OSMANLI TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 1. CİLD İçindekiler Tablosu TAKDİM ............................................................... 3 AHMED RÂSİM ................................................ 207 TERTİP HEYETİ ............................................................ 5 AHMED RIZ ................................................... 210 1. Cild (Abaza- Baltacı) .............................................. 7 AHMED TEVHÎD EFENDİ .............................. 213 ABAZA HASAN PAŞA........................................ 7 AHMED VEFİK PAŞA ..................................... 214 ABBÂS HİLMİ-I ................................................... 9 AHMED YEKDEST CÜRYÂNİ ....................... 218 ABBÂS HİLMİ-II ............................................... 10 AHMEDÎ ............................................................ 219 ABBÂS VESİM EFENDİ ................................... 13 AKABE MESELESİ .......................................... 223 ABDULLAH CEVDET....................................... 15 AKAĞALAR (Bkz. Harem-i Hümâyûn) ............ 225 ABDULLAH-İ İLÂHİ ......................................... 18 AKBIYIK SULTAN .......................................... 225 ABDURRAHMÂN KUTUB ............................... 22 AKÇE .................................................................226 ABDURRAHMÂN GÂZİ ................................... 25 AKINCILAR ...................................................... 238 ABDÜLAZÎZ HAN ............................................. 28 AKKERMAN ANDLAŞMASI (Bkz. Edirne Andlaşması) ........................................................ 244 ABDÜLEZEL PAŞA........................................... 46 ABDÜLFETTÂH-I BAĞDADÎ AKRÎ ................ 50 ABDÜLGANÎ NABLÜSÎ ................................... 51 ABDÜLHAK HÂMİD TARHAN ....................... 53 ABDÜLHAMÎD HAN-I ...................................... 56 ABDÜLHAMÎD HAN-II .................................... 66 ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRİ ............................... 99 ABDÜLKERÎM EFENDİ.................................. 103 ABDÜLKERÎM NÂDİR PAŞA ........................ 105 ABDÜLMECÎD HAN ....................................... 108 ABDÜLVEHHÂB-I ŞA’RÂNÎ ......................... 124 ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ ................................ 127 ÂBİDİN PAŞA .................................................. 129 ACEMİ OCAĞI (Bkz. Kapıkulu Ocakları) ....... 132 ADÂLETNAME ............................................... 132 ÂDİLE SULTAN .............................................. 136 ADLİYE TEŞKÎLÂTI ....................................... 139 AGÂH EFENDİ ................................................ 146 AĞA HÜSEYİN PAŞA ..................................... 148 AHDNÂME (Ahidnâme) ................................... 149 AHÎ AHMED ÇELEBİ ...................................... 153 AHÎLİK ............................................................. 155 AHMED HAN-I ................................................ 161 AHMED HAN-II ............................................... 171 AHMED HAN-III.............................................. 182 AHMED HAMDİ PAŞA ................................... 192 AHMED MİDHAT EFENDİ............................. 194 AHMED MUHTÂR PAŞA ............................... 198 AHMED PAŞA ................................................. 203 AHMED PAŞA (Kayserili) ............................... 205 AKŞEMSEDDÎN ............................................... 244 ALÂADDÎN PAŞA ............................................ 248 ALAY .................................................................250 ALEMDÂR MUSTAFA PAŞA ......................... 261 ALİ BİN EMRULLAH ...................................... 265 ALİ HAYDAR EFENDİ .................................... 268 ALİ KEMÂL ...................................................... 268 ALİ KUŞÇU ....................................................... 271 ÂLÎ MUSTAFA EFENDİ .................................. 274 ÂLÎ PAŞA (Mehmed Emîn) ............................... 277 ALİ RIZ PAŞA ................................................ 282 ALİ SÜÂVÎ ........................................................ 284 ALTUNCUZÂDE .............................................. 287 AMASYA ANDLAŞMASI ................................ 288 ANADOLU BEYLİKLERİ ................................ 290 ANADOLU EYÂLETİ ...................................... 294 ANADOLU HİSARI .......................................... 299 ANKARA SAVAŞI ........................................... 301 ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ ........................ 304 ARÂBÎ PAŞA .................................................... 307 ÂRİF HİKMET BEY ......................................... 310 ARPALIK .......................................................... 313 ARÛZ .................................................................315 ASÂKİR-İ MANSÛRE-İ MUHAMMEDİYYE.326 ASESLER .......................................................... 329 ASTIRHAN SEFERİ ......................................... 330 ÂŞIK ÇELEBİ .................................................... 333 ÂŞIK PAŞA ....................................................... 336 ÂŞIK PAŞAZÂDE ............................................. 339 AŞÎRET MEKTEB-İ HÜMÂYÛNU ................. 340 BÂB-I ÂLÎ ......................................................... 365 ATÂÎ ................................................................. 342 BÂB-I ÂLÎ BASKINI ........................................ 369 AVÂRIZ (Bkz. Tekâlif-i Örfiyye) ..................... 344 BÂC ................................................................... 375 AYAK DÎVÂNI ................................................ 344 BAĞDÂD ........................................................... 377 ÂYÂN ............................................................... 345 BAĞDÂDLI İSMAİL PAŞA ............................. 384 AYASOFYA ..................................................... 347 BAHRİYE MEKTEBİ........................................ 385 AYVANSARÂYÎ HÜSEYİN EFENDİ............. 351 BAHRİYE TEŞKÎLÂTI ..................................... 390 AZABLAR (Bkz. Eyâlet Askerleri) .................. 352 BAKÎ .................................................................. 394 AZÎZİYE MÜDÂFAASI ................................... 352 BALKAN HARBLERİ ...................................... 403 AZÎZ MAHMÛD HÜDÂÎ ................................. 356 BALTA LİMANI ANDLAŞMALARI ............... 423 BABA HAYDAR SEMERKANDÎ ................... 364 BALTACI MEHMED PAŞA ............................. 427 TAKDİM Anadolu Selçukluları’ndan sonra hizmet nöbeti Kayı Boyu’na geçmiştir. Küçücük bir beylikten kısa zamanda cihân devleti durumuna gelen Kayı’nın aziz temsilcisi Osmanlı Türkü, İslâmiyet’in son din olduğuna îmân etmiş, ilme, san’ata ve insanlığa asırlarca faydalı olmuştur. Osmanlı Devleti, İslâmiyet’in emrettiği şekilde, farklı din ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir ahenk te’sis etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adaleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümul bir siyâsî varlık göstermiştir. Osmanlı sultanlarının idealleri, kendi tâbirleri ile “Nizâm-ı âlem” fikri üzerinde toplanıyor ve devletin hikmet-i vücûdu; millî, İslâmî ve insanî esaslara bağlı bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Endonezya’dan İspanya’ya, Kırım’dan Yemen’e kadar müslüman milletlerin hâmiliğini yapan Osmanlılar, dâimâ mazlumların yanlarında yer almışlar, feth ettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyan köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kalmaz, kimsesi olmayan dul kadına o gün aş çıkar, giyecek ve barınak te’min edilirdi. Bu sebeple, hıristiyan âlemi, atalarımız Osmanlı Türk’ünü dâima kurtarıcı olarak karşılamıştır. Osman Gâzi’nin; “Gayemiz kuru bir cihângirlik dâvası değildir” şeklindeki son sözleri, bütün sultanlara rehber olmuş, bu vasiyetten ayrılmamak için gayret sarfetmişlerdir. Pîr-i fânî olmuş, yarım yüzyıl devlete hükmetmiş bir cihân pâdişâhını hasta hasta sefere çıkartan ne olabilir? Özi kalesi elden çıktı diye acısına dayanamayıp kısa zamanda vefât eden bir sultânın hâli nasıl îzâh edilebilir? “Asker evlâtlarımız parçalandı” diye âh ettiren acı nasıl bir acıdır? Ölüm döşeğinde kendisine; “Şimdi Allah’la olmak zamanıdır” diyen lalasına; “Lala, Lala! Sen şimdiye kadar bizi kiminle sanırdın?” diyen sultânı yetiştiren îmân, ahlâk, ideal ve yüksek fikri iyi tanımak, derinden kavramak lazımdır. Ama şu var ki, insanlar gibi devletlerde doğar, en olgun seviyesine varır ve târih sahnesinden çekilirler... Osmanlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişamlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, yirmi milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zeval çizgisine doğru yürüyüp bu asrın başlarında târih sahnesinden çekildi. Osmanlıdan önce bir Türk devleti vardı, sonra da vardır. Türk devletinin sürekliliği esastır. Devleti idare eden hânedânlar, aileler değişmekte fakat devlet devam etmektedir. Buna rağmen son yirmi seneye kadar Türklerin ve müslümanların târihteki bu en büyük ve en uzun ömürlü devletine ağır İthamlar yapılmıştır. Hâlbuki târih, arşive dayanır. Bu sahadaki vesikalar yeni yeni elden geçirilirken yapılan ithamların elbette bir kıymeti yoktur. Târihleri zengin, medeniyetleri sağlam milletler büyük milletlerdir. Teknik buluşlarla medeniyeti karıştırmamak lâzımdır. En gelişmiş bilgisayar cihazı, daha yenilerinin yapılması ile, beş senede işe yaramaz hâle gelebilir. Medeniyet böyle mi? Yüz tane de yeni câmi yapılsa, Süleymâniye yine büyük ve vakur bir eser olarak kalır. Osmanlı’yı tanımak, onları anlamak mümkün mü? Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve kendilerini yönlendirmek için gadret sarfetmekte, öğrendiklerinden hisse almaya çalışmaktadırlar. Arşivlerimiz, bunun için, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır. Yirmibirinci asra girerken yeni nesillere İslâmiyet’i târihimizi, kültür ve medeniyetimizi öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde AT içinde yer alan, yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhafaza etmesi çok zordur. Bu sebeple diğer eserlerimiz gibi bu ansiklopedi de bugünün insanı kadar gelecek nesillerimiz de düşünülerek hazırlanmıştır. İlmî ve objektif usûllerle kaleme alınan bu ansiklopedinin faydalı olmasını dilerim. Saygılarımla ENVER ÖREN TERTİP HEYETİ İHLÂS MATBAACILIK, GAZETECİLİK ve SAĞLIK HİZMETLERİ A.Ş. adına sahibi ENVER ÖREN GENEL YAYIN MÜDÜRÜ İlhan Apak TERTİP HEYETİ Prof. Dr. Mustafa Ç. Varlık Prof. Dr. Kemâl Yavuz Doç. Dr. Ramazan Ayvallı : E. Müftü Muzaffer Durgut Sâim Kökçü : E. Müftü Burhan Kılıç : Öğretmen Yaşar Taşdemir : Öğretmen Ali Kara : Öğretmen : Öğretmen Mustafa Kuzu Ali Yılmaz : Araştırmacı Erdoğan Sevim : Araştırmacı Behâeddîn Apak : Araştırmacı TEKNİK SEKRETER Cemil Bilgiç KAMERA Mustafa Güntekin PİKAJ Mehmed Esen MONTAJ Abdülkâdir Güler BASKI ŞEFİ Mustafa Kum DİZGİ VE BASKI İhlâs Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş. Çatalçeşme Sokak No: 17 Cağaloğlu-İST. Tel: 513 99 00 (20 Hat) Telex: 22000 1. Cild (Abaza- Baltacı) KAPAKTAKİ RESİMLER: [1] Abdülaziz Han: (1830-1876). Otuz ikinci Osmanlı pâdişâhıdır. 1861’de tahta geçti. 1876’da tahttan indirilip şehîd edildi. [2] Beylerbeyi Sarayı: İstanbul-Boğaziçi’nde, Anadolu yakasındadır. Abdülaziz Han burada ikâmet etmiş, İkinci Abdülhamîd Han da hal’inden bir müddet sonra vefâtına kadar burada oturmuştur. [3] Bursa Ulu Câmii: Yıldırım Bâyezîd Han tarafından 1396-1400 yılları arasında Bursa’da yaptırıldı. Değişik zamanlarda tamir ve tezyîn edildi. En sonuncusu Adnan Menderes zamanındadır. [4] Anadolu Hisarı: Yıldırım Bâyezîd Han tarafından İstanbul boğazının en dar yerinde Bizans’a gelecek gemileri kontrol için yaptırıldı. İstanbul’un fethinde ve güvenliğinin sağlanmasında kullanıldı. [5] Sultan Ahmed Çeşmesi: 1728-1729 yıllarında sultan üçüncü Ahmed Han tarafından eşsiz bir san’at âbidesi olarak yaptırıldı. İstanbul’da Topkapı Sarayı’nın ilk kapısının (Bâb-ı hümâyûn) önündeki küçük meydanda olup, görenleri hayrette bırakmaktadır. ABAZA HASAN PAŞA Sultan dördüncü Mehmed Han devrinde, Osmanlı târihinin en büyük celâlî isyânını çıkaran âsi reisi. Silâhdar bölüğüne mensup kapıkulu süvârilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu Mehmed’in çıkardığı isyânı bastırarak meşhur oldu. 1648 (H. 1058)’de Yeni İl Türkmen voyvodalığına tâyin edildi ise de, ocak ağaları bu vazifeye getirilmesine razı olmadılar. Bu sebeble bir sene sonra vazifeden alındı. Abaza Hasan Paşa, vazifeden azledilmesini bahane ederek 1651’de Kastamonu’da ayaklandı. İzmit’i ele geçirip, yol keserek yağmaya başladı. Üzerine Sivas vâlisi İbşir Mustafa Paşa gönderilmek istenmişse de, vazifeyi kabul etmedi. Yerine Karaman beylerbeyi Katırcıoğlu Mehmed Paşa, Sivas vâlisi olarak tâyin edildi ve isyânı bastırmakla vazifelendirildi. Harekete geçince, İbşir Mustafa Paşa, Abaza Hasan Paşa ile birleşip, üzerlerine gelen kuvveti Aksaray civarında bozguna uğrattılar. Abaza Hasan Paşa kendini kuvvetli hissedince, halktan zorla vergi toplamaya başladı ve İbşir Mustafa Paşa’yı sadrâzamlığa namzet gösterdi. Eskişehir çevresini idaresi altına alıp, İstanbul’a mektuplar göndererek bâzı isteklerde bulundu. İstanbul’dan Boynueğri Mehmed Paşa başkanlığında bir hey’et gönderildi. Gelen hey’et, sipahiler ile yeniçeriler arasındaki anlaşmazlığı giderdi ve Abaza Hasan Paşa’yı isyândan vazgeçirip, Türkmen voyvodalığını verdi. İbşir Mustafa Paşa da, Haleb beylerbeyliğine tâyin edildi. Abaza Hasan Paşa Anadolu’daki vazifesinde iken, 1654’de eski müttefiki İbşir Mustafa Paşa sadrâzam olunca, Abaza’yı kendine müşâvir yaptı. İbşir Mustafa Paşa bir takım hâdiselere sebeb olduğundan altı ay sonra sadrâzamlıktan atıldı ve îdâm edildi. Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşa’nın intikâmını almak niyeti ile Anadolu’da faaliyetlere başladı. Bu sırada sadrâzam olan Süleymân Paşa, onu, müttefiki Seydi Ahmed Paşa ile birlikte Boğazhisar’ın muhafazası ile vazifelendirerek Anadolu’dan uzaklaştırdı. Boynueğri Mehmed Paşa sadrâzam olunca, 1656’da Abaza’yı Diyarbakır’a; bir sene sonra da yeni sadrâzam Köprülü Mehmed Paşa Haleb’e vâli tâyin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Abaza Hasan Paşa, Köprülü Mehmed Paşa’nın icrâatından memnun olmadı. Erdel seferi için yaptığı teklifi de reddetti. İsteği, sadrâzamın azledilmesi idi. Nihayet sadrâzama karşı bâzı vâliler ile birleşerek yeni ve büyük bir İsyân çıkardı. Macaristan üzerine Erdel seferini düzenleyen Osmanlı ordusu bu yüzden İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı. Bursa yakınlarına kadar gelen ve pek fazla ileri giden Abaza Hasan Paşa, dördüncü Mehmed Han’a haber gönderip; “Anadolu bizim, Rumeli onların olsun” demek cür’etinde bulundu. 1658’de Diyarbakır vâlisi Murtaza Paşa üzerine gönderildi ise de başarı gösteremedi. Mevsimin kış olması yüzünden kuvvetlerini Anteb’e çeken Abaza Hasan Paşa erzaksız kaldı. Etrafındaki kuvvetler dağılmaya başladılar. Kendisi de Birecik üzerinden Arabistan’a geçmeyi düşünüyordu. Bu sırada affedileceği söylenerek serdâr Murtaza Paşa tarafından Haleb’e çağrıldı ve yakalanarak otuz adamı ile birlikte îdâm edildi (Bkz. Celâlî isyânları). 1) Fezleke (Kâtib Çelebi, İstanbul-1287); cild-2, sh. 371 2) Târihi Nâimâ (İstanbul-1281, 83); cild-5, sh. 83, cild-6, sh. 163 3) Târih-i Gılmânî (Mehmed Halîfe, İstanbul-1340); sh. 34 4) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer-Purgstall, Tercüme, Mehmed Ata, İstanbul1332); cild-11, sh. 60 5) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı, Ankara-1983); cild-3, Kısım-1, sh. 386 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İsmâil Hâmi Danişmend, İstanbul-1971); cild3, sh. 476 7) Büyük Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1977); cild-5, sh. 372 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 4 9) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman, İstanbul-1965); cild-10, sh. 16 ABBÂS HİLMİ-I On dokuzuncu asrın ortalarında Osmanlıların Mısır vâlilerinden. Babası Ahmed Tosun Paşa’dır. Vehhâbîler üzerine sefer yapıp, onların fitne hareketlerine mâni olmak için vazifelendirilen Mehmed Ali Paşa’nın çok sevdiği torunudur. 1813 (H. 1228)’de Cidde’de doğdu. Mısır’da yetişti. Abbâs Hilmi, amcası İbrâhim Paşa’nın 1848 (H. 1264) senesinde vefâtı üzerine Mısır vâliliğine tâyin edildi. Bu sırada Osmanlılarda Tanzîmât devri başlatılmış ve Mısır’da da Avrupa’nın te’siri ile bir takım reformlar yapılmaya başlanmış, Avrupâî tarzda bâzı müesseseler açılmıştı. Avrupalıların menfaatlerine olan işlere, Abbâs Hilmi karşı çıktı. Reformlara uyularak açılan bu nev’iden bir takım kuruluşları kapattı. Bu kuruluşlarda misyoner gibi faaliyet gösteren pek çok Avrupalı danışman ve eğitimciyi vazifelerinden aldı. Devrin âlimlerinden Tahtâvî’yi 1850 senesinde Hartum’a gönderip, bir medrese açmasını istedi. Diğer taraftan masrafları kontrol altına aldığı gibi, vergilerde indirim yaparak halkın İktisadî durumunu oldukça iyi bir hâle getirdi. Kâhire’de bir harb okulu kurdu. Abbâs Hilmi, Tanzîmât fermanının Mısır’da tatbik edilmesine önce razı olmadı. Sonra İstanbul’dan Mısır’a gönderilen Fuâd Paşa vasıtasıyla ferman Mısır’da da îlân edildi. İngiliz propagandasına kanan Abbâs Hilmi, dedesi zamanında tâkib edilen Fransız politikasının zararlı olduğuna kanâat getirerek İngilizlerle anlaşma içine girdi. Onun zamanında bir İngiliz kumpanyası (şirketi), Kahire ile iskenderiye arasında demir yolu inşâatına başladı ve 1853’de tamamladı. Böylece İngilizler, kısa yoldan Mısır içlerine ulaşma fırsatını da elde ettiler. Abbâs Hilmi, dedesi Mehmed Ali Paşa’ya verilen fermanı değiştirerek, vâliliğe, ailenin en yaşlısının geçmesi usûlünü kaldırmak ve kendi yerine oğlu İbrâhim Paşa’yı bırakmak istiyordu. Bu maksadla oğlunu Abdülmecîd Han’a dâmâd yaptı. Fakat vefât etmesi ile bu işi gerçekleştiremedi. Abbâs Hilmi, Kırım harbinde Osmanlı sultânı Abdülmecîd Han’a yirmi bin kişilik bir ordu ve bir donanma göndererek yardımda bulundu. Bu yardımı gönderdiği sıralarda Kâhire’deki köşkünde aniden öldü. Zehirlenerek öldürüldüğü de rivayet edilmektedir. 1) Başbakanlık Arşivi (Mısır İrâdeleri, No: 581, 583) 2) Tezâkir (A, Cevdet Paşa, Nşr. Câvid Baysun, Ankara-1953); Kısım, 1-13, sh. 8, 9, 13, 40, 41 3) Târih (A. Lütfü Efendi, Nşr. Münir Aktepe, İstanbul-1984); cild-9, sh. 28-31 4) El-A’lâm (Hayreddîn Zirikli, Beyrut); cild-3, sh. 261 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 6 ABBÂS HİLMİ-II Osmanlı Devleti tarafından Mısır’a gönderilen son hidiv. 14 Temmuz 1874 (H. 1291) senesinde, İskenderiyye’de doğdu. Hidiv Tevfik Paşa’nın oğludur. Mısır’da prenslere âit mektebde okuduktan sonra İsviçre’de tahsîl gördü. Kardeşi Mehmed Ali ile beraber Viyana’daki Theresianum okuluna devam etti. 1892 (H. 1310)’da babasının vefâtı üzerine on sekiz yaşında Osmanlı Devleti tarafından Mısır hidivliğine getirildi. Abbâs Hilmi Paşa’nın genç ve idâri işlerde tecrübesiz olması sebebiyle, Osmanlı hükûmeti Mısır’da senelerce Osmanlı Devleti Mısır fevkalâde komiserliği yapan ve Mısır’ın idaresiyle ilgili işlerde tecrübesi ile tanınan Ahmed Muhtar Paşa’yı kendisine müsteşâr-ı hâs tâyin etti. Böylece İngiltere’nin, hidiv Abbâs Hilmi Paşa üzerindeki te’sir ve telkinleri önlenmek istenmişti. Fakat İngilizler, Mısır’ın içişlerine karıştılar ve Mısır’daki işgal kuvvetlerini artırdılar. Mısır ordusundaki yüksek rütbeleri ele geçirdiler. Mısır idarecilerini idare etmeye başladılar. Osmanlı komiseri olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa vazifesine devam ediyordu. Ancak İngiliz komiseri Lord Cromer ve ondan sonra yerine tâyin edilen Lord Kitchener ön plânda rol oynuyordu. Lord Kitchener, ekseriyetini Mısır halkından topladığı bir ordu ile Sudan’a saldırınca, İngilizler ile Fransızlar arasında uzun süren siyâsî tartışmalara sebeb olan Pasoda mes’elesi ortaya çıktı ise de, Fransız ve İngiliz ileri gelenlerinin savaş istememeleri üzerine kapanıp gitti. İkinci Abdülhamîd Han’ın, Abbâs Hilmi Paşa’ya verdiği hidivlik fermanında, Mısır’ın idaresi ve hudûdları hakkında bâzı değişikliklerden bahsedilmişti. O zamana kadar Mısır jandarması tarafından beklenen Akabe’nin Hicaz iline katılarak Osmanlı askerinin koruması altına verilmesi istenmişti. Bu durum, Akabe körfezi ağzındaki Tran adasının, Hindistan yolu üzerindeki çok elverişli bir deniz üssü hâline gelmesi ihtimâlinden dolayı, İngiltere’nin şiddetli itirazlarına ve uzun tartışmalara sebeb oldu. Sonra mes’ele Akabe’nin yine eski hâlinde kalması şeklinde ve İngilizlerin isteğine göre bırakıldı. Vazifesinin ilk senelerinde İngilizlerin idaresine muhalif bir siyâset tâkib eden Abbâs Hilmi Paşa, nâzırların reisliğine Fahri Paşa’yı tâyin etmek istedi. Bu sebeble Kâhire’deki İngilizlerin konsolos temsilcileri ile anlaşmazlığa düştü. Çok şiddetli bir hâl alan bu anlaşmazlık, Riyâz Paşa tarafından kurulan nâzırlar hey’eti tarafından hâlledildi. Abbâs Hilmi Paşa’nın, İngilizlere karşı muhalefeti de uzun sürmedi. Mısır daimî komiseri Ahmed Muhtar Paşa, Osmanlı Devleti’nin Mısır üzerindeki haklarının belli bir ölçüde, şeklen de olsa korunmasında büyük gayret göstermesine karşılık, Abbâs Hilmi Paşa bu derecede istikrarlı bir siyâset güdemedi. Abbâs Hilmi Paşa, 1893’de Ahmed Muhtar Paşa ile İstanbul’a gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han onu alâka ile karşılayıp, hediyeler verdi. Abbâs Hilmi Paşa, İstanbul’a geldiği senenin ertesi senesi Avrupa seyahatlerine çıkmaya karar verdi. Onun bu seyahatleri neticesinde Mısır’da idâri bir boşluğun doğması tehlikesi vardı. Bu sebeble Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin Mısır hidivi üzerinde etkili olmaması için Ahmed Muhtar Paşa’dan bu seyahatlere mâni olmasını istedi. Fakat Abbâs Hilmi Paşa bütün ısrarlara rağmen seyahatten vazgeçmeyince, Osmanlı Devleti gittiği her Avrupa ülkesinde onu tâkib etmeye çalıştı. Mısır’da ölçülü ve dengeli bir siyâset sürdüremeyen Abbâs Hilmi Paşa’nın, hem Mısır’da hem de diğer dış ülkelerde muhalifleri artmaya başladı. Neticede çeşitli sûikastlere mâruz kaldı. 