Burhan 124 Ocak 2016.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
¿mH
Olan Her şeyde hayır ve hikmet vardır.
Rabbimizin biz kulları için seçip belirlediği dinin
emir ve yasaklarında da sayısız hikmet vardır.
Orucun asıl hikmeti, perhiz yapmak denirse;
biri çıkar ben diyetisyen gözetiminde daha sağlıklı
perhiz yapıyorum, dolayısıyla oruç tutmama gerek
yok diyebilir. Oruc ibadeti de Yüce Mevlâ emrettiği için tutulur. Oruc ile melekleşen kul,
nefsini eğitmiş ve Yüce Yaratıcısına yakınlaşmış olur.
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Yüce Allah’ın bir adı da el-Hakîm’dir.
Hakîm olanın her söylediğinde ve her eylediğinde
sayısız hikmet vardır. Ancak hikmetleri doğru
tespit etmek önemlidir. Bazen hikmet gibi görünen şeyler, asıl hikmet olmayabilir. Şöyle ki:
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Namaz, Yüce Allah’ın emri olduğu için kılınır/
kılınmalıdır. Elbette namazda çok büyük hikmetler vardır. Ancak onun asıl hikmeti, sınav
sorusu olmasıdır. Kullar namazla sınanmaktadır.
Elbette namazın pek çok hikmeti, illeti, sebebi vardır.
Ancak onun hikmeti olarak tespit edilen şey, her zaman ve herkes için aynı durumda olmayabilir.
Her şeyden önce namaz, Yüce Allah’ın
emri olduğu için kılınır. Diğer emir ve yasaklar
da öyle. Emirler, öncelikle Yüce Allah emrettiği
için yapılır, yasaklar da O yasakladığı için kaçınılır. Sözgelimi namazın hikmeti olarak, hareket
etme, zamanı disiplinize etme, temiz olma gibi şeyler
gösterilirse; biri çıkar der ki ben sporcuyum, fazlasıyla hareket ediyorum, o halde namaz kılmama gerek
yok diyebilir. Bir başkası, ben her şeyi saatli olan
dakîk bir adamım, hayatım saat gibi düzenlidir, dolayısıyla hayatımı düzenlemek için namaz kılmama
gerek yok, diyebilir. Bir başkası ben çok titiz ve temiz
bir adamım; temiz olmak için abdest ve namaza ihtiyacım yok diyebilir. Demek ki namazdaki asıl hikmet
hareket etmek, hayatı disiplinli bir hale getirmek ve
temiz olmak değildir. Elbette namaz kılan kimse bu
sayılanları yerine getirmiş olur. Ancak namaz Yüce
Yaratıcının emri olduğu için kılınmalıdır. Namazla
kul, Rabbi ile irtibat kurar ve manen dolar,
huzura erer.
Alkolün haram kılınma sebebi, aklı gidermesi ve
insanı sarhoş etmesidir, denirse; biri çıkar ben sarhoş
olmayacak ve kendimden geçmeyecek kadar ölçülü içiyorum diyebilir. Oysa alkolün haram olması, Yüce Yaratıcı yasakladığı içindir. Elbette
Yüce Rabbimiz, kullarının hayrına olmayan
şeyleri onlara yasaklamıştır.
Domuz etinin haram kılınışı, sağlığa zararlı maddeler içermesidir, denirse; bir Avrupalı çıkar, domuz
etindeki zararlı olan tüm her şey bertaraf edilmektedir, bu durumda domuz eti haram olmaktan çıkar
diyebilir. Halbuki, koyun etini kullarına helal
kılan Yüce Allah, domuz etini onlara haram
kılarak onları sınamaktadır.
Hayvanı besmele ile kesmenin hikmeti, hayvanın etindeki kanının büyük ölçüde boşaltılmasıdır,
bu da sağlıklı et için çok önemlidir denirse; birisi çıkar ateist bir kasap da besmele de çekmiyor ama
aynı şekilde boğazlıyor, onun kestiği helal olur mu
diyebilir. Burada biz Yüce Yaratıcı besmele ile
kesimine izin verdiği için hayvanı besmele ile
keseriz. Besmele, Allah adına bir cana kıyıp
onu helal edinmedir.
Örtünmenin temel hikmeti, karşı cinsi tahrik etmemektir denirse; biri çıkar ben karşı cinsi çıplak da
görsem tahrik olmam diyebilir. Oysa kadın erkek
tesettür ile denenmektedir.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Sayı:
Kardeşlik Dediğin İşte Böyle Olur 4
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
Alimler ve Amirler 7
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
Orta Ümmet; Muhammed (s.a.v.) Ümmeti 8
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Serdar TAŞAR
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Aç Kurtların Sofrasında Din 12
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Hakkıyla Kulluk Yapmak 16
Musa KARACA
Nureddin YILDIZ
Kelam-ı Kadimi’in Anlam Haritası 20
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Dr. İhsan ŞENOCAK
Talha AKA
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler 28
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Talha AKA
Gsm: 0541 580 1969
!
Amellerin Değeri İhlas
"
#
(
'
)
*
+
,
)
%
&
İbni Arabi ve Ekberi Mektebi 44
'
*
-
.
%
/
0
&
+
&
$
2
"
0
Fetih Islah ve İnşadır 48
#
0
3
0
0
1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
3
4
1
#
2
0
$
1
5
$
3
6
1
$
Adalet İhtiyacımız 52
Bahaddin ELÇİ
Başarıyı “ Sanal Âlemde” Arayan Öğrenciler 56
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Murat TÜRKER
$
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Sen ve Ben, Bura ve Öte… 51
1
$
$
#
Ersan BİLGİN
1
#
Memduh ERGİN
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
Abdullatif ACAR
#
$
36
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
M. Emin KARABACAK
Çalışmak İbadettir
[email protected]
www.burhandergisi.com
Ama Farklı İbadetlerin Yerine İkame Edilemez 60
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Ölecek Olduktan Sonra 66
Aylık Süreli Yayın
7
)
8
*
;
*
8
+
"
8
+
'
)
!
%
&
+
*
+
/
*
+
+
%
"
(
+
*
&
+
(
+
&
%
"
9
)
;
9
.
"
)
%
.
+
)
=
)
+
9
"
"
&
<
/
-
*
Emre TOPOĞLU
*
&
&
&
+
8
8
&
=
*
)
8
7
)
!
7
8
&
*
)
&
:
*
+
*
"
)
>
7
-
!
)
9
*
"
&
+
%
+
&
*
&
&
*
%
+
8
Fatih Sultan SEMİZ
%
*
MilliTarih 68
Hüseyin Serkan ELÖNÜ
=
+
/
+
+
/
&
8
:
*
&
*
?
)
&
*
?
)
:
!
!
*
&
=
@
9
/
*
!
+
*
&
)
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
7
Alimler ve Amirler
Yard.Doç.Dr.H.Murat K UMBASAR
12
Aç Kurtların Sofrasında Din
Nureddin YILDIZ
36
Amellerin Değeri İhlas
Abdullatif ACAR
48
Fetih Islah ve İnşadır
Ersan BİLGİN
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Kardeşlik Dediğin İşte Böyle Olur
Muhâcir
olup
ülkemize ve bize sığınan
Suriyeli din kardeşlerimiz
için bir şeyler yapalım. Bunu
bir lütuf bilelim, bir fırsat
bilelim. “Yiğit bin yaşar fırsat
bir düşer!” diyelim ve bu
fırsattan istifade edelim.
2016
H
z. Peygamber Efendimiz, Mekke’den
Medine’ye
hicret
ettikten sonra Mekke’den
gelen Muhâcirlerle Medine’nin yerlisi olan Ensâr’ı
birbirine kardeş yaptı.
Hicretten hemen sonra gerçekleştirilen bu olaya karşılıklı
kardeşleştirme mânâsında
“Muâhât” denildi. Muâhât,
Medine’ye muhâcir akını devam ettikçe yürürlükte kaldı.
Yeni gelen muhâcirlere yeni
kardeşler bulundu. Muhâcirler,
Medine’de Ensâr kardeşlerinin
evinde kalıyor ve onlarla birlikte yeni bir hayata tutunuyor-
4
lardı. Bu bir müddet böyle devam edip gitti. Aradan biraz
zaman geçince muhâcirlerden bir kısmı Medine’den
ev satın alıp Mekke’deki
eşlerini ve çocuklarını Medine’ye getirdiler. Artık iki
toplum iyice birbirine kaynadı.
Hicretin üçüncü yılında ise tarihin bir kere şâhid olduğu ve
bir daha göremeyeceği şöyle
bir olay cereyan etti.
Medine’de bulunan üç
yahûdî kabilesinden biri olan
Kaynuka oğulları ihanetlerinden dolayı hicretin ikinci
yılında Medine’den sürgün
Ocak
edilmişler, onların başına gelenlerden ders almayan
diğer yahûdî kabilesi Nadîr oğulları da Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs ettiklerinde dolayı hicretin
üçüncü yılında Medine’den sürgün edilmişlerdi. Nadîr oğulları Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin,
akar ile davar, sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar.
Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340
kadar da kılıç kaldı.1
Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan
doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü bu mallar, çarpışmadan, at ve deve koşturmadan elde
edilmişlerdi. Bu mallara “fey”
denilmiştir. Fey, Allah’ın, din
düşmanlarından galebeyle
değil, belki sürgün yahut
cizye üzerine sulh olmak suretiyle Peygamber Efendimize tahsis
buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz, bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.
Kur’ânı Kerîm’de bu husus şöyle
açıklanır:
“Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince, siz bunun üzerine ne
ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat, Allah,
peygamberlerini dilediği kimseler üzerine musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.”
(el-Haşr sûresi, 59/6).
rerek Ensârı’ın bu yükünü hafifletmek istedi.
Bunun için onları çağırdı ve kendilerine şu iki alternatifi sundu:
a-) “İsterseniz Benî Nadir Yahudilerinin
mallarından, Allah’ın bana verdiği malları,
sizlerle Muhâcirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhâcirler yine evlerinizde
otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler.
b-)Yok, eğer isterseniz, bu malları sâdece Muhâcir kardeşleriniz
arasında bölüştüreyim. Onlar
da sizin evlerinizden çıksınlar,
mallarınız da size kalsın!”
Bu iki teklif karşısında
kalan Medineli Müslümanlar
içten ve gönülden şöyle dediler: “Yâ Rasûlallah, biz bu
iki teklifi de kabul etmiyoruz.
Biz, üçüncü bir teklif sunuyor
ve diyoruz ki, Nadir Oğullarının
mallarını tamamen Muhâcir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz ve
o mallardan bize hiçbir şey vermeyiniz. Onlar
şimdiye kadar olduğu gibi yine bizim evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz!
Yukarıda da dediğimiz gibi Medine’nin yerlileri
olan Ensâr, Muhâcirlerin geçimlerini üzerlerine almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple,
Muhâcirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.
O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı ve Ensâr kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: “Allah,
sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle
sizin benzeriniz hiçbir yerde yoktur.” Peygamber Efendimiz de, “Allah’ım! Ensâr’ı ve Ensâr’ın
evlâdlarını koru, onlara merhamet et!” diyerek
dua etti.2
Hz. Peygamber Efendimiz, bu ganimet
mallarını yalnız Muhâcirler arasında bölüştü-
Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert
davranışı üzerine, onların medih ve övgüsü hakkın-
{
}
Kur’ânı Kerîm’de bu husus şöyle açıklanır:
“Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye
gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız.
Fakat, Allah, peygamberlerini dilediği kimseler üzerine musallat
eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.” (el-Haşr sûresi, 59/6).
Ocak
5
2016
O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı ve Ensâr kardeşlerine
teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: “Allah, sizi hayırla
mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz hiçbir yerde
yoktur.” Peygamber Efendimiz de, “Allah’ım! Ensâr’ı ve Ensâr’ın
evlâdlarını koru, onlara merhamet et!” diyerek dua etti.2
da şu mealdeki âyeti kerîme nazil oldu: “Onlardan
(Muhâcirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve îman
evi edinmiş olan kimseler (Ensâr), kendilerine
hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç
meyli bulmazlar. Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha
üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) düşkünlüğünden ve cimriliğinden korunursa, işte
muratlarına erenler onların tâ kendileridir.”
(el-Haşr sûresi, 59/9).
şöyle buyurdu: “Bir de (o gelirler-ganimetler) hicret
eden yoksullara aittir ki, onlar yurtlarından ve
mallarından uzaklaştırılmışlardır. Onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar, Allah’a ve Rasûlüne yardım ederler. İşte gerçek mânâda sâdık
olanlar onlardır.” (el-Haşr sûresi, 59/8).
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadîr Oğullarından kalan ganimet mallarını, Cenâbı
Hakk’ın da âyet-i kerîmesinde tavsiye buyurduğu
gibi, yalnız Muhâcirlere taksim etti. Bu suretle onları
Bu güzel haslete “îsâr” derler. Îsâr, “Kişinin
kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek yardımına koşması” demektir.
Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini kendi
nefsine, şerefte, makamda, teveccühte, hattâ
maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslâm tarihi, isâr hasletinin
şaheser misalleriyle doludur.
Ensâr’ın yardımına ihtiyaç duymayacak hâle getirdi.
Onlar da Ensâr kardeşlerinin evlerinden ayrılıp kendi
evlerine taşındılar.
Peygamber Efendimiz, bu ganimet mallarından
Muhâcirlerin hâricinde, Ensâr’dan Ebû Dücâne ile
Süheyl b. Hüneyf e de, çok fazla fakir olduklarından
dolayı bazı şeyler verdi.3
Medine-i Münevvere’nin yerlileri olan Ensârı Kiram, bu davranışlarıyla hem Rasûlullah Efendimizin
hoşnutluğunu, hem de Cenâbı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular. Yüce Allah da bu ganimetler hakkında
Saygı değer okuyucularım! Ensâr ve Muhâcir arasındaki kardeşliği onlar kadar olmasa bile, bir
nebze olsun yaşamak durumundayız. Hz. Ebû Bekir Efendimizin dediği gibi, onlar gibisi dünya
üzerinde yok, ama biz de onlara benzemek için
varız. Onlara benzemek için ve onların dâvâsını yaşatmak için çırpınmalıyız. Haydi öyle ise,
beraber gayret edelim. Muhâcir olup ülkemize
ve bize sığınan Suriyeli din kardeşlerimiz için
bir şeyler yapalım. Bunu bir lütuf bilelim, bir
fırsat bilelim. “Yiğit bin yaşar fırsat bir düşer!”
diyelim ve bu fırsattan istifade edelim.
Kaynaklar
İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 58.
İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-eser, II, 50-51.
İbn Hişâm, es-Sîre, III, 202.
2016
6
Ocak
Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR
Alimler ve Amirler
Efendimiz (S.A.S.) buyuruyorlar ki “İnsanlardan iki sınıf insan var ki bunlar düzeldi mi bütün insanlar düzelir, bozuldu
mu bütün insanlar bozulur. Bu iki sınıf
insan alimler ve amirlerdir.” Dikkat edilirse
Peygamberimiz önce alimleri sayıyor akabinde
de amirleri yani emir sahiplerini… 3.Dünya Savaşının ayak seslerinin hissedilmeye başlandığı
bu günlerde, Allah muhafaza buyursun bir kıvılcımla başlayacak ateş topunun tam ortasında
bulunan vatanımız ve komşularımız (İran,Suriye,Irak,Ürdün,Filistin vs) bir büyük felaketle
karşı karşıya kalabilir. Büyük Ortadoğu Projesi
yani BOP adım adım uygulanıyor. Irak,Tunus,
Sudan, Libya, Mısır, Suriye, Yemen… Sıra,
İran ve Türkiye’ye geldi… Alimlerimiz neyle
meşgul, Sünnî-Şiî ihtilaflarıyla… “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” düsturunu bile bile Şia’yı
küfürle itham etmekten geri durmuyorlar. Sanki İncirlik’e gelen Amerikan askerleri Suriye’ye
ve bölgeye barış getirecek!!! BOP’un gerçek
gayesini bilmeyecek kadar gaflet içerindeler…
Bakınız, Akdeniz savaş gemileriyle dol(durul)du. Bu, bir planın adım adım uygulanışıdır.
Bunların gayesi Daeş falan değil, bunların gayesi, 3.Dünya Savaşını başlatmaktır. 1.Dünya
Savaşı, bir kıvılcımla (Saraybosna Suikasti)
başlamıştı. Gaye Osmanlı’yı ortadan kaldırmaktı. Başarılı da oldular. Mondros’la Sevr’le
topraklarımızı işgal ettiler. Ama bu millet (Osmanlı) öyle bir istiklal mücadelesi verdi ki, tarih
böylesi bir destana çok az şahit olmuştur.
Bu destan yazılırken, alimlerimiz kendile-
Ocak
rine düşen görevi hakkıyla ve layıkıyla yerine
getirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’lar, Mehmet
Akif’ler, Hasan Basri Çantay’ lar daha ismini
satırlarımıza sığdıramayacağımız nice alimler,
bu milletin uyanması ve ayağı kalkması için ellerinden geleni yapmışlardır.
“Alimlerimiz, amirlerimize yol göstermeli, amirlerimiz de alimlerimizin
uyarılarına kulak vermelidir.” Olup bitenlere karşı, alimlerimizde bir sessizlik fark ediliyor. Dünyayı tanı(ya)mamak, en büyük hastalık gibi kendini hissettiriyor.
Dünyevileşme,
maalesef
alimleri-
mizi de sarmış durumda. Ferasetten,
basiretten, dirayetten noksan, alimler
topluluğu ile karşı karşıyayız. Akşemseddin’lerin, İbn-i Kemal’lerin, Zembilli
Ali Cemali Efendi’lerin, Ebussuud’ların
padişahlarımızı uyardığı bir ecdadın torunlarıyız.
Alimlerimiz olup bitenlere kayıtsız
kalamaz veya kalmamalı. Küresel bir
oyunun farkında olmaları gerektiğini,
amirlerimize,
korkmadan
çekinmeden
söylemeleri, bir kardeşlik gereğidir. Çünkü hepimiz bir gemideyiz. Gemi su alır
ise, hep birlikte batarız. Gemi battığında
kaptan ne kadar suçluysa, tayfalar da, bir
o kadar suçludur. Vesselam…
7
2016
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK
Orta Ümmet;
Muhammed (s.a.v.) Ümmeti
Müslümanın sadece
inanç ve ibadetler konusunda
değil hayatının her anında
ifrattan ve tefritten uzak, orta
bir yol tutması gerektiğine işaret
etmektedir: “Dostuna zaman
gelecek düşmanın olabilir
gibi davran. Düşmanına da
gün gelir dostun olabilir gibi
davran.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 60).
2016
“Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek)
olasınız ve Peygamber de
size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta yolu tutan bir ümmet yaptık. Her
ne kadar Allah’ın doğru
yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse
de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Rasûl’e
tabi
olanlarla,
gerisin
geriye dönecekleri ayırt
edelim diye kıble yaptık.
Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz,
Allah insanlara çok şefkat-
8
li ve çok merhametlidir.”
(Bakara, 2/143).
“Allah sizi hem daha
önce hem de bu Kur’an’da
Müslüman diye isimlendirdi ki Peygamber size şahit
(ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek)
olasınız.” (Hac, 22/78).
Bu iki âyete göre Muhammed (s.a.v.) Ümmetinin
orta ümmet ve Müslüman
diye isimlendirilme gerekçeleri belirtilmiştir. Bu gerekçe de
insanlığa şahitler, Rasûl’ün de
onlara şahit olmalarıdır.
Ocak
Âyette “vasat” kelimesinin kullanıldığı dikkat
çekmektedir. Bu kelime “orta, merkez” anlamına
gelmektedir. Kenar ve çevre bozulmaya her zaman
daha uygundur. Dolayısıyla orta daha güvenlidir.
Ayrıca “vasat” kelimesi, hayır ve şer bakımından
övülme ve yerilmelerin ortasını ifade için de
kullanılır. (el-Isfahânî, el-Müfredât fî garibi’l-Kur’an, s. 522).
Ebû Saîd el-Hudrî, Rasûlüllah’ın (s.a.v.) âyette zikredilen “Sizi orta yolu tutan bir ümmet yaptık”
ifadesini “Biz sizi adaletli bir ümmet kıldık” şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. (Tirmizî, Tefsir, 2).
Orta Ümmetin
Özellikleri
Orta ümmetin özelliklerinden birisi hak yolu göstermek ve hüküm verdiğinde adaletle hükmetmektir:
“Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru
yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren
bir topluluk vardır.” (A’raf, 7/181).
Orta ümmetin bir başka özeliği inanmakla birlikte
iyiliği emredip kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmaktır: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder
ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu.
Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu
fâsık kimselerdir.” (Âl-i Imrân, 3/110).
Orta ümmetin özelliğinden birisi de dosdoğru
olmaktır. “Senin yanında hak yola dönenlerle
birlikte, sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol! Siz
de azıp sapmayın. Allah yaptıklarınızı çok iyi
görmektedir.” (Hûd, 11/112).
Orta ümmetin diğer insanlara şahit olması sadece ahirette değil bu dünyada da geçerlidir. Allah bu
ümmetin şahitliğine önem vermektedir. Enes b. Mâlik
şöyle anlatmaktadır: “Onlar bir cenazenin yanından
geçip onu hayırla anmışlar, bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) “Vâcib oldu” demiştir. Sonra başka bir
cenazenin yanından geçmişler, onun ise kötülüğünü
anlatmışlar. Rasûlüllah (s.a.v.) onun için de “Vâcib
oldu” demiştir. Bunun üzerine Ömer b. Hattab “Ne
vâcib oldu?” diye sormuş. Rasûlüllah (s.a.v.) da
“Şunu hayırla andınız ona Cennet vâcib oldu.
Şunu da kötülükle andınız onun için de Cehennem vâcib oldu. Sizler yeryüzünde Allah’ın
şahitlerisiniz” buyurdu. (Buhârî, Cenaiz, 86; Şehadât, 6; Müslim, Cenaiz, 60).
{
Allah’ın Rasûlü, Ümmetini aşırılık konusunda
uyararak daha önceki ümmetlerin dinde aşırı gitmeleri, onların helak sebebi olduğunu bildirmektedir.
“Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılık helâk etti.”
(İbn Mâce, Menâsik, 63).
Allah’ın Rasûlü, Müslümanların kendisine karşı
olan saygı ve övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını
istemiştir. “Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa’yı)
övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede
aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana Allah’ın kulu ve Rasûlü
deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48).
}
“Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman
diye isimlendirdi ki Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de
insanlara şahit (ve örnek) olasınız.” (Hac, 22/78).
Ocak
9
2016
“(Yahudiler)
Allah’ı
bırakıp,
hahamlarını;
(Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab
edindiler. Oysa, bunlar da ancak bir olan Allah’a ibadet
etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah
yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”
Önceki Ümmetlerin
Aşırılıkları
Hıristiyan ve Yahudiler, Allah’ı kendisine yakışmayacak vasıflandırmalar yapmışlardır: “Yahudiler,
“Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar
ise, “İsa Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce
inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan
çevriliyorlar!” (Tevbe, 9/30).
Hıristiyan ve Yahudilerin oğul edindi demeleri
yetmediği gibi daha ileri giderek peygamberlerini ve
hahamlarını ilah edinmişlerdir: “(Yahudiler) Allah’ı
bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa,
bunlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah
yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden
uzaktır.” (Tevbe, 9/31).
Allah-u Teâlâ, Ehli Kitabın haddi aşmaları ve aşırı gitmelerini öfkeyle karşılamıştır. “Ey kitab ehli!
Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında
ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa
Mesih, sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e atmış
olduğu kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a
ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi
olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve
yerdekilerin hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/171).
“De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere
aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını
da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş
bir kavmin keyiflerine uymayın.” (Mâide, 5/77).
Hıristiyan ve Yahudilerin aşırılıkları ve Muhammed Ümmetinin nasıl davranması gerektiği şu örnekte çok açıktır. “Hıristiyanlar kadınların hayız görmesine hiç önem vermezler, hayızlı kadınlarla ailevî ilişki
konusunda da bir sakınca görmezlerdi. Bu tefrittir.
Yahudiler ise hayızlı kadınla ailevî ilişki şöyle dursun,
aynı odada oturmazlar, beraber yiyip içmezlerdi. Bu
ise ifrattır. Araplar, Cahiliyette Yahudilerin ifratına tabi
olmuşlardır.” (Ahmed Naim-Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, I, 219). İslam ise orta ümmeti onların aşırılıklarından uzaklaştırarak bu durumda olan kadınlardan bu
hallerinde iken sadece ailevî ilişki kurmayı yasaklayarak (Bakara, 2/222) orta yolu tavsiye etmiştir.
Allah Teâlâ, Muhammed Ümmetine böyle
örnekleri anlatarak onların aşırılıklara düşmesini engellemek istemektedir: Bu uyarılardan dolayı Muhammed Ümmetinde inançla ilgili
aşırılıklara az rastlanılmıştır. İbadet konusunda
ise hatta Hz. Peygamber döneminden itibaren zaman zaman aşırılıklara rastlanılmıştır.
Rasûlüllah (s.a.v.) şu örneklerde olduğu gibi
onları uyarmıştır:
2016
10
Ocak
Muhammed (S.A.V.)
Ümmetinin Aşırılıkları
Sa’d b. Ebî Vakkas’tan rivayet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’ın kadınlardan
uzaklaşıp evlenmekten kaçınma teşebbüsünü reddetmiştir. Hadisin ravisi bu haberi anlattıktan sonra
“Şayet Rasûlüllah (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’a
kadınlardan uzaklaşıp evlenmeme isteğine izin
vermiş olsaydı, bizler muhakkak hadım olurduk” demektedir. (Buharî, İman, 8).
Bir defasında, kıldığı namazların çokluğundan
dolayı Havlâ isimli kadını övgüyle anlatan Hz. Aişe’ye Allah’ın Rasûlü şöyle cevap vermiştir: “Bırakın (böyle şeyleri)! Güç yetireceğiniz işleri yapın. Vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!”
(Buhârî, İmân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 221). Allah’ın
Rasûlü, kayalıklar üzerinde uzun süre namaz kılan bir
kimseyi görünce de “Ey İnsanlar! Size gereken
orta yoldur. Vallahi siz bıksanız da Allah bıkmaz!” (İbn Mâce, Zühd, 28) buyurmuştur.
Allah’ın Rasûlü, Selmân el-Fârisî ile Ebu’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Ebu’d-Derdâ, Müslüman olduktan sonra kendisini ibadetten alıkoyduğu için
ticareti dahi bırakıp kendisini ibadete vermiş bir kimseydi. Bir gün Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya misafir oldu.
Bu sırada onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı bakımsız
elbiseler içerisinde görerek: “Bu halin ne böyle ey
kardeşimin hanımı?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ
da: “Senin kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyaya
ihtiyacı kalmamıştır” karşılığını verdi. Biraz sonra
Ebu’d-Derdâ geldi ve kardeşi Selman için yemek yaptırdı. Sofra geldiğinde Hz. Selman, Ebu’d-Derdâ’ya:
“Gel sen de ye!” dedi. O da oruçlu olduğunu söy-
“De ki: Ey kitap ehli!
Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin.
Daha önce sapmış, birçoklarını da
saptırmış ve böylece doğru yolu
kaybetmiş bir kavmin keyiflerine
uymayın.” (Mâide, 5/77).
ledi. Bunun üzerine Selmân: “Sen ev sahibi olduğun halde yemezsen ben de bu yemekten aslâ
yemem” dedi. O zaman Ebu’d-Derdâ oturup onunla
birlikte yedi. Gece olduğunda ise her zamanki gibi
yine ibadete dalmak istedi. Ancak Selmân ona engel olarak: “Hayır! Artık yatıp uyumalısın” dedi.
O da Hz. Selmân’ın sözünü dinleyerek yatıp uyudu.
Ancak bir müddet sonra ibadet için tekrar kalkmak
istedi. Fakat Selmân (r.a) bu kez de ona mani oldu.
