vb. gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışıyor olmasıdır. Bizce, bu yaklaşımın temelinde, devleti topluma karşı koruma ‘güdüsü’ yatmaktadır. Bu yaklaşım, halkın “gerici”, “cahil” bir yığın olduğu ve laikliğin, devletin bu yığını (onun adına, onun için) “uygarlaştırma”sının “bilimsel”, “rasyonel” bir aracı olarak kullanılabileceği algılamasına dayanır. Türkiye’deki, laiklik konusunda var olan paradigma, nasıl çeşitlendirilirse çeşitlendirilsin, esasta “din ve devlet işlerinin ayrılığı” tanımına dayanmaktadır. Bu tanımı yaptıktan sonra, artık devletin dine müdahalesini, onu denetlemesini açıktan savunmaya hiç de gerek kalmamaktadır. Çünkü burada, “din işi” denilen ile “devlet işi” denilenin ayrımını yapacak değer ancak “yüklenebilir” ya da “verilebilir”; bu fiiller bize, bir şeyin “dinsel” / “din işi” olup olmamasının, o şeyin kendi iç özelliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmadığını, dışarıdan birileri, başka bir ifadeyle, seküler güçler tarafından yapılabilmekte olduğunu göstermektedir. Müslümanların yaşamadığı, İslam’ın bilinmediği bir coğrafyadan gelen biri için, camide okunan ezan, bir tür müzik, belki ağır makamda söylenen bir nevi şarkı olarak değerlendirilebilecektir. Başka bir örnek verecek olursak, bir taş yığını, ancak birileri tarafından, kutsallık atfedildiğinde, bir mabet halini alabilir. Bu birinci gerçekliktir. İkincisi de, açıkça söylemek gerekir ki, dinsel değerler, işler, edalar, kültürel bir özellik taşır; bunlar kültürün dışına atılamaz, kültürden soyutlanamazlar. Altını çizerek söylersek, dinsel dediğimiz- din işi dediğimiz şeyler, aynı zamanda kültüreldir de ve bu durum “tesadüfi ve arızi, yani olumsal (contingent, ‘olabilir de- olmayabilir de’) bir durum değil, varlıksal bir zorunluluktur… dinsel olan mutlaka kültüreldir de.” (K. Cangızbay, 2002, 27 s. 68.) Biraz daha açacak olursak, din insanların, oturup kalkmasından tutun da, traş olma şekline, yeme içme alışkanlıklarına, selamlama, acı- sevinç- şaşkınlık belirten ünlemlerine kadar hemen hemen bütün davranış modellerine etki etmektedir. Öyle ki, dinin, kültürle olan bu iç içeliği, belli bir kültürel yapı içinde yetişmiş ve bir eşikten sonra bu yapıya ait olan dini inançları, felsefi olarak reddetmiş, örneğin ateizmi benimsemiş bir kişinin bile, çoğu zaman yaşamında dinsel kökenli alışkanlıkları devam ettirmesinde rahatlıkla görülebilmektedir; bu, aynı zaman da kültürel birikimlerin kişi üzerindeki etkisidir de. Bu açıdan bakılınca, kökleri binlerce yıla dayanan dinsel değerlerin, kişi ve toplum hayatı üzerindeki etkisi, ister istemez siyasal alanda da kendini gösterecektir; bu da gayet anlaşılır bir durumdur. Bakır Çağlar’ın, “hukuk düzeni ile dini sistemler arasında, yer yer, açık ya da örtülü birbirine karışmalar görülür. Sosyal Şubat 2014 kültürlerde varolan dini değerler, hukuk düzenlerini, hukuk politikalarını da etkilerler” (Bakır Çağlar, “Türkiye’de Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laiklik ve Farklı Anlamları Üzerine”, Cogito, 1994, S. 1, s. 113. Gözler’e göre de, “laik hukuk sistemlerinde, her zaman dini kökenli hukuk kuralları bulunmuştur ve halen de bulunmaktadır. Örneğin hafta sonu tatillerinin Cumartesi ve Pazar günleri olması tamamıyla dini kökenlidir.” Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi, 2000, s. 149.) şeklindeki tespiti de bu söylediklerimizi teyit etmektedir (Aşağıda değineceğiz, fakat bir yanlış anlaşılmayı önlemek için bu noktada küçük bir parantez açmayı gerekli görüyoruz: ‘Siyasal hayat üzerinde- hukuksal düzenlemelerde dinsel etki ve izler görülebilir’ demekle, bu alanların meşruiyetini dinden almasını, kendilerini dine dayandırmasını savunmak bambaşka şeylerdir; ki, bu son söylediğimizin laiklikle bağdaşma imkanı yoktur). Bu tespitlerimiz göstermektedir ki, kültürel olanın her tarafında bulunabilecek olan “din işi”, siyasal iktidar sahiplerince, istenildiği zaman, yani kendi iktidarlarının tehlikeye girdiği her vakit, “devlet işi”ne karıştığı gerekçesiyle ve “aklın”, “bilim”in ve “çağdaş”lığın da bir gereği olarak denetlenip baskı altına alınabilecektir. Bu, şu anlama da gelmektedir: Devlet, dinin, sosyal düzende ve müesseselerdeki tezahürlerini bertaraf etmek ve onu olması gereken yere, vicdanlara itmek için, toplumsal yapının bütünü üzerinde bir baskı/ denetim mekanizması kurabilecek ve bu otoriter ve totaliter yönetim anlayışını, laikliğin bir gereği olarak meşrulaştırabilecektir. Oysa gerçekte laiklik, ne adına olursa olsun toplumun baskı altına alınmasının, tek-tip bir yaşam modelinin ve inançlardüşünceler sisteminin kabulüne zorlanılmasının bir aracı değil, özgürlüklerin önünü açmanın, farklı inançdüşünce ve dinlerin bir arada yaşayabileceği barışçılçoğulcu bir zeminin oluşturulmasının bir yöntemi olarak anlaşılmalıdır. (Erkan Akın’a göre de, “laiklik, Kemalizmin yaptığı gibi dinsel olanı devlete ait olandan ayırt etmek için bir kriter ortaya koymaya çalışmak olarak değil, ister çağdaşlaşma, ister akılcılık, ister pozitif bilim adına olsun, devletin sivil topluma müdahalesini en aza ve ya hiçe indirgemek olarak anlaşılmalıdır”: Erkan Akın, “Kemalizm, Laiklik,Halkçılık ve Demokrasi”, Türkiye Günlüğü, 1990, S. 13, s. 80. ) Tam da bu sebeple, demokratik bir sistem, laik olmaya da mahkûmdur. Din ve devlet işlerinin ayrılığı söylemi ile aynı işleve sahip olan bir başka retorik de, dinin vicdani bir mesele olduğu, , kişilerin iç dünyalarından dışarılara taşmayan bir inançlar bütünü olarak kabul edilmesi, bunun için vicdanlara itilmesi gerektiği şeklindeki söylemdir. Bunun da, devletin müdahalesine açık bir çek verdiği gün gibi ortadadır. Dinin salt bir vicdan değil, akıl meselesi de olabileceği şeklinde bir teolojik 28 tartışmaya burada yer verme imkânımız yoktur; fakat yukarıda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi, dini inançlar, tabiiyetiyle, vicdanın dışına çıkacaktır. Kişinin inançları, davranış biçimlerine, sosyal ilişkilerine yansıyacaktır. M. Ali Kılıçbay da, “Laiklik Türkiye’de söylendiğinin, ders malzemesi olarak ezberletildiğinin tersine, din ile devlet işlerinin ayrılması; uygulandığının aksine devletin dini kendi bünyesinin içine alarak denetlemesi değildir” (M. Ali Kılıçbay, “Laiklik, Siyaset ya da Uygarlık Değiştiren Toplumun Su Yüzündeki Kavgası” Türkiye Günlüğü, 1990, S.13, s. 