1894’de suikast yapmak üzere olan bir İtalyan, İskenderiyye’de yakalandı. 1914’de ise, İstanbul’da uğradığı bir sûikaslde yaralandı. Bundan sonra da Birinci dünyâ savaşı çıkması sebebiyle bir daha Mısır’a dönemedi, İstanbul’da ve Avrupa’da yaşadı. Birinci dünyâ savaşı esnasında Almanlarla işbirliği yaparak Fransızları müttefiklerinden koparmaya çalıştı ise de muvaffak olamadı. Birinci dünyâ harbinin başlaması ile İngilizler 19 Aralık 1914’de Mısır’ı himayelerine alıp, Osmanlıların Mısır’daki haklarını da sona ermiş saydılar. Abbâs Hilmi Paşa’yı da hidivlikten azlettiler. Osmanlılar ise Abbâs Hilmi Paşa’nın hidivliğini Lozan andlaşmasına kadar geçerli saydılar. Abbâs Hilmi Paşa’dan sonra, amcası ve hidiv İsmâil Paşa’nın oğlu olan Hüseyin Kâmil, İngilizler tarafından Mısır’da sultan îlân edilerek hidivlik kaldırıldı. Böylece Mısır’ı Osmanlı idaresinden ayırarak kendi emellerine hizmet ettirdiler. 1923 senesinden sonra hayâtını İstanbul ve Viyana’da geçiren Abbâs Hilmi Paşa, Mısır’ın bağımsızlığa kavuşmasından ve Hüseyin Kâmil’in yerine Fuâd’ın kral olarak getirilmesiyle 1922’de hidivlik haklarını tamamen kaybetti ve malları müsadere edildi. Kendisi de, ömrünün son günlerini geçirdiği İsviçre’nin Cenevre şehrinde 1944 senesinde öldü. 1) Tezâkir-1, sh. 8, 404. 2, sh. 114. 4, sh. 58 2) Vak’anüvis Ahmed Lütfi Efendi târihi; cild-10, sh. 14, 28, 172 3) Madalyonun Tersi (Semih Nafiz Tansu, İstanbul-1970); sh. 25, 62 4) El-A’lâm; cild-3, sh. 260 5) Abbâs Hilmi Paşa’ya Suikast (İhsân Birinci, Hayat Târih Mecmuası, İstanbul1966); cild-1, sayı-4, sh. 85 6) Meşâhir-üş-şark (C. Zeydân, Kâhire-1902); cild-2, sh. 50 ABBÂS VESİM EFENDİ On sekizinci asır hekim, hattat ve astronomi âlimlerinden. İsmi Abbâs Vesim bin Abdurrahmân bin Abdullah’dır. Zamanında Kambur Vesim Efendi ve Derviş Abbâs Tabib isimleriyle meşhur oldu. On yedinci asrın sonlarında doğan ve küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abbâs Vesim, Bursalı Tabîb-i sultâni Ali Efendi ile onun hocası tabib Ömer Şifâî Efendi’den tıb; Yanyalı Es’ad Efendi’den hikmet ve Farsça; Ahmed Mısrî’den astronomi ve astroloji; hekimbaşı, kazasker ve ta’lik üstadı Kâtibzâde Mehmed Refiî Efendi’den tıb ve ta’lik yazı öğrendi. Galata’da oturan batılı hekimlerle münâsebet kurarak Latince ve Fransızca öğrendi. Bâzı İtalyanca tıb metinlerini Türkçe’ye tercüme ettirerek Avrupa’daki gelişmeleri tâkib etti. Abbâs Vesim Efendi’nin zekâsının kuvvetini, kabiliyetini ve açık fikirli olmasını bütün hocaları takdir ederdi. Bir ara tahsîl maksadıyla Hicaz, Şam ve Mısır’a gitti. Bir çok ilmî araştırmalarda bulundu ve tıb alanındaki bilgisini geliştirdi. İstanbul’a dönüşünde, Sultan Selim Câmii civarında bir eczâhâne ve muayenehâne açtı. Düstûr el-Vesim adlı eserinin sonunda belirttiği gibi, İstanbul’da kırk sene tabiblik yapması, bilgisinin artmasına sebeb oldu. Abbâs Vesim Efendi aynı zamanda tasavvuf yolunda da ilim ve edeb öğrendi. Halvetî ve Kâdiri tarîkatlarına mensub olup, son şeyhi Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Emin Tokâdî’dir. Abbâs Vesim Efendi, Arab, Fars, eski Yunan ve Latin lisanlarını yazı yazacak kadar bilirdi. Bâzı kaynaklar, onun 1762 senesinde vefât ettiğini yazıyorsa da, 1760’da vefât ettiği kesinlik kazanmıştır. Kabri, Edirnekapı dışındaki mezarlıktadır. Abbâs Vesim Efendi, Osmanlı tababetini tekâmüle doğru götürmekte büyük rol oynamış değerli bir zâttır. Tıb alanında şahsî tecrübeleri çoktur. Verem hakkında önemli tedkîkâtı ve en son keşiflere yakın mütâlâaları vardır. O, etiolojiye önem veren, tedavinin semptomatik olmasının gereğine inanmış iyi bir klinikçidir. Tıbbı iyice anlıyabilmek için fizik, mekanik ve tecrübî kimyayı bilmenin gerekli olduğunu savunmuştur. Bu konuda Tıbb-ı Cedîd-i Kimyevî adlı bir eser de yazmıştır. Ayrıca deontolojinin gelişmesine ve uygulanma şekline yön vermiştir, İbn-i Sînâ gibi eski tabiblerin eserlerinden ve kendi hocalarından öğrendiklerini toplamış; İstanbul’a gelen bâzı yabancı tabiblerle de görüşerek, Avrupalı tabiblerln eserlerinden ve batı metodundan istifâde etmiştir. Bunun neticesinde şöhretine sebeb olan Düstûr-ül-Vesîm fî Tıbb-il-Cedid vel-Kadîm adlı eserini yazmıştır. Doğu ve batı tıbbını karşılaştıran ve mükemmel bir külliyat olan bu eser, tıb târihimiz bakımından çok önemli sayılır. İki cild ve 2083 sayfadan ibaret olan bu büyük eser, tıbda bilinmesi lâzım olan kânunları anlatan bir önsözle başlar. Birinci bölümde baştan sona kadar, organ hastalıkları; ikinci bölümde kadın ve çocuk hastalıkları; üçüncü bölümde şişler ve ülserler; dördüncü bölümde basit ve bileşik ilâçlar anlatılmaktadır. Son sözde ise hekimlere nasîhatler verilmiştir. 1748 yılında yazdığı eserin üç nüshasından biri Bâyezîd, ikisi de Râgıp Paşa Kütüphânesi’ndedir. Abbâs Vesim Efendi’nin tıbba dâir diğer bir eseri de Vesîlet-ül-Metâlib fî ilm-itTerâkib’dir. Kısmen tercüme sayılır. Asıl yazarı Macar Gorgios’dur. İlâçlar hakkında mühim bir eserdir. Ayrıca kendisinin tecrübe ettiği ilâçlardan da bahsetmiştir. Abbâs Vesim Efendi’nin ikinci önemli esen Nehc-ül-Bülûg fî şerhi Zîc-i Ulug’dur. Sultan İkinci Mahmûd Han’a takdim edilen eser, Uluğ Bey Zîyci’nin Türkçe şerhidir. Önsözünden anlaşıldığına göre hocası Ahmed Mısrî’nin, Ulug Bey Zîyci’ni Türkçe’ye tercüme etmenin; Farsça’ya vâkıf olmayanlar için bir ihtiyaç teşkil ettiğini söyleyerek, bu vazifeyi kendisine vermesi üzerine bu eseri te’life başlamıştır. Verdiği Nehc-ülBülûg ismi, ebced hesabı ile te’lif târihi olan 1745 (H. 1158)’i göstermektedir. Açık Türkçe ile yazılmıştır. Bütün tatbîkâta âit misâlleri İstanbul arz ve tûl’üne göre kendisi tertib etmiştir. Eski Türk takvimini incelemiş ve metinde olmayan İbranî ve Rûmî takvimlerini ilâve etmiştir. Bir derecenin sinüsünü bulmakta Uluğ Bey’in tarif ettiği Gıyâsüddîn Cemşîd’e âit usûlü çok güzel îzâh etmiş ve tatbikatı birer birer tarif ve tâkib ederek 6 derecenin kirişine kadar yürütmüş, geri kalanını yalnız ifâde etmekle iktifa eylemiştir. Ahkâm-ı nücûma çok meraklı bulunduğu ve bütün esaslarına vâkıf olduğu, Zîyc’de bu konuya ayrılan kısmın şerhinde fazlaca îzâhât vermesinden anlaşılmaktadır. Bu eserin yazma nüshaları Bâyezîd Kütüphânesi, numara 4646’da ve Kandilli Rasadhânesi Kütüphânesi, numara 247/1’de kayıtlıdır. Ayrıca astronomi ile ilgili iki eseri daha vardır. Bunlardan başka şiirlerinin toplandığı mürettep Dîvân’ı ve Risâlet-ül-vefk adlı eserleri vardır. Dîvân’ı, Topkapı Sarayı Kütüphânesi, numara 961’de kayıtlıdır. 1) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 437 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 242 3) Mİr’üt-tevârîh (Semdânîzâde, İstanbul-1978); cild-2a, sh. 109 4) Tuhfe-i Hattâtîn (Müstekimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, İstanbul-1928); sh. 668 5) Silk-üd-dürer (Murâdî); cild-2, sh. 230 6) İslâmların ve bilhassa Türk Millet-i necîbesinin tababete ettikleri hizmetler (İbrâhim Paşa, İkdam Gazetesi, sene 1901, No: 2601) 7) Mecellet-ün-nisâb (Müstekimzâde); ur. 436 8) Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Târihi (Osman Şevki); sh. 169 9) Kitâbu Düstûru Vesim fit-tıbb-il-Cedîd vel-kadîm İncelemesi ve ortaya çıkan sonuçlar (Sırrı Akıncı, İ.Ü. Tıp Fakültesi, Tıp Târihi Enstitüsü, Uzmanlık Tezi-1964) ABDULLAH CEVDET Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış, Jön Türkler hareketini başlatanlardan ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk kurucularından. Diyârbekir-Birinci tabur kâtibi Ömer Vasfî Efendi’nin oğludur. 9 Eylül 1869’da Arapkir’de doğdu, 29 Kasım 1932’de öldü. İlk tahsilini doğum yeri olan Arapkir’de ve Hozat’ta yaptı. Ma’mûret-ül-Azîz (Elazığ) Askerî rüşdiyesini bitirdi. On beş yaşlarında İstanbul’a geldi. Kuleli Askerî tıbbiye idâdîsinden me’zûn olup, Mekteb-i tıbbiyyeye kayd oldu. Dindar bir aileye mensûb olmasına rağmen; o devirde Mekteb-i tıbbiyede hâkim olan biyolojik materyalist fikirlerin te’sirinde kaldı. Bilhassa arkadaşlarından İbrâhim Temo’nun verdiği Felix Isnard’in hezeyanlarla dolu Spiritualisme et Materialisme adlı eserinin te’sirinde kaldı. Dînin insan üzerindeki fonksiyonlarını inkâr eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan, materyalist görüşlere yer veren bâzı eserler yazdı. Siyâsete karşı da ilgi duyan Abdullah Cevdet, talebe iken 1889’da İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Mehmed Reşîd, Hikmet Emin gibi tıbbiyeli arkadaşları ilebirlikte sonradan İttihâd ve Terakkî cemiyeti adını alacak olan ittihâd-i Osmânî adlı gizli cemiyetin ilk kurucuları arasında yer aldı. Okuldaki gizli siyâsî çalışmaları sebebiyle bir kaç defa göz altına alınan Abdullah Cevdet, 1894’de Mekteb-i Tıbbiye’den me’zûn oldu. Dr. Diran Acemyan’ın asistanı olarak Haydarpaşa hastahânesinde göz doktoru yardımcılığına tâyin edildi. Aynı sene içinde, kolera ile mücâdele için Diyârbekir’e geçici vazifeyle gönderildi. Burada, İttihâd-i Osmânî cemiyetinin gelişmesi için çalıştı. Aralarında Ziya Gökalp’in de bulunduğu pek çok kimseyi cemiyete üye kaydetti. İstanbul’a dönünce de İttihâd-i Osmânî cemiyetinin yayımlayıp dağıtmayı plânladığı beyânnameyi kaleme aldı. Bu sırada devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle Erbâb-ı fesâddan (bozgunculardan) olduğu tesbit edilerek otuz üç arkadaşıyla birlikte tutuklandı ve arkasından Meclis-i vükelâ (Bakanlar kurulu) kararıyla 1896’da Trablusgarb’a sürüldü. Burada kurulan yedi numaralı İttihâd ve Terakkî şubesinin faal üyelerinden oldu. Ahmed Rızâ ve Mizancı Murâd’ın neşrettikleri; Mizân, Meşveret ve Mechveret Supplement Français adlı dergilere imzasız ve “Bir Kürt” takma adıyla yazılar gönderdi. Bu gizli ve yıkıcı faaliyetlerinin tesbiti üzerine Fîzan’a sürüldü ise de Tunus’a kaçtı. Sonra Paris’e geçerek Osmanlı Devleti’ni yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere katıldı. 1897’de Cenevre’ye giderek, burada yeniden kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin merkez komitesinde yer aldı. Kendisi gibi firarilerle birlikte çıkardıkları Osmanlı gazetesinin baş yazarı oldu. Mısır’da çıkan Kânûn-i esâsî, Romanya’da yayınlanan Sadâ-yı millet, Cenevre ve Londra’da yayınlanan Kürdistan dergilerinde bir kürt takma adıyla yazılar yazdı. 1899’da Viyana sefareti tabibliğine tâyin edildi. İlk zamanlarda maaşlarını İttihâd ve Terakkî cemiyetine gönderirken, daha sonra bundan vazgeçtiği için arkadaşlarıyla arası açıldı. Üç yıl kadar bu vazifede kalan Abdullah Cevdet, 1903 yılında tekrar Cenevre’ye giderek, bir matbaa kurdu ve İctihâd mecmuasını neşretmeye başladı. Arkadaşlarıyla birlikte Mart 1904’de Jön Türk hareketi içinde açıkça yıkıcı ve bölücü emeller taşıyan tek teşkîlât olan Osmanlı İttihâd ve İnkılâp cemiyetini kurdular. Yazılarında İkinci Abdülhamîd Han ve diğer hükûmet erkânı hakkında çirkin ifâdeler kullandı. Bir rüya adlı eseri neşrettiği için 20 Ekim 1904’de İsviçre’den sınır dışı edildi. İçtihâd dergisini ve kütüphânesini Mısır’a nakl ederek bölücü, yıkıcı ve din düşmanı fikirlerin yayılmasına çalıştı. Şûrâ-yı Osmânî cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İttihâd ve Terakkî cemiyetinin diğer ileri gelenleriyle arası açıldı. Mısır’da bulunduğu sırada meşhur İslâm düşmanı ve müsteşrik Dozy’nin Essai Sur L’histoire de L’islâmisme adlı kitabını Târih-i İslâmiyet adıyla tercüme etti. Sevgili Peygamberimizin hayâtını marazî psikoloji ile açıklamaya çalıştığı bu eserde, ne derece büyük bir din düşmanı olduğunu ortaya koydu. Bu sapık fikirleri sebebiyle dindar insanların samîmî duygularını rencide ettiği için pek çok kimse tarafından Adüvvullah Cevret yâni kendi yanlış fikrinden başkasını kabul etmeyen Allah düşmanı diye anılmıştır. Onun bu fikirlerine, o yıllarda Sırât-ı Müstakim dergisinde zamanın hakîkî âlimleri tarafından cevap verilmiştir. İkinci Meşrûtiyet’in ilânından ve İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra 1910 yılı sonlarında İstanbul’a dönen Abdullah Cevdet’in, İttihâd ve Terakkî cemiyeti ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu’nda İctihâd evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihâd dergisinin yayınına devam etti. Birinci cihân harbinin sonunda İttihâdçıların iktidardan düşmesine sevinen Abdullah Cevdet, 1910 yılında kurulan Osmanlı Demokrat fırkasının ikinci başkanı oldu. Daha sonra bu fırka Hürriyet ve İtilâf fırkasına katılınca, siyâsî faaliyetlerini Kürt Teâlî cemiyetine girerek devam ettirdi ve Vilâyât-ı Sitte’nin muhtariyeti (bağımsızlığı) için çalıştı. Anadolu üzerinde kirli emelleri olan vatan, devlet ve din düşmanlarıyla aynı safta yer aldı. Çıkardığı İctihâd mecmuası, din ve devlet aleyhinde yazılar yayınladığı için, bir çok defa kapatıldı. İctihâd’ın son defa kapatılması ise 30 Aralık 1913’de oldu. Bu arada İsviçre’ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de, isteği İsviçre hükûmeti tarafından kabul görmedi. İttihâdcılarla arasındaki münâsebetleri düzeltmek için, onların desteğiyle çıkan Hak gazetesinin baş yazarlarından oldu. Birinci cihân harbi sonunda mütâreke (ateşkes) îlân edilmesi üzerine, yeniden siyâset ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918’den îtibâren İctihâd dergisini yeniden çıkardı. Tekrar İttihâdcıların aleyhinde vazılar yazmakla birlikte, İngilizlerin himayesini isteyen İngiliz Muhibler cemiyetini kurdu ve ilk nizâmnâmesini hazırladı. Ayrıca İngilizlerle iş birliği yapan Kürdistan Teâlî cemiyetinde de önemli roller aldı. İctihâd mecmuasında devamlı surette dîni tezyif edici yazılar neşr etti. Bir ara sıhhiye müdürü olduysa da bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920’de bu vazifeye yeniden tâyin edildi ancak, beş ay sonra tekrar alındı. Yeniden İctihad’ı neşre başladı. 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında yeni bir din olarak bahâîliğin kabul edilmesini tavsiye etti. Hakkında açılan bir dâva neticesinde 20 Haziran 1922’de iki yıl hapse mahkûm oldu. Dâva temyizce bozuldu. Cumhuriyet döneminde de süren dâva, 30 Aralık 1926’da “Enbiyâ’ya ta’n fezâhat-ı lisâniyye” suçlarıyla ilgili maddenin ceza kânunundan çıkarılması üzerine düştü. İstiklâl harbinden sonra İctihâd mecmuasında yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. 1924’de Elazığ meb’ûsluğuna getirileceği yolunda söylentiler yaygınlaştı. Fakat aleyhindeki yayınlar ve söylenilenler sebebiyle meb’ûs (milletvekili) yapılmadı. Düşünce yapısını; bölücülük, millet ve din düşmanlığı üzerine kuran Abdullah Cevdet, yayınladığı İctihâd mecmuasında Türkiye’nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; “Neslimizi ıslâh etmek, kuvvetlendirmek (ıstıfâ’ya tâbi tutmak) için Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir” şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla yayınladı. Bu yazısı, o günlerde müslümanlar arasında büyük ve derin bir nefrete sebeb oldu. Ömrünün sonuna doğru sapık fikirleri ve dengesiz hareketleri sebebiyle tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet, 29 Kasım 1932’de öldü. Kendisi doktor olmasına rağmen tıb ile ilgili önemli bir çalışmasına rastlanmayan Abdullah Cevdet’in, bir kısmı te’lif, bir kısmı tercüme olan, İslâm düşmanlığını ve biyolojik materyalizmi anlatan eserleri bulunmaktadır. 1) İzâle-i şükûk (İsmâil Fenni Ertuğrul, İstanbul-1928) 2) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl İnal, İstanbul-1987); sh. 24 3) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri 1895-1908 (Şerif Mardin, Ankara-1964); sh. 162 4) Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi (M. Şükrü Hanioğlu, İstanbul-1981) ABDULLAH-İ İLÂHİ Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah’dır. Molla İlâhî, Şeyh-i Simâvî lakablarıyla tanındı. O zamanki adıyla Germiyan vilâyetinin (Kütahya) Simav kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) târihinde Rumeli Vardar Yenicesi’nde vefât etti. Kabr-i şerifi oradadır. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinde Molla İlahî’nin dîne hizmetlerinden ve kabrinin ziyaret edildiğinden bahsetmektedir. İlk tahsîlini doğduğu yerde yapan Abdullah-i İlâhî, sonra ilim ve irfan merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’ne kaydoldu. Aklî ve naklî ilimlerde yükseldi. Zamanın en meşhur âlimlerinden olan ders okuduğu hocası Alâaddîn Tûsî ile birlikte İran’a gitti. Kirman’da hocasının derslerine devam etti. Bundan sonra Semerkand’a gidip zamanın mürşîd-i kâmili ve evliyânın büyüğü, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup sohbetlerine kavuştu. Ondan feyz alıp, tasavvufda yetişti. İcazet aldıktan sonra hocasının işareti ile Buhârâ’ya geçip Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyaret ederek bir seneye yakın ibâdet ve tefekkürle meşgul oldu. Böylece Nakşibend hazretlerinin rûhâniyetlerinden de feyz alıp, olgunluğa erişti. Öyle ki, Behâeddin-i Buhârî (r. aleyh) kabrinden çıkıp ona gözükür, o da hâlini, rüyalarını anlatır, tâbirini dinlerdi. Abdullah-ı İlâhî, bir müddet sonra Semerkand’a hocasının yanına döndü ve sohbetlerine devam etti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona icazet verdi ve Anadolu’da vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyâsından Molla Abdurrahmân Câmî ile Herat’ta görüştü. Sonra memleketi olan Simav’a yerleşti. Simav’da bir dergâh kurup, burada insanın olgunlaşmasını, îmânın vicdânîleşmesini sağlayan Ahrâriyye yolunun edeblerini öğretti. Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı Çelebi Muhyiddîn Efendi’nin ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı oldu. Vezir Muhyiddîn Efendi’nin kendisi ve talebeleri için hazırladığı yerlerde oturmayı kabul etmeyip, Zeyrek Câmii’nin boş ve viran hâldeki medresesine yerleşti. Kısa zamanda herkesin mürâcât kaynağı oldu. İstanbul’daki evliyânın büyüklerinden Şeyh Vefâ ile görüşüp sohbette bulundu. Bir müddet Zeyrek Câmii Medresesi’nde ilim ve feyz saçtıktan sonra Evrenoszâde Ahmed Bey, onu Rumeli’de Vardar Yenicesi’ne götürmek istediğini arzetti. Yerine Semerkand’dan Anadolu’ya getirdiği talebesi Seyyid Ahmed Buhârî’yi bırakarak, bu daveti kabul edip Vardar Yenicesi’ne gitti. Evrenoszâde’nin yaptırdığı hânekâha yerleşti. Abdullah-i İlâhî, ömrünün sonuna kadar Rumeli Vardar Yenicesi’nde ikâmet edip, insanları manevî olgunluğa ulaştırmakla meşgul oldu. En meşhur talebeleri Emîr Ahmed Buhârî, Muslihiddîn Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Vardar Yenicesi’nde kıymetli eserler te’lif etti. Onun sebebiyle o belde îmâr gördü. Câmiler, hanlar, ziyâretgâhlar yapıldı. Abdullah-i İlâhî, mütevâzî, güzel ahlâk sahibi bir zât olup, çok kerâmetleri görüldü. Âbid Çelebi anlatır: “Abdullah-i ilâhî’nin huzurunda bir müddet kalıp sohbetlerine devam ettim. Kalbim açılmadı. Şeyh Muhyiddîn-i İskilîbîye gitmeye karar verdim. Bir gün câmide namaz kılıyordum. Aklımda hep bu düşünce vardı. Hocam da yukarıda namaz kılıyordu. Namazdan sonra bana dönüp; “Seni, namaz kılarken Muhyiddîn-i İskilîbî’nin şeklinde gördüm” buyurdu, özür diledim. Elini öptüm ve hizmetini nîmet bilip ayrılmadım. Gün geçtikçe gönlüm aydınlandı. Ard arda gelen feyzlerine kavuştum.” Abdullah-i İlâhî’nin en meşhur eserleri şunlardır: 1- Keşf-ül-Vâridât li tâlib-ilkemâlât ve gâyet-id-Derecât. 