Nihayet gecenin sonlarına doğru Hz. Selmân: “Artık kalkabilirsin” dedi. Böylece ikisi birlikte kalktılar ve namaz kıldılar. Namazdan sonra Hz. Selmân Ebu’d-Derdâ’ya şunları söyledi: “Rabb’inin
senin üzerinde birtakım hakları vardır. Her
hak sahibine hakkını vermelisin!” Ebu’d-Derdâ
daha sonra bunları Allah’ın Rasûlü’ne naklettiğinde “Selmân doğru söylemiştir” buyurdular.”
(Buhârî, Savm, 51; Tirmizî, Zühd, 63).
Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Allah’ın
Rasûlü, dinin özünde kolaylık olduğunu dolayısıyla
orta yolu tutmak gerektiğini bildirmektedir. “Şüphesiz bu din kolaylıktır. Hiçbir kimse yoktur ki,
bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye)
kendini zorlasın da din ona galebe etmesin.
Öyle olunca ortalama gidin. (Eğer tam yapamazsanız, ona) Yaklaşın, (az olsa da devamlı amel ve
ibadetten dolayı) sevinin. Sabah, akşam ve gecenin bir bölümünde Allah’tan yardım isteyin.”
(Buhârî, İman, 29).
Son olarak şu hadis, Müslümanın sadece inanç
ve ibadetler konusunda değil hayatının her anında
ifrattan ve tefritten uzak, orta bir yol tutması gerektiğine işaret etmektedir: “Dostuna zaman gelecek düşmanın olabilir gibi davran. Düşmanına da gün gelir dostun olabilir gibi davran.”
(Tirmizî, Birr ve Sıla, 60).
Selam ve dua ile…
Ocak
11
2016
Nureddin YILDIZ
Aç Kurtların Sofrasında Din
Hadisi
şerifte
buyrulduğu gibi mal üzerindeki
bu hırs neticede kişiyi kan
akıtmada sakınca görmeme
seviyesine kadar indirebilir.
Önceki ümmetlerin helakini
hazırlayan
nedenlerden
biri de bu hırs olmuştur.
(Müslim, Edeb, 15; 6519)
2016
D
in, bizi dünya ve ahiret saadetine erdirmek
için
gönderilmiştir.
Dini korumak hatta yaymak mü’min olmanın en
tabii gereklerindendir. Her
mü’minin, dinine neler kazandırdığı konusunda kendini muhasebe etmesi kadar tabii bir
değerlendirme yoktur herhalde. Okunan ezanlara icabet
ederek, sesinin yayılmasına destek vererek, Kur’an’ı
okunan ve amel edilen bir
kitap haline getirerek, onu
başka insanlara da ulaştırmaya çalışarak dine destek olmak iman gereğidir.
12
Dinin bize ulaşması böyle
olmuştur. Kendi açımızdan ve
dinin bütünü açısından, dinimiz için neler yapabildiğimizi
kesinlikle muhasebe etmeliyiz. Yeryüzündeki mü’min
insan sayısının artması
veya iman eden insan sayısının azalması bizim için
oldukça yoğun ilgilendiğimiz işler olmalıdır. Elbette
önce kendi imanımızı düşünür,
değerlendiririz; ama bir kişinin
daha mü’min olarak yaşaması
çok önemlidir.
Yeryüzündeki her mü’minin en tabii hali bu olmalıdır.
Ocak
Bize dünya ve ahiret saadeti kazandıracak olan dinimizi seccademizle beraber düremeyiz. Dinimizin
bize kazandırdığı ile bizim dinimize kazandırdığımız
arasında bir mukayese belki mümkün olmaz şeydir;
ancak bizim dinimize verme konusundaki arzumuz
oldukça önemli bir göstergedir.
Müslüman’ın dini için düşünmesi gereken bu
iken, bunun ötesinde dini üzerinden dünyevi menfaat edinmeye çalışması, dinini hırsına köprü edinmesi
nasıl yorumlanabilir? Müslüman dinine zarar verebilir
mi? Ya da dinine zarar veren nasıl Müslüman olur?
Ka’b radıyallahu anh hadisinden anlaşılan odur
ki, bir Müslüman’ın mal ve makam hırsı onun
dinini hırpalamaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem iki şeyi öne çıkararak Müslüman’ın dinine
zarar verme noktasındaki tehlikeye dikkat çekmektedir: Mal ve makam.
Bu da gösteriyor ki, Müslüman’ın evinde veya
köyünde takva bir hayat yaşaması ile mal ve makam
sınavına tabi tutulacağı bir zemindeki takva düzeyi
aynı değildir. Mal ve din, makam ve din bir araya
geldiğinde büyük bir risk söz konusu olmaktadır. Bu riskin varlığı bir açıdan kaybetmeye,
öbür açıdan da daha büyük ecir kazanmaya neden olmaktadır.
Başka bir ifadeyle mal ve makam söz konusu
olduğunda daha büyük bir kazançla karşılaşmış olmaktayız. Kazanılacaklar büyüdükçe tehlike
de beraberinde büyümektedir. Hayatın bütününe imtihan gözüyle bakan bir Müslüman için burada anlaşılamayacak bir durum yoktur. Nefsin daha çok öne
çıkmak istediği ne varsa orada imtihan ağırlaşmaktadır. İmtihan ağırlaştıkça da beraberinde kaybetme riskini ve kazanınca da büyük
kazanma umudunu getirmektedir.
İslam’a düşman cephelerin ona zarar vermesi, bir zarar olarak alındığında nasıl Müslüman o
zarar vermeye karşı kendini savunma görevinde
görüyorsa, burada dine zarar vermekten söz edilen
hususlarda da dinini savunma mesuliyetini dikkate
almalıdır. Buradaki savunma, zararın nasıl oluşabileceğinden başlayıp savunma için neler yapabileceğine kadar uzanmalıdır.
Kâfirlerin dine saldırmaları halinde dinini savunan Müslüman, kendisi veya başka bir Müslüman’ın
mal ve makam eksenli bir hırstan kaynaklanan zararına karşı duyarsız kalamaz. Eğer zarar gören dinse,
bu zararı bir kâfirin vermesiyle bir mü’minin vermesi arasında bizim dinimizi korumamız açısından fark
görmüyor olmamız gerekir.
Kâfirlerin saldırısında camiler ve minareler zarar görürken, mü’minin mal ve makam
hırsından kaynaklanan zararından direkt cami
zarar görmüyor, minareler yıkılmıyorsa da en
azından o mü’minin cami bağı, minare bağı zarar görmektedir. Meseleye dışarıdan saldırma veya
içten çürüme mantığıyla bakıldığında da konu açık bir
zeminde anlaşılır olacaktır.
Mal Makam Hırsı
Mala yabancı değiliz. Allah Teâlâ’nın bünyemize yerleştirdiği şehvetlerden biri de mal
şehvetidir. O bizi sevmese de biz malı çok severiz. Malı seviyor olmamız da bizi ‘kötüler’ listesine
sokmaz. Çünkü tehlikeli olan malı sevmek değil,
malı hedef haline getirmektir. Mal düşkünlüğü
çığa dönüşüp mü’minin dinini ezmeye başladığında sakınca da başlamıştır. Bunun dışında
mal, diğer şehvetler gibi bir şehvettir. Değil kötü olması, daha iyi bir Müslümanlık için gereklidir de.
Gözü kör eden bir mal hırsı helak eder. Karunlaşma sürecine giren bir mü’minin, gitgide dinini
ezmesi mümkündür. Şüphesiz böyle bir mü’min, di-
{
}
Tehlikeli olan malı sevmek değil, malı hedef haline
getirmektir. Mal düşkünlüğü çığa dönüşüp mü’minin dinini
ezmeye başladığında sakınca da başlamıştır. Bunun dışında mal,
diğer şehvetler gibi bir şehvettir.
Ocak
13
2016
nini inkâr ederek onu ezmiş olmaz. O zaman zaten
mü’min değildir. Dininin malla ilgili hükümlerini
yok saymaya başladığında mal hırsı dinine zarar veriyor demektir. Faizle ilgili hükümlerde gevşeme belirtileri bunun bir örneği olarak ele alınabilir.
aile reisini inceleyebiliriz. İddia, çocuklar ve aile
üzerine kuruludur; ama en çok ihmal edilen ailedir,
çocuklardır. Ailenin ihmaline gösterilecek mazeret de
yine aile olur. Hedefle engelin aynı şeyler olması kör
bir gidişin işaretidir.
Fıkıh hükümleri açısından hesabı verilemeyen
her kuruş buna bir örnek olarak görülebilir. Kuruşun
bir birim olarak küçüklüğü veya büyük kabul edilen
bir birim olması da çok önemli değildir. Önemli olan
şudur: Allah’a kulluk sözü veren mü’min bir insanın,
bu sözünde gevşeme anlamına gelebilecek bir meyil
gösterip göstermediğidir. Damlaların göl oluşturduğu
gibi kuruşlardan da haram bir servet, kulluğu hırpalayan bir yaşam tarzı oluşabilir.
Bu örneği hayatın başka alanlarına da taşıyabiliriz. Allah için iş yaparken Allah’ın hükümlerine
ters düşülen ne varsa o burada iyi bir örnektir.
Hırsın Dini
Hırpaladığı Tutumlar:
a- Helal sınırlarında kalınmış olsa bile malın tek hedef haline gelmesi, ömrün en bereketli fırsatlarını sadece malla geçirme tutumu:
Böyle bir tutum, önce nafile ibadetleri yok saymaya götürür. Farzlarla yetinen bir anlayışla
yaşar bu tutumun sahibi. Nafilelerden tecrit
edilmiş dini bir hayatın devamında farzların da
ihmal edilmesi vardır.
b- Haram sınırlarının yok sayılma tutumu:
Mal sahibi olma hırsı önce kişinin sıhhatini ve dengesini yıpratır. Malı uğruna bedenini feda eder. Ardından
haramlar kişinin gözünde hafifleşir. Bir haram
iki haram diye açılan taviz kapısından haramların tümü geçmeye başlar. Bu sadece faiz haramıyla da kısıtlı kalmaz. Önce faiz veya başkasına ait
haklar üzerine kazanma hırsıyla açılan kapıdan, malla
direkt bağlantılı olmayan diğer haramlar da geçer.
Erkek kadın ilişkilerindeki haramlar hafifleşir, ibadetlerde gevşeme ve onu terk başlar,
alkol bile mal kazanma uğruna taviz listesine girer.
Neticede kişinin dini hırpalanmış olur ki temelde yatan mal hırsıdır. Hadisi şerifte buyrulduğu
gibi mal üzerindeki bu hırs neticede kişiyi kan
akıtmada sakınca görmeme seviyesine kadar
indirebilir. Önceki ümmetlerin helakini hazırlayan nedenlerden biri
de bu hırs olmuştur.
(Müslim, Edeb, 15; 6519)
Farzların
ihmali
de, mü’min olarak içi
Makam
ve
şöhretin
doldurulması gereken
Müslüman’ın, böysakıncalı olması, Müslüman’ı Allah
kavramlarımızın boş
le bir noktaya gelmeyi
korkusundan
uzaklaştırması,
bırakılmasını getirir
çok uzun bir süreç olaberaberinde. Meseleyi
hakkı yerine oturtamamasındadır.
rak düşünmesi ise tuzağa
sadece namaz örneğinyakın olduğunun işareti
Her
makam
bir
sorumluluk
den anlamazsak daha
olabilir. Haramlardan
getirmektedir. O sorumluluğun
geniş bir açıdan bakmış
herhangi birini basit
hakkı verildikten sonra ortada ne
oluruz. Çünkü nafile ve
görmek, bir defalığına
dine ne de Müslüman’a zarar olur.
farz kavramları sadece
verilecek bir tavizin
namaz için kullanılan
tehlikeli olmayacağını
kavramlar
değildir.
düşünmek önemli bir
Mal hırsıyla kapantehlike belirtisidir.
mış gözlerin kendi
doğurduğu çocuklarını bile görmesi mümkün
c- Makam ve şöhret hırsı mal hırsından
olmaz. Hassas bir örnek olarak, çocukları için daha tehlikelidir: Çünkü makam ve şöhret hırmal kazandığını söyleyen, ama mal kazanma sının içinde mal da vardır. Her mal beraberinuğruna çocuklarıyla aylarca ilgilenemeyen bir de makam ve şöhret getirmez; ama her şöhret
2016
14
Ocak
ve makamın beraberinde mal olma ihtimali
çok yüksektir. Müslüman’ın bir makama talip olması aslında yasak olan bir istek değildir. Müslüman
da yönetici olabilir; hatta olmalıdır da. Yöneten olmak, sorumluluk almak Müslüman için
bir tür ibadettir.
Makam ve şöhretin sakıncalı olması, Müslüman’ı Allah korkusundan uzaklaştırması,
hakkı yerine oturtamamasındadır. Her makam
bir sorumluluk getirmektedir. O sorumluluğun
hakkı verildikten sonra ortada ne dine ne de
Müslüman’a zarar olur. Ama ele geçirilen makamın kazandırdıkları elden gitmesin diye dinden taviz verilmeye başlandığında dini hırpalama devreye girer.
İlim adamlarının, fetva makamı sahiplerinin Allah’ın rızası dışında bir maksatla iş yapmalarının sonucu budur.
Makam ve şöhret hırsı sadece dine zarar
vermekle da kalmaz. Kişinin ahirete ait zararları yanında şahsiyetini törpüleyen bir hastalığa neden olur. Çevresindeki ikiyüzlülerin geçici
takdiri dışında asıl bağlı bulunduğu akrabasını ve din
kardeşlerini kaybeder. Alkış alır, dua almaz. Hayatı fitneden fitneye sürüklenerek devam eder.
Allah katında kendisine sevap olarak yazılmayan işleri yaparak ömrünü tüketir.
d- Dine ait mukaddesatın menfaat için
kullanılması, dini içinden sömür-
Kişi, tıpkı mal örneğinde olduğu
gibi bir iki sözle başlayan tavizlerinin
sonunda haramları, kuralları yok
saymaya başlar. İşte bu noktada
Müslüman, makam ve mevki
hırsıyla dinine zarar vermiş
olur ki bu zararı iki aç kurdun bir sürüye verdiği zarardan daha az olmayan
zarar olur.
mektir: Bir yolla dini muhtevalı bir
görevi ifa edenlerin din üzerinden
sömürü yapmaları ise tam anlamıyla dinin erimesidir. Hacdan
kurbana, cenazeye kadar insanların dini duygularının
sömürülmesi anlamına gelen tutumlar, dine zarar vermede iki aç kurdun bir sürüye
Sözü edilen bu makam,
siyasi niteliği bulunan bir
makam olabileceği gibi, ilmi
bir makam da olabilir. Hatta dinle direkt bağlantılı bir makamın
adı da bu iş için kullanılmış olabilir. Mesela
bir fetva makamında kalabilmek için o makam
dine zarar, makam sahibine yarar sağlama ölçüleriyle kullanılabilir. Bunun örnekleri ne yazık
ki yakın tarihimizde pek çoktur.
verdiği zarardan aşağı kalmaz
zarardır. Basit bir menfaat için insanların elindekilere tenezzül eden
bir kişinin, makamı ne kadar yüksek
olursa olsun o insanlara emri bilmaruf
ve nehyi anilmünker yapması mümkün değildir.
Dini hizmetlerde bulunanların, bulundukları mevkileri geçim kaynağı gibi görmeleri,
namaz kıldırmayı, ezan okumayı, tavaf ettir-
Allah adına fetva veren, din öğreten bir
Müslüman’ın, Allah’ın vereceği mükâfatı düşünerek hareket etmesi gerekirken, basit bir koltuğu ve basit bir maaşı gözünün önüne koyarak hareket etmesi bunun adıdır. O koltuk öyle
birinin gözünde dinden değerli hale gelir. Haramların
standardı değişir, olurlar olmaz, olmazlar olur hale
gelir. İşte bu makam sahibinin o makam yüzünden
dine verdiği zarar iki aç kurdun bir süreye daldığında
verdiği zarardan aşağı kalmaz.
Ocak
meyi fabrika işçiliği gibi görmeleri büyük bir
afettir. Allah’tan beklenecekleri kullarından beklemeleri, ebedi olanı bırakıp faniye tenezzül etmeleri
onların akıbetini hazırladığı kadar dinin insanlar tarafından basit görülmesine de neden olmaktadır. Bu
bir afettir. Dine hizmet ederken onu batırmak bu olsa
gerekir. İnsanlara söylediği sözlerle tavırları arasında
çelişki bulunan birinin dinine verebileceği zarardan
başka ne olabilir?
15
2016
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Hakkıyla Kulluk Yapmak
Bugün bizler, ibadete
kendimizi
veremiyorsak,
ibadetten haz alamıyorsak,
başladığımız ibadetin bir
çırpıda bitmesini istiyorsak;
bütün bunlar ibadet bilincinin
oluşmadığının,
ibadeti
âdete dönüştürdüğümüzün
göstergesidir.
2016
Y
üce Rabbimiz, “Ben
insan ve cinleri ancak Bana kulluk/
ibadet etsinler diye yarattım”[1]buyurur. Elbette Yüce
Allah’a ibadet, O’na yaraşır olmalıdır. O’na kulluk
için duran kimse, O’nun
huzurunda durduğunun bilincinde olmalıdır.
Şimdi bir düşünelim, bir
büyüğümüzü makamında ziyaret etmek istesek, onun huzuruna çıkabilmek için önceden randevu alır ve makam
sahibinin büyüklüğüne göre
günler öncesinden hazırlanırız.
16
Belki beş on dakika makama
kabul edilip huzura çıktığımızda, o beş on dakikanın hiç
bitmesini istemeyiz. Normal
zamanlarda birkaç dakikada
içtiğimiz çayımızın tükenmesini
istemezcesine ağır ağır içeriz.
İbadet ise, kulun Yüce
huzura kabul edilmesi
demektir. Elbette Yüceler
yücesi Yüce Rabbin huzuruna çıkan kimse, mânen
ve maddeten en güzel bir
şekilde önceden hazırlanmalı ve huzurda saygı ile
durmalıdır. Bu bilinçte olan
kimse, Rabbin huzurundaki
Ocak
vakitlerin bitmesini ister mi hiç?! Nitekim namazın sonunda biz tahiyyat duasının şu ilk cümlesi ile kulluğumuzu Yüce Allah’a sunmuyor muyuz:
“Et-tahıyyâtülillâhive’s-salavâtüve’t-tayyibât/
Dille, bedenle ve malla yapılan tüm ibadetler
Allah içindir.”
Namazın rükunlarının hakkını vermek:
Tekbirin hakkı, kıyamın hakkı, kırâatin hakkı,
rükû, secde ve ka’denin hakkı. Tekbirin, tesbîhin, tahmîdinmânâsını bilerek söylemek;
kırâati düzgün ve bilinçli okumak, diğer rükunlarının ruhunu kavrayarak yapmaktır.
Bugün bizler, ibadete kendimizi veremiyorsak, ibadetten haz alamıyorsak, başladığımız
ibadetin bir çırpıda bitmesini istiyorsak; bütün bunlar ibadet bilincinin oluşmadığının, ibadeti âdete dönüştürdüğümüzün göstergesidir.
Ancak namazın görünen şeklî yönünü yerine getirirken onun bâtınî tarafını ihmal etmemek lazımdır.
Namaz, Yüce Rabbin huzurunda esaslı duruş demektir. Bu yüzden namaz kılan kişi bunu bilinçli
yapmalıdır. Şeklen namazı düzgün kıldığı gibi, onun ruhunu da diri tutmalıdır.
Bir âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle
buyurur: “Namaza kalktığında/
huzurda durduğunda O seni
görendir.”[2]
İbadetlerin en başında
namaz gelir. Kur’ân’da namazla ilgili olarak “Namazı ikâme etmek”, “Namaza devam etmek”,
“Namazda daim olmak”,
“Namazı huşu içerisinde
kılmak”gibi ifadelere yer verilir.
Bunları genel olarak değerlendirdiğimizde, bu kullanımlarla namaz
ibadetini şekil ve mânâ bütünlüğü
içerisinde lâyığı ile kılmanın ısrarla istendiği görülür.
Elbette namazı vaktinde kılmak, zâhirî erkân
ve âdâbınariâyet ederek kılmak son derece
önemlidir. Ancak bir o kadar namazın ruhunu
kavrayarak kılmak ve namazdan sonra da o
ruhu yaşamak ve yaşatmak da önemlidir.
Huzurda
dururken
ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, ne dediğimizi bilerek namaz kılmak son derece
önemlidir. Rabbin karşısında duruyoruz, O’na ait olduğumuzu, O’na
bağlı olduğumuzu, O’na teslim olduğumuzu, O’nun yolunda olduğumuzu göstermek için namaz kılıyoruz. O, emrettiği için
namaz kılıyoruz. O’nun değil, bizim ibadete
ihtiyacımız olduğu için namaz kılıyoruz.
Sen Namaz Kılmadın,
Ta’dîl-i Erkân/ Rükunların
Yeniden Kıl!
Hakkını Vermek
Namazın hakkıyla kılınabilmesi için her
şeyden önce onun rükunlarının hakkını vermek,
onları doğru bir şekilde yapmak gereklidir.
Namazda ta’dîl-i erkân, İmam EbûYuûuf’a
göre farzdır. Hanefî mezhebinin diğer imamlarına göre vâciptir. Muteber olan görüş de onun
vâcip olmasıdır. İster farz olsun, ister vâcip olsun bu,
namazda ta’dîl-i erkânın ne kadar önemli olduğunu
{
}
Yüce Rabbimiz, “Ben insan ve cinleri ancak Bana kulluk/
ibadet etsinler diye yarattım”[1]buyurur. Elbette Yüce Allah’a
ibadet, O’na yaraşır olmalıdır. O’na kulluk için duran kimse, O’nun
huzurunda durduğunun bilincinde olmalıdır.
Ocak
17
2016
Tekbirin hakkı, kıyamın hakkı, kırâatin hakkı,
rükû, secde ve ka’denin hakkı. Tekbirin, tesbîhin,
tahmîdinmânâsını bilerek söylemek; kırâati düzgün ve
bilinçli okumak, diğer rükunlarının ruhunu kavrayarak
yapmaktır.
gösterir. Delili, Peygamberimizin mescide namaz kılan
birisine, “Namazını yeniden kıl, zira sen namaz
kılmadın.” buyurmasıdır.
EbûHureyre’ninrivâyetine göre bir adam mescidde namaz kılmış, onu gören Peygamberimiz, “Tekrar
kıl, çünkü sen namaz kılmadın.” buyurmuş, bu
üç kere böyle devam etmiş, Peygamberimiz üçüncü
seferde de aynı şekilde uyarınca adam şöyle cevap
vermiş: “Seni hakla gönderene yemin ederim ki
ben, bundan daha iyisini yapamam, onu sen
bana öğretiver!”
Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Namaza kalktığın zaman tekbir al, sonra
Kur’ân’dan kolayına geleni oku, sonra azaların
yerli yerince oluncaya kadar rükû’ya var, sonra
yine azaların yerine gelinceye kadar rükû’dan
doğrul. Sonra âzâların yerli yerince olacak şekilde secdeye kapan, sonra yine sükûnete erecek şekilde secdeden kalk, aynı şekilde tekrar
secdeye kapan, namazın kalan rekâtlarında da
böyle yap. Böyle yaparsan ancak namazın tamam olur, bunlardan biri eksik olursa namazın
eksik olur.”[3]
Yine bir defasında Peygamberimiz ashabından
namaz kılan birini şöyle uyarmıştır: “Ey falan kişi,
namazını güzel kılsana. Namaz kılan bir kişi,
nasıl namaz kılacağına dikkat etmez mi? Çünkü kişi ancak kendisi için namaz kılar…”[4]
Bu nebevî uyarılar karşısında şimdi namaz
kılan bizler, kendi namazlarımızı bir gözden
geçirelim. Kıldığımız namazları izleyen bir
Peygamber ardımızdaymışçasına namazlarımızı test edelim. Bizim namazlarımız ne kadar
Rabbimize yaraşıyor? Kaçımız kıldığı namazı
ile Peygamberimizin onayından geçebilir ve
kaçımızın kıldığı namazlar, yeniden kılınması
gereken namazlar?!
Muttarif, sahâbî babasından şunları aktarır:
“Babam bir defasında Peygamberimizi namaz kılarken görmüş, ağlamasından dolayı
onun karnından değirmen sesi gibi sesler geliyormuş.” [5]
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve onun ashabı, namaz
kılarken ağlıyorlardı. Çünkü onlar kimin huzurunda
olduklarını çok iyi biliyorlar, namazda okuduklarını
ve yaptıkları hareketlerin anlamlarını biliyorlar, Yüce
Allah katındaki âcizliklerini ve eksikliklerini, hatalarını
biliyorlar ve tüm bunlardan dolayı gözyaşı döküyorlardı. Nitekim namazdan sonra da, “Ya Rab! Sana
lâyık namaz kılamadım, namazda kendimi bütünüyle Sana veremedim beni bağışla.” anlamına, üç kereEstağfirullahdiyorlardı.
Ta’dîl-i erkân, rükunların, dolayısıyla namazın kemali için şarttır. Sözgelimi rükû’da,
secdede, rükû’dan doğrulunca ve secde aralarında mafsallar yerli yerince sükûnete kavuşuncaya, yani sübhanallah diyecek kadar bir
zaman olsun durmaktır. Ta’dîl-i erkân için özellikle
rükû’ ve secdelerin örnek verilmesi, genellikle bu rükunların çok hızlı yapılıyor olmasıdır.
2016
18
Ocak
Namazın rükunlarını uyanık olarak yapmak da namazın farzlarından sayılmış, uyuyarak
rükû ve secde yapanın namazının sahih olmayacağı
belirtilmiştir. Âyette de, “Ey iman edenler, namazda ne dediğinizi bilmeyecek şekilde sarhoşken
namaza yaklaşmayın.”[6]uyarısı yer almıştır. Şimdi
buna göre kaçımız namaz kılarken gaflet uykularından
uzak ve uyanık; yine kaçımız namazda ne dediğimizi
bilecek şekilde ayık?! Elbette bu uyarıları sarhoşlara
ve uyuyanlara hasredemeyiz.
İlmihal kitaplarımızda namazın dışındaki ve içindeki şartları, vâcipleri, sünnet ve âdâpları cümlesinden
sayılanlar genellikle namazın şekli ve görülebilen yanlarıyla alakalı olan şeylerdir. Bunlar olmadan namaz
eksik olur, bunlarsız namaz ruhu gerçekleşmez. Ancak
bunlar, namazın ruhunu kavramaya ve bu ruhu yaşatmaya mâni değildirler. Elbette namazın bâtını ve
görülemeyen yanlarını test ve tesbit etmek mümkün
değildir. Ancak kişinin kendisi bunu tesbit edebilir. Bu
itibarla Peygamberimiz, kişinin kıldığı namazdan alacağı sevapları belirlerken şöyle buyurmuştur:
“Kişi namazını kılar bitirir de ona namazından ya onda bir yahut dokuzda bir yahut
sekizde bir yahut yedide bir yahut altıda bir
yahut beşte bir yahut dörtte bir yahut üçte bir
yahut yarım veya tam sevap verilir.”[7] Yani kişiye kıldığı namazdaki huşu’su, samimiyeti kadar sevap
verilir. Namazda huşu’, organların yerli yerince olacak
şekilde erkânın yapılması ve kalbin Yüce Allah ile beraber olmasıdır. Görüldüğü üzere namazda huşu’un
gerçekleşmesi için kalbin hazır olması da gereklidir.
Sahih bir infak için, O’nun
için vermeli, gönülden severek
isteyerek vermeli, sevdiğinden
vermeli,
verdiğini
sevmeli,
karşılığını
yalnızca
O’ndan
bekleyerek
vermeli,
kulları
incitmeden vermeli. Sahih bir
hac için de bu böyledir, diğer
ibadetler için de.
Ocak
Tüm İbadetlerde
Ta’dîl-i Erkân
Ta’dîl-i erkân namazın temel rükunlarından sayılmıştır. Bu yaklaşımı diğer ibadetlere de uyarlayabiliriz. Sözgelimi sahih bir infak için, O’nun için
vermeli, gönülden severek isteyerek vermeli,
sevdiğinden vermeli, verdiğini sevmeli, karşılığını yalnızca O’ndan bekleyerek vermeli, kulları incitmeden vermeli. Sahih bir hac için de
bu böyledir, diğer ibadetler için de.
O halde Rabbin karşısındaki esas duruşumuz olan kulluğumuzu gözden geçirelim, kulluğun ta’dîl-i erkânına riâyet edelim. Unutmayalım ki bize göre, geleneğe göre, çevremize göre,
insanların anlayışına göre kulluk değil, Yüce Allah’a
yaraşır kulluk gereklidir. Zira kulluğumuz yalnızca O’nadır, kulluğumuzu değerlendirecek
olan da ancak O’dur.
Rabbimiz, yaptığımız ve yapacağımız ibadetlerimizi, katında bize değer kazandıracak olan kulluğumuzu bizden kabul buyur. Eksik ve kusurlarımıza
bakma ve “Böyle ibadet, böyle kulluk mu olur?”
diye kıyamet günü onları suratımıza çarpma! Âmîn.
Kaynaklar
[1] 51/Zâriyât, 56.
[2] 26/Şuarâ, 218
[3] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (Buhârî, Müslim, EbûDavûd, Tirmizî, Nesâî)
[4] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (Müslim)
[5] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (EbûDavûd, Tirmizî, Nesâî)
[6] 4/Nisâ, 43.
[7] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 197-198. (EbûDavûd)
19
2016
Dr. İhsan ŞENOCAK
Kelam-ı Kadimi’in Anlam Haritası
İslam’ın ilk talebeleri
olan sahabe Kur’an’ı tedrici
bir süreçte öğrendi. İnen her
on ayeti öğrenir, hayatında
tatbik eder sonra on ayet
daha öğrenirdi.[1]
İ
nsanların yetişme tarzları,
farklı eğitim düzeyi ve algılama gücüne sahip olmaları
anlayışlarında birtakım farklılıklara neden olur. Herkes eline aldığı metni kendi zaviyesinden tahlil eder. Bir vakıayı
kelamcı, tefsirci, hadisçi ayrı
vurgularla değerlendirir.
İslam’ın erken yıllarından
günümüze kadar Kur’an farklı zaviyelerden telakki edilmiş
ortaya değişik tefsir tarzları ve
2016
20
bunları esas alarak telif edilen
eserler çıkmıştır. Bu farklılığı
besleyen temel nedenleri dikkate alarak Kelam’ı Kadim’in
anlam haritasını belirlemek
anlamanın meşru ölçüler dahilinde sürdürülmesine katkıda
bulunacaktır.Bu makale sahabeden günümüze kadar kesintisiz devam eden Kur’an’ın anlaşılma sürecini müessirleriyle
tahlil edecek, doğru anlama
cehdinde olanları İslami anlayış usulüyle yüzleştirecektir.
Ocak
SAHABE
İslam’ın ilk talebeleri olan sahabe Kur’an’ı
tedrici bir süreçte öğrendi. İnen her on ayeti
öğrenir, hayatında tatbik eder sonra on ayet
daha öğrenirdi.[1] Bir çoğu ümmi olduğundan[2]
Kur’an’ı kalpleriyle hıfzedip dilleriyle okuyup muhafaza etmeye çalışırdı. Gelen her ayet onların imanına
güç katardı: “Biz Kur’an’dan mü’minler için şifa
ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.”[3]
Ebi Talib cevabı Kur’an’dan verdi: “Meryem oğlu
İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur.[5]” [6]
Sahabe, Kur’an’ın ne demek istediğini anlamaya
geniş zaman ayırır, anlayabildikleri meseleleri tebliğ
eder, içinden çıkamadıkları mevzuları ise bizzat Allah
Resulü’ne sorarak öğrenirdi.
Ezberden Ziyade
Anlama
İlk Medrese
Allah Resulü sallellah-u
aleyhi vesellem İslam’ın ilk
yıllarında Kur’an’ı insanlara
tebliğ ve açıklama yeri olarak
evini kullandı. Bi’setin 4. yılından itibaren ise Ben-i Mahzun
kabilesinden Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi Kur’an okulu oldu. “Ey
Muhammed! Şimdi sen, sana emr
olunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak
koşanlara aldırış etme.”[4] ayeti inince Efendimiz
Kur’an’ı tebliğ ve tebyin faaliyetini açıktan yürütmeye başladı. Evde, sokakta, çarşıda sorulan her
soruya cevap veren bir Kur’an vardı. Bu tarz
bir tebliğ-tebyin mesajı somutlaştırdığından ashabın
anlamasını kolaylaştırdı. Sahabe, Kur’an’la öylesine bütünleşti ki kendilerine yöneltilen her
sorunun cevabını ilk olarak O’nda aradı. Habeşistan’a hicret eden müslümanları geri getirmek için
Kureyş’in Necaşi’ye gönderdiği iki kişiden biri olan
Amr b. As, Necaşi’ye; “Bunlar İsa hakkında sana
muhalefet ediyorlar” dediğinde, Necaşi müslüman
cemaatin reisi Cafer b. Ebi Talib’e; “İsa ve annesi
hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Cafer b.
İslam’ı doğru bir şekilde anlamak Kur’an’ı tanımayla direkt alakalıdır.
Bu yüzden Allah Resulü sahabeden Kur’an’ı düşünerek
okumalarını ister, bu yönde
onları teşvik ederdi. Nitekim Abdullah b. Amr’ın üç günden daha az
bir zamanda Kur’an’ı hatmetmesine müsaade etmemişti.[7] Gerekçe
olarak da şöyle demişti: “Üç günden daha az bir
zamanda Kur’an’ı hatmeden O’nun manasını
anlayamaz.”[8]
Allah Resulü’nün teşvikiyle bütün himmetini
Kur’an’ı anlama noktasında teksif eden sahabe, Kelam-ı Kadim’in nazmını ezberlemeyi öğrenmek olarak telakki etmiyordu. Bunun içindir ki Abdulah b.
Ömer Bakara Suresi’ni 8 yılda öğrendiğini söyler. Hz.
Ömer, aynı sureyi 12 yılda okuduğunu, hatm edince de deve kesip insanlara dağıttığını nakleder. İbn
Mes’ud “Bize Kur’an’ın nazmını ezberlemek
zor, manasıyla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakiler içinse Kur’an’ı ezberlemek kolay O’nunla amel etmek zor olacak.”[9] demiştir.
{
}
Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi Kur’an okulu oldu. “Ey
Muhammed! Şimdi sen, sana emr olunanı açıkça ortaya koy ve
Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.”[4]
Ocak
21
2016
Allah Resulü sahabeden Kur’an’ı düşünerek okumalarını ister,
bu yönde onları teşvik ederdi. Nitekim Abdullah b. Amr’ın üç
günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmesine müsaade
etmemişti.[7] Gerekçe olarak da şöyle demişti: “Üç günden daha az
bir zamanda Kur’an’ı hatmeden O’nun manasını anlayamaz.”[8]
Allah Resulü’nün (s.a.v.) Kur’an’ın anlaşılması
noktasında temerküz eden hassasiyeti sonraki yıllarda sahabe tarafından aynen muhafaza edildi.
Aşağıdaki anekdot bu hassasiyetin mevcudiyetini
belgelemektedir: “Ebu Musa el-Eş’ari Basra’da vali
olduğu yıllarda şehirde çok sayıda Kur’an hafızı yetişir. Onları ödüllendirmek ve bir sonraki kuşağı da
teşvik etmek için Halife Hz. Ömer’e yazdığı bir mektupta hafızlara “beytu’l-mal”den maaş bağlanmasını
talep eder. Fakat Hz. Ömer Ebu Musa’nın mektubuna
cevap vermez. Basra valisi mektubu bir sonraki yıl
halifeye tekrar gönderir. Bu defa Hz. Ömer mektuba
şöyle yanıt verir: ‘Onlara Kur’an’ı ezberlediklerinden
dolayı “beytü’l-mal”den maaş bağlarsak korkarım ki
insanlar kendilerini Kur’an’ı ezberleme işine verirler
de anlamayı ihmal ederler. Bu yüzden onları kendi
hallerine bırak.”[10]
Kur’an’ı Neye Göre
Anlarlardı?
“Kur’an”
Kur’an’ı Kerim Arap Edebiyatı’nın bütün inceliklerini mündericatında toplayan ilahi
kitaptır. Onda “Îcaz” ile
“ıtnab”, “mücmel” ile
“mübeyyin”,
“mutlak” ile “mukkayyit”
“umum” ile “muhassıs” farklı yerlerde birbirlerini tamamlar halde
mevcuttur. Bir ayette veciz bir şekilde ifade edilen
mesele başka bir yerde ayrıntılı olarak izah edilir. Kapalı olan ayeti diğer bir ayet şerh
eder. Mutlak olarak gelen farklı bir
2016
yerde takyit edilir. Âmm olan bir ayet hemen sonrasında gelen bir başka ayetle sınırlandırılır.[11] Bu yüzden Kur’an’ı anlamak isteyen kişi öncelikle Kur’an’a
müracaat etmelidir. Bunda başarılı olabilmek için
aynı mevzu ile alakalı ayetler bir araya getirilmeli ve
ayetler arasındaki münasebet tespit edilmelidir. Mesela müfessir Hz. Musa’nın Fravun’la olan mücadelesini
doğru bir şekilde anlayabilmek için öncelikle konuyla
alakalı ayetleri bir bütün halinde düşünmelidir. Zira
bir yerde hadise gayet veciz bir şekilde anlatılırken diğer ayetlerde ayrıntılı olarak ifade edilmektedir.
“Arap Dili”
Kur’an’ı, Kur’an ile tefsir eden sahabe için Arap
Dili’ne vukufiyet de önemliydi. Her ne kadar Kur’an,
onların içinde ve dillerinde inmiş olsa da bazı ayetleri anlamada güçlük çekiyorlardı. Allah Resulü
(s.a.v.) hayatta iken O’na müracaat ederek
“Garib” kelimelerden ne kastedildiğini öğreniyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalinden sonra ise bizzat
lügat ilmiyle ilgilenmek zorunda kaldılar. Anlayamadıkları kelimeleri Arap Dili’ndeki kullanımına müracaat ederek çözmeye çalıştılar.[12] Aşağıdaki
anekdotlar sahabenin dil noktasında
ne derece hassas olduklarını göstermektedir: Hz. Ömer bir hutbe esnasında cemaate “Ey
insanlar! ‘Allah’ın onları
korku üzere iken (tehavvuf) yakalamayacağından güven içinde
midirler?’[13] ayetindeki “tehavvuf” kelimesi
hakkında ne diyorsunuz?”
diye sorar. Herkes susar.
Huzeyl kabilesinden yaşlı
bir adam; “Ey müminlerin
Emiri! Biz bu kelimeyi bir
şeyi eksiltmek anlamında kul-
22
Ocak
lanırız.” diye cevap verir. Hz. Ömer “Arablar bunu
şiirlerinde böyle kullanırlar mı” diye sorar. Yaşlı
adam, Şair Ebu Kebir’in deveyi vasf ederken “tehavvuf” kelimesini “eksiltme” anlamında kullandığını
anlatan şiiri okur. Bunun üzerine Hz. Ömer haziruna;
“Arapçanın saf haliyle terennüm edildiği Cahiliyye şiirini öğreniniz. Çünkü onda kitabınız
Kur’an’ın tefsiri ve sözünüzün anlamları vardır” der.[14]
Kelam-ı Kadim’in Tercüman’ı diye şöhret bulan
İbn Abbas, Kur’an’ın anlaşılmasının Arap Dili’yle münasebetini anlatırken şunları söyler: “En’am Suresi’ndeki ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı olan (fatır),
beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan
Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ ayetinde geçen ‘fatır’ kelimesinin ne anlama geldiğini ta
ki su kuyusu hakkında birbirleriyle anlaşmazlığa düşen iki bedevi yanıma gelinceye kadar bilmiyordum.
Onlardan biri, diğerine kuyunun kendine ait olduğunu ifade edebilmek için ‘ene fetartuha’ dedi. Anladım
ki arkadaşına onu ilk olarak “ben kazmaya başladım” diyor.[15]
Hz. Ömer ve İbn Abbas gibi ileri derecede ilme
sahip olan sahabenin Kur’an’ı anlayabilmek için birbirlerinin Kur’an bilgilerine ve dil ile alakalı birikimlerine müracaat etmeleri, Kelam’ı Kadim’in anlaşılabilmesinin sıradan bir hadise olmadığını ciddi bir cehd
gerektirdiğini göstermektedir.
“Sünnet”
Ashabın Kur’an’ı anlayabilmek için müracaat ettiği ikinci kaynak Allah Resulü’nün (s.a.v.) Sünneti’dir.
İbn Mes’ud “Bize Kur’an’ın
nazmını ezberlemek zor, manasıyla
amel
etmek
kolay
gelirdi.
Bizden sonrakiler içinse Kur’an’ı
ezberlemek kolay O’nunla amel
etmek zor olacak.”[9] demiştir.
Sahabenin Sünnet’e müracaat ederek tefsir ettiği ayetler bağlamında şunlar söylenebilir: Efendimiz
Fatiha’daki “Gazaba uğrayanların ve sapkınların yoluna değil” ayetinde geçen “gazaba uğrayanlar” kelimesini “Yahudiler” “sapkınları” ise
“Hıristiyanlar” olarak açıklamıştır.[16] Yine “Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın”[17]
ayetinde geçen “kuvvet” kelimesini “Bana kulak
verin. Şüphesiz kuvvet atmaktır.”[18] şeklinde
tefsir etmiştir.
Tefsirde şehir olan sahabe ayetlerin iniş sebeplerini de iyi bilirdi. Zira Kur’an’ın hangi şartlarda ve
nasıl bir ortamda indiğini bilmeden O’nu anlamaya
kalkışmak işin başında yanlış anlamaya tevessül etmek anlamına gelir. Bunun içindir ki İbn-u Dakiki’l-Îd:
“Sebeb-i nuzülün Kur’an’ın manalarını anlamada güçlü bir yol”[19] olduğunu söyler.
“İçtihat”
Allah Resulü ashabından ilmi yeterliliğe sahip
olanlara Kur’an ve Sünnet’te açık bir şekilde bulamadıkları konularda içtihat etmelerini telkin ederdi. Muaz
b. Cebel’i Yemen’e oradaki insanları yetiştirmek üzere
gönderirken, kendisine bir mesele getirildiğinde onu
neye göre çözeceğini sormuş, Muaz’dan ‘öncelikle
Kur’an’a sonra Sünnet’e müracaat edeceğini
bu ikisinde bulamadığı takdirde ictihat’ edeceği yanıtını alınca memnuniyetini bildirmiş ve Muaz’a
dua etmiştir.[20]
Sahabe ictihat yoluyla bir ayeti anlamaya çalışırken Arap Dili’nin inceliklerine ve kelimelerin cahiliyye
devrindeki kullanımına riayet ederdi. Öyle ayetler var
Ocak
23
2016
Sahabenin Cebrail’in gelişine, Allah Resulü’nün fiili ve kavli
tefsirine tanıklık etmeleri, onlara güçlü bir meleke kazandırdı.
Özellikle dört halife, İbn Mesud, İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b.
Sabit, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Zübeyr[26]
ki onları anlayabilmek için Kur’an’ın indiği devirde
kelimelere yüklenen anlamları bilmek mecburiyet arz
eder. Örneğin “Haram ayları ertelemek (nesî’),
ancak inkarda daha da ileri gitmektir.”[21] ayetindeki ‘nesî’’ kelimesi ancak onun cahiliyye devrindeki manasını bilmekle anlaşılabilir. Şöyle ki Araplar
savaşçı ve saldırgan bir milletdi. Fakat haram aylarında savaşmayı yasak kabul ederlerdi. Savaşırken
haram ayı gelip çattığında muharebeyi terk etmek
kendilerine ağır gelirdi. Savaştıkları ayı yasak kapsamına girmeyen bir başka ayla değişir, savaşı, değiştikleri ayda haram kılarlardı:[22] Mesela Muharrem yerine
Safer ayını yasak kapsamına alıp Muharrem’de harp
ederlerdi.[23] Bu yolla haram aylarını yine dörde tamamlamış olurlardı.
Bilinenden Bilinmeyene
Kur’an somut hadiselerden soyut hakikatlere ulaşır. İlk planda bilinir olmayı hedefler. Bunun içindir ki
zaman zaman içinde indiği toplumun örf ve adetlerinden bahseder. Bu yolla, getireceği yeni bir hükmün ya
da kaldıracağı eski bir adetin daha kolay kavranmasını sağlar. Sahabe de ictihat ederken cahiliyye devrinin
yapısını göz önünde bulundururdu. Örneğin “İyilik
evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat
iyiliğe eren, korunan kimsedir.”[24] ayetini anlayabilmek için Ensar’ın hac edip geri döndüklerinde
kapı yerine arkalarından evlerine girdiklerini, bunu da
iyilik zannettiklerini bilmek gerekir.[25]
Allah Resulü İle
Olmanın Bereketi
Sahabenin Cebrail’in gelişine, Allah Resulü’nün fiili ve kavli tefsirine tanıklık etmeleri,
onlara güçlü bir meleke kazandırdı. Özellikle dört
halife, İbn Mesud, İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b.
Sabit, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Zübeyr[26] gibi
alim sahabiler Kur’an’dan kimsenin bulup çıkaramayacağı manaları istinbat ederlerdi.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için
din olarak İslam’ı seçtim.”[27] ayeti inince Ebu Bekir[28] ve Ömer[29] dışında bütün sahabe dinin kemale
ermesine sevindi. Öyle ki sevinçlerini dışa vurdular.
Ebu Bekir ve Ömer ise bu ayeti duyduklarında göz
yaşlarını tutamadılar. Onlara niçin ağladıkları sorulduğunda “Bu ayet Hz. Peygamber’in vefatının
yakın olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her
kemali takip eden bir zeval vardır” diye karşılık
verdiler. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bu ayetin inmesinden sonra 81 gün yaşamıştır.[30]
Sahabenin Kur’an’ı
Anlamadaki Dereceleri
Sahabe Kur’an’ı idrak etme noktasında
farklı anlayış derecelerine sahipti. Kimi “garip”
ifadelere aşina, kimi ayetlerin iniş sebeplerine vakıf,
2016
24
Ocak
kimi Allah Resulü’nün tefsirini ezberlemiş, kimi dinleyici olarak kalmıştı. Bütün bu farklı duruşlar beraberinde Kur’an’ı anlamada da farklılık getirdi. Mesruk bu
noktaya dikkat çekerken şunları söylemektedir: “Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) ashabıyla oturdum. (Her
birerini çapları farklı) göller gibi buldum. Göl
var bir adamı, göl var iki adamı, göl var on kişiyi, göl var yüz kişiyi suya kandırır. Yine göl
var bütün dünya insanına akıtılsa tamamının
susuzluğunu giderebilir.”[31]
Aşağıdaki anekdot sahabenin algılama düzeyindeki farklılığı somut bir şekilde ortaya koymaktadır:
Hz. Ömer ve Muaz b. Cebel bir grup sahabi ile birlikte
yolculukta iken yanlarında su olmadığı halde gece ihtilam oldular. Her biri Kur’an’ı anlama kudretine göre
içtihat etti. Muaz, toprakla olan temizliği su ile yapılana kıyas etti ve temizlenmek için toprak üzerinde
yuvarlandı (temerreğe) sonra namaz kıldı. Hz. Ömer
bunu tasvip etmedi, su bulamadığından namazını
tehir etti. Çünkü O, Nisa Suresi’nde teyemmümden
bahseden ayette geçen “lamese” kelimesini cinsel
ilişki şeklinde değil de fiili birlikteliğin mukaddimesi
olarak anlamıştı. Bu yüzden teyemmümün de cinsel
birlikteliğin mukaddimelerinin olduğu durumlarda
yeterli olabileceğini düşünmekteydi. İki sahabi meselenin doğrusunu öğrenebilmek için Allah Resulü’ne
müracaat ettiklerinde O (s.a.v.), ikisine doğru olanı
açıkladı: Teyemmümü anlatan ayette “yüzlerinizi
ve ellerinizi meshedin” denildiğinden ona muhalif
davranan Muaz’ın kıyasının fasit olduğuna işaret etti.
Teyemmümün yapılışını göstererek böyle yapman yeterliydi dedi. Hz. Ömer’e de, teyemmümün abdestsizliği olduğu gibi cünüplüğü de ortadan kaldırdığını
Mesruk bu noktaya dikkat
çekerken şunları söylemektedir: “Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) ashabıyla
oturdum. (Her birerini çapları
farklı) göller gibi buldum. Göl var
bir adamı, göl var iki adamı, göl
var on kişiyi, göl var yüz kişiyi
suya kandırır. Yine göl var bütün
dünya insanına akıtılsa tamamının
susuzluğunu giderebilir.”[31]
Ocak
söyledi. Çünkü Nisa suresinde ki “lamese” kelimesi
cinsel ilişkiden kinayedir.[32]
Kur’an’ın
Anlaşılmasındaki Rolleri
Allah Resulü’nden sonra Kur’an’ın anlaşılmasında en büyük pay sahabeye aittir. Zira
onlar Kur’an’ı hıfzettiler, anladılar, yaşadılar
ve başkalarının da anlayıp yaşaması için aracı oldular. Sonraki nesiller onların Kur’an’la alakalı
malumatlarını refans alarak ayetleri tefsir etti. Tedvin
döneminde yazılan tefsirlerde özellikle müfessir kimlikleriyle şöhret bulan sahabilerin görüşlerine çokça yer verildi.
Ashabın tefsirle alakalı malumatının nasıl bir işleve sahip olduğu ve ne derece bağlayıcı addedildiği
noktasında temerküz eden görüşleri şöyle sıralamak
mümkündür:
1. Sahabe tefsiri “sebeb-i nuzül” ve görüş
belirtmek mümkün olmayan konularda olursa “merfu” hadis konumunda kabul edilir. Çünkü onlar, Cebrail’in inişine ve vahyin gelişine tanıklık etmişlerdir.
“Merfu” kabul edilen bir tefsirin reddedilmesi ise caiz değildir. Müfessir, bu görüşü alır ve
hiçbir durumda başka bir görüşe meyletmez.[33]
Cabir b. Abdillah’ın Bakara Suresi 223 üncü
ayetiyle alakalı yaptığı tefsir zorunlu olarak bunun
“merfu” kabul edilmesini gerektirmektedir. Cabir
25
2016
Sahabe, hayatın merkezine Kur’an’ı yerleştirmişti.
Onu ezberlemek ve manasını anlayabilmek için birbirleriyle
yarışırlardı. Akşam olunca evlerinden arı uğultusu gibi
Kur’an sesleri işitilir “Geceleri pek az uyur, seherlerde
bağışlama dilerlerdi.”[38] Gece ibadet gündüz ise cihat
ederlerdi. İçlerinde bir çok hafız yetişti.[39]
ayetle alakalı şunları söylemektedir: “Yahudiler kim
cinsel ilişkide hanımına normal yoldan, ancak onun arkasına geçerek yaklaşırsa, böyle
bir ilişkiden doğan çocuk şaşı olur.” derlerdi.
Bunun üzerine “Kadınlar sizin ekinliğinizdir.
Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın.”[34] ayeti
indi.[35] Cabir’in ayeti Yahudilerin iddialarıyla ilişkilendirmesi mutlaka Allah Resulü’ne dayanır. Zira ayetin
“Sebeb-i nuzül” ile olan münasebetini başka türlü
bilmesi mümkün değildir.
2. Sahabeye isnat edilen tefsir, insanların görüş
beyan edebileceği konularda olur ve Allah Resulü’ne aidiyeti söz konusu olmaz ise “mevkuf” kabul
edilir. Mevkufta olsa Allah Resulü’nden işitme
ihtimalinden dolayı sahabenin tefsirini dikkate almak vaciptir. Çünkü onlar, Arap Dili’ni iyi
bilmeleri, Allah Reslü’ne arkadaşlık etmeleri, O’nun
ahlakına belenmeleri, kendilerine özel bir takım bağlantı ve durumlara tanık olmaları, derin anlayışları,
sağlam ilimlerinden dolayı nesiller içerisinde Kur’an’ı
en iyi bilen kuşaktırlar.[36] Özellikle de dört halife,
Abdullah b. Me’ud, Abdullah b. Abbas gibi
alim sahabiler bütün zamanların Kur’an’ı en
iyi anlayan müfessirleridirler. Nitekim bu söyleneni tasdik eder mahiyette İbn Mes’ud şöyle demektedir: “Kendinden başka ilah olmayan Allah’a
yemin olsun ki; Kur’an’dan inen hiçbir ayet
yok ki onun kim hakkında ve nerede indiğini bilmeyeyim. Eğer binitlerin ulaşabildiği bir
yerde Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen
birisinin olduğunu bilsem muhakkak ki onun
yanına giderim.”[37]
Sahabe Tefsirinin
Özellikleri
Sahabe, hayatın merkezine Kur’an’ı yerleştirmişti. Onu ezberlemek ve manasını anlayabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Akşam
olunca evlerinden arı uğultusu gibi Kur’an sesleri işitilir “Geceleri pek az uyur, seherlerde bağışlama dilerlerdi.”[38] Gece ibadet gündüz ise cihat
ederlerdi. İçlerinde bir çok hafız yetişti.[39] Öyle
ki sadece Yemame’de şehit olanların sayısı 70
civarında idi. Aralarında hafıze sahabi de vardı. Aişe, Hafsa, Umm-u Seleme ve Umm-u Varaka Kur’an’ın tamamını ezberlemişti.[40]
Kur’an’ın bizzat kendisiyle bu derece ilgilenen
sahabe onu tefsir etmekten de geri durmadı. Ne var
ki tefsirle alakalı Allah Resulü’nden Kur’an’ın tamamını kapsayan bir eser nakletmedikleri gibi
kendileri de böyle bir metin kaleme almadılar.
Çünkü onların Kur’an eğitimi dinleyerek öğrenmeye ve tefsiri şifahi yolla alıp muhafaza etmeye dayalıydı.[41] Sahabenin bu yaklaşımı benimsemesinin arka planında ümmi olmaları ve bir de Ebu
Said el-Hudri’nin rivayet ettiği şu hadis vardır: “Ben-
2016
26
Ocak
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003, I, 60.
[2] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 28.
[3] Kur’an, İsra(17): 82.
[4] Kur’an, Hicr(16): 94.
[5] Kur’an, Nisa(4): 171.
[6] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire,
1992, III, 118.
[7] Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Askalâni İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 166.,
[8] Ebu Davud, Salat, 1391.
[9] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an,
Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 30-1.
[10] Zeki Duman, “Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız?” Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde
Kur’an’a Bakış Açısı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 34-5.
[11] Hanefi mezhebine mensup hukukçulara göre muhassıs tahsis edilen ayet-
den bir şey yazmayınız. Kim Kur’an’ın dışında
başka bir şey yazdıysa onu imha etsin. Şifahi
yolla hadis rivayet edin bunda bir kısıtlama
yoktur.”[42] Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’la tefsirin birbirine karıştırılması endişesiyle İslam’ın ilk yıllarında
böyle bir yolu tercih etmiştir.
ten hemen sonra gelmelidir.
Şifahi yolla sonraki kuşaklara aktarılan ve tedvin
döneminde kayda geçen sahabe tefsiriyle alakalı şunlar söylenebilir:
14.
1. Sahabe özellikle yeni müslüman olanların anlaması için, Kur’an’ın kapalı ifadelerini tefsir etti.
rut, 1981, I, 535.
[12] Bkz. Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s. 140 vd.
[13] Kur’an, Nahl(16)47.
[14] Kurtubi, a.g.te., X, 73.
[15] Taberi, a.g.e., V, 158.
[16] Taberi, a.g.e., I, 110-115.
[17] Kur’an, Enfal(8): 60.
[18] Muslim, İmare, 168; Tirmizi, Tefsir, 5; İbn Mace, Cihad, 19; Darimi, Cihad,
[19] ez-Zehebi, a.g.e., I, 46.
[20] Bkz. Tirmizi, Ahkam, 3.
[21] Kur’an, Tevbe(9): 37.
[22] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Daru’l-Kur’an’il-Kerim, Bey[23] Kurtubi, a.g.e., VIII, 88.
[24] Kur’an, Bakara(2): 189.
[25] Kurtubi, a.g.e., II, 230.
2. Allah Resulü (s.a.v.) ile aynı zamanı paylaşmaları, vahyin gelişine ve geldiği ortama tanıklık etmeleri
cihetiyle Kur’an’ı bütün kuşaklardan daha doğru anladı ve bu anlayışı tefsirlerine yansıttılar.
[26] Zürkani, a.g.e., I, 16.
[27] Kur’an, Maide(5): 3.
[28] Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XI, 110.
[29] Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42.
[30] Razi vakıayı Ebu Bekir’e, Taberi ve Kurtubi ise Hz. Ömer’e isnat etmek-
3. Sahabe ahkam sahası dışında çoğunlukla
ayetlerin icmali anlamlarıyla yetindi. Mesela “Abese
Suresi”ndeki “meyvalar ve çayırlar”[43] mealindeki ayetten Allah Teala’nın kullarına ihsan ettiği nimetlerini tadat etmesini anlamayı yeterli gördü.
tedir. Biz iki rivayeti dikkate alarak hadiseyi naklettik. Bkz. Razi, a.g.e., XI, 110;
Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42.
[31] ez-Zehebi, a.g.e., I, 30.
[32] Bkz. es-Sayis, a.g.e., s. 40.
[33] ez-Zehebi, a.g.e., I, 72; Benzer açıklamalar için bkz. Sabuni, a.g.e., s. 70.
[34] Kur’an, Bakara(2): 223.
[35] Taberi, a.g.e., II, 409.
[36] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed
4. İman ile alakalı meselelerde aralarında bir anlaşmazlık söz konusu olmadığından zorlama te’villerde bulunmadılar.
Ali Sabuni), Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 12.
[37] İbn Kesir, a.g.e., I, 12.
[38] Kur’an, Zariyat(51): 17-18.
[39] Enes b. Malik’in “Hz. Peygamber vefat ettiğinde dört sahabi dışında hafız
yoktu.” şeklindeki rivayeti ile alakalı bir çok te’vil yapılmıştır. Bunlardan en doğ-
5. Sahabe devrinde tefsir ile alakalı eser tedvin
edilmedi. Yalnız İbn Mes’ud gibi bazı sahabiler
mushaflarının kenarlarına bir takım notlar
düştüler. İbn Abbas’a isnat edilen tefsir ise Firuzabadi tarafından tedvin edilip daha sonra
ona nispet edilmiştir.[44]
Ocak
ru olanı; Enes b. Malik’in bu ifadeyi Evs kabilesine karşı Hazrec’i övmek için, o
kabileye ait olan hafızları belirttiğidir. Bkz. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal
li-Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Mektebetu’s-Sunne, Kahire, 2003, s. 264.
[40] Ebu Şehbe, a.g.e., s. 261-5.
[41] Bkz. Zurkani, a.g.e., I, 27.
[42] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 39,56.
[43] Kur’an, Abese(80): 31.
[44] Özetlenerek alınmıştır. Bkz. ez-Zehebi, a.g.e., I, 73.
27
2016
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki
Hadisler
Hz. Ali (r.a) şöyle
demiştir: “Resulullah (s.a.v),
kendisinden
sonra
Ebû
Bekr’in, sonra Ömer’in, sonra
Osman’ın, ondan sonra da
benim
halife
olacağıma
dair benden söz almadan
dünyadan
ayrılmadı.”
B
ir yazımda Saadet-i
Ebediyye isimli eserle
ilgili kısa bir değerlendirme yapmış ve içinde zayıf,
hatta uydurma rivayetler bulunduğunu söylemiştim. Örnek
olarak da Efendimiz (s.a.v)’in,
Hz. Ali (r.a)’a, “Benden sonra halife Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan
sonra da sen” buyurduğunu
anlatan rivayeti zikretmiştim.
Yine o yazıda, Saadet-i
Ebediyye’de yer alan, “İmam-ı
Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden
2016
28
az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler,
İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” demiştir” şeklindeki tesbit üzerine
şunları söylemiştim:
“Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin
bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az
bir şeyi anlayabildiğini değil,
hüküm istinbat metotlarının,
özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce
ortaya koyan kişinin İmam
Ebû Hanîfe olduğunu tesbit
ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi
halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam
Ocak
Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu
durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel”
ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya
çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada
bulunması mümkün değildir.”
İnternetteki bazı forumlarda bu meselenin gündeme geldiği ve mezkûr rivayetin İmam-ı Rabbânî
hazretlerinin Mektûbât’ında geçtiği söylenerek yukarıdaki ifadelerime itiraz edildiği konusunda bir uyarı aldım. İtiraz edenler, Tasavvuf büyüklerinin bir hadisi keşfen
tashih etmeleri halinde artık zahir
ulemasının değerlendirmelerinin bir şey ifade etmeyeceğini söylemişler. “Bir metin
hadis-i şerif olmak üzre
Mektubat-ı Rabbani’de
müsbetse (geçiyorsa) o
metin hadistir ve sahihtir”
diyenler olmuş, hatta (Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbânî
gibi büyüklere dil uzattığım düşüncesinden kaynaklanan bir gayret-i diniye ile) şahsıma yönelik ağır ithamlarda
bulunulmuş. Ayrıca İmam eş-Şâfi’î’nin sözüyle ilgili
değerlendirme hakkında söylediklerimin de İmam-ı
Rabbânî’yi hedeflediği tesbitinde bulunmuşlar.
Bu eleştirilerde bulunanların, Tasavvuf büyüklerinin kendilerine ve eserlerine yönelik tahripkâr saldırılar karşısında gösterilmesi gereken hassasiyetle
hareket ettiklerini biliyor ve bunu takdir ediyorum.
Bu hassasiyete her zamankinden fazla ihtiyaç duyulan bir zaman diliminde yaşıyoruz. Aidiyetlerimizi
muhafaza etmenin bizim için hayat-memat meselesi
olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Bu köşenin
takipçileri, bu köşede en fazla vurgulanan hususu bu
noktanın teşkil ettiğini çok iyi biliyor. Bu cümleden
olarak hangimiz diğerinin tavrında hakkın hatırını
rencide eden bir tavır görürse, onu lisan-ı münasiple
ikaz etmeli, birimizden hasbel beşer sadır olmuş bir
hata/kusur varsa, en uygun tarzda düzeltme yoluna
gitmelidir. Kardeşliğin gereği budur…
Meselemize gelecek olursak, geçen haftanın Pazar (8 Şubat) yazısında bir noktaya dikkat çekmiştim.
Kaynaklardan istifade etme tarzı, onlara vakıf olmak
kadar, hatta ondan daha önemlidir. Hangi kaynağın
özelliği nedir, hangi eserden hangi sahada istifade
etmek gerekir, bunları iyi bilmek ve müelliflerin eserlerini telif ediş gayesi ve metodu hakkında gerekli donanıma sahip
olmadan bu sahada sarf-ı kelam etmekten uzak durmak icab eder…
Evet, İmam-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât’ında (67.
Mektup, Mektûbât, II, 176)
Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Gunye’sine atfen iki rivayet
zikrediyor. Bunlardan birine göre
Efendimiz (s.a.v) Miraç’tayken, Hz.
Ali (r.a)’ı halife kılmasını Allah Teala’dan talep etmiş, ancak melekler, “Daima Allah’ın dilediği olur; senden sonra halife Ebû Bekr’dir” karşılığını vererek bu talebin kabul
edilmediğini bildirmişler.
Diğer rivayete göre Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
“Resulullah (s.a.v), kendisinden sonra Ebû
Bekr’in, sonra Ömer’in, sonra Osman’ın, ondan sonra da benim halife olacağıma dair benden söz almadan dünyadan ayrılmadı.”
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şurası:
İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hulefa-i Raşidin’in efdaliyeti konusunda Ehl-i Sünnet’in görüşünü zikrettiği
bağlamda yer verdiği bu rivayetleri keşfen ya da başka bir tarikle tashih ettiğini söylemiyor. Abdülkadir
Geylânî hazretlerinin Gunye’sini referans vermesi
{
}
“Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a)’ın hilafeti, Muhacirin ve Ensar’ın
ittifakıyla oldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde Ensar’ın
konuşmacıları kaktılar ve (Muhacirin’e hitaben) “Bir emir bizden,
bir emir de sizden olsun” dediler.
Ocak
29
2016
bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Öyleyse burada
onun bu rivayetleri, Geylânî hazretlerine itimat ederek aldığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
O halde soru şu:
Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih
olduğunu söylemiş midir?
Onun Gunye’sinde geçen rivayetlerin tamamının
sahih olduğunu söylemek mümkün müdür?
Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih
olduğunu söylemiş midir?
Gunye’de Dört Halife’nin hilafeti ile ilgili bahsin işlendiği yere
(Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî
baskısı, I, 110 vd.; Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye baskısı, I, 158 vd.) baktığımızda, onların hilafete
gelişinin Sahabe’nin
seçimi, ittifakı ve rızası ile olduğunun söylendiğini görüyoruz.
Bunun
arkasından
Geylânî hz., Hulefa-i
Raşidin’in hilafete geliş
tarzını tek tek ele alıyor
ve şöyle diyor:
“Ebû
Bekr
es-Sıddîk
(r.a)’ın hilafeti, Muhacirin ve Ensar’ın ittifakıyla oldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde Ensar’ın konuşmacıları
kaktılar ve (Muhacirin’e hitaben) “Bir emir bizden,
bir emir de sizden olsun” dediler. Bunun üzerine
Ömer b. el-Hattâb (r.a) kalkarak şöyle dedi: “Ey Ensar topluluğu! Sizler Resulullah (s.a.v)’in Ebû
Bekr’e, imam olup halka namaz kıldırmasını
emrettiğini bilmiyor musunuz?” Ensar, “Evet,
biliyoruz” dedi. Ömer şöyle devam etti: “O halde
hanginiz gönül rahatlığıyla Ebû Bekr’in önüne
geçebilir?” Onlar, “Ebû Bekr’in önüne geçmekten Allah’a sığınırız” dediler.
“Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: “Ömer
onlara, “Hanginiz gönül rahatlığıyla onu, Re-
2016
sulullah (s.a.v) tarafından layık görülen makamından alaşağı edebilir?” dedi. Ensar da hep
bir ağızdan, “Hiçbirimiz bunu gönül rahatlığıyla
yapamayız. Allah’tan bağışlanma dileriz” diye
karşılık verdi. Bunun üzerine Ensar Muhacirin ile ittifak ve hepsi birlikte Ebû Bekr’e bey’at ettiler ki, Ali ve
ez-Zübeyr de aralarında bulunuyordu.”
Bundan sonra şunları söyler: “Rivayet edildiğine
göre Abdullah b. el-Kevvâ’, Cemel savaşından sonra
Hz. Ali’nin yanına geldi ve “Resulullah bu iş (hilafet) konusunda sana herhangi bir bilgi verdi
mi?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu işimiz
hakkında şöyle düşündük: Namaz İslam’ın
temelidir (ve Resulullah, Ebû Bekr’i
namaz imamlığı için görevlendirmiştir); biz de Allah’ın ve
Resulü’nün dinimiz hakkında razı olduğu kişiye razı olduk ve bu
işimizi (hilafeti) Ebû
Bekr’e tevdi ettik.”
Hilafete kimlerin
hangi sırayla geçeceği konusuna ancak
“işareten”
delalet
eden bir-iki rivayet sıraladıktan sonra Geylânî hz. İmam Ahmed
b. Hanbel’den, Hz. Ebû
Bekr (r.a)’in hilafetinin açık
nass ve işaretle sabit olduğu
görüşünü –senedsiz olarak– nakleder; bunun, el-Hasenu’l-Basrî ve muhaddislerden bir grubun mezhebi olduğunu söyler
ve “Bu rivayetin izahı, Ebû Hureyre (r.a)’den
nakledilen şu hadistir…” diyerek, “uydurma”
olduğunu söylediğim rivayete yer verir.
Daha sonra Geylânî hz. Hz. Ömer (r.a)’in hilafete
geliş sürecini ele alır ve şöyle der: “Ömer (r.a)’ın hilafetine gelince, Ebû Bekr (r.a)’ın istihlafı (halife tayin
etmesiyle) olmuştur. Sahabe de bu karara itaatle ona
bey’at etmiş ve kendisine “Mü’minlerin Emiri”
ünvanını vermişlerdir. Abdullahb. Abbâs (r.a) şöyle
demiştir: “Ebû Bekr (r.a)’e, “Ne kadar katı birisi
olduğunu bildiğin halde başımıza Ömer’i tayin
ettiğin için yarın Rabbine kavuştuğunda ne di-
30
Ocak
yeceksin?” dediler, şöyle karşılık verdi: “Yarattıklarının en hayırlısını bıraktım” diyeceğim.”
Geylânî hz. devam eder: “Osman (r.a)’ın hilafetine gelince, o da Sahabe’nin ittifakıyla olmuştur. Şöyle
ki; Ömer (r.a) çocuklarını hilafetten çıkardı (çocuklarını veliahd tayin etmedi) ve halife seçimini şu 6 kişinin oluşturduğu şuraya bıraktı: Talha, ez-Zübeyr, Sa’d
b. Ebî Vakkâs, Osman, Ali ve Abdurrahmanb. Avf.
Abdurrahman, Ali ve Osman’a şöyle dedi: “Allah,
Resulü ve Mü’minler için ben, ikinizden birini
seçiyorum.” Sonra Ali’nin elini tuttu ve “Allah’ın
ahdi, misakı, zimmeti ve Resulü’nün zimmeti
senin üzerinde; eğer sana bey’at edersem Allah, Resulü ve Mü’minler için nasihat görevini
yerine getirir, Resulullah, Ebû Bekr ve Ömer’in
gidişatı üzere hareket eder misin?” diye sordu.
Ali, kendisinden istediklerini yerine getirmeye güç
yetiremeyeceğinden korktu; bunun için Abdurrahman’a olumlu cevap vermedi. Sonra Abdurrahman,
Osman’ın elini tuttu ve Ali’ye söylediklerini ona da
söyledi. Osman olumlu cevap verdi. Bunun üzerine
Abdurrahman onun elini mesh ve kendisine bey’at
etti. Ali de bey’at etti. Sonra herkes bey’at etti ve
böylece Osman, insanlar arasında, herkesin ittifakıyla halife oldu.”
Daha sonra Hz. Ali (r.a)’ın hilafete gelişini anlatır
ve Hz. Osman (r.a)’ın şehadetinin ardından insanların Hz. Ali (r.a)’ın kapısında toplandıklarını, kendisini
halife olarak görmek istediklerini söylediklerini zikreder. Burada Hz. Ali (r.a)’ın verdiği cevap manidardır:
“Benim size vezir (halifenin yardımcısı/danışmanı) olarak hizmet vermem, emir olarak hizmet vermemden daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine Ömer b. elHattâb (r.a) kalkarak şöyle dedi: “Ey
Ensar topluluğu! Sizler Resulullah
(s.a.v)’in
Ebû
Bekr’e,
imam
olup halka namaz kıldırmasını
emrettiğini bilmiyor musunuz?”
Ensar, “Evet, biliyoruz” dedi.
Bütün bu pasajlar boyunca meselenin işleniş biçimine baktığımızda şunu görüyoruz: Önce Hz. Ebû
Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci hakkındaki sahih
bilgi/gerçek durum naklediliyor ve bu anlatım çeşitli
rivayetlerle teyit ediliyor; arkasından konu hakkında
İmam Ahmed’den nakledilen bir bilgiye değiniliyor
ve onun açıklaması sadedinde bahse konu rivayete
yer veriliyor. Yani Geylânî hz. o uydurma hadisi meselenin mihveri kılmıyor. Sadece İmam Ahmed’den
nakledilen bir görüşün izahı sadedinde zikrediyor. Burası son derece önemlidir. Zira şayet Efendimiz (s.a.v)
kimlerin hangi sırayla hilafete geleceğini nassen belirtmiş, tayin etmiş olsaydı, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci esnasında yaşananların yaşanmasının
hiçbir açıklaması olmazdı. Ne Beni Sa’ide gölgeliğinde Ensar ile Muhacirin arasındaki müzakereleri, ne
Hz. Ebû Bekr (r.a)’in, Hz. Ömer (r.a)H’i halife tayin
etmesine itiraz edenlere verdiği cevabı, ne Hz. Ömer
(r.a)’in, kendisinden sonraki halifenin seçimini şuraya havale etmesini, ne de Hz. Ali (r.a)’ın hilafet teklifi
karşısındaki tutumunu açıklayabilirdik!
Abdülkdir Geylanî hz.lerinin, Hulefa-i Raşidin’in
hilafete geliş sırasıyla ilgili –uydurma olduğunu söylediğim– rivayeti kullanma tarzını gördük. Muhtemelen
kendisinin iştirak etmediği, ama mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (rh.a)’dan geldiği için zikretme gereği
duyduğu bir görüşün gerekçesi olarak zikrettiği bu rivayeti, –daha önce de muhtelif vesilelerle ifade ettiğim veçhile– “temriz sigası” kullanarak, yani “rivayet edilmiştir, nakledilmiştir…” gibi bir ifadeyle
vermiştir. Bu nokta önemlidir; zira bu hadisi keşfen
veya bir başka şekilde tashih etmediğini gösterir.
İmam-i Rabbânî hz.’nin bu rivayeti Gunye’ye atfen kullanmasına gelince, dediğim gibi Geylânî hz.’ne
Ocak
31
2016
olan itimadı sebebiyle araştırma ihtiyacı duymamaktan kaynaklanmış olabilir. Nitekim Mektûbât’ta bu
şekilde kaynağı bulunamamış birkaç rivayet daha
mevcuttur ve hepsi de öncekilere itimaden nakledilmiş rivayetlerdir.
Bahse konu rivayetin uydurma olduğunu söylediğim halde, bunu niçin Saadet-i Ebediyye isimli kitaba atfen yaptığım ve onun kaynağı Mektubat’ı ve
onun da kaynağı durumundaki Gunye’yi niçin zikretmediğim meselesine gelince; bunu farkında olmadan
yapmış olmam elbette mümkün değil.
Daha önce birçok vesileyle İmam el-Gazzâlî’nin
İhyâ’sında uydurma rivayetler bulunduğunu –bizzat
Şafiî mezhebine mensup Ehl-i Sünnet Hadis alimlerine ittibaen– söylediğimi bilenler biliyor. (Bunun ilmî
emanet düşüncesinden başka bir şeyle irtibatlandırılması söz konusu olamaz.) Bu durumun İhyâ’nın
ve sahibinin kadrini tenkis etmek anlamına kesinlikle
gelmeyeceğini söylediğimi de… Dolayısıyla internette bu meseleyi dillerine dolayanların söylediği gibi
“farkında olmadan” baltayı taşa vurmuş değilim.
Saadet-i Ebediyye hakkında yazarken, bu eserde o
rivayetin nereden naklen verildiğini atlayacak ya da
dikkate almayacak kadar üstünkörü hareket etmedim elbette.
Böyle hareket etmemin sebebine gelince;
Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda, eserin karakteristik birkaç özelliğini zikretmiştim.
Bunlar arasında, “Hadis’le ilgili hususlarda te-
mel Hadis musannefatına hemen hiç başvurulmaması” da bulunuyordu. İhtiva ettiği hadislerin
tahricinin ilmî usullere uygun bir şekilde yapılması bu
eserin temel ihtiyaçlarından birisidir. O yazıda örnek
olarak zikrettiğim rivayetin kaynağı Mektubat ya da
Gunye iken, eserin başka yerlerinde zikredilen benzer
durumdaki rivayetlerin kaynağı da başka eserlerdir.
Dolayısıyla eseri neşredenlerin, muhtevasındaki rivayetler üzerinde ciddi bir tahriç faaliyeti gerçekleştirmesi o yazımın temel hedefi idi. Yoksa yazı, Mektubat
ya da Gunye üzerine kaleme alınmış olsaydı, elbette
rivayet bu eserlere atfen zikredilirdi…
Saadet-i Ebediyye ile ilgili yazımın eleştiri konusu
yapılan bir diğer pasajı da, “İmam-ı Şafiî hazretleri,
İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden az bir şey
anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı
a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklindeki tesbitim. Şöyle demiştim: “Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu
sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az
bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe
olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde
İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün
olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün
değildir.”
Bu ifadelerim hakkında şunlar söyleniyor: “Diğer
(4 numaralı) maddedeki tenkid de İmam-ı Rabbanî
kuddise sirruh hazretlerini hedef alıyor. Çünkü Sifil
Hoca’nın beğenmediği bu yazı, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatının 2. cild, 55. mektubunda mevcuttur. Herkesin kolayca bulması için ilave edeyim ki,
E. Sifil’in tenkid ettiği birinci ifade Yasin Yayınevi tarafından neşredilmiş Mektubat tercümesinin (İstanbul,
2004) 2. cild, 683. sayfasında, sondan 5. satırdadır;
ikinci ifade ise 684. sayfada son paragrafın ilk cümlesidir. E. Sifil Hoca burada İmam-ı Rabbanî hazretleri
hakkında “aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada
bulunması mümkün değildir” gibi hiç de hoş olmayan, yakışıksız ifadeler kullanmış oluyor.”
Saadet-i Ebediyye müellifinin bu ifadesinin,
İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat’ının belirtilen yerinde
2016
32
Ocak
mevcut ifadelerinden (alıntı olduğu belirtilmeden) iktibas edildiği doğrudur. Ancak benim İmam-ı Rabbani
hz.’ni hedef aldığım doğru değildir. Zira İmam-ı Rabbânî’nin o ifadeleriyle Saadet-i Ebediyye’deki ifade
arasında şu farklar var:
İmam-ı Rabbânî hz.’nin o ifadeleri, İmam Ebû
Hanîfe ve ashabını, Kitap ve Sünnet’e muhalefet ve
mücerret re’ye dayanarak hüküm vermekle itham
edenlere yöneliktir. Oysa Saadet-i Ebediyye’de bu
noktayı dile getiren ifadeler yer almamaktadır.
İmam eş-Şâfi’î’nin sözü hatalı çevrilmiştir.
“en-Nâsu ıyâlun alâ Ebî Hanîfe”, cümlesinin
doğru çevirisi, “İnsanlar Ebu Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklinde değil, “İnsanlar (Fıkıh’ta) Ebû
Hanîfe’ye muhtaçtır” şeklinde olmalıdır. Zira
“âle-ye’îlu” fiili, “muhtaç olmak” anlamındadır.
Dilimize de geçmiş bulunan “aile” kelimesi de buradan gelmektedir. Kişinin ehl-u ıyâli, geçimlerini tekeffül ettiği, kendisine muhtaç kişileri anlatır. “Iyâl” kelimesini “çocuklar” olarak anladığımızda, Ebû Ya’lâ,
el-Bezzâr, et-Taberânî ve daha başkaları tarafından
nakledilen “en-Nâsu ıyâlullâh…” rivayetini, “İnsanlar –haşa– Allah’ın çocuklarıdır…” gibi hiç
olmayacak bir şekilde çevirmek gerekecektir! Hasılı
İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, Fıkıh ilminde derinleşmek
isteyenlerin İmam Ebû Hanîfe’ye, onun dakik istinbat
metotlarını bilmeye ve bıraktığı mirasa muhtaç olduğunu anlatmaktadır.
Burada son bir noktaya değinmek istiyorum:
Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda
daha başka bir kısım hususları da dile getirmiştim.
Ömer şöyle devam etti: “O
halde hanginiz gönül rahatlığıyla
Ebû Bekr’in önüne geçebilir?” Onlar,
“Ebû Bekr’in önüne geçmekten
Allah’a sığınırız” dediler.
O yazının sadece burada söz konusu ettiğim pasajlarına dikkat kesilip, diğer yerlerinin hiçbir şekilde
bahse konu edilmemesi, önyargıyla okunduğu hissini uyandırıyor.
Hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi
üzerinde durarak meseleyi bağlamak istiyorum. Konu hakkında bilinenleri tekrarlamak
yerine, konumuzla da bağlantılı olarak can alıcı noktalar üzerinde durmayı tercih edeceğim.
“Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i
Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken
“keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini
görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin,
“keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir.
“Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi
ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi
kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun
ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir
“keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur:
Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi
anlamada, yorumlamada hata olabilir. (İbn Arabî,
el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 8.)
Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz.
Paygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bak-
Ocak
33
2016
mak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal
bulunmadığını söylemek mümkün değildir.
Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer
husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir
Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin
o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği
anlamına gelir.
Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if
taya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in
daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.
Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin
arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i
üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den
sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad,
şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Ha-
“Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: “Ömer onlara, “Hanginiz
gönül rahatlığıyla onu, Resulullah (s.a.v) tarafından layık görülen
makamından alaşağı edebilir?” dedi. Ensar da hep bir ağızdan,
“Hiçbirimiz bunu gönül rahatlığıyla yapamayız. Allah’tan bağışlanma
dileriz” diye karşılık verdi.
ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih
olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha
şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.”
(el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, II, 481.)
Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün
bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir
hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez.
Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin
keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde or-
life olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki
itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha
yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç
meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e
iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz
(s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken
böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup
düşünmek zorundayız.
Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut
el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi
alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin,
keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir
“sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir.
Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması
–zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis
ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması
mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir.
2016
34
Ocak
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
”Ey akıl sahipleri ibret alınız.”1 Allah Teâlâ, bazen mahlükatın içindeki manevi duygulardan oluşan ve beşeri münâsebetleri güzelleştiren gücü ortadan kaldırır ve mazlum bir kişi, zalim birini topluma
şikâyet eder. Mâneviyattan yoksun gözler ve kalpler, bu durumu sadece
seyrederler ve o mazluma acımazlar. Sanki beşeriyet katılaşmış bir taş
gibi olur. Açlar, müsibete uğrayanlar ve gariplerin durumu da aynıdır.
Bu zamanlarda Allah’ın kudreti, kendisinin gaybi sırlarını ortaya koyar.
Orada Allah’ın hükmü vardır. Dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.
Bazen ise Allah Teâlâ, beşeri münâsebetleri güzelleştirme hususunda insana güç ve kuvvet bahşeder ve mahlükatın kalpleri yumuşaklık. yardım
ve sevgiyle dolar. Böylece onlar, birbirlerine şefkat edip acırlar. O zamanın insanları, bu bahşişle huzûr içinde yaşarlar. “Ey Rabbimiz, bize
hidâyetini verdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Katından bize
rahmetini lutfet. Şüphesiz Sen, çok hibe edensin.”2 Biz, ruhu sattığımız için o (ruh), Allah’dan gelen her emri kabul etti ve kaderi safâ
hâline getirdi. Allah’a kısa bir yürüyüşten sonra, sana rühu ta’bir edeceğiz. Sen: “Himmet ve gayretim, ruhumun müşahede makamında
olan nefsim içindir” diyorsun.
Selim bir kalple dünyadan göçersen,
Selâmetle karşılanırsın
1. El-Haşr, 59/2.
2. Âl-i İmran, 3/8.
35
2016
Abdullatif ACAR
Amellerin Değeri İhlas
“Oysa onlar doğruya
yönelerek, dini yalnız Allaha
has kılarak ona kulluk etmek,
namazı kılmak ve zekatı
vermekle emrolunmuşlardır.
Dost doğru olan din budur.”
(Beyyine,5)
2016
A
nlatıldığına göre; büyük zatlardan birini
rüya da görüp,
Allah sana ne yaptı diye
sorarlar. O zat şöyle der:
“Allah için yaptığım her
şeyi sevaplar kefesinde buldum. Yolda düşürülüp de
benim aldığım nar tanesini
ve evimde ölen kediyi bile
sevap kefesinde buldum.
Külhanımda kalan bir ipek
telini de günahlar kefesinde buldum. Yüz altın değerinde bir merkebim ölmüştü. Onu sevaplar kefesinde
36
bulamadım. Sübhanellah
bir kedi sevaplar kefesinde
olurda yüz altın değerindeki merkep olmaz bu ne hikmettir” dedim. Denildi ki:
“Merkebi nereye gönderdiysen ordadır. Sen
onun öldüğünü duyunca:”
Allahın lanetine” dedin.
Eğer “Allah yolunda deseydin, onu da sevaplar kefesinde bulurdun.” dendi.
“Allah için sadakalar
vermiştim, insanlar benim
verdiğim sadakaları görürlerdi, onun ne sevabını
nede günahını gördüm”
Ocak
Süfyanı Sevri bunu işitince: “Bunun zararını
görmediyse büyük bir saadettir” dedi.
Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“Kim Rabbin(in rızasına ve onun nimetlerine)
kavuşmayı arzu ediyorsa, ihlaslı ameller yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir kimseyi (ve
hiçbir şeyi) ortak koşmasın”( Kehf, 324)
İhlas, halis, iyi niyet, saf, temiz ve duru
anlamlarına gelir. İbadet ve itaatte
ihlaslı olmak ibadetleri sırf Allah
rızası için yapmak, gösteriş ve
riyadan uzak olmak demektir. Nasıl ki süt, hayvanın kan
ve pisliklerinden korunarak saf
ve temizliğini muhafaza ediyor, bu şekliyle insanlara
fayda sağlıyorsa İbadetler
de böyledir. Onlardan fayda
sağlamak, yapıp ettiklerimizle
Allah’a yaklaşmak, onun rızasına nail olmak için niyetlerimizi
riya ve gösterişten uzak tutmamız
gerekir, o ibadetlerin Saflığına ve temizliğine leke kondurmamamız gerekir.
Sadece ibadetlerde değil, bütün işlerimizde Allah’ın rızasına ermek için ihlas üzere olmaya çalışmamız lazım. O zaman her davranış
ibadet hükmünü alır. Bir insan hayırlı bir işe niyet
edip elinde olmayan sebeple o işi gerçekleştiremezse
yine de niyetinden dolayı sevap alır. Ancak kötü bir
işe niyetlenip de yapmasa günah yazılmaz. Peygamberimiz(s. a. v.) buyuruyor ki:
Niyetler ne kadar sağlam ve temiz olursa
yapılan ibadetlerden de o derece lezzet alınır,
hem bu dünyada hem de ahirette fayda görülür. Ancak şunu da unutmamak gerekir: niyetteki
zorluktan daha zordur ihlası devamlı kılmak.
Başta ki iyi niyet zamanla riya ve gösteriş kirlerine bulaşabilir. Burada önemli olan ihlasımızı korumak
için gerekli bilgiye ve donanıma sahip olmak
o bilginin gereğini irademizin hakkını vererek
yerine getirmektir.
İlim ve İhlas
Bilerek yapılan az amelin
bilmeyerek yapılan çok amelden makbul olması, amellerdeki arı ve duruluğu, gönüldeki saf ve temizliği, insanın
ayırt etme kabiliyeti ve feraseti
sebebiyledir. Cahil ameldeki
afetleri bilemez, yaptığı amellerin ihlaslarına karışacak yabancı
düşünce ve havatırların kalbe nüfus
etmesini engelleyemez. Cahil ihlaslı
olduğunu zanneder aslında ihlasızdır. Kazandığını zanneder aslında iflas edenlerdendir. Temiz ve iyi niyetli olduğunu düşünür. Fakat
niyetindeki bozukluk amellerini boşa çıkarmıştır. Niyetler deki karışım altın madenindeki karışım gibidir.
Altın madenindeki karışımı ancak o işin mütehassısı
sarraf bilir. Bilirde saf altını ayırır, işler ve onu insanların faydasına sunar. Cahil ise sarı olan her şeyi
altın sanır, büyük bir hazinenin üzerinde oturması
ona fayda sağlamaz, ham altını saf altın zanneder,
zengin olduğunu düşünür.
“Bütün işler ve ameller niyetlere göredir…” başka bir hadisinde de:
“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır”
buyuruyor.
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
Denilmiştir ki, ilim tohumdur, amel ziraat... Onun
suyu ihlastır.
{
}
Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“Kim Rabbin(in rızasına ve onun nimetlerine) kavuşmayı
arzu ediyorsa, ihlaslı ameller yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir
kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmasın”( Kehf, 324)
Ocak
37
2016
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
“İnsanlar helak olur, alimler kurtulur. Alimler
helak olur, amel sahibi alimler kurtulur. Amel sahibi alimler
helak olur, ancak ihlas sahibi olanlar kurtulur, ancak bu
ihlas sahipleride büyük bir tehlikeyle karşı k karşıyadır.”
İlimsiz amel nereye gidileceği belli olmayan, bir
yolculuktur. Amelsiz ilim hammalık ve sorumluluktur.
İhlassız amel yorgunluk ve avuntudur. İhlasla yapılan
amel ise fayda ve mükafattır ancak tehlikelerden de
ari değildir.
Amelin Kabul Olması
İhlasa Bağlıdır
Peygamberimiz(s.a.v.) bir hadisi şerifinde buyuruyor ki:
“Ey insanlar Allah için yaptığınız amellerinizi ihlas ile işleyiniz, zira Allah, halis hane
yapılan şeyden başkasını kabul etmez”(etTerğip ve’t terhip c.1 s.55)
Başka bir hadisi şerifinde ise:
“İçinde hardal tanesi ağırlığında riyadan
eser bulunan bir işi Allah kabul etmez.”(etTerğip ve’t Terhip. C.s.72) buyuruyor.
Bir kova sütü düşünün, bir damlada olsa o süte
dışardan yabancı, necis bir madde damlatılsa, o süte
saf ve durudur diyebilir miyiz? O sütten fayda görebilir miyiz? Elbetteki hayır. Öyleyse “Şu ibadetimle
Allah’ı memnun etmeye çalışırken insanlarda
iltifat etseler ne olur” diyemeyiz. Bir insanın
gözünde İnsanların yermesi ve övmesi müsavi olmadı mı ihlas olmaz. Övgüden memnuniyet, yergiden
üzüntü ihlastaki safiliğin olmadığının belirtisidir. Ehli
hikmetten biri şöyle der:
“Ameller hususunda kişi koyun çobanından edep öğrenmeli, onun gibi olmalıdır.
Kendisine bunun ne demek olduğu sorulunca şu
cevabı vermiş:
“Koyun çobanı sürünün yanında namazını
kılar, fakat kıldığı bu namaz sebebiyle koyunların kendisini meth etmesini beklemez. İşte
ibadetlerde böyle olmalı. insanların kendisi
hakkında ne diyeceklerini, nasıl bir tavır alacaklarını önemsemez. Orada sanki kendisinden başka kimse yokmuş gibi davranır. Ne insan var diye fazladan bir iş yapar. Ne yok diye
gevşer sadece kendisini Allah’ın görüp gözettiğini düşünür. Ona göre davranır.”
Nefse ihlaslı olmak çok ağır gelir. Nefis
övülmekten hoşlanır. Hep kibirli, bencilliği elinden
bırakmayan nefis, hoşuna giden her şeyi, her yolu
meşru görür. Allah’a ibadet ederken bile kendine pay çıkarmak ister. Üzeri örtülü riyalar
vardır ki bu durumda insanlar gerçekleri tam
anlamıyla göremezler. Kendilerini muhlis sanırlar.
Riya her an şekilden şekle girer, gizli ve sinsidir. Tevazunun içerisinde kibir saklı olduğu gibi, ihlasın içerisinde de riya saklıdır. Bu zaten ihlastan
sayılmaz, görünüşte ihlas vardır, fakat o ihlasla yine
riyaya girmek söz konusudur. Yani ihlasla övünmek,
ihlas kılıfıyla yine kendini göstermek söz konusudur.
Bunun gibi, bazen tevazuya bürünerek kibirlenen insanlara rastlarsınız. “Ben çok günahkar biriyim,
2016
38
Ocak
ben kimim ki” diyen, bunu söylerken “Ne kadarda günahını farkeden biriymiş” desinler isteği
saklıdır aslında. Yaptığı ibadet ve hayır hasenatı ettiği
vaazı, yazdığı yazısı beğenilen, okuduğu kuranı takdir
edilen bir insan bu iltifatlardan azda olsa menmuniyet duyuyorsa yaptığı bu güzel işleri halishane Allah
için yapmış olmaz.
İhlas Bir Sırdır
Başta Allah Resulü olmak üzere sahabeler
ve ondan sonra gelen Allah’ın veli ve muhlis
kulları ihlası adeta bir sır gibi korumuşlar. Ona
zarar verecek davranışlardan şiddetle kaçınmışlar.
Hazireti Ali’nin, müşrik rakibini tam yere
yatırıp kılıçla boynunu vuracağı zaman müşriğin, O mübarek yüzüne tükürmesi nedeniyle
aniden kılıcını geri çekip vurmaktan vaz geçtiğini, müşriğin, “vurmaktan niye vazgeçtin” diye
sorduğunda da; “yüzüme tükürmeden önce seni
Allah için öldürecektim. Şimdi ise öldürürsem
nefsim için öldürmekten korkuyorum” dediğini
hepiniz duymuşsunuzdur.
Eserlerinin altına isimlerini yazmaktan
haya eden, ihlasları zarar görmesin, diye isimlerini gizleyen nice muhlis insanlar vardı. Kerametleri ifşa olduğundan yaptığı hayır hasenat
duyulduğundan riyanın kokusu, iltifatın okları
nefsini okşayacak, gönlünü bulandıracak diye
o beldeyi terk eden Allah’ın veli kullarının olduğu da bir gerçektir.
Allah’a
ibadet
ederken
bile
kendine pay çıkarmak ister. Üzeri
örtülü riyalar vardır ki bu durumda
insanlar gerçekleri tam anlamıyla
göremezler. Kendilerini muhlis
sanırlar. Riya her an şekilden şekle
girer, gizli ve sinsidir. Tevazunun
içerisinde kibir saklı olduğu gibi,
ihlasın içerisinde de riya saklıdır.
Ocak
Büyüklerden biri der ki : “Her vakit namazı
otuz yıl boyunca en ön safta kılardım fakat bir
gün geç kaldım ve en son safta yer buldum,
kalbime geç gelmiştir diye insanların beni
ayıplayacakları geldi, anladım ki şimdiye kadar, arzum ve nasibim insanların beni birinci
safta görmeleri imiş, ondan sonra otuz yıllık
kıldığım namazı kaza ettim.”
Bir kutsi hadis-i şerifde de peygamberimiz(s.a.v.)
Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu nakleder:
“İhlas benim sırrımdır, onu sevdiği kullarımın kalbine veririm onu yazmak için melek ve
ifsat etmek için şeytan müttali olamaz”
Allah’ın rızasına nail olmak, Onunla aramızdaki
her türlü engeli kaldırmakla mümkündür. Kalp, makam mevki, şan şöhret, para pul gibi dünyevi
haz ve lezzetlerin peşinde olursa insan ihlası
elde edemez, rıza-i ilahiye kavuşamaz.
İhlaslı insanların kalplerindeki samimiyeti ve
sadakati, dillerine hikmet, bütün azalarına ihsan
şeklinde yansır. Allah’ı görüyormuş gibi, hayatı
istikamet üzere sokmak ancak ihlas sahibi insanlara nasip olur. Böyle insanların mükafatlarını melekler dahi bilemediğinden yazamazlar,
Allah-ü teala da sır olan bu ihlası özel kayıt
altına alır ve ahirette insanın karşısına çıkarır.
Peygamberimiz(s.a.v.) şöyle buyuruyor.
“Kıyamet günü olduğunda Allah-ü teala bütün
halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler bütün yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyar. Allahü
teala onlara:
39
2016
“Bakın hele kul için yazmadığınız bir şey
kaldı mı?” diye sorar. Melekler:
“Rabbimiz biz, kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık” derler . Allahü teala o kula:
“Senin bizim yanımızda gizli muhafaza
edilmiş bir defterin var. Onu melekler bilemezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir
(ameldir)”(Haysemi)) buyurur.
“İhlas dünyada bulunması en zor şeydir.
Ben bütün gücümle kalbimden riyayı söküp atmaya çalışıyorum, ama bakıyorum ki o yine
kılık değiştirip kalbime girmiş.”
Onun için Peygamberimiz(s.a.v.), varlığıyla ihlası
alıp götüren riyayı, gizli şirk olarak görmüş, en korkulan şey olarak nitelendirmiştir:
“Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin
en korkuncu, Allaha şirk koşmaktır. Dikkat
edin, ben, güneşe taparlar, aya taparlar, puta
taparlar demiyorum, Ancak Allahtan başkası
Hazireti Ali’nin, müşrik rakibini tam yere yatırıp kılıçla
boynunu vuracağı zaman müşriğin, O mübarek yüzüne tükürmesi
nedeniyle aniden kılıcını geri çekip vurmaktan vaz geçtiğini, müşriğin,
“vurmaktan niye vazgeçtin” diye sorduğunda da; “yüzüme tükürmeden
önce seni Allah için öldürecektim. Şimdi ise öldürürsem nefsim için
öldürmekten korkuyorum” dediğini hepiniz duymuşsunuzdur.
Evet, yapılan ibedetler sır gibi saklanırsa
muhafazası kolay olur. Saklanamayacak durumdaysa da, yani bazı şeyler vardır ki alenen yapılması
gerekir. O zamanda o amellerdeki ihlasınızı sır olarak
bilmelisiniz. Çünkü bunu Allah sizi sevdiğinden size
emanet etmiştir.
İhlas Ve Riya
Hastalığı
Ebu Bekir ed- Dekkak şöyle demiştir:
İhlas sahibi herkesin kusuru, ihlasını görüyor
olması, ihlaslı olduğunu düşünüyor olmasıdır. Allah
bir kulun ihlasını halis kılmak istediği zaman,
onun kendi ihlasını görmesini engeller. O zaman kul muhlis (ihlas sahibi) değil, muhlas (ihlas sahibi kılınan kimse) olur.
Yusuf b. El- Hüseyin (Rahmetüllahi aleyh) de
bunu başarmanın zorluğunu kendi hayatından verdiği örnekle şöyle anlatır:
2016
için yapılan ameller ve gizli şehveti (kasdediyorum)”(ibni mace c.1,s. 286)
Fudayl b. İyaz şöyle emiştir:
“İnsanların rızası için bir şeyleri terk etmek riya onların rızası için ibadet etmek ise
şirktir. İhlas ise Allah’ın seni bu iki şeyden
muhafaza etmesidir.”
İhlas ve riya birbirlerinin zıttı olan şeylerdir. Riya hastalığı ihlası saran kanser hücreleri gibidir. Bir defa yakalandınız mı, kolay kolay sıhhat ve
afiyeti yakalayamaz, saf ve duruluğa ulaşamazsınız.
Bir yanınız “Allah için” dem vururken öteki yanınız
başkalarının alkışlarını gözetler. Bir gözünüzü hakka
dikerken öteki gözünüzle halkın “demelerine” ve iltifatlarına hasretle bakarsınız. Kalbinizde sadece “Allah var” diye düşündüğünüz zamanda bile yaptığınız
bir hayır nedeniyle insanlar övdüklerinde sizi,
kalbinizin memnuniyetine şahit olursunuz. Bu
memnuniyet Allah’ın değil aslında nefsinizin
memnuniyetidir. Sizi takdirle işaret eden parmakların inmesini istemediğiniz zamanlar olur. Belki ihtiyaçları nedeniyle, elinizi uzattıklarınız, size hiç iltifat
40
Ocak
etmediklerinde, başa kakar, bu hareketinizle yaptığınız iyiliklerin mükafatını burada ve Allahtan başkalarından beklersiniz.
Örnek olarak diyelim ki bir cami yaptırmış, han hamam inşa ettirmişsiniz. bir sohbet
esnasında, yeri geldi zannına kapılıp “Ben yaptırdım” dememek için nefsinizi zorlarsınız da, başaramazsınız o sözleri söylememeyi yani ihlasınızı kirletmemeyi. Serbest bıraktığınızda kendinizi dilinizi
zorlayan, “ben ettim, ben yaptım” kelimelerini
ağzınızdan bir an döktürü verirsinz, suni bir rahatlık
hissedersiniz, ancak aldanırsınız. Yaptığınız o hayırlara isminizi yazdırmanın mazeretlerini bulursunuz
kendinizce. Ya da bir çok talebe okutmuşsunuzdur hayrıma deyip. Bir gün okuttuğunuz o talebelerden biri sizi görse, siz hemen beklentiye
mi giresiniz, gelip elinizi öpmesi gerekir diye.
Yada çok fakir duruma düşmüş bir insanın bu sıkıntısını giderseniz, elinden tutup iş, eş sahibi etseniz, zamanla bu insan sayenizde çok zengin olsa bu sefer siz
aynı duruma düştüğünüzde vefa göstermesi gerekir
kılıfıyla, onu borçlu, kendinizi alacaklı mı olarak görürdünüz? Eğer “evet” dediyseniz riya var demektir.
Riya hastalığına müptela olmuşsunuz demektir. O zaman Allahtan mükafat beklemeyin.
Yüce Allah gerçek bir müminin ihlas ve samimiyetini şöyle ifade buyuruyor:
“Zaten siz (müminler) ancak Allah’ın rızasını dileyerek verirsiniz.”(Bakara,272)
Eserlerinin altına isimlerini
yazmaktan
haya
eden,
ihlasları zarar görmesin,
diye
isimlerini
gizleyen nice muhlis
insanlar vardı. Kerametleri ifşa
olduğundan yaptığı hayır hasenat
duyulduğundan riyanın kokusu,
iltifatın okları nefsini okşayacak,
gönlünü bulandıracak diye o
beldeyi terk eden
Allah’ın veli
kullarının olduğu da bir gerçektir.
Ocak
Evet, hayır hasenat yapıldığında yapılan o iyilikleri hemencecik orada unutmaktır asıl olan,
işlediğiniz günahı da unutmamaktır ihlas.
Zünun-i Mısri şöyle demiştir:
“Şu üç şey ihlas alametlerindendir: insanların övmelerinin ve yermelerinin kulun gözünde eşit olması, yapılan amellerde bu amellere kıymet vermeyi terk etmek (yaptığın ameli
gözünde büyütmemek) ve bu amellerin ahirette
seni kurtaracağını unutmak”
Amelin Ruhu İhlas
Şekildeki mana, bedendeki ruh gibidir ihlas. Ne, ruhsuz beden nede anlamsız şekil kıymet ifade eder. İhlasın olmadığı yerde iki yüzlülük
vardır. Zahirine verdiği önemi manasına vermeyenler, şekillerle süretlerle bir yerlere ulaşmayı amaç edinenler ne insanların iltifatlarından, gerçek manada,
fayda görebilir nede Allah için bir adım atmış olurlar.
İhlas kalp işidir, kalp sağlamlığı ve temizliğidir. Kalp Allah’ın nazargah alanıdır, samimiyet orada şekillenir. Gerçek hüviyetine kavuşur.
Peygamberimiz buyuruyorlar ki.
“Allah kalıbınıza ve süretinize değil de
kalplerinize bakar” (Riyazüssalihin c. 1, s. 12)
Burada kalbinize bakar da ki gaye niyetinize ve samimiyetinize, yaptığınız işi kimin için
yaptığınıza bakar ve ona göre değerlendirir
anlamındadır. İnsanların içierisine karışırken çarşı pazarda dolaşırken giyim kuşamımıza dikkat eder
üzerimizdeki bir anormallik varsa onu hemen bertraf
ederiz. En iyi görünmek için en iyi elbiselerimizi giye-
41
2016
Büyüklerden biri der ki: “Her vakit namazı otuz yıl
boyunca en ön safta kılardım fakat bir gün geç kaldım ve en
son safta yer buldum, kalbime geç gelmiştir diye insanların
beni ayıplayacakları geldi, anladım ki şimdiye kadar, arzum
ve nasibim insanların beni birinci safta görmeleri imiş,
ondan sonra otuz yıllık kıldığım namazı kaza ettim.”
riz bir yere misafirliğe giderken son derece eksik ve
kusurlardan arınmış bir vaziyette gideriz. Ancak İnsanların nazar ettiği alanlara dikkat ettiğimiz
kadar, Allah’ın görüp gözettiği mükafat ve ceza
için kriter kabul ettiği kalbimizi, niyetimizi ne
kadar düzeltiyor, kalbimizin bakımını yapmak
adına ne yapıyoruz, bir düşünelim!
Allah samimi ve ihlaslı kullarına güvenerek
buyurdu ki:
Evet, ihlaslı olmak zordur. İhlaslı kalmak
daha zordur. Ancak olmazsa olmazdır müminin hayatında. Çünkü Peygamberimizin ifadesiyle şu
üç konuda müminin kalbi fesat üzere olmaz;
“Allah için ihlaslı amel, müminlerin emirine
karşı sadakatle nasihat ve müminler cemaatine sarılıp bağlı olmak” istikamet üzere olmanın
tek şartı, değer ölçüsü, insanın kıymeti harbiyesi ihlastır çünkü.
Başka bir ayeti kerimesinde ise şöyle buyuruyor:
“Elbette benim (ihlaslı) kullarım üzerinde
senin hiçbir tesirin olmayacaktır. (zira, onları)
koruyucu olarak Rabbin yeter” (el- isra,65)
İhlas, Dini Allah’a
Has Kılmanın Adıdır
Şeytan aleyhillaneh kibirlendi niyetini bozdu
benliğini ön plana çıkardı Allah’ın dergahından kovulduğunda müsaade istedi insanları Allahtan uzaklaştırmak için.
“Şüphesiz benim kullarımın üzerinde
senin hiçbir hakimiyet (ve nüfusun) yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar hariç.”
(el- hicr -4142)
Uluhiyyette Allah’ı birleyen müminin ubudiyyette bu sözünü yerine getirmesi gerekir. Allah bizi
uyarıyor:
“Dikkat edin! Halis din Allah’ındır”
(Zümer3)
Din özü itibariyle ihlas ve samimiyetten ibarettir. Samimiyetin olmadığı, ihlasın bulunmadığı yerde
dinden söz etmek mümkün olmaz. Bu samimiyeti üçe
ayırarak, “Allaha, Resulüne Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara” diye ifade etmiştir peygamberimiz.
İslam dini hem inançta hem amelde tevhit dinidir. Rab’ının Allah olduğuna inanan bir insan nasıl
olurda onun rızasının dışında hal ve hareketlere girer. Peygamberimizin ihlas tarifinde de bu vardır.
Buyuruyorlar ki:
“İhlas, Rabbimiz Allah’tır deyip hayatı Allah’ın rızasına dönük olarak emrolunduğumuz
üzere dosdoğru yaşamaktır.”
Her gün beş vakit namazda günde kırk kere
böyle bir istikamet üzere olmayı talep ediyoruz
Rabbimizden. Bizi sırat-i müstakimden ayırma
diye. Bundan önce ihlaslı olmanın sözünü ver-
2016
42
Ocak
mek gerek, onu da veriyoruz. Sadece ibadeti ona
has kılmak yardım istenecekse de ondan istemek için
rabbimize “ancak sana ibadet eder ve ancak
senden yardım isteriz diye ahdediyor fatiha
süresinde. söz veriyoruz. Allah sözünü tutan
ahde vefa gösteren kullarından eylesin”(Amin)
Evet, yaratan yaşatan hesap soracak olan her
şeyin sahibi mutlak hakimiyeti elinde bulunduran
Allah, hazinesi sonsuz olduğu kadar merhameti ve
cömertliği de sınırsızdır. Öyleyse başkalarına kullukta niye? Ebedi alem karşılığında üç günlük dünyaya bel bağlayan, insanların iltifatının peşinde sürüklenenler ne kadar bedbaht ve talihsiz insanlardır
değil mi? Böyle insanların durumu zengin, cömert
ve adaletli, merhametli olan bir padişahı unutup
onun hizmetçisinin gözüne girmeye çalışan, onun
iltifatına mazhar olmak için köçeklik, dalkavukluk
yapan insanın durumuna benzer.
Kula kul olup gerçek mabudu unutanlar
Allah’ın ikramından ve iltifatından mahrum
olacaklar. Cennet nimetlerine büyük bir özlemle ve
hasretle bakadururken, bir an kendilerini bekleyen
en acıklı azapla yüz yüze kalacaklar. Öyle ya niyet
neyse akıbet de o olur. Tutuğun yol nereye gidiyorsa varacağın yerde oradan başkası değil.
Hicretin Allaha ise mükafatında ona aittir. Dünya ise
de eline geçende sadece o olur. İnsan neyi severse
bu dünyada ne ile beraber ise, neye muhabbet besliyorsa ahirettede onunla olur. Allah tan gayrısından
medet umanlarra yarın Allah. “Gidin kimin için
dünyanızı geçirdiyseniz mükafatınızıda ondan
isteyin” diyecek. O zaman nereye gidecek kimden
ne koparabileceğiz.
Bir kutsi hadis-i şerifde
de
peygamberimiz(s.a.v.)
Yüce
Rabbimizin şöyle buyurduğunu
nakleder:
“İhlas benim sırrımdır, onu
sevdiği kullarımın kalbine veririm
onu yazmak için melek ve ifsat
etmek için şeytan müttali olamaz”
Ocak
Sevgili Peygmberimiz(s.a.v.), Hatemi Tak inin rivayet ettiği bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:
“Kıyamet günü insanlardan bir bölük, cennete
sevk edilir. Onlar oraya yaklaşıp cennetin kokularını duydukları, köşklerini ve Allah’ın cennet ehli için
hazırladığı diğer nimet ve ihtişamları gördükleri anda
kendilerini oraya götürenlere seslenilir:
Çevirin onları geri! Onların orada nasibi
yoktur.
Bunun üzerine, öyle bir hasret ve nedametle geri
döndürülürler ki ne evvelkiler ne de sonrakiler böylesine bir hasretle ve nedametle dönmemişlerdir. Bu
sırada derler ki:
“Ey Rabbimiz, ne olurdu, evliya kullarına
hazırladığın bu nimetleri göstermeden koysaydın bizi cehenneme.
Şanı yüce Allah onlara cevaben şöyle buyurur:
“Ben bunu size bilhassa kastı mahsus ile
yaptım, Zira siz yalnız bulunduğunuz zamanlarda, büyüklük taslayarak benimle çekişiyor,
insanlarla karşılaştığınız anlarda ise onlara
mütevazi görünüyordunuz, böylece kalbinizde
mevcut duygunun hilafına, amellerinizle insanlara mürailik ediyordunuz. İnsanlardan korkuyordunuz da benden korkmuyordunuz. Onlara
tevazu gösterip şanlarını yüceltiyordunuz da,
bana tevazu gösterip şanımı yüceltmiyordunuz.
Her hangi bir şeyi insanlardan korktuğunuzda
terk ediyordunuz da benden korkunuzdan terk
etmiyordunuz. Bugün size büyük sevabımı haram kıldığım gibi azabımın en acıklısını da
tattıracağım”( et- tergib ve’t Terhip c,1 s. 71)
Yazımızı bir ayeti kerimeyle bitirelim:
“Oysa onlar doğruya yönelerek, dini yalnız
Allaha has kılarak ona kulluk etmek, namazı
kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır.
Dost doğru olan din budur.”(Beyyine ,5)
Allah bizi halis ve muhlis kullarının arasına ilhak eylesin sırati müstakimden ayırmasın(Amin) selam ve dua ile..
43
2016
Memduh ERGİN
İbni Arabi ve Ekberi Mektebi
Bir
âlimi
asırlar,
içinde bulunduğu manevi
ortam, ilmek ilmek işleyerek
gün yüzüne çıkarır. Bir âlimin
arkasında asırların birikimi
vardır.
2016
B
ugün ki İslam âleminin içinde bulunduğu
durum vicdan sahibi
bütün Müslümanların canını
yakıyor. İslam âlemi son
yıllarda büyük âlim ve mütefekkir yetiştiremiyor. Bunun eksikliğini çok derinden
hissediyoruz. Zannediyorum
böyle bir ortamda da zor çıkar. Çünkü ortam buna müsait
değil. Bir âlimin yetişeceğe
fikri ve manevi hava ile bilimsel ortam buna müsait
değil. Bunu söylerken haşa
Allah’tan umudumuzu asla
kesmiyoruz. Çünkü ancak
kâfirler Allahtan umutları-
44
nı keserler. Beni düşündüren
biz Müslümanların İslamiyet’i
doğru dürüst yaşamamasıdır.
Bir âlimi asırlar, içinde
bulunduğu manevi ortam,
ilmek ilmek işleyerek gün
yüzüne çıkarır. Bir âlimin
arkasında asırların birikimi vardır. Bu birikimle bağlarını kopardığın anda ki şuanda
olan şey de tam olarak budur,
fikri ve ilmi dünyan çorak bir
çöle döner. İlim olmayınca
amel olmaz, amel olmayınca da ihlas olmaz. Bunlar
olmayınca da böyle birbirimizi boğazlarız.
Ocak
Bilinçli ve sistemli bir şekilde geçmişimizle bağlarımızı koparanlar ki bunların kim
olduğunu bilmeyenimiz yok sanırım. İslam
düşmanları kâfirler ve onların içimizdeki işbirlikçileri. Onların bize yani Müslümanlara biçtikleri rol düşünmeyen, dolaysıyla üretmeyen, sadece
tüketen hizmetliler olmak. Bunun yolu da bizleri
İslamiyet’ten olabildiğince uzaklaştırmaktır.
Rusya devlet başkanı Putin’in Türkiye için söylediği
İslamlaşıyor sözünün altında yatan kaygı da budur.
Müslümanların özüne dönmesi. Onların
gözünde Müslümanların özüne dönmesi adeta bir suç ve sucu işleyen
herkes yok edilmelidir.
Biz
Müslümanlara
düşen görevde bu oyunu bozmak ve Müslümanların
uyanışını
sağlamaktır.
Çok
şeyler yapmamıza gerek yok
sadece elimizden geleni yaparsak muvaffakiyet sağlamış oluruz. Müslümanların tekrar özüne dönmelerini sağlamak ve öz
kaynaklarla buluşturmalıyız. Bizler
belki büyük âlimler olup kitleleri etkileyemeye biliriz. Âmâ en azından asırlar sonrasında ortaya çıkacak olan âlimlerimizin yolunu açabiliriz, geçmişimizle
geleceğimizin köprüsünü kurabiliriz. Bunun içinde
bizlere düşen görev unuttuğumuz âlimleri yeni
nesillere tanıtmak ve onların evrensel fikirleriyle yeni nesilleri buluşturmak böylece İslam
âlemi için yeni ufuklar açmaktır.
Bir medeniyetin yükselişi âlimlerine sahip
çıkmakla gerçekleşir. Onları inkâr etmekle
olmaz. Bunun en güzel örneklerini verenlerden bir
tanesi Sultan Selim olmuştur. O Mısır seferine giderken Şam’da konakladığı bir dem de şu emri
verir. İbni Arabi’nin mezarı bulunsun. Sultan
{
selim Mısır seferi öncesi Şam’dayken onun
mezarını buldurmuş ve türbesini yaptırmıştır.
Hem de savaşın en hararetli hazırlığının yapıldığı bir esnada yaptırmıştır bunu. Sultanın bu
kadar hürmetini kazanan İbni Arabi kimdir?
Şu kadarını da söyleyebiliriz ki İbni Arabi o devirde Şam’da çokta hürmet edilen bir şahsiyet
değildir. Üstelik şiddetli polemiklerinde konusuydu. Onu sapkınlıkla itham edenlerin sayısı
da çok fazlaydı.
“İbn Arabi, İslam düşünce tarihinde lehinde ve aleyhinde en
fazla fetva verilen düşünürlerden biridir. Nitekim yapılan bir
araştırmaya göre yalnız Arapça
literatürde onun aleyhinde
yazılan eser sayısı otuz
dört, savunma amacıyla
kaleme alınanların sayısı
ise yirmidir. Aleyhinde iki
yüz otuz sekiz, lehinde ise
otuz üç fetva verilmiştir. Her ne
kadar bunların çoğu dinî-hukukî-ilmî
olmaktan çok, konjonktürel-siyasî veya
hissî birer tepki olsa da, İbn Arabî’nin tarihte ne kadar büyük yankı uyandırdığını göstermesi
bakımından önem arz etmektedir.”
O tasavvuf ehli tarafından tutulurken,
inkâr edenler daha çok zahire bağlı rüsum uleması ile fıkıh bilginleridir. İbni Arabi’yi asıl hedef
tahtasına oturtan kişi XIV asırda yaşamış olan İbni
Teymiyye’dir. O, Arabi ve mektebine karşı sistemli bir
saldırı başlatmıştır. Bunu da ispatlamaya çalışmıştır.
Zaten bugün içinde yapılan bu saldırılar dahi Teymiyye’nin yapmış olduğu delillere dayanır. Teymiyye’nin
haricinde yeni bir fikirle saldıranda olmamıştır. Teymiyye’nin saldırıları o derece etkili olmuştur
ki İbni Haldun dahi bir tartışma sonrasında
onun eserlerinin yakılması için fetva vermiştir.
olmaz. Bunlar olmayınca da böyle birbirimizi boğazlarız.
Ocak
}
İlim olmayınca amel olmaz, amel olmayınca da ihlas
45
2016
O tasavvuf ehli tarafından tutulurken, inkâr
edenler daha çok zahire bağlı rüsum uleması ile fıkıh
bilginleridir. İbni Arabi’yi asıl hedef tahtasına oturtan kişi
XIV asırda yaşamış olan İbni Teymiyye’dir.
Bu kadar saldırılar olmasına rağmen onu
destekleyenlerin sayısı da en az onlar kadar
fazladır. İslam âleminde ünlü ve muteber veliler dahi onu savunmuştur. Hatta Teymiyye’nin
öğrencilerinden Zehebi ki birçok yerde Arabi’yi sert
biçimde eleştirmiştir ama o dahi onun için şöyle der:
“Benim görüşüm ise bu zatın bir veli olabileceği yöndedir.”
Burada bir de dikkat edilmesi gereken hususta
şudur. Eserlerini hayattayken geniş bir kitleye yaymamış, dar çevrede tutmuştur. Eserleri ölümünden sonra
yayılmış ve işte o zaman polemiklerin hedefi olmuştur.
Bu eserler talebeleri tarafından yayılmıştır. Dolaysıyla
talebelerinin yaptığı şerhlerindeki bazı hatalarda ona
mal edilmiş olabilir. Sonuçta ne olursa olsun o İslam
âleminin en tartışmalı alimlerinden biridir. O sevenlerine ve tasavvuf ehline göre Şeyh-i Ekber (en büyük
şeyh) iken karşı çıkanlarına göre ise Şeyh-i Ekfer (en
kafir şeyh)dir.
“İbn Arabî, kendisini zühde ve ibadete vermiş, inzivaya çekilip zikir ve tefekkürle meşgul olmuş, ilahî hakikatin ancak keşf ve ilham
yoluyla bilinebileceğine kanaat getirmiş, hatta
bilgilerini bu yoldan aldığını ileri sürmüştü.”
İbni Arabi, Endülüs devletinde üst düzey asker olan
Arap soylu bir aileden gelirken debdebeli bir hayat
yaşarken ve herkes onun iyi bir asker olacağını beklerken o nasıl oldu da tasavvufa yöneldi. O bu olayın
nasıl gerçekleştiğini şöyle anlatır:
“Orduyu terk ederek tarikata girmemi sebebi
şudur: Bir gün Kurtuba’da Emir Ebu Bekr bin
Yusuf b. Abdülmümin’in maiyetinde bulunuyordum. Cami-i Kebire giderek namaza durduk.
Emir’in tam bir tevazu ile namaz kıldığını, vakar ve haşyetle rükû ettiğini, mahviyet içinde
secdeye kapandığını gördüm. ‘eğer bir ülkeyi
elinde tutan böyle bir şahıs Allah karşısında
böyle davranmaktaysa, demek ki bu dünyanın
hiçbir kıymeti yoktur.’ Diye düşündüm. İşte o gün
bu dünyayı bir daha dönmemek üzere terk ettim ve
tasavvuf yoluna girdim.”
İbni Arabi’yi önemli kılan hususlardan bir tanesi
de kendisinden sonra tasavvufun gidişatını tamamen
belirlemiş olmasıdır. Dağınık halde ki tasavvufi öğretiyi bir sisteme bağlayan kişidir. O bütün İslami ilimleri
bir bütünlük içinde harmanlar ve ona göre İslami ilimlerin gayesi Allah’ı bilmek olmalıdır. O söyle söyler:
“Terbiyenin maksadı Allah’ı tanımak tanımanın yolu ise nefsi bilmek ve onu terbiye etmektir.” O Allah ile kulu arasında ki ilişkiyi açıklamaya
çalışmıştır. Onun eserlerinin temel ana fikri vahdeti
vücud öğretisi olmuştur ki onu asıl hedef tahtasına
oturtanda bu düşüncesi olmuştur.
O, varlık, nefis, insan, akıl, âlem, bilgi, vahdeti
vücud, Allah’ın isim ve sıfatları gibi görüşleriyle birçok kelamcıdan ayrılır. Kelâmcıların, “Ancak kelâm
kitaplarını okumak suretiyle doğru itikada sahip olunabilir, yoksa imandan çıkma tehlikesi
vardır” şeklindeki sözlerine de, “Ben böyle bir görüşten Allah’a sığınırım” cümlesiyle karşılık verir.
2016
46
Ocak
Ölümünden sonra kelamcılarla arasındaki sert çatışma
aslında o hayattayken de devam etmekteydi.
İbn Arabî, şekilci ve merasimci olmakla suçladığı fıkıhçıları cahil ve katı hatta çoğu zaman
ikiyüzlü olmakla suçluyordu. Onlar kendileri ve sultanlarla ilgili dinî hükümlerde esneklik gösterip kolaylık
cihetine giderken halkın taraf olduğu meselelerde çok
katı ve sert davranıyorlardı. Hatta fakihin biri sultana: “Sana ramazanda oruç tutmak farz değil, senenin herhangi bir ayında tutabilirsin” diye fetva
vermişti. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı fakihlerden
âdeta nefret eden İbni Arabî şöyle bir hatırasını anlatıyor: “Fakihler hiç olmayacak yorumlar yaparak
sultanların maksadına uygun fetvalar verir, bunu
şer’i bir hükümmüş gibi gösterirler. Oysa buna
kendileri de inanmaz. Bir gün Sultan Melik Zahir
Gazi ile sohbet ederken hademeye gizli evrakı
getirtip bana gösterdi ve: “Sen ülkemde haksızlık ve yolsuzluk olduğunu söylüyorsun. Vallahi bu hususta ben de senin gibi düşünüyorum.
Ama yapılan hiçbir zulüm ve haksızlık yoktur ki,
fakihlerin verdiği fetvaya dayanmış olmasın. Bu
fetvalar onların el yazılarıyla işte buradadır. Lanet olsun onlara” dedi. (Futuhat III, 91)
İbn Arabî fakihleri sevimsiz kılan diğer bir hususa dikkati çekerken diyor ki: “Bazı müslümanlar,
özellikle de fakihler evliyanın dünyadaki hallerine bakıp gülüyorlar, istikamet üzere bulunan
halkın velilerin manevî zenginliklerinden söz
açtıklarını görünce gülüyor ama sözlerini de
kabul etmiş gibi görünüyorlardı. Yolları velilere
düşünce yekdiğerine gözleriyle işaret edip dalga
geçiyorlar.” (Futuhat IV, 627), İbn Arabî’nin fakihlerin
aleyhinde bulunmasının bir sebebi de budur.
Bizim amacımız fıkıh ilmi sahibi kelamcıların mı
yoksa tasavvuf ehli süflilerin mi üstün olduklarını
göstermek değildir. Amacımız İslam düşüncesine katkı sağlayan bütün âlimlerimizle gelecek
kuşaklarımızı buluşturmak olmalıdır. Buna katkı sağlamak bugün ki ilim sahibi vicdanlı bütün
Müslümanların görevidir. Muhiddin İbni Arabi’de İslam düşünce dünyasına katkı sağlamış
büyük bir âlimdir. Onun içindir ki polemiklerden sıyrılarak tarafsız bir gözle onu araştırmaya, fikirlerini ve düşünce dünyasını anlamaya
çalışmalıyız.
Ocak
47
2016
Ersan BİLGİN
Fetih Islah Ve İnşadır
Fetih; insanı insana
kul
eden
hümanizmden,
nefsine kul eden liberalizmden,
servete ve dünyalığa kul eden
kapitalizmden ve şehvete
kul
eden
hedonizmden
kurtararak, sadece Allah’a
kul olma ve böylece izzete
kavuşma imkânını insanın
önüne koyma mücahedesinin
başarıyla
sonuçlanmasıdır.
2016
İ
slam fetih dinidir. Müslümanlar gönül fatihleridir.
Fetih, Tevhid’in yeryüzüne hâkim olmasıdır. Fetih
açmak demektir. Kapıları, kilitleri, kilitli kalpleri ve gönülleri
açmak demektir. Fetih, kalplerin ve kapıların tevhide
açılmasıdır.
Fetih ıslah ve inşadır.
Fetih, bütün sahte ilahlara
‘’la ilahe’’ demektir. Fetih,
kula kulağa hayır diyerek zalim
diktatörlere, zulüm getiren ideolojilere “hayır” diyerek yürekleri âlemlerin Rabbi’yle
buluşturmaktır.
48
Fetih izzet ve şerefle
bütün insanları tanıştırma
mücahedesidir. Bu kutlu
gayede karşısına çıkanlarla en güzel şekilde mücahede etmektir.
Allah Fettah’tır
Yüce Allahımızın’ın bir
ismi de Fettah’tır. O, mazluma
yardım elini uzatan, kullarının
her türlü güçlük ve sıkıntılarını gideren ve kolaylaştırandır.
Fettah, Hakk’a yönelen insanların kalbini imana açan, bütün zorlukları ortadan kaldıran,
her işinde üstün gelen, kudre-
Ocak
tiyle kullarına fetihler nasip eden, fethin kapılarını
Müslümanlara açan demektir.
Fetih, Yaratan’ından uzak kaldığı için huzuru bulmaya çalışan kalpleri Allah’a açmaktır. Fetih yeryüzünü adalete açmaktır.
Fetih Sadece Allah’a
Fetih Emanete Sahip
Kul Omaktır
Çıkmaktır
Fetih; insanı insana kul eden hümanizmden, nefsine kul eden liberalizmden, servete ve dünyalığa kul
eden kapitalizmden ve şehvete
kul eden hedonizmden kurtararak, sadece Allah’a kul
olma ve böylece izzete kavuşma imkânını insanın
önüne koyma mücahedesinin başarıyla sonuçlanmasıdır.
Yeryüzü bize emanettir ve dünyanın her yeri ile ilgili nihai söz
hakkı Müslümanlarındır. Biz bu
yetkiyi, iradeyi ve gücü alemlerin
Rabbi’nden alıyoruz. Allah, Al-i
İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur. “Siz,
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder
ve Allah’a inanırsınız…”
Cihadsız
Fetih
Olmaz
Fetih İşgal
Değildir
İster insanı hakikatle buluşturan
yüreklerin fethi olsun ister zulüm iktidarlarının yıkılarak fitnenin bertaraf edilmesi olsun, cihatsız fetih
söz konusu değildir. Hayat iman ve cihattır. Cihad, İslam ile insan arasındaki her türlü engeli kaldırmaktır.
Fetih; insanın, kâinatın, mahlûkatın, merhametle, adaletle, Yaratan’la buluşmasıdır. Fetih sevdası, insan olmanın, halife kılınmanın ve kulluk
sözü vermenin gereğidir. Fetih sadece çıkılan bir
seferin sonucu değil; ideallerle yücelen bir hayat tarzının ayrılmaz parçasıdır.
Fetih, işgal değildir. İşgal; sömürmek, talan
etmek, köleleştirmek, tahakküm etmek, zenginlik
kaynaklarına hâkim olmak için yapılır. Fethin gayesi ise; imar, ıslah, ihya ve inşa etmektir. Fethin gayesi zulmün önüne geçmektir, zayıfların
mallarını ve haklarını teminat altına almaktır,
insanları kendi inançlarını ve hayatlarını belirleme
noktasında özgür iradeleriyle baş başa bırakmaktır.
İnsanı kazanma, hayat verme mücadelesidir. Fetih
tebliğdir, davettir ve fitnenin ortadan kaldırılması mücahedesinin adıdır.
{
}
İster insanı hakikatle buluşturan yüreklerin fethi olsun
ister zulüm iktidarlarının yıkılarak fitnenin bertaraf edilmesi
olsun, cihatsız fetih söz konusu değildir. Hayat iman ve cihattır.
Cihad, İslam ile insan arasındaki her türlü engeli kaldırmaktır.
Ocak
49
2016
Fethin ve İşgalin
Farkı
Yakın Tarihde
Yaşananlar
Gayesi iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının ve adaletin yeryüzüne hâkim olması olan
fethi, sömürünün, yağmanın ve zulmün altyapısını hazırlayan işgalle karıştırmak son derece sığ bir bakış açısının ürünüdür. Çünkü fetih
ve işgal; gündüz ile gece kadar, alış veriş ile
faiz kadar, su ile alkol kadar, helal ile haram
kadar birbirinden farklıdır. Fetih ve işgal dağlar kadar birbirine uzaktır.
Fetihle işgal arasındaki farkı görmek için daha
yaşadığımız dönemde Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Arakan’da, Eritre’de, Moro’da, Doğu Türkistan’da,
Suriye’de ve diğer mazlum coğrafyalarda yaşananlara bakmak yeterli olacaktır. Yapılan katliamların, öldürülen çocukların, ırzlarına geçilen kadınların, yağmalanan şehirlerin, sömürülen kaynakların
haddi hesabı yoktur.
Fetih bir ırkın diğer ırkı tarumar etmesi değildir,
bir bölgenin halkının diğer bölge halkını sömürmesi değildir, insanların inanç ve düşüncülerini zorla
değiştirme değildir. Enerji kaynaklarını, yer altı yer
üstü zenginliklerin ele geçirmek için savaşanlar, insanları imha etmek için savaşanlar bunu anlayamaz.
Biz bir insanını kurtarmanın bütün insanları kurtarmak gibi olduğuna inanırız. Biz bir
insanı haksız yere öldürmenin de bütün insanları haksız yere öldürmek gibi olduğuna inanırız.
Bir can kurtulsun diye kendi canımızdan geçeriz. Bunun adına şehadet denir. Şehadeti anlamayanlar fethi anlayamaz. Fetih ile işgali ayırt edemezler.
Öte yandan İslam’ın Medine Dönemi’nde adına
gazve denilen bizzat Peygamberimiz’in komutanlığındaki askeri hareketlerde ve adına seriye denilen Efendimiz’in bizzat bulunmadığı yaklaşık 80 civarındaki
askeri hareketlerde her iki taraftan kaybedilen insan
sayısı en abartılı rakamlara göre toplamda 1200’ ü
geçmemektedir. Çünkü Müslümanlar öldürmek
için değil hayat vermek için mücadele ederler.
Irkçı emperyalizmin, haçlı zihniyetinin ve
Siyonist uşaklarının tertiplediği işgallerde ise
birkaç dakikada binlerce insan ölmektedir. Hiroşima’da, Nagazaki’de olanlar unutulmuş
değildir. Bosna’da yapılan, Cezayir’deki
soykırım unutulmuş değildir. Irak’ta öldürülen bir buçuk milyon insan unutulmuş
değildir… Bir yanda Hz. Adem (as)’dan
Allah (cc) Bakara suresi 193.
Hz.
bu yana devam eden büyük zulümler
Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur:
Peygamberimiz
diğer yanda büyük çile ve ıstıraplar
“Fitne tamamen yok edilincesonucu hicretten 8 yıl sonra hem
Mekke’nin Fethi’ne
ye (zulüm ve baskı kalmayıncade kansız bir şekilde gerçekleşen
giderken yolda
ya) ve din de yalnız Allah
Mekke’nin Fethi’ndeki şu şefyavrularının üzerine
için oluncaya (hiç kimse herkat ve merhamet tablosu: Hz.
gerilmiş ve onları
hangi bir baskı ya da endişe
Peygamberimiz Mekke’nin
emzirmekte olan bir köpek
taşımadan Allah’ın emirlerini
Fethi’ne giderken yolda
görmüş ve hemen ashâbından
yapma imkânına kavuşuncayavrularının üzerine gerilCuayl bin Sürâka’yı yanına
ya) kadar onlarla savaşın.
miş ve onları emzirmekte
çağırarak onu bu köpek ve
Şayet vazgeçerlerse (ne
olan bir köpek görmüş ve
yavrularının başına nöbetçi
âlâ). (vazgeçmezlerse) zalimhemen ashâbından Cuayl
dikmiştir… (Vâkıdî, Megazi,
lerden başkasına düşmanbin Sürâka’yı yanına çağıII, 225) İşte fetih budur,
lık ve saldırı yoktur” Fetih,
rarak onu bu köpek ve yavruvesselam…
savaş ve intikam değil cihattır. Felarının başına nöbetçi dikmiştir… (Vâkıdî, Megazi, II, 225) İşte
tih; merhamettir. Fetih affetmeyi
fetih budur, vesselam…
erdem bilmektir.
2016
50
Ocak
Murat TÜRKER
Sen ve Ben, Bura ve Öte…
Sen zaferle ilgilisin, bense seferle…
Sen ve ben…
Sen başarıyla meşgulsün, ben başarıya götüren
yolun meşruiyetiyle…
Dünya menzilinin iki yolcusuyuz.
Sen amaca odaklanmışsın, ben araçların sıhhatine…
İkimiz de soluk alıp vermedeyiz, ikimiz de
emaneti taşımadayız.
Sen muvafakkiyetten taviz vermek istemiyorsun, ben adaletten…
Bu şarkı burada bitmeyecek, öteye uzanacak…
Sen güçlüsün, ben zayıfım…
‘Huzur’a çıkacağız…
Belki mesrûr olacağız, belki de amellerimiz yüzümüze
çarpılacak.
Sen görkemlisin, ben sönüğüm…
Burada insanların büyük saydıkları, orada küçülecek de küçülecek belki…
Sen cesursun, bense ürkek…
Senin yanlışın benim doğrumdan evlâdır…
Senin yanlışın tevil, benim doğrum tezyif edilir…
Burada ağır çeken, terazide bir tüy kadar hafif
gelecek…
Senin çevren kalabalık, benimkisi tenhadır…
Buradaki varlık orada yokluğa dönüşecek…
Sen herkesin önünde ağlarsın, bense gizli gizli…
Burada ayağımıza serilen imkânlar, orada mahrumiyetlere sebep olacak..
Sen büyüme hesapları yaparsın, ben hesap yapmasını bilmem.
Senin gözün yükseklerde, benim başım öndedir.
Sen havayı koklarsın, benim burnum koku almaz.
Sen tribünlere oynarsın, benim seyredenim yoktur.
Sen doğruyu söylemeden önce işine yarayıp yaramayacağını ölçersin, ben samimi olup olmadığımı…
Senin büyük projelerin vardır, benim küçücük
umutlarım…
Sen davaya feda olacak adamlar ararsın, ben
omuz omuza vereceğim yoldaşlar…
Sen albenili cümleler kurarsın, ben kırık dökük
laflar ederim.
Sen yapmadan söylersin, ben yapınca bile söyleyemem.
Sen onca insanı evirir çevirirsin, ben kendimi
zor taşırım.
Senin etrafında dönen dünya, benim üstüme üstüme gelir.
Senin rutin saydığın acılar, benim yüreğimi kavurur.
Senin gülüp geçtiğin detaylar, benim can damarımı keser.
Ocak
Nimetin gerçekte nikmet olduğunu anlayacağız belki de…
Hak ve adaleti en üstte tutamamanın hesabı
muhtemelen çok çetin olacak.
Kırdığımız kalplerin, incittiğimiz gönüllerin,
harcadığımız hayatların hesabını vereceğiz,
belki de veremeyeceğiz.
Yaptıklarımızın yıktıklarımızdan az olduğu gerçeğiyle
yüzleşeceğiz.
Dünyada en kaba kantarlarla bile tartmaya yanaşmadığımız amellerin, en ince terazilerde mizana
vurulduğunu müşahede edeceğiz.
Belki kopkoyu bir pişmanlığın acısı çökecek
üzerimize…
Dünyadayken çalımla yürüyen ayaklarımız taşıyamaz
olacak bedenimizi…
Dünyadayken sırt çevirdiğimiz merhametin dilencisi olacağız.
Bura ve öte…
Yalan ve gerçek…
Kolay ve zor…
Geçici ve ebedî…
Süflî ve ulvî…
Madde ve mânâ…
Beden ve ruh…
51
2016
Bahaddin ELÇİ
Adalet İhtiyacımız
B
Yeniden “Bismillah”!
Şafak
sökmek
ve
gün
doğmak üzeredir… İstikbal
İslam’ındır! Belki de kıyamet
öncesinin büyük savaşının
arefesindeyiz. Safımız mehdi
ve Hz.İsa’nın safı olsun…
Deccal’ın safı olmasın…
azı kelime ve kavramlar, olumlu anlamlarını her zaman
ve her yerde koruyabilmişlerdir. İşte bunlardan birisi de
“adalet”tir. Her kelime (söz)
ve kavramın bir veya birçok
anlamı vardır. Fıtratı bozulan
insanoğlu zamanla kelimelerle
kavramlarla da oynamak suretiyle onları da kendisine benzetmiş, bozmuştur. Ya anlamını daraltarak veya genişleterek
yahut da özünü tamamen değiştirip amaçları doğrultusunda
sömürmekten çekinmemiştir.
Adl, Allahu Teala’nın sıfatlarından. En güzel, en
2016
52
yüce isim ve sıfatların,
fiillerin, eserlerin ve hükümlerin gerçek kaynağı,
O, değil mi?
Adalet kavramının, zulüm kavramının zıddı olarak
“bir şeyin (veya şeylerin)
ait oldukları yere konması, haklılık, insaflı olmak,
hakların belirlenerek sahiplerine verilmesi, doğruluk” gibi anlamları vardır.
Zulümden münezzeh olan
Allahu Teala’nın biz insanların adaleti emrettiğini, zulüm ve fesadı yasakladığını biliyoruz. Adalet
ve salah(ıslah) ile zulüm ve
Ocak
fesad (bozgunculuk) birbirlerinin eş ve zıt anlamlısı
olarak da kullanılmaktadır. İnsana nisbetle ifrat ve
tefritten uzak, Kur’an ve hükümlerde, emir ve yasaklarda, cezalarda insaflı, doğru, yerinde sünnete
uygun iman ve salih ameller işlemek, her şeyi doğru
ve güzel yapılması… ölçülü, dengeli, mutedil… gibi
anlamlara gelmektedir.
mükemmel yaratmıştır. Kainatta gece, gündüz,güneş, ay ayetlerinde, tüm yeryüzünde ve göklerde baş
döndürücü bir denge, bir düzen gözlerimizin önünde…
Rabbimizin kainata koyduğu düzen, denge içinde “tabiat kanunları” kıyamete kadar yürürlükte
olacak. İnsan da küçük bir kainat. Ya da tüm kainat
büyük bir insan gibidir, denmektedir.
Peygamberlerin de kitapların da mizanında yeryüzünde insanlar arasında adaletin(salah) sağlanması, zulmün (fesad)
önlenmesi için gönderildiği vurgulanmaktadır.
Nasıl ki tüm evrene (kevni) ayetlerle bir düzen
konmuşsa, keza insana da bu denge (düzen) konmuşsa bunun gibi Rabbimiz
dünyada güzel, adaletli, barışık bir
düzen içinde yaşayabilmemiz için
rahmetinin ve lütfunun gereği
olarak egemenlik (söz,düzen)
kavgası yapılarak dünyamızın yaşanmaz hale gelmemesi
için kendi dinini(yol, nizam)
teşri ayetlerini bize teklif etmiş,
biz de bunu ruhlar aleminde kabulle “emanet”i üstlenmişiz.
Din, can, akıl, nesil ve
mal güvenlikleri ancak
İslam’la sağlanabilir.
İnsan; “halife”/“eşref-i mahlukat” sıfatları ile
“ahsen-i takvim” üzere yaratılmış, Rabbülalemin ile kulluk
sözleşmesini ruhlar aleminde yapmış, “bela” demiş ve emaneti üstlenmiştir. Ve bu sorumlulukla yeryüzüne indirilmiştir.
İşte bu kulluk sözleşmesiyle bu geçici alemde geçici bir zamanlık hayatla imtihandayız.
Deneniyoruz. Kendimize ve birbirimize şahit oluyoruz. Nimetlerin sayılması mümkün değil. Verilen
nimetlerden sorgulanacağız. Emanetleri koruyan, onlara riayet edenler kazanacak, hıyanet
edenler, sadece O’na kulluk sözünde duramayanlar kaybedecekler.
İnsanı en güzel surette, biçimde(adaletle),
hikmetle yaratan Rabbimiz, tüm alemleri (kainat/evren)de adalet ve hikmetle kusursuz ve
İlk insan ve ilk peygamberden
beri yeryüzünde kimi zaman Allah’a
kulluk edilmiş, O’na itaatle insanlar adaletin
aydınlığında barışık yaşamışlar. Kimi zaman da
zulmün (fesad), kan ve gözyaşı ile inim inim inlemişlerdir.(Bugünkü gibi)
Hukuku kim va’z ederse adalet sağlanır? Sorusunun cevabı bellidir. Kimse Allah’tan daha doğru,
güzel, sağlam, her zaman, herkes için, her yerde geçerli olabilecek hükümler koyamaz.
Beşeri hukuk belki nispi bir adalet sağlayabilir. Çoğu zaman da bunun uygulanmasından
adalet değil, zulüm ortaya çıkabilir. Böylece hukuk
güçlülerin elinde bir sopaya veya silaha dönüşebilir.
{
}
Peygamberlerin de kitapların da mizanında yeryüzünde
insanlar arasında adaletin(salah) sağlanması, zulmün (fesad)
önlenmesi için gönderildiği vurgulanmaktadır.
Ocak
53
2016
Zulüm bazen hukukun uygulanmasından, bazen
uygulanmamasından, bazen de yanlış (yanlı) uygulanmasından, eşit uygulanmamasından da oluşabilir.
Adalet, adil hükümleri ve adil (ahlaklı) uygulayıcıları gerektirir. Yoksa en ideal hukuk zalimin
elinde zulüm aracına dönüşebilir. Milletler
adaletle ayakta durur. Zulümle yıkılırlar.
Adalet hem hukuki hem de ahlaki bir kavram.
Devletin de temeli adalet. Her şeyin (iş, söz,
hüküm) bir ölçüsü, adaleti olmalıdır. Hükümlerin
(emir ve yasaklar, cezalar) adil olması adaletin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Onun sağlanabilmesi
için, hükmedenlerin, uygulayıcıların da adil(insaf ve
güzel ahlak sahibi) olmaları gerekir.
Adalet, ruh gibidir. Toplumu, devleti ayakta tutar, yönetir. Ruhumuz, nasıl ki cesedimize
can vererek onu yönetir, dengede tutar, ayakta
tutar… İşte adalet de böyledir.
Namazımız nasıl ki dinimizin direği ise,
adalet de toplum düzeninin, devletimizin her
kuvvetinin direğidir.
Ve şeriat da adalet için va’z edilmiştir. Din,
can, akıl, nesil, mal gibi değerler korunacak ki adalet
sağlanabilsin. “Nizam-ı Alem” ancak böyle kurulur. Yoksa terörden şikayetçiliğimiz devam edip gider.
“Bir insanı öldürmek, tüm insanları öldürmek
gibidir” ayetiyle haksız cana kıymanın cezasını af,
diyet ve kısasla tayin buyuran Rabbimizin emrine
uyulsa öldürmeler, terör, tüm zulümler bitmez mi?!
Ama zulüm, sömürü, fesad üzerinde kurulup, işletilen
“küresel sistem” adalet ister mi?!
Uluhiyet ve Rububiyet hak ve yetkisi ancak ve
yalnızca Allahu Teala’nındır. “Yaratmak da, emretmek de O’nundur.”
Ya Rab olarak Allah’ın egemenliğine girilecek, ya
da yaratılmışların tağuti (şeytan,nefis,insan) “Rab”liği, velayeti kabul edilip, zillete devam edilecek…
İşte insanların bir kısmı Allahu Teala’nın
Uluhiyet, Rububiyet hak ve yetkisini ihlal edip,
onun hükümleri, yasaları, emirleri karşısında
aykırı söz ve hüküm koyarlarsa bu “şirk” olur.
Büyük zulüm olur. Buna kula kulluk denir.
Üzerine bastığımız toprağın altına girecek olanların ilahlığını nasıl kabul edebiliriz?!
O halde her yer ve zamanda kıyamete kadar adaletin kurulması ve sağlanması ancak
Müslüman olmaktan, egemenliği gerçek sahibine iade etmekten geçmektedir. Başka şekilde
adalet mümkün olmaz.
Adalet barış için, herkes için olmazsa olmazdır. Ve İslamsız adalet olmaz!
Egemenliğin vahye tanınması adalet, akla verilmesi ise zulümdür.
Vahiy, hayatımızın her alanını düzenler. Hayatımızı parçalamaz. İslam en doğru yoldur, en mükemmel nizamdır, dindir…Vahyin; eksiği, fazlası, yanlışı, kusuru, yalanı, yanılması yoktur.
Yüce Yaratanın nizamı ile kullarınkiler arasındaki
fark ve üstünlük tartışılmaz. Kim Allah’tan daha güzel
söz söyleyebilir ki? Bize sayısız nimetler veren, adalet,
merhamet, hikmetin kaynağı Allahu Teala’ya kulluk
akıl gereği değil mi?
İslam alimlerine göre akıl, kalpteki bir nurdur ki
insan iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı… onunla ayırt
eder. Akıl, nakli (vahiy) anlamaya, hikmetleri araştırıp, bulmaya, vahye tabi olmaya, nimetleri emanetleri
yerinde kullanmaya yarıyor. Emanetleri taşımak, yerine getirmek, sorumluluk hep akıl ile… Aklı olmayanın
2016
54
Ocak
dini(sorumluluğu) yoktur. Bedeni yöneten ruhun bir
kuvveti, cevherdir.
Akıl, nakle (vahiy) tabi olacak; haddini bilecek, kulluk sınırında duracak. Rububiyet sınırına yaklaşmayacak. Nefsine uymayacak ki
sahibinin başına bela olmasın.
Akıl tek başına işe yarasaydı vahye ne gerek kalırdı? Vahye tabi olmayan akıl nefse ve şeytana
uyar, sapar ve şaşar.
ve hürriyetlerin(değerler) korunup sağlanamamasıdır
(Zulüm, fesat, fitne) Sonuç; hastalıktır. Tedavi edil(e)
mezse düşmektir, sürünmektir, aksamaktır, ölümdür.
Bizi, batının narkozları ve ilaçları(?!) bu
hale getirdi. Yeniden vahyin nefesiyle dirilebiliriz. Batılı reçetelerin, ideolojilerin, sistemlerin, kavramların çöpe atılması zamanı hala
gelmedi mi?
AB kapısında beklemek zilletinden, Allahu Teala’nın kapısında bekleme(O’na yönelNakil olmasın, akıl olsun sözünün cevabı açıktır.
me) izzetine muhtaç ve mecburuz. Başka bir
Akıl ne? Hangi akıl? Kimin aklı? Tüm akıllılar bir araya
ifadeyle, örümcek yuvası gibi çürük, güvensiz
gelseler daha aklın tanımında bile mutabık kalamazlar. O halde nasıl uzlaşacaklar? Öyle ise akıl değerini, AB evi kapısında beklemekten bıktık, usandık.
haddini bilecek, yaratanına teslim olacak ki sahibini Rabbimiz bizi sağlam, güvenli, barış ve adalet
kurtarsın. Müslümanlık da zaten Allah’a, O’nun emir sarayına(İslam) çağırıyor… Kendi yoluna, kendi
velayetine çağırıyor… İşte
ve hükümlerine teslim olsınav, işte irade(seçim)…
mak değil mi?
Tercih bize ait. Sonuçlar
Adalet,
adil
hükümleri
ve
adil
İslam hukuku olan
bildirilmiş. İnsanlar Aldeğil, olması gereken(ilah’ın mülkünde O’nun
(ahlaklı) uygulayıcıları gerektirir.
deal, tabii)hukuktur. Siyoluna girerek O’na kulYoksa en ideal hukuk zalimin
yasetçiler de hukukçular
lukla dünya ve ahiret
elinde zulüm aracına dönüşebilir.
da adaletli olmak zorunmutluluğunu kazanacakMilletler adaletle ayakta durur.
da ve sorumluluğunlar. Veya kendi iradeleriydadırlar. Güzel ahlakla
le şeytan, nefis, tağutların
Zulümle yıkılırlar.
bezenmemiş siyasetçileçağrısına uyarak hem
rin ve hukukçuların “en
dünyada hem de ahirette
üstün” hukuku bile bir
zilleti seçecekler… Biz, tazulüm aracı olarak kullanabilmeleri mümkündür. O rik-i müstakimden ayrıldığımız müddetçe başımız bezaman hukuk, daha çok zayıfların haklarının korun- ladan kurtulmayacak. Tevbeyle tekrar o yola girerek
ması yerine iktidar(güç) sahiplerinin elinde; zayıfları
kurtulabiliriz. Fatiha-yı şerifi namazda günde kırk kez
ezen, “güçlülerin hukuku”na dönüşür ki bu tam bir
tekrar okumamızın gereği de bu değil mi?
felaket(musibet) olur. O zaman “tuz bozulmuştur”! Aş bozuldu, tuz çare; tuz bozulursa ne çare?..
Özetle vahye uyulmadan adalet sağlanaİlahi(üstün) hukukta sorumsuzluk diye bir şey yokmaz. Adalet olmadan barış ve huzur sağlanamaz. Bu
tur. Emanet sahipleri sorumludurlar. Üstün (aşkın)
ise “Besmele”yi temel alan gerçekten “milli” bir
hukuk vardır; üstünlerin hukuku yoktur. Hukukun
öğretim ve eğitimi zorunlu kılmaktadır.
kaynağı Hak’ tır, güç değildir. Haklı olan güçlüdür.
Güçlü haksız olduğunda zayıftır. Böyle bir toplumda
Rabbimizin adıyla “oku”maya başlamak zorundoğruluk, merhamet ve adalet olduğu için barış ve
dayız. Hem de seferberlik gayret ve heyecanı ile…
huzur gerçekleşebilecektir…
Bu, yeniden dirilmek, ayağa kalkmak demektir. Haydi
Devlet başkanlarına da, dağdaki çobana da eşit öyleyse yeniden “Bismillah”! Şafak sökmek ve gün
olarak uygulanabilecek hukuk; “ideal hukuk” tur. doğmak üzeredir… İstikbal İslam’ındır! Belki de
kıyamet öncesinin büyük savaşının arefesindeİnsan hasta olur, felç olur, dengesi bozulur. Ada- yiz. Safımız mehdi ve Hz.İsa’nın safı olsun…
letsizlik de toplum düzeninin bozulması, temel hak Deccal’ın safı olmasın…
Ocak
55
2016
M. Emin KARABACAK
Başarıyı “ Sanal Âlemde”
Arayan Öğrenciler
Telefon
vazgeçilmezleri
görülmemeli.
kullanımını
hayatımızda
hayatımızın
arasında
Telefon
mümkünse
en
aza
indirilmeli.
Her konuda
telefona sarılmamalı. Gözü
ve gönlü telefondan uzak
tutmalı.
2016
B
elh Sultanı İbrahim
Edhem Hazretleri,
bir gece hanımıyla kuş
tüyü yatakta yatarken hanımına “Hanım cennette de
İnşallah seninle böyle beraber oluruz” der. Tam bu
sıra da sarayın damından ayak
sesleri işitir. Sultan gece vakti
sarayın damında dolaşılmasından dolayı sinirlenir ve:
vap gelir. Bunun üzerine Belh
Sultanı:
“Damda deve mi olur
be adam!” diye bağırır. Damdaki adam biraz duraksadıktan
sonra:
“Kimdir o? Ne arıyorsun bu saatte damda?”
diye seslenir.
“Ey hükümdar! Damda
deve aranmayacağını biliyorsun da kuş tüyü yatakta
cennet aranmayacağını neden bilmiyorsun! Damda
deve aramak bundan daha
mı acayip.” der.
“Devemi
kaybettim
onu arıyorum.” diye bir ce-
Bu uyarı üzerine tahtını
tacını bırakan Belh Sultanı, ar-
56
Ocak
tık cenneti bulmak için mürşidi kâmillere hizmet ederek derviş olur.
Bugünün çocukları da kuş tüyü yatakta cennet
arayan İbrahim Edhem Hazretleri ile damda
deve arayan Hızır (a.s) gibi başarıyı cep telefonlarında ve sanal âlemlerde aramaktadırlar.
Bugünün çocukları odalarındaki kuş tüyü yataklara uzanarak ve son model cep telefonlarda sanal
âlemlerde gezinerek cenneti değil de iyi
bir lise ya da iyi bir üniversiteyi kazanmayı hayal etmektedirler.
Cep telefonları günümüzde ders çalışma
konusunda televizyondan daha büyük engeldir. Çünkü anne babalar, en azından çocukları ve izledikleri programları kontrol edebiliyorlardı. Gerekirse uyarı yapıp televizyonu kapatarak odalarına ders
çalışmak için gönderebiliyorlardı. Oysa cep telefonları
konusunda ailelerin böyle bir şansı yok gibidir. Çünkü cep telefonlarının kapatılması söz konusu ol(a)mayacağı gibi odalarına göndermekte çocuklar için birer
ödül olmaktadır.
Cep telefonları çocukların ders
çalışmalarının önünde o kadar
büyük engel oluştu ki çocuklarla beraber yatağa kadar girmektedir. Bunun da en büyük
göstergesi uyurken bugün yastıklarının altında kitaplar değil
de cep telefonu bulunmasıdır.
Günümüz çocukları hem
başarılı olmak istiyorlar
hem de sanal âlemden
çıkmak istememektedirler. Başka bir ifadeyle
hem çok sevdikleri cep telefonlarından vazgeçmek istemiyorlar hem de çok istedikleri
iyi bir lise ve üniversite kazanmak
istiyorlar. Yani bir koltukta iki karpuz
taşımak istemektedirler.
Yirmi dört saat açık tutulan
cep telefonunu, ders çalışırken kapatabilmek için gerçekten güçlü bir
irade ister. Onun için telefon kullanma
ve kullandırma konusu verimli ders çalışma konusu kadar önem arz etmektedir.
Seminerlerimizde kimler sınıfa girerken cep telefonunu kapatıyor diye sorduğumuzda öğrencilerin
ancak yarısı evet diyebiliyor. Yine kimler evde ders
çalışırken cep telefonunu kapatabiliyor diye
sorduğumuzda ancak bir elin parmak sayısı
kadar el kalkıyor. Yine çocuklara dünyada vazgeçemeyeceğiniz en önemli şey nedir diye sorduğumuzda da malumunuz olmak üzere cevap “cep telefonları” oluyor.
Bundan beş on sene öncesine kadar çocukların
ders çalışmalarının önündeki en büyük engel televizyondu. “Hocam ders çalışmıyor, çok televizyon
seyrediyor.” denilirdi. Günümüzde ise bunun yerini akıllı telefonlar aldı.
{
Çocuklara hep verimli ders çalışma teknikleri
hakkında bilgi verilir. Oysa ders çalışmanın önündeki en büyük engel olan cep telefonlarını verimli bir şekilde kullanma konusunda kafa yorulmamaktadır.
Çocuklar bir koltukta iki karpuz taşınamayacağı
gerçeğini geç olmadan anlamaları gerekir. Çünkü insanın aynı anda hem ders çalışılıp hem de cep telefonuna girecek kadar dikkati geniş değildir. İnsan zihni sadece bir şeye adapte olabilmektedir.
Bir çocuk aynı anda hem ders çalışıp hem de
arkadaşına SMS atıyorsa veya sanal âlemde çetleşi-
}
“Ey hükümdar! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da
kuş tüyü yatakta cennet aranmayacağını neden bilmiyorsun!
Damda deve aramak bundan daha mı acayip.”
Ocak
57
2016
yorsa ya da ders çalışırken cep telefonuna kulaklığını
takıp müzik dinliyorsa bu çocuk ders çalışma konusunda ailesini ve kendini kandırmaktan başka bir iş
yapmıyor demektir.
“Cepten “Feda-Kârlık”
Eden Kazandı…
Bazı çocuklar; “Ama hocam
ben telefonsuz ders çalışamam!” derken bazıları da;
“Hocam yazı yazarken
ya da problem çözerken
müzik
dinleyebilirsiniz.” diyorlar.
Farklı alanlarda LYS birincisi olan Büşra Topal, hedeflerine ulaşmak için sınavlara hazırlık sürecindeki
fedakârlığını şu şekilde
anlatmaktadır:
Bizde onlara da diyoruz ki: “Yazı yazarken ya da
problem çözerken öğrenme
olmuyor mu? Yazı yazarken
ya da problem çözerken dikkat
lazım değil mi? Yarın sizler sınava
girerken kulağınızda cep telefonun kulaklığı mı olacak? Yoksa sizlerin fizik, kimya,
matematik gibi problem gerektiren derslerdeki başarısızlıklarının nedeni müziksiz sınava girmeniz mi?
“Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şakadan hiç anlamaz...”
(Joseph Murphy). Ders çalışırken bilinçaltınızı bu
şekilde alıştırdığınızda sınavlarda da çağrışımlar hep
cep telefonu olacaktır. Sınavlara da cep telefonlarıyla
girilmediğine göre…” diyoruz.
Büşra Topal (Yerleştirme Y-TM-2,Y-TM-3, Birincisi): “Evde televizyon,
internet gibi araçların
olması nedeniyle daha
çok dershanede çalıştım.
Telefonumu
değiştirdim,
çok fazla teknolojik özellikleri
olmayan bir cihaz aldım. Dışarıya
arkadaşlarımla gezmeye, sinemaya gidemediğim zamanlar oldu. Ben de sosyal yaşamdan
fedakârlık ettim…” (Kaynak: http://www.hurriyet.
com.tr/egitim/26702359.asp)
Başarı; ders çalışırken sanal âlemde gezinmek ya
da arkadaşlara SMS atmaktan geçmez. Başarı dirsek
çürütmekten ve ter akıtmaktan geçer. Ders çalışmak
için akıtılmayan ter, sınavlardan sonra gözyaşı olarak
akacağı bir gerçektir.
Başarı; elleri cepte dolaşarak gelmez. Çünkü “Hiç kimse başarı merdivenlerini, elleri cebinde tırmanmıştır.”(J.K.Moorhead)
Başarı; kafasına göre ders çalışmakla da
gelmez. Çünkü “Plansız çalışan bir kimse ülke
ülke dolaşıp hazine arayan bir kimseye benzemektedir.” (Descartes)
Başarı için fedakârlık gerekir. Fedakârlık
içinde elleri cepten çıkarıp planlı ders çalışmak, ders çalışırken de cep telefonunun kapatmak gerekir. Bunun içinde uygulanabilir bir
plan yapmak ve bu planı da uygulayabilmek içinde
fedakârlık gerekir. Çünkü başarılı olmak için fedakârlık şarttır. Fedakârlıkların en başında da ders çalışırken cep telefonunu kapatabilmek gelmektedir.
2016
58
Ocak
Derslerde ve sınavlarda başarılı olmak için bazı
şeylerden fedakârlık edilmesi gerekir. Zaman feda-kârlık zamanıdır. Adı üstünde feda-kâr. Kâr
elde etmek için feda etmek gerekir. Başarı adına kâr edebilmek içinde özellikle cep telefonlarından,
oyunlarından, arkadaşlarından, bilgisayardan, televizyondan, uykudan... feda etmeleri gerekir. Kâra
geçmek için feda etmek gerekir, hedeflere ulaşıncaya kadar.
Bunun yanında;
Telefon açıkken…
Her ne kadar hayatın vazgeçilmezlerinden de
olsa cep telefonlarını en azından ders çalışırken yanımıza almamak ya da kapatmak gerekir. Aksi takdirde
başarı beklemek yanlış olur. Eğer bir çocuk ders
çalışırken telefonunu çalışma odasının dışında
bırakmıyor ya da kapatmıyorsa bu çocuk kesinlikle ders çalışmıyor demektir.
Peki, ne yapmak gerekir:
Telefonu kullanım amacına uygun kullanılmalıdır. Nasıl evdeki beyaz eşyalar ihtiyaç halinde
yerinde ve zamanında kullanıyorsa cep telefonu da
ihtiyaç halinde yerinde ve zamanında kullanılmalıdır.
Nasıl ki yemek masası yemek içinse ders çalışma
masası da ders çalışmak için olmalıdır. Çalışma masasına oturulduğu zaman telefon çağrışımı yapmaması için çalışma masasında telefon görüşmesi
yapılmamalı ve internete girilmemelidir. Görüşme yapmak ve internete girmek için mümkün
mertebe başka bir mekan kullanılmalıdır.
Telefon
kullanımı
konusunda
bazı
kriterler
getirilmeli. Sınıfa girerken ve ders
çalışırken kesinlikle telefon kapalı
tutulmalı. Telefon görüşmeleri,
SMS atma, internete girmeleri
kesinlikle
çalışma
masasında
yapmamalı.
Ocak
1. Telefon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında görülmemeli. Telefon kullanımını mümkünse
hayatımızda en aza indirilmeli. Her konuda telefona sarılmamalı. Gözü ve gönlü telefondan
uzak tutmalı.
2. Telefon bizim için amaç değil iletişimde
kullanılan bir araç olmalı. Telefon görüşmeleri
mümkün olduğunca kısa ve öz tutulmalı. Telefonla
keyfi konuşma ve mesajlaşma yapılmamalı.
3. Telefon kullanımı konusunda bazı kriterler
getirilmeli. Sınıfa girerken ve ders çalışırken kesinlikle telefon kapalı tutulmalı. Telefon görüşmeleri,
SMS atma, internete girmeleri kesinlikle çalışma masasında yapmamalı.
Sonuç olarak;
Başarının önündeki engelleri bilip onları
tek tek kaldırmak gerekir. Günümüzde çocukların en büyük engelleri de cep telefonlarıdır.
Bugün çocuklar ders çalışırken cep telefonunu
kapatma adına hayır diyemiyorsa başarıda bunlara hayır diyecektir. Bu “Hayır” da çocuklara sanal
âlemde olmasa da gerçek hayatta acıtacaktır. Tabii ki
o zamanda iş işten geçmiş “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” olacaktır.
Evet, bugün cep telefonlarını ders çalışırken feda edip kapatabilenler başarının önündeki en büyük engeli kaldırmış ve ders çalışma
konundaki engellere karşı iradesini güçlendirmiş olacaktır.
59
2016
Emre TOPOĞLU
Çalışmak İbadettir Ama
Farklı İbadetlerin Yerine İkame Edilemez
Kalp dâimâ Allâh’ı
zikretmeye devam ederse; dil,
el ve diğer âzâlar istikamet
üzere, Allâh’ın emir ve
yasaklarına uygun hareket
ederse, kişinin namazı devam
etmiş gibi olur.
İ
drak etmekte olduğumuz
zamanın en mühim hastalığı belki de “İslam’ın Ilımlaştırılması” süreci… Zira
hepimiz farklı şekillerde karşı
çıksak dahi, fiilen hoşumuza
gidiyor bu değişim. Daha önce
bu sürecin zararlarına ilişkin
çeşitli görüşler beyan edildiğinden, bu yazıda spesifik olarak
bu sürecin alt dallarından olan
ve sık sık işittiğimiz bir kavram
üzerinde durmak istiyoruz.
Yoğun iş temposu, geçim derdi yahut sınavlar…
Bir türlü bu işlerden kafamızı
kaldırıp kendimize zaman ayı-
2016
60
ramıyoruz değil mi? Özellikle
iş hayatında çok sık duyacağınız bir söylemi biz şimdiden
dillendirelim; “Çalışmak da
ibadettir.”
Kesinlikle katılmakla beraber, bu cümlede “da” ibaresinin neden ayrı yazıldığına bir
kez daha göz atalım. Ayrı yazılır zira burada kullanılan “da”
ibaresi dahi anlamına gelmektedir ve yazım kuralları gereği
ayrı yazılır. Demek ki neymiş,
çalışmak da ibadetmiş. Ancak buradan başka bir mesele
daha karşımıza çıkıyor. Sadece karşımıza çıkmıyor adeta
Ocak
tokatlıyor bizi. Çalışmanın dışında belirli ibadetlerin
varlığı bu cümlede kesin bir şekilde vurgulanıyor. Bunun yanı sıra çalışmanın da ibadetten sayılabileceği
(burada çalışmadan kasıt ümmet için olanı) vurgulanıyor. Fakat hiçbir yerde çalışmanın diğer ibadetleri
ikame edebileceği yazmıyor, yazamaz da… O zaman
çalışma ortamında, iş hayatınızda birisi size namaz
vaktinin kaçmasına yakın bu cümleyi kurarsa, gereğini yerine getirelim ve bu kavramın bir kültür olarak
hayatımıza yerleşmesine izin vermeyelim.
Bu bağlamda gelin şu satırlara
kulak kesilelim; Cenâb-ı Hak bizden kulluk istiyor. İnsanın yaratılış gayesi, Allâh’a kulluk. Rabbimiz; beş vakit
namaz kılmamızı istiyor, Ramazan orucunu
tutmamızı istiyor, zekât
vermemizi ve Beytullâh’ı
haccetmemizi arzu ediyor.
Bunlardan başka daha birçok
kulluk vazifemiz var.
ihtiyaçlarla zâhirî abdest bozulur. Abdestin bozulması,
hükmî kirliliklerle olur.
Fakat Hazret-i Mevlânâ, namaza hazırlık
için girilen o abdest atmosferini hiç kaybetmemek gerektiğine işaretle, âdetâ;
“Zâhirî abdestin bozulsa da, namaza hazırlığın hiç kaybolmasın, namaz iştiyâkın hiç sönmesin, ilâhî huzûra koşma heyecanın hiç solmasın, kalbî sâfiyetin hiç kirlenmesin.”
demektedir.
Âdetâ;
Bir vecd ile bin secde eden bir
gönlün sergilenmesi arzu edilmektedir.
Bu ibâdetlerin bir zâhiri var.
Namazın bir geometrisi, zekâtın bir hesap-kitabı var. Fıkhî bilgileri var. Şartları,
rükünleri var.
Abdest
mü’minin
silâhıdır. Şeytana karşı kullanılacak bu silâhın hiç ârıza yapmaması îcâb eder. Mü’min zâhiren de dâimâ abdestli durmaya
dikkat etmeli, kalbinin huzurunun
bozulmasına da hiç fırsat vermemeli, dâimâ Rabbinin huzûruna çıkmaya hazır
olmalıdır.
Böyle bir abdestle kıbleye, öyle yönel;
Fakat bir de bâtını var, rûhu var, derûnu var. İbâdetlerin zâhiri kadar bâtını da mühim. Aslında bâtını
esas gaye… Fakat zâhirinin de ihmâl edilmemesi şart.
Hazret-i Mevlânâ, ibâdet hayatımızda zâhirden
ibaret kalmamamızı çarpıcı sözleriyle bize hatırlatıyor:
Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın!
Abdest, namaz için belli uzuvların yıkanması ve meshedilmesinden ibâret bir temizlik
ve hazırlıktır. Mâlûmdur ki, zaman zaman beşerî
Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin!
Namaz iftitah tekbiriyle başlar, selâm ile
biter. Fakat Allâh’ın huzûrunda olunduğu şuûru,
ilâhî kameraların altında olunduğunun idrâki kulda
hiç sona ermezse, kalp dâimâ Allâh’ı zikretmeye
devam ederse; dil, el ve diğer âzâlar istikamet
üzere, Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun hareket ederse, kişinin namazı devam etmiş gibi
olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
{
}
Cenâb-ı Hak bizden kulluk istiyor. İnsanın yaratılış gayesi,
Allâh’a kulluk. Rabbimiz; beş vakit namaz kılmamızı istiyor,
Ramazan orucunu tutmamızı istiyor, zekât vermemizi ve
Beytullâh’ı haccetmemizi arzu ediyor. Bunlardan başka daha
birçok kulluk vazifemiz var.
Ocak
61
2016
“Zâhirî abdestin bozulsa da, namaza hazırlığın
hiç kaybolmasın, namaz iştiyâkın hiç sönmesin, ilâhî
huzûra koşma heyecanın hiç solmasın, kalbî sâfiyetin hiç
kirlenmesin.”
“Onlar, namazlarına devam eden kimselerdir.” (el-Meâric, 23)
Bu âyet; namazların ihmâl edilmeden muhafaza
edilmesi yanında, namazdaki huzur hâlinin namaz
haricinde devam etmesi mânâsına da işaret eder.
Böyle bir hâle eren kişi için, namaz doyumsuz bir
hazdır. Mevlânâ Hazretleri buyurur:
Âşığa beş vakit namaz yetmez, beş yüz bin
vakit ister!
Cenâb-ı Hak ile mülâkatın lezzeti bütün lezzetlerin
üzerindedir. İbrahim bin Edhem Hazretleri der ki:
“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız,
vuslatta tattığımız lezzet ve şevk müşahhas bir
şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün
hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”
Zira;
Namaz Cenâb-ı Hakk’a vuslattır!
Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?
Bu hatırlatmalarla, kıldığımız namazları gözden
geçirmemiz, muhasebe etmemiz îcâb eder.
Biz namazdan bu hazzı alabiliyor muyuz?
Yoksa mecburiyet savar bir şekilde, bir an
önce bitirip işimize gücümüze koyulma derdiyle mi hareket ediyoruz?
Hangi kalbî ve amelî ârızalarımız bizi bu muazzam ibâdetin lezzetinden mahrum ediyor?
Hak dostlarının işaret ettiği bu mânevî abdest,
bu mânevî temizlik ihmâl edilirse, ibâdetlerden arzu
edilen netice tam olarak elde edilmez. Hâlbuki
mü’min, kıldığı namazın bütün ecrini alma
gayreti içinde olmalıdır. Nitekim Allah Rasûlü –
sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“Kul namaz kılar, fakat namazının yarısı,
üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd,
Salât, 123, 124)
Cenâb-ı Hak; ibâdetlerimizi hakkıyla edâ
edebilmeyi, ecrinin de tamamına nâil olabilmeyi nasîb eylesin.
Hakkıyla tutulan bir orucu Hazret-i Mevlânâ şöyle müşahhas hâle getirir ve onu konuşturur:
“Oruç der ki:
«–Allâh’ım! Bu mü’min kulun, Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi;
susuzken su içmedi. Bu mü’min, nasıl olur da
harama el uzatabilir?!.»”
Oruç sayesinde, -belli bir süreliğine de olsa- bazı
helâllerden bile el çekmek, haram ve şüphelilere karşı
2016
62
Ocak
daha güçlü bir şekilde mukavemet edebilecek, sağlam bir irâdenin inşâsına yardımcı olur.
Yemek ve içmek meşrû ölçüler içerisinde
mubahtır. Fakat israf haramdır. Doyacak kadarından fazla yemek mekruhtur, sünnete aykırı
bir davranıştır. Çünkü fazla gıda vücutta nefsâniyetin kuvvetlenmesine sebep olur. Bu yüzden
Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma!
Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü feyz pınarlarından
beslemeye bak! Çünkü yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur.”
“Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü
onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor, azgınlaşıyor ve sonunda günahların
kumkuması içinde rezil olup gidiyor.”
Oruç diğer taraftan açlığı tattırır, acziyetimizi hatırlatır ve vücudumuzun suya, gıdaya
olan ihtiyacını fark ettirir. Ya rûhumuz? Onun suyunu ve gıdasını vermeyi unutursak ne olur? Hazret-i
Mevlânâ buyurur:
“Rûha mânevî gıdalar ver. Olgun düşünüş,
ince anlayış ve rûhî gıdalar sun da; gideceği
yere güçlü, kuvvetli gitsin.”
İnsan, sahip olduğu malı kendi nefsine harcamayacak onu infâk ederek, Allâh’a yaklaşmaya vesile
arayacaktır:
“Onlar, namazlarına devam
eden kimselerdir.” (el-Meâric, 23)
Bu âyet; namazların ihmâl
edilmeden
muhafaza
edilmesi
yanında, namazdaki huzur hâlinin
namaz haricinde devam etmesi
mânâsına da işaret eder.
Ocak
Zekâtın zâhiri; insanın ihtiyacından fazla,
belirli bir nisâbı aşan malından her yıl, muayyen miktarda çıkarıp, fakirlere, miskinlere ve
benzeri muhtaçlara vermesidir.
Sadaka ve infak da bunun farz olan miktardan ötesine verilen addır.
İnfâkın bâtını ise; Allâh’ın ikrâm ettiği rızkın
zarûrî ihtiyaç fazlasını, O’na yaklaşmak için Allâh’a
geri vermektir. Rızkı, sahip olduğumuz her şeyi bize
Mevlâ Teâlâ ikram etmiş, muhtaçları da bize zimmetlemiş ve onlara verilecek;
“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) buyurmuştur. Bu şuur içinde yapılabilen bir infakta,
sadakayı veren kişi, Allâh’a veriyorcasına hassas ve
müeddebdir; mağrur olmak bir tarafa, alan kişiye
medyundur, müteşekkirdir. Çünkü o kişi bilir ki, veren, alandan kıyâmet günü itibarıyla daha da muhtaç
olacaktır.
Çünkü mal sahibinin, malıyla büyük bir
imtihanı vardır. Kıyâmette, o malın hesabıyla
karşılaşacaktır. İnfâkını kabul eden kişi, bu hesabın
hafiflemesi için büyük bir yardımda bulunmaktadır.
Bu sebeple Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri de;
“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.” buyurur. Zira infâk eden kişi
bu sayede Rabbinin hoşnutluğuna kavuşacak, kendisine gelecek belâları, hastalıkları ve ibtilâları bu sadakalarla ve mazlumların hayır duâlarıyla bertarâf etmeye çalışacaktır. İnfak zarâfetini ve ecrini, Mevlânâ
Hazretleri şöyle tarif eder:
63
2016
“Sen varlığını, malını ve mülkünü güzelce
infâk et de, bir gönül al! Ki o gönlün duâsı,
mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin,
nûr olsun!..”
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe
asla «birr»e (yani hayrın kemâline) eremezsiniz!
Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Yine Mevlânâ -kuddise sirruh-; fakir ve zayıflara yapılan infak ve yardımlardan, aslında ihsan ve
ikramda bulunan kimsenin daha çok istifade ettiğini
şu şekilde ifade eder:
İnfak, merhametin meyvesidir. Merhamet
ise; sende olanı, onda olmayana, yani mahruma ikrâm etmendir. Diğer bir ifadeyle merhamet;
başkalarının mahrûmiyetini telâfi için onların
yardımına koşmaktır.
“Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları
gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister.
Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in‘âm
ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.”
Hâsılı mü’min dâimâ ümmetin derdiyle dertlenmelidir. Çünkü paylaşan kişi dert ortağı olur, derman
çardağı olur. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:
İnfâkın hikmetine erenler, nisap miktarı, havl-i
havelân, ihtiyacı kendine ayırma nedir bilmezler. Ellerinde ne varsa dâimâ «lillâh» diyene infâk hâlinde yaşarlar.
“İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.”
Dolayısıyla bir mü’min bütün mahlûkata rahmet
ve merhamet tevzî edecek. Bahar yağmurları gibi
olacak. Doğan güneş gibi olacak. En kuytu yeri bile
aydınlatacak, ısıtacak, soğuk, ıssız ve tenhâ bir yer bırakmayacak.
İnfâkın bâtınına erenler, mâtemlerin civarında
dolaşır, kalbi kırıkları arar, dertlere derman olurlar.
Bunun için bir mü’minin elindeki dünyalığı tasarruf edişi, ilâhî ölçüler dâhilinde olacak.
Zaten dîni, derûnî hayatıyla yaşamaya talip
olan bir mü’min; malının farz, zarûrî haddeki
zekâtını vermekle mes’ûliyetten kurtulduğunu
düşünemez. Cenâb-ı Hak, aşağıdaki âyette, bize
îmânımızı ve infâkımızı test ettirmektedir:
Cenâb-ı Hak mü’minin hayatında israf istemiyor.
İsraf bir şımarıklıktır. İsraf aşağılık duygusunu bastırma hareketidir.
Pintilik de istemiyor. Pintilik ve cimrilik
de dünya malına sığınmaktır. Dünya malını veren Cenâb-ı Hak’tır. Sığınılacak barınak da yalnız
Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hak cömerttir, cömert kulunu sever.
Molla Câmî’nin şu mısraları gönül almanın kıymetini ne güzel ifade eder:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer’est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber’est
“Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından
yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın
nazargâhıdır. Öyleyse bir gönül al ki, hacc-ı
ekber gibi sevaba nâil ol!..”
Bu şuur ekseninde Hazret-i Mevlânâ şu hikmete de dikkat çeker:
2016
64
Ocak
“Hacca gidenler orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”
Haccın bâtını; cidâli, kardeşliği zedeleyici çekişmeleri, nefsânî duygu ve temâyülleri bir tarafa atan
kulların, ihramdan başka bir dünyalığa istinâd etmeden, baş açık yalın ayak Hakk’ın kapısına kefen iklimiyle koştukları bir âhiret provasıdır.
Haccın zâhirinde, cemreler taşlanır. Bâtınında ise; hayatın her safhasında, her sahnesinde şeytandan Allâh’a sığınılır.
Haccın zâhirinde de bâtınında da o mübârek
yola helâl kazanç ile düşmek şarttır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.”
“Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği
koklamadan yemez.”
Haram-helâl seçmeden dünyalık toplayan
bir insanın perişanlığı bu misalden âşikârdır.
Allah böylelerinin haccını kabul buyurmaz,
onlara; «Lâ lebbeyk!» denileceği bildirilmiştir.
Öyleyse hac farîzasını yerine getirmek isteyen
kişinin ilk yapacağı iş, kazancının helâliyetini
muhasebe etmek olmalıdır.
Haccın bâtınında; sabır, hilim, af gibi güzel
ahlâkî hasletleri kazanmak ve onu ömre yaymak vardır.
İbâdetlerin
bu
derûnî
hakikatlerine
erebilmek
için,
nefsânî temâyülleri terk etmek
şarttır. Zira, insanda nefsâniyet
ile rûhâniyet çekişme hâlindedir.
Nefsâniyet
galip
geldikçe,
rûhâniyet daralır, zevk alamaz
olur. Hazret-i Mevlânâ teşbih ile
ifade eder:
Ocak
Hadîs-i şerifte güzel ahlâk şöyle tarif edilir:
“Cibrîl bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu
söyledi:
«Bu din (yani İslâm), Zât’ım için seçip râzı
olduğum bir dindir. Ona ancak cömertlik ve
güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»”
(Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)
İbâdetlerin bu derûnî hakikatlerine erebilmek
için, nefsânî temâyülleri terk etmek şarttır. Zira, insanda nefsâniyet ile rûhâniyet çekişme hâlindedir. Nefsâniyet galip geldikçe, rûhâniyet daralır, zevk alamaz olur. Hazret-i Mevlânâ teşbih
ile ifade eder:
“İbâdetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için, içinin dolu olması
gerek.”
Boş bir tabakla ikram olmayacağı gibi, feyiz ve
rûhâniyetten hâlî bir kalp ile de ibâdetlerin bâtınına
nâil olunamaz.
Yâ Rabbî!.. Bizlere yardım eyle!.. Sen’i
her an zikretmek, verdiğin nimetlere hakkıyla
şükretmek ve Sana güzelce, muhlisâne bir sûrette ibâdet etmek husûsunda bizlere inâyetini refîk eyle… Bizleri ibâdetlerin derûnuna
inebilen, mânâ ve bâtınını yaşayabilen kullarından eyle!..
Âmîn!..
65
2016
Fatih Sultan SEMİZ
Ölecek Olduktan Sonra
Ölüm bizim için hem
gaz pedalıdır hem de fren
pedalı.
Ölüm
haramlarla
iç içe yaşarken fren görevi
gördüğü gibi, hayır işlerinde
gaz görevi görür.
2016
“Benim için iyi, doğru
ve güzel olan ne varsa hepsinin diğer adı İslam’dır.”
diyor Bilge Adam Aliya. İşte
Müslüman içinde iyi, doğru ve güzel olan her şeyin
ilk temsilcisi Resulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellemdir. Yani ilk öğretmenimiz, ilk komutanımız, ilk
hocamız ve ilk liderimizdir. Ve asla değişmeyecek
şekilde bu sınırlarla çizilmiştir. O hem ilk hem
de sondur. Biz ondan sonra
onun yolunda yürüyenleri sadece birer basamak görmekten öteye gidemeyiz ve asla bir
66
basamağı merdivenin zirvesi
yerine koyamayız. Ahlakta,
kocalıkta, imamlıkta, kürsüde, çocuklarla oynamasında, yemek yemesinde,
hayvanlara karşı olan tutumunda, Kuran-ı Kerime
olan bakış açısında her yönüyle bizim örneğimiz ve
önderimizdir. Tebliğde de,
insanları hayra çağırmada da,
şerden uzak tutmada da önderimiz ve örneğimizdir. Burada
tebliği vurgulamamızın özel
nedeni hayra çağıran ve şerden uzak tutmaya çalışan bir
ümmet olmadığımız sürece bizim olmamız veya olmamamız
Ocak
{
}
Ölüm yalandan gerçeğe, hesapsız bir âlemden hesabı
verilecek bir âleme geçişin ilk durağıdır. Zenginle fakiri eşitleyendir
ölüm. Memurla milyarderi aynı toprakla örtmenin adıdır. Sevinçle
hüznü aynı potada eritendir. Beşer gözünde değerli görünen ne
varsa hepsini değersizleştiren etkili maddenin adıdır ölüm.
arasında hiçbir farkın olmayışındandır. Eğer ümmetin bir kısmı, hatta her ferdi, kötülüğün defedilmesi için ve iyiliğin artırılması için elini,
dilini ve kalbini bu işe vermezse ilimize, ilçemize giren fitnelerin çok geçmeden evimize ve
bize sirayet edeceğini unutmayalım. Bu yüzden
her fert önce kendinden başlamak üzere tebliğ çerçevesini genişletmelidir.
Peki, insan kendisine nasıl tebliğ yapabilir? Nasıl kendi eliyle yine kendi eline, kendi gözüyle yine
kendi gözüne nasıl engel olabilir. Kalbinin bir tarafının istediği şeyi kalbinin diğer tarafıyla nasıl önüne
geçebilir. Bakıldığında şeytandan daha kuvvetli olan
nefsimizin önüne geçmek her koşulda
zordur. Ama tek bir olgunun harekete
geçirilmesi vücudumuzun kendisine
gelmesini sağlayabilir. Bir günaha
bulaştığımızda aklımıza gelecek
tek bir terim bizi o günahtan
alıkoyabilir. İyiliğe karşı olan
vurdumduymazlığımızı işte
o olgu harekete geçirebilir.
Ezan okunduğunda camiye
koşmamızı, infak istenildiğinde elimizi cebimize atmamızı, annemize su getirmemizi,
yetimin başını okşamamızı işte
ancak o harekete geçirebilir. Hırsızlık yaparken vazgeçmemizi, harama bakarken göz çevirmemizi, gıybet edecekken dilimize kemik getirme
gücüne sahip olan, sabah namazına füze gibi kalkmamızı sağlayacak şey işte o odur. O da ölümdür. Ölüm
bütün sıkıntıları giderdiği gibi, bütün acılara son verdiği gibi, sulu bir armudun tadını kaçırdığı gibi, büyük
acılarında teselli aracıdır. Ölüm bütün tatları, iyi ve
güzel tatları veya kötü ve çirkin tatları kaçırır. Ölüm
yeni doğmuş çocuğuna sevinmeni de engelleyebilir,
hasta annene üzülmeni de. Ölüm borcun getirdiği sıkıntıyı da bertaraf edebilir, yeni aldığın eve sevinmeni
de engelleyebilir. Çünkü ölüm yalandan gerçeğe,
Ocak
hesapsız bir âlemden hesabı verilecek bir âleme geçişin ilk durağıdır. Zenginle fakiri eşitleyendir ölüm. Memurla milyarderi aynı toprakla
örtmenin adıdır. Sevinçle hüznü aynı potada
eritendir. Beşer gözünde değerli görünen ne
varsa hepsini değersizleştiren etkili maddenin
adıdır ölüm.
Ölecek olduktan sonra paranın ne kıymeti var. Ölecek olduktan sonra makam, mevki,
saltanat, çocuk, araba v.s. ne kadar değer kazanabilir. Aynı zamanda ölüm beşer gözünde kıymetli olanları daha da kıymetli hale getirendir. Öteleri
kazanmak için parayı, Müslümanların
önünü açmak için makamı, vakfa bağışlamak için arabayı, Kudüs’ü kurtarmak için çocuğa verilen değeri kat kat artıran da ölümdür.
Ölüm bizim için hem gaz
pedalıdır hem de fren pedalı. Ölüm haramlarla iç içe
yaşarken fren görevi gördüğü gibi, hayır işlerinde gaz
görevi görür. Ölüm esasında
çok esrarlı bir maddedir. Bir
kere bağlandın mı bir daha vazgeçemiyorsun…
Demiş ya Üstat hem de ne güzel demiş:
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?
Ve bir de şöyle demiş:
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!
Ve unutmayalım: Bizi en çok sevenlerin, üzerimize en fazla toprağı atacağı o gün için hazırlıklara şimdiden başlamalıyız.
67
2016
MilliTarih
Hüseyin Serkan Elönü
Filistin Hezimeti’nden McDonald’s’a Uzanan bir
Gizemin Mimarı: Salih Fansa -2Allah’ın izniyle geçtiğimiz ay başladığımız Salih Fansa dosyasına devam ediyoruz. Geçen ay
1917’deki Gazze hezimetini ve ardından Salih Fansa’nın Halep’teki evinde Salih Fansa ile Mustafa
Kemal Paşa’nın buluştuklarını anlatmıştık.
de de misafir etmişlerdir. Ayrıca Salih Fansa, Aralık
1918’de Mustafa Kemal Paşa’ya Madam Kasapyan’ın Şişli’deki kiralik evini tutan kişidir. Salih Fansa’nın eşi Selma Fansa saraydaki kadınlar ile bağlantılar kurarak, Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha
Erol Mütercimler’in Fikrimizin Rehberi isimli
eserinde Salih Fansa ve ailesinin bu buluşmadan
sonra Halep’teki tüm mal varlıklarını satarak İstanbul’a taşındıkları ve taşınırken Mustafa Kemal Paşa’nın başında bulunduğu Yedinci Ordu’nun evraklarını imha ettiği yazmaktadır.
Sultan’ı Mustafa Kemal Paşa ile evlenmesi için temaslar kurmuştur. Hedef, Mustafa Kemal Paşa’nın
Sabiha Sultan ile evlenerek aynen Enver Paşa gibi
hanedan ailesine damat olarak hükümete girip söz
sahibi olmasıydı. Fakat, Sabiha Sultan o dönemde
amcası Abdulmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk
Salih Fansa ve hanımı Selma Fansa (18901968), Mustafa Kemal Paşa’yı 1918 Kasım’ında
İstanbul’daki Beyoğlu-Tepebaşı’nda Cebeli Lübnan
Mutasarrıfı Franko Paşa Apartmanı’ndaki dairelerin-
Efendi’ye karşı bir alakası olduğu için bu gerçekleşmedi. Zaten Sabiha Sultan-Ömer Faruk Efendi
çifti 29 Nisan 1920’de evlendiler.
Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendi
Ocak
68
2016
Mustafa Kemal Paşa Pera Palas Oteli’nde
kalırken ingiliz komutanlarla yaptığı görüşmelerde
Salih Fansa tercüman olarak bulunmuştur. Çünkü
Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı dili Fransızcadır.
Salih Fansa ise iyi derece İngilizce bilmektedir.
Salih Fansa ve ailesi daha sonra Milli Mücadele senelerinde Çankaya’da bir bağ evinde Mustafa
Kemal Paşa’nın komşusu olmuşlardır. Salih Fansa’nın İngilizlere çalıştığı anlaşılınca Ocak 1923’de
Romanya’ya kaçmıştır. Oradan da Berlin’e giderek Alman vatandaşlığına geçmiştir. Salih Fansa,
1929’da İranlı kimliğiyle Bağdat’a gönderilerek tüccar görüntüsü altında Sovyet karşıtı casusluk faaliyetleri yapmıştır. Bu aşamadan sonra Salih Fansa’nın
nereye gittiği ve neler yaptığı bilinmemektedir. Sadece Marsilya’ya gittiği yönünde iddialar vardır. İzini
tamamen kaybettiren Salih Fansa’nın eşi Selma
Fansa 1968’de İstanbul’da ölmüş ve Zincirlikuyu
Asrî Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Salih Fansa’nın çocukları; Mukine Fansa,
Adil Fansa (1914-2006), Süheyl Fansa (19241983). Adil Fansa ve Fatma Nazan Fansa (19241998) çiftinin oglu Sadi Fansa, 1986’da Türkiye’de
kurulan McDonald’s’ın 2002’den Temmuz 2008’e
kadar McDonald’s’ın Türkiye Genel Müdürlüğünü
yapmıştır.
Sadi Fansa (1949-...) Salih Fansa’nın torunu ve McDonald’s’ın 2002-2008 arası Türkiye Genel Müdürü.
2016
69
Ocak
Üç İhtiyar Misafir
Başlık
Bir kadın, kapıdan dışarı çıktığın
çıktığında, bembeyaz sakallı üç ihtiyarın kendi evinin önünde oturduklarını
görür. Ve onlara “Ben sizi hiç tanımıyorum,
tanımıy
ama aç ve susuz olmalısınız. Lütfen, içeriye gelin de sizlere bir
şeyler ikram edeyim.” der.
- Evin erkeği içeride mi, diye sorar adamlar.
a
- Hayır, şu an evin dışında.
- O evde olmadığı sürece bizim bu eve girmemiz mümkün değil, diye cevap verir üç ihtiyar.
Akşam olup kocası eve döndüğünde
döndüğün kadın olanları anlatır.
- Peki, onlara söyleyebilir misin; ben
b evdeyim artık, bu eve gelebilirler der adam.
Kadın dışarı çıkıp bu kişileri içeri davet
d
eder.
Ama bu defa da:
“Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz.” der yaşlı adamlar.
Kadın öğrenmek ister: “Niye giremezsiniz?”
giremezs
İhtiyarlardan biri açıklar:
- Onun adı ZENGİN, der bir arkadaşını
göstererek.
arkad
- Diğeri BAŞARI.
- Ben ise SEVGİ.
Sonra ekler: “ Şimdi içeri gir ve eşinle konuş. Hangimizi evinizde istersiniz?”
Kadın içeri girip söylenenleri kocasına anlatır. Adam duyduklarıyla neşelenerek
“Ne güzel, madem öyle, Zengin’i içeri çağıralım ve evimizi
zenginlikle doldursun..”der.
Karısı itiraz eder:
“ Canım, niçin Başarı’yı çağırmıyoruz?”
Bu sırada, evin diğer köşesinde bulunan gelinleri konuştuklarını duyar. Koşarak gelir ve kendi fikrini söyler:
- Sevgi’yi çağırsak daha iyi olmaz mı? Evimiz sevgiyle dolar!
“Gelinimizin teklifini dikkate alalım.” der adam, karısına.
- Dışarı çık ve bizim misafirimiz olması için Sevgi’yi davet et.
Kadın dışarı çıkar ve yaşlı adamlara sorar:
“Hanginiz Sevgi idi? Lütfen içeri gelin ve misafirimiz olun.”
Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye
yürüme başlar.
Fakat diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler...
ed
Kadın şaşırmış bir halde Zengin ve Başarı’ya
sorar:
Başar
- Ben sadece Sevgi’yi davet ettim, siz niye
niy geliyorsunuz?
Zengin ve Başarı bir ağızdan cevap verirler:
verir
- Eğer Zengin’i ya da Başarı’yı davet etmiş
etmi olsaydın diğer ikisi dışarıda kalırdı.
Ama sen Sevgi’yi davet ettin...
O nereye giderse biz de ardından oraya gideriz.
Çünkü nerede Sevgi varsa, orada Başarı ve Zenginlik de vardır!
Şekere benzer
tadı yok, gökte
uçar kanadı yok.
Bir kuyum var,
iki türlü suyum
var.
Gölgesiz dağlar
aşar.
Geceleri fener,
gündüzleri söner.
Yı
ld
ız
Yu
m
Se
s
ur
r
Ka
Sa
a
t
ta
Benim adım iki
hece, Çalısırım
gündüz gece.
Bunları Biliyor Musunuz?
* Dünyada bize oksijen veren tek bitkinin ağaç olduğunu….
* Her kıtanın, yılda ortalama olarak 2 santimetre kadar yer değiştirdiğini…
* Kar yağarken her bir kar tanesinin birbiriyle çarpışmadan yağdığını….
* Bütün kar tanelerinin altıgen olduklarını, her yağışta düşen milyarlarca kar tanesinden hiçbirinin diğerine
benzemediğini…..
* Bütün insanların kaç yaşında ölürse ölsünler ahirette 33
yaşında olacağını….
* Her 33 yılda bir ramazan ayının yılın aynı gününe aynı
tarihlerine denk geldiğini….
* Edison’un ampule konulacak maddeyi bulabilmek için
3.000 deneme yaptığını…..
* Sıcak suyun, soğuk sudan daha ağır olduğunu….
* Gülmek için 17, kaşlarımızı çatmak için 42 kasımızın
çalışması gerektiğini….
* Sivrisineklerin 47 tane dişi olduğunu…..
Biliyor muydunuz?
Zamm-ı Sure
Namazda ayakta iken Fâtiha suresinden sonra okunan
Kur’an-ı Kerim ayetlerine zamm-ı sure denir. Bu sırada istenirse baştan sona bir sure okunabileceği gibi en az üç ayette okunabilir. Namaz kılarken kitaptan okuyamayacağımız için bunları ezbere bilmemiz lazımdır.
O yüzden namaz kılabilmek için Kur’an-ı Kerim’den sureler ezberlemek gerekir. Başta kısa sureler olmak üzere Yasin, Mülk, Amme
surelerini ve aşr-ı şerifler ezberlenmelidir.
Tatlı Şaka
- Nine, senin gözlüklerin her şeyi büyütüyormuş doğru mu?
-Evet, evladım.
-Ne olursun nineciğim, tabağıma tatlı
koyarken gözlüklerini çıkarıver.
Ayakkabı
Temel işe girmek için sözlü sınava girer.
Çok heyecanlıdır, bir önceki adama sorar :
“Ne sorayiler?”
- Ayakkabı.
Temel’in sırası gelir, bilsin diye kolay sorarlar:
- Dört ayaklıdır, miyav miyav der.
Temel: “Bağcıkli midur?”
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir,
hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.’
Download