64.) demektedir; öyleyse nedir bu enigmaya dönüşen paradigma? Cumhuriyetin başından beri, en çok tartışılan konulardan biri olmasına rağmen, üzerinde ciddi bir mesafe alınamamış olan laiklik, kavramsal olarak nasıl temellendirilmelidir? Laiklik, devletin tarafsızlığını ifade eden bir prensip midir, yoksa toplumu “aydınlatma” işinin aktif, militan bir aracı mıdır? Laiklik, özellikle Türkiye gibi toplumlarda “çözümü olmayan bir problem” (Mümtaz Soysal, “ Türkiye gibi dine dayalı toplumda laik bir toplum yaratmaya çalışmak, çözümü olmayan bir problemi yapmaya kalkmaktır. Hiçbir zaman da biz bu problemi çözemeyiz” demektedir: Mümtaz Soysal, “Laiklik Problemini Çözemeyiz”, Güneş, 14 Ocak 1990. Biz, Soysal’ın bu ifadelerinden, farklı bir okumayla, iki anlam çıkarmaktayız: Birincisi, toplum laikleştirilmeye çalışılmıştır, yani laiklik, Türkiye’de siyasal- hukuksal bir ilke olmaktan ziyade, “yeni” bir toplum yaratmanın ideolojisi olarak kullanılmıştır. İkincisi, bu “proje” çok ciddi bir problem doğurmaktadır; öyle ki, proje başarısız olmuştur veya olmaya mahkûmdur.) midir, gerçekten? İnsanların bütün kültürel ve tarihsel bağlarıyla ilişkilerinin koparılmasının, yaşamlarının her noktası ve anının “başka birileri” tarafından düzenlenmesinin meşru dayanağı haline getirilebilen bir kavram, bu biçimde yaklaşılarak çözümsüz bırakılabilir mi? Tartışmaya sondan başlayalım; bir kere, bir takım“eleştiri”ler taşısa bile – ki bizce, meseleyi köklerine inip ele almayan, değişiklik öngörmeyen yaklaşım bir eleştiri değil, mevcudu sürdürmek için eleştirir gibi yapmaktır- bu şekildeki bir yaklaşım, var olan “çözümsüz” durumu meşrulaştırılmaktadır. Çözümsüzlüğün kabulü, “birileri” adına benimsenmiş bir çözümün konmamış adıdır. Örneğin, bir yerde sürekli bir çatışma hali varsa, sizde üzülerek bunu sonlandıracak bir yol olmadığını, üstelik bir aydın olarak, ifade ediyorsanız bu, o çatışmada güçlü olan lehine bir çözüm benimsemiş olmak ve zayıfın sürekli mağdur olmasını kabul etmek anlamına gelir; başka hiçbir şey değil. İkincisi, çok sık yapılan bir yanlıştır: Laiklik bir problem/ sorun değil, bir sorunsaldır. Her şeyden önce bu ikisini ayırmak gerekir. “laiklik problemi/ Şubat 2014 sorunu” şeklindeki ifadelendirmeler, bilinçsiz bir biçimde yapılan dil yanlışları olarak kabul edilip geçiştirilebilirse de, bu tarz bir ifadelendirmenin, sıradan yurttaşların zihninde bıraktığı etki, ilginç bir araştırma konusu olur diye düşünüyoruz. Üçüncüsü, altını kalın çizgilerle çizerek söyleyelim, laiklik kavramı nötr bir içeriğe sahiptir. Bu anlamda, toplumu, ne adına olursa olsun, dinsel- kutsal değerlerinden arındırma, bu değerleri kontrol altına alma, sınırlama, bastırma, ortadan kaldırma gibi amaçlar gütmez, bu tür amaçlar için militanlık yapmaz. Laiklik, toplumu dinsizleştirme yönünde kullanılabilecek bir ideoloji değil; dinin/kutsalın, devletin meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarılmasını güvence altına alan, hukuksal- siyasal bir ilkedir. Erdoğan da,“(l)aiklik, sekülerleşme veya sekülarizmden farklı olarak, sosyolojik değil, fakat yalnızca siyasalhukuki bir ilkedir. Gerçekten, laiklik toplumun veya toplumsal bir durumun niteliği olmayıp, bir siyasal örgütlenme biçiminin… bir ilkesi veya niteliğidir” (M. Erdoğan, 1995, s. 184-5. ) vurgusunu yapar. Vergin de, laikliğin felsefi bir erek, finalité olmadığını, özgürlük gayesine ulaşmakta bir araç-kavram, bir sosyal barış yöntemi olduğu fikrindedir. (Nur Vergin, “Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin ‘Bitmeyen Senfono’si”, Türkiye Günlüğü, 1994, S. 29, s. 17.) Ve bu araç- kavram/ ilke, bütün dinler, mezhepler, dini, tanrıyı reddeden düşünceler de dâhil olmak üzere, bütün dini inanç, kanaat ve düşünceler karşısında tarafsız davranmayı, birini yekdiğerine karşı imtiyazlı kılacak veyahut da mağdur duruma sokacak şekilde hareket etmemeyi zorunlu kılar. Sonuç olarak, söylediklerimizi toparlar ve bir tanım vermeye çalışırsak: Laiklik, siyasal ve dinsel otoritelerin/kurumların birbirinden ayrılıp, birbirine karşı özerklik kazandığı, egemenliğin tanrıya veya daha kapsayıcı bir ifadeyle söylersek, kutsal olana dayandırılmadığı, devletin siyasal örgütlenmesini, hukuk düzenini, herhangi bir eylem ve işlemini kutsal olan ile meşrulaştırmadığı, bununla birlikte de, devlete, hukuk sistemini mutlak olarak dinsel olanla örtüşmeyecek biçimde düzenleme, tamamen dinsel olanın dışında düzenlemeler yapma (Hukuk düzeninin, bu durum başlı başına laikliğe aykırı olarak kabul edilebilir mi? Ya da cumanın, Türkiye’de hafta sonu tatili olarak kalması, laikliğe halel getirir miydi? Aynı biçimde, Hicri takvimin, dinsel bir başlangıç noktası olması, bu takvimin, devletin laik niteliğiyle uyuşmayacağı dolayısıyla reddedilmesini mi gerektirir? Peki bu durum karşısında, benzer bir anlama sahip olan Miladi takvimin de reddedilmesi gerekmez mi?) gibi bir zorunluluk da yüklemeyen (Kanaatimizce, böyle bir yönelim, bir dini kaldırıp bunun yerine “çağdaş”, “akılcı” resmi din/dinler yaratma riskini taşıyabilecektir.), devleti dinler karşısında tarafsız bir konuma iterek, farklılıkların(değişik inanç gruplarının), hiyerarşik bir derecelendirmeye tabi tutulmadan, eşit koşullar içerisinde bir arada yaşamasının güvencesi olan bir ilkenin adıdır. Laikliğin özünde, dinsel olan her şeyle uzlaşmaz bir çelişki görmek doğru değildir. Laikliğin karşı çıktığı şey, dinsellik/ kutsallık değil, bunların eşitsiz ilişkiler yaratacak bir hak ölçütü, bir imtiyazlandırma ve/ veya tahakküm aracı haline getirilmesidir. Cangızbay’ın güzel bir biçimde ifade ettiği gibi, “ laikliğin derdi, ne şu kültle (tapınıyla), ne bu kültle, ne de kültlerin kendisiyle değil, herhangi bir kült adına insanların zapturapt altına alınmasıyla/ alınmak istemesiyledir: hem de bu kült ister dinsel olsun, isterse de profan (lâdini/ din-dışı).” (K. Cangızbay, 2002, s. 74.) Kesin olan bir şey var ise, o da laikliğin, insanların yaşamlarını, devletin tercih ettiği/ dayattığı modellere karşı, kendi inançları doğrultusunda örgütleyebilecekleri bir özgürlükler manzumesi olduğudur (B. Çağlar’ın, laikliği, “haklara sahip olma hakkı” şeklinde tanımlamasının da, yaklaşımımızla paralellik gösterdiğini Bu özgürlük tabi ki herkesin her istediğini yapabilmesi anlamında bir “serbesti” demek değildir. Her şeyden önce “öteki”lerin hak ve hürriyetlerini baskı altına alınmaması/ ihlal edilmemesi gerekir. İnsan hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelen bir dini anlayışa/ yoruma, devlet, “laik” niteliği dolayısıyla, “aman dini vecibesini engelleyerek laikliğime halel getiririm” diyerek seyirci kalmayacaktır elbette. Örneğin, bir din, ayinlerinde insan kurban edilmesini emrediyorsa, devlet buna müdahale etmeyecek midir? Ülkemizde yaşanan Hizbullah terörünün failleri, kendi İslami dinsel olanla örtüşebileceği noktaların olabileceğinin söylenmesi, yorumlarına dayanarak, insan kaçırmayı, hapsetmeyi, bazı Avrupa devletlerinde yapıldığı gibi, dinsele devletin varlığını işkence yapmayı ve nihayetinde öldürmeyi meşru meşrulaştırmaya yönelik bir işlev yüklenmesi anlamına gelmediği, görüyorlardı; bunu dinin gereği sayıyorlardı. 1993 yaptığımız tanımın bütünü göz önüne alınarak değerlendirildiğinde yılında, Sivas’ta “birileri”, kendilerinden saymadıkları açığa kavuşacaktır. Bu örtüşmenin anlamını açıklamak için örnek “ötekileri” Allah ve din adına katletmişlerdi. Hemen verecek olursak, pazar gününü Hıristiyanların dinsel tatili olmasına her Ramazan ayında –özellikle üniversitelerdekarşın, Fransa’da bu gün resmi hafta tatili olarak kabul edilmiştir; oruç tutan (en azından böyle görünen) kişiler 29 düşünüyoruz. Bkz. B. Çağlar, 1994, s. 113.) Şubat 2014 içinden “birileri”, oruç tutmayanlara karşı çeşitli biçimlerde (oruç tutmaya zorlama, yeme- içmelerinin engellenmesi vb.) tacizkar/ saldırgan davranışlarda bulunmaktadırlar. Bu kişilerin, bu tür eylemleri dini inançlarına dayandırmaları, devletin bu zapturapta karşı çıkmayacağı anlamına gelmiyor; bilakis laik devlet bu tür baskıların önüne geçecektir/ geçmelidir; bunlara karşı vatandaşın güvencesi olacaktır/ olmalıdır. İkinci ve önemli bir şey de kamu düzenini tehdit ve ihlal edecek eylemlerde bulunulmaması gerekliliğidir. Tabi bu sorun kolay çözümlenebilecek bir şey değildir. Her devlet modelinin kendine özgü bir kamu düzeni anlayışı bulunmaktadır. Örneğin, diktatörlüğün egemen olduğu bir rejimde de devletin bir kamu düzeni bulunmaktadır ve belki burada bir ırkın/ dinin mensuplarının sokaklarda dolaşması bile kamu düzenini ihlal eden bir davranış olarak tanımlanmış olabilir. Böyle çetrefilli bir konuda, bizim yaklaşımımız özetle şu şekildedir: Özgürlükler kamu düzenlerine bakılarak tanımlanıp biçimlendirilmemelidir, kamu düzenleri ancak özgürlükler esasında düzenlenipbiçimlendirilmelidir; bu, gerçek bir demokrasinin de temelidir. Ankara: İmge Kitabevi. Bockel, Alain, 2001, “Laiklik ve Anayasa”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara: İmge Kitabevi. Bulaç, Ali, 1994, “İslam ve Modern Zamanlarda Din- Devlet İlişkisi”, Cogito, S.1 Cangızbay, Kadir, 2002, Çok- hukukluluk, Laiklik ve Laikrasi, Ankara: Liberte Yayınları. Çağlar, Bakır, 1994, “Türkiye’de Laikliğin ‘Büyük Problem’i Laiklik ve Farklı Anlamları Üzerine”, Cogito, S. 1 Daver, Bülent, 1955, Layiklik, Ankara: Son Havadis Matbaası. Dilipak, Abdurrahman, 1991, Laisizm, İstanbul: Beyan Yayınları. Duran, Lütfi, 1965, “Bizde Laiklik”, Cumhuriyet, 8 Mart 1965. Erdoğan, Mustafa, 1995, “Sekülarizm, Laiklik ve Din”, İslami Araştırmalar, C. 8, S. 3-4 Erder, Necat, 1956, “Din Meselesi”, Forum, C. 5, S. 52 Gözler, Kemal, 2000, Türk Anayasa Hukuku, Bursa: Ekin Kitabevi. Hanefi, Hasan, 1995, “Laiklik ve İslam”, İslami Araştırmalar, C.8, S. 3-4. İnsel, Ahmet, 1989, “Laiklik, cumhuriyet ve sosyalist hareketler”, Birikim, S. 2. Kılıçbay, M. Ali, 1990, “Laiklik, Siyaset yada Uygarlık Değiştiren Toplumun Su Yüzündeki Kavgası”, Türkiye Günlüğü, S.13. Kırca, Coşkun, 1990, “Türk Usulü Laiklik”, Milliyet, 07. 03. 1990 Meeker, Michael E., 1993, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Yeni REFERANSLAR: Müslüman Aydınlar”, Çağdaş Türkiye’de İslam, der. Richard Tapper, Abel, Olivier, 1995, “Dinlerin Etiği Olarak Laiklik”, Avrupa’da Etik, İstanbul: Sarmal Yayınları. Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Sera Yılmaz, İstanbul: Metis Onar, S. Sami, 1966, İdare Hukukunu Umumi Esasları, C. 2, 3. B., İstanbul: İsmail Akgün Matbaası. Yayınları. Ozankaya, Özer, 1995, Türkiye’de Laiklik Atatürk Devrimlerinin Oliver Abel, 1990, “Laiklik Ne Demektir”, Defter, S. 13 Akın, Erkan, 1990, “Kemalizm, Laiklik,Halkçılık ve Demokrasi”, Temeli , 6. B., İstanbul: Cem Yayınevi. Özbudun, Ergun, 1995, Türk Anayasa Hukuku, 4. B., Ankara: Türkiye Günlüğü, S. 13 Amin, Samir, 1993, Avrupa Merkezcilik: Bir İdeolojinin Eleştirisi, Yetkin Yayınevi. Özdenören, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Arkoun, Mohammed, 1995a, “İslam’ı ve Laikliği Bugün Yeniden Düşünmek”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik, çev. Sosi Dolanoğlu ve Rasim, 1995, “Laiklik İdeoloji mi?”,İslami Araştırmalar, C. 8, S. 3-4. Sabuncu, Yavuz, 2003, Anayasaya Giriş, 9. B., Ankara: İmaj Yayıncılık. Serra Yılmaz, İstanbul: Metis Yayınları. Arkoun, Mohammed, 1995b, “Hristiyanlık ve İslam’da manevi/ Yüce Otorite ile Siyasi Güç Arasındaki İlişkinin Serüveni”, İslami Soysal, Mümtaz, 1997, 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, 11. B., İstanbul: Gerçek Yayınevi. Soysal, Mümtaz, 1990, “Laiklik Problemini Çözemeyiz”, Güneş, Araştırmalar, C. 8, S. 3-4. Başgil, A. Fuat, 1977, Din ve Laiklik, 3. B, İstanbul: Yağmur 14 Ocak 1990 Tanör, Bülent, 2001, “Laiklik, Cumhuriyet, Demokrasi”, Laiklik ve Yayınevi. Baubérot, Jean, 2003a, “Fransa: ‘Laik Cumhuriyet’”, Avrupa Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, der. Jean Baubérot, çev. Fazlı Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, Ankara: İmge Kitabevi. Taşkın, Yüksel, 2002, “Coşkun Kırca”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Kemalizm, C. 2, 2. B., İstanbul: İletişim Yayıncılık. Arabacı, İstanbul: Ufuk Kitapları. Baubérot, Jean, 2003b, “Önsöz”, Avrupa Birliği Ülkelerinde Dinler ve Laiklik, der. Jean Baubérot, çev. Fazlı Arabacı, İstanbul: Tunaya, Tarık Zafer, 1999, Batılılaşma Hareketleri, C. 2 , İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Vergin, Nur, 1994, “Din ve Devlet İlişkileri: Düşüncenin ‘Bitmeyen Ufuk Kitapları. Belorgey, Jean Michel, 2001, “Laiklik ve Demokrasi Açık Bir Senfono’si”, Türkiye Günlüğü, S. 29. Toplumda Laiklik”, Laiklik ve Demokrasi, der. İbrahim Ö. Kaboğlu, 30 Şubat 2014 31 Şubat 2014 32 Şubat 2014