2- Meslek-üt-tâlibîn vel-vâsilîn: Tasavvufî bir eser olup, Türkçe yazılmıştır. Yazma bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Lala İsmâil kısmı No: 140’da mevcuddur. 3- Zâd-ül-müştâkîn: Vardar Yenicesi’ne gittikten sonra kaleme aldığı tasavvufî bir eser olup, yüzden fazla tasavvuf ıstılahının açıklamasıdır. Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmı No: 420’de bir nüshası vardır. 4Esrârnâme: Süleymâniye Kütüphânesi Hâşim Paşa kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 5- Risâle-i Vücûd: Vahdet-i vücûd mevzuunu îzâh için kaleme alınmıştır. Arabça olup, Süleymâniye Kütüphânesi Mihrişah kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 6- Risâle-i Ehâdiyye: Fârisî dille yazılmıştır. Hadarât-ı hams, âlem-i ceberut, âlem-i lâhût, âlem-i hakâik, cem’ul-cem’, gayb-ul-meçhûl, mâhiyet-ül-mâhiyyât, hüviyyet-i gayb, ehadiyyet gibi terimler açıklanmıştır. Şehîd Ali Paşa Kütüphânesi No: 1390’da bir nüshası vardır. 7- Menâzil-ül-kulûb: Rûzbihân-ı Baklî’nin Risâle-i kuds adlı eserine Farsça yaptığı şerhtir. Bu şerh, Muhammed Takî’nin Rûzbihânnâme adlı eserinin içinde yayınlanmıştır Tahran-1968). Kenz-ül-esrâr, Necât-ül-ervâh, Risâle-i Molla İlâhî veya Risâle-i Es’ile ve Ecvibe ve Mi’râciyye eserleri de Molla İlâhrye nisbet edilmektedir. Molla İlâhî’nin Türkçe eserleri onbeşinci yüzyıl Türk nesri bakımından çok önemlidir. ÖYLE BİR TÖVBE ETTİ Kİ!.. Abdullah-i İlâhî bir gün sohbet ederken, söz, çalışmak ve gayretten açılmıştı. “İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuşlardı. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü kabûllenmeyip, at hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun hâli nasıl oldu diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır.” Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar; “Duymadık” deyince anlatmaya başladı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsı olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada ahırın duvarlarından biri yarılıp içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâl karşısında, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömülmüş. Bu sırada ahırın duvarlarından biri daha yarılmış, daha parlak bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce, hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi zât, o iki kişiye niçin geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun yerine” at hırsızlığı yapan kişiyi tâyin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına vanp, onu gübreler arasından çıkardılar; gönlünü alıp, tebrik edip, kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın cenazesini kaldırmaya gidip, cenaze namazını kıldılar ve defnettiler.” Abdullah-i İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi; “Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyânın üçler yoluna girip, onlardan oldu diye bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o zâtlar yanına girdiklerinde, şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına saklanıp, ne kadar zorluk ve ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönetip riyazet çeken kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz.” Abdullah-i ilâhî hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini dinleyince, sohbetin başında kalbinde bâzı itirazlar bulunan o âlim kimsenin, içindeki şüphe ve yanlış düşünceleri temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini öpüp, özür diledi ve sevenlerinden oldu. 1) Nefehât-ül-üns tercümesi (Lâmii Çelebi, İstanbul-1289); sh. 460 2) Şakâik-i Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 262 3) Seyehatnâme (Evliya Çelebi, İstanbul-1318); cild-8, sh. 175 4) Tezkiret-i Latîfi; sh. 50 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 91 6) Sefînet-ül-evliyâ (Hüseyin Vassâf Halveti, Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma bağışlar No: 2305); cild-1, sh. 29 7) Güldeste-i Riyâz-ı İrfan (İsmâil Beliğ, Bursa-1302); sh. 140 8) Tâc-üt-tevârih 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1079 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 214 11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3099 12) Fevâid-ülbehiyye; sh. 145 13) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 358 ABDURRAHMÂN KUTUB Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup; Alim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî lakabları ile meşhur oldu. Zamanının kutbu idi. Hicrî on üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Hoşâb (Güzelsu)’da medfûndur. Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutb Muhammed bin Kâsım Bağdâdî’dir. Seyyid Abdurrahmân Arvâsî’nin büyük dedesi olan Seyyid Kasım Bağdadî, Hülâgu’nun Bağdâd katliâmı esnasında, Bağdâd’dan çıkıp, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde aile fertleri ile birlikte uzun yıllar kaldı. Kemâl derecesine erişen oğlu Muhammed Velî hazretlerini doğu Anadolu’ya gönderdi. Kendisi Mısır’a gidip Ezher Medresesi müderrislerine reislik yaptı. Daha sonra Medîne’de vefât etti. Anadolu’da kalan oğlu Muhammed Velî, Hakkâri beyi İbrâhim Han’ın kızı Fâtımâ Hanım’la evlenerek yüksek dağlar arasında geçidi zor bir yere, bir dergâhla, iki katlı bir câmi yaptırdı. Arvas (Van’ın Bahçesaray İlçesine bağlı Doğanyayla) köyünü kurdu. Burada nadide eserlerden bir kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşretti. Soyundan gelenler, onun yolunu tâkib ettiler. Seyyid Muhammed’in torunlarından Seyyid Abdullah genç yaşta ölünce, oğlu Abdurrahmân daha doğmamıştı. Annesi küçük yaşta babasız kalan bu oğlunun üzerine titredi; okuyup büyük âlim olması için çok îtinâ gösterdi. Daha küçük yaşta âlimlerin huzuruna gönderip, ilim öğrenmesini sağladı. Abdurrahmân, yedi-sekiz yaşlarında Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimlerde ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Bulûğ çağına gelince, Arvas’da seyyidlerin çoğalması için, annesi onu zorla evlendirdi. Her çocuğu dünyâya geldikçe, kendisinden çok annesi seviniyordu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Abdülhakîm-i Arvâsî, Abdurrahmân Arvâsî’nin torunlarıdır. Seyyid Abdurrahmân hazretleri, tasavvuf yolunda da yetişerek büyük bir velî oldu. Zamanın mürşid-i kâmili idi. Medresesinde talebe yetiştirmeye başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce Hak âşığı huzuruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular. Seyyid Abdurrahmân’ın ömrü, zahir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvas’taki medrese ve hankâhı; Hoşâb’da da (Güzelsu) bir medrese ve hankâhı vardı. İstanbul, Hicaz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen mes’eleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd nuruyla aydınlanmıştı. Bu sebeble sultan ikinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsını istirham eder, husûsî hediyeler ve selâmlarını gönderirdi. Seyyid Abdurrahmân, zamanın beylerine, paşalarına mektuplar yazarak nasihat eder, uzak memleketlere dahi mektuplar gönderirdi, İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbasî’ye yazdığı Fârisî mektuplar çok kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân’dan gelen başka bir mektubun sonuna şu satırları eklemiştir: “Mevlânâ hazretleri, bu mektubu, bu fakire 1778 (H. 1192) senesinde göndermiştir. Musîbete sabretmek lâzım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Bir kaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ’nın kerâmetini buradan anlamalıdır.” Torunlarından Muhammed Emin Efendi anlattı: “Van’da, yaz ayları çok kurak geçer. Halk yağmur yağmasını arzu edince dedem Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin mezarı başındaki taşı alırlar, alt taraflarda akan derenin suyuna sokarlar. O zaman yağmur yağmaya başlar. Taş, zaman zaman alınıp suya sokulduğu için incelmiş durumdadır. Bu, dedemin Allahü teâlâ katında ne kadar makbûl olduğunu gösterir.” KAN LEKELERİ!.. Seyyid Abdurrahmân, çok cömert ve ihsân sahibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için ortaya koyar, uzak yerlerde Allah yolunda cihâd edenlerin yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı: “Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan içinde geldiği bir gün kendisine; “Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?” diye sordum. O da; “Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemez isen, bu sırrı sana söylerim” dedi. Ben de; “Söylemem” dedim. Bunun üzerine; “Biz vazifemiz icâbı, zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz” buyurdu. Ben de, o yaşadıkça bu sırrı hiç kimseye söylemeyip sakladım.” 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023 2) Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 194 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, Sh. 302 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 165, 333 ABDURRAHMÂN GÂZİ Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetleri geçen mücâhid kumandan; Ertuğrul Gâzi’nin silâh arkadaşı ve Aydos kalesi fâtihi. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1329 (H. 730) târihinde vefât etti. Kabr-i şerifinin, Eskişehir yakınında kendi adıyla anılan köyde olduğu rivâyet edilmektedir. Abdurrahmân Gâzi, cihâd hizmetini yâni Allahü teâlânın dîninin yayılması ve O’nun kullarına duyurulması vazifesini, Osman Gâzi ve oğlu Orhan Gâzi devirlerinde de devam ettirdi. Târihe altın harflerle geçen bir çok kalenin fethine ve meydan muhârebelerine iştirak etti. Osman ve oğlu Orhan Gâzilerin gözü yerindeki kumandanlarından ve silâh arkadaşlarından idi. Osman Gâzi vefâtından önce, Abdurrahmân Gâzi ve diğer mücâhid silâh arkadaşlarını oğlu Orhan Gâzi’nin hizmetine verdi. Çavdar tatarının Karacahisar pazarını basması üzerine Lefke’ye (Osmaneli) yaptığı gazâdan dönen Osman Gâzi, oğlu Orhan’a; “Oğul! Her ne kadar bu tatarları yemin verdirip gönderdi isek de, bunlar söz tutmaz bir topluluktur. Bu defa var sen gazâ et! Hak teâlânın zafer vermesi ümîd olunur” diyerek onu cihâda gönderdi. Yanındaki mücâhid kumandanlarından Akça Koca, Konur Alb, Abdurrahmân Gâzi ve Köse Mihâil’e hitaben de; “Gâziler, silâh arkadaşlarım! Göreyim sizi. Din yolunda nasıl davranırsınız?” buyurdu. Abdurrahmân ve diğer mücâhid Gâziler, sonradan üç kıt’a ve yedi iklimde hükmeden Osmanlı Devleti’nin temelini attılar. Akça Koca, Samsa Çavuş ve Konur Alb; Akyazı, İznik ve İzmit ile meşgul olurken; Abdurrahmân Gâzi de, İstanbul tarafındaki hisarlara akınlar yaparak Bizanslıları şaşkına çevirdi, İstanbul’dan mücâhidlere gelecek saldırıları önledi. Zîrâ Bizans tekfuru, seçme askerlerini gâzilere karşı gönderiyordu. Abdurrahmân Gâzi, bu seçme Bizans kuvvetlerini, düzenlediği akınlarla zayi edip (kırıp), geri çekilmelerini sağladı. Gâziler geceleri uyumazlar, gündüzleri at sırtından inmezlerdi. Buraları müslüman toprakları yapmak azmiyle, kanlarını, canlarını feda edip hayırla yâd edilmek için çalıştılar. İznik’e yakın bulunan Kara Tekin’e yerleşen Samsa Çavuş, zaman zaman İznik’e akınlar ve baskınlar yaparak kale çevresinde sık sık görünmekte idi. İznik tekfuru bu baskınlardan yakınarak Bizans imparatorundan yardım istedi. İstanbul’dan toplanan Bizans kuvvetleri gemilerle Yalakova (Yalova)’ya çıkarıldı. Bunu haber alan Abdurrahmân Gâzi, bunlara baskın yaparak çoğunu kılıçtan geçirdi. Sağ kalanlar da bin bir zorlukla gemilere binip İstanbul’a döndüler. Abdurrahmân Gâzi, Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sınırında uç beyi olarak hizmet gördü ve Akça Koca ile istişâreli olarak gazâ ve fetihlerini sürdürdü. Orhan Gâzi’nin silâh arkadaşları kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit körfezi ve batıda İstanbul Boğazı ile hudûdlanmış olan yarım adaya girmekte gecikmediler. Akçakoca, Konur Alb ve Abdurrahmân Gâzi’nin akınları durmadan devam etti. Nihayet boğaziçi sahillerine kadar ulaştılar. Konur Alb, Akyazı ile Sakarya’nın iki tarafındaki kaleleri Rumların elinden aldı. Akçakoca da; Ermenipazarı, Ayan Gölü (Sapanca Gölü), Kandıra kalelerini ve daha sonra da kuvvetlerini birleştirip Samandra’yı fethettiler. Samandra’nın fethinden sonra, 1326 (H. 726) senesinde o mıntıkaya, fâtihinin adına izafeten Kocaeli denildi. Sakarya’nın kuzeydoğusundaki havaliye de Konur Alb’ın ismine izafeten Konrapa denildi. Aydos kalesi, Aydos dağının doğu tarafında inşâ edilmiş bir kale olup, Konur Alb ile Abdurrahmân Gâzi tarafından fethedilmiştir. Abdurrahmân Gâzi’nin ismi söylendikte akla, Aydos kalesi; Aydos kalesi denince de Abdurrahmân Gâzi gelir. Bu kale feth edilirken vuku bulan kale kumandanının kızı ile Abdurrahmân Gâzi’nin macerası gerek Rum ve gerekse Türklerin hafızalarında silinmez izler bırakmıştır Abdurrahmân Gâzi, İzmit’in fethinde de büyük hizmetlerde bulundu. Samandra tekfurunun fidyesi bahanesiyle İzmit’e gitti. Kaleyi inceleyen ve çevreyi tanıyan Abdurrahmân Gâzi, geldiğinde İzmit’in nasıl alınabileceğini Orhan Gâzi’ye bildirince, Pâdişâh da onu orduya rehber ve öncü tâyin etti. Mücâhidlerin tedbir, gayret ve îmânları neticesinde küfrün en büyük kalelerinden İzmit de fethedilmiş, çan sesi yerine burçlarda ezân-ı Muhammedi okunmaya başlanmış oldu. Ömrü, muhârebe meydanlarında, İslâmiyet’e hizmetle geçen Abdurrahmân Gâzi, 1329 yılında vefât etti. AYDOS KALESİNİN FETHİ 1328 (H. 728) târihinde Orhan Gâzi, Abdurrahmân Gâzi ile Konur Alb’den Aydos kalesinin fethedilmesini istedi. Ancak kalenin çok sağlam istihkâmları, işin uzunca bir zaman alacağını göstermekteydi. Bu sebeble mücâhid Gâziler bir fırsat zuhur edeceği ve zaferi böyle sağlayacakları ümidini beslemekte ve sebeblere yapışıp Allahü teâlâya tevekkül ederek hazırlıklarını sürdürmekte idiler. Nitekim hadis-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını murâd ettiğinde onun sebeblerini de hazırlar” buyrulduğu üzere, burada da hâdiseler öylece gelişti. Aydos kalesi tekfurunun güzel bir kızı vardı. Bir gece rüyasında dar ve derin bir kuyuya düştüğünü gördü. Kendisini kurtarmak için tutunacak bir şey, bir çıkış yolu da bulamadı. Yakınlarından kimse feryadına cevap vermedi. En sonunda bu korkunç kuyunun ölümüne sebeb olacağı korkusuyla ümidi kırıldı. Çırpınmaktan vazgeçtiği sırada nûr gibi parlayan bir genç, karanlık kuyunun kenarına gelip, onu bu tehlikeli çukurdan çıkardı ve ipekten elbiseler verdi. Uyandığında gördüğü rüyadan hayretler içinde kaldı. Gece gündüz rüyada gördüğü yiğidin hayâli gözünün önünden gitmez oldu. Kendi kendine; “Benim hâlim ne oldu ki, beni bu çukurdan çıkardı. Giyecekler verdi ve hem durduğum yerden gitti, öyle anlaşılıyor ki, benim hâlim başka türlüye dönse gerek” diye düşünürken, ansızın Türkler kale önünde göründü ve muhasara başladı. Muhasara bir müddet devam etti. Kale çok sağlam ve burçları yüksek olduğundan fethedilemedi. Tekfurun kızı, gönül alıcı, pırıl pırıl bir günde içini karartan kederleri ve merakı bir parça olsun dağıtmak için kale burçlarında savaşmaya çıktı. Birden aşağıda Türk askeri önünde dimdik duran Abdurrahmân Gâzî’yi gördü. Rüyasında kendisini kuyudan çıkaran kişi olduğunu anladı. Gördüğü rüyanın tâbirini kendisi yaptı ve müslümanlar arasına katılmanın lüzumunu duydu. Odasına gidip rumca bir mektup yazdı. Bu mektupta, rüyasını anlatıp müslüman olmak istediğini belirtip; “Dileğiniz bu kaleyi almak ise, şimdi kaçarcasına kale önünden çekiliniz ve filân gece, bir kaç yiğitle gizlice duvarların altına geliniz, o vakit kaleyi kolaylıkla ele geçirmiş olursunuz” diye yazmıştı. Yalvarışlarla dolu olan mektubu bir taşa sardı. Savaşır gibi yaparak kaleden o taşı Türk askerlerinin arasına attı. Taş yuvarlanıp Abdurrahmân Gâzî’nin önüne düştü. Abdurrahmân Gâzi, sarılı taşı görünce hemen mektubu aldı ve doğruca Akçakoca’nın yanına sitti. Mektup, yazıdan anlayanlara gösterildi. İçindekiler anlaşılınca Konur Alb’in de iştirakiyle durum müzâkere edildi. Sonunda geri çekiliş plânları düzenlendi. Kaleye son bir taarruz yapıldıktan sonra kendi oturdukları Samandra hisarını da ateşe vererek düşmana bölgeden Türklerin çekildikleri zannını vermeyi uygun gördüler. İş bundan sonra kararlaştırıldığı şekilde yapıldı. Aydos hisarı halkı, Türklerin korku ve yılgınlıktan çekildiklerini zannederek sevinçten kendilerinden geçip, yiyip içmeye başladılar. İşin nereye varacağından habersiz, sarhoş oldular. Abdurrahmân Gâzi mektupta belirtilen gece, yanında seksen yiğitle kızın dediği yere geldi. Kız, Gâzi Abdurrahmân’ı bekliyordu. Onun geldiğini görünce, hisar bedenine ip bağlayarak aşağıya sarkıttı. Abdurrahmân Gâzi bir örümcek misâli ipe tırmanarak kaleye çıktı. Arkasından bir avuç bahadırı da kaleye çıkardı. Kızın tavsiyesine uyarak kale kapılarını bekleyen askeri zararsız hâle getirmek üzere hisarın kapısına vardılar. Sızmış, uyuyan kapıcının yatağında buldukları kale anahtarları ile hisar kapısını açtılar. Plân gereğince dışarda hazır olan Akça Koca ve gâziler içeri girerek kaleyi ele geçirdiler. Böylece Aydos kalesi fethedildi. Kalenin fethinden sonra Abdurrahmân Gâzi, tekfur ile kızını ve pekçok ganimeti Yenişehir’de bulunan Orhan Gâzi’ye götürüp teslim etti. Keremli pâdişâh Orhan Gâzi, âlemin tek sahibi yüce Allah’a şükürler ettikten sonra Aydos kalesi tekfurunun gönüller alan güzel kızını Abdurrahmân Gâzi ile nikahladı ve sayısız ganimetlerle mükâfatlandırdı. Evliliklerinden Karaca Abdurrahmân adıyla tanınan bir oğulları oldu. Bu delikanlı öyle bir mücâhid oldu ki, İstanbul’da yaşayan kâfirler rahat ve huzuru unuttular ve gözlerine uyku girmez oldu. Bizans kadınları çocuklarını; “Karaca Abdurrahmân geliyor, ağlama!” diye korkuturlardı. 1) Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde, İstanbul-1332); sh. 33 2) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Mehmed Neşri, Ankara-1987); cild-1, sh. 139 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 15 4) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 117. 5) Devlet-i Osmaniyye Târihi; (Hammer); cild-1, sh. 93 6) Devlet Kuran Kahramanlar; (Safa Öcal, İstanbul-1987); sh. 90 ABDÜLAZÎZ HAN Babası ............................. : Mahmûd-II Annesi ............................. : Pertevniyâl Sultan Doğumu ........................... : 8 Şubat 1830 Vefâtı .............................. : 4 Haziran 1876 Tahta Geçişi ..................... : 25 Haziran 1861 Saltanat Müddeti ............... : 14 sene Halîfelik Sırası ................... : 97 Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi. Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı. Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır. Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı. Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı. Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi. Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu. Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa). Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı. Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...” Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu. Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı. Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı. Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu. Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi. Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı. Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi. Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı. Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır: “Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu. Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.” Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı. Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır. Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır. Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu. Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi. Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi. Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi. Fer’iye Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi. Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu. Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın odasına toplandı. Devlet ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler. Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp askerlikten tardettiler. Ertesi gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular. Sultân’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm, daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir. İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild, 270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi). İleri görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi. Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu. Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı. Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu. Sultan Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862 senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek, bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865 senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî binasında yeniden eğitime başladı. Sultan Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar yaptırdı. O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbulParis demiryolu imtiyazı Avusturya firmasına verildi. Bu demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesi bâzı îtirâzlara yol açtı. Fakat Pâdişâh, halkın rahatı için; “Demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin” diyordu. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1873’de işletmeye açıldı. 1862’de mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Niş, Bosna, Vidin, Samsun, Amasya, Kastamonu’ya yeni yollar yapıldı. İstanbul’da tramvay yapılarak Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Karaköy ve Eminönü arasında demir köprü (Galata/Mecidiye köprüsü) yapılarak hizmete açıldı. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle nehirleri üzerinde gemi işletilmesi teşebbüsleri ilk defa başlatıldı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtım inşâsı yabancı şirketlere ihale edildi, idâre-i Azîziyye adı ile bir Seyr-i sefâin idaresi kuruldu ve Boğaz’da gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriyye’ye imtiyazlar verildi. Sultan Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı. Bu devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka, 1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü. Sultan Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu. Gayet ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı. Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini kabul ettirdi. Sultan Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü. Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir. Çok müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı tamamlatmıştır. Sultan Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur. Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı. Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr edememektedir. Sultan Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar: “Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp, yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle dinlerdi.” Sultan Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin, Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma sultanlardır. Sultan Abdülazîz Han Devri Kronolojisi 6 Ağustos 1861 Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması. Âlî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı. 22 Kasım 1861 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı. 15 Haziran 1862 Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa tutması. 23 Ağustos 1862 Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi. 31 Ağustos 1862 İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması. 8 Eylül 1862 İstanbul protokolünün imzalanması. 5 Ocak 1863 Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı. 3 Nisan 1863 Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati. 1 Haziran 1863 Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı. 28 Haziran 1864 Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul protokolünün imzası. 28 Mayıs 1866 Mısır veraset usûlünün değişmesi. 2 Haziran 1866 Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi. 5 Haziran 1866 Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı. 2 Eylül 1866 11 Şubat 1867 24 Mart 1867 Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması. 10 Nisan 1867 21 Haziran 1867 Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi. 7 Ağustos 1867 Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi. 1 Nisan 1868 Kuvvetler birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı devletin kuruluşu. 2 Ekim 1868 Sadrâzam Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi. 12 Şubat 1869 Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü. 19 Kasım 1869 Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi. 11 Mart 1870 Bulgar kilisesinin bağımsızlığı. 13 Mart 1871 Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın imzalanması. 7 Eylül 1871 Âli Paşa’nın ölümü. 8 Eylül 1871 Mahmûd Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı. 25 Eylül 1871 Tanzîmât devrinin son bulması. 31 Temmuz 1872 Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı. 19 Ekim 1872 Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı. 15 Şubat 1873 Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı. 15 Nisan 1873 Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması. 15 Şubat 1874 Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı. 13 Nisan 1875 Hersek’te isyân çıkması. 26 Nisan 1875 Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı. 26 Ağustos 1875 Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı. 6 Ekim 1875 31 Ocak 1876 Dış kredilerle ilgili karar. Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı âlîye tebliği. 2 Mayıs 1876 4 Mayıs 1876 10 Mayıs 1876 Bulgaristan’da isyân çıkması. Selanik Vak’ası. Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto yürüyüşüne sevketmesi. 12 Mayıs 1876 Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı. 13 Mayıs 1876 Berlin memorandumu. 30 Mayıs 1876 4 Haziran 1876 Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi. Abdülazîz Han’ın şehâdeti. 1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul1920); cild-2, sh. 35 2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986); cild-2-4 3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh. 22, 56, 196, 222 4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat, İstanbul-1319) 5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37 6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul, 1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254 7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı (Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324) 8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333) 9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin, İstanbul-1940/1953); cild-1-3 10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197 11) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı: 6(83), sh. 321 12) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967) 13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21 14) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021 15) Eshâb-ı Kiram; sh. 280 16) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 69 17) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141 18) Türkiye ve Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169 19) Sergüzeştnâme (Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310) 20) Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324) 21) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326) 22) Mir’ât-ı şuûnât (Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328) 23) Hâtıra-i Âtıf (Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7) 24) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı6 (83)-1926) ABDÜLEZEL PAŞA Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen kıymetli bir paşa. İkinci Abdülhamîd Han’ın kahraman ve şehîd kumandanlarındandır. 1827 (H. 1243) senesinde Konya’nın Hadim kazasında doğdu: 1897 (H. 1315) senesinde yapılan Osmanlı-Yunan harbinde şehîd düştü. Abdülezel Paşa on altı yaşında iken er olarak orduya girip asker oldu. On iki sene kadar Arabistan’da kalıp, Osmanlı ordusunda sadâkatla hizmet etti. Bu sâdık ve gayretli hizmetleri neticesinde çok sevilip subaylık rütbesi verildi. 1853’de Hüsrev Paşa’nın yâveri olarak Kırım muhârebesine katıldı. 1857’de Karadağ, 1868’de Girid isyânlarını bastırmak için vazîfe aldı. Gösterdiği başarılar üzerine her vazifesinin akabinde bir rütbe, çeşitli nişanlar ve madalyalar verildi. 1872 senesinde binbaşı rütbesi ile Giresun taburuna tâyin edildi. Bu taburla birlikte Sırbistan muhârebesine katıldı. Bu seferde, Aleksin mevkiindeki savaşta büyük kahramanlık gösterdi. Plevne muhârebesine de katıldı. Bu sırada Mirliva yâni albay idi. Târihimizin altın sayfalarından olan Plevne müdâfaasında Gâzi Osman Paşa’nın mert ve kahraman silâh arkadaşlarından biri de Abdülezel Paşa idi. Bu savaşta da fevkalâde kahramanlık gösterdi. İstanbul’a dönünce, İkinci Abdülhamîd Han, Abdülezel Paşa’nın göğsüne kendi eliyle müstesna bir kahramanlık nişanı olan Plevne madalyasını taktı. Abdülezel Paşa bundan sonra, jandarma teşkîlâtına tâyin edilerek Hicaz’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a geldi ve paşalığa yükseldi. Anadolu terbiyesi ile büyüyen ve erlikten paşalığa yükselen bu köylü çocuğu, dînin emirlerine bağlı sâlih bir müslüman idi. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Sesi güzel olup, serî okurdu. Yakın dostları onun devamlı hatim okuduğunu ve buna aralıksız elli sene devam ettiğini söylemişlerdir. Memleketi Hâdim’i ziyarete geldiğinde, dostlarından birine; “Cenâb-ı Hak, hafızlık nîmeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehîdlik rütbesidir!” diyerek şehîd olma arzusunu dile getirmiştir. Abdülezel Paşa, 1897 senesinde vuku bulan Osmanlı-Yunan harbinde Alasonya ordusunun İkinci tugay kumandanı idi. Yirmi altıncı ve son defa savaşa katılıyordu. Savaş başlar başlamaz, Yunan kuvvetleri Osmanlı hududlarına hücum etti. Ordusuyla Alasonya’da bulunan ve hücuma geçmek üzere hazır bekleyen Abdülezel Paşa, hücum emrini alır almaz, birliği ile Pınarhisar’a yürüdü. Hududa ulaşınca, bir avuç Osmanlı askerinin, hudut kulelerine hücum eden Yunan kuvvetlerine karşı kahramanca dövüştüğünü gördü. Üzerlerine yağmur gibi mermi ve top gülleleri yağdığı hâlde kahraman Osmanlı askerleri bu dehşetli hâle aldırmadan müdâfâ ediyorlar ve şehîdlik mertebesine, sevinerek koşuyorlardı. Abdülezel Paşa, bu hâli görünce hemen harekete geçti. Ancak düşmanın açtığı şiddetli top ateşinden bir türlü kulelere yanaşılmıyordu... Hiddetinden yerinde duramayan Paşa; “Aman yâ Rabbî! Cayır cayır yandıklarını ve şehîd düştüklerini görüyoruz da yardım için birtürlü yanaşmaya fırsat bulamıyoruz. Vatan evlâtları kulelerde mahvolacak. Ah bir akşam olsa, ortalık kararsa!” diye çırpınıyor ve çok üzülüyordu. Nihayet beklediği zaman geldi ve ortalık karardı. Hemen bir tabur asker alıp kulelerdeki askerleri kurtardı. Bundan sonra sabaha kadar tugayını mevzilere yerleştirip, savaşa hazır hâle soktu. Sabahın erken saatlerinde Yunan mevzilerini topçu ateşi altına aldı. Bir müddet sonra birliğine hücum emri verdi. Artık silâhlar konuşuyordu. Abdülezel Paşa, emrindeki tugayı ile düşmana yaklaştıkça, düşman adım adım geri çekiliyor ve bâzan da aniden saldırıyordu. Abdülezel Paşa’nın birliği, saldırılara kahramanca karşı koyuyor ve düşmanı püskürtüyordu. Abdülezel Paşa askerleri ile devamlı ön cephede çarpıştığından, yanındaki kumandanlar; “Paşa hazretleri, biraz geri çekilseniz! Düşman mermileri etrafınızda uçuşuyor!” dediler. Bunun üzerine Abdülezel Paşa şöyle dedi: “Ey oğul! Eceli gelmeden insan ölmez. Ben elli senedir böyle savaştım! Hamdolsun hiç bir şey olmadı. Hep şehîd olmayı aradım fakat kavuşamadım! Keşke şimdi kavuşabilsem. Ölmek korkusu ile yerimi terkedip geri çekilemem!...” Abdülezel Paşa, mermi sesleri arasında gür sesiyle emrindeki birliği teşvîk etmek için bir hitabede bulundu. Abdülezel Paşa, emrindeki birliğe yaptığı bu konuşma ile askeri şevke getirdi ve birden bire atına atlayıp mahmuzlayarak hücum etti. Emrindeki birlik de aynı arzu ile kendisini tâkib etti. Artık, Yunan askeri kaçıyor, kahraman Türk askerleri, Allah Allah nidalarıyla düşmanı kovalıyorlardı. Abdülezel Paşa yetmiş yaşında olmasına rağmen delikanlı çevikliğiyle at sürüyor, silâhını doğrultup kurşun atıyordu. Sonunda alnına bir düşman kurşunu isabet etti. Kanlar içinde yıkılmadan atının yelesine yapışarak bir müddet daha gitti. Mertebelerin en yücesi olan şehîdliğe kavuşmuştu. Durumu anlıyan Gemlik tabur komutanı onu atından indirdi. Sanki güler gibiydi, önce Pürnartepe’ye defnedildi. Sonra Alasonya’ya naklolundu. Kahramanlıkları dilden dile anlatılan bu şehîd kumandanın kabri üzerine, Sultan Abdülhamîd Han bir türbe yaptırdı (Bkz. Yunan Harpleri). BİR ŞEHÎDÎN SON SÖZLERİ!.. Abdülezel Paşa, şehîd olduğu son savaşında askerlerine şöyle hitâb etmiştir. “Askerlerim! Yiğitlerim! Kahraman evlâtlarım? Dînimize, namusumuza ve vatanımıza göz diken düşmana haddini bildirmenin tam zamanıdır! Bilirsiniz ki hâinler korkak olur. Biz düşman üzerine yürürsek onlar kaçarlar. Hep beraber Allah, Allah! diyerek hücum edelim!...” Sonra da Papalivata, Tırpan ve Misfaki tepelerini göstererek şöyle dedi: “Aslanlarım! Şu gördüğünüz tepenin zaptı bizim için çok mühim ve pek şanlı bir muzafferiyet kazandıracaktır. Siz ki Milona geçidi gibi en zor geçidi aşıp, en çetin yerlere hücum ederek Osmanlı’nın kahramanlığını bütün cihâna gösterdiniz. Siz kahramanların evlâtlarısınız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu tepenin Üzerinde vuku bulacak kahramanca bir hücumla zâten gözü yılmış olan düşmanı tamamen perişan edeceğinizi, sancağımızı oraya dikerek Osmanlının şânını yücelteceğinizi ümîd ediyorum. Eğer bu tepeyi zaptederseniz önümüzde çiçeklerle süslenmiş geniş bir zafer sahrası açılacak. Bütün İslâm âlemi ve Osmanlılar, sizin bu kahraman muzafferiyetinizden dolayı ilân-ı şükran ve iftihar edeceklerdir. Analarınız sizi bugün için doğurdu, bugün için büyüttü! Yeryüzünde bulunan bütün müslümanların kıymetli halîfesi şevketli pâdişâhımız Abdülhamîd Han hazretleri sizi bugün için yetiştirdi. Vatan bugün sizden fedâkârlık bekliyor! Hülâsa bugün şan ve namus, devlet ve millet sizin süngülerinizle ayakta duracaktır... Eğer arslanlar gibi bir hücumla şu tepeyi zaptedecek olursanız, namusu korumuş ve vatanı yüceltmiş olursunuz. Devletimizin gelecekteki zaferlerine de öncülük etmiş olacaksınız. Asker evlâtlarım! Size son bir vasiyetim vardır ki, bu vasiyetimin yerine getirilmesini rica ederim! Eğer ben şu tepeyi zaptettiğinizi ve oraya hâkim olduğunuzu görmeden şehâdet şerbetini içersem, benim cesedimi şehîd olduğum yere defnetmeyin. Bu tepeyi mutlaka ele geçirin ve benim için o tepe üzerinde bir kabir kazarak oraya defnedin! Şayet bu tepeyi ele geçiremeyecekseniz, bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kurtlara kuşlara yem olsun! Evlâtlarım! Sizin dağları aşan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanamaz. Bu bakımdan mutlaka bu tepeyi zaptetmenizi istiyorum!.. Tevfîk-i ilâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberi yaverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet-penâhî, fark-ı iftihârımız da efserimiz (tacımız) dır. Haydi arslanlar! Arş ileri dâima ileri...” 1) 1897 Osmanlı-Yunan Harbi (G. Kurmay Başkanlığı Yayını, Ankara); sh. 97 2) Resimli Târih Mecmuası; sh. 3002 3) Şehîd-i Mübeccel Abdülezel Paşa’nın Hayâtı ve Şehâdeti (Mustafa Özkul, İstanbul1975) 4) Hadim ve Hâdimiler Bibliyografyası (Nûman Hâdimoğlu, Ankara-1983); cild-1, sh. 147 ABDÜLFETTÂH-I BAĞDADÎ AKRÎ İstanbul’daki âlim ve evliyânın, Eshâb-ı kiramdan sonra en üstünlerinden. 1778 (H. 1192) senesinde doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebelerinin üstünlerindendir. Tasavvufda yüksek derecelerin sahibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. İstanbul halkı senelerce ilminden istifâde etti. 1864 (H. 1281) senesinde Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti. Abdülfettâh hazretleri, küçük yaşta Bağdâd’ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Fıkıh ile ilgili mevzuları cevaplandırmada meşhur idi. Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh-ı Bağdadî hazretleri tasavvufta da yetişmek istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Meşakkat ve sıkıntılara çok katlanırdı. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (r. aleyh) onu, İstanbul’daki zamanın sultânına iki defa gönderdi. Bu yolculuklarının ikisinde de yaya gidip geldi. Memleketinde ve seferde Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hiç ayrılmazdı. Hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Hilâfet-i mutlaka ile me’zun oldu. Şeyh Abdullah-ı Hirâtî vefât edince, onun yerine ders vermeğe başladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin ilminin derinliği, evliyâlık derecesinin üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Dünyânın her yerinden talebeler akın akın Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ilminden istifâde etmek için Bağdâd’a geliyorlardı. İstanbul’dan da talebelerin pek çoğu Bağdâd’a gidiyordu. İsteklilerin hepsinin Bağdâd’a gitmesi mümkün değildi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, bunu telâfi etmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi. Abdülfettâh (r. aleyh) İstanbul’a gelerek, Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nuh kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, talebesi oldu. Senelerce hizmette bulunup bir çok insanın ilâhî nîmetlere kavuşmasına sebeb oldu. Vefâtından bir kaç gün evvel, talebeleri ve tanıdıkları ile helallaşmış ve vasiyetini bildirmiştir. Mezarı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile Selimiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanının batı köşesindedir. Eshâb-ı kiram (r. anhüm) hâriç, Edirnekapı ile Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ve Zeyrek’teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ile birlikte İstanbul’da bulunan en yüksek üç evliyâdan biridir. Sevenler kabrini ziyaret ederek, rûhâniyetinden istifâde etmektedir. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 971 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 23 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 270 ABDÜLGANÎ NABLÜSÎ Osmanlılar devrinde yetişen büyük âlim ve velî. 1640 (H. 1050)’de Şam’da doğdu. 1731 (H. 1143)’de Şam’da vefât etti. Doğumuna yakın Şam’da bulunan büyük bir velî; onun büyük bir âlim olacağını müjdeleyip isminin Abdülganî konmasını söylemiştir. O âlimin sözünü tutarak, doğan çocuğuna Abdülganî ismini veren babası, ona küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğretti. On iki yaşına kadar İslâm terbiyesi vererek büyüttü. On iki yaşında babası vefât edince, ilim tahsiline başladı ve zamanının meşhur âlimlerinden ders aldı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Nahiv, meâni, beyân ve sarf ilimlerini Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den; fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den; hadis ve ona âit ıstılahları, Hanbelî mezhebi âlimi Abdülbâkî’den; tefsîr ve nahvi Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam ederek icazet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâhim bin Mensur el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da nakîb-ül-eşrâf seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvî, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, Şerh-ut-Tenvîr kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pek çok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da Şeyh Ali Şebrâmelîsî de ona icazet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Sa’îd el-Belhî’den tâlim eyledi. Bu iki yolun feyz ve marifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti. Yirmi yaşında ders vermeye ve kitap yazmaya başladı. Hicaz, Mısır ve İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Ümeyye’ye gidip, çeşitli dersler okutur; ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’e devam ederdi. Sonra, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadis-i Erba’în, Ezkâr-un-Neveviyye ve başka eserlerini okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Ümeyye Câmii yakınındaki evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufta ilgili eserlerini tedkîk ve mütâlâa ederek, feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgul olduğundan, şaşılacak yüksek hâllere kavuştu. Ledünnî marifetlere erişti. Zahirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Sonra yeniden ilim öğretmeye, vâz ve nasîhata, insanlara doğruyu anlatmaya başladı. İkbâl ve şöhreti o kadar yükseldi ki, kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı. Abdülganî Nablüsî, 1664 (H. 1075) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında Bağdâd’a giderek bir müddet orada kaldı. Gerek zamanının meşhur evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyaret etmek maksadı ile, bir çok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde seyahatler yaptı. Yûsuf-i Nebhânî, Câmiu kerâmât-il-evliyâ adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, marifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi güzeldir. Hayâtında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.” Abdülganî Nablüsî İslâm âleminde en çok kitab yazan âlimlerdendir. Yüz seksenden fazla eseri olup, her biri mevzûsunda kıymetlidir. Tarîkat-i Muhammediyye kitabına yazdığı Hadîkat-ün-Nediyye adlı şerhi çok kıymetlidir. Bu kitabı, Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr ve dört mezhebe uymanın lâzım olduğunu anlatan Hulâsât-üt-tahkik fî beyânı hükm-it-taklîd vet-telfik adlı eserleri Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da neşredilmiştir. 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 271 2) Silk-üd-dürer; cild-3, sh. 30-38 3) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 590 4) Acâib-ül-âsâr (Cebertî, Mısır-1982); cild-1, sh. 154 5) El-A’lâm; cild-4, sh. 32 6) Sefînet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 94 7) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 85 8) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3080, 3083 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 24 11) Fâideli Bilgiler; sh. 170 12) Kıyamet ve Âhiret; sh. 190 13) Herkese Lâzım Olan îmân; sh. 43 14) Brockelmann; sup-2, sh. 473 15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 146 ABDÜLHAK HÂMİD TARHAN Tanzîmât döneminde batı te’sirlerini Türk şiirine sokan şâir, tiyatro yazarı ve diplomat. 5 Şubat 1851’de İstanbul’da doğdu. Babası, dedesi ve soyu, ilim âleminde isim yapmış şahsiyetlerdi. Dedesi Abdülhak Molla hekîm olup, ikinci Mahmûd ve Abdülmecîd hanların hekimliğini yapmış, şiir ve târihle uğraşmıştı. Babası Hayrullah Efendi, meşhur bir tarihçi ve diplomat idi. Abdülhak Hâmid, ilk tahsiline Evliyâ Hoca, Behâeddîn Efendi ve Hoca Tahsin Efendi gibi özel hocaların huzurunda başladı. Özellikle Hoca Tahsin Efendi’nin Abdülhak Hâmid üzerinde etkisi büyüktür. Daha sonra Bebek Köşk kapısındaki mahalle mektebi ile Rumelihisarı Rüşdiyesi’ne kısa süre devam etti. Ailesi tarafından Paris’te eğitim yapması uygun görülünce, ağabeyi Nasûhî Bey ile 1863 Ağustos’unda Paris’e gitti. Orada Hortus College adlı bir özel okula başladı. Kısa zamanda Fransızca’sını ilerletti. 1,5 sene tahsilden sonra, yanlarına gelen babası ile İstanbul’a döndü. İstanbul’da Fransız mektebine başladı ve Fransızca’sını ilerletmek için Bâb-ı âlîde tercüme odasına girdi. On dört yaşlarında, Tahran büyükelçiliğine tâyin edilen babasıyla birlikte İran’a gitti ve Farsça dersler aldı. Babasının 1867’de vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Dönüş sonunda, sıra ile Mâliye mektubî ve sadâret kalemlerinde vazife yapan Abdülhak Hâmid, buralarda Ebüzziyâ Tevfik ve Recâizâde Mahmûd Ekrem’le tanıştı. Sami Paşa’dan Hâfız Dîvânı’nı okudu. Bu arada Tahran hâtıralarına yer veren Mâcerâ-i Aşk adlı ilk eserini yazdı ve meşhur mersiyesi Makber’i, ölümüne yazdığı Fatma hanımla evlendi. 1876 senesinde hâriciye mesleğini seçen Abdülhak Hâmid, Paris sefareti ikinci kâtibliğine tâyin edilerek iki buçuk sene bu vazifede kaldı. Paris’te iken Fransız edebiyatını yakından tanımak fırsatını buldu. Dönüşünde bir süre açıkta kaldı ise de; 1881’de Poti, 1882’de Golos, bir sene sonra da, Bombay başşehbenderliklerine tâyin edildi. Bombay’da üç sene kaldı. Eşi Fatma hanımın rahatsızlığının artması üzerine, İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Fatma hanım Beyrut’ta vefât etti. Abdülhak Hâmid, Bombay dönüşünde Londra elçiliği başkâtipliğine atandı ise de; manzum olarak yazdığı Zeynep piyesi yüzünden vazifeden alındı. Bir süre boşta gezdikten sonra tekrar Londra’daki eski görevine, gönderildi. Bu gidişinde İngiliz olan Nelly hanım ile evlendi. 1895 senesinde Lahey büyükelçiliğine, iki sene sonra da Londra elçiliği müsteşarlığına tâyin edildi. Hanımının rahatsızlanması üzerine, 1900’da İstanbul’a dönen Abdülhak Hâmid, 1906’ya kadar İstanbul’da kaldı. 1906’da Brüksel büyükelçiliğine atandı. 1911’de hanımı Nelly’in ölümü üzerine Belçikalı Lüsyen hanım ile evlendi. Balkan savaşları sırasında kabîne tarafından azledilerek, İstanbul’a döndü. Meârif nezâreti teklif edildi ise de kabul etmedi. Bir süre açıkta kaldıktan sonra âyân üyeliğinde bulundu. Mütâreke yıllarında Viyâna’ya gitti. Burada sıkıntılı günler geçirdi. Cumhuriyetin ilânından sonra anavatana döndü. 1928 senesinde İstanbul milletvekili seçildi ve ölünceye kadar meb’ûs kaldı. Kendisine vatana üstün hizmet fonundan maaş bağlandı. Ayrıca, belediye de, dayalı döşeli bir apartman dâiresi verdi. Hayâtının son yıllarında kendisini çekemeyenlerin; “Putları devirelim” şeklindeki saldırılarına mâruz kaldı. 12 Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezârı Zincirlikuyu’dadır. Abdülhak Hâmid, Tanzîmât sonrası bütün edebî ve siyâsî devirleri yaşamış bir şâirdir. Tanzîmâtı, meşrûtiyetleri ve cumhuriyeti gördü. Böylece; Tanzîmât, Servet-i Fünûn, Edebiyât-ı Cedide, Millî Edebiyat ve Cumhûriyet devri edebiyatlarını yakından tanıdı. Ayrıca uzun seneler doğuda ve batıda diplomat olarak bulunması her iki edebiyatı tanımasına sebeb oldu. Bu sebeble Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirmiştir. İlk başlarda Tanzîmât ekolünün te’sirinde kalmış, batıyı tanıdıktan sonra; klasik edebiyattan ayrılarak batı tekniği ile eser vermiştir. Edebiyatımızın yeni bir çehre kazanmasında Recâizâde Ekrem daha çok teorik yönünü işlerken, Hâmid yazdıklarıyla bu işi uygulamıştır. Eserlerinde batı edebiyatından bilhassa Shakespeare ve Victor Hugo’nun te’sirleri açıkça görülür. Şiirleri genellikle romantik ve felsefî düşünceler, ölüm duyguları ve İnsan kaderi hakkındadır. Batı yazarlarından etkilenerek yazdığı dramlar ile Türk tiyatrosuna felsefî düşünceyi sokmuştur. Kendisine son zamanlarda Şâir-i âzam (en büyük şâir) ünvânı verilmiştir. Abdülhak Hâmid’in eserleri iki grupta toplanmaktadır. Şiirleri: Makber (1885), Kahpe (1885), Bâlâ’dan Bir Ses (1911), Vâlidem (1913), Yâdigar-ı Harb (1913), İlham-ı Vatan (1918), Tayflar Geçidi (1919), Garam (1919), Yabancı Dostlar (1924). Tiyatroları: Hâmid’in tiyatroları mensur ve manzum olmak üzere İki kısımdır. Mensûr tiyatroları: Mâcerâ-yı Aşk (1873), Sabr ü Sebat (1875), İçli Kız (1875), Duhter-i Hindû (1876), Târık yahut Endülüs’ün Fethi (1879), İbn-i Mûsâ (1880), Finten (1898). Manzum tiyatroları; Nesteren (1878), Tezer (1880), Eşber (1880), Sardanapal (1908), liberte (1913). 1) Abdülhak Hâmid ve Eserleri (İsmâil Hikmet, İstanbul-1932) 2) Türk Şâirleri (S. Nüzhet Ergun, İstanbul-1938); cild-1 3) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi (A. H. Tanpınar, İstanbul-1967); sh. 496 4) Şiir Tahlilleri (Mehmet Kaplan, İstanbul-1963); sh. 69 5) Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar (Mehmet Kaplan, İstanbul-1976); sh. 314 6) Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allah I. (M. K. Bilgegil, İstanbul-1959) 7) Abdülhak Hâmid’in Basılı Eserleri Hakkında Yeni Bilgiler (O. Fâruk Akün, Türk Edebiyatı Dergisi, 15. sayı İstanbul-1954) 8) Resimli Türk Edebiyatı Târihi (N. S. Banarlı, Ankara-1986); cild-2, sh. 925 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 24 ABDÜLHAMÎD HAN-I Babası ............................. : Ahmed Han-IIl Annesi ............................. : Râbia Şermi Sultan Doğumu ........................... : 20 Mart 1725 Vefâtı .............................. : 7 Nisan 1789 Tahta Geçişi ..................... : 21 Ocak 1774 Saltanat Müddeti ............... : 15 sene Halîfelik Sırası ................... : 92 Osmanlı pâdişâhlarının yirmi yedincisi ve İslâm halîfelerinin doksan ikincisi. Sultan üçüncü Ahmed’in oğlu, sultan dördüncü Mustafa’nın babasıdır. 20 Mart 1725 yılında Topkapı Sarayı’nda dünyâya gelmiştir. Annesi Râbia Şermi Sultan’dır. Küçük yaşından îtibâren, zamanın büyük âlimleri tarafından ilim öğretildi. Zamanlarını namaz kılarak, cenâb-ı Hakk’ı zikr ile geçirir, elinden Kur’ân-ı kerîmi düşürmez, halk arasında kerâmetlerinden bahsedilirdi. Her yaptığını Allah için yapardı. Günlerini sarayda geçirir, târih üzerine derinlemesine bilgi edinirdi. Şehzâdeliği sırasında ne öğrenmiş ise, pâdişâhlığında o bilgiler ışığında hareket edecek, üç kıt’ada toprakları olan büyük bir devleti idare edecekti. Bu güç iş, büyük bir bilgi ve tecrübe yığını ile mümkün olabilirdi. Tecrübe dışında, bilgi sahibi olmak için bütün şartlar mevcûd idi. Akıllı, zekî, ileri görüşlü, kültürlü, gayretli bir şehzâde olan ve iyi bir din eğitimi gören şehzâde Abdülhamîd, ağabeyi sultan üçüncü Mustafa Han’ın 21 Ocak 1774 târihinde vefâtıyla Osmanlı tahtına oturdu. Henüz kırk dokuz yaşında idi ve Osmanlı Devleti’ne eski gücünü kazandırmak azmiyle doluydu. Fakat Osmanlı Devleti’nin en karanlık bir devresinde sultan olmuştu. Ruslar, Avusturyalılar, İranlılar her taraftan topraklarımıza saldırıyordu. Ayrıca tecrübeli sadrâzam ve devlet adamlarının yokluğu vardı... Tahta çıktığı günlerde, devlet erkanı ve onlara katılan büyük bir kalabalıkla Eyyûb Sultan’a ziyarete gelen sultan birinci Abdülhamîd Han, mihmandâr-ı Resûlillah Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) huzurunda, dînine, vatanına ve milletine hizmet edebilmesi, müslümanların rahatı için uzun uzun duâ etti. Allahü teâlâya yalvardı, gözyaşı döktü. Cenâb-ı Hak’dan, en çok sevdiği Peygamberinin, Eshâb-i kiramın, Ehl-i beytin hatırı için istedi... Birinci Abdülhamîd Han, sultan olduğu sırada kuzeyde daha önce başlayan Osmanlı-Rus savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ordularımız fazla bir varlık gösteremiyor ve geri çekiliyordu. Çünkü yeniçeri teşkîlâtı iyice bozulmuş, pâdişâh ve komutanlara eski itaati kalmamıştı. Rus çariçesi ikinci Katerina, mareşal Peter Aleksandroiv Romanzov başkomutanlığındaki büyük bir orduyu Tuna boyunda, her geçen gün arkadan taze kuvvet göndererek, çarpıştırıyordu. Romanzov, düşmanının karşısında eski cesareti gösteremeyen yeniçerileri mağlûb ede ede Şumnu’ya doğru ilerliyordu. Maksadı, Osmanlı ordusuyla, Varna arasındaki yolu kesip ikmâl yollarını tıkamaktı. Başkumandan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa, yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa’ya; “Bre Paşa! Romanzov keferesinin niyeti bizi kapana kıstırmaktır. Yanına lüzumu kadar asker al, Kozluca’ya doğru yürü. Onları, biz gelene kadar oyala!..” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, düşman öncülerini karşılamak üzere Abdullah Paşa’yı vazifelendirdi. Türk öncü kuvvetleri ihtiyatsız ilerliyorlardı. Bir derede yürürlerken ansızın Ruslarla karşılaştılar. Abdullah Paşa’nın tedbirsiz hareketi yüzünden bu birlik, adetâ imha edildi. Pek çoğu şehîd olmuştu. Kurtulanlar Kozluca’ya doğru geri çekildi. Kozluca’da da tutunamayan Yeğen Mehmed Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece Romanzov, Varna ile sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa arasına girmiş oluyordu. Sadrâzamın yanında sâdece on İki bin kişilik bir kuvvet kalmıştı. Bununla, Rus ordusuna karşı durmak mümkün değildi. Sadrâzam, çaresizlik içinde durum muhakemesi yaparken, Rus ordu komutanından bir elçi geldi. Barış teklif ediyordu. Zîrâ, Rus ordusu da uzun zamandan beri devam eden savaşlarda güç durumda kalmıştı. Fakat bu savaşın galibi onlardı. Muhakkak ki, yapılacak andlaşma aleyhimize olacaktı. Baş murahhaslığa tâyin edilen sadâret kethüdası Resmî Ahmed Efendi, yardımcısı Reisülküttâb İbrâhim Münib Efendi ile birlikte bir hey’et hâlinde Rus ordusunun Küçük Kaynarca’daki karargâhına gittiler. İki gün süren görüşmeler 21 Temmuz 1774’de bitti. Yapılan andlaşmada Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılıyor, bağımsız oluyordu. Bir çok kaleler de Ruslara verilecekti. Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların himâyesi de Ruslara âit olacaktı. Ayrıca Ruslara tazmînat ödenecekti. (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Tamâmiyle aleyhimize olan bu andlaşmaya çok üzülen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa hastalandı. On beş gün sonra vefât etti. Küçük Kaynarca andlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli madde, Rusların Türk topraklarındaki Ortodoks hıristiyanlar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Andlaşmadan hemen sonra Avusturya, Osmanlı Devleti’nin zor durumundan faydalanarak Boğdan beyliğine bağlı Bukovina’yı 1775’de işgal etti. Saltanatının başında böylesine üzücü bir durumu kabul ederek barışı sağlayabilen Abdülhamîd Han, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkan isyânları bastırmak ve askerî sahada ıslâhatta bulunmak durumundaydı. Abdülhamîd Han, kapıkulunun bâzı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtti. Mühendishâne-i bahr-i hümâyûnu (Devlet Deniz Mühendishânesi’ni) kurdurdu. Burada Baron de Tott ile İngiliz asıllı müslüman Kampel Mustafa ve bâzı Fransızlar ders verdiler. Tophâne nâzırı Emîn Ağa zamanında Fransızların yardımıyle sür’at topçuları ocağı geliştirildi. Metruk hâldeki İbrâhim Müteferrika matbaasını tekrar açtırdı. 1784’de açılan istihkâm okulunda Fransız De la Fayette’nin yanında Gelenbevî İsmâil Efendi ve Kasabzâde İbrâhim Efendi çalıştılar. Diğer taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilâyette bir eşkıya hüküm sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce âsî, Anadolu’yu yakıp yıkıyordu. İsyanları bastırmada kaptân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa ve ıslâhat işlerinde sadrâzam Halil Hâmid Paşa, pâdişâha yardımcı oldular. Şam ve Mısır’da isyânlar çıktı. Hicaz’da ayaklanmalar birbirini tâkib etti. İranlılar Osmanlı topraklarına saldırarak çarpışmalara sebeb oldular. İranlıların bu tecâvüzleri üzerine Musul vâlisi Hasan Paşa, aşîret beylerini de yanına alarak, 22 Nisan 1777 de, Osmanlı-İran hududundan 13 saat içeride bulunan Bâne hâkimi Salih Han’ı Mağlûb etti. Üç saat süren muhârebede 10 top ele geçirdi. Kasabayı da yağma ettikten sonra Sîne hâkimi Hüsrev Han kumandasındaki 20 bin kişilik İran ordusuna karşı gönderdiği Çarhçı Mehmed Paşa 5 Mayıs 1777 de parlak bir zafer kazandı. Sîne zaferi diye anılan bu savaşta iki bin İran askeri öldürülmüştür. Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh te’min edilememişti. Yalnız bir çeşit mütâreke hâsıl olmuştu. Bu andlaşma her iki tarafı da tatmin etmiyor, Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok hakka sâhib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilân edildiğinde, Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı han seçtirdiler. Böylece Kırım hanının tâyininde çıkan anlaşmazlık iki devleti yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç’teki Aynalıkavak Kasrı’nda 10 Mart 1779’da bir andlaşma imzalandı. Küçük Kaynarca andlaşmasının bâzı maddeleriyle ilgili olan bu andlaşma, Aynalıkavak Tenkihnâmesi adıyla anılır. Tenkihnâmeye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şâhin Giray’ın hanlığını kabul edeceklerdi. Kafkas sınırındaki Rus faaliyetlerinin artmasını, Osmanlı Devleti için büyük tehlike olarak gören birinci Abdülhamîd Han, Kafkasya’nın bâzı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladı. Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettirdi. Buradaki Çerkez kabîlelerini medenî bir hâle sokmaya çalıştı. Şuursuz olarak Rus taraftarlığı yapan Şâhin Giray aleyhinde Kırım’da isyân çıkınca, Ruslar asker göndererek her tarafı yakıp yıktılar. Binlerce müslümanı katlettikten sonra, Kırım’ı yine Şâhin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek 1784’de memleketi Rusya’ya bağladılar. Bu sırada Avrupa’da siyâsî dengeler değişmişti. Fransa, Rusya ve Avusturya birbirlerine yanaşmış, Prusya ile İngiltere de Osmanlı tarafını tutmuşlardı. Böylece Avrupa’da bir denge kurulmuştu. Bu durum Koca Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesine kadar devam etti. Yeni sadrâzam, Kırım’ın kaybı sebebiyle İstanbul’da duyulan heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Bu esnada aldıkları yerleri kâfi görmeyen Ruslar, Petersburg’da Avusturya ile yaptıkları bir görüşme neticesinde Rum projesi adını verdikleri bir anlaşma yaptılar. Buna göre aldıkları Osmanlı topraklarını aralarında paylaşacaklardı. Eflak, Bulgaristan, Trakya ve İstanbul civarı Ruslara, Küçük Eflak, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Mora, Sırbistan tarafları da Avusturya’ya bırakılacaktı. Rusya, Osmanlı Devleti’ne önce, Kafkas kabîleleri, Gürcistan, Eflak-Boğdan ve Tuna civarındaki Kazakların durumu ile Karadeniz ticâretini yeniden görüşmeyi teklif etti. Görüşmeler devam ederken, İskenderiye’deki Rus konsolosunun Çerkez Kölemen beylerini Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtması netîcesinde, 1787’de Rusya’ya harb îlânına karar verildi. 27 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisi çağrılarak bir nota verildi. 13 Ağustos 1787’de de Rusya’ya harb ilân edildi. Donanma, kaptân-ı derya Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa kumandasında Karadeniz’e açıldı. Hasan Paşa, emrindeki komutanlarına; “Güngörmüş gâzilerim! Din ve devlet nâmına can verecek zamandır. Bu seferde, ya düşman hakkından gelir gâzi oluruz veya şehâdete ereriz! Bunun için de ben, ev halkıma veda ettim ve borçlarımı ödeyerek sefere çıktım. Eğer içinizde ölümden korkanlar varsa, şimdiden kendilerine izin vereceğim. Yok eğer cenk sırasında gayretsizlik edip, emrimi dinlemeyenler olursa, bunlar için emân yoktur. Gayreti görülenler, fazlasıyla mükâfatlandırılacaktır!...” dedi. Leventler, büyük bir coşku ile; “Emrinden ayrılmayız, Paşa Baba!” dediler. Nihayet Rusların idaresi altındaki kılburun kalesine hücum ile 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşı başlamış oldu. Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç alamadılar. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı Devleti İki düşmanla birden savaşmaya mecbur kaldı. Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, önce Avusturya derdini hâlletmek istiyordu. Pâdişâh’ın emriyle orduyu Sofya üzerinden Bosna’ya doğru hareket ettirdi. Lazarathâne isimli mevkide Avusturya ordusuyla karşılaşan Memiş Paşa’nın süvarileri, şiddetli bir hücumla Avusturya ordusunu istihkâmlarından söktü. İki yüz bin kişilik koca bir orduya sâhib olan Avusturya kralı ikinci Josef, ordusunu Muhadiye boğazına doğru çekti. Muhadiye boğazı, çok sarp ve geçilmesi, zapt edilmesi zor bir yerdi. Aynı zamanda Tameşvar eyâletinin kilit noktası sayılırdı. Ortasından bir de nehir geçiyordu. Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, serasker Cenaze Hasan Paşa ve diğer komutanlarıyla hareket tarzını istişare ettikten sonra, evvelâ boğazın iki tarafındaki tabyaların zaptına karar verdi... Üç gün süren çarpışmada Avusturya ordusunun yarısından fazlası kılıçtan geçirildi. Muhadiye boğazında tutunamayan ikinci Josef, Şebeş boğazına doğru perişan bir hâlde kaçtı. Bozguna uğrayan ordusundan ancak seksen binini toparlayabilen Kral, Şebeş’de Osmanlı ordusuyla tekrar çarpışmaya başladı. Fakat yenilmekten kurtulamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Uzun zamandır Avusturyalılar, böyle bir mağlûbiyete uğramamıştı. Bu gazâda seksen top, elli bin esir ve pek çok mühimmat ele geçti. 21 Eylül 1788’de kazanılan zafer üzerine sultan Abdülhamîd Han’a “Gâzi” ünvânı verildi. Bu zaferin hâtırasına türküler söylenip dilden dile günümüze kadar geldi. Sadrâzam Yûsuf Paşa ordusuyla Kırım’a doğru hareket etti. Bu sırada Ruslar, içinde ancak yirmibeşbin kadar mücâhidin bulunduğu Özi kalesine saldırmışlardı. Özi’yi müdâfâ eden kahraman gâziler, târihte ender rastlanan bir mücâdele veriyorlar, yüz elli bin civarındaki Rus askerini kaleye sokmamaya çalışıyorlardı. Kaptân-ı deryâ Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Özi yakınlarına gelmişti. Fakat kale, Karadenize akan Özi suyu kenarında bulunuyordu. Büyük gemilerin nehirde hareket edememesi, içeriye çekilen hafif Rus filosuna hücumu zorlaştırıyordu. Karaya oturan üç gemiyi kurtarmaya çalışan leventler şiddetli bir Rus taarruzuna tutuldular. On beş gemi harab olurken çok sayıda asker şehîd oldu. Günlerce süren çarpışmalarda gerek Özi müdafileri, gerek karadan ve denizden gönderilen imdat kuvvetlerimizde yiyecek bir şey kalmadı. Serdâr-ı ekrem Koca Yûsuf Paşa, çaresiz kalmış İstanbul’dan zahire ve mühimmat istemişti. Hava şartları elverişsiz olduğundan, donup ölenlerin haddi hesabı yoktu. Buna rağmen Osmanlı yiğitleri Özi’yi vermemek için canla başla çarpışıyor, İstanbul’dan gelecek yardımı ümid ile bekliyorlardı. Fakat Özi’de bir Rus hayranı hâin, kalenin; “Su kapısı” tarafında askerlerin çok az olduğunu, buradan şiddetli bir baskınla kaleye girebileceklerini gizlice bildirdi. Bu haberi alan Rus komutanı Potemkin, askerinin büyük bir kısmını buradan hücuma geçirdi. İki ateş arasında kalan müdâfîlerin büyük bir kısmı kanlarının son damlasına kadar kahramanca çarpışarak şehîd oldular. Portemkin, üç gün Özi’nin yağmalanmasını ve yaralı askerlerden, Özi’de yerleşmiş halktan kime rastlarlarsa öldürülmesini emretti. Ruslar, bu katliam sırasında ihtiyar, kadın, çocuk tanımamışlar, vahşice yakıp yıkmışlar, insanlığın yüz karası olacak bir alçaklıkla, canlıcansız her şeyi mahvetmişlerdi... Sultan Abdülhamîd Han, aldığı haberlere çok üzülüyor, vatanından koparılan bir karış toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor içi kan ağlıyordu. 6 Nisan 1789 günü sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrendi, Çok heyecanlandı. Ayakta bekliyor, bir an önce açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala; “Destur buyurursanız Hünkârım, sadâret kâimesini (raporunu) okumak dileriz!” dedi. “Tez okuyasın Lala! Seni dinliyoruz...” diye emr etti. Lala, mektubu okumaya başladı; “Bütün müslümanların merhametli halîfesi, yeryüzündeki bütün Türklerin en büyük Sultânı! Es-Sultân İbn-üs-Sultân Gâzi Abdülhamîd Han hazretlerine! Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sükût etmiş, düşmüştür... Potemkin nâm moskof prensi, kalede mevcûd yirmi beş bin müslümânı bilâ istisna, katleylemiş, çocuk, yaşlı, hâmile, emzikli demeden cümlesini şehîd eylemiştir!..” cümlesine gelindiğinde, vatanperver pâdişâhın merhametli ve nâzik kalbi acıyla burkuldu. Sanki yerinden sökülüp alınmıştı. “Bre nâmerdler!.. Bre mel’unlar!..” diyerek moskofa olan kinini belirtti. Lala, okumaya devam ediyordu; “Katerina’dan emir alan bu kâfir insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe atmış, can havliyle kaçışanları dahi kızgın demirle şişletmiştir!..” cümleleri okunurken Pâdişâh, bu acıya dayanamadı ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulün” diyerek Kelime-i şehâdet getirdiği esnada olduğu yere yığılıp kaldı. Nüzül, felç olmuştu. Acele hekimbaşı Gevrekzâde Hasan Efendi’yi çağırdılar. Hekimbaşı, muayene etti. Üzüntüye sebebiyet vermemek için nüzulü, nezle ile te’vil etmek suretiyle; “Şevketlü Sultânım! Allahü teâlâya hamd olsun ki, fazla bir şeyiniz yok. Bir parça nezle olmuşsunuz!..” diyerek teselli vermek istedi. Fakat çok zekî, hassas ruhlu pâdişâh durumu anlamıştı. Derin bir yeis içinde hekimbaşının yüzüne baktı ve tane tane; “Hasan Efendi! Bir hoşça bak!.. Bu, bana son hizmetindir!.. Efendini elinden aldırdın!..” deyince, Hasan Efendi ağlamaya başladı. Çocuklarını istedi. Onlarla vedâlaştı. On yaşlarında olan şehzâde Mustafa ve henüz dört yaşlarında olan şehzâde Mahmûd’un gözlerinden öptükten sonra; “Yavrularım! Sizi, cenâb-ı Hakk’a emânet ettim, iki cihânda yüzünüz ak ola!..” diyerek duâ eyledi. Sanki bu ikisinin ilerde kendisi gibi sultan olacağına işaret etmişti!.. Diğer Osmanlı sultanları gibi kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan birinci Abdülhamîd Han, din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkencelere dayanamadığından o gece sabaha karşı vefât eyledi. Altmış dört yıllık hayâtında Allah için yaşamış, her yaptığını Allah için yapmış ve Allah’a kavuşmak için sevinç içinde vefât, etmişti... Kalbi İslâm için çarpardı. Peygamber efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever, onlara ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara husûsî imtiyazlar verirdi. Haremeyn-i şerîfeyne (Mekke ve Medîne’ye) hizmeti gâye edinmişti. Tebeasına şefkatli, iyi bir baba idi. Annesi Râbia Sultân’ın ruhu için 1778’de Beylerbeyi’nde bir câmi, muvakkıthâne, hamam ve sıbyan mektebi, Medîne-i münevverede medrese, Emirgan’da câmi, Eminönü’nde bugünkü IV. Vakıf hanın yerinde büyük bir imâret (aş evi) ve yanında çeşme, sebil, sıbyan mektebi, medrese, türbe ve bir kütüphâne inşa ettirmiştir. Kütüphânedeki kitaplar Süleymâniye Kütüphânesi’ne aktarılmıştır. Medrese de bugün borsa olarak kullanılmaktadır. IV. Vakıf hanın inşâsında imârethâne ile Çeşme ortadan kaldırılmış, sebil de Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii köşesine nakledilmiştir. Beylerbeyi iskele meydanı, Havuzbaşı, Araba meydanı, Çınarönü ve Çamlıca Kısıklı meydanlarına çeşme, Beylerbeyi (İstavroz) Câmii’ni tamir, Emirgan’da Abdullah Paşa (Emîrgûreoğlu) yalısının çevresine bir câmi, çeşme, hamam ve dükkanlar yaptırmıştır. Ayrıca hanımı Hümâşah Sultan ile oğlu Mehmed için bir çeşme, İstinye Neslişah Câmii yanında bir çeşme (1783), Kabataş yakınında bir çeşme yaptırmıştır. Cenaze namazı için bütün İstanbul halkı toplanmıştı. Büyük bir merasimle Eminönü Bahçekapı’daki türbesine defnedildi. Türbesinde, sandukanın kuzey tarafındaki duvar içindeki bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, kadem-i şerifleri bulunmaktadır. Birinci Abdülhamîd Han’ın çeşitli zamanlarda zevcesi olan sultan hanımlar; Ayşe Sineperver, Nevres, Şebisafâ, Mu’teber, Binnaz, Hümâşah, Mislinayab, Nakşidil, Ruhşah Hadîce, Dilpezîr, Mehtâbe. Erkek çocukları: Abdullah, Abdurrahman, Abdülazîz, Ahmed, Âlemşah, Mahmûd (İkinci Mahmûd), Mehmed, Süleymân, Selim, Mustafa (Dördüncü Mustafa), Murâd. Kız çocukları: Ayşe Dürrüşehvâr, Hadîce, Esma, Aynışah, Râbia, Melekşah, Râbia, Fatma, Alemşah, Sâliha Hibetullah, Emine. Pâdişâhım! Olsun kılıcın keskin, Görmedim cihânda vezirin dengin, İşitsin Hünkârım, Irşova cengin, “Mevlâm selâmet ver” der Yûsuf Paşa, Gazâya ferman eyledi zıllullah, Cümle hâzır oldu fî-sebîlillah, Ulemâ çağrışır; “Nasrün minallah!” “Vurun Gâzilerim!” der Yûsuf Paşa. Sultan Birinci Abdülhamîd Han Devri Kronolojisi 21 Temmuz 1774 : Rusya ile Küçük Kaynarca Andlaşması. 4 Ağustos 1774 : Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ölümü. 10 Ağustos 1774 : İzzet Mehmed Paşa’nın sadrâzam olması. 6 Temmuz 1775 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 2 Mayıs 1776 : İran’a savaş îlân edilmesi. 5 Ocak 1777 : Dârendeli Cebecizâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 5 Mayıs 1777 : Büyük Sîne zaferi. 1 Eylül 1778 : Yeniçeri ağası Kalafat Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 21 Mart 1779 : Aynalıkavak tenkihnâmesinin imzalanması. 21 Ağustos 1779 : Kara Vezir ismiyle meşhur Seyyid Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 8 Eylül 1779 20 Şubat 1781 : Şehzâde Mustafa’nın doğumu (dördüncü Mustafa). : Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’nın vefâtı ve Kalafat Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması. 25 Ağustos 1782 : Hacı Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 9 Temmuz 1783 : Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya bağlanması. 31 Mart 1785 : Şâhin Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi. 20 Temmuz 1785 : Şehzâde Mahmûd’un (İkinci Mahmûd) doğumu. 24 Ocak 1786 : Koca Yûsuf Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 13 Ağustos 1787 : Rusya’ya tekrar savaş îlânı. 9 Şubat 1787 : Avusturya’nın Türkiye’ye, İsveç’in de Rusya’ya harb îlânı. 21 Eylül 1788 : Osmanlıların Avusturya’ya karşı kazandığı Büyük Şebeş zaferi. 17 Aralık 1788 : Özi kalesinin Ruslar tarafından işgali ve 25 bin kişiyi alçakça katletmeleri. 1) Târihi Cevdet (İstanbul-1309); cild-2, sh. 2 2) Osmanlı Devleti Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1986); cild-1, sh. 453 3) Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna); cild-6 sh. 368 4) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 420 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 57 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 63 7) Netâyic-ül-vukuât (Mustafa Nûri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 4 8) Şemdânîzâde, Fındıklı Süleymân Efendi Târihi Mûrittevârih (Münir Aktepe, İstanbul-1978/1981); cild-2. B, sh. 116, cild-3, sh. 4 9) Gülşen-i Meârif (Ferâizîzâde, İstanbul-1252); cild-2, sh. 1670 10) Târih (Küçük Çelebizâde Âsım, İstanbul-1282); sh. 340 11) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29 12) Vak’a-i Hamîdiyye (Zâimzâde Mehmed Sâdık, İstanbul-1289) 13) Osmanlı Devleti Târihi, (Hammer); cild-16, sh. 251 ABDÜLHAMÎD HAN-II Babası ............................. : Abdülmecîd Han Annesi ............................. : Tîr-i Müjgan Sultan Doğumu ........................... : 21 Eylül 1842 Vefâtı .............................. : 10 Şubat 1918 Tahta Geçişi ..................... : 31 Ağustos 1876 Saltanat Müddeti ............... : 33 sene Halîfelik Sırası ................... : 99 Osmanlı pâdişâhlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecîd Han’ın İkinci oğlu olup, 21 Eylül 1842 Çarşamba günü sabah saat 5’de eski Çırağan Sarayı’nda Tîr-i Müjgan Sultan’dan doğdu. On yaşlarında annesini kaybeden şehzâde Abdülhamîd, Perestû Kadınefendi’nin himayesine verildi ve iyi bir eğitime tâbi tutuldu. Arabî’yi. Ferîd ve Şerîf efendilerden; Fârisî’yi kazasker Ali Mahvî Efendi ve sadrâzam Safvet Paşa’dan; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini, Gümüşhânevî Ömer Hulûsî Efendi’den; Fransızca’yı Gardet, Edhem ve Kemâl paşalardan; Osmanlı târihini vak’anüvis Lütfi Efendi’den öğrendi. Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sâdık Ağa ve Mâbeynci Osman Efendi’den, silâh tâlimlerini ve diğer askerlik bilgilerini hünkâr yaveri çeşitli subaylardan, Şaziliyye tarîkatini Mehmed Zafîr Efendi’den, Kâdiriyye tarîkatını Rumeli kazaskeri Halebli Ebü’l-Hüdâ Efendi’den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsîl etti. Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç mâdenleri işletti. Para kazanarak zengin olup, servetini, saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarfetti. Zekâsı ve politik kabiliyeti dolayısıyla amcası sultan Abdülazîz, onun serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzâde Abdülhamîd, zamanını ibâdetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silâh kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenâtı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyâsette fevkalâde maharetli, yerli ve yabancı basını devamlı tâkib eder, her şeyi iyi öğrenmek isterdi. Dedesi sultan Mahmûd’u kendine örnek almıştı. Fevkalâde bir zekâ ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nâzikti, herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi. Babası sultan Abdülmecîd Han vefât ettiğinde on dokuz yaşında idi. Amcası sultan Abdülazîz Han’ın 1876’da şehîd edilmesinden sonra ağabeyi şehzâde Murâd pâdişâh oldu. Fakat rahatsızlığı sebebiyle tahtta ancak üç ay kalabildi. Velîahd şehzâde Abdülhamîd, otuz dört yaşında iken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu. 7 Eylül günü Eyyûb Sultan Câmii’nde kılıç kuşandı ve kıratına binerek, Edirnekapı’dan şehre girip Topkapı Sarayı’na yürüdü. Yollarda biriken halk tezahürat yapıyor ve yeni pâdişâhtan çok şeyler bekliyordu. Yeni pâdişâh seraskerlik dâiresini, medreseleri, âlimleri, evliyâyı, bahriye nezâretini, hastahâneleri ve hastaları ziyaret edip, devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman, haber vermeden, çeşitli câmilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultân’ın bu hareketleri, halkın hoşuna gidiyor, onu daha çok sevmelerine sebeb oluyordu. Halkı ile kaynaşan sultan Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman Mütercim Rüşdî Paşa sadrâzam idi. Bosna-Hersek’de ayaklanmalar olmuş, Karadağ, ordumuzu yenmiş, Sırbistan savaş îtân etmişti. Girid’de huzursuzluk sürüp gidiyordu. Rusya, Osmanlı Devleti’ni hasta adam olarak görüyor ve parçalamak için elinden geleni yapıyordu. Bunun için, Osmanlı topraklarında yaşayan hıristiyanları ayaklandırıp, ortalığı karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Başlıca istekleri; Osmanlı Devleti’ni parçalayıp, Balkanlar ile Orta Doğu’da küçük devletler kurmaktı, İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti’nin parçalanacağına kesin gözle bakıyor; bilhassa İngiltere böyle bir parçalanmanın Rusya elinden olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti’nin parçalanması, Rusların sıcak denizlere inmesine sebeb olacak, bu da İngiltere’nin Hindistan ve Ortadoğu’daki nüfûzunu tehlikeye sokacaktı. Sultan Abdülhamîd Han, tahta geçtikten kısa bir süre sonra, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın istifasını kabûl etmedi. Bu arada Midhât Paşa ve arkadaşlarını öldürüp, Pâdişâh’ı tahttan indirmeyi plânlayan dört yüz kişilik bir grup ortaya çıkarıldı. Kânûn-i esasî hazırlığı için, müslüman ve gayr-i müslimlerden meydana gelen bir komisyon kuruldu. Midhat Paşa ile sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın arası açılınca, 19 Aralık 1876 günü sadrâzam görevinden istifa etti ve Şûrâ-yı devlet reîsi Midhat Paşa sadârete getirildi. Sadrâzam aynı zamanda Kânûn-i esâsîyi hazırlayan hey’ete başkanlık ediyordu. Midhat Paşa, bir hukukçu olmayıp, meşrûtiyet rejimi üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine ermeni hukukçu Odyan Efendi akıl hocalığı yapıyordu. Midhat Paşa’nın başkanlığındaki komisyonun hazırladığı Kânûn-i esâsîde, “Türkçe’nin yanısıra azınlıkların konuştuğu dillerin de resmî dil sayılması, pâdişâhın (daha doğrusu Sultân’ı kukla gören Midhat Paşa’nın) insanları muhâkemesiz sürgüne göndermek hakkının bulunması (113. Madde), Sultân’ın bütün selâhiyetini yok etmek için, anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınması” gibi maddeler bulunmakta idi: Sultan Abdülhamîd Han, Türkçe’den başka dillerin resmî dil olmasına, insanların muhâkemesiz sürülmesine ve anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınmasına karşı çıktı. Fakat muhakeme edilmeden sürgüne gönderilmemeyi Midhat Paşa’ya kabul ettiremedi. Çünkü Midhat Paşa kendisine rakip kimseleri uzak yerlere sürgün ettirmek için bu maddeyi koydurmuştu. Sultân’ın emri ile, Kânûn-i esasının Avrupa devletlerinin kefaleti altında bulunduğuna dâir madde çıkarıldı. Midhat Paşa’nın başlıca gayesi olan devlet bünyesindeki her milletin kendi dilini resmen kullanabileceği ile ilgili madde de tâdil edilip, Türkçe’nin resmî dil olduğu yazıldı. Nihâyet 25 Aralık 1876 günü Midhat Paşa’nın eseri olan Birinci Meşrûtiyet îlân edildi (Bkz. Meşrûtiyetler ve Kânûn-i Esâsî). Bâb-ı âlî hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu Sirbistan ve Karadağ’da harb ediyordu. Osmanlı kuvvetleri beşe ayrılmış olup, üçü Sırbistan ikisi de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin’deki kuvvetler Osman Nûrî Paşa, Niş’dekiler Ahmed Eyyûb Paşa, Yenipazar’dakiler de Ali Paşa ile Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ’a karşı da iki kolordu gönderilmiş olup, İşkodra kolordusu Derviş Paşa’nın, Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa’nın kumandasında idi. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile birlikte yüz bin kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nûrî Paşa, Sırp saldırılarını durdurmayı ve geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabası ele geçirildi. Niş bölgesindeki harp de Osmanlı kuvvetleri lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri İstanbul’da büyük sevinç uyandırmakla berâber, mütâreke için bir yabancı müdâhalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplıları böylece barışa mecbur etmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşada Sırp ordusunu ağır bir mağlûbiyete uğrattı. Osmanlı ordusu Belgrad’a girmek üzere iken, Rusya’nın İstanbul elçisi Osmanlı hükûmetine bir ültimatom verdi. Bâb-ı âlî, asî Sırplı ve Karadağlı tebeası ile iki aylık bir mütâreke yaptı. Rusya bu hareketiyle, Balkan ihtilâfının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere’nin elinden almış oluyordu. Bu durum Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu. Rusya’nın hareketini önlemek için İngiliz hükümeti 5 Kasım’da muhtariyet ve ıslâhat mes’elelerinin devletler arası bir konferansta görüşülmesini teklif etti. Bu teklifi kabul eden, Almanya, İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya, İtalya ve Macaristan devletleri büyükelçileri ile birlikte konferansa katılmak üzere İstanbul’a birer murahhas gönderdiler. Osmanlı Devleti’ni hâriciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında bir hey’et temsil ediyordu. 23 Aralık 1876 günü başlayan görüşmeler bir ay kadar sürdü (Bkz. Tersâne Konferansı). Tersâne konferansı, Bâb-ı âli’ye Tuna (Bulgaristan) ve Bosna-Hersek eyâletlerinde ıslâhat yapması için teklifte bulundu. Midhat Paşa, konferansın tekliflerini incelemek için, Bâb-ı âlî’de toplanan gayr-i müslimlerin de bulunduğu fevkalâde mecliste yaptığı konuşmada, Rusya hakkında bir hükûmet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Harb aleyhinde rey kullanacakları, peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Meclis, Tersane konferansı tekliflerini reddetti. Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak pâdişâh penceresinin altına kadar harb için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da harp kundakçılığında Midhat Paşa’dan aşağı kalmıyordu. Sükûnet bozulmuş ve bir ihtilâl havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemiyeceği, işlese bile aleyhte netîce vereceği tabiî idi. Midhat Paşa’nın Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi ikî tarafdân, Pâdişâh’a ordunun da harb istediğini ve Rusya’nın yenileceğini, İngiltere’nin de Osmanlı yanında harbe katılacağını söylediler. İkinci Abdülhamîd Han, bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden harbi önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Pâdişâh da, Tersane konferansı tekliflerinin reddini tasdîke mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzâr bırakarak, İstanbul’u terkettiler. Bundan sonra İngiltere’nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief’in çalışmaları ile Londra’da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877’de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bâb-ı âli’ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhinde çok ağır hükümler taşıyan bu protokol Pâdişâh’ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve durum 12 Nisan 1877’de hükûmet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyâsî yollardan mes’elenin hâlli imkânsız hâle geldi. Bu görüşmeler yapılırken, Midhat Paşa İngiltere’den Kânûn-i esâsî’nin tatbikinin batılı devletlerce garanti edilmesini istedi. Ayrıca Osmanlı sülâlesini tahttan uzaklaştırıp yerine kendi ailesini getirmek istemesi ve Pâdişâh’a tahakküme yeltenmesi üzerine Sultan tarafından 5 Şubat 1877’de sadrâzamlıktan azledilerek sürgüne gönderildi. Sadârete de Şûrâ-yı devlet reîsi İbrâhim Edhem Paşa tâyin edildi. Abdülhamîd Han Midhat Paşa’yı sürgüne gönderirken, Midhat Paşa’nın Kanün-i esâsî’ye koydurduğu, yüz on üçüncü maddeye istinaden göndermiştir. Sultan Abdülhamîd Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felâket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle, halkı ve devlet erkânını, harb için, iyice şartlandırmış ve Rusya ile harbi kaçınılmaz bir hâle getirmişti. Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’nın; “Rusya ile savaşmamız lâzım!..” raporuna karşı; “Rumeli’nin tamâmiyle elimizden çıkmasına sebeb olacaklar!” diyerek muhtemel bir felâketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa’nın bu konuda en büyük yardımcıları serasker Redîf ve Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa idi. Cevdet Paşa bunlar için; “Midhat Paşa sanki tüfeği doldurdu. Dâmâd Mahmûd Paşa üst tetiğe çıkardı. Redîf Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başına bu felâketi getirdi” demektedir. 24 Nisan 1877 günü Rusya Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 harbi denilen bu savaş, Edirne mütârekesine kadar, dokuz ay sürdü. Meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları Süleymân Paşa, Şıpka geçidinde büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebeb oldu. Bu hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe’ye sonra da Edirne’ye kaçtı. Edirne’de de tutunamayıp mütâreke istedi. Yeşilköy’e kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars’a girmiş ve Erzurum yakınlarında durdurulabilmişti. Bu durumda barış yapmaktan başka çâre kalmamıştı (Bkz. Doksanüç Harbi). Harbin böyle neticelenmesi üzerine, duruma çok üzülen sultan Abdülhamîd Han, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp, içinde bulundukları durumu tek tek îzâh etti. Onların fikirlerini sorduğunda, meb’ûslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak; “Bizim fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felâketin önünü atmak mümkün olduğu günlerde bize ciddî şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i meb’ûsân, bu mağlûbiyetten dolayı hiç bir mes’ûliyet kabul etmez!..” diye başlayan konuşmasında Pâdişâh’a hakaretlerde bulundu. Hâlbuki Meclis-i meb’ûsân üyeleri, Rusya ile harp yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile tarafdarlarını desteklediklerini ve Rusya ile harb istediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlûbiyetinden Pâdişâh’ı mes’ûl tutuyorlardı. Pâdişâh ise, başından beri harbi istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Buna çok üzülen Abdülhamîd Han, birden ayağa kalkarak; harbin ilânına ve cereyan tarzına âid hiç bir mes’ûliyetin şahsına âid olmadığını bildirdikten sonra; “Artık Cennetmekân dedem sultan Mahmûd’un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!..” diyerek salonu terk etti. 13 Şubat 1878 günü yayınladığı bir fermanla Meclis-i meb’ûsânı süresiz kapattığını ve ülkenin idaresini eline aldığını bildirdi. Kânûn-i esâsî’yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamîd Han’ın bu hareketini tarihçiler ve siyâsîler şöyle değerlendirmektedir. İsmâil Hami Dânişmend: “İlk Meclis-i meb’ûsân dağılmayıp da devam etseydi, Osmanlı Cihân Devleti yirminci asrı idrâk edemeyip, daha on dokuzuncu asrın sonlarında inhilâl edip (yıkılıp) giderdi.” Alman devlet adamlarından meşhur prens Bismark: “İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet millet-i vâhideden (tek bir milletten) meydâna gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.” 3 Mart 1878’de Osmanlı târihinde benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve fecî şartlar getiren Ayastefanos muahedesi imzalandı. 29 maddelik andlaşmaya göre; batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklâlleri kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazmînâtı verecekti (Bkz. Berlin Andlaşması). Andlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237. 298 kilometrekare toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilâve edilince devletin kaybı korkunçtu. İmzalanan Ayastefanos andlaşması Batı Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ kurulacak olan Bulgaristan Devleti’nin Adalar (Ege) denizine inmesi demek, Rusların sıcak denizlere inmesi demekti. Bu durum Bosna-Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya’yı ve Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. İşte bu sebeble İngiltere ve Avusturya’nın teşebbüsleri netîcesinde 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan devletleri, Almanya hükümeti Ayastefanos mukaddemâtı yerine Berlin’de kat’î bir andlaşma için davet etti. Durumu ayrıca Bâb-ı âlî’ye bildirdiler. Berlin andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere, Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere Kıbrıs’ı Ruslara karşı bir hareket üssü olarak kullanacağını bahane etmişse de, esasen adanın Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehemmiyeti vardı. Hâriciye nâzırı Safvet Paşa bâzı îtirâzlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının çıkarma yapacağı tehdidinde bulununca, Safvet Paşa, Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kalmıştı (4 Haziran 1878). Sultan ise, aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdîk etmemeye çalışıyordu. Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge atmak suretiyle andlaşmayı tasdîk etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı. Ancak İngiltere söz verdiği hâlde görüşmelerde yardımcı olmadı. Buna rağmen 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin muahedesi ile topraklarımızın bir kısmı geri alındı (Bkz. Berlin Andlaşması). Osmanlı Devleti, Rus savaşından mağlûb çıktığı ve ağır şartlar altında barış imzaladığı sırada, Galatasaray Lisesi müdürlüğünden azledildigi için sultan Abdülhamîd Han’a amansız düşman kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirip beşinci Murâd Han’ı tekrar tahta geçirmek için Çırağan Sarayı’na bir baskın düzenledi. Ali Süâvî İngiliz yanlısı olup, devletin, içinde bulunduğu durumdan ancak İngiliz yardımı ile kurtulacağına” inanıyordu. Rus harbi yüzünden, İstanbul’a gelen Balkan göçmenlerinden faydalanan Ali Süâvî, beş yüz kişi ile 20 Mayıs 1878 günü saat on civarında, Çırağan Sarayı’nı işgal etti. Durumu öğrenen Beşiktaş zaptiye âmiri Hasan Paşa, iki saat gibi kısa zamanda isyânı bastırdı. Ele başının Ali Süâvî olduğunu anlayan Hasan Paşa, sopa ile başına vurarak öldürdü. Hâdiseyi müteakip Yıldız Sarayı’nda iki tahkik hey’eti kuruldu. Yapılan tahkîkât neticesinde, hâdisenin tek başına Ali Süâvî’nın çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere’nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan baskınından sonra dîn-i İslâm’ın ve memleketin selâmeti için daha tedbirli olmak lüzumunu duydu. Bu sebeble iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından tâkib için bugün istihbarat teşkilâtı adı verilen hafiye teşkilâtını kurdu. Bu gizli emniyet teşkilâtının başında bulunan kimseye, Serhâfiye-i hazret-i şehriyârî, yâni Pâdişâh’ın baş ajanı denirdi. Modern devletlere numune olacak şekilde kurduğu bu haber alma teşkilâtı, memleketin her köşesinde devletin aleyhinde yazılanları, gizli beyânnameleri, suikast hazırlıklarını, kısaca olup bitenleri, günü gününe Pâdişâh’a bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi. Sultan, hizmet eden bu kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen haberleri ona göre değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu. Onları da, güvendiği adamlarına tekrar tedkîk ettirir ve gerekeni yaptırırdı. Şahsî kin ve garaz için yapılan jurnalleri dikkate almazdı. Yıldız Mahkemesi Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfur hâdiseyi unutamam işti. Katillerin yakalanıp adalete teslimini istiyorlardı. Pâdişâh’a yapılan müracaatlar dosyaları dolduruyordu. Sultan Abdülhamîd Han, bu işin en kısa zamanda bitirilmesi için mahkeme kurulmasını emretti. Sürûrî Bey’in başkanlığında Yıldız’da kurulan mahkemeye dâvâlılar çağrıldı. Mahkeme neticesinde; sultan Abdülazîz’in şehîd edildiği tesbit edilmiş, bâzı sanıklar suçlarını îtirâf etmişlerdi. Mâbeynci Fahri, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Midhat Paşa, şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Mahmûd Celâleddîn ve Nûrî paşalar 1 Temmuz 1881’de îdâma mahkûm edildiler (Bkz. Yıldız Mahkemesi). Abdülhamîd Han merhametinden, ölümü hak eden bu suçluları affedip, cezalarını hafifleterek sürgüne gönderdi. Sultan Abdülhamîd Han, tahta çıktığı zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca tatbik etmeye çalıştığı siyâsetini şöyle anlatmaktadır: “Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu, İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden) sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünyâ yahûdîleri teşkilâtlanmıştı. Mason locaları yolu ile arz-ı mev’ûdun (yahûdîlerin kendilerine verilmiş olduğunu iddia ettikleri Nil’den Fırat’a kadar olan topraklar) peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana da gelmiş ve Filistin’de yahûdîleri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak istemişlerdi. Tabiî reddettim. Apaçık görüyordum ki, Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında dünyâyı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma” ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti. Yine apaçık görüyordum ki, Almanya’nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama, uzak da görünmüyordu. Almanlar her yıl biraz daha güçlenince, Fransız ve Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonu birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım. Büyük devletlerin İstanbul’da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi hıristiyan tebeanın hukukunu te’miri değil, önce muhtariyetlerini, sonra istiklâllerini te’min suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu, iki surette te’min etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, hıristiyan ahâliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için meşrutî idareyi getirmek... Her iki gayeleri için de aramızda kolayca tarafdâr bulabiliyorlardı. Meşrutî idarelerin bir millî vahdet hâlinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibâr etmediğini fark edemeyen bâzı Türk münevverleri, maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler. Ben bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?... Ordunun yeni silâhlarla donanmasına ve yeni harp san’atına uygun hazırlanmasına hız verdim, büyük bir asker olan Alman Wander Goltz’u İstanbul’a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hâkim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harb oyunlarını çok İyi bilen bir ordum olacaktı. Evet, benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya’da bir çok müslüman ahâliyi idareleri altına almış büyük devletler de benim hilâfet silâhımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı’nın işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben beklediğim güne kadar bu silâhı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilâfet kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimâle karşı sağlam tutmaya karar verdim. Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngilizle, Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara mehdîlik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olmadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhâl reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Bütün Arab ülkelerinin itibâr ettiği Halepli Ebü’l-Hüdâ Esseydî yolu ile kendisini İstanbul’a çağırttım. Aracılığını, Efgânî’nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hâmid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim. Hilâfet mevzuunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya’da yüz elli milyon müslümanı idareleri altında tutuyorlardı ve bu müslümanlar üzerinde hilâfetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimâle karşı, seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya’daki müslümanları hilâfete manen bağlamaya husûsî bir itinâ gösteriyordum. Buhârâlı şeyh Süleymân Efendi’nin Rusya’daki müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yâd ederim. Bunun, İngilizlerle münâsebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan umûmî vâlileri oradaki müslümanların Osmanlı Devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünyâ için söz sahibi olabiliriz. Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi, öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim 33 yıl süren siyâsetimin sırrı...” Mısır Mes’elesi Mısır hidivi İsmâil Paşa, İngiltere ve Fransa’dan 100 milyon altından fazla borç alarak, Mısır’ı kalkamıyacağı bir yükün altına sokmuştu. Borçlarını ödeyemeyince de alacaklı devletler, İsmâil Paşa’yı sıkıştırıp Mısır’da mâlî bir kontrolün kurulmasını sağladılar. Ayrıca Süveyş kanalı tahvillerinin önemli mikdârını İngilizler satın alarak kanal sermâyesinin yarısına sâhib oldular. Hidiv, borçların faizlerini bile ödeyemez hâle gelince, bir İngiliz’i mâliye, bir Fransız’ı da nâfia vekili yapmak mecburiyetinde kaldı. Bunlar, önce masrafları azaltmak bahanesiyle Mısır ordusunu otuz binden on bir bin kişiye indirdiler. Arkasından 2500 subayı da emekliye ayırınca, subaylar, miralay Arâbî Bey liderliğinde hidiv İsmail Paşa’ya isyân ettiler. Mısır karışınca Abdülhamîd Han, İsmâil Paşa’yı azlederek yerine oğlu Tevfik Paşa’yı getirdi (25 Haziran 1879) Arâbî de mîrlivâlığa terfi ettirilerek paşa ünvânı verildi. Arâbî Paşa, Mısır’daki Avrupalı me’murların işine son verip, memleketlerine gönderdi. İngilizler Hindistan yolu üzerinde bulunan Mısır’ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zîrâ Mısır, İngiliz hâkimiyetine girdiği takdirde, Hindistan ve ipek yolu emniyetini sağlayacaklardı. Bu hâdiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır’daki Avrupalıların haklarını korumak için amiral Sir Beauchamp Seymour yönetimindeki İngiliz filosuyla Mısır’a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiyye’de yapılan kanlı çarpışmalarda Mısır kuvvetleri bozguna uğradı. İngilizler, Mısır’ı 15 Eylül 1882 günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netîcede Mısır, Osmanlı hâkimiyetinde kalmak ve vergi vermek suretiyle İngiltere’nin işgali altına girdi (Bkz. Arâbî Paşa). 1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu harble hiç bir ilgisi olmadığı hâlde Yunanistan’a verilmişti. Bunları kâfi görmeyen Yunanistan, Yanya ve Girid’e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti, çeteler hâlinde Girid’e asker çıkarıp, bol mikdârda cephane yığdırdı. Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de rum çetelerine karşılık verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; “Osmanlılar hıristiyanları kesiyor” diyerek Avrupa’da Türk mezâlimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti’ne karşı seferberlik îlân ettiler. Harp tarafdârı olmayan Sultan, Edhem Paşa kumandasındaki ordusunu hazır hâle getirdi. Yunanlıların Osmanlı sınırlarını ihlâl etmesi üzerine, 18 Nisan 1897 günü Sultan Yunanlılara karşı harb îlân etti. Osmanlı ordusu kısa zamanda Atina kapılarına dayandı. Yunanistan’ın Osmanlılar tarafından geri alınacağını anlayan Yunan hükümeti, Avrupa’dan yardım istedi. Rus çarı mütâreke için İstanbul’a telgraf çekti. Abdülhamîd Han, harp tazmînâtı almak ve Teselya ile Narda’nın iadesi şartıyla mütârekeyi kabul etti. Fakat Avrupa devletleri Sultân’ı harble tehdîd ederek Yunanistan lehine sulh yaptırdılar (Bkz. Yunan Harbleri). İslâm düşmanı olan İngilizler, Osmanlı Devleti’nin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için çeşitli faaliyetlerde bulundular, isyân çıkarabilecekleri en müsait yerleri araştırdılar. İttihâd ve Terakkî nin çalışmalarına hız verdirdiler. Pâdişâh’ın aleyhinde olan basını harekete geçirdiler. Arabistan yarımadasında, Necd bölgesinde yaşayan bedevî kabîlelerini, Doğu Anadolu’da ermenileri devlete karşı isyân ettirdiler. Arabistan’da çıkan isyân sonunda Basra körfezi ve havalisi İngiliz nüfuzu altına girdi. Ayrıca Yemen’de de Osmanlılara karşı isyân çıkarttılar. Seneler süren çarpışmalarda yüz binlerce Osmanlı yiğidi şehîd düştü. Giden bir daha geri dönmedi. Osmanlı kuvvetlerinin çöllerde heba olmasına sebeb olan İngilizler, Pâdişâh’ın hilâfet nüfuzunu bu şekilde kırmaya çalıştılar. Fakat, Abdülhamîd Han’ın cesaret ve celâdetle karşı koyması, İngilizleri şaşkına çevirdi. Memleketin bütünlüğü konusunda fevkalâde hassasiyet gösteren Abdülhamîd Han, Berlin andlaşmasının, Anadolu’da ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhât yapılmasını isteyen 61. maddesini kesinlikle tatbik etmedi. Bunun ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek; “ölürüm de bu maddeyi uygulayamam” dedi. Başta İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinin tehdîdlerine rağmen, bu konuda tâviz vermedi. Tâviz verme yanlısı olan sadrâzam ve devlet adamlarını da azletti. Bunun üzerine İngilizler, ermenileri isyâna teşvik ettiler. Doğu Anadolu’da çıkan ermeni isyânları ile pek çok müslüman hunharca katledildi. Bunu önlemek için Sultan, Hamîdiye alaylarını kurdu. Bu birlikler yerli halktan alınan askerlerden meydana geliyordu ve bölgenin asayişini sağlamakla görevli idi (Bkz. Hamîdiye Alayları). Ermeniler Doğu Anadolu’da isyân çıkarmakla yetinmediler. Sultân’ı öldürmek için fırsat kollamaya başladılar. Saatli bir bomba ile Osmanlı sultânını şehîd ettikten sonra Bâb-ı âlîyi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası’nı, tüneli, bâzı resmî kuruluşlarla birlikte yabancı sefarethânelerini, husûsî iş yerlerini havaya uçurmak, müthiş bir kargaşalık ve isyân çıkararak İstanbul’u kan gölü hâline getirmek, böylece Avrupa devletlerinin askerî müdâhalesine sebeb olarak ermeni mes’elesini hâlletmek için plân yaptılar. Suikastın elebaşıları Troşak ermeni ihtilâl komitesi reislerinden Bakü’lü Samoil Kayın diğer adıyla Hristofor Mikaelyan ile yardımcılarıydı. Saatli bomba kurup patlatmada büyük bir usta olan Belçikalı anarşist E. Jorris’e çok para vererek bu işi yapmaya ikna ettiler. Jorris hazırlıklarını yaparak, bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatmaya karar verdi. O gün Sultan, namazını kıldıktan sonra, câmiden çıkarken, merdivenlerin başında şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi ile mu’tadından daha uzun konuştu. Ondan ayrılıp ağır ağır merdivenlerden inmeye başladığı anda bir kaç metre ileride yeri göğü sarsan büyük bir bomba patladı. Suikasttan salimen kurtulan sultan, Düyük bir tevekkül ile Allahü teâlâya sığınmış, dimdik duruyordu. Bulunduğu yerden soğukkanlılıkla, ayakta, hâdiselerin gelişmesini tâkib etti. Vazifeli subaylara, hâdisenin olduğu yerden uzaklaşmak için kaçanları gösterip, yakalanmaları için emirler verdi, gür ve tok sesi ile; “Korkmayın! Korkmayınl” diyerek halkı yatıştırdı. Yirmi altı kişi ölmüş, elli sekiz kişi de yaralanmıştı. Bu panik anında binlerce seyirci ve ecnebi diplomata karşı düşünmeden; “Kendimce en büyük emel, ahâlinin rahat ve mes’ûd olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malûmdur. Gayret ve hüsn-i niyetimin mintarafillah (Allah tarafından) mükâfatı, şu hâdiseden, hıfz-ı Hüdâ (Allah’ın, korumasıyla) emîn olmaklığımdır (kurtulmamdır). Onun için, cenâb-ı Hakk’a şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlâdlarımdan ve ahâliden bâzılarının telef ve mecruh olmalarıdır (yaralanmaları ve ölmeleridir). Buna ilelebed teessüf ederim. Tebeamın hakkımda göstermiş oldukları hissiyata bütün samimiyetimle memnuniyetimi beyân eyler, âfât-ı semâviyye ve erdiyyeden (göğe ve yere âit âfetlerden) masuniyetleri (korunmaları) için duâ ederim” diyerek temiz kalbliliğini, milletin olgun ve şefkatli bir babası olduğunu gösterdi. Sultan Abdülhamîd Han’ın başarı ile karşı koyduğu konulardan biri de Filistin mes’elesi idi. Yahûdîler Arz-ı Mev’ûd (vâdedilmiş topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarına İngiltere’de başlamışlardı. Bu gayenin tahakkuku için Siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları te’min ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir yahûdî devletinin, kurulması için çok çalıştı. Yahudiler 1870 senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladılar. 1870-1896 seneleri arasında, Filistin’de on yedi tarım kolonisi kurdular. Daha sonra Herzl, binbir zorlukla sultan Abdülhamîd Han ile görüşme imkânı bulabildi. Ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi ve bâzı tekliflerde bulundu. Hattâ, Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüd ettiler. Sultan, Herzl’in bizzat veya dostları vasıtasıyla yaptığı teklifleri kabul etmeyerek târihe altın harflerle geçen şu cevâbını verdi: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zîrâ bu vatan bana değil milletime âiddir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmışdır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanlarında kalmışlardır. Bu vatan bana âid değildir. Türk milletinindir ve ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım yahûdîler milyarlarını saklasınlar. Ancak benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsâde edemem.” Herzl, Abdülhamîd Han’ın bu cevâbından sonra da ona müracaattan vaz geçmedi. Sultan da, Filistin’in tamâmını arâzî-i şâhâne ilân etti. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Filistin’de yeni demiryolları ve zirâat kuruluşları te’sis etti. Bölgeden yahûdîlere toprak satılmasını yasakladı. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım müslümanian Filistin’e yerleştirdi. Bütün bunlar Herzl’in faaliyet şeklini değiştirmesine sebeb oldu. Jön Türkleri, ermeni ve rumları pâdişâha karşı kışkırttı. İngilizlere, Osmanlı Devleti’nde İkinci Meşrûtiyet’in îlânı için baskı yapılmasını teklif etti (Bkz. Filistin Mes’elesi). 1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk hedefi, sultan Abdülhamîd’i tahttan indirmek ve meşrûtiyeti îlân etmekti. Cemiyet kısa sürede tahminlerin üzerinde tarafdâr topladı. 1897 senesinde, Sultân’ı hal’ etmek için hazırlıklara girişmeleri üzerine, faaliyetleri Pâdişâh’a bildirildi. Sultan suçları îdâm olan bu cemiyet üyelerini, merhamet edip yurdun çeşitti yerlerine sürdü. Bâzıları Paris’e kaçarak devlet aleyhindeki faaliyetlerine devam ettiler. 1902 senesi Şubat ayında Paris’te Ahrâr-ı Osmaniye ismini verdikleri bir kongrede Sultan aleyhdârı Türk, rum, ermeni, arnavud, yahûdî, çerkes ve İttihâd ve Terakkî üyeleri bir araya geldiler. Bunlar Osmanlı’nın Doğu Anadolu ve Makedonya eyâletlerine muhtariyet verilmesini istiyorlardı. Öncelikle yahûdî ve ermeni gibi milletlere hak tanınsın, sonra muhtariyet, istiklâl verilsin diyorlardı. Bu isteklerini bir karar hâline getirdiler. Ayrıca Sultan aleyhindeki faaliyetlerini hızlandırabilecekleri yer olarak Makedonya’yı seçtiler. İttihâdcılar, her yerde görüşlerini yayarak, Balkanlardaki komitacılarla işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan bulgar, sırp, yunan çeteleri, sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan uzaklaştırmak için İttihâd ve Terakkî cemiyetine kucak açtılar. İttihâdcılar 1908’de Payitahta karşı şiddetli bir tehdîd propagandasına başladılar. Aynı zamanda arnavut İhtilâl komitesiyle birleştiler. Üsküp civarında altı bin arnavud toplanarak, sultan Abdülhamîd Han’a telgraf çektiler. Meşrûtiyeti îlân etmezse elli bin kişiyle İstanbul’a yürüyeceklerini bildirdiler. Sultan Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî komitesinin gayr-i müslimlerle birleşmesine, Avrupa devletlerinden yardım istemelerine ve gönderdikleri tehdîd dolu telgraflara çok üzüldü. Bu çetelerin üzerine az bir asker göndermekle haklarından gelirdi. Fakat kan dökmek istemiyordu. Olayları önleyemeyen bir rivayette de bu olayları destekleyen sadrâzam Avlonyalı Dâmâd Ferîd Paşa’yı 22 Temmuz 1908’de azletti. Yerine Küçük Saîd Paşa’yı yedinci defa sadrâzamlığa tâyin etti. Harbiye nâzırlığına, Müşir Ömer Rüşdî Paşa’yı getirdi. Otuz iki sene önce îlân edilen Birinci Meşrûtiyet’ten sonra ikinci defa meşrûtiyeti îlân etmeye zorlanıyordu. Sultan, sarayda yeni bir hey’et teşekkül ettirerek, Türklerin hakimiyetinde olan bir yapıya sâhib olacak bir meclise yeni bir kânûn-i esâsî hazırlattırıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat çıkan yerel isyânlar, İttihâdcıların Avrupa devletlerinden yardım istemeleri ve ihtilâl hazırlıkları sebebiyle yeni bir kânûn-i esâsî hazırlamaya fırsat yoktu. Daha fazla müslüman kanı dökülmesini istemeyen Sultan, 23 Temmuz 1908’de Kânûn-i esâsîyi tekrar yürürlüğe koyarak ikinci Meşrûtiyeti îlân etti. Meşrûtiyet’in îlânı ile, İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ileri gelenlerinden Cemâl, Enver, Talat, Necip, Rahmi beyler İstanbul’a gelerek sadrâzama ve devlet erkânına baskı yapmaya, hükûmetin işlerine karışmaya başladılar, îlân edilen umûmî af ile yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’i ve sözde kardeşlik havası fazla sürmedi. İttihâdcıların ilk anda yaptığı hatâlar sebebiyle Bulgaristan, 5 Ekim 1908’de Osmanlı Cihân Devleti’nden ayrılarak krallığını îlân etti. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek eyâletini işgal etti. 6 Ekim 1908’de Girid eyâlet meclisi Osmanlı Devleti’nden ayrılıp Yunanistan’a katıldığını açıkladı. Bu hâdiseler, sultan Abdülhamîd Han’ın dış politikasındaki dehâsını ortaya çıkarıyordu. Otuz sene durmuş olan facialar tekrar başladı. Aralık 1908’de Meclis-i meb’ûsan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb’ûs seçilerek meclise girmişti. Meclisteki azınlıklar daha etkili idi. Meşrûtiyete göre Sultan, sâdece sadrâzam ile şeyhülislâmı seçebiliyordu. Sadrâzam da nâzırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükûmeti düşürebiliyordu. Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı Devleti’nden ayrılarak istiklâllerini îlân etmek için her türlü gayr-i meşru vâsıtalara başvuruyorlardı. Binlerce müslümanın kanına giren yunan, sırp, bulgar ve ermeni çetecileri için umûmî af îlân edildi. Osmanlı Devleti’nden kaçan ne kadar isyâncı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol mikdarda silâh gönderdiler. İttihâd ve Terakkî cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyâsetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icrâatlarda kendilerine destek olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler. Kendilerine karşı olan kimseleri çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihâdçılar lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükûmet alaylı subayları ordudan çıkarttı. Bu sırada bâzı gazeteler ittihâdçılara karşı halkın dînî duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak; halkı ve orduyu isyâna teşvik ediyordu. Rûmî 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyân ederek subaylarını hapsettiler. Pâdişâh Abdülhamîd Han, isyânı Hüseyin Hilmi Paşa’nın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrâzamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa’yı sadrâzamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşa’yı getirdi ve Müşir Edhem Paşa’yı da harbiye nâzırı yaptı. Mâbeyn başkâtibi ile isyâncılara, isyândan vazgeçtikleri takdirde af edildiklerine dâir bir hatt-ı hümâyûn gönderdi. Bunun üzerine isyân bir mikdâr yatıştıysa da ertesi gün yine alevlendi. İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hâdisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu. Üçüncü ordü ile gönüllü bulgar müfrezesi ve sırp, yunan, yahûdî, arnavut çetecilerinden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevkedildi. Bu orduya Hareket ordusu denildi. Ordunun gayesi Sultân’ı tahttan indirmekti. Pâdişâhla sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civarındaki birliklerin Hareket ordusuna karşı kullanılması için izin istediler. Abdülhamîd Han; “Tüfekçilerin silâhları toplansın, kimse silâh atmasın, müslümanı müslümana kırdırmam” diyerek” bu teklifi reddetti. Kuvvetli olmasına rağmen büyük fitne çıkmaması için bunu kullandırtmadı. Hareket ordusu İstanbul önlerindeyken, Abdülhamîd Han; “Madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim, devleti o idare etsin. Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-i âlî mi ne kurulursa kurulup, benim hâdise ile alâkamın olup olmadığı tesbit edilmelidir” demişti. Ancak Saîd Paşa; “Suçsuz çıkarsa halimiz nice olur” diyerek resmî tahkikatın açılmasına mâni oldu. Mevcudu on beş bine varan Hareket ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askerî karakolları teslim aldı ve Harbiye nezâretini işgal etti. Taksim kışlasında ve Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayı’nın işgali sırasında sultan Abdülhamîd Han, mukâvemet etmek isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım, müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh çekmek isteyen ilk önce beni vursun sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın” demek suretiyle çatışmanın önüne geçti. Fakat ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci orduya direnme emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerler silâhlarını teslim ettiler. Böylece 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd Şevket Paşa, sıkıyönetim îlân ederek suçlu suçsuz bir çok insanı îdâm ettirdi. Yüzlerce balkan çetesiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı, İttihâd ve Terakkî hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı. 27 Nisan 1909 günü Âyân ve Meb’ûslar meclisi toplandı. Âyân’dan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, hal’ karârının bir fetvaya istinâd ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini meb’uslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamîd Han’a 31 Mart isyânına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazînesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları hâlde îdâm ettirmek... gibi suçlar yükleniyordu. Meclis, bu fetva gereği Sultân’ı hal’ karârı aldı. Nihayet, hal’ karârını Pâdişâh’a tebliğ için, Âyan ve Meb’ûsan’ı temsîlen bir hey’et seçilmiş ve Yıldız Sarayı’na gönderilmişti. Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar yahûdî Emanuel Karasso, arnavut Esat Toptanî, ermeni Aram Efendi ve Pâdişâh’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Pâdişâh, hal’ karârını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevâd Bey’e sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ karârını bildirmek için bir yahûdî, bir ermeni, bir arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı. İttihâdçılar, o gece (27 Nisan 1909) sultan Abdülhamîd Han’ı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri bir yere nakletmeyi düşünüyorlardı. En emin yer; İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ile Üçüncü ordunun hâkimiyeti altındaki Selânik idi. Bu suretle sultan Abdülhamîd Han, kendisine baş kaldıran Selanik Halkının ayağına getirilerek rencide edilecekti. Sultan Abdülhamîd, hemen o gece 38 kişilik maiyyetiyle trene bindirilerek hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Pâdişâh’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alâtini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezâret içinde acıklı yıllar geçirdi. Bu arada özellikle gazete okumasına asla izin verilmedi. Sarayında bütün serveti yağmalanan Sultan, Selanik’te geçirdiği ızdırâblı günler sırasında, İttihâd ve Terakkî cemiyeti tarafından gönderilen telgrafla, yabancı bankalarda bulunan bütün nakit ve mevduâtına el koyabilmek için mâliye nâzırı Câvid Bey’e vekâletname vermeye zorlandı. Vaziyet hem ciddî hem vahim’di. Tasarruf, devlet adına yapılıyor, vâzıülyedlik hakkı (el koyma) orduya bırakılıyordu. Bu durumu Abdülhamîd Han hâtıratındâ şöyle anlatmaktadır: “Bu günler hayâtımın en elim günleriydi. Yalnız ben değil, çoluk-çocuğum da tazyik ediliyordu. Muhâfız subaylar, eğer istedikleri parayı ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanması ile topa tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten çekinmiyorlardı. İstedikleri paranın bir kısmı tahvil, bir kısmı ise çocuklarının Ayrupa’da tahsili için Kredi Liyona bankasına yatırdığım elli bin lira idi. Memleketimden esirgeyeceğim hiç bir şeyim yoktu. Severek bu son üç-beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat hayâtımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazîfeli olanlar, bizi ölümle, topa tutmakla tehdîd ediyorlardı. Vekâletnâmeyi gönderen hareket ordusu kumandanı Mahmûd Şevket Paşa; “Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek, bizi buna zorlama, gönül rızânla ver de elimizi kana bulamayalım” diyebiliyordu. Yanımda duran Fethi Bey’in yüzü sapsarı idi. Ona; “Getir vekâletnameyi imzâlıyacağım” dedim. “Böylece büyük Osmanlı Sultân’ı şahsî servetinden mahrum bırakılarak devlete ve hükûmete el açar duruma getirildi. İkinci Meşrûtiyet’in başlangıcı, memleketimiz için büyük felâket ve ziyanlara sebeb oldu. 1911 (H. 1329)’da Trablusgarb’ı İtalyanlar işgal etti. 1912 (H. 1331)’de Balkan harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da bir milyon iki yüz bin; Rumli’de ise, iki yüz elli bin kilometre kare yerimiz elden gitti. Sultan Abdülhamîd Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesi, sultan Abdülhamîd Han’ın Selânik’de muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşâd da bu karârı tasdik etti. 1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hâkân-ı sabık, İkâmetine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Sultan Abdülhamîd Han, Beylerbeyi Sarayı’nda beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dâhiyane bir denge siyâseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu-bittiye getirilerek Harb-ı umûmî felâketine sürüklendiğine şâhid oldu. İngilizler ve Fransızların Çanakkale Boğazı’nı zorladıkları günlerdi... Boğaz istihkâmlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizi’ne geçebileceğinden endişe edildiği için, bir tedbir olarak pâdişâhın ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamîd Han’a bildirilince; “Ben Fâtih’in torunuyum. Hiç bir vakit Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler. Fakat o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” diye cevâb verdi. Onun bu kararlığı karşısında hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu. Abdülhamîd Han, Harb-i Umûmî’nin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşında idi. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefât etti. Sultan Hamîd’i tahtından indiren İttihâd ve Terakkî idarecileri sonunda memleketi düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. Onun büyüklüğünü anlıyamadıklarını itiraf edip hayatlarını hüsranla bitirdiler. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behâeddîn Şâkir, Doktor Nazım 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra, gece yarısı memleketi terk ettiler. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa kırk yaşında 1922’de Türkistan’da, Cemâl Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’de öldürüldüler. Abdülhamîd Han daha 30 Temmuz 1908’de, İttihâdçılar idareyi gasb ederken; “Türkiye’yi 10 sene idare edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler” diyerek muhtemel neticeyi daha işin başında işaret ediyordu. Böylece koca devlet İttihâd ve Terakkî kelimelerinin taşıdığı mânânın tamamen zıddına yol aldı ve kısa zamanda dağılmış oldu. Mâlî ve Kültürel Faaliyetler Sultan Abdülhamîd Han büyük güçler arasındaki rekabet üzerine kurulan dış politikayı göz önüne alıp, zaman kazanarak devleti ekonomik bakımdan kalkındıracak gerekli reformları yapmak gayesini güttü. Ancak Tanzîmât döneminin borç yükü Pâdişâh’ın elini kolunu bağlıyordu. Siyâsî buhranların yanında devlet, maddî bakımdan güç durumda idi. Harpler, hazîneyi bitirmiş ve dış ülkelere milyonlarca borcun altına girilmişti. Abdülhamîd Han, pâdişâh olunca, devletin bütün borçlarını ödemeyi vâdetmiş ve sarsılan haricî itibârı bu şekilde düzeltme yoluna gitmişti. Alacaklı olan devletler ile 1 Eylül 1881’de İstanbul’da toplantı yapıldı. Görüşmeler sonunda anlaşmaya varıldı. Muharrem kararnamesi diye meşhur olan kararnameyle devletin borçlarının kısa yoldan Ödeneceği açıklandı. Pek siyâsî bir dehâ olan Sultan, alacaklı olan İngiltere ve Fransa’yı razı ederek, borçların mikdârını indirtti. Bu borçları tahsîl etmek için Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Bu idareye, tütün, tuz ve ipek vergi gelirleri ile, damga pulu ve balık resimleri gibi bâzı vergileri toplama yetkisi verildi. Abdülhamîd Han, saltanatı boyunca, dış borçların büyük bir kısmını ödedi. Az mikdarda dış borç aldı. (Bkz. Düyûn-i Umûmiye). Eğitim ve İmâr Faaliyetleri Sultan Abdülhamîd Han’ın eğitim ve îmâr bakımından hizmeti büyüktür. Bunlar, onun dikkatle tâkib ettiği hususlardı. Sultan, hükümdarlığı boyunca en çok hizmet ve gayreti bu sahada yapmıştır. Onun bu faaliyetlerini düşmanları bile kabul etmiştir. Onun devri, ilmî, edebî, dînî yayınlar bakımından Osmanlı Devleti’nin en zengin ve verimli zamanlarından biridir. Matbaaların sayısı artmış; neşriyat faaliyeti fevkalâde gelişmiştir. Her ilim dalında yeni ve modern eserler basılmış, lügatler, ansiklopediler neşredilmiş, Türk lügatçiliği bugün bile o devrin çalışmalarını geçememiştir. Yaptırdığı ilk, orta, lise ve yüksek okulların bir hayli çok olduğu, devrinde çıkan ve hemen her sayısında yaptırılan mekteplerin resimlerine yer veren mecmualardan anlaşılmaktadır. Yine bu devirde yüksek payelerle taltif edilen ilim adamları dâima üstün tutulmuştur. Bunlardan Safvet ve Tunuslu Hayreddîn paşalarla, Ârifi ve Kadri paşalar sadrâzam olmuşlar; Cevdet Paşa, Akif Paşa, Abidîn Paşa, Giridli Sırrı Paşa, Vidinli Tevfik Paşa, Münif Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Sâdullah Paşa ve daha niceleri dâima devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşlerdir. İlim, irfan ve edebî sahada hizmet verebilmeleri için kendilerine imkânlar tanınmıştır. Dâima himaye görerek eserlerinin, ilim âlemine; edebiyat dünyasına takdim edilmeleri te’min edilmiştir. Fakat edebiyat adı ile yıkıcılığı meslek edinenlerden bâzıları, ilim adına hiyânet yoluna sapmışlar, bir kaç eserin neşredilmemesini bahane ederek, sansür yaygaralarını koparıp istibdâd iftiralarında bulunmuşlardır. Yapılan araştırmalar, bunların gerçekle ilgisinin bulunmadığını ve iftira olduğunu “ortaya çıkarmıştır. Sultan Abdülhamîd Han, memleketin her köşesine okullar yaptırarak, eğitim ve öğretimin sıkı bir şekilde yapılmasına gayret sarfetmiştir. Basra, Bağdâd, Musul, Haleb, Suriye, Beyrut, Kudüs, Hicaz, Yemen, Bingâzi ve daha pek çok yerde ilk, orta, lise ve yüksek okul yaptırmıştır. Anadolu ve Rumeli’de yaptırdığı orta ve yüksek mekteplerin mikdârı bir hayli kabarıktır. Bunlardan bir kısmı günümüzde de öğretime devam etmektedir. Kaliteli eleman, me’mur yetiştirmek üzere açtığı yüksek okullardan bâzıları: Mekteb-i Mülkiye, Güzel San’atlar Akademisi, Yüksek Ticâret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa’da İpekçilik Mektebi, Halkalı Zirâat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Mâden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi. Bir çok vilâyetlerde dârülmuallimînler ve bunlar gibi pek çok mektepleri hep sultan Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Askerî Tıbbiye’den çıkan hekimlerin staj yapmaları gayesiyle, 1898 senesinde Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbîkât Mektebi kuruldu. Bu okulun kurulması için Bonn Üniversitesi cerrahî profesörü Robert Rieder, paşa ünvânıyla getirildi. Her bölümün laboratuvarları en yeni âlet ve makinalarla teçhiz edilmişti. Bu laboratuvarlara her talebe için birer mikroskop konulmuştu. Avrupa’dan getirilen seçme profesörlerin yetiştirdikleri hekimler, daha sonra tıb fakültelerinde hocalık yaparak gençlere modern tıb bilgilerini öğrettiler ve değerli mütehassıs hekimler yetiştirdiler. 1903 senesinde Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve bunun denetimi altında ve tıb yanında bir de ecza sınıfı bulunan Şam Tıbbiyesi açıldı. Hastahâneler, klinikler, modern tıbbî âlet ve edevat hep bu devirde yaptırılmıştır. Kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahânesi, bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Darülaceze, bunların en mühimlerindendir. Beyoğlu Kadın Hastahânesi yine onun eseridir. Mehmed Fahri Bey, Besim Ömer, Asaf Derviş, mîralay Remzi, Ziya Nuri, mîralay Mehmet Şâkir Bey, Mazhâr Osman gibi doktorlar bu devrin meşhur simaları arasındadır. Bunlar gibi daha yüzlerce tabib ve mütehassıs, Avrupa ve dünyâ tıb çevrelerinde söz sahibi idiler. Herbiri İstiklâl harbinde hizmet görmüşler, sonradan kurulan tıb fakülteleri ve yetişen elemanlar, bu devirde yetişen ilim adamlarının eseri olmuştur. Ayrıca, yüksek okullara talebe yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime çok önem verdi. Bütün vilâyetlere batı tarzında okullar açtırdı. İbtidâî ismi verilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiye yâni ortaokullardan itibaren yabancı lisan öğrenimi mecburî tutuldu. Memleketin çehresi değişti, kültür seviyesi yükseldi. Ancak bu mekteblerde yetişen kültürlü genç neslin büyük kısmı Çanakkale savaşlarında şehîd oldu. Müze-i hümâyûn (Eski eser müzesi), Askerî Müze, Yıldız Arşivi ve Kütüphânesi, Bâyezîd Kütüphânesi’ni kurdurduğu gibi, kütüphânelerdeki kitapların kataloglarını yaptırdı. Abdülhamîd Han, basın ve yayın çatışmalarını desteklediği için kitap, dergi, mecmua ve gazete sayısında büyük artışlar meydana geldi (Bkz. Basın ve Matbûât). İstanbul başta olmak üzere, diğer şehirlerin, önemli yerlerin fotoğraflarını çektirip, değerli bir albüm kolleksiyonu hazırlattı. Bu albümler, bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’nde mevcuttur. Sultan Abdülhamîd Han’ın askerî sahadaki hizmetleri de takdire şayandır. Balkan harbi ve Birinci dünyâ savaşı sırasında orduda vazîfeli bütün subaylar ile Millî mücâdelenin komutanları onun devrinde yetişmiştir. Çok mikdarda tüfek, yüzlerce serî ateşli topları hep o te’min ettirmiştir. İstanbul ve Çanakkale boğazlarını tahkim ettirdi. Pek çok askerî te’sisleri tamir ettirip yenilerini yaptırdı. Memleketin başına gelecek felâketi önceden tahmin ettiğinden ona göre hazırlık yaptırdı. Birinci cihân harbinde Çanakkale, sultan Abdülhamîd Han’ın yaptırdığı istihkâmlarla kendini savunmuştur. Ordu mensuplarının maaş ve geçim hususlarıyla bizzat ilgilenir, ailelerinin geçim şartlarına îtinâ gösterirdi. En sıkıntılı zamanlarda bile askerlerin maaşlarının muntazam verilmesi için olağanüstü tedbirler araştırır, hâl çâresi bulurdu. Her müşkilât için sarayda husûsî komisyonlar kurdurur, iyice tedkîk ettirip en faydalısını tatbikata koyardı. Askerî sahada ön safta yer alabilmemiz için ilmî, fenni; teknik her hususta yenileşmenin, muasır seviyeyi aşmanın ideâlini dâima muhafaza etmiştir. İlk defa denizaltı proje ve inşâsı hususundaki başarılı çalışmaları bunların en bariz örneğidir. Harp gücünü kaybetmiş eski gemileri Haliç’e çekip, Avrupa’da yeni yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askerî ıslâhat için Almanya’dan uzmanlar getirttiği gibi, eğitim için bu ülkeye Türk subayları gönderdi. Askerî rüşdiyeleri ve idadileri çoğalttı. Kâğıthâne’de bir poligon kurdurdu. Subayı öyle şerefli idi ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bolluk vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten bir, mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Abdülhamîd Han, zirâat, sanâyî ve ticâret odalarını açtırdı. İlk defa bugünkü mânâda nüfûs tahrîri (sayım) teşkilatını kurarak memlekeldeki insan gücü ve mal varlığının istatistiğini yaptırdı ve senelik artış ve düşüşün düzenli bir şekilde tesbit edilmesini sağladı. Hereke kumaş fabrikasını genişletti. Çini fabrikası açtırdı. İmâr ve bayındırlık faaliyetlerine hız verdi. Anadolu ve Rumeli’de yol bulunmayan yerlere şose yaptırdı. Terkos suyunu İstanbul’a getirtti. Osmanlı Bankası ve Reji binalarını yaptırdı. Hamîdiye kâğıt fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Osmanlı sigorta şirketi, Beyrut limanı rıhtımı, Sakız limanı rıhtımı, Küçük su barajı, Haydarpaşa rıhtımı, Galