¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Olan Her şeyde hayır ve hikmet vardır. Rabbimizin biz kulları için seçip belirlediği dinin emir ve yasaklarında da sayısız hikmet vardır. Orucun asıl hikmeti, perhiz yapmak denirse; biri çıkar ben diyetisyen gözetiminde daha sağlıklı perhiz yapıyorum, dolayısıyla oruç tutmama gerek yok diyebilir. Oruc ibadeti de Yüce Mevlâ emrettiği için tutulur. Oruc ile melekleşen kul, nefsini eğitmiş ve Yüce Yaratıcısına yakınlaşmış olur. ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Yüce Allah’ın bir adı da el-Hakîm’dir. Hakîm olanın her söylediğinde ve her eylediğinde sayısız hikmet vardır. Ancak hikmetleri doğru tespit etmek önemlidir. Bazen hikmet gibi görünen şeyler, asıl hikmet olmayabilir. Şöyle ki: ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Namaz, Yüce Allah’ın emri olduğu için kılınır/ kılınmalıdır. Elbette namazda çok büyük hikmetler vardır. Ancak onun asıl hikmeti, sınav sorusu olmasıdır. Kullar namazla sınanmaktadır. Elbette namazın pek çok hikmeti, illeti, sebebi vardır. Ancak onun hikmeti olarak tespit edilen şey, her zaman ve herkes için aynı durumda olmayabilir. Her şeyden önce namaz, Yüce Allah’ın emri olduğu için kılınır. Diğer emir ve yasaklar da öyle. Emirler, öncelikle Yüce Allah emrettiği için yapılır, yasaklar da O yasakladığı için kaçınılır. Sözgelimi namazın hikmeti olarak, hareket etme, zamanı disiplinize etme, temiz olma gibi şeyler gösterilirse; biri çıkar der ki ben sporcuyum, fazlasıyla hareket ediyorum, o halde namaz kılmama gerek yok diyebilir. Bir başkası, ben her şeyi saatli olan dakîk bir adamım, hayatım saat gibi düzenlidir, dolayısıyla hayatımı düzenlemek için namaz kılmama gerek yok, diyebilir. Bir başkası ben çok titiz ve temiz bir adamım; temiz olmak için abdest ve namaza ihtiyacım yok diyebilir. Demek ki namazdaki asıl hikmet hareket etmek, hayatı disiplinli bir hale getirmek ve temiz olmak değildir. Elbette namaz kılan kimse bu sayılanları yerine getirmiş olur. Ancak namaz Yüce Yaratıcının emri olduğu için kılınmalıdır. Namazla kul, Rabbi ile irtibat kurar ve manen dolar, huzura erer. Alkolün haram kılınma sebebi, aklı gidermesi ve insanı sarhoş etmesidir, denirse; biri çıkar ben sarhoş olmayacak ve kendimden geçmeyecek kadar ölçülü içiyorum diyebilir. Oysa alkolün haram olması, Yüce Yaratıcı yasakladığı içindir. Elbette Yüce Rabbimiz, kullarının hayrına olmayan şeyleri onlara yasaklamıştır. Domuz etinin haram kılınışı, sağlığa zararlı maddeler içermesidir, denirse; bir Avrupalı çıkar, domuz etindeki zararlı olan tüm her şey bertaraf edilmektedir, bu durumda domuz eti haram olmaktan çıkar diyebilir. Halbuki, koyun etini kullarına helal kılan Yüce Allah, domuz etini onlara haram kılarak onları sınamaktadır. Hayvanı besmele ile kesmenin hikmeti, hayvanın etindeki kanının büyük ölçüde boşaltılmasıdır, bu da sağlıklı et için çok önemlidir denirse; birisi çıkar ateist bir kasap da besmele de çekmiyor ama aynı şekilde boğazlıyor, onun kestiği helal olur mu diyebilir. Burada biz Yüce Yaratıcı besmele ile kesimine izin verdiği için hayvanı besmele ile keseriz. Besmele, Allah adına bir cana kıyıp onu helal edinmedir. Örtünmenin temel hikmeti, karşı cinsi tahrik etmemektir denirse; biri çıkar ben karşı cinsi çıplak da görsem tahrik olmam diyebilir. Oysa kadın erkek tesettür ile denenmektedir. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: Kardeşlik Dediğin İşte Böyle Olur 4 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Prof. Dr. Mustafa Ağırman Alimler ve Amirler 7 Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR Orta Ümmet; Muhammed (s.a.v.) Ümmeti 8 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Serdar TAŞAR Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Aç Kurtların Sofrasında Din 12 Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Hakkıyla Kulluk Yapmak 16 Musa KARACA Nureddin YILDIZ Kelam-ı Kadimi’in Anlam Haritası 20 Prof. Dr. Ali AKPINAR Dr. İhsan ŞENOCAK Talha AKA Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler 28 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 ! Amellerin Değeri İhlas " # ( ' ) * + , ) % & İbni Arabi ve Ekberi Mektebi 44 ' * - . % / 0 & + & $ 2 " 0 Fetih Islah ve İnşadır 48 # 0 3 0 0 1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 3 4 1 # 2 0 $ 1 5 $ 3 6 1 $ Adalet İhtiyacımız 52 Bahaddin ELÇİ Başarıyı “ Sanal Âlemde” Arayan Öğrenciler 56 Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 Murat TÜRKER $ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Sen ve Ben, Bura ve Öte… 51 1 $ $ # Ersan BİLGİN 1 # Memduh ERGİN Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: Abdullatif ACAR # $ 36 Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: M. Emin KARABACAK Çalışmak İbadettir [email protected] www.burhandergisi.com Ama Farklı İbadetlerin Yerine İkame Edilemez 60 Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Ölecek Olduktan Sonra 66 Aylık Süreli Yayın 7 ) 8 * ; * 8 + " 8 + ' ) ! % & + * + / * + + % " ( + * & + ( + & % " 9 ) ; 9 . " ) % . + ) = ) + 9 " " & < / - * Emre TOPOĞLU * & & & + 8 8 & = * ) 8 7 ) ! 7 8 & * ) & : * + * " ) > 7 - ! ) 9 * " & + % + & * & & * % + 8 Fatih Sultan SEMİZ % * MilliTarih 68 Hüseyin Serkan ELÖNÜ = + / + + / & 8 : * & * ? ) & * ? ) : ! ! * & = @ 9 / * ! + * & ) Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 7 Alimler ve Amirler Yard.Doç.Dr.H.Murat K UMBASAR 12 Aç Kurtların Sofrasında Din Nureddin YILDIZ 36 Amellerin Değeri İhlas Abdullatif ACAR 48 Fetih Islah ve İnşadır Ersan BİLGİN Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Kardeşlik Dediğin İşte Böyle Olur Muhâcir olup ülkemize ve bize sığınan Suriyeli din kardeşlerimiz için bir şeyler yapalım. Bunu bir lütuf bilelim, bir fırsat bilelim. “Yiğit bin yaşar fırsat bir düşer!” diyelim ve bu fırsattan istifade edelim. 2016 H z. Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’den gelen Muhâcirlerle Medine’nin yerlisi olan Ensâr’ı birbirine kardeş yaptı. Hicretten hemen sonra gerçekleştirilen bu olaya karşılıklı kardeşleştirme mânâsında “Muâhât” denildi. Muâhât, Medine’ye muhâcir akını devam ettikçe yürürlükte kaldı. Yeni gelen muhâcirlere yeni kardeşler bulundu. Muhâcirler, Medine’de Ensâr kardeşlerinin evinde kalıyor ve onlarla birlikte yeni bir hayata tutunuyor- 4 lardı. Bu bir müddet böyle devam edip gitti. Aradan biraz zaman geçince muhâcirlerden bir kısmı Medine’den ev satın alıp Mekke’deki eşlerini ve çocuklarını Medine’ye getirdiler. Artık iki toplum iyice birbirine kaynadı. Hicretin üçüncü yılında ise tarihin bir kere şâhid olduğu ve bir daha göremeyeceği şöyle bir olay cereyan etti. Medine’de bulunan üç yahûdî kabilesinden biri olan Kaynuka oğulları ihanetlerinden dolayı hicretin ikinci yılında Medine’den sürgün Ocak edilmişler, onların başına gelenlerden ders almayan diğer yahûdî kabilesi Nadîr oğulları da Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs ettiklerinde dolayı hicretin üçüncü yılında Medine’den sürgün edilmişlerdi. Nadîr oğulları Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin, akar ile davar, sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı.1 Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü bu mallar, çarpışmadan, at ve deve koşturmadan elde edilmişlerdi. Bu mallara “fey” denilmiştir. Fey, Allah’ın, din düşmanlarından galebeyle değil, belki sürgün yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz, bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü. Kur’ânı Kerîm’de bu husus şöyle açıklanır: “Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat, Allah, peygamberlerini dilediği kimseler üzerine musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.” (el-Haşr sûresi, 59/6). rerek Ensârı’ın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve kendilerine şu iki alternatifi sundu: a-) “İsterseniz Benî Nadir Yahudilerinin mallarından, Allah’ın bana verdiği malları, sizlerle Muhâcirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhâcirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. b-)Yok, eğer isterseniz, bu malları sâdece Muhâcir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da sizin evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın!” Bu iki teklif karşısında kalan Medineli Müslümanlar içten ve gönülden şöyle dediler: “Yâ Rasûlallah, biz bu iki teklifi de kabul etmiyoruz. Biz, üçüncü bir teklif sunuyor ve diyoruz ki, Nadir Oğullarının mallarını tamamen Muhâcir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz ve o mallardan bize hiçbir şey vermeyiniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine bizim evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz! Yukarıda da dediğimiz gibi Medine’nin yerlileri olan Ensâr, Muhâcirlerin geçimlerini üzerlerine almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple, Muhâcirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu. O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı ve Ensâr kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: “Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz hiçbir yerde yoktur.” Peygamber Efendimiz de, “Allah’ım! Ensâr’ı ve Ensâr’ın evlâdlarını koru, onlara merhamet et!” diyerek dua etti.2 Hz. Peygamber Efendimiz, bu ganimet mallarını yalnız Muhâcirler arasında bölüştü- Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medih ve övgüsü hakkın- { } Kur’ânı Kerîm’de bu husus şöyle açıklanır: “Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat, Allah, peygamberlerini dilediği kimseler üzerine musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.” (el-Haşr sûresi, 59/6). Ocak 5 2016 O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı ve Ensâr kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: “Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz hiçbir yerde yoktur.” Peygamber Efendimiz de, “Allah’ım! Ensâr’ı ve Ensâr’ın evlâdlarını koru, onlara merhamet et!” diyerek dua etti.2 da şu mealdeki âyeti kerîme nazil oldu: “Onlardan (Muhâcirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve îman evi edinmiş olan kimseler (Ensâr), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç meyli bulmazlar. Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) düşkünlüğünden ve cimriliğinden korunursa, işte muratlarına erenler onların tâ kendileridir.” (el-Haşr sûresi, 59/9). şöyle buyurdu: “Bir de (o gelirler-ganimetler) hicret eden yoksullara aittir ki, onlar yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmışlardır. Onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar, Allah’a ve Rasûlüne yardım ederler. İşte gerçek mânâda sâdık olanlar onlardır.” (el-Haşr sûresi, 59/8). Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadîr Oğullarından kalan ganimet mallarını, Cenâbı Hakk’ın da âyet-i kerîmesinde tavsiye buyurduğu gibi, yalnız Muhâcirlere taksim etti. Bu suretle onları Bu güzel haslete “îsâr” derler. Îsâr, “Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek yardımına koşması” demektir. Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini kendi nefsine, şerefte, makamda, teveccühte, hattâ maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslâm tarihi, isâr hasletinin şaheser misalleriyle doludur. Ensâr’ın yardımına ihtiyaç duymayacak hâle getirdi. Onlar da Ensâr kardeşlerinin evlerinden ayrılıp kendi evlerine taşındılar. Peygamber Efendimiz, bu ganimet mallarından Muhâcirlerin hâricinde, Ensâr’dan Ebû Dücâne ile Süheyl b. Hüneyf e de, çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.3 Medine-i Münevvere’nin yerlileri olan Ensârı Kiram, bu davranışlarıyla hem Rasûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâbı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular. Yüce Allah da bu ganimetler hakkında Saygı değer okuyucularım! Ensâr ve Muhâcir arasındaki kardeşliği onlar kadar olmasa bile, bir nebze olsun yaşamak durumundayız. Hz. Ebû Bekir Efendimizin dediği gibi, onlar gibisi dünya üzerinde yok, ama biz de onlara benzemek için varız. Onlara benzemek için ve onların dâvâsını yaşatmak için çırpınmalıyız. Haydi öyle ise, beraber gayret edelim. Muhâcir olup ülkemize ve bize sığınan Suriyeli din kardeşlerimiz için bir şeyler yapalım. Bunu bir lütuf bilelim, bir fırsat bilelim. “Yiğit bin yaşar fırsat bir düşer!” diyelim ve bu fırsattan istifade edelim. Kaynaklar İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 58. İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-eser, II, 50-51. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 202. 2016 6 Ocak Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR Alimler ve Amirler Efendimiz (S.A.S.) buyuruyorlar ki “İnsanlardan iki sınıf insan var ki bunlar düzeldi mi bütün insanlar düzelir, bozuldu mu bütün insanlar bozulur. Bu iki sınıf insan alimler ve amirlerdir.” Dikkat edilirse Peygamberimiz önce alimleri sayıyor akabinde de amirleri yani emir sahiplerini… 3.Dünya Savaşının ayak seslerinin hissedilmeye başlandığı bu günlerde, Allah muhafaza buyursun bir kıvılcımla başlayacak ateş topunun tam ortasında bulunan vatanımız ve komşularımız (İran,Suriye,Irak,Ürdün,Filistin vs) bir büyük felaketle karşı karşıya kalabilir. Büyük Ortadoğu Projesi yani BOP adım adım uygulanıyor. Irak,Tunus, Sudan, Libya, Mısır, Suriye, Yemen… Sıra, İran ve Türkiye’ye geldi… Alimlerimiz neyle meşgul, Sünnî-Şiî ihtilaflarıyla… “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” düsturunu bile bile Şia’yı küfürle itham etmekten geri durmuyorlar. Sanki İncirlik’e gelen Amerikan askerleri Suriye’ye ve bölgeye barış getirecek!!! BOP’un gerçek gayesini bilmeyecek kadar gaflet içerindeler… Bakınız, Akdeniz savaş gemileriyle dol(durul)du. Bu, bir planın adım adım uygulanışıdır. Bunların gayesi Daeş falan değil, bunların gayesi, 3.Dünya Savaşını başlatmaktır. 1.Dünya Savaşı, bir kıvılcımla (Saraybosna Suikasti) başlamıştı. Gaye Osmanlı’yı ortadan kaldırmaktı. Başarılı da oldular. Mondros’la Sevr’le topraklarımızı işgal ettiler. Ama bu millet (Osmanlı) öyle bir istiklal mücadelesi verdi ki, tarih böylesi bir destana çok az şahit olmuştur. Bu destan yazılırken, alimlerimiz kendile- Ocak rine düşen görevi hakkıyla ve layıkıyla yerine getirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’lar, Mehmet Akif’ler, Hasan Basri Çantay’ lar daha ismini satırlarımıza sığdıramayacağımız nice alimler, bu milletin uyanması ve ayağı kalkması için ellerinden geleni yapmışlardır. “Alimlerimiz, amirlerimize yol göstermeli, amirlerimiz de alimlerimizin uyarılarına kulak vermelidir.” Olup bitenlere karşı, alimlerimizde bir sessizlik fark ediliyor. Dünyayı tanı(ya)mamak, en büyük hastalık gibi kendini hissettiriyor. Dünyevileşme, maalesef alimleri- mizi de sarmış durumda. Ferasetten, basiretten, dirayetten noksan, alimler topluluğu ile karşı karşıyayız. Akşemseddin’lerin, İbn-i Kemal’lerin, Zembilli Ali Cemali Efendi’lerin, Ebussuud’ların padişahlarımızı uyardığı bir ecdadın torunlarıyız. Alimlerimiz olup bitenlere kayıtsız kalamaz veya kalmamalı. Küresel bir oyunun farkında olmaları gerektiğini, amirlerimize, korkmadan çekinmeden söylemeleri, bir kardeşlik gereğidir. Çünkü hepimiz bir gemideyiz. Gemi su alır ise, hep birlikte batarız. Gemi battığında kaptan ne kadar suçluysa, tayfalar da, bir o kadar suçludur. Vesselam… 7 2016 Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK Orta Ümmet; Muhammed (s.a.v.) Ümmeti Müslümanın sadece inanç ve ibadetler konusunda değil hayatının her anında ifrattan ve tefritten uzak, orta bir yol tutması gerektiğine işaret etmektedir: “Dostuna zaman gelecek düşmanın olabilir gibi davran. Düşmanına da gün gelir dostun olabilir gibi davran.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 60). 2016 “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta yolu tutan bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Rasûl’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık. Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah insanlara çok şefkat- 8 li ve çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143). “Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız.” (Hac, 22/78). Bu iki âyete göre Muhammed (s.a.v.) Ümmetinin orta ümmet ve Müslüman diye isimlendirilme gerekçeleri belirtilmiştir. Bu gerekçe de insanlığa şahitler, Rasûl’ün de onlara şahit olmalarıdır. Ocak Âyette “vasat” kelimesinin kullanıldığı dikkat çekmektedir. Bu kelime “orta, merkez” anlamına gelmektedir. Kenar ve çevre bozulmaya her zaman daha uygundur. Dolayısıyla orta daha güvenlidir. Ayrıca “vasat” kelimesi, hayır ve şer bakımından övülme ve yerilmelerin ortasını ifade için de kullanılır. (el-Isfahânî, el-Müfredât fî garibi’l-Kur’an, s. 522). Ebû Saîd el-Hudrî, Rasûlüllah’ın (s.a.v.) âyette zikredilen “Sizi orta yolu tutan bir ümmet yaptık” ifadesini “Biz sizi adaletli bir ümmet kıldık” şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. (Tirmizî, Tefsir, 2). Orta Ümmetin Özellikleri Orta ümmetin özelliklerinden birisi hak yolu göstermek ve hüküm verdiğinde adaletle hükmetmektir: “Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.” (A’raf, 7/181). Orta ümmetin bir başka özeliği inanmakla birlikte iyiliği emredip kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmaktır: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fâsık kimselerdir.” (Âl-i Imrân, 3/110). Orta ümmetin özelliğinden birisi de dosdoğru olmaktır. “Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol! Siz de azıp sapmayın. Allah yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hûd, 11/112). Orta ümmetin diğer insanlara şahit olması sadece ahirette değil bu dünyada da geçerlidir. Allah bu ümmetin şahitliğine önem vermektedir. Enes b. Mâlik şöyle anlatmaktadır: “Onlar bir cenazenin yanından geçip onu hayırla anmışlar, bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) “Vâcib oldu” demiştir. Sonra başka bir cenazenin yanından geçmişler, onun ise kötülüğünü anlatmışlar. Rasûlüllah (s.a.v.) onun için de “Vâcib oldu” demiştir. Bunun üzerine Ömer b. Hattab “Ne vâcib oldu?” diye sormuş. Rasûlüllah (s.a.v.) da “Şunu hayırla andınız ona Cennet vâcib oldu. Şunu da kötülükle andınız onun için de Cehennem vâcib oldu. Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz” buyurdu. (Buhârî, Cenaiz, 86; Şehadât, 6; Müslim, Cenaiz, 60). { Allah’ın Rasûlü, Ümmetini aşırılık konusunda uyararak daha önceki ümmetlerin dinde aşırı gitmeleri, onların helak sebebi olduğunu bildirmektedir. “Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılık helâk etti.” (İbn Mâce, Menâsik, 63). Allah’ın Rasûlü, Müslümanların kendisine karşı olan saygı ve övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını istemiştir. “Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa’yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki ben Allah’ın kuluyum. Onun için bana Allah’ın kulu ve Rasûlü deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48). } “Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız.” (Hac, 22/78). Ocak 9 2016 “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” Önceki Ümmetlerin Aşırılıkları Hıristiyan ve Yahudiler, Allah’ı kendisine yakışmayacak vasıflandırmalar yapmışlardır: “Yahudiler, “Üzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Tevbe, 9/30). Hıristiyan ve Yahudilerin oğul edindi demeleri yetmediği gibi daha ileri giderek peygamberlerini ve hahamlarını ilah edinmişlerdir: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar da ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (Tevbe, 9/31). Allah-u Teâlâ, Ehli Kitabın haddi aşmaları ve aşırı gitmelerini öfkeyle karşılamıştır. “Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e atmış olduğu kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/171). “De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın.” (Mâide, 5/77). Hıristiyan ve Yahudilerin aşırılıkları ve Muhammed Ümmetinin nasıl davranması gerektiği şu örnekte çok açıktır. “Hıristiyanlar kadınların hayız görmesine hiç önem vermezler, hayızlı kadınlarla ailevî ilişki konusunda da bir sakınca görmezlerdi. Bu tefrittir. Yahudiler ise hayızlı kadınla ailevî ilişki şöyle dursun, aynı odada oturmazlar, beraber yiyip içmezlerdi. Bu ise ifrattır. Araplar, Cahiliyette Yahudilerin ifratına tabi olmuşlardır.” (Ahmed Naim-Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, I, 219). İslam ise orta ümmeti onların aşırılıklarından uzaklaştırarak bu durumda olan kadınlardan bu hallerinde iken sadece ailevî ilişki kurmayı yasaklayarak (Bakara, 2/222) orta yolu tavsiye etmiştir. Allah Teâlâ, Muhammed Ümmetine böyle örnekleri anlatarak onların aşırılıklara düşmesini engellemek istemektedir: Bu uyarılardan dolayı Muhammed Ümmetinde inançla ilgili aşırılıklara az rastlanılmıştır. İbadet konusunda ise hatta Hz. Peygamber döneminden itibaren zaman zaman aşırılıklara rastlanılmıştır. Rasûlüllah (s.a.v.) şu örneklerde olduğu gibi onları uyarmıştır: 2016 10 Ocak Muhammed (S.A.V.) Ümmetinin Aşırılıkları Sa’d b. Ebî Vakkas’tan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’ın kadınlardan uzaklaşıp evlenmekten kaçınma teşebbüsünü reddetmiştir. Hadisin ravisi bu haberi anlattıktan sonra “Şayet Rasûlüllah (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’a kadınlardan uzaklaşıp evlenmeme isteğine izin vermiş olsaydı, bizler muhakkak hadım olurduk” demektedir. (Buharî, İman, 8). Bir defasında, kıldığı namazların çokluğundan dolayı Havlâ isimli kadını övgüyle anlatan Hz. Aişe’ye Allah’ın Rasûlü şöyle cevap vermiştir: “Bırakın (böyle şeyleri)! Güç yetireceğiniz işleri yapın. Vallahi siz bıkarsınız da Allah bıkmaz!” (Buhârî, İmân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 221). Allah’ın Rasûlü, kayalıklar üzerinde uzun süre namaz kılan bir kimseyi görünce de “Ey İnsanlar! Size gereken orta yoldur. Vallahi siz bıksanız da Allah bıkmaz!” (İbn Mâce, Zühd, 28) buyurmuştur. Allah’ın Rasûlü, Selmân el-Fârisî ile Ebu’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Ebu’d-Derdâ, Müslüman olduktan sonra kendisini ibadetten alıkoyduğu için ticareti dahi bırakıp kendisini ibadete vermiş bir kimseydi. Bir gün Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya misafir oldu. Bu sırada onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı bakımsız elbiseler içerisinde görerek: “Bu halin ne böyle ey kardeşimin hanımı?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ da: “Senin kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyaya ihtiyacı kalmamıştır” karşılığını verdi. Biraz sonra Ebu’d-Derdâ geldi ve kardeşi Selman için yemek yaptırdı. Sofra geldiğinde Hz. Selman, Ebu’d-Derdâ’ya: “Gel sen de ye!” dedi. O da oruçlu olduğunu söy- “De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın.” (Mâide, 5/77). ledi. Bunun üzerine Selmân: “Sen ev sahibi olduğun halde yemezsen ben de bu yemekten aslâ yemem” dedi. O zaman Ebu’d-Derdâ oturup onunla birlikte yedi. Gece olduğunda ise her zamanki gibi yine ibadete dalmak istedi. Ancak Selmân ona engel olarak: “Hayır! Artık yatıp uyumalısın” dedi. O da Hz. Selmân’ın sözünü dinleyerek yatıp uyudu. Ancak bir müddet sonra ibadet için tekrar kalkmak istedi. Fakat Selmân (r.a) bu kez de ona mani oldu. Nihayet gecenin sonlarına doğru Hz. Selmân: “Artık kalkabilirsin” dedi. Böylece ikisi birlikte kalktılar ve namaz kıldılar. Namazdan sonra Hz. Selmân Ebu’d-Derdâ’ya şunları söyledi: “Rabb’inin senin üzerinde birtakım hakları vardır. Her hak sahibine hakkını vermelisin!” Ebu’d-Derdâ daha sonra bunları Allah’ın Rasûlü’ne naklettiğinde “Selmân doğru söylemiştir” buyurdular.” (Buhârî, Savm, 51; Tirmizî, Zühd, 63). Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Allah’ın Rasûlü, dinin özünde kolaylık olduğunu dolayısıyla orta yolu tutmak gerektiğini bildirmektedir. “Şüphesiz bu din kolaylıktır. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendini zorlasın da din ona galebe etmesin. Öyle olunca ortalama gidin. (Eğer tam yapamazsanız, ona) Yaklaşın, (az olsa da devamlı amel ve ibadetten dolayı) sevinin. Sabah, akşam ve gecenin bir bölümünde Allah’tan yardım isteyin.” (Buhârî, İman, 29). Son olarak şu hadis, Müslümanın sadece inanç ve ibadetler konusunda değil hayatının her anında ifrattan ve tefritten uzak, orta bir yol tutması gerektiğine işaret etmektedir: “Dostuna zaman gelecek düşmanın olabilir gibi davran. Düşmanına da gün gelir dostun olabilir gibi davran.” (Tirmizî, Birr ve Sıla, 60). Selam ve dua ile… Ocak 11 2016 Nureddin YILDIZ Aç Kurtların Sofrasında Din Hadisi şerifte buyrulduğu gibi mal üzerindeki bu hırs neticede kişiyi kan akıtmada sakınca görmeme seviyesine kadar indirebilir. Önceki ümmetlerin helakini hazırlayan nedenlerden biri de bu hırs olmuştur. (Müslim, Edeb, 15; 6519) 2016 D in, bizi dünya ve ahiret saadetine erdirmek için gönderilmiştir. Dini korumak hatta yaymak mü’min olmanın en tabii gereklerindendir. Her mü’minin, dinine neler kazandırdığı konusunda kendini muhasebe etmesi kadar tabii bir değerlendirme yoktur herhalde. Okunan ezanlara icabet ederek, sesinin yayılmasına destek vererek, Kur’an’ı okunan ve amel edilen bir kitap haline getirerek, onu başka insanlara da ulaştırmaya çalışarak dine destek olmak iman gereğidir. 12 Dinin bize ulaşması böyle olmuştur. Kendi açımızdan ve dinin bütünü açısından, dinimiz için neler yapabildiğimizi kesinlikle muhasebe etmeliyiz. Yeryüzündeki mü’min insan sayısının artması veya iman eden insan sayısının azalması bizim için oldukça yoğun ilgilendiğimiz işler olmalıdır. Elbette önce kendi imanımızı düşünür, değerlendiririz; ama bir kişinin daha mü’min olarak yaşaması çok önemlidir. Yeryüzündeki her mü’minin en tabii hali bu olmalıdır. Ocak Bize dünya ve ahiret saadeti kazandıracak olan dinimizi seccademizle beraber düremeyiz. Dinimizin bize kazandırdığı ile bizim dinimize kazandırdığımız arasında bir mukayese belki mümkün olmaz şeydir; ancak bizim dinimize verme konusundaki arzumuz oldukça önemli bir göstergedir. Müslüman’ın dini için düşünmesi gereken bu iken, bunun ötesinde dini üzerinden dünyevi menfaat edinmeye çalışması, dinini hırsına köprü edinmesi nasıl yorumlanabilir? Müslüman dinine zarar verebilir mi? Ya da dinine zarar veren nasıl Müslüman olur? Ka’b radıyallahu anh hadisinden anlaşılan odur ki, bir Müslüman’ın mal ve makam hırsı onun dinini hırpalamaktadır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem iki şeyi öne çıkararak Müslüman’ın dinine zarar verme noktasındaki tehlikeye dikkat çekmektedir: Mal ve makam. Bu da gösteriyor ki, Müslüman’ın evinde veya köyünde takva bir hayat yaşaması ile mal ve makam sınavına tabi tutulacağı bir zemindeki takva düzeyi aynı değildir. Mal ve din, makam ve din bir araya geldiğinde büyük bir risk söz konusu olmaktadır. Bu riskin varlığı bir açıdan kaybetmeye, öbür açıdan da daha büyük ecir kazanmaya neden olmaktadır. Başka bir ifadeyle mal ve makam söz konusu olduğunda daha büyük bir kazançla karşılaşmış olmaktayız. Kazanılacaklar büyüdükçe tehlike de beraberinde büyümektedir. Hayatın bütününe imtihan gözüyle bakan bir Müslüman için burada anlaşılamayacak bir durum yoktur. Nefsin daha çok öne çıkmak istediği ne varsa orada imtihan ağırlaşmaktadır. İmtihan ağırlaştıkça da beraberinde kaybetme riskini ve kazanınca da büyük kazanma umudunu getirmektedir. İslam’a düşman cephelerin ona zarar vermesi, bir zarar olarak alındığında nasıl Müslüman o zarar vermeye karşı kendini savunma görevinde görüyorsa, burada dine zarar vermekten söz edilen hususlarda da dinini savunma mesuliyetini dikkate almalıdır. Buradaki savunma, zararın nasıl oluşabileceğinden başlayıp savunma için neler yapabileceğine kadar uzanmalıdır. Kâfirlerin dine saldırmaları halinde dinini savunan Müslüman, kendisi veya başka bir Müslüman’ın mal ve makam eksenli bir hırstan kaynaklanan zararına karşı duyarsız kalamaz. Eğer zarar gören dinse, bu zararı bir kâfirin vermesiyle bir mü’minin vermesi arasında bizim dinimizi korumamız açısından fark görmüyor olmamız gerekir. Kâfirlerin saldırısında camiler ve minareler zarar görürken, mü’minin mal ve makam hırsından kaynaklanan zararından direkt cami zarar görmüyor, minareler yıkılmıyorsa da en azından o mü’minin cami bağı, minare bağı zarar görmektedir. Meseleye dışarıdan saldırma veya içten çürüme mantığıyla bakıldığında da konu açık bir zeminde anlaşılır olacaktır. Mal Makam Hırsı Mala yabancı değiliz. Allah Teâlâ’nın bünyemize yerleştirdiği şehvetlerden biri de mal şehvetidir. O bizi sevmese de biz malı çok severiz. Malı seviyor olmamız da bizi ‘kötüler’ listesine sokmaz. Çünkü tehlikeli olan malı sevmek değil, malı hedef haline getirmektir. Mal düşkünlüğü çığa dönüşüp mü’minin dinini ezmeye başladığında sakınca da başlamıştır. Bunun dışında mal, diğer şehvetler gibi bir şehvettir. Değil kötü olması, daha iyi bir Müslümanlık için gereklidir de. Gözü kör eden bir mal hırsı helak eder. Karunlaşma sürecine giren bir mü’minin, gitgide dinini ezmesi mümkündür. Şüphesiz böyle bir mü’min, di- { } Tehlikeli olan malı sevmek değil, malı hedef haline getirmektir. Mal düşkünlüğü çığa dönüşüp mü’minin dinini ezmeye başladığında sakınca da başlamıştır. Bunun dışında mal, diğer şehvetler gibi bir şehvettir. Ocak 13 2016 nini inkâr ederek onu ezmiş olmaz. O zaman zaten mü’min değildir. Dininin malla ilgili hükümlerini yok saymaya başladığında mal hırsı dinine zarar veriyor demektir. Faizle ilgili hükümlerde gevşeme belirtileri bunun bir örneği olarak ele alınabilir. aile reisini inceleyebiliriz. İddia, çocuklar ve aile üzerine kuruludur; ama en çok ihmal edilen ailedir, çocuklardır. Ailenin ihmaline gösterilecek mazeret de yine aile olur. Hedefle engelin aynı şeyler olması kör bir gidişin işaretidir. Fıkıh hükümleri açısından hesabı verilemeyen her kuruş buna bir örnek olarak görülebilir. Kuruşun bir birim olarak küçüklüğü veya büyük kabul edilen bir birim olması da çok önemli değildir. Önemli olan şudur: Allah’a kulluk sözü veren mü’min bir insanın, bu sözünde gevşeme anlamına gelebilecek bir meyil gösterip göstermediğidir. Damlaların göl oluşturduğu gibi kuruşlardan da haram bir servet, kulluğu hırpalayan bir yaşam tarzı oluşabilir. Bu örneği hayatın başka alanlarına da taşıyabiliriz. Allah için iş yaparken Allah’ın hükümlerine ters düşülen ne varsa o burada iyi bir örnektir. Hırsın Dini Hırpaladığı Tutumlar: a- Helal sınırlarında kalınmış olsa bile malın tek hedef haline gelmesi, ömrün en bereketli fırsatlarını sadece malla geçirme tutumu: Böyle bir tutum, önce nafile ibadetleri yok saymaya götürür. Farzlarla yetinen bir anlayışla yaşar bu tutumun sahibi. Nafilelerden tecrit edilmiş dini bir hayatın devamında farzların da ihmal edilmesi vardır. b- Haram sınırlarının yok sayılma tutumu: Mal sahibi olma hırsı önce kişinin sıhhatini ve dengesini yıpratır. Malı uğruna bedenini feda eder. Ardından haramlar kişinin gözünde hafifleşir. Bir haram iki haram diye açılan taviz kapısından haramların tümü geçmeye başlar. Bu sadece faiz haramıyla da kısıtlı kalmaz. Önce faiz veya başkasına ait haklar üzerine kazanma hırsıyla açılan kapıdan, malla direkt bağlantılı olmayan diğer haramlar da geçer. Erkek kadın ilişkilerindeki haramlar hafifleşir, ibadetlerde gevşeme ve onu terk başlar, alkol bile mal kazanma uğruna taviz listesine girer. Neticede kişinin dini hırpalanmış olur ki temelde yatan mal hırsıdır. Hadisi şerifte buyrulduğu gibi mal üzerindeki bu hırs neticede kişiyi kan akıtmada sakınca görmeme seviyesine kadar indirebilir. Önceki ümmetlerin helakini hazırlayan nedenlerden biri de bu hırs olmuştur. (Müslim, Edeb, 15; 6519) Farzların ihmali de, mü’min olarak içi Makam ve şöhretin doldurulması gereken Müslüman’ın, böysakıncalı olması, Müslüman’ı Allah kavramlarımızın boş le bir noktaya gelmeyi korkusundan uzaklaştırması, bırakılmasını getirir çok uzun bir süreç olaberaberinde. Meseleyi hakkı yerine oturtamamasındadır. rak düşünmesi ise tuzağa sadece namaz örneğinyakın olduğunun işareti Her makam bir sorumluluk den anlamazsak daha olabilir. Haramlardan getirmektedir. O sorumluluğun geniş bir açıdan bakmış herhangi birini basit hakkı verildikten sonra ortada ne oluruz. Çünkü nafile ve görmek, bir defalığına dine ne de Müslüman’a zarar olur. farz kavramları sadece verilecek bir tavizin namaz için kullanılan tehlikeli olmayacağını kavramlar değildir. düşünmek önemli bir Mal hırsıyla kapantehlike belirtisidir. mış gözlerin kendi doğurduğu çocuklarını bile görmesi mümkün c- Makam ve şöhret hırsı mal hırsından olmaz. Hassas bir örnek olarak, çocukları için daha tehlikelidir: Çünkü makam ve şöhret hırmal kazandığını söyleyen, ama mal kazanma sının içinde mal da vardır. Her mal beraberinuğruna çocuklarıyla aylarca ilgilenemeyen bir de makam ve şöhret getirmez; ama her şöhret 2016 14 Ocak ve makamın beraberinde mal olma ihtimali çok yüksektir. Müslüman’ın bir makama talip olması aslında yasak olan bir istek değildir. Müslüman da yönetici olabilir; hatta olmalıdır da. Yöneten olmak, sorumluluk almak Müslüman için bir tür ibadettir. Makam ve şöhretin sakıncalı olması, Müslüman’ı Allah korkusundan uzaklaştırması, hakkı yerine oturtamamasındadır. Her makam bir sorumluluk getirmektedir. O sorumluluğun hakkı verildikten sonra ortada ne dine ne de Müslüman’a zarar olur. Ama ele geçirilen makamın kazandırdıkları elden gitmesin diye dinden taviz verilmeye başlandığında dini hırpalama devreye girer. İlim adamlarının, fetva makamı sahiplerinin Allah’ın rızası dışında bir maksatla iş yapmalarının sonucu budur. Makam ve şöhret hırsı sadece dine zarar vermekle da kalmaz. Kişinin ahirete ait zararları yanında şahsiyetini törpüleyen bir hastalığa neden olur. Çevresindeki ikiyüzlülerin geçici takdiri dışında asıl bağlı bulunduğu akrabasını ve din kardeşlerini kaybeder. Alkış alır, dua almaz. Hayatı fitneden fitneye sürüklenerek devam eder. Allah katında kendisine sevap olarak yazılmayan işleri yaparak ömrünü tüketir. d- Dine ait mukaddesatın menfaat için kullanılması, dini içinden sömür- Kişi, tıpkı mal örneğinde olduğu gibi bir iki sözle başlayan tavizlerinin sonunda haramları, kuralları yok saymaya başlar. İşte bu noktada Müslüman, makam ve mevki hırsıyla dinine zarar vermiş olur ki bu zararı iki aç kurdun bir sürüye verdiği zarardan daha az olmayan zarar olur. mektir: Bir yolla dini muhtevalı bir görevi ifa edenlerin din üzerinden sömürü yapmaları ise tam anlamıyla dinin erimesidir. Hacdan kurbana, cenazeye kadar insanların dini duygularının sömürülmesi anlamına gelen tutumlar, dine zarar vermede iki aç kurdun bir sürüye Sözü edilen bu makam, siyasi niteliği bulunan bir makam olabileceği gibi, ilmi bir makam da olabilir. Hatta dinle direkt bağlantılı bir makamın adı da bu iş için kullanılmış olabilir. Mesela bir fetva makamında kalabilmek için o makam dine zarar, makam sahibine yarar sağlama ölçüleriyle kullanılabilir. Bunun örnekleri ne yazık ki yakın tarihimizde pek çoktur. verdiği zarardan aşağı kalmaz zarardır. Basit bir menfaat için insanların elindekilere tenezzül eden bir kişinin, makamı ne kadar yüksek olursa olsun o insanlara emri bilmaruf ve nehyi anilmünker yapması mümkün değildir. Dini hizmetlerde bulunanların, bulundukları mevkileri geçim kaynağı gibi görmeleri, namaz kıldırmayı, ezan okumayı, tavaf ettir- Allah adına fetva veren, din öğreten bir Müslüman’ın, Allah’ın vereceği mükâfatı düşünerek hareket etmesi gerekirken, basit bir koltuğu ve basit bir maaşı gözünün önüne koyarak hareket etmesi bunun adıdır. O koltuk öyle birinin gözünde dinden değerli hale gelir. Haramların standardı değişir, olurlar olmaz, olmazlar olur hale gelir. İşte bu makam sahibinin o makam yüzünden dine verdiği zarar iki aç kurdun bir süreye daldığında verdiği zarardan aşağı kalmaz. Ocak meyi fabrika işçiliği gibi görmeleri büyük bir afettir. Allah’tan beklenecekleri kullarından beklemeleri, ebedi olanı bırakıp faniye tenezzül etmeleri onların akıbetini hazırladığı kadar dinin insanlar tarafından basit görülmesine de neden olmaktadır. Bu bir afettir. Dine hizmet ederken onu batırmak bu olsa gerekir. İnsanlara söylediği sözlerle tavırları arasında çelişki bulunan birinin dinine verebileceği zarardan başka ne olabilir? 15 2016 Prof. Dr. Ali AKPINAR Hakkıyla Kulluk Yapmak Bugün bizler, ibadete kendimizi veremiyorsak, ibadetten haz alamıyorsak, başladığımız ibadetin bir çırpıda bitmesini istiyorsak; bütün bunlar ibadet bilincinin oluşmadığının, ibadeti âdete dönüştürdüğümüzün göstergesidir. 2016 Y üce Rabbimiz, “Ben insan ve cinleri ancak Bana kulluk/ ibadet etsinler diye yarattım”[1]buyurur. Elbette Yüce Allah’a ibadet, O’na yaraşır olmalıdır. O’na kulluk için duran kimse, O’nun huzurunda durduğunun bilincinde olmalıdır. Şimdi bir düşünelim, bir büyüğümüzü makamında ziyaret etmek istesek, onun huzuruna çıkabilmek için önceden randevu alır ve makam sahibinin büyüklüğüne göre günler öncesinden hazırlanırız. 16 Belki beş on dakika makama kabul edilip huzura çıktığımızda, o beş on dakikanın hiç bitmesini istemeyiz. Normal zamanlarda birkaç dakikada içtiğimiz çayımızın tükenmesini istemezcesine ağır ağır içeriz. İbadet ise, kulun Yüce huzura kabul edilmesi demektir. Elbette Yüceler yücesi Yüce Rabbin huzuruna çıkan kimse, mânen ve maddeten en güzel bir şekilde önceden hazırlanmalı ve huzurda saygı ile durmalıdır. Bu bilinçte olan kimse, Rabbin huzurundaki Ocak vakitlerin bitmesini ister mi hiç?! Nitekim namazın sonunda biz tahiyyat duasının şu ilk cümlesi ile kulluğumuzu Yüce Allah’a sunmuyor muyuz: “Et-tahıyyâtülillâhive’s-salavâtüve’t-tayyibât/ Dille, bedenle ve malla yapılan tüm ibadetler Allah içindir.” Namazın rükunlarının hakkını vermek: Tekbirin hakkı, kıyamın hakkı, kırâatin hakkı, rükû, secde ve ka’denin hakkı. Tekbirin, tesbîhin, tahmîdinmânâsını bilerek söylemek; kırâati düzgün ve bilinçli okumak, diğer rükunlarının ruhunu kavrayarak yapmaktır. Bugün bizler, ibadete kendimizi veremiyorsak, ibadetten haz alamıyorsak, başladığımız ibadetin bir çırpıda bitmesini istiyorsak; bütün bunlar ibadet bilincinin oluşmadığının, ibadeti âdete dönüştürdüğümüzün göstergesidir. Ancak namazın görünen şeklî yönünü yerine getirirken onun bâtınî tarafını ihmal etmemek lazımdır. Namaz, Yüce Rabbin huzurunda esaslı duruş demektir. Bu yüzden namaz kılan kişi bunu bilinçli yapmalıdır. Şeklen namazı düzgün kıldığı gibi, onun ruhunu da diri tutmalıdır. Bir âyetinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Namaza kalktığında/ huzurda durduğunda O seni görendir.”[2] İbadetlerin en başında namaz gelir. Kur’ân’da namazla ilgili olarak “Namazı ikâme etmek”, “Namaza devam etmek”, “Namazda daim olmak”, “Namazı huşu içerisinde kılmak”gibi ifadelere yer verilir. Bunları genel olarak değerlendirdiğimizde, bu kullanımlarla namaz ibadetini şekil ve mânâ bütünlüğü içerisinde lâyığı ile kılmanın ısrarla istendiği görülür. Elbette namazı vaktinde kılmak, zâhirî erkân ve âdâbınariâyet ederek kılmak son derece önemlidir. Ancak bir o kadar namazın ruhunu kavrayarak kılmak ve namazdan sonra da o ruhu yaşamak ve yaşatmak da önemlidir. Huzurda dururken ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, ne dediğimizi bilerek namaz kılmak son derece önemlidir. Rabbin karşısında duruyoruz, O’na ait olduğumuzu, O’na bağlı olduğumuzu, O’na teslim olduğumuzu, O’nun yolunda olduğumuzu göstermek için namaz kılıyoruz. O, emrettiği için namaz kılıyoruz. O’nun değil, bizim ibadete ihtiyacımız olduğu için namaz kılıyoruz. Sen Namaz Kılmadın, Ta’dîl-i Erkân/ Rükunların Yeniden Kıl! Hakkını Vermek Namazın hakkıyla kılınabilmesi için her şeyden önce onun rükunlarının hakkını vermek, onları doğru bir şekilde yapmak gereklidir. Namazda ta’dîl-i erkân, İmam EbûYuûuf’a göre farzdır. Hanefî mezhebinin diğer imamlarına göre vâciptir. Muteber olan görüş de onun vâcip olmasıdır. İster farz olsun, ister vâcip olsun bu, namazda ta’dîl-i erkânın ne kadar önemli olduğunu { } Yüce Rabbimiz, “Ben insan ve cinleri ancak Bana kulluk/ ibadet etsinler diye yarattım”[1]buyurur. Elbette Yüce Allah’a ibadet, O’na yaraşır olmalıdır. O’na kulluk için duran kimse, O’nun huzurunda durduğunun bilincinde olmalıdır. Ocak 17 2016 Tekbirin hakkı, kıyamın hakkı, kırâatin hakkı, rükû, secde ve ka’denin hakkı. Tekbirin, tesbîhin, tahmîdinmânâsını bilerek söylemek; kırâati düzgün ve bilinçli okumak, diğer rükunlarının ruhunu kavrayarak yapmaktır. gösterir. Delili, Peygamberimizin mescide namaz kılan birisine, “Namazını yeniden kıl, zira sen namaz kılmadın.” buyurmasıdır. EbûHureyre’ninrivâyetine göre bir adam mescidde namaz kılmış, onu gören Peygamberimiz, “Tekrar kıl, çünkü sen namaz kılmadın.” buyurmuş, bu üç kere böyle devam etmiş, Peygamberimiz üçüncü seferde de aynı şekilde uyarınca adam şöyle cevap vermiş: “Seni hakla gönderene yemin ederim ki ben, bundan daha iyisini yapamam, onu sen bana öğretiver!” Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Namaza kalktığın zaman tekbir al, sonra Kur’ân’dan kolayına geleni oku, sonra azaların yerli yerince oluncaya kadar rükû’ya var, sonra yine azaların yerine gelinceye kadar rükû’dan doğrul. Sonra âzâların yerli yerince olacak şekilde secdeye kapan, sonra yine sükûnete erecek şekilde secdeden kalk, aynı şekilde tekrar secdeye kapan, namazın kalan rekâtlarında da böyle yap. Böyle yaparsan ancak namazın tamam olur, bunlardan biri eksik olursa namazın eksik olur.”[3] Yine bir defasında Peygamberimiz ashabından namaz kılan birini şöyle uyarmıştır: “Ey falan kişi, namazını güzel kılsana. Namaz kılan bir kişi, nasıl namaz kılacağına dikkat etmez mi? Çünkü kişi ancak kendisi için namaz kılar…”[4] Bu nebevî uyarılar karşısında şimdi namaz kılan bizler, kendi namazlarımızı bir gözden geçirelim. Kıldığımız namazları izleyen bir Peygamber ardımızdaymışçasına namazlarımızı test edelim. Bizim namazlarımız ne kadar Rabbimize yaraşıyor? Kaçımız kıldığı namazı ile Peygamberimizin onayından geçebilir ve kaçımızın kıldığı namazlar, yeniden kılınması gereken namazlar?! Muttarif, sahâbî babasından şunları aktarır: “Babam bir defasında Peygamberimizi namaz kılarken görmüş, ağlamasından dolayı onun karnından değirmen sesi gibi sesler geliyormuş.” [5] Hz. Peygamber (s.a.v.) ve onun ashabı, namaz kılarken ağlıyorlardı. Çünkü onlar kimin huzurunda olduklarını çok iyi biliyorlar, namazda okuduklarını ve yaptıkları hareketlerin anlamlarını biliyorlar, Yüce Allah katındaki âcizliklerini ve eksikliklerini, hatalarını biliyorlar ve tüm bunlardan dolayı gözyaşı döküyorlardı. Nitekim namazdan sonra da, “Ya Rab! Sana lâyık namaz kılamadım, namazda kendimi bütünüyle Sana veremedim beni bağışla.” anlamına, üç kereEstağfirullahdiyorlardı. Ta’dîl-i erkân, rükunların, dolayısıyla namazın kemali için şarttır. Sözgelimi rükû’da, secdede, rükû’dan doğrulunca ve secde aralarında mafsallar yerli yerince sükûnete kavuşuncaya, yani sübhanallah diyecek kadar bir zaman olsun durmaktır. Ta’dîl-i erkân için özellikle rükû’ ve secdelerin örnek verilmesi, genellikle bu rükunların çok hızlı yapılıyor olmasıdır. 2016 18 Ocak Namazın rükunlarını uyanık olarak yapmak da namazın farzlarından sayılmış, uyuyarak rükû ve secde yapanın namazının sahih olmayacağı belirtilmiştir. Âyette de, “Ey iman edenler, namazda ne dediğinizi bilmeyecek şekilde sarhoşken namaza yaklaşmayın.”[6]uyarısı yer almıştır. Şimdi buna göre kaçımız namaz kılarken gaflet uykularından uzak ve uyanık; yine kaçımız namazda ne dediğimizi bilecek şekilde ayık?! Elbette bu uyarıları sarhoşlara ve uyuyanlara hasredemeyiz. İlmihal kitaplarımızda namazın dışındaki ve içindeki şartları, vâcipleri, sünnet ve âdâpları cümlesinden sayılanlar genellikle namazın şekli ve görülebilen yanlarıyla alakalı olan şeylerdir. Bunlar olmadan namaz eksik olur, bunlarsız namaz ruhu gerçekleşmez. Ancak bunlar, namazın ruhunu kavramaya ve bu ruhu yaşatmaya mâni değildirler. Elbette namazın bâtını ve görülemeyen yanlarını test ve tesbit etmek mümkün değildir. Ancak kişinin kendisi bunu tesbit edebilir. Bu itibarla Peygamberimiz, kişinin kıldığı namazdan alacağı sevapları belirlerken şöyle buyurmuştur: “Kişi namazını kılar bitirir de ona namazından ya onda bir yahut dokuzda bir yahut sekizde bir yahut yedide bir yahut altıda bir yahut beşte bir yahut dörtte bir yahut üçte bir yahut yarım veya tam sevap verilir.”[7] Yani kişiye kıldığı namazdaki huşu’su, samimiyeti kadar sevap verilir. Namazda huşu’, organların yerli yerince olacak şekilde erkânın yapılması ve kalbin Yüce Allah ile beraber olmasıdır. Görüldüğü üzere namazda huşu’un gerçekleşmesi için kalbin hazır olması da gereklidir. Sahih bir infak için, O’nun için vermeli, gönülden severek isteyerek vermeli, sevdiğinden vermeli, verdiğini sevmeli, karşılığını yalnızca O’ndan bekleyerek vermeli, kulları incitmeden vermeli. Sahih bir hac için de bu böyledir, diğer ibadetler için de. Ocak Tüm İbadetlerde Ta’dîl-i Erkân Ta’dîl-i erkân namazın temel rükunlarından sayılmıştır. Bu yaklaşımı diğer ibadetlere de uyarlayabiliriz. Sözgelimi sahih bir infak için, O’nun için vermeli, gönülden severek isteyerek vermeli, sevdiğinden vermeli, verdiğini sevmeli, karşılığını yalnızca O’ndan bekleyerek vermeli, kulları incitmeden vermeli. Sahih bir hac için de bu böyledir, diğer ibadetler için de. O halde Rabbin karşısındaki esas duruşumuz olan kulluğumuzu gözden geçirelim, kulluğun ta’dîl-i erkânına riâyet edelim. Unutmayalım ki bize göre, geleneğe göre, çevremize göre, insanların anlayışına göre kulluk değil, Yüce Allah’a yaraşır kulluk gereklidir. Zira kulluğumuz yalnızca O’nadır, kulluğumuzu değerlendirecek olan da ancak O’dur. Rabbimiz, yaptığımız ve yapacağımız ibadetlerimizi, katında bize değer kazandıracak olan kulluğumuzu bizden kabul buyur. Eksik ve kusurlarımıza bakma ve “Böyle ibadet, böyle kulluk mu olur?” diye kıyamet günü onları suratımıza çarpma! Âmîn. Kaynaklar [1] 51/Zâriyât, 56. [2] 26/Şuarâ, 218 [3] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (Buhârî, Müslim, EbûDavûd, Tirmizî, Nesâî) [4] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (Müslim) [5] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 175-176. (EbûDavûd, Tirmizî, Nesâî) [6] 4/Nisâ, 43. [7] Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 197-198. (EbûDavûd) 19 2016 Dr. İhsan ŞENOCAK Kelam-ı Kadimi’in Anlam Haritası İslam’ın ilk talebeleri olan sahabe Kur’an’ı tedrici bir süreçte öğrendi. İnen her on ayeti öğrenir, hayatında tatbik eder sonra on ayet daha öğrenirdi.[1] İ nsanların yetişme tarzları, farklı eğitim düzeyi ve algılama gücüne sahip olmaları anlayışlarında birtakım farklılıklara neden olur. Herkes eline aldığı metni kendi zaviyesinden tahlil eder. Bir vakıayı kelamcı, tefsirci, hadisçi ayrı vurgularla değerlendirir. İslam’ın erken yıllarından günümüze kadar Kur’an farklı zaviyelerden telakki edilmiş ortaya değişik tefsir tarzları ve 2016 20 bunları esas alarak telif edilen eserler çıkmıştır. Bu farklılığı besleyen temel nedenleri dikkate alarak Kelam’ı Kadim’in anlam haritasını belirlemek anlamanın meşru ölçüler dahilinde sürdürülmesine katkıda bulunacaktır.Bu makale sahabeden günümüze kadar kesintisiz devam eden Kur’an’ın anlaşılma sürecini müessirleriyle tahlil edecek, doğru anlama cehdinde olanları İslami anlayış usulüyle yüzleştirecektir. Ocak SAHABE İslam’ın ilk talebeleri olan sahabe Kur’an’ı tedrici bir süreçte öğrendi. İnen her on ayeti öğrenir, hayatında tatbik eder sonra on ayet daha öğrenirdi.[1] Bir çoğu ümmi olduğundan[2] Kur’an’ı kalpleriyle hıfzedip dilleriyle okuyup muhafaza etmeye çalışırdı. Gelen her ayet onların imanına güç katardı: “Biz Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.”[3] Ebi Talib cevabı Kur’an’dan verdi: “Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur.[5]” [6] Sahabe, Kur’an’ın ne demek istediğini anlamaya geniş zaman ayırır, anlayabildikleri meseleleri tebliğ eder, içinden çıkamadıkları mevzuları ise bizzat Allah Resulü’ne sorarak öğrenirdi. Ezberden Ziyade Anlama İlk Medrese Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem İslam’ın ilk yıllarında Kur’an’ı insanlara tebliğ ve açıklama yeri olarak evini kullandı. Bi’setin 4. yılından itibaren ise Ben-i Mahzun kabilesinden Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi Kur’an okulu oldu. “Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emr olunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.”[4] ayeti inince Efendimiz Kur’an’ı tebliğ ve tebyin faaliyetini açıktan yürütmeye başladı. Evde, sokakta, çarşıda sorulan her soruya cevap veren bir Kur’an vardı. Bu tarz bir tebliğ-tebyin mesajı somutlaştırdığından ashabın anlamasını kolaylaştırdı. Sahabe, Kur’an’la öylesine bütünleşti ki kendilerine yöneltilen her sorunun cevabını ilk olarak O’nda aradı. Habeşistan’a hicret eden müslümanları geri getirmek için Kureyş’in Necaşi’ye gönderdiği iki kişiden biri olan Amr b. As, Necaşi’ye; “Bunlar İsa hakkında sana muhalefet ediyorlar” dediğinde, Necaşi müslüman cemaatin reisi Cafer b. Ebi Talib’e; “İsa ve annesi hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Cafer b. İslam’ı doğru bir şekilde anlamak Kur’an’ı tanımayla direkt alakalıdır. Bu yüzden Allah Resulü sahabeden Kur’an’ı düşünerek okumalarını ister, bu yönde onları teşvik ederdi. Nitekim Abdullah b. Amr’ın üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmesine müsaade etmemişti.[7] Gerekçe olarak da şöyle demişti: “Üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmeden O’nun manasını anlayamaz.”[8] Allah Resulü’nün teşvikiyle bütün himmetini Kur’an’ı anlama noktasında teksif eden sahabe, Kelam-ı Kadim’in nazmını ezberlemeyi öğrenmek olarak telakki etmiyordu. Bunun içindir ki Abdulah b. Ömer Bakara Suresi’ni 8 yılda öğrendiğini söyler. Hz. Ömer, aynı sureyi 12 yılda okuduğunu, hatm edince de deve kesip insanlara dağıttığını nakleder. İbn Mes’ud “Bize Kur’an’ın nazmını ezberlemek zor, manasıyla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakiler içinse Kur’an’ı ezberlemek kolay O’nunla amel etmek zor olacak.”[9] demiştir. { } Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi Kur’an okulu oldu. “Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emr olunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.”[4] Ocak 21 2016 Allah Resulü sahabeden Kur’an’ı düşünerek okumalarını ister, bu yönde onları teşvik ederdi. Nitekim Abdullah b. Amr’ın üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmesine müsaade etmemişti.[7] Gerekçe olarak da şöyle demişti: “Üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmeden O’nun manasını anlayamaz.”[8] Allah Resulü’nün (s.a.v.) Kur’an’ın anlaşılması noktasında temerküz eden hassasiyeti sonraki yıllarda sahabe tarafından aynen muhafaza edildi. Aşağıdaki anekdot bu hassasiyetin mevcudiyetini belgelemektedir: “Ebu Musa el-Eş’ari Basra’da vali olduğu yıllarda şehirde çok sayıda Kur’an hafızı yetişir. Onları ödüllendirmek ve bir sonraki kuşağı da teşvik etmek için Halife Hz. Ömer’e yazdığı bir mektupta hafızlara “beytu’l-mal”den maaş bağlanmasını talep eder. Fakat Hz. Ömer Ebu Musa’nın mektubuna cevap vermez. Basra valisi mektubu bir sonraki yıl halifeye tekrar gönderir. Bu defa Hz. Ömer mektuba şöyle yanıt verir: ‘Onlara Kur’an’ı ezberlediklerinden dolayı “beytü’l-mal”den maaş bağlarsak korkarım ki insanlar kendilerini Kur’an’ı ezberleme işine verirler de anlamayı ihmal ederler. Bu yüzden onları kendi hallerine bırak.”[10] Kur’an’ı Neye Göre Anlarlardı? “Kur’an” Kur’an’ı Kerim Arap Edebiyatı’nın bütün inceliklerini mündericatında toplayan ilahi kitaptır. Onda “Îcaz” ile “ıtnab”, “mücmel” ile “mübeyyin”, “mutlak” ile “mukkayyit” “umum” ile “muhassıs” farklı yerlerde birbirlerini tamamlar halde mevcuttur. Bir ayette veciz bir şekilde ifade edilen mesele başka bir yerde ayrıntılı olarak izah edilir. Kapalı olan ayeti diğer bir ayet şerh eder. Mutlak olarak gelen farklı bir 2016 yerde takyit edilir. Âmm olan bir ayet hemen sonrasında gelen bir başka ayetle sınırlandırılır.[11] Bu yüzden Kur’an’ı anlamak isteyen kişi öncelikle Kur’an’a müracaat etmelidir. Bunda başarılı olabilmek için aynı mevzu ile alakalı ayetler bir araya getirilmeli ve ayetler arasındaki münasebet tespit edilmelidir. Mesela müfessir Hz. Musa’nın Fravun’la olan mücadelesini doğru bir şekilde anlayabilmek için öncelikle konuyla alakalı ayetleri bir bütün halinde düşünmelidir. Zira bir yerde hadise gayet veciz bir şekilde anlatılırken diğer ayetlerde ayrıntılı olarak ifade edilmektedir. “Arap Dili” Kur’an’ı, Kur’an ile tefsir eden sahabe için Arap Dili’ne vukufiyet de önemliydi. Her ne kadar Kur’an, onların içinde ve dillerinde inmiş olsa da bazı ayetleri anlamada güçlük çekiyorlardı. Allah Resulü (s.a.v.) hayatta iken O’na müracaat ederek “Garib” kelimelerden ne kastedildiğini öğreniyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalinden sonra ise bizzat lügat ilmiyle ilgilenmek zorunda kaldılar. Anlayamadıkları kelimeleri Arap Dili’ndeki kullanımına müracaat ederek çözmeye çalıştılar.[12] Aşağıdaki anekdotlar sahabenin dil noktasında ne derece hassas olduklarını göstermektedir: Hz. Ömer bir hutbe esnasında cemaate “Ey insanlar! ‘Allah’ın onları korku üzere iken (tehavvuf) yakalamayacağından güven içinde midirler?’[13] ayetindeki “tehavvuf” kelimesi hakkında ne diyorsunuz?” diye sorar. Herkes susar. Huzeyl kabilesinden yaşlı bir adam; “Ey müminlerin Emiri! Biz bu kelimeyi bir şeyi eksiltmek anlamında kul- 22 Ocak lanırız.” diye cevap verir. Hz. Ömer “Arablar bunu şiirlerinde böyle kullanırlar mı” diye sorar. Yaşlı adam, Şair Ebu Kebir’in deveyi vasf ederken “tehavvuf” kelimesini “eksiltme” anlamında kullandığını anlatan şiiri okur. Bunun üzerine Hz. Ömer haziruna; “Arapçanın saf haliyle terennüm edildiği Cahiliyye şiirini öğreniniz. Çünkü onda kitabınız Kur’an’ın tefsiri ve sözünüzün anlamları vardır” der.[14] Kelam-ı Kadim’in Tercüman’ı diye şöhret bulan İbn Abbas, Kur’an’ın anlaşılmasının Arap Dili’yle münasebetini anlatırken şunları söyler: “En’am Suresi’ndeki ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı olan (fatır), beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ ayetinde geçen ‘fatır’ kelimesinin ne anlama geldiğini ta ki su kuyusu hakkında birbirleriyle anlaşmazlığa düşen iki bedevi yanıma gelinceye kadar bilmiyordum. Onlardan biri, diğerine kuyunun kendine ait olduğunu ifade edebilmek için ‘ene fetartuha’ dedi. Anladım ki arkadaşına onu ilk olarak “ben kazmaya başladım” diyor.[15] Hz. Ömer ve İbn Abbas gibi ileri derecede ilme sahip olan sahabenin Kur’an’ı anlayabilmek için birbirlerinin Kur’an bilgilerine ve dil ile alakalı birikimlerine müracaat etmeleri, Kelam’ı Kadim’in anlaşılabilmesinin sıradan bir hadise olmadığını ciddi bir cehd gerektirdiğini göstermektedir. “Sünnet” Ashabın Kur’an’ı anlayabilmek için müracaat ettiği ikinci kaynak Allah Resulü’nün (s.a.v.) Sünneti’dir. İbn Mes’ud “Bize Kur’an’ın nazmını ezberlemek zor, manasıyla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakiler içinse Kur’an’ı ezberlemek kolay O’nunla amel etmek zor olacak.”[9] demiştir. Sahabenin Sünnet’e müracaat ederek tefsir ettiği ayetler bağlamında şunlar söylenebilir: Efendimiz Fatiha’daki “Gazaba uğrayanların ve sapkınların yoluna değil” ayetinde geçen “gazaba uğrayanlar” kelimesini “Yahudiler” “sapkınları” ise “Hıristiyanlar” olarak açıklamıştır.[16] Yine “Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın”[17] ayetinde geçen “kuvvet” kelimesini “Bana kulak verin. Şüphesiz kuvvet atmaktır.”[18] şeklinde tefsir etmiştir. Tefsirde şehir olan sahabe ayetlerin iniş sebeplerini de iyi bilirdi. Zira Kur’an’ın hangi şartlarda ve nasıl bir ortamda indiğini bilmeden O’nu anlamaya kalkışmak işin başında yanlış anlamaya tevessül etmek anlamına gelir. Bunun içindir ki İbn-u Dakiki’l-Îd: “Sebeb-i nuzülün Kur’an’ın manalarını anlamada güçlü bir yol”[19] olduğunu söyler. “İçtihat” Allah Resulü ashabından ilmi yeterliliğe sahip olanlara Kur’an ve Sünnet’te açık bir şekilde bulamadıkları konularda içtihat etmelerini telkin ederdi. Muaz b. Cebel’i Yemen’e oradaki insanları yetiştirmek üzere gönderirken, kendisine bir mesele getirildiğinde onu neye göre çözeceğini sormuş, Muaz’dan ‘öncelikle Kur’an’a sonra Sünnet’e müracaat edeceğini bu ikisinde bulamadığı takdirde ictihat’ edeceği yanıtını alınca memnuniyetini bildirmiş ve Muaz’a dua etmiştir.[20] Sahabe ictihat yoluyla bir ayeti anlamaya çalışırken Arap Dili’nin inceliklerine ve kelimelerin cahiliyye devrindeki kullanımına riayet ederdi. Öyle ayetler var Ocak 23 2016 Sahabenin Cebrail’in gelişine, Allah Resulü’nün fiili ve kavli tefsirine tanıklık etmeleri, onlara güçlü bir meleke kazandırdı. Özellikle dört halife, İbn Mesud, İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Zübeyr[26] ki onları anlayabilmek için Kur’an’ın indiği devirde kelimelere yüklenen anlamları bilmek mecburiyet arz eder. Örneğin “Haram ayları ertelemek (nesî’), ancak inkarda daha da ileri gitmektir.”[21] ayetindeki ‘nesî’’ kelimesi ancak onun cahiliyye devrindeki manasını bilmekle anlaşılabilir. Şöyle ki Araplar savaşçı ve saldırgan bir milletdi. Fakat haram aylarında savaşmayı yasak kabul ederlerdi. Savaşırken haram ayı gelip çattığında muharebeyi terk etmek kendilerine ağır gelirdi. Savaştıkları ayı yasak kapsamına girmeyen bir başka ayla değişir, savaşı, değiştikleri ayda haram kılarlardı:[22] Mesela Muharrem yerine Safer ayını yasak kapsamına alıp Muharrem’de harp ederlerdi.[23] Bu yolla haram aylarını yine dörde tamamlamış olurlardı. Bilinenden Bilinmeyene Kur’an somut hadiselerden soyut hakikatlere ulaşır. İlk planda bilinir olmayı hedefler. Bunun içindir ki zaman zaman içinde indiği toplumun örf ve adetlerinden bahseder. Bu yolla, getireceği yeni bir hükmün ya da kaldıracağı eski bir adetin daha kolay kavranmasını sağlar. Sahabe de ictihat ederken cahiliyye devrinin yapısını göz önünde bulundururdu. Örneğin “İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, korunan kimsedir.”[24] ayetini anlayabilmek için Ensar’ın hac edip geri döndüklerinde kapı yerine arkalarından evlerine girdiklerini, bunu da iyilik zannettiklerini bilmek gerekir.[25] Allah Resulü İle Olmanın Bereketi Sahabenin Cebrail’in gelişine, Allah Resulü’nün fiili ve kavli tefsirine tanıklık etmeleri, onlara güçlü bir meleke kazandırdı. Özellikle dört halife, İbn Mesud, İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Zübeyr[26] gibi alim sahabiler Kur’an’dan kimsenin bulup çıkaramayacağı manaları istinbat ederlerdi. “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”[27] ayeti inince Ebu Bekir[28] ve Ömer[29] dışında bütün sahabe dinin kemale ermesine sevindi. Öyle ki sevinçlerini dışa vurdular. Ebu Bekir ve Ömer ise bu ayeti duyduklarında göz yaşlarını tutamadılar. Onlara niçin ağladıkları sorulduğunda “Bu ayet Hz. Peygamber’in vefatının yakın olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her kemali takip eden bir zeval vardır” diye karşılık verdiler. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bu ayetin inmesinden sonra 81 gün yaşamıştır.[30] Sahabenin Kur’an’ı Anlamadaki Dereceleri Sahabe Kur’an’ı idrak etme noktasında farklı anlayış derecelerine sahipti. Kimi “garip” ifadelere aşina, kimi ayetlerin iniş sebeplerine vakıf, 2016 24 Ocak kimi Allah Resulü’nün tefsirini ezberlemiş, kimi dinleyici olarak kalmıştı. Bütün bu farklı duruşlar beraberinde Kur’an’ı anlamada da farklılık getirdi. Mesruk bu noktaya dikkat çekerken şunları söylemektedir: “Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ashabıyla oturdum. (Her birerini çapları farklı) göller gibi buldum. Göl var bir adamı, göl var iki adamı, göl var on kişiyi, göl var yüz kişiyi suya kandırır. Yine göl var bütün dünya insanına akıtılsa tamamının susuzluğunu giderebilir.”[31] Aşağıdaki anekdot sahabenin algılama düzeyindeki farklılığı somut bir şekilde ortaya koymaktadır: Hz. Ömer ve Muaz b. Cebel bir grup sahabi ile birlikte yolculukta iken yanlarında su olmadığı halde gece ihtilam oldular. Her biri Kur’an’ı anlama kudretine göre içtihat etti. Muaz, toprakla olan temizliği su ile yapılana kıyas etti ve temizlenmek için toprak üzerinde yuvarlandı (temerreğe) sonra namaz kıldı. Hz. Ömer bunu tasvip etmedi, su bulamadığından namazını tehir etti. Çünkü O, Nisa Suresi’nde teyemmümden bahseden ayette geçen “lamese” kelimesini cinsel ilişki şeklinde değil de fiili birlikteliğin mukaddimesi olarak anlamıştı. Bu yüzden teyemmümün de cinsel birlikteliğin mukaddimelerinin olduğu durumlarda yeterli olabileceğini düşünmekteydi. İki sahabi meselenin doğrusunu öğrenebilmek için Allah Resulü’ne müracaat ettiklerinde O (s.a.v.), ikisine doğru olanı açıkladı: Teyemmümü anlatan ayette “yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin” denildiğinden ona muhalif davranan Muaz’ın kıyasının fasit olduğuna işaret etti. Teyemmümün yapılışını göstererek böyle yapman yeterliydi dedi. Hz. Ömer’e de, teyemmümün abdestsizliği olduğu gibi cünüplüğü de ortadan kaldırdığını Mesruk bu noktaya dikkat çekerken şunları söylemektedir: “Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ashabıyla oturdum. (Her birerini çapları farklı) göller gibi buldum. Göl var bir adamı, göl var iki adamı, göl var on kişiyi, göl var yüz kişiyi suya kandırır. Yine göl var bütün dünya insanına akıtılsa tamamının susuzluğunu giderebilir.”[31] Ocak söyledi. Çünkü Nisa suresinde ki “lamese” kelimesi cinsel ilişkiden kinayedir.[32] Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Rolleri Allah Resulü’nden sonra Kur’an’ın anlaşılmasında en büyük pay sahabeye aittir. Zira onlar Kur’an’ı hıfzettiler, anladılar, yaşadılar ve başkalarının da anlayıp yaşaması için aracı oldular. Sonraki nesiller onların Kur’an’la alakalı malumatlarını refans alarak ayetleri tefsir etti. Tedvin döneminde yazılan tefsirlerde özellikle müfessir kimlikleriyle şöhret bulan sahabilerin görüşlerine çokça yer verildi. Ashabın tefsirle alakalı malumatının nasıl bir işleve sahip olduğu ve ne derece bağlayıcı addedildiği noktasında temerküz eden görüşleri şöyle sıralamak mümkündür: 1. Sahabe tefsiri “sebeb-i nuzül” ve görüş belirtmek mümkün olmayan konularda olursa “merfu” hadis konumunda kabul edilir. Çünkü onlar, Cebrail’in inişine ve vahyin gelişine tanıklık etmişlerdir. “Merfu” kabul edilen bir tefsirin reddedilmesi ise caiz değildir. Müfessir, bu görüşü alır ve hiçbir durumda başka bir görüşe meyletmez.[33] Cabir b. Abdillah’ın Bakara Suresi 223 üncü ayetiyle alakalı yaptığı tefsir zorunlu olarak bunun “merfu” kabul edilmesini gerektirmektedir. Cabir 25 2016 Sahabe, hayatın merkezine Kur’an’ı yerleştirmişti. Onu ezberlemek ve manasını anlayabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Akşam olunca evlerinden arı uğultusu gibi Kur’an sesleri işitilir “Geceleri pek az uyur, seherlerde bağışlama dilerlerdi.”[38] Gece ibadet gündüz ise cihat ederlerdi. İçlerinde bir çok hafız yetişti.[39] ayetle alakalı şunları söylemektedir: “Yahudiler kim cinsel ilişkide hanımına normal yoldan, ancak onun arkasına geçerek yaklaşırsa, böyle bir ilişkiden doğan çocuk şaşı olur.” derlerdi. Bunun üzerine “Kadınlar sizin ekinliğinizdir. Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın.”[34] ayeti indi.[35] Cabir’in ayeti Yahudilerin iddialarıyla ilişkilendirmesi mutlaka Allah Resulü’ne dayanır. Zira ayetin “Sebeb-i nuzül” ile olan münasebetini başka türlü bilmesi mümkün değildir. 2. Sahabeye isnat edilen tefsir, insanların görüş beyan edebileceği konularda olur ve Allah Resulü’ne aidiyeti söz konusu olmaz ise “mevkuf” kabul edilir. Mevkufta olsa Allah Resulü’nden işitme ihtimalinden dolayı sahabenin tefsirini dikkate almak vaciptir. Çünkü onlar, Arap Dili’ni iyi bilmeleri, Allah Reslü’ne arkadaşlık etmeleri, O’nun ahlakına belenmeleri, kendilerine özel bir takım bağlantı ve durumlara tanık olmaları, derin anlayışları, sağlam ilimlerinden dolayı nesiller içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kuşaktırlar.[36] Özellikle de dört halife, Abdullah b. Me’ud, Abdullah b. Abbas gibi alim sahabiler bütün zamanların Kur’an’ı en iyi anlayan müfessirleridirler. Nitekim bu söyleneni tasdik eder mahiyette İbn Mes’ud şöyle demektedir: “Kendinden başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki; Kur’an’dan inen hiçbir ayet yok ki onun kim hakkında ve nerede indiğini bilmeyeyim. Eğer binitlerin ulaşabildiği bir yerde Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu bilsem muhakkak ki onun yanına giderim.”[37] Sahabe Tefsirinin Özellikleri Sahabe, hayatın merkezine Kur’an’ı yerleştirmişti. Onu ezberlemek ve manasını anlayabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Akşam olunca evlerinden arı uğultusu gibi Kur’an sesleri işitilir “Geceleri pek az uyur, seherlerde bağışlama dilerlerdi.”[38] Gece ibadet gündüz ise cihat ederlerdi. İçlerinde bir çok hafız yetişti.[39] Öyle ki sadece Yemame’de şehit olanların sayısı 70 civarında idi. Aralarında hafıze sahabi de vardı. Aişe, Hafsa, Umm-u Seleme ve Umm-u Varaka Kur’an’ın tamamını ezberlemişti.[40] Kur’an’ın bizzat kendisiyle bu derece ilgilenen sahabe onu tefsir etmekten de geri durmadı. Ne var ki tefsirle alakalı Allah Resulü’nden Kur’an’ın tamamını kapsayan bir eser nakletmedikleri gibi kendileri de böyle bir metin kaleme almadılar. Çünkü onların Kur’an eğitimi dinleyerek öğrenmeye ve tefsiri şifahi yolla alıp muhafaza etmeye dayalıydı.[41] Sahabenin bu yaklaşımı benimsemesinin arka planında ümmi olmaları ve bir de Ebu Said el-Hudri’nin rivayet ettiği şu hadis vardır: “Ben- 2016 26 Ocak Dipnotlar: [1] Bkz. Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003, I, 60. [2] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 28. [3] Kur’an, İsra(17): 82. [4] Kur’an, Hicr(16): 94. [5] Kur’an, Nisa(4): 171. [6] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, III, 118. [7] Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Askalâni İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 166., [8] Ebu Davud, Salat, 1391. [9] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 30-1. [10] Zeki Duman, “Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız?” Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde Kur’an’a Bakış Açısı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 34-5. [11] Hanefi mezhebine mensup hukukçulara göre muhassıs tahsis edilen ayet- den bir şey yazmayınız. Kim Kur’an’ın dışında başka bir şey yazdıysa onu imha etsin. Şifahi yolla hadis rivayet edin bunda bir kısıtlama yoktur.”[42] Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’la tefsirin birbirine karıştırılması endişesiyle İslam’ın ilk yıllarında böyle bir yolu tercih etmiştir. ten hemen sonra gelmelidir. Şifahi yolla sonraki kuşaklara aktarılan ve tedvin döneminde kayda geçen sahabe tefsiriyle alakalı şunlar söylenebilir: 14. 1. Sahabe özellikle yeni müslüman olanların anlaması için, Kur’an’ın kapalı ifadelerini tefsir etti. rut, 1981, I, 535. [12] Bkz. Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s. 140 vd. [13] Kur’an, Nahl(16)47. [14] Kurtubi, a.g.te., X, 73. [15] Taberi, a.g.e., V, 158. [16] Taberi, a.g.e., I, 110-115. [17] Kur’an, Enfal(8): 60. [18] Muslim, İmare, 168; Tirmizi, Tefsir, 5; İbn Mace, Cihad, 19; Darimi, Cihad, [19] ez-Zehebi, a.g.e., I, 46. [20] Bkz. Tirmizi, Ahkam, 3. [21] Kur’an, Tevbe(9): 37. [22] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Daru’l-Kur’an’il-Kerim, Bey[23] Kurtubi, a.g.e., VIII, 88. [24] Kur’an, Bakara(2): 189. [25] Kurtubi, a.g.e., II, 230. 2. Allah Resulü (s.a.v.) ile aynı zamanı paylaşmaları, vahyin gelişine ve geldiği ortama tanıklık etmeleri cihetiyle Kur’an’ı bütün kuşaklardan daha doğru anladı ve bu anlayışı tefsirlerine yansıttılar. [26] Zürkani, a.g.e., I, 16. [27] Kur’an, Maide(5): 3. [28] Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XI, 110. [29] Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42. [30] Razi vakıayı Ebu Bekir’e, Taberi ve Kurtubi ise Hz. Ömer’e isnat etmek- 3. Sahabe ahkam sahası dışında çoğunlukla ayetlerin icmali anlamlarıyla yetindi. Mesela “Abese Suresi”ndeki “meyvalar ve çayırlar”[43] mealindeki ayetten Allah Teala’nın kullarına ihsan ettiği nimetlerini tadat etmesini anlamayı yeterli gördü. tedir. Biz iki rivayeti dikkate alarak hadiseyi naklettik. Bkz. Razi, a.g.e., XI, 110; Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42. [31] ez-Zehebi, a.g.e., I, 30. [32] Bkz. es-Sayis, a.g.e., s. 40. [33] ez-Zehebi, a.g.e., I, 72; Benzer açıklamalar için bkz. Sabuni, a.g.e., s. 70. [34] Kur’an, Bakara(2): 223. [35] Taberi, a.g.e., II, 409. [36] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed 4. İman ile alakalı meselelerde aralarında bir anlaşmazlık söz konusu olmadığından zorlama te’villerde bulunmadılar. Ali Sabuni), Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 12. [37] İbn Kesir, a.g.e., I, 12. [38] Kur’an, Zariyat(51): 17-18. [39] Enes b. Malik’in “Hz. Peygamber vefat ettiğinde dört sahabi dışında hafız yoktu.” şeklindeki rivayeti ile alakalı bir çok te’vil yapılmıştır. Bunlardan en doğ- 5. Sahabe devrinde tefsir ile alakalı eser tedvin edilmedi. Yalnız İbn Mes’ud gibi bazı sahabiler mushaflarının kenarlarına bir takım notlar düştüler. İbn Abbas’a isnat edilen tefsir ise Firuzabadi tarafından tedvin edilip daha sonra ona nispet edilmiştir.[44] Ocak ru olanı; Enes b. Malik’in bu ifadeyi Evs kabilesine karşı Hazrec’i övmek için, o kabileye ait olan hafızları belirttiğidir. Bkz. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li-Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Mektebetu’s-Sunne, Kahire, 2003, s. 264. [40] Ebu Şehbe, a.g.e., s. 261-5. [41] Bkz. Zurkani, a.g.e., I, 27. [42] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 39,56. [43] Kur’an, Abese(80): 31. [44] Özetlenerek alınmıştır. Bkz. ez-Zehebi, a.g.e., I, 73. 27 2016 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v), kendisinden sonra Ebû Bekr’in, sonra Ömer’in, sonra Osman’ın, ondan sonra da benim halife olacağıma dair benden söz almadan dünyadan ayrılmadı.” B ir yazımda Saadet-i Ebediyye isimli eserle ilgili kısa bir değerlendirme yapmış ve içinde zayıf, hatta uydurma rivayetler bulunduğunu söylemiştim. Örnek olarak da Efendimiz (s.a.v)’in, Hz. Ali (r.a)’a, “Benden sonra halife Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen” buyurduğunu anlatan rivayeti zikretmiştim. Yine o yazıda, Saadet-i Ebediyye’de yer alan, “İmam-ı Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden 2016 28 az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” demiştir” şeklindeki tesbit üzerine şunları söylemiştim: “Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ocak Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir.” İnternetteki bazı forumlarda bu meselenin gündeme geldiği ve mezkûr rivayetin İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında geçtiği söylenerek yukarıdaki ifadelerime itiraz edildiği konusunda bir uyarı aldım. İtiraz edenler, Tasavvuf büyüklerinin bir hadisi keşfen tashih etmeleri halinde artık zahir ulemasının değerlendirmelerinin bir şey ifade etmeyeceğini söylemişler. “Bir metin hadis-i şerif olmak üzre Mektubat-ı Rabbani’de müsbetse (geçiyorsa) o metin hadistir ve sahihtir” diyenler olmuş, hatta (Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbânî gibi büyüklere dil uzattığım düşüncesinden kaynaklanan bir gayret-i diniye ile) şahsıma yönelik ağır ithamlarda bulunulmuş. Ayrıca İmam eş-Şâfi’î’nin sözüyle ilgili değerlendirme hakkında söylediklerimin de İmam-ı Rabbânî’yi hedeflediği tesbitinde bulunmuşlar. Bu eleştirilerde bulunanların, Tasavvuf büyüklerinin kendilerine ve eserlerine yönelik tahripkâr saldırılar karşısında gösterilmesi gereken hassasiyetle hareket ettiklerini biliyor ve bunu takdir ediyorum. Bu hassasiyete her zamankinden fazla ihtiyaç duyulan bir zaman diliminde yaşıyoruz. Aidiyetlerimizi muhafaza etmenin bizim için hayat-memat meselesi olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Bu köşenin takipçileri, bu köşede en fazla vurgulanan hususu bu noktanın teşkil ettiğini çok iyi biliyor. Bu cümleden olarak hangimiz diğerinin tavrında hakkın hatırını rencide eden bir tavır görürse, onu lisan-ı münasiple ikaz etmeli, birimizden hasbel beşer sadır olmuş bir hata/kusur varsa, en uygun tarzda düzeltme yoluna gitmelidir. Kardeşliğin gereği budur… Meselemize gelecek olursak, geçen haftanın Pazar (8 Şubat) yazısında bir noktaya dikkat çekmiştim. Kaynaklardan istifade etme tarzı, onlara vakıf olmak kadar, hatta ondan daha önemlidir. Hangi kaynağın özelliği nedir, hangi eserden hangi sahada istifade etmek gerekir, bunları iyi bilmek ve müelliflerin eserlerini telif ediş gayesi ve metodu hakkında gerekli donanıma sahip olmadan bu sahada sarf-ı kelam etmekten uzak durmak icab eder… Evet, İmam-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât’ında (67. Mektup, Mektûbât, II, 176) Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Gunye’sine atfen iki rivayet zikrediyor. Bunlardan birine göre Efendimiz (s.a.v) Miraç’tayken, Hz. Ali (r.a)’ı halife kılmasını Allah Teala’dan talep etmiş, ancak melekler, “Daima Allah’ın dilediği olur; senden sonra halife Ebû Bekr’dir” karşılığını vererek bu talebin kabul edilmediğini bildirmişler. Diğer rivayete göre Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v), kendisinden sonra Ebû Bekr’in, sonra Ömer’in, sonra Osman’ın, ondan sonra da benim halife olacağıma dair benden söz almadan dünyadan ayrılmadı.” Burada dikkat edilmesi gereken nokta şurası: İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hulefa-i Raşidin’in efdaliyeti konusunda Ehl-i Sünnet’in görüşünü zikrettiği bağlamda yer verdiği bu rivayetleri keşfen ya da başka bir tarikle tashih ettiğini söylemiyor. Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Gunye’sini referans vermesi { } “Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a)’ın hilafeti, Muhacirin ve Ensar’ın ittifakıyla oldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde Ensar’ın konuşmacıları kaktılar ve (Muhacirin’e hitaben) “Bir emir bizden, bir emir de sizden olsun” dediler. Ocak 29 2016 bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Öyleyse burada onun bu rivayetleri, Geylânî hazretlerine itimat ederek aldığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır. O halde soru şu: Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih olduğunu söylemiş midir? Onun Gunye’sinde geçen rivayetlerin tamamının sahih olduğunu söylemek mümkün müdür? Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih olduğunu söylemiş midir? Gunye’de Dört Halife’nin hilafeti ile ilgili bahsin işlendiği yere (Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî baskısı, I, 110 vd.; Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye baskısı, I, 158 vd.) baktığımızda, onların hilafete gelişinin Sahabe’nin seçimi, ittifakı ve rızası ile olduğunun söylendiğini görüyoruz. Bunun arkasından Geylânî hz., Hulefa-i Raşidin’in hilafete geliş tarzını tek tek ele alıyor ve şöyle diyor: “Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a)’ın hilafeti, Muhacirin ve Ensar’ın ittifakıyla oldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde Ensar’ın konuşmacıları kaktılar ve (Muhacirin’e hitaben) “Bir emir bizden, bir emir de sizden olsun” dediler. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattâb (r.a) kalkarak şöyle dedi: “Ey Ensar topluluğu! Sizler Resulullah (s.a.v)’in Ebû Bekr’e, imam olup halka namaz kıldırmasını emrettiğini bilmiyor musunuz?” Ensar, “Evet, biliyoruz” dedi. Ömer şöyle devam etti: “O halde hanginiz gönül rahatlığıyla Ebû Bekr’in önüne geçebilir?” Onlar, “Ebû Bekr’in önüne geçmekten Allah’a sığınırız” dediler. “Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: “Ömer onlara, “Hanginiz gönül rahatlığıyla onu, Re- 2016 sulullah (s.a.v) tarafından layık görülen makamından alaşağı edebilir?” dedi. Ensar da hep bir ağızdan, “Hiçbirimiz bunu gönül rahatlığıyla yapamayız. Allah’tan bağışlanma dileriz” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ensar Muhacirin ile ittifak ve hepsi birlikte Ebû Bekr’e bey’at ettiler ki, Ali ve ez-Zübeyr de aralarında bulunuyordu.” Bundan sonra şunları söyler: “Rivayet edildiğine göre Abdullah b. el-Kevvâ’, Cemel savaşından sonra Hz. Ali’nin yanına geldi ve “Resulullah bu iş (hilafet) konusunda sana herhangi bir bilgi verdi mi?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu işimiz hakkında şöyle düşündük: Namaz İslam’ın temelidir (ve Resulullah, Ebû Bekr’i namaz imamlığı için görevlendirmiştir); biz de Allah’ın ve Resulü’nün dinimiz hakkında razı olduğu kişiye razı olduk ve bu işimizi (hilafeti) Ebû Bekr’e tevdi ettik.” Hilafete kimlerin hangi sırayla geçeceği konusuna ancak “işareten” delalet eden bir-iki rivayet sıraladıktan sonra Geylânî hz. İmam Ahmed b. Hanbel’den, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafetinin açık nass ve işaretle sabit olduğu görüşünü –senedsiz olarak– nakleder; bunun, el-Hasenu’l-Basrî ve muhaddislerden bir grubun mezhebi olduğunu söyler ve “Bu rivayetin izahı, Ebû Hureyre (r.a)’den nakledilen şu hadistir…” diyerek, “uydurma” olduğunu söylediğim rivayete yer verir. Daha sonra Geylânî hz. Hz. Ömer (r.a)’in hilafete geliş sürecini ele alır ve şöyle der: “Ömer (r.a)’ın hilafetine gelince, Ebû Bekr (r.a)’ın istihlafı (halife tayin etmesiyle) olmuştur. Sahabe de bu karara itaatle ona bey’at etmiş ve kendisine “Mü’minlerin Emiri” ünvanını vermişlerdir. Abdullahb. Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Ebû Bekr (r.a)’e, “Ne kadar katı birisi olduğunu bildiğin halde başımıza Ömer’i tayin ettiğin için yarın Rabbine kavuştuğunda ne di- 30 Ocak yeceksin?” dediler, şöyle karşılık verdi: “Yarattıklarının en hayırlısını bıraktım” diyeceğim.” Geylânî hz. devam eder: “Osman (r.a)’ın hilafetine gelince, o da Sahabe’nin ittifakıyla olmuştur. Şöyle ki; Ömer (r.a) çocuklarını hilafetten çıkardı (çocuklarını veliahd tayin etmedi) ve halife seçimini şu 6 kişinin oluşturduğu şuraya bıraktı: Talha, ez-Zübeyr, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Osman, Ali ve Abdurrahmanb. Avf. Abdurrahman, Ali ve Osman’a şöyle dedi: “Allah, Resulü ve Mü’minler için ben, ikinizden birini seçiyorum.” Sonra Ali’nin elini tuttu ve “Allah’ın ahdi, misakı, zimmeti ve Resulü’nün zimmeti senin üzerinde; eğer sana bey’at edersem Allah, Resulü ve Mü’minler için nasihat görevini yerine getirir, Resulullah, Ebû Bekr ve Ömer’in gidişatı üzere hareket eder misin?” diye sordu. Ali, kendisinden istediklerini yerine getirmeye güç yetiremeyeceğinden korktu; bunun için Abdurrahman’a olumlu cevap vermedi. Sonra Abdurrahman, Osman’ın elini tuttu ve Ali’ye söylediklerini ona da söyledi. Osman olumlu cevap verdi. Bunun üzerine Abdurrahman onun elini mesh ve kendisine bey’at etti. Ali de bey’at etti. Sonra herkes bey’at etti ve böylece Osman, insanlar arasında, herkesin ittifakıyla halife oldu.” Daha sonra Hz. Ali (r.a)’ın hilafete gelişini anlatır ve Hz. Osman (r.a)’ın şehadetinin ardından insanların Hz. Ali (r.a)’ın kapısında toplandıklarını, kendisini halife olarak görmek istediklerini söylediklerini zikreder. Burada Hz. Ali (r.a)’ın verdiği cevap manidardır: “Benim size vezir (halifenin yardımcısı/danışmanı) olarak hizmet vermem, emir olarak hizmet vermemden daha hayırlıdır.” Bunun üzerine Ömer b. elHattâb (r.a) kalkarak şöyle dedi: “Ey Ensar topluluğu! Sizler Resulullah (s.a.v)’in Ebû Bekr’e, imam olup halka namaz kıldırmasını emrettiğini bilmiyor musunuz?” Ensar, “Evet, biliyoruz” dedi. Bütün bu pasajlar boyunca meselenin işleniş biçimine baktığımızda şunu görüyoruz: Önce Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci hakkındaki sahih bilgi/gerçek durum naklediliyor ve bu anlatım çeşitli rivayetlerle teyit ediliyor; arkasından konu hakkında İmam Ahmed’den nakledilen bir bilgiye değiniliyor ve onun açıklaması sadedinde bahse konu rivayete yer veriliyor. Yani Geylânî hz. o uydurma hadisi meselenin mihveri kılmıyor. Sadece İmam Ahmed’den nakledilen bir görüşün izahı sadedinde zikrediyor. Burası son derece önemlidir. Zira şayet Efendimiz (s.a.v) kimlerin hangi sırayla hilafete geleceğini nassen belirtmiş, tayin etmiş olsaydı, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci esnasında yaşananların yaşanmasının hiçbir açıklaması olmazdı. Ne Beni Sa’ide gölgeliğinde Ensar ile Muhacirin arasındaki müzakereleri, ne Hz. Ebû Bekr (r.a)’in, Hz. Ömer (r.a)H’i halife tayin etmesine itiraz edenlere verdiği cevabı, ne Hz. Ömer (r.a)’in, kendisinden sonraki halifenin seçimini şuraya havale etmesini, ne de Hz. Ali (r.a)’ın hilafet teklifi karşısındaki tutumunu açıklayabilirdik! Abdülkdir Geylanî hz.lerinin, Hulefa-i Raşidin’in hilafete geliş sırasıyla ilgili –uydurma olduğunu söylediğim– rivayeti kullanma tarzını gördük. Muhtemelen kendisinin iştirak etmediği, ama mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (rh.a)’dan geldiği için zikretme gereği duyduğu bir görüşün gerekçesi olarak zikrettiği bu rivayeti, –daha önce de muhtelif vesilelerle ifade ettiğim veçhile– “temriz sigası” kullanarak, yani “rivayet edilmiştir, nakledilmiştir…” gibi bir ifadeyle vermiştir. Bu nokta önemlidir; zira bu hadisi keşfen veya bir başka şekilde tashih etmediğini gösterir. İmam-i Rabbânî hz.’nin bu rivayeti Gunye’ye atfen kullanmasına gelince, dediğim gibi Geylânî hz.’ne Ocak 31 2016 olan itimadı sebebiyle araştırma ihtiyacı duymamaktan kaynaklanmış olabilir. Nitekim Mektûbât’ta bu şekilde kaynağı bulunamamış birkaç rivayet daha mevcuttur ve hepsi de öncekilere itimaden nakledilmiş rivayetlerdir. Bahse konu rivayetin uydurma olduğunu söylediğim halde, bunu niçin Saadet-i Ebediyye isimli kitaba atfen yaptığım ve onun kaynağı Mektubat’ı ve onun da kaynağı durumundaki Gunye’yi niçin zikretmediğim meselesine gelince; bunu farkında olmadan yapmış olmam elbette mümkün değil. Daha önce birçok vesileyle İmam el-Gazzâlî’nin İhyâ’sında uydurma rivayetler bulunduğunu –bizzat Şafiî mezhebine mensup Ehl-i Sünnet Hadis alimlerine ittibaen– söylediğimi bilenler biliyor. (Bunun ilmî emanet düşüncesinden başka bir şeyle irtibatlandırılması söz konusu olamaz.) Bu durumun İhyâ’nın ve sahibinin kadrini tenkis etmek anlamına kesinlikle gelmeyeceğini söylediğimi de… Dolayısıyla internette bu meseleyi dillerine dolayanların söylediği gibi “farkında olmadan” baltayı taşa vurmuş değilim. Saadet-i Ebediyye hakkında yazarken, bu eserde o rivayetin nereden naklen verildiğini atlayacak ya da dikkate almayacak kadar üstünkörü hareket etmedim elbette. Böyle hareket etmemin sebebine gelince; Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda, eserin karakteristik birkaç özelliğini zikretmiştim. Bunlar arasında, “Hadis’le ilgili hususlarda te- mel Hadis musannefatına hemen hiç başvurulmaması” da bulunuyordu. İhtiva ettiği hadislerin tahricinin ilmî usullere uygun bir şekilde yapılması bu eserin temel ihtiyaçlarından birisidir. O yazıda örnek olarak zikrettiğim rivayetin kaynağı Mektubat ya da Gunye iken, eserin başka yerlerinde zikredilen benzer durumdaki rivayetlerin kaynağı da başka eserlerdir. Dolayısıyla eseri neşredenlerin, muhtevasındaki rivayetler üzerinde ciddi bir tahriç faaliyeti gerçekleştirmesi o yazımın temel hedefi idi. Yoksa yazı, Mektubat ya da Gunye üzerine kaleme alınmış olsaydı, elbette rivayet bu eserlere atfen zikredilirdi… Saadet-i Ebediyye ile ilgili yazımın eleştiri konusu yapılan bir diğer pasajı da, “İmam-ı Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklindeki tesbitim. Şöyle demiştim: “Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir.” Bu ifadelerim hakkında şunlar söyleniyor: “Diğer (4 numaralı) maddedeki tenkid de İmam-ı Rabbanî kuddise sirruh hazretlerini hedef alıyor. Çünkü Sifil Hoca’nın beğenmediği bu yazı, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatının 2. cild, 55. mektubunda mevcuttur. Herkesin kolayca bulması için ilave edeyim ki, E. Sifil’in tenkid ettiği birinci ifade Yasin Yayınevi tarafından neşredilmiş Mektubat tercümesinin (İstanbul, 2004) 2. cild, 683. sayfasında, sondan 5. satırdadır; ikinci ifade ise 684. sayfada son paragrafın ilk cümlesidir. E. Sifil Hoca burada İmam-ı Rabbanî hazretleri hakkında “aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir” gibi hiç de hoş olmayan, yakışıksız ifadeler kullanmış oluyor.” Saadet-i Ebediyye müellifinin bu ifadesinin, İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat’ının belirtilen yerinde 2016 32 Ocak mevcut ifadelerinden (alıntı olduğu belirtilmeden) iktibas edildiği doğrudur. Ancak benim İmam-ı Rabbani hz.’ni hedef aldığım doğru değildir. Zira İmam-ı Rabbânî’nin o ifadeleriyle Saadet-i Ebediyye’deki ifade arasında şu farklar var: İmam-ı Rabbânî hz.’nin o ifadeleri, İmam Ebû Hanîfe ve ashabını, Kitap ve Sünnet’e muhalefet ve mücerret re’ye dayanarak hüküm vermekle itham edenlere yöneliktir. Oysa Saadet-i Ebediyye’de bu noktayı dile getiren ifadeler yer almamaktadır. İmam eş-Şâfi’î’nin sözü hatalı çevrilmiştir. “en-Nâsu ıyâlun alâ Ebî Hanîfe”, cümlesinin doğru çevirisi, “İnsanlar Ebu Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklinde değil, “İnsanlar (Fıkıh’ta) Ebû Hanîfe’ye muhtaçtır” şeklinde olmalıdır. Zira “âle-ye’îlu” fiili, “muhtaç olmak” anlamındadır. Dilimize de geçmiş bulunan “aile” kelimesi de buradan gelmektedir. Kişinin ehl-u ıyâli, geçimlerini tekeffül ettiği, kendisine muhtaç kişileri anlatır. “Iyâl” kelimesini “çocuklar” olarak anladığımızda, Ebû Ya’lâ, el-Bezzâr, et-Taberânî ve daha başkaları tarafından nakledilen “en-Nâsu ıyâlullâh…” rivayetini, “İnsanlar –haşa– Allah’ın çocuklarıdır…” gibi hiç olmayacak bir şekilde çevirmek gerekecektir! Hasılı İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, Fıkıh ilminde derinleşmek isteyenlerin İmam Ebû Hanîfe’ye, onun dakik istinbat metotlarını bilmeye ve bıraktığı mirasa muhtaç olduğunu anlatmaktadır. Burada son bir noktaya değinmek istiyorum: Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda daha başka bir kısım hususları da dile getirmiştim. Ömer şöyle devam etti: “O halde hanginiz gönül rahatlığıyla Ebû Bekr’in önüne geçebilir?” Onlar, “Ebû Bekr’in önüne geçmekten Allah’a sığınırız” dediler. O yazının sadece burada söz konusu ettiğim pasajlarına dikkat kesilip, diğer yerlerinin hiçbir şekilde bahse konu edilmemesi, önyargıyla okunduğu hissini uyandırıyor. Hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi üzerinde durarak meseleyi bağlamak istiyorum. Konu hakkında bilinenleri tekrarlamak yerine, konumuzla da bağlantılı olarak can alıcı noktalar üzerinde durmayı tercih edeceğim. “Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken “keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin, “keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir. “Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir “keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur: Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi anlamada, yorumlamada hata olabilir. (İbn Arabî, el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 8.) Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz. Paygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bak- Ocak 33 2016 mak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği anlamına gelir. Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if taya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz. Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Ha- “Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: “Ömer onlara, “Hanginiz gönül rahatlığıyla onu, Resulullah (s.a.v) tarafından layık görülen makamından alaşağı edebilir?” dedi. Ensar da hep bir ağızdan, “Hiçbirimiz bunu gönül rahatlığıyla yapamayız. Allah’tan bağışlanma dileriz” diye karşılık verdi. ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.” (el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, II, 481.) Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez. Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde or- life olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız. Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin, keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir “sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir. Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması –zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir. 2016 34 Ocak Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den ”Ey akıl sahipleri ibret alınız.”1 Allah Teâlâ, bazen mahlükatın içindeki manevi duygulardan oluşan ve beşeri münâsebetleri güzelleştiren gücü ortadan kaldırır ve mazlum bir kişi, zalim birini topluma şikâyet eder. Mâneviyattan yoksun gözler ve kalpler, bu durumu sadece seyrederler ve o mazluma acımazlar. Sanki beşeriyet katılaşmış bir taş gibi olur. Açlar, müsibete uğrayanlar ve gariplerin durumu da aynıdır. Bu zamanlarda Allah’ın kudreti, kendisinin gaybi sırlarını ortaya koyar. Orada Allah’ın hükmü vardır. Dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar. Bazen ise Allah Teâlâ, beşeri münâsebetleri güzelleştirme hususunda insana güç ve kuvvet bahşeder ve mahlükatın kalpleri yumuşaklık. yardım ve sevgiyle dolar. Böylece onlar, birbirlerine şefkat edip acırlar. O zamanın insanları, bu bahşişle huzûr içinde yaşarlar. “Ey Rabbimiz, bize hidâyetini verdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Katından bize rahmetini lutfet. Şüphesiz Sen, çok hibe edensin.”2 Biz, ruhu sattığımız için o (ruh), Allah’dan gelen her emri kabul etti ve kaderi safâ hâline getirdi. Allah’a kısa bir yürüyüşten sonra, sana rühu ta’bir edeceğiz. Sen: “Himmet ve gayretim, ruhumun müşahede makamında olan nefsim içindir” diyorsun. Selim bir kalple dünyadan göçersen, Selâmetle karşılanırsın 1. El-Haşr, 59/2. 2. Âl-i İmran, 3/8. 35 2016 Abdullatif ACAR Amellerin Değeri İhlas “Oysa onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allaha has kılarak ona kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. Dost doğru olan din budur.” (Beyyine,5) 2016 A nlatıldığına göre; büyük zatlardan birini rüya da görüp, Allah sana ne yaptı diye sorarlar. O zat şöyle der: “Allah için yaptığım her şeyi sevaplar kefesinde buldum. Yolda düşürülüp de benim aldığım nar tanesini ve evimde ölen kediyi bile sevap kefesinde buldum. Külhanımda kalan bir ipek telini de günahlar kefesinde buldum. Yüz altın değerinde bir merkebim ölmüştü. Onu sevaplar kefesinde 36 bulamadım. Sübhanellah bir kedi sevaplar kefesinde olurda yüz altın değerindeki merkep olmaz bu ne hikmettir” dedim. Denildi ki: “Merkebi nereye gönderdiysen ordadır. Sen onun öldüğünü duyunca:” Allahın lanetine” dedin. Eğer “Allah yolunda deseydin, onu da sevaplar kefesinde bulurdun.” dendi. “Allah için sadakalar vermiştim, insanlar benim verdiğim sadakaları görürlerdi, onun ne sevabını nede günahını gördüm” Ocak Süfyanı Sevri bunu işitince: “Bunun zararını görmediyse büyük bir saadettir” dedi. Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki: “Kim Rabbin(in rızasına ve onun nimetlerine) kavuşmayı arzu ediyorsa, ihlaslı ameller yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmasın”( Kehf, 324) İhlas, halis, iyi niyet, saf, temiz ve duru anlamlarına gelir. İbadet ve itaatte ihlaslı olmak ibadetleri sırf Allah rızası için yapmak, gösteriş ve riyadan uzak olmak demektir. Nasıl ki süt, hayvanın kan ve pisliklerinden korunarak saf ve temizliğini muhafaza ediyor, bu şekliyle insanlara fayda sağlıyorsa İbadetler de böyledir. Onlardan fayda sağlamak, yapıp ettiklerimizle Allah’a yaklaşmak, onun rızasına nail olmak için niyetlerimizi riya ve gösterişten uzak tutmamız gerekir, o ibadetlerin Saflığına ve temizliğine leke kondurmamamız gerekir. Sadece ibadetlerde değil, bütün işlerimizde Allah’ın rızasına ermek için ihlas üzere olmaya çalışmamız lazım. O zaman her davranış ibadet hükmünü alır. Bir insan hayırlı bir işe niyet edip elinde olmayan sebeple o işi gerçekleştiremezse yine de niyetinden dolayı sevap alır. Ancak kötü bir işe niyetlenip de yapmasa günah yazılmaz. Peygamberimiz(s. a. v.) buyuruyor ki: Niyetler ne kadar sağlam ve temiz olursa yapılan ibadetlerden de o derece lezzet alınır, hem bu dünyada hem de ahirette fayda görülür. Ancak şunu da unutmamak gerekir: niyetteki zorluktan daha zordur ihlası devamlı kılmak. Başta ki iyi niyet zamanla riya ve gösteriş kirlerine bulaşabilir. Burada önemli olan ihlasımızı korumak için gerekli bilgiye ve donanıma sahip olmak o bilginin gereğini irademizin hakkını vererek yerine getirmektir. İlim ve İhlas Bilerek yapılan az amelin bilmeyerek yapılan çok amelden makbul olması, amellerdeki arı ve duruluğu, gönüldeki saf ve temizliği, insanın ayırt etme kabiliyeti ve feraseti sebebiyledir. Cahil ameldeki afetleri bilemez, yaptığı amellerin ihlaslarına karışacak yabancı düşünce ve havatırların kalbe nüfus etmesini engelleyemez. Cahil ihlaslı olduğunu zanneder aslında ihlasızdır. Kazandığını zanneder aslında iflas edenlerdendir. Temiz ve iyi niyetli olduğunu düşünür. Fakat niyetindeki bozukluk amellerini boşa çıkarmıştır. Niyetler deki karışım altın madenindeki karışım gibidir. Altın madenindeki karışımı ancak o işin mütehassısı sarraf bilir. Bilirde saf altını ayırır, işler ve onu insanların faydasına sunar. Cahil ise sarı olan her şeyi altın sanır, büyük bir hazinenin üzerinde oturması ona fayda sağlamaz, ham altını saf altın zanneder, zengin olduğunu düşünür. “Bütün işler ve ameller niyetlere göredir…” başka bir hadisinde de: “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır” buyuruyor. Peygamberimiz buyuruyorlar ki: Denilmiştir ki, ilim tohumdur, amel ziraat... Onun suyu ihlastır. { } Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki: “Kim Rabbin(in rızasına ve onun nimetlerine) kavuşmayı arzu ediyorsa, ihlaslı ameller yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmasın”( Kehf, 324) Ocak 37 2016 Peygamberimiz buyuruyorlar ki: “İnsanlar helak olur, alimler kurtulur. Alimler helak olur, amel sahibi alimler kurtulur. Amel sahibi alimler helak olur, ancak ihlas sahibi olanlar kurtulur, ancak bu ihlas sahipleride büyük bir tehlikeyle karşı k karşıyadır.” İlimsiz amel nereye gidileceği belli olmayan, bir yolculuktur. Amelsiz ilim hammalık ve sorumluluktur. İhlassız amel yorgunluk ve avuntudur. İhlasla yapılan amel ise fayda ve mükafattır ancak tehlikelerden de ari değildir. Amelin Kabul Olması İhlasa Bağlıdır Peygamberimiz(s.a.v.) bir hadisi şerifinde buyuruyor ki: “Ey insanlar Allah için yaptığınız amellerinizi ihlas ile işleyiniz, zira Allah, halis hane yapılan şeyden başkasını kabul etmez”(etTerğip ve’t terhip c.1 s.55) Başka bir hadisi şerifinde ise: “İçinde hardal tanesi ağırlığında riyadan eser bulunan bir işi Allah kabul etmez.”(etTerğip ve’t Terhip. C.s.72) buyuruyor. Bir kova sütü düşünün, bir damlada olsa o süte dışardan yabancı, necis bir madde damlatılsa, o süte saf ve durudur diyebilir miyiz? O sütten fayda görebilir miyiz? Elbetteki hayır. Öyleyse “Şu ibadetimle Allah’ı memnun etmeye çalışırken insanlarda iltifat etseler ne olur” diyemeyiz. Bir insanın gözünde İnsanların yermesi ve övmesi müsavi olmadı mı ihlas olmaz. Övgüden memnuniyet, yergiden üzüntü ihlastaki safiliğin olmadığının belirtisidir. Ehli hikmetten biri şöyle der: “Ameller hususunda kişi koyun çobanından edep öğrenmeli, onun gibi olmalıdır. Kendisine bunun ne demek olduğu sorulunca şu cevabı vermiş: “Koyun çobanı sürünün yanında namazını kılar, fakat kıldığı bu namaz sebebiyle koyunların kendisini meth etmesini beklemez. İşte ibadetlerde böyle olmalı. insanların kendisi hakkında ne diyeceklerini, nasıl bir tavır alacaklarını önemsemez. Orada sanki kendisinden başka kimse yokmuş gibi davranır. Ne insan var diye fazladan bir iş yapar. Ne yok diye gevşer sadece kendisini Allah’ın görüp gözettiğini düşünür. Ona göre davranır.” Nefse ihlaslı olmak çok ağır gelir. Nefis övülmekten hoşlanır. Hep kibirli, bencilliği elinden bırakmayan nefis, hoşuna giden her şeyi, her yolu meşru görür. Allah’a ibadet ederken bile kendine pay çıkarmak ister. Üzeri örtülü riyalar vardır ki bu durumda insanlar gerçekleri tam anlamıyla göremezler. Kendilerini muhlis sanırlar. Riya her an şekilden şekle girer, gizli ve sinsidir. Tevazunun içerisinde kibir saklı olduğu gibi, ihlasın içerisinde de riya saklıdır. Bu zaten ihlastan sayılmaz, görünüşte ihlas vardır, fakat o ihlasla yine riyaya girmek söz konusudur. Yani ihlasla övünmek, ihlas kılıfıyla yine kendini göstermek söz konusudur. Bunun gibi, bazen tevazuya bürünerek kibirlenen insanlara rastlarsınız. “Ben çok günahkar biriyim, 2016 38 Ocak ben kimim ki” diyen, bunu söylerken “Ne kadarda günahını farkeden biriymiş” desinler isteği saklıdır aslında. Yaptığı ibadet ve hayır hasenatı ettiği vaazı, yazdığı yazısı beğenilen, okuduğu kuranı takdir edilen bir insan bu iltifatlardan azda olsa menmuniyet duyuyorsa yaptığı bu güzel işleri halishane Allah için yapmış olmaz. İhlas Bir Sırdır Başta Allah Resulü olmak üzere sahabeler ve ondan sonra gelen Allah’ın veli ve muhlis kulları ihlası adeta bir sır gibi korumuşlar. Ona zarar verecek davranışlardan şiddetle kaçınmışlar. Hazireti Ali’nin, müşrik rakibini tam yere yatırıp kılıçla boynunu vuracağı zaman müşriğin, O mübarek yüzüne tükürmesi nedeniyle aniden kılıcını geri çekip vurmaktan vaz geçtiğini, müşriğin, “vurmaktan niye vazgeçtin” diye sorduğunda da; “yüzüme tükürmeden önce seni Allah için öldürecektim. Şimdi ise öldürürsem nefsim için öldürmekten korkuyorum” dediğini hepiniz duymuşsunuzdur. Eserlerinin altına isimlerini yazmaktan haya eden, ihlasları zarar görmesin, diye isimlerini gizleyen nice muhlis insanlar vardı. Kerametleri ifşa olduğundan yaptığı hayır hasenat duyulduğundan riyanın kokusu, iltifatın okları nefsini okşayacak, gönlünü bulandıracak diye o beldeyi terk eden Allah’ın veli kullarının olduğu da bir gerçektir. Allah’a ibadet ederken bile kendine pay çıkarmak ister. Üzeri örtülü riyalar vardır ki bu durumda insanlar gerçekleri tam anlamıyla göremezler. Kendilerini muhlis sanırlar. Riya her an şekilden şekle girer, gizli ve sinsidir. Tevazunun içerisinde kibir saklı olduğu gibi, ihlasın içerisinde de riya saklıdır. Ocak Büyüklerden biri der ki : “Her vakit namazı otuz yıl boyunca en ön safta kılardım fakat bir gün geç kaldım ve en son safta yer buldum, kalbime geç gelmiştir diye insanların beni ayıplayacakları geldi, anladım ki şimdiye kadar, arzum ve nasibim insanların beni birinci safta görmeleri imiş, ondan sonra otuz yıllık kıldığım namazı kaza ettim.” Bir kutsi hadis-i şerifde de peygamberimiz(s.a.v.) Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu nakleder: “İhlas benim sırrımdır, onu sevdiği kullarımın kalbine veririm onu yazmak için melek ve ifsat etmek için şeytan müttali olamaz” Allah’ın rızasına nail olmak, Onunla aramızdaki her türlü engeli kaldırmakla mümkündür. Kalp, makam mevki, şan şöhret, para pul gibi dünyevi haz ve lezzetlerin peşinde olursa insan ihlası elde edemez, rıza-i ilahiye kavuşamaz. İhlaslı insanların kalplerindeki samimiyeti ve sadakati, dillerine hikmet, bütün azalarına ihsan şeklinde yansır. Allah’ı görüyormuş gibi, hayatı istikamet üzere sokmak ancak ihlas sahibi insanlara nasip olur. Böyle insanların mükafatlarını melekler dahi bilemediğinden yazamazlar, Allah-ü teala da sır olan bu ihlası özel kayıt altına alır ve ahirette insanın karşısına çıkarır. Peygamberimiz(s.a.v.) şöyle buyuruyor. “Kıyamet günü olduğunda Allah-ü teala bütün halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler bütün yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyar. Allahü teala onlara: 39 2016 “Bakın hele kul için yazmadığınız bir şey kaldı mı?” diye sorar. Melekler: “Rabbimiz biz, kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık” derler . Allahü teala o kula: “Senin bizim yanımızda gizli muhafaza edilmiş bir defterin var. Onu melekler bilemezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir (ameldir)”(Haysemi)) buyurur. “İhlas dünyada bulunması en zor şeydir. Ben bütün gücümle kalbimden riyayı söküp atmaya çalışıyorum, ama bakıyorum ki o yine kılık değiştirip kalbime girmiş.” Onun için Peygamberimiz(s.a.v.), varlığıyla ihlası alıp götüren riyayı, gizli şirk olarak görmüş, en korkulan şey olarak nitelendirmiştir: “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu, Allaha şirk koşmaktır. Dikkat edin, ben, güneşe taparlar, aya taparlar, puta taparlar demiyorum, Ancak Allahtan başkası Hazireti Ali’nin, müşrik rakibini tam yere yatırıp kılıçla boynunu vuracağı zaman müşriğin, O mübarek yüzüne tükürmesi nedeniyle aniden kılıcını geri çekip vurmaktan vaz geçtiğini, müşriğin, “vurmaktan niye vazgeçtin” diye sorduğunda da; “yüzüme tükürmeden önce seni Allah için öldürecektim. Şimdi ise öldürürsem nefsim için öldürmekten korkuyorum” dediğini hepiniz duymuşsunuzdur. Evet, yapılan ibedetler sır gibi saklanırsa muhafazası kolay olur. Saklanamayacak durumdaysa da, yani bazı şeyler vardır ki alenen yapılması gerekir. O zamanda o amellerdeki ihlasınızı sır olarak bilmelisiniz. Çünkü bunu Allah sizi sevdiğinden size emanet etmiştir. İhlas Ve Riya Hastalığı Ebu Bekir ed- Dekkak şöyle demiştir: İhlas sahibi herkesin kusuru, ihlasını görüyor olması, ihlaslı olduğunu düşünüyor olmasıdır. Allah bir kulun ihlasını halis kılmak istediği zaman, onun kendi ihlasını görmesini engeller. O zaman kul muhlis (ihlas sahibi) değil, muhlas (ihlas sahibi kılınan kimse) olur. Yusuf b. El- Hüseyin (Rahmetüllahi aleyh) de bunu başarmanın zorluğunu kendi hayatından verdiği örnekle şöyle anlatır: 2016 için yapılan ameller ve gizli şehveti (kasdediyorum)”(ibni mace c.1,s. 286) Fudayl b. İyaz şöyle emiştir: “İnsanların rızası için bir şeyleri terk etmek riya onların rızası için ibadet etmek ise şirktir. İhlas ise Allah’ın seni bu iki şeyden muhafaza etmesidir.” İhlas ve riya birbirlerinin zıttı olan şeylerdir. Riya hastalığı ihlası saran kanser hücreleri gibidir. Bir defa yakalandınız mı, kolay kolay sıhhat ve afiyeti yakalayamaz, saf ve duruluğa ulaşamazsınız. Bir yanınız “Allah için” dem vururken öteki yanınız başkalarının alkışlarını gözetler. Bir gözünüzü hakka dikerken öteki gözünüzle halkın “demelerine” ve iltifatlarına hasretle bakarsınız. Kalbinizde sadece “Allah var” diye düşündüğünüz zamanda bile yaptığınız bir hayır nedeniyle insanlar övdüklerinde sizi, kalbinizin memnuniyetine şahit olursunuz. Bu memnuniyet Allah’ın değil aslında nefsinizin memnuniyetidir. Sizi takdirle işaret eden parmakların inmesini istemediğiniz zamanlar olur. Belki ihtiyaçları nedeniyle, elinizi uzattıklarınız, size hiç iltifat 40 Ocak etmediklerinde, başa kakar, bu hareketinizle yaptığınız iyiliklerin mükafatını burada ve Allahtan başkalarından beklersiniz. Örnek olarak diyelim ki bir cami yaptırmış, han hamam inşa ettirmişsiniz. bir sohbet esnasında, yeri geldi zannına kapılıp “Ben yaptırdım” dememek için nefsinizi zorlarsınız da, başaramazsınız o sözleri söylememeyi yani ihlasınızı kirletmemeyi. Serbest bıraktığınızda kendinizi dilinizi zorlayan, “ben ettim, ben yaptım” kelimelerini ağzınızdan bir an döktürü verirsinz, suni bir rahatlık hissedersiniz, ancak aldanırsınız. Yaptığınız o hayırlara isminizi yazdırmanın mazeretlerini bulursunuz kendinizce. Ya da bir çok talebe okutmuşsunuzdur hayrıma deyip. Bir gün okuttuğunuz o talebelerden biri sizi görse, siz hemen beklentiye mi giresiniz, gelip elinizi öpmesi gerekir diye. Yada çok fakir duruma düşmüş bir insanın bu sıkıntısını giderseniz, elinden tutup iş, eş sahibi etseniz, zamanla bu insan sayenizde çok zengin olsa bu sefer siz aynı duruma düştüğünüzde vefa göstermesi gerekir kılıfıyla, onu borçlu, kendinizi alacaklı mı olarak görürdünüz? Eğer “evet” dediyseniz riya var demektir. Riya hastalığına müptela olmuşsunuz demektir. O zaman Allahtan mükafat beklemeyin. Yüce Allah gerçek bir müminin ihlas ve samimiyetini şöyle ifade buyuruyor: “Zaten siz (müminler) ancak Allah’ın rızasını dileyerek verirsiniz.”(Bakara,272) Eserlerinin altına isimlerini yazmaktan haya eden, ihlasları zarar görmesin, diye isimlerini gizleyen nice muhlis insanlar vardı. Kerametleri ifşa olduğundan yaptığı hayır hasenat duyulduğundan riyanın kokusu, iltifatın okları nefsini okşayacak, gönlünü bulandıracak diye o beldeyi terk eden Allah’ın veli kullarının olduğu da bir gerçektir. Ocak Evet, hayır hasenat yapıldığında yapılan o iyilikleri hemencecik orada unutmaktır asıl olan, işlediğiniz günahı da unutmamaktır ihlas. Zünun-i Mısri şöyle demiştir: “Şu üç şey ihlas alametlerindendir: insanların övmelerinin ve yermelerinin kulun gözünde eşit olması, yapılan amellerde bu amellere kıymet vermeyi terk etmek (yaptığın ameli gözünde büyütmemek) ve bu amellerin ahirette seni kurtaracağını unutmak” Amelin Ruhu İhlas Şekildeki mana, bedendeki ruh gibidir ihlas. Ne, ruhsuz beden nede anlamsız şekil kıymet ifade eder. İhlasın olmadığı yerde iki yüzlülük vardır. Zahirine verdiği önemi manasına vermeyenler, şekillerle süretlerle bir yerlere ulaşmayı amaç edinenler ne insanların iltifatlarından, gerçek manada, fayda görebilir nede Allah için bir adım atmış olurlar. İhlas kalp işidir, kalp sağlamlığı ve temizliğidir. Kalp Allah’ın nazargah alanıdır, samimiyet orada şekillenir. Gerçek hüviyetine kavuşur. Peygamberimiz buyuruyorlar ki. “Allah kalıbınıza ve süretinize değil de kalplerinize bakar” (Riyazüssalihin c. 1, s. 12) Burada kalbinize bakar da ki gaye niyetinize ve samimiyetinize, yaptığınız işi kimin için yaptığınıza bakar ve ona göre değerlendirir anlamındadır. İnsanların içierisine karışırken çarşı pazarda dolaşırken giyim kuşamımıza dikkat eder üzerimizdeki bir anormallik varsa onu hemen bertraf ederiz. En iyi görünmek için en iyi elbiselerimizi giye- 41 2016 Büyüklerden biri der ki: “Her vakit namazı otuz yıl boyunca en ön safta kılardım fakat bir gün geç kaldım ve en son safta yer buldum, kalbime geç gelmiştir diye insanların beni ayıplayacakları geldi, anladım ki şimdiye kadar, arzum ve nasibim insanların beni birinci safta görmeleri imiş, ondan sonra otuz yıllık kıldığım namazı kaza ettim.” riz bir yere misafirliğe giderken son derece eksik ve kusurlardan arınmış bir vaziyette gideriz. Ancak İnsanların nazar ettiği alanlara dikkat ettiğimiz kadar, Allah’ın görüp gözettiği mükafat ve ceza için kriter kabul ettiği kalbimizi, niyetimizi ne kadar düzeltiyor, kalbimizin bakımını yapmak adına ne yapıyoruz, bir düşünelim! Allah samimi ve ihlaslı kullarına güvenerek buyurdu ki: Evet, ihlaslı olmak zordur. İhlaslı kalmak daha zordur. Ancak olmazsa olmazdır müminin hayatında. Çünkü Peygamberimizin ifadesiyle şu üç konuda müminin kalbi fesat üzere olmaz; “Allah için ihlaslı amel, müminlerin emirine karşı sadakatle nasihat ve müminler cemaatine sarılıp bağlı olmak” istikamet üzere olmanın tek şartı, değer ölçüsü, insanın kıymeti harbiyesi ihlastır çünkü. Başka bir ayeti kerimesinde ise şöyle buyuruyor: “Elbette benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir tesirin olmayacaktır. (zira, onları) koruyucu olarak Rabbin yeter” (el- isra,65) İhlas, Dini Allah’a Has Kılmanın Adıdır Şeytan aleyhillaneh kibirlendi niyetini bozdu benliğini ön plana çıkardı Allah’ın dergahından kovulduğunda müsaade istedi insanları Allahtan uzaklaştırmak için. “Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin hiçbir hakimiyet (ve nüfusun) yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar hariç.” (el- hicr -4142) Uluhiyyette Allah’ı birleyen müminin ubudiyyette bu sözünü yerine getirmesi gerekir. Allah bizi uyarıyor: “Dikkat edin! Halis din Allah’ındır” (Zümer3) Din özü itibariyle ihlas ve samimiyetten ibarettir. Samimiyetin olmadığı, ihlasın bulunmadığı yerde dinden söz etmek mümkün olmaz. Bu samimiyeti üçe ayırarak, “Allaha, Resulüne Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara” diye ifade etmiştir peygamberimiz. İslam dini hem inançta hem amelde tevhit dinidir. Rab’ının Allah olduğuna inanan bir insan nasıl olurda onun rızasının dışında hal ve hareketlere girer. Peygamberimizin ihlas tarifinde de bu vardır. Buyuruyorlar ki: “İhlas, Rabbimiz Allah’tır deyip hayatı Allah’ın rızasına dönük olarak emrolunduğumuz üzere dosdoğru yaşamaktır.” Her gün beş vakit namazda günde kırk kere böyle bir istikamet üzere olmayı talep ediyoruz Rabbimizden. Bizi sırat-i müstakimden ayırma diye. Bundan önce ihlaslı olmanın sözünü ver- 2016 42 Ocak mek gerek, onu da veriyoruz. Sadece ibadeti ona has kılmak yardım istenecekse de ondan istemek için rabbimize “ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz diye ahdediyor fatiha süresinde. söz veriyoruz. Allah sözünü tutan ahde vefa gösteren kullarından eylesin”(Amin) Evet, yaratan yaşatan hesap soracak olan her şeyin sahibi mutlak hakimiyeti elinde bulunduran Allah, hazinesi sonsuz olduğu kadar merhameti ve cömertliği de sınırsızdır. Öyleyse başkalarına kullukta niye? Ebedi alem karşılığında üç günlük dünyaya bel bağlayan, insanların iltifatının peşinde sürüklenenler ne kadar bedbaht ve talihsiz insanlardır değil mi? Böyle insanların durumu zengin, cömert ve adaletli, merhametli olan bir padişahı unutup onun hizmetçisinin gözüne girmeye çalışan, onun iltifatına mazhar olmak için köçeklik, dalkavukluk yapan insanın durumuna benzer. Kula kul olup gerçek mabudu unutanlar Allah’ın ikramından ve iltifatından mahrum olacaklar. Cennet nimetlerine büyük bir özlemle ve hasretle bakadururken, bir an kendilerini bekleyen en acıklı azapla yüz yüze kalacaklar. Öyle ya niyet neyse akıbet de o olur. Tutuğun yol nereye gidiyorsa varacağın yerde oradan başkası değil. Hicretin Allaha ise mükafatında ona aittir. Dünya ise de eline geçende sadece o olur. İnsan neyi severse bu dünyada ne ile beraber ise, neye muhabbet besliyorsa ahirettede onunla olur. Allah tan gayrısından medet umanlarra yarın Allah. “Gidin kimin için dünyanızı geçirdiyseniz mükafatınızıda ondan isteyin” diyecek. O zaman nereye gidecek kimden ne koparabileceğiz. Bir kutsi hadis-i şerifde de peygamberimiz(s.a.v.) Yüce Rabbimizin şöyle buyurduğunu nakleder: “İhlas benim sırrımdır, onu sevdiği kullarımın kalbine veririm onu yazmak için melek ve ifsat etmek için şeytan müttali olamaz” Ocak Sevgili Peygmberimiz(s.a.v.), Hatemi Tak inin rivayet ettiği bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü insanlardan bir bölük, cennete sevk edilir. Onlar oraya yaklaşıp cennetin kokularını duydukları, köşklerini ve Allah’ın cennet ehli için hazırladığı diğer nimet ve ihtişamları gördükleri anda kendilerini oraya götürenlere seslenilir: Çevirin onları geri! Onların orada nasibi yoktur. Bunun üzerine, öyle bir hasret ve nedametle geri döndürülürler ki ne evvelkiler ne de sonrakiler böylesine bir hasretle ve nedametle dönmemişlerdir. Bu sırada derler ki: “Ey Rabbimiz, ne olurdu, evliya kullarına hazırladığın bu nimetleri göstermeden koysaydın bizi cehenneme. Şanı yüce Allah onlara cevaben şöyle buyurur: “Ben bunu size bilhassa kastı mahsus ile yaptım, Zira siz yalnız bulunduğunuz zamanlarda, büyüklük taslayarak benimle çekişiyor, insanlarla karşılaştığınız anlarda ise onlara mütevazi görünüyordunuz, böylece kalbinizde mevcut duygunun hilafına, amellerinizle insanlara mürailik ediyordunuz. İnsanlardan korkuyordunuz da benden korkmuyordunuz. Onlara tevazu gösterip şanlarını yüceltiyordunuz da, bana tevazu gösterip şanımı yüceltmiyordunuz. Her hangi bir şeyi insanlardan korktuğunuzda terk ediyordunuz da benden korkunuzdan terk etmiyordunuz. Bugün size büyük sevabımı haram kıldığım gibi azabımın en acıklısını da tattıracağım”( et- tergib ve’t Terhip c,1 s. 71) Yazımızı bir ayeti kerimeyle bitirelim: “Oysa onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allaha has kılarak ona kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. Dost doğru olan din budur.”(Beyyine ,5) Allah bizi halis ve muhlis kullarının arasına ilhak eylesin sırati müstakimden ayırmasın(Amin) selam ve dua ile.. 43 2016 Memduh ERGİN İbni Arabi ve Ekberi Mektebi Bir âlimi asırlar, içinde bulunduğu manevi ortam, ilmek ilmek işleyerek gün yüzüne çıkarır. Bir âlimin arkasında asırların birikimi vardır. 2016 B ugün ki İslam âleminin içinde bulunduğu durum vicdan sahibi bütün Müslümanların canını yakıyor. İslam âlemi son yıllarda büyük âlim ve mütefekkir yetiştiremiyor. Bunun eksikliğini çok derinden hissediyoruz. Zannediyorum böyle bir ortamda da zor çıkar. Çünkü ortam buna müsait değil. Bir âlimin yetişeceğe fikri ve manevi hava ile bilimsel ortam buna müsait değil. Bunu söylerken haşa Allah’tan umudumuzu asla kesmiyoruz. Çünkü ancak kâfirler Allahtan umutları- 44 nı keserler. Beni düşündüren biz Müslümanların İslamiyet’i doğru dürüst yaşamamasıdır. Bir âlimi asırlar, içinde bulunduğu manevi ortam, ilmek ilmek işleyerek gün yüzüne çıkarır. Bir âlimin arkasında asırların birikimi vardır. Bu birikimle bağlarını kopardığın anda ki şuanda olan şey de tam olarak budur, fikri ve ilmi dünyan çorak bir çöle döner. İlim olmayınca amel olmaz, amel olmayınca da ihlas olmaz. Bunlar olmayınca da böyle birbirimizi boğazlarız. Ocak Bilinçli ve sistemli bir şekilde geçmişimizle bağlarımızı koparanlar ki bunların kim olduğunu bilmeyenimiz yok sanırım. İslam düşmanları kâfirler ve onların içimizdeki işbirlikçileri. Onların bize yani Müslümanlara biçtikleri rol düşünmeyen, dolaysıyla üretmeyen, sadece tüketen hizmetliler olmak. Bunun yolu da bizleri İslamiyet’ten olabildiğince uzaklaştırmaktır. Rusya devlet başkanı Putin’in Türkiye için söylediği İslamlaşıyor sözünün altında yatan kaygı da budur. Müslümanların özüne dönmesi. Onların gözünde Müslümanların özüne dönmesi adeta bir suç ve sucu işleyen herkes yok edilmelidir. Biz Müslümanlara düşen görevde bu oyunu bozmak ve Müslümanların uyanışını sağlamaktır. Çok şeyler yapmamıza gerek yok sadece elimizden geleni yaparsak muvaffakiyet sağlamış oluruz. Müslümanların tekrar özüne dönmelerini sağlamak ve öz kaynaklarla buluşturmalıyız. Bizler belki büyük âlimler olup kitleleri etkileyemeye biliriz. Âmâ en azından asırlar sonrasında ortaya çıkacak olan âlimlerimizin yolunu açabiliriz, geçmişimizle geleceğimizin köprüsünü kurabiliriz. Bunun içinde bizlere düşen görev unuttuğumuz âlimleri yeni nesillere tanıtmak ve onların evrensel fikirleriyle yeni nesilleri buluşturmak böylece İslam âlemi için yeni ufuklar açmaktır. Bir medeniyetin yükselişi âlimlerine sahip çıkmakla gerçekleşir. Onları inkâr etmekle olmaz. Bunun en güzel örneklerini verenlerden bir tanesi Sultan Selim olmuştur. O Mısır seferine giderken Şam’da konakladığı bir dem de şu emri verir. İbni Arabi’nin mezarı bulunsun. Sultan { selim Mısır seferi öncesi Şam’dayken onun mezarını buldurmuş ve türbesini yaptırmıştır. Hem de savaşın en hararetli hazırlığının yapıldığı bir esnada yaptırmıştır bunu. Sultanın bu kadar hürmetini kazanan İbni Arabi kimdir? Şu kadarını da söyleyebiliriz ki İbni Arabi o devirde Şam’da çokta hürmet edilen bir şahsiyet değildir. Üstelik şiddetli polemiklerinde konusuydu. Onu sapkınlıkla itham edenlerin sayısı da çok fazlaydı. “İbn Arabi, İslam düşünce tarihinde lehinde ve aleyhinde en fazla fetva verilen düşünürlerden biridir. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre yalnız Arapça literatürde onun aleyhinde yazılan eser sayısı otuz dört, savunma amacıyla kaleme alınanların sayısı ise yirmidir. Aleyhinde iki yüz otuz sekiz, lehinde ise otuz üç fetva verilmiştir. Her ne kadar bunların çoğu dinî-hukukî-ilmî olmaktan çok, konjonktürel-siyasî veya hissî birer tepki olsa da, İbn Arabî’nin tarihte ne kadar büyük yankı uyandırdığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.” O tasavvuf ehli tarafından tutulurken, inkâr edenler daha çok zahire bağlı rüsum uleması ile fıkıh bilginleridir. İbni Arabi’yi asıl hedef tahtasına oturtan kişi XIV asırda yaşamış olan İbni Teymiyye’dir. O, Arabi ve mektebine karşı sistemli bir saldırı başlatmıştır. Bunu da ispatlamaya çalışmıştır. Zaten bugün içinde yapılan bu saldırılar dahi Teymiyye’nin yapmış olduğu delillere dayanır. Teymiyye’nin haricinde yeni bir fikirle saldıranda olmamıştır. Teymiyye’nin saldırıları o derece etkili olmuştur ki İbni Haldun dahi bir tartışma sonrasında onun eserlerinin yakılması için fetva vermiştir. olmaz. Bunlar olmayınca da böyle birbirimizi boğazlarız. Ocak } İlim olmayınca amel olmaz, amel olmayınca da ihlas 45 2016 O tasavvuf ehli tarafından tutulurken, inkâr edenler daha çok zahire bağlı rüsum uleması ile fıkıh bilginleridir. İbni Arabi’yi asıl hedef tahtasına oturtan kişi XIV asırda yaşamış olan İbni Teymiyye’dir. Bu kadar saldırılar olmasına rağmen onu destekleyenlerin sayısı da en az onlar kadar fazladır. İslam âleminde ünlü ve muteber veliler dahi onu savunmuştur. Hatta Teymiyye’nin öğrencilerinden Zehebi ki birçok yerde Arabi’yi sert biçimde eleştirmiştir ama o dahi onun için şöyle der: “Benim görüşüm ise bu zatın bir veli olabileceği yöndedir.” Burada bir de dikkat edilmesi gereken hususta şudur. Eserlerini hayattayken geniş bir kitleye yaymamış, dar çevrede tutmuştur. Eserleri ölümünden sonra yayılmış ve işte o zaman polemiklerin hedefi olmuştur. Bu eserler talebeleri tarafından yayılmıştır. Dolaysıyla talebelerinin yaptığı şerhlerindeki bazı hatalarda ona mal edilmiş olabilir. Sonuçta ne olursa olsun o İslam âleminin en tartışmalı alimlerinden biridir. O sevenlerine ve tasavvuf ehline göre Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh) iken karşı çıkanlarına göre ise Şeyh-i Ekfer (en kafir şeyh)dir. “İbn Arabî, kendisini zühde ve ibadete vermiş, inzivaya çekilip zikir ve tefekkürle meşgul olmuş, ilahî hakikatin ancak keşf ve ilham yoluyla bilinebileceğine kanaat getirmiş, hatta bilgilerini bu yoldan aldığını ileri sürmüştü.” İbni Arabi, Endülüs devletinde üst düzey asker olan Arap soylu bir aileden gelirken debdebeli bir hayat yaşarken ve herkes onun iyi bir asker olacağını beklerken o nasıl oldu da tasavvufa yöneldi. O bu olayın nasıl gerçekleştiğini şöyle anlatır: “Orduyu terk ederek tarikata girmemi sebebi şudur: Bir gün Kurtuba’da Emir Ebu Bekr bin Yusuf b. Abdülmümin’in maiyetinde bulunuyordum. Cami-i Kebire giderek namaza durduk. Emir’in tam bir tevazu ile namaz kıldığını, vakar ve haşyetle rükû ettiğini, mahviyet içinde secdeye kapandığını gördüm. ‘eğer bir ülkeyi elinde tutan böyle bir şahıs Allah karşısında böyle davranmaktaysa, demek ki bu dünyanın hiçbir kıymeti yoktur.’ Diye düşündüm. İşte o gün bu dünyayı bir daha dönmemek üzere terk ettim ve tasavvuf yoluna girdim.” İbni Arabi’yi önemli kılan hususlardan bir tanesi de kendisinden sonra tasavvufun gidişatını tamamen belirlemiş olmasıdır. Dağınık halde ki tasavvufi öğretiyi bir sisteme bağlayan kişidir. O bütün İslami ilimleri bir bütünlük içinde harmanlar ve ona göre İslami ilimlerin gayesi Allah’ı bilmek olmalıdır. O söyle söyler: “Terbiyenin maksadı Allah’ı tanımak tanımanın yolu ise nefsi bilmek ve onu terbiye etmektir.” O Allah ile kulu arasında ki ilişkiyi açıklamaya çalışmıştır. Onun eserlerinin temel ana fikri vahdeti vücud öğretisi olmuştur ki onu asıl hedef tahtasına oturtanda bu düşüncesi olmuştur. O, varlık, nefis, insan, akıl, âlem, bilgi, vahdeti vücud, Allah’ın isim ve sıfatları gibi görüşleriyle birçok kelamcıdan ayrılır. Kelâmcıların, “Ancak kelâm kitaplarını okumak suretiyle doğru itikada sahip olunabilir, yoksa imandan çıkma tehlikesi vardır” şeklindeki sözlerine de, “Ben böyle bir görüşten Allah’a sığınırım” cümlesiyle karşılık verir. 2016 46 Ocak Ölümünden sonra kelamcılarla arasındaki sert çatışma aslında o hayattayken de devam etmekteydi. İbn Arabî, şekilci ve merasimci olmakla suçladığı fıkıhçıları cahil ve katı hatta çoğu zaman ikiyüzlü olmakla suçluyordu. Onlar kendileri ve sultanlarla ilgili dinî hükümlerde esneklik gösterip kolaylık cihetine giderken halkın taraf olduğu meselelerde çok katı ve sert davranıyorlardı. Hatta fakihin biri sultana: “Sana ramazanda oruç tutmak farz değil, senenin herhangi bir ayında tutabilirsin” diye fetva vermişti. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı fakihlerden âdeta nefret eden İbni Arabî şöyle bir hatırasını anlatıyor: “Fakihler hiç olmayacak yorumlar yaparak sultanların maksadına uygun fetvalar verir, bunu şer’i bir hükümmüş gibi gösterirler. Oysa buna kendileri de inanmaz. Bir gün Sultan Melik Zahir Gazi ile sohbet ederken hademeye gizli evrakı getirtip bana gösterdi ve: “Sen ülkemde haksızlık ve yolsuzluk olduğunu söylüyorsun. Vallahi bu hususta ben de senin gibi düşünüyorum. Ama yapılan hiçbir zulüm ve haksızlık yoktur ki, fakihlerin verdiği fetvaya dayanmış olmasın. Bu fetvalar onların el yazılarıyla işte buradadır. Lanet olsun onlara” dedi. (Futuhat III, 91) İbn Arabî fakihleri sevimsiz kılan diğer bir hususa dikkati çekerken diyor ki: “Bazı müslümanlar, özellikle de fakihler evliyanın dünyadaki hallerine bakıp gülüyorlar, istikamet üzere bulunan halkın velilerin manevî zenginliklerinden söz açtıklarını görünce gülüyor ama sözlerini de kabul etmiş gibi görünüyorlardı. Yolları velilere düşünce yekdiğerine gözleriyle işaret edip dalga geçiyorlar.” (Futuhat IV, 627), İbn Arabî’nin fakihlerin aleyhinde bulunmasının bir sebebi de budur. Bizim amacımız fıkıh ilmi sahibi kelamcıların mı yoksa tasavvuf ehli süflilerin mi üstün olduklarını göstermek değildir. Amacımız İslam düşüncesine katkı sağlayan bütün âlimlerimizle gelecek kuşaklarımızı buluşturmak olmalıdır. Buna katkı sağlamak bugün ki ilim sahibi vicdanlı bütün Müslümanların görevidir. Muhiddin İbni Arabi’de İslam düşünce dünyasına katkı sağlamış büyük bir âlimdir. Onun içindir ki polemiklerden sıyrılarak tarafsız bir gözle onu araştırmaya, fikirlerini ve düşünce dünyasını anlamaya çalışmalıyız. Ocak 47 2016 Ersan BİLGİN Fetih Islah Ve İnşadır Fetih; insanı insana kul eden hümanizmden, nefsine kul eden liberalizmden, servete ve dünyalığa kul eden kapitalizmden ve şehvete kul eden hedonizmden kurtararak, sadece Allah’a kul olma ve böylece izzete kavuşma imkânını insanın önüne koyma mücahedesinin başarıyla sonuçlanmasıdır. 2016 İ slam fetih dinidir. Müslümanlar gönül fatihleridir. Fetih, Tevhid’in yeryüzüne hâkim olmasıdır. Fetih açmak demektir. Kapıları, kilitleri, kilitli kalpleri ve gönülleri açmak demektir. Fetih, kalplerin ve kapıların tevhide açılmasıdır. Fetih ıslah ve inşadır. Fetih, bütün sahte ilahlara ‘’la ilahe’’ demektir. Fetih, kula kulağa hayır diyerek zalim diktatörlere, zulüm getiren ideolojilere “hayır” diyerek yürekleri âlemlerin Rabbi’yle buluşturmaktır. 48 Fetih izzet ve şerefle bütün insanları tanıştırma mücahedesidir. Bu kutlu gayede karşısına çıkanlarla en güzel şekilde mücahede etmektir. Allah Fettah’tır Yüce Allahımızın’ın bir ismi de Fettah’tır. O, mazluma yardım elini uzatan, kullarının her türlü güçlük ve sıkıntılarını gideren ve kolaylaştırandır. Fettah, Hakk’a yönelen insanların kalbini imana açan, bütün zorlukları ortadan kaldıran, her işinde üstün gelen, kudre- Ocak tiyle kullarına fetihler nasip eden, fethin kapılarını Müslümanlara açan demektir. Fetih, Yaratan’ından uzak kaldığı için huzuru bulmaya çalışan kalpleri Allah’a açmaktır. Fetih yeryüzünü adalete açmaktır. Fetih Sadece Allah’a Fetih Emanete Sahip Kul Omaktır Çıkmaktır Fetih; insanı insana kul eden hümanizmden, nefsine kul eden liberalizmden, servete ve dünyalığa kul eden kapitalizmden ve şehvete kul eden hedonizmden kurtararak, sadece Allah’a kul olma ve böylece izzete kavuşma imkânını insanın önüne koyma mücahedesinin başarıyla sonuçlanmasıdır. Yeryüzü bize emanettir ve dünyanın her yeri ile ilgili nihai söz hakkı Müslümanlarındır. Biz bu yetkiyi, iradeyi ve gücü alemlerin Rabbi’nden alıyoruz. Allah, Al-i İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız…” Cihadsız Fetih Olmaz Fetih İşgal Değildir İster insanı hakikatle buluşturan yüreklerin fethi olsun ister zulüm iktidarlarının yıkılarak fitnenin bertaraf edilmesi olsun, cihatsız fetih söz konusu değildir. Hayat iman ve cihattır. Cihad, İslam ile insan arasındaki her türlü engeli kaldırmaktır. Fetih; insanın, kâinatın, mahlûkatın, merhametle, adaletle, Yaratan’la buluşmasıdır. Fetih sevdası, insan olmanın, halife kılınmanın ve kulluk sözü vermenin gereğidir. Fetih sadece çıkılan bir seferin sonucu değil; ideallerle yücelen bir hayat tarzının ayrılmaz parçasıdır. Fetih, işgal değildir. İşgal; sömürmek, talan etmek, köleleştirmek, tahakküm etmek, zenginlik kaynaklarına hâkim olmak için yapılır. Fethin gayesi ise; imar, ıslah, ihya ve inşa etmektir. Fethin gayesi zulmün önüne geçmektir, zayıfların mallarını ve haklarını teminat altına almaktır, insanları kendi inançlarını ve hayatlarını belirleme noktasında özgür iradeleriyle baş başa bırakmaktır. İnsanı kazanma, hayat verme mücadelesidir. Fetih tebliğdir, davettir ve fitnenin ortadan kaldırılması mücahedesinin adıdır. { } İster insanı hakikatle buluşturan yüreklerin fethi olsun ister zulüm iktidarlarının yıkılarak fitnenin bertaraf edilmesi olsun, cihatsız fetih söz konusu değildir. Hayat iman ve cihattır. Cihad, İslam ile insan arasındaki her türlü engeli kaldırmaktır. Ocak 49 2016 Fethin ve İşgalin Farkı Yakın Tarihde Yaşananlar Gayesi iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının ve adaletin yeryüzüne hâkim olması olan fethi, sömürünün, yağmanın ve zulmün altyapısını hazırlayan işgalle karıştırmak son derece sığ bir bakış açısının ürünüdür. Çünkü fetih ve işgal; gündüz ile gece kadar, alış veriş ile faiz kadar, su ile alkol kadar, helal ile haram kadar birbirinden farklıdır. Fetih ve işgal dağlar kadar birbirine uzaktır. Fetihle işgal arasındaki farkı görmek için daha yaşadığımız dönemde Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Arakan’da, Eritre’de, Moro’da, Doğu Türkistan’da, Suriye’de ve diğer mazlum coğrafyalarda yaşananlara bakmak yeterli olacaktır. Yapılan katliamların, öldürülen çocukların, ırzlarına geçilen kadınların, yağmalanan şehirlerin, sömürülen kaynakların haddi hesabı yoktur. Fetih bir ırkın diğer ırkı tarumar etmesi değildir, bir bölgenin halkının diğer bölge halkını sömürmesi değildir, insanların inanç ve düşüncülerini zorla değiştirme değildir. Enerji kaynaklarını, yer altı yer üstü zenginliklerin ele geçirmek için savaşanlar, insanları imha etmek için savaşanlar bunu anlayamaz. Biz bir insanını kurtarmanın bütün insanları kurtarmak gibi olduğuna inanırız. Biz bir insanı haksız yere öldürmenin de bütün insanları haksız yere öldürmek gibi olduğuna inanırız. Bir can kurtulsun diye kendi canımızdan geçeriz. Bunun adına şehadet denir. Şehadeti anlamayanlar fethi anlayamaz. Fetih ile işgali ayırt edemezler. Öte yandan İslam’ın Medine Dönemi’nde adına gazve denilen bizzat Peygamberimiz’in komutanlığındaki askeri hareketlerde ve adına seriye denilen Efendimiz’in bizzat bulunmadığı yaklaşık 80 civarındaki askeri hareketlerde her iki taraftan kaybedilen insan sayısı en abartılı rakamlara göre toplamda 1200’ ü geçmemektedir. Çünkü Müslümanlar öldürmek için değil hayat vermek için mücadele ederler. Irkçı emperyalizmin, haçlı zihniyetinin ve Siyonist uşaklarının tertiplediği işgallerde ise birkaç dakikada binlerce insan ölmektedir. Hiroşima’da, Nagazaki’de olanlar unutulmuş değildir. Bosna’da yapılan, Cezayir’deki soykırım unutulmuş değildir. Irak’ta öldürülen bir buçuk milyon insan unutulmuş değildir… Bir yanda Hz. Adem (as)’dan Allah (cc) Bakara suresi 193. Hz. bu yana devam eden büyük zulümler Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur: Peygamberimiz diğer yanda büyük çile ve ıstıraplar “Fitne tamamen yok edilincesonucu hicretten 8 yıl sonra hem Mekke’nin Fethi’ne ye (zulüm ve baskı kalmayıncade kansız bir şekilde gerçekleşen giderken yolda ya) ve din de yalnız Allah Mekke’nin Fethi’ndeki şu şefyavrularının üzerine için oluncaya (hiç kimse herkat ve merhamet tablosu: Hz. gerilmiş ve onları hangi bir baskı ya da endişe Peygamberimiz Mekke’nin emzirmekte olan bir köpek taşımadan Allah’ın emirlerini Fethi’ne giderken yolda görmüş ve hemen ashâbından yapma imkânına kavuşuncayavrularının üzerine gerilCuayl bin Sürâka’yı yanına ya) kadar onlarla savaşın. miş ve onları emzirmekte çağırarak onu bu köpek ve Şayet vazgeçerlerse (ne olan bir köpek görmüş ve yavrularının başına nöbetçi âlâ). (vazgeçmezlerse) zalimhemen ashâbından Cuayl dikmiştir… (Vâkıdî, Megazi, lerden başkasına düşmanbin Sürâka’yı yanına çağıII, 225) İşte fetih budur, lık ve saldırı yoktur” Fetih, rarak onu bu köpek ve yavruvesselam… savaş ve intikam değil cihattır. Felarının başına nöbetçi dikmiştir… (Vâkıdî, Megazi, II, 225) İşte tih; merhamettir. Fetih affetmeyi fetih budur, vesselam… erdem bilmektir. 2016 50 Ocak Murat TÜRKER Sen ve Ben, Bura ve Öte… Sen zaferle ilgilisin, bense seferle… Sen ve ben… Sen başarıyla meşgulsün, ben başarıya götüren yolun meşruiyetiyle… Dünya menzilinin iki yolcusuyuz. Sen amaca odaklanmışsın, ben araçların sıhhatine… İkimiz de soluk alıp vermedeyiz, ikimiz de emaneti taşımadayız. Sen muvafakkiyetten taviz vermek istemiyorsun, ben adaletten… Bu şarkı burada bitmeyecek, öteye uzanacak… Sen güçlüsün, ben zayıfım… ‘Huzur’a çıkacağız… Belki mesrûr olacağız, belki de amellerimiz yüzümüze çarpılacak. Sen görkemlisin, ben sönüğüm… Burada insanların büyük saydıkları, orada küçülecek de küçülecek belki… Sen cesursun, bense ürkek… Senin yanlışın benim doğrumdan evlâdır… Senin yanlışın tevil, benim doğrum tezyif edilir… Burada ağır çeken, terazide bir tüy kadar hafif gelecek… Senin çevren kalabalık, benimkisi tenhadır… Buradaki varlık orada yokluğa dönüşecek… Sen herkesin önünde ağlarsın, bense gizli gizli… Burada ayağımıza serilen imkânlar, orada mahrumiyetlere sebep olacak.. Sen büyüme hesapları yaparsın, ben hesap yapmasını bilmem. Senin gözün yükseklerde, benim başım öndedir. Sen havayı koklarsın, benim burnum koku almaz. Sen tribünlere oynarsın, benim seyredenim yoktur. Sen doğruyu söylemeden önce işine yarayıp yaramayacağını ölçersin, ben samimi olup olmadığımı… Senin büyük projelerin vardır, benim küçücük umutlarım… Sen davaya feda olacak adamlar ararsın, ben omuz omuza vereceğim yoldaşlar… Sen albenili cümleler kurarsın, ben kırık dökük laflar ederim. Sen yapmadan söylersin, ben yapınca bile söyleyemem. Sen onca insanı evirir çevirirsin, ben kendimi zor taşırım. Senin etrafında dönen dünya, benim üstüme üstüme gelir. Senin rutin saydığın acılar, benim yüreğimi kavurur. Senin gülüp geçtiğin detaylar, benim can damarımı keser. Ocak Nimetin gerçekte nikmet olduğunu anlayacağız belki de… Hak ve adaleti en üstte tutamamanın hesabı muhtemelen çok çetin olacak. Kırdığımız kalplerin, incittiğimiz gönüllerin, harcadığımız hayatların hesabını vereceğiz, belki de veremeyeceğiz. Yaptıklarımızın yıktıklarımızdan az olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Dünyada en kaba kantarlarla bile tartmaya yanaşmadığımız amellerin, en ince terazilerde mizana vurulduğunu müşahede edeceğiz. Belki kopkoyu bir pişmanlığın acısı çökecek üzerimize… Dünyadayken çalımla yürüyen ayaklarımız taşıyamaz olacak bedenimizi… Dünyadayken sırt çevirdiğimiz merhametin dilencisi olacağız. Bura ve öte… Yalan ve gerçek… Kolay ve zor… Geçici ve ebedî… Süflî ve ulvî… Madde ve mânâ… Beden ve ruh… 51 2016 Bahaddin ELÇİ Adalet İhtiyacımız B Yeniden “Bismillah”! Şafak sökmek ve gün doğmak üzeredir… İstikbal İslam’ındır! Belki de kıyamet öncesinin büyük savaşının arefesindeyiz. Safımız mehdi ve Hz.İsa’nın safı olsun… Deccal’ın safı olmasın… azı kelime ve kavramlar, olumlu anlamlarını her zaman ve her yerde koruyabilmişlerdir. İşte bunlardan birisi de “adalet”tir. Her kelime (söz) ve kavramın bir veya birçok anlamı vardır. Fıtratı bozulan insanoğlu zamanla kelimelerle kavramlarla da oynamak suretiyle onları da kendisine benzetmiş, bozmuştur. Ya anlamını daraltarak veya genişleterek yahut da özünü tamamen değiştirip amaçları doğrultusunda sömürmekten çekinmemiştir. Adl, Allahu Teala’nın sıfatlarından. En güzel, en 2016 52 yüce isim ve sıfatların, fiillerin, eserlerin ve hükümlerin gerçek kaynağı, O, değil mi? Adalet kavramının, zulüm kavramının zıddı olarak “bir şeyin (veya şeylerin) ait oldukları yere konması, haklılık, insaflı olmak, hakların belirlenerek sahiplerine verilmesi, doğruluk” gibi anlamları vardır. Zulümden münezzeh olan Allahu Teala’nın biz insanların adaleti emrettiğini, zulüm ve fesadı yasakladığını biliyoruz. Adalet ve salah(ıslah) ile zulüm ve Ocak fesad (bozgunculuk) birbirlerinin eş ve zıt anlamlısı olarak da kullanılmaktadır. İnsana nisbetle ifrat ve tefritten uzak, Kur’an ve hükümlerde, emir ve yasaklarda, cezalarda insaflı, doğru, yerinde sünnete uygun iman ve salih ameller işlemek, her şeyi doğru ve güzel yapılması… ölçülü, dengeli, mutedil… gibi anlamlara gelmektedir. mükemmel yaratmıştır. Kainatta gece, gündüz,güneş, ay ayetlerinde, tüm yeryüzünde ve göklerde baş döndürücü bir denge, bir düzen gözlerimizin önünde… Rabbimizin kainata koyduğu düzen, denge içinde “tabiat kanunları” kıyamete kadar yürürlükte olacak. İnsan da küçük bir kainat. Ya da tüm kainat büyük bir insan gibidir, denmektedir. Peygamberlerin de kitapların da mizanında yeryüzünde insanlar arasında adaletin(salah) sağlanması, zulmün (fesad) önlenmesi için gönderildiği vurgulanmaktadır. Nasıl ki tüm evrene (kevni) ayetlerle bir düzen konmuşsa, keza insana da bu denge (düzen) konmuşsa bunun gibi Rabbimiz dünyada güzel, adaletli, barışık bir düzen içinde yaşayabilmemiz için rahmetinin ve lütfunun gereği olarak egemenlik (söz,düzen) kavgası yapılarak dünyamızın yaşanmaz hale gelmemesi için kendi dinini(yol, nizam) teşri ayetlerini bize teklif etmiş, biz de bunu ruhlar aleminde kabulle “emanet”i üstlenmişiz. Din, can, akıl, nesil ve mal güvenlikleri ancak İslam’la sağlanabilir. İnsan; “halife”/“eşref-i mahlukat” sıfatları ile “ahsen-i takvim” üzere yaratılmış, Rabbülalemin ile kulluk sözleşmesini ruhlar aleminde yapmış, “bela” demiş ve emaneti üstlenmiştir. Ve bu sorumlulukla yeryüzüne indirilmiştir. İşte bu kulluk sözleşmesiyle bu geçici alemde geçici bir zamanlık hayatla imtihandayız. Deneniyoruz. Kendimize ve birbirimize şahit oluyoruz. Nimetlerin sayılması mümkün değil. Verilen nimetlerden sorgulanacağız. Emanetleri koruyan, onlara riayet edenler kazanacak, hıyanet edenler, sadece O’na kulluk sözünde duramayanlar kaybedecekler. İnsanı en güzel surette, biçimde(adaletle), hikmetle yaratan Rabbimiz, tüm alemleri (kainat/evren)de adalet ve hikmetle kusursuz ve İlk insan ve ilk peygamberden beri yeryüzünde kimi zaman Allah’a kulluk edilmiş, O’na itaatle insanlar adaletin aydınlığında barışık yaşamışlar. Kimi zaman da zulmün (fesad), kan ve gözyaşı ile inim inim inlemişlerdir.(Bugünkü gibi) Hukuku kim va’z ederse adalet sağlanır? Sorusunun cevabı bellidir. Kimse Allah’tan daha doğru, güzel, sağlam, her zaman, herkes için, her yerde geçerli olabilecek hükümler koyamaz. Beşeri hukuk belki nispi bir adalet sağlayabilir. Çoğu zaman da bunun uygulanmasından adalet değil, zulüm ortaya çıkabilir. Böylece hukuk güçlülerin elinde bir sopaya veya silaha dönüşebilir. { } Peygamberlerin de kitapların da mizanında yeryüzünde insanlar arasında adaletin(salah) sağlanması, zulmün (fesad) önlenmesi için gönderildiği vurgulanmaktadır. Ocak 53 2016 Zulüm bazen hukukun uygulanmasından, bazen uygulanmamasından, bazen de yanlış (yanlı) uygulanmasından, eşit uygulanmamasından da oluşabilir. Adalet, adil hükümleri ve adil (ahlaklı) uygulayıcıları gerektirir. Yoksa en ideal hukuk zalimin elinde zulüm aracına dönüşebilir. Milletler adaletle ayakta durur. Zulümle yıkılırlar. Adalet hem hukuki hem de ahlaki bir kavram. Devletin de temeli adalet. Her şeyin (iş, söz, hüküm) bir ölçüsü, adaleti olmalıdır. Hükümlerin (emir ve yasaklar, cezalar) adil olması adaletin gerçekleşmesi için yeterli değildir. Onun sağlanabilmesi için, hükmedenlerin, uygulayıcıların da adil(insaf ve güzel ahlak sahibi) olmaları gerekir. Adalet, ruh gibidir. Toplumu, devleti ayakta tutar, yönetir. Ruhumuz, nasıl ki cesedimize can vererek onu yönetir, dengede tutar, ayakta tutar… İşte adalet de böyledir. Namazımız nasıl ki dinimizin direği ise, adalet de toplum düzeninin, devletimizin her kuvvetinin direğidir. Ve şeriat da adalet için va’z edilmiştir. Din, can, akıl, nesil, mal gibi değerler korunacak ki adalet sağlanabilsin. “Nizam-ı Alem” ancak böyle kurulur. Yoksa terörden şikayetçiliğimiz devam edip gider. “Bir insanı öldürmek, tüm insanları öldürmek gibidir” ayetiyle haksız cana kıymanın cezasını af, diyet ve kısasla tayin buyuran Rabbimizin emrine uyulsa öldürmeler, terör, tüm zulümler bitmez mi?! Ama zulüm, sömürü, fesad üzerinde kurulup, işletilen “küresel sistem” adalet ister mi?! Uluhiyet ve Rububiyet hak ve yetkisi ancak ve yalnızca Allahu Teala’nındır. “Yaratmak da, emretmek de O’nundur.” Ya Rab olarak Allah’ın egemenliğine girilecek, ya da yaratılmışların tağuti (şeytan,nefis,insan) “Rab”liği, velayeti kabul edilip, zillete devam edilecek… İşte insanların bir kısmı Allahu Teala’nın Uluhiyet, Rububiyet hak ve yetkisini ihlal edip, onun hükümleri, yasaları, emirleri karşısında aykırı söz ve hüküm koyarlarsa bu “şirk” olur. Büyük zulüm olur. Buna kula kulluk denir. Üzerine bastığımız toprağın altına girecek olanların ilahlığını nasıl kabul edebiliriz?! O halde her yer ve zamanda kıyamete kadar adaletin kurulması ve sağlanması ancak Müslüman olmaktan, egemenliği gerçek sahibine iade etmekten geçmektedir. Başka şekilde adalet mümkün olmaz. Adalet barış için, herkes için olmazsa olmazdır. Ve İslamsız adalet olmaz! Egemenliğin vahye tanınması adalet, akla verilmesi ise zulümdür. Vahiy, hayatımızın her alanını düzenler. Hayatımızı parçalamaz. İslam en doğru yoldur, en mükemmel nizamdır, dindir…Vahyin; eksiği, fazlası, yanlışı, kusuru, yalanı, yanılması yoktur. Yüce Yaratanın nizamı ile kullarınkiler arasındaki fark ve üstünlük tartışılmaz. Kim Allah’tan daha güzel söz söyleyebilir ki? Bize sayısız nimetler veren, adalet, merhamet, hikmetin kaynağı Allahu Teala’ya kulluk akıl gereği değil mi? İslam alimlerine göre akıl, kalpteki bir nurdur ki insan iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı… onunla ayırt eder. Akıl, nakli (vahiy) anlamaya, hikmetleri araştırıp, bulmaya, vahye tabi olmaya, nimetleri emanetleri yerinde kullanmaya yarıyor. Emanetleri taşımak, yerine getirmek, sorumluluk hep akıl ile… Aklı olmayanın 2016 54 Ocak dini(sorumluluğu) yoktur. Bedeni yöneten ruhun bir kuvveti, cevherdir. Akıl, nakle (vahiy) tabi olacak; haddini bilecek, kulluk sınırında duracak. Rububiyet sınırına yaklaşmayacak. Nefsine uymayacak ki sahibinin başına bela olmasın. Akıl tek başına işe yarasaydı vahye ne gerek kalırdı? Vahye tabi olmayan akıl nefse ve şeytana uyar, sapar ve şaşar. ve hürriyetlerin(değerler) korunup sağlanamamasıdır (Zulüm, fesat, fitne) Sonuç; hastalıktır. Tedavi edil(e) mezse düşmektir, sürünmektir, aksamaktır, ölümdür. Bizi, batının narkozları ve ilaçları(?!) bu hale getirdi. Yeniden vahyin nefesiyle dirilebiliriz. Batılı reçetelerin, ideolojilerin, sistemlerin, kavramların çöpe atılması zamanı hala gelmedi mi? AB kapısında beklemek zilletinden, Allahu Teala’nın kapısında bekleme(O’na yönelNakil olmasın, akıl olsun sözünün cevabı açıktır. me) izzetine muhtaç ve mecburuz. Başka bir Akıl ne? Hangi akıl? Kimin aklı? Tüm akıllılar bir araya ifadeyle, örümcek yuvası gibi çürük, güvensiz gelseler daha aklın tanımında bile mutabık kalamazlar. O halde nasıl uzlaşacaklar? Öyle ise akıl değerini, AB evi kapısında beklemekten bıktık, usandık. haddini bilecek, yaratanına teslim olacak ki sahibini Rabbimiz bizi sağlam, güvenli, barış ve adalet kurtarsın. Müslümanlık da zaten Allah’a, O’nun emir sarayına(İslam) çağırıyor… Kendi yoluna, kendi velayetine çağırıyor… İşte ve hükümlerine teslim olsınav, işte irade(seçim)… mak değil mi? Tercih bize ait. Sonuçlar Adalet, adil hükümleri ve adil İslam hukuku olan bildirilmiş. İnsanlar Aldeğil, olması gereken(ilah’ın mülkünde O’nun (ahlaklı) uygulayıcıları gerektirir. deal, tabii)hukuktur. Siyoluna girerek O’na kulYoksa en ideal hukuk zalimin yasetçiler de hukukçular lukla dünya ve ahiret elinde zulüm aracına dönüşebilir. da adaletli olmak zorunmutluluğunu kazanacakMilletler adaletle ayakta durur. da ve sorumluluğunlar. Veya kendi iradeleriydadırlar. Güzel ahlakla le şeytan, nefis, tağutların Zulümle yıkılırlar. bezenmemiş siyasetçileçağrısına uyarak hem rin ve hukukçuların “en dünyada hem de ahirette üstün” hukuku bile bir zilleti seçecekler… Biz, tazulüm aracı olarak kullanabilmeleri mümkündür. O rik-i müstakimden ayrıldığımız müddetçe başımız bezaman hukuk, daha çok zayıfların haklarının korun- ladan kurtulmayacak. Tevbeyle tekrar o yola girerek ması yerine iktidar(güç) sahiplerinin elinde; zayıfları kurtulabiliriz. Fatiha-yı şerifi namazda günde kırk kez ezen, “güçlülerin hukuku”na dönüşür ki bu tam bir tekrar okumamızın gereği de bu değil mi? felaket(musibet) olur. O zaman “tuz bozulmuştur”! Aş bozuldu, tuz çare; tuz bozulursa ne çare?.. Özetle vahye uyulmadan adalet sağlanaİlahi(üstün) hukukta sorumsuzluk diye bir şey yokmaz. Adalet olmadan barış ve huzur sağlanamaz. Bu tur. Emanet sahipleri sorumludurlar. Üstün (aşkın) ise “Besmele”yi temel alan gerçekten “milli” bir hukuk vardır; üstünlerin hukuku yoktur. Hukukun öğretim ve eğitimi zorunlu kılmaktadır. kaynağı Hak’ tır, güç değildir. Haklı olan güçlüdür. Güçlü haksız olduğunda zayıftır. Böyle bir toplumda Rabbimizin adıyla “oku”maya başlamak zorundoğruluk, merhamet ve adalet olduğu için barış ve dayız. Hem de seferberlik gayret ve heyecanı ile… huzur gerçekleşebilecektir… Bu, yeniden dirilmek, ayağa kalkmak demektir. Haydi Devlet başkanlarına da, dağdaki çobana da eşit öyleyse yeniden “Bismillah”! Şafak sökmek ve gün olarak uygulanabilecek hukuk; “ideal hukuk” tur. doğmak üzeredir… İstikbal İslam’ındır! Belki de kıyamet öncesinin büyük savaşının arefesindeİnsan hasta olur, felç olur, dengesi bozulur. Ada- yiz. Safımız mehdi ve Hz.İsa’nın safı olsun… letsizlik de toplum düzeninin bozulması, temel hak Deccal’ın safı olmasın… Ocak 55 2016 M. Emin KARABACAK Başarıyı “ Sanal Âlemde” Arayan Öğrenciler Telefon vazgeçilmezleri görülmemeli. kullanımını hayatımızda hayatımızın arasında Telefon mümkünse en aza indirilmeli. Her konuda telefona sarılmamalı. Gözü ve gönlü telefondan uzak tutmalı. 2016 B elh Sultanı İbrahim Edhem Hazretleri, bir gece hanımıyla kuş tüyü yatakta yatarken hanımına “Hanım cennette de İnşallah seninle böyle beraber oluruz” der. Tam bu sıra da sarayın damından ayak sesleri işitir. Sultan gece vakti sarayın damında dolaşılmasından dolayı sinirlenir ve: vap gelir. Bunun üzerine Belh Sultanı: “Damda deve mi olur be adam!” diye bağırır. Damdaki adam biraz duraksadıktan sonra: “Kimdir o? Ne arıyorsun bu saatte damda?” diye seslenir. “Ey hükümdar! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da kuş tüyü yatakta cennet aranmayacağını neden bilmiyorsun! Damda deve aramak bundan daha mı acayip.” der. “Devemi kaybettim onu arıyorum.” diye bir ce- Bu uyarı üzerine tahtını tacını bırakan Belh Sultanı, ar- 56 Ocak tık cenneti bulmak için mürşidi kâmillere hizmet ederek derviş olur. Bugünün çocukları da kuş tüyü yatakta cennet arayan İbrahim Edhem Hazretleri ile damda deve arayan Hızır (a.s) gibi başarıyı cep telefonlarında ve sanal âlemlerde aramaktadırlar. Bugünün çocukları odalarındaki kuş tüyü yataklara uzanarak ve son model cep telefonlarda sanal âlemlerde gezinerek cenneti değil de iyi bir lise ya da iyi bir üniversiteyi kazanmayı hayal etmektedirler. Cep telefonları günümüzde ders çalışma konusunda televizyondan daha büyük engeldir. Çünkü anne babalar, en azından çocukları ve izledikleri programları kontrol edebiliyorlardı. Gerekirse uyarı yapıp televizyonu kapatarak odalarına ders çalışmak için gönderebiliyorlardı. Oysa cep telefonları konusunda ailelerin böyle bir şansı yok gibidir. Çünkü cep telefonlarının kapatılması söz konusu ol(a)mayacağı gibi odalarına göndermekte çocuklar için birer ödül olmaktadır. Cep telefonları çocukların ders çalışmalarının önünde o kadar büyük engel oluştu ki çocuklarla beraber yatağa kadar girmektedir. Bunun da en büyük göstergesi uyurken bugün yastıklarının altında kitaplar değil de cep telefonu bulunmasıdır. Günümüz çocukları hem başarılı olmak istiyorlar hem de sanal âlemden çıkmak istememektedirler. Başka bir ifadeyle hem çok sevdikleri cep telefonlarından vazgeçmek istemiyorlar hem de çok istedikleri iyi bir lise ve üniversite kazanmak istiyorlar. Yani bir koltukta iki karpuz taşımak istemektedirler. Yirmi dört saat açık tutulan cep telefonunu, ders çalışırken kapatabilmek için gerçekten güçlü bir irade ister. Onun için telefon kullanma ve kullandırma konusu verimli ders çalışma konusu kadar önem arz etmektedir. Seminerlerimizde kimler sınıfa girerken cep telefonunu kapatıyor diye sorduğumuzda öğrencilerin ancak yarısı evet diyebiliyor. Yine kimler evde ders çalışırken cep telefonunu kapatabiliyor diye sorduğumuzda ancak bir elin parmak sayısı kadar el kalkıyor. Yine çocuklara dünyada vazgeçemeyeceğiniz en önemli şey nedir diye sorduğumuzda da malumunuz olmak üzere cevap “cep telefonları” oluyor. Bundan beş on sene öncesine kadar çocukların ders çalışmalarının önündeki en büyük engel televizyondu. “Hocam ders çalışmıyor, çok televizyon seyrediyor.” denilirdi. Günümüzde ise bunun yerini akıllı telefonlar aldı. { Çocuklara hep verimli ders çalışma teknikleri hakkında bilgi verilir. Oysa ders çalışmanın önündeki en büyük engel olan cep telefonlarını verimli bir şekilde kullanma konusunda kafa yorulmamaktadır. Çocuklar bir koltukta iki karpuz taşınamayacağı gerçeğini geç olmadan anlamaları gerekir. Çünkü insanın aynı anda hem ders çalışılıp hem de cep telefonuna girecek kadar dikkati geniş değildir. İnsan zihni sadece bir şeye adapte olabilmektedir. Bir çocuk aynı anda hem ders çalışıp hem de arkadaşına SMS atıyorsa veya sanal âlemde çetleşi- } “Ey hükümdar! Damda deve aranmayacağını biliyorsun da kuş tüyü yatakta cennet aranmayacağını neden bilmiyorsun! Damda deve aramak bundan daha mı acayip.” Ocak 57 2016 yorsa ya da ders çalışırken cep telefonuna kulaklığını takıp müzik dinliyorsa bu çocuk ders çalışma konusunda ailesini ve kendini kandırmaktan başka bir iş yapmıyor demektir. “Cepten “Feda-Kârlık” Eden Kazandı… Bazı çocuklar; “Ama hocam ben telefonsuz ders çalışamam!” derken bazıları da; “Hocam yazı yazarken ya da problem çözerken müzik dinleyebilirsiniz.” diyorlar. Farklı alanlarda LYS birincisi olan Büşra Topal, hedeflerine ulaşmak için sınavlara hazırlık sürecindeki fedakârlığını şu şekilde anlatmaktadır: Bizde onlara da diyoruz ki: “Yazı yazarken ya da problem çözerken öğrenme olmuyor mu? Yazı yazarken ya da problem çözerken dikkat lazım değil mi? Yarın sizler sınava girerken kulağınızda cep telefonun kulaklığı mı olacak? Yoksa sizlerin fizik, kimya, matematik gibi problem gerektiren derslerdeki başarısızlıklarının nedeni müziksiz sınava girmeniz mi? “Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şakadan hiç anlamaz...” (Joseph Murphy). Ders çalışırken bilinçaltınızı bu şekilde alıştırdığınızda sınavlarda da çağrışımlar hep cep telefonu olacaktır. Sınavlara da cep telefonlarıyla girilmediğine göre…” diyoruz. Büşra Topal (Yerleştirme Y-TM-2,Y-TM-3, Birincisi): “Evde televizyon, internet gibi araçların olması nedeniyle daha çok dershanede çalıştım. Telefonumu değiştirdim, çok fazla teknolojik özellikleri olmayan bir cihaz aldım. Dışarıya arkadaşlarımla gezmeye, sinemaya gidemediğim zamanlar oldu. Ben de sosyal yaşamdan fedakârlık ettim…” (Kaynak: http://www.hurriyet. com.tr/egitim/26702359.asp) Başarı; ders çalışırken sanal âlemde gezinmek ya da arkadaşlara SMS atmaktan geçmez. Başarı dirsek çürütmekten ve ter akıtmaktan geçer. Ders çalışmak için akıtılmayan ter, sınavlardan sonra gözyaşı olarak akacağı bir gerçektir. Başarı; elleri cepte dolaşarak gelmez. Çünkü “Hiç kimse başarı merdivenlerini, elleri cebinde tırmanmıştır.”(J.K.Moorhead) Başarı; kafasına göre ders çalışmakla da gelmez. Çünkü “Plansız çalışan bir kimse ülke ülke dolaşıp hazine arayan bir kimseye benzemektedir.” (Descartes) Başarı için fedakârlık gerekir. Fedakârlık içinde elleri cepten çıkarıp planlı ders çalışmak, ders çalışırken de cep telefonunun kapatmak gerekir. Bunun içinde uygulanabilir bir plan yapmak ve bu planı da uygulayabilmek içinde fedakârlık gerekir. Çünkü başarılı olmak için fedakârlık şarttır. Fedakârlıkların en başında da ders çalışırken cep telefonunu kapatabilmek gelmektedir. 2016 58 Ocak Derslerde ve sınavlarda başarılı olmak için bazı şeylerden fedakârlık edilmesi gerekir. Zaman feda-kârlık zamanıdır. Adı üstünde feda-kâr. Kâr elde etmek için feda etmek gerekir. Başarı adına kâr edebilmek içinde özellikle cep telefonlarından, oyunlarından, arkadaşlarından, bilgisayardan, televizyondan, uykudan... feda etmeleri gerekir. Kâra geçmek için feda etmek gerekir, hedeflere ulaşıncaya kadar. Bunun yanında; Telefon açıkken… Her ne kadar hayatın vazgeçilmezlerinden de olsa cep telefonlarını en azından ders çalışırken yanımıza almamak ya da kapatmak gerekir. Aksi takdirde başarı beklemek yanlış olur. Eğer bir çocuk ders çalışırken telefonunu çalışma odasının dışında bırakmıyor ya da kapatmıyorsa bu çocuk kesinlikle ders çalışmıyor demektir. Peki, ne yapmak gerekir: Telefonu kullanım amacına uygun kullanılmalıdır. Nasıl evdeki beyaz eşyalar ihtiyaç halinde yerinde ve zamanında kullanıyorsa cep telefonu da ihtiyaç halinde yerinde ve zamanında kullanılmalıdır. Nasıl ki yemek masası yemek içinse ders çalışma masası da ders çalışmak için olmalıdır. Çalışma masasına oturulduğu zaman telefon çağrışımı yapmaması için çalışma masasında telefon görüşmesi yapılmamalı ve internete girilmemelidir. Görüşme yapmak ve internete girmek için mümkün mertebe başka bir mekan kullanılmalıdır. Telefon kullanımı konusunda bazı kriterler getirilmeli. Sınıfa girerken ve ders çalışırken kesinlikle telefon kapalı tutulmalı. Telefon görüşmeleri, SMS atma, internete girmeleri kesinlikle çalışma masasında yapmamalı. Ocak 1. Telefon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında görülmemeli. Telefon kullanımını mümkünse hayatımızda en aza indirilmeli. Her konuda telefona sarılmamalı. Gözü ve gönlü telefondan uzak tutmalı. 2. Telefon bizim için amaç değil iletişimde kullanılan bir araç olmalı. Telefon görüşmeleri mümkün olduğunca kısa ve öz tutulmalı. Telefonla keyfi konuşma ve mesajlaşma yapılmamalı. 3. Telefon kullanımı konusunda bazı kriterler getirilmeli. Sınıfa girerken ve ders çalışırken kesinlikle telefon kapalı tutulmalı. Telefon görüşmeleri, SMS atma, internete girmeleri kesinlikle çalışma masasında yapmamalı. Sonuç olarak; Başarının önündeki engelleri bilip onları tek tek kaldırmak gerekir. Günümüzde çocukların en büyük engelleri de cep telefonlarıdır. Bugün çocuklar ders çalışırken cep telefonunu kapatma adına hayır diyemiyorsa başarıda bunlara hayır diyecektir. Bu “Hayır” da çocuklara sanal âlemde olmasa da gerçek hayatta acıtacaktır. Tabii ki o zamanda iş işten geçmiş “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş.” olacaktır. Evet, bugün cep telefonlarını ders çalışırken feda edip kapatabilenler başarının önündeki en büyük engeli kaldırmış ve ders çalışma konundaki engellere karşı iradesini güçlendirmiş olacaktır. 59 2016 Emre TOPOĞLU Çalışmak İbadettir Ama Farklı İbadetlerin Yerine İkame Edilemez Kalp dâimâ Allâh’ı zikretmeye devam ederse; dil, el ve diğer âzâlar istikamet üzere, Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun hareket ederse, kişinin namazı devam etmiş gibi olur. İ drak etmekte olduğumuz zamanın en mühim hastalığı belki de “İslam’ın Ilımlaştırılması” süreci… Zira hepimiz farklı şekillerde karşı çıksak dahi, fiilen hoşumuza gidiyor bu değişim. Daha önce bu sürecin zararlarına ilişkin çeşitli görüşler beyan edildiğinden, bu yazıda spesifik olarak bu sürecin alt dallarından olan ve sık sık işittiğimiz bir kavram üzerinde durmak istiyoruz. Yoğun iş temposu, geçim derdi yahut sınavlar… Bir türlü bu işlerden kafamızı kaldırıp kendimize zaman ayı- 2016 60 ramıyoruz değil mi? Özellikle iş hayatında çok sık duyacağınız bir söylemi biz şimdiden dillendirelim; “Çalışmak da ibadettir.” Kesinlikle katılmakla beraber, bu cümlede “da” ibaresinin neden ayrı yazıldığına bir kez daha göz atalım. Ayrı yazılır zira burada kullanılan “da” ibaresi dahi anlamına gelmektedir ve yazım kuralları gereği ayrı yazılır. Demek ki neymiş, çalışmak da ibadetmiş. Ancak buradan başka bir mesele daha karşımıza çıkıyor. Sadece karşımıza çıkmıyor adeta Ocak tokatlıyor bizi. Çalışmanın dışında belirli ibadetlerin varlığı bu cümlede kesin bir şekilde vurgulanıyor. Bunun yanı sıra çalışmanın da ibadetten sayılabileceği (burada çalışmadan kasıt ümmet için olanı) vurgulanıyor. Fakat hiçbir yerde çalışmanın diğer ibadetleri ikame edebileceği yazmıyor, yazamaz da… O zaman çalışma ortamında, iş hayatınızda birisi size namaz vaktinin kaçmasına yakın bu cümleyi kurarsa, gereğini yerine getirelim ve bu kavramın bir kültür olarak hayatımıza yerleşmesine izin vermeyelim. Bu bağlamda gelin şu satırlara kulak kesilelim; Cenâb-ı Hak bizden kulluk istiyor. İnsanın yaratılış gayesi, Allâh’a kulluk. Rabbimiz; beş vakit namaz kılmamızı istiyor, Ramazan orucunu tutmamızı istiyor, zekât vermemizi ve Beytullâh’ı haccetmemizi arzu ediyor. Bunlardan başka daha birçok kulluk vazifemiz var. ihtiyaçlarla zâhirî abdest bozulur. Abdestin bozulması, hükmî kirliliklerle olur. Fakat Hazret-i Mevlânâ, namaza hazırlık için girilen o abdest atmosferini hiç kaybetmemek gerektiğine işaretle, âdetâ; “Zâhirî abdestin bozulsa da, namaza hazırlığın hiç kaybolmasın, namaz iştiyâkın hiç sönmesin, ilâhî huzûra koşma heyecanın hiç solmasın, kalbî sâfiyetin hiç kirlenmesin.” demektedir. Âdetâ; Bir vecd ile bin secde eden bir gönlün sergilenmesi arzu edilmektedir. Bu ibâdetlerin bir zâhiri var. Namazın bir geometrisi, zekâtın bir hesap-kitabı var. Fıkhî bilgileri var. Şartları, rükünleri var. Abdest mü’minin silâhıdır. Şeytana karşı kullanılacak bu silâhın hiç ârıza yapmaması îcâb eder. Mü’min zâhiren de dâimâ abdestli durmaya dikkat etmeli, kalbinin huzurunun bozulmasına da hiç fırsat vermemeli, dâimâ Rabbinin huzûruna çıkmaya hazır olmalıdır. Böyle bir abdestle kıbleye, öyle yönel; Fakat bir de bâtını var, rûhu var, derûnu var. İbâdetlerin zâhiri kadar bâtını da mühim. Aslında bâtını esas gaye… Fakat zâhirinin de ihmâl edilmemesi şart. Hazret-i Mevlânâ, ibâdet hayatımızda zâhirden ibaret kalmamamızı çarpıcı sözleriyle bize hatırlatıyor: Öyle bir abdest al ki hiç bozulmasın! Abdest, namaz için belli uzuvların yıkanması ve meshedilmesinden ibâret bir temizlik ve hazırlıktır. Mâlûmdur ki, zaman zaman beşerî Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin! Namaz iftitah tekbiriyle başlar, selâm ile biter. Fakat Allâh’ın huzûrunda olunduğu şuûru, ilâhî kameraların altında olunduğunun idrâki kulda hiç sona ermezse, kalp dâimâ Allâh’ı zikretmeye devam ederse; dil, el ve diğer âzâlar istikamet üzere, Allâh’ın emir ve yasaklarına uygun hareket ederse, kişinin namazı devam etmiş gibi olur. Âyet-i kerîmede buyurulur: { } Cenâb-ı Hak bizden kulluk istiyor. İnsanın yaratılış gayesi, Allâh’a kulluk. Rabbimiz; beş vakit namaz kılmamızı istiyor, Ramazan orucunu tutmamızı istiyor, zekât vermemizi ve Beytullâh’ı haccetmemizi arzu ediyor. Bunlardan başka daha birçok kulluk vazifemiz var. Ocak 61 2016 “Zâhirî abdestin bozulsa da, namaza hazırlığın hiç kaybolmasın, namaz iştiyâkın hiç sönmesin, ilâhî huzûra koşma heyecanın hiç solmasın, kalbî sâfiyetin hiç kirlenmesin.” “Onlar, namazlarına devam eden kimselerdir.” (el-Meâric, 23) Bu âyet; namazların ihmâl edilmeden muhafaza edilmesi yanında, namazdaki huzur hâlinin namaz haricinde devam etmesi mânâsına da işaret eder. Böyle bir hâle eren kişi için, namaz doyumsuz bir hazdır. Mevlânâ Hazretleri buyurur: Âşığa beş vakit namaz yetmez, beş yüz bin vakit ister! Cenâb-ı Hak ile mülâkatın lezzeti bütün lezzetlerin üzerindedir. İbrahim bin Edhem Hazretleri der ki: “İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız, vuslatta tattığımız lezzet ve şevk müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.” Zira; Namaz Cenâb-ı Hakk’a vuslattır! Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi? Bu hatırlatmalarla, kıldığımız namazları gözden geçirmemiz, muhasebe etmemiz îcâb eder. Biz namazdan bu hazzı alabiliyor muyuz? Yoksa mecburiyet savar bir şekilde, bir an önce bitirip işimize gücümüze koyulma derdiyle mi hareket ediyoruz? Hangi kalbî ve amelî ârızalarımız bizi bu muazzam ibâdetin lezzetinden mahrum ediyor? Hak dostlarının işaret ettiği bu mânevî abdest, bu mânevî temizlik ihmâl edilirse, ibâdetlerden arzu edilen netice tam olarak elde edilmez. Hâlbuki mü’min, kıldığı namazın bütün ecrini alma gayreti içinde olmalıdır. Nitekim Allah Rasûlü – sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur: “Kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124) Cenâb-ı Hak; ibâdetlerimizi hakkıyla edâ edebilmeyi, ecrinin de tamamına nâil olabilmeyi nasîb eylesin. Hakkıyla tutulan bir orucu Hazret-i Mevlânâ şöyle müşahhas hâle getirir ve onu konuşturur: “Oruç der ki: «–Allâh’ım! Bu mü’min kulun, Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi; susuzken su içmedi. Bu mü’min, nasıl olur da harama el uzatabilir?!.»” Oruç sayesinde, -belli bir süreliğine de olsa- bazı helâllerden bile el çekmek, haram ve şüphelilere karşı 2016 62 Ocak daha güçlü bir şekilde mukavemet edebilecek, sağlam bir irâdenin inşâsına yardımcı olur. Yemek ve içmek meşrû ölçüler içerisinde mubahtır. Fakat israf haramdır. Doyacak kadarından fazla yemek mekruhtur, sünnete aykırı bir davranıştır. Çünkü fazla gıda vücutta nefsâniyetin kuvvetlenmesine sebep olur. Bu yüzden Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü feyz pınarlarından beslemeye bak! Çünkü yücelere gidecek ve şereflenecek olan, odur.” “Bedenine yağlı-ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor, azgınlaşıyor ve sonunda günahların kumkuması içinde rezil olup gidiyor.” Oruç diğer taraftan açlığı tattırır, acziyetimizi hatırlatır ve vücudumuzun suya, gıdaya olan ihtiyacını fark ettirir. Ya rûhumuz? Onun suyunu ve gıdasını vermeyi unutursak ne olur? Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Rûha mânevî gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdalar sun da; gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” İnsan, sahip olduğu malı kendi nefsine harcamayacak onu infâk ederek, Allâh’a yaklaşmaya vesile arayacaktır: “Onlar, namazlarına devam eden kimselerdir.” (el-Meâric, 23) Bu âyet; namazların ihmâl edilmeden muhafaza edilmesi yanında, namazdaki huzur hâlinin namaz haricinde devam etmesi mânâsına da işaret eder. Ocak Zekâtın zâhiri; insanın ihtiyacından fazla, belirli bir nisâbı aşan malından her yıl, muayyen miktarda çıkarıp, fakirlere, miskinlere ve benzeri muhtaçlara vermesidir. Sadaka ve infak da bunun farz olan miktardan ötesine verilen addır. İnfâkın bâtını ise; Allâh’ın ikrâm ettiği rızkın zarûrî ihtiyaç fazlasını, O’na yaklaşmak için Allâh’a geri vermektir. Rızkı, sahip olduğumuz her şeyi bize Mevlâ Teâlâ ikram etmiş, muhtaçları da bize zimmetlemiş ve onlara verilecek; “Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) buyurmuştur. Bu şuur içinde yapılabilen bir infakta, sadakayı veren kişi, Allâh’a veriyorcasına hassas ve müeddebdir; mağrur olmak bir tarafa, alan kişiye medyundur, müteşekkirdir. Çünkü o kişi bilir ki, veren, alandan kıyâmet günü itibarıyla daha da muhtaç olacaktır. Çünkü mal sahibinin, malıyla büyük bir imtihanı vardır. Kıyâmette, o malın hesabıyla karşılaşacaktır. İnfâkını kabul eden kişi, bu hesabın hafiflemesi için büyük bir yardımda bulunmaktadır. Bu sebeple Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri de; “Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir.” buyurur. Zira infâk eden kişi bu sayede Rabbinin hoşnutluğuna kavuşacak, kendisine gelecek belâları, hastalıkları ve ibtilâları bu sadakalarla ve mazlumların hayır duâlarıyla bertarâf etmeye çalışacaktır. İnfak zarâfetini ve ecrini, Mevlânâ Hazretleri şöyle tarif eder: 63 2016 “Sen varlığını, malını ve mülkünü güzelce infâk et de, bir gönül al! Ki o gönlün duâsı, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nûr olsun!..” “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla «birr»e (yani hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) Yine Mevlânâ -kuddise sirruh-; fakir ve zayıflara yapılan infak ve yardımlardan, aslında ihsan ve ikramda bulunan kimsenin daha çok istifade ettiğini şu şekilde ifade eder: İnfak, merhametin meyvesidir. Merhamet ise; sende olanı, onda olmayana, yani mahruma ikrâm etmendir. Diğer bir ifadeyle merhamet; başkalarının mahrûmiyetini telâfi için onların yardımına koşmaktır. “Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, in‘âm ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.” Hâsılı mü’min dâimâ ümmetin derdiyle dertlenmelidir. Çünkü paylaşan kişi dert ortağı olur, derman çardağı olur. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler: İnfâkın hikmetine erenler, nisap miktarı, havl-i havelân, ihtiyacı kendine ayırma nedir bilmezler. Ellerinde ne varsa dâimâ «lillâh» diyene infâk hâlinde yaşarlar. “İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” Dolayısıyla bir mü’min bütün mahlûkata rahmet ve merhamet tevzî edecek. Bahar yağmurları gibi olacak. Doğan güneş gibi olacak. En kuytu yeri bile aydınlatacak, ısıtacak, soğuk, ıssız ve tenhâ bir yer bırakmayacak. İnfâkın bâtınına erenler, mâtemlerin civarında dolaşır, kalbi kırıkları arar, dertlere derman olurlar. Bunun için bir mü’minin elindeki dünyalığı tasarruf edişi, ilâhî ölçüler dâhilinde olacak. Zaten dîni, derûnî hayatıyla yaşamaya talip olan bir mü’min; malının farz, zarûrî haddeki zekâtını vermekle mes’ûliyetten kurtulduğunu düşünemez. Cenâb-ı Hak, aşağıdaki âyette, bize îmânımızı ve infâkımızı test ettirmektedir: Cenâb-ı Hak mü’minin hayatında israf istemiyor. İsraf bir şımarıklıktır. İsraf aşağılık duygusunu bastırma hareketidir. Pintilik de istemiyor. Pintilik ve cimrilik de dünya malına sığınmaktır. Dünya malını veren Cenâb-ı Hak’tır. Sığınılacak barınak da yalnız Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hak cömerttir, cömert kulunu sever. Molla Câmî’nin şu mısraları gönül almanın kıymetini ne güzel ifade eder: Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azer’est Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber’est “Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın nazargâhıdır. Öyleyse bir gönül al ki, hacc-ı ekber gibi sevaba nâil ol!..” Bu şuur ekseninde Hazret-i Mevlânâ şu hikmete de dikkat çeker: 2016 64 Ocak “Hacca gidenler orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.” Haccın bâtını; cidâli, kardeşliği zedeleyici çekişmeleri, nefsânî duygu ve temâyülleri bir tarafa atan kulların, ihramdan başka bir dünyalığa istinâd etmeden, baş açık yalın ayak Hakk’ın kapısına kefen iklimiyle koştukları bir âhiret provasıdır. Haccın zâhirinde, cemreler taşlanır. Bâtınında ise; hayatın her safhasında, her sahnesinde şeytandan Allâh’a sığınılır. Haccın zâhirinde de bâtınında da o mübârek yola helâl kazanç ile düşmek şarttır. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.” “Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” Haram-helâl seçmeden dünyalık toplayan bir insanın perişanlığı bu misalden âşikârdır. Allah böylelerinin haccını kabul buyurmaz, onlara; «Lâ lebbeyk!» denileceği bildirilmiştir. Öyleyse hac farîzasını yerine getirmek isteyen kişinin ilk yapacağı iş, kazancının helâliyetini muhasebe etmek olmalıdır. Haccın bâtınında; sabır, hilim, af gibi güzel ahlâkî hasletleri kazanmak ve onu ömre yaymak vardır. İbâdetlerin bu derûnî hakikatlerine erebilmek için, nefsânî temâyülleri terk etmek şarttır. Zira, insanda nefsâniyet ile rûhâniyet çekişme hâlindedir. Nefsâniyet galip geldikçe, rûhâniyet daralır, zevk alamaz olur. Hazret-i Mevlânâ teşbih ile ifade eder: Ocak Hadîs-i şerifte güzel ahlâk şöyle tarif edilir: “Cibrîl bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «Bu din (yani İslâm), Zât’ım için seçip râzı olduğum bir dindir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392) İbâdetlerin bu derûnî hakikatlerine erebilmek için, nefsânî temâyülleri terk etmek şarttır. Zira, insanda nefsâniyet ile rûhâniyet çekişme hâlindedir. Nefsâniyet galip geldikçe, rûhâniyet daralır, zevk alamaz olur. Hazret-i Mevlânâ teşbih ile ifade eder: “İbâdetin netice vermesi için zevk; tohumun ağaç olması için, içinin dolu olması gerek.” Boş bir tabakla ikram olmayacağı gibi, feyiz ve rûhâniyetten hâlî bir kalp ile de ibâdetlerin bâtınına nâil olunamaz. Yâ Rabbî!.. Bizlere yardım eyle!.. Sen’i her an zikretmek, verdiğin nimetlere hakkıyla şükretmek ve Sana güzelce, muhlisâne bir sûrette ibâdet etmek husûsunda bizlere inâyetini refîk eyle… Bizleri ibâdetlerin derûnuna inebilen, mânâ ve bâtınını yaşayabilen kullarından eyle!.. Âmîn!.. 65 2016 Fatih Sultan SEMİZ Ölecek Olduktan Sonra Ölüm bizim için hem gaz pedalıdır hem de fren pedalı. Ölüm haramlarla iç içe yaşarken fren görevi gördüğü gibi, hayır işlerinde gaz görevi görür. 2016 “Benim için iyi, doğru ve güzel olan ne varsa hepsinin diğer adı İslam’dır.” diyor Bilge Adam Aliya. İşte Müslüman içinde iyi, doğru ve güzel olan her şeyin ilk temsilcisi Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellemdir. Yani ilk öğretmenimiz, ilk komutanımız, ilk hocamız ve ilk liderimizdir. Ve asla değişmeyecek şekilde bu sınırlarla çizilmiştir. O hem ilk hem de sondur. Biz ondan sonra onun yolunda yürüyenleri sadece birer basamak görmekten öteye gidemeyiz ve asla bir 66 basamağı merdivenin zirvesi yerine koyamayız. Ahlakta, kocalıkta, imamlıkta, kürsüde, çocuklarla oynamasında, yemek yemesinde, hayvanlara karşı olan tutumunda, Kuran-ı Kerime olan bakış açısında her yönüyle bizim örneğimiz ve önderimizdir. Tebliğde de, insanları hayra çağırmada da, şerden uzak tutmada da önderimiz ve örneğimizdir. Burada tebliği vurgulamamızın özel nedeni hayra çağıran ve şerden uzak tutmaya çalışan bir ümmet olmadığımız sürece bizim olmamız veya olmamamız Ocak { } Ölüm yalandan gerçeğe, hesapsız bir âlemden hesabı verilecek bir âleme geçişin ilk durağıdır. Zenginle fakiri eşitleyendir ölüm. Memurla milyarderi aynı toprakla örtmenin adıdır. Sevinçle hüznü aynı potada eritendir. Beşer gözünde değerli görünen ne varsa hepsini değersizleştiren etkili maddenin adıdır ölüm. arasında hiçbir farkın olmayışındandır. Eğer ümmetin bir kısmı, hatta her ferdi, kötülüğün defedilmesi için ve iyiliğin artırılması için elini, dilini ve kalbini bu işe vermezse ilimize, ilçemize giren fitnelerin çok geçmeden evimize ve bize sirayet edeceğini unutmayalım. Bu yüzden her fert önce kendinden başlamak üzere tebliğ çerçevesini genişletmelidir. Peki, insan kendisine nasıl tebliğ yapabilir? Nasıl kendi eliyle yine kendi eline, kendi gözüyle yine kendi gözüne nasıl engel olabilir. Kalbinin bir tarafının istediği şeyi kalbinin diğer tarafıyla nasıl önüne geçebilir. Bakıldığında şeytandan daha kuvvetli olan nefsimizin önüne geçmek her koşulda zordur. Ama tek bir olgunun harekete geçirilmesi vücudumuzun kendisine gelmesini sağlayabilir. Bir günaha bulaştığımızda aklımıza gelecek tek bir terim bizi o günahtan alıkoyabilir. İyiliğe karşı olan vurdumduymazlığımızı işte o olgu harekete geçirebilir. Ezan okunduğunda camiye koşmamızı, infak istenildiğinde elimizi cebimize atmamızı, annemize su getirmemizi, yetimin başını okşamamızı işte ancak o harekete geçirebilir. Hırsızlık yaparken vazgeçmemizi, harama bakarken göz çevirmemizi, gıybet edecekken dilimize kemik getirme gücüne sahip olan, sabah namazına füze gibi kalkmamızı sağlayacak şey işte o odur. O da ölümdür. Ölüm bütün sıkıntıları giderdiği gibi, bütün acılara son verdiği gibi, sulu bir armudun tadını kaçırdığı gibi, büyük acılarında teselli aracıdır. Ölüm bütün tatları, iyi ve güzel tatları veya kötü ve çirkin tatları kaçırır. Ölüm yeni doğmuş çocuğuna sevinmeni de engelleyebilir, hasta annene üzülmeni de. Ölüm borcun getirdiği sıkıntıyı da bertaraf edebilir, yeni aldığın eve sevinmeni de engelleyebilir. Çünkü ölüm yalandan gerçeğe, Ocak hesapsız bir âlemden hesabı verilecek bir âleme geçişin ilk durağıdır. Zenginle fakiri eşitleyendir ölüm. Memurla milyarderi aynı toprakla örtmenin adıdır. Sevinçle hüznü aynı potada eritendir. Beşer gözünde değerli görünen ne varsa hepsini değersizleştiren etkili maddenin adıdır ölüm. Ölecek olduktan sonra paranın ne kıymeti var. Ölecek olduktan sonra makam, mevki, saltanat, çocuk, araba v.s. ne kadar değer kazanabilir. Aynı zamanda ölüm beşer gözünde kıymetli olanları daha da kıymetli hale getirendir. Öteleri kazanmak için parayı, Müslümanların önünü açmak için makamı, vakfa bağışlamak için arabayı, Kudüs’ü kurtarmak için çocuğa verilen değeri kat kat artıran da ölümdür. Ölüm bizim için hem gaz pedalıdır hem de fren pedalı. Ölüm haramlarla iç içe yaşarken fren görevi gördüğü gibi, hayır işlerinde gaz görevi görür. Ölüm esasında çok esrarlı bir maddedir. Bir kere bağlandın mı bir daha vazgeçemiyorsun… Demiş ya Üstat hem de ne güzel demiş: Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber? Ve bir de şöyle demiş: Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun! Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun! Ve unutmayalım: Bizi en çok sevenlerin, üzerimize en fazla toprağı atacağı o gün için hazırlıklara şimdiden başlamalıyız. 67 2016 MilliTarih Hüseyin Serkan Elönü Filistin Hezimeti’nden McDonald’s’a Uzanan bir Gizemin Mimarı: Salih Fansa -2Allah’ın izniyle geçtiğimiz ay başladığımız Salih Fansa dosyasına devam ediyoruz. Geçen ay 1917’deki Gazze hezimetini ve ardından Salih Fansa’nın Halep’teki evinde Salih Fansa ile Mustafa Kemal Paşa’nın buluştuklarını anlatmıştık. de de misafir etmişlerdir. Ayrıca Salih Fansa, Aralık 1918’de Mustafa Kemal Paşa’ya Madam Kasapyan’ın Şişli’deki kiralik evini tutan kişidir. Salih Fansa’nın eşi Selma Fansa saraydaki kadınlar ile bağlantılar kurarak, Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Erol Mütercimler’in Fikrimizin Rehberi isimli eserinde Salih Fansa ve ailesinin bu buluşmadan sonra Halep’teki tüm mal varlıklarını satarak İstanbul’a taşındıkları ve taşınırken Mustafa Kemal Paşa’nın başında bulunduğu Yedinci Ordu’nun evraklarını imha ettiği yazmaktadır. Sultan’ı Mustafa Kemal Paşa ile evlenmesi için temaslar kurmuştur. Hedef, Mustafa Kemal Paşa’nın Sabiha Sultan ile evlenerek aynen Enver Paşa gibi hanedan ailesine damat olarak hükümete girip söz sahibi olmasıydı. Fakat, Sabiha Sultan o dönemde amcası Abdulmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Salih Fansa ve hanımı Selma Fansa (18901968), Mustafa Kemal Paşa’yı 1918 Kasım’ında İstanbul’daki Beyoğlu-Tepebaşı’nda Cebeli Lübnan Mutasarrıfı Franko Paşa Apartmanı’ndaki dairelerin- Efendi’ye karşı bir alakası olduğu için bu gerçekleşmedi. Zaten Sabiha Sultan-Ömer Faruk Efendi çifti 29 Nisan 1920’de evlendiler. Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendi Ocak 68 2016 Mustafa Kemal Paşa Pera Palas Oteli’nde kalırken ingiliz komutanlarla yaptığı görüşmelerde Salih Fansa tercüman olarak bulunmuştur. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın yabancı dili Fransızcadır. Salih Fansa ise iyi derece İngilizce bilmektedir. Salih Fansa ve ailesi daha sonra Milli Mücadele senelerinde Çankaya’da bir bağ evinde Mustafa Kemal Paşa’nın komşusu olmuşlardır. Salih Fansa’nın İngilizlere çalıştığı anlaşılınca Ocak 1923’de Romanya’ya kaçmıştır. Oradan da Berlin’e giderek Alman vatandaşlığına geçmiştir. Salih Fansa, 1929’da İranlı kimliğiyle Bağdat’a gönderilerek tüccar görüntüsü altında Sovyet karşıtı casusluk faaliyetleri yapmıştır. Bu aşamadan sonra Salih Fansa’nın nereye gittiği ve neler yaptığı bilinmemektedir. Sadece Marsilya’ya gittiği yönünde iddialar vardır. İzini tamamen kaybettiren Salih Fansa’nın eşi Selma Fansa 1968’de İstanbul’da ölmüş ve Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’na defnedilmiştir. Salih Fansa’nın çocukları; Mukine Fansa, Adil Fansa (1914-2006), Süheyl Fansa (19241983). Adil Fansa ve Fatma Nazan Fansa (19241998) çiftinin oglu Sadi Fansa, 1986’da Türkiye’de kurulan McDonald’s’ın 2002’den Temmuz 2008’e kadar McDonald’s’ın Türkiye Genel Müdürlüğünü yapmıştır. Sadi Fansa (1949-...) Salih Fansa’nın torunu ve McDonald’s’ın 2002-2008 arası Türkiye Genel Müdürü. 2016 69 Ocak Üç İhtiyar Misafir Başlık Bir kadın, kapıdan dışarı çıktığın çıktığında, bembeyaz sakallı üç ihtiyarın kendi evinin önünde oturduklarını görür. Ve onlara “Ben sizi hiç tanımıyorum, tanımıy ama aç ve susuz olmalısınız. Lütfen, içeriye gelin de sizlere bir şeyler ikram edeyim.” der. - Evin erkeği içeride mi, diye sorar adamlar. a - Hayır, şu an evin dışında. - O evde olmadığı sürece bizim bu eve girmemiz mümkün değil, diye cevap verir üç ihtiyar. Akşam olup kocası eve döndüğünde döndüğün kadın olanları anlatır. - Peki, onlara söyleyebilir misin; ben b evdeyim artık, bu eve gelebilirler der adam. Kadın dışarı çıkıp bu kişileri içeri davet d eder. Ama bu defa da: “Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz.” der yaşlı adamlar. Kadın öğrenmek ister: “Niye giremezsiniz?” giremezs İhtiyarlardan biri açıklar: - Onun adı ZENGİN, der bir arkadaşını göstererek. arkad - Diğeri BAŞARI. - Ben ise SEVGİ. Sonra ekler: “ Şimdi içeri gir ve eşinle konuş. Hangimizi evinizde istersiniz?” Kadın içeri girip söylenenleri kocasına anlatır. Adam duyduklarıyla neşelenerek “Ne güzel, madem öyle, Zengin’i içeri çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun..”der. Karısı itiraz eder: “ Canım, niçin Başarı’yı çağırmıyoruz?” Bu sırada, evin diğer köşesinde bulunan gelinleri konuştuklarını duyar. Koşarak gelir ve kendi fikrini söyler: - Sevgi’yi çağırsak daha iyi olmaz mı? Evimiz sevgiyle dolar! “Gelinimizin teklifini dikkate alalım.” der adam, karısına. - Dışarı çık ve bizim misafirimiz olması için Sevgi’yi davet et. Kadın dışarı çıkar ve yaşlı adamlara sorar: “Hanginiz Sevgi idi? Lütfen içeri gelin ve misafirimiz olun.” Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye yürüme başlar. Fakat diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler... ed Kadın şaşırmış bir halde Zengin ve Başarı’ya sorar: Başar - Ben sadece Sevgi’yi davet ettim, siz niye niy geliyorsunuz? Zengin ve Başarı bir ağızdan cevap verirler: verir - Eğer Zengin’i ya da Başarı’yı davet etmiş etmi olsaydın diğer ikisi dışarıda kalırdı. Ama sen Sevgi’yi davet ettin... O nereye giderse biz de ardından oraya gideriz. Çünkü nerede Sevgi varsa, orada Başarı ve Zenginlik de vardır! Şekere benzer tadı yok, gökte uçar kanadı yok. Bir kuyum var, iki türlü suyum var. Gölgesiz dağlar aşar. Geceleri fener, gündüzleri söner. Yı ld ız Yu m Se s ur r Ka Sa a t ta Benim adım iki hece, Çalısırım gündüz gece. Bunları Biliyor Musunuz? * Dünyada bize oksijen veren tek bitkinin ağaç olduğunu…. * Her kıtanın, yılda ortalama olarak 2 santimetre kadar yer değiştirdiğini… * Kar yağarken her bir kar tanesinin birbiriyle çarpışmadan yağdığını…. * Bütün kar tanelerinin altıgen olduklarını, her yağışta düşen milyarlarca kar tanesinden hiçbirinin diğerine benzemediğini….. * Bütün insanların kaç yaşında ölürse ölsünler ahirette 33 yaşında olacağını…. * Her 33 yılda bir ramazan ayının yılın aynı gününe aynı tarihlerine denk geldiğini…. * Edison’un ampule konulacak maddeyi bulabilmek için 3.000 deneme yaptığını….. * Sıcak suyun, soğuk sudan daha ağır olduğunu…. * Gülmek için 17, kaşlarımızı çatmak için 42 kasımızın çalışması gerektiğini…. * Sivrisineklerin 47 tane dişi olduğunu….. Biliyor muydunuz? Zamm-ı Sure Namazda ayakta iken Fâtiha suresinden sonra okunan Kur’an-ı Kerim ayetlerine zamm-ı sure denir. Bu sırada istenirse baştan sona bir sure okunabileceği gibi en az üç ayette okunabilir. Namaz kılarken kitaptan okuyamayacağımız için bunları ezbere bilmemiz lazımdır. O yüzden namaz kılabilmek için Kur’an-ı Kerim’den sureler ezberlemek gerekir. Başta kısa sureler olmak üzere Yasin, Mülk, Amme surelerini ve aşr-ı şerifler ezberlenmelidir. Tatlı Şaka - Nine, senin gözlüklerin her şeyi büyütüyormuş doğru mu? -Evet, evladım. -Ne olursun nineciğim, tabağıma tatlı koyarken gözlüklerini çıkarıver. Ayakkabı Temel işe girmek için sözlü sınava girer. Çok heyecanlıdır, bir önceki adama sorar : “Ne sorayiler?” - Ayakkabı. Temel’in sırası gelir, bilsin diye kolay sorarlar: - Dört ayaklıdır, miyav miyav der. Temel: “Bağcıkli midur?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: ‘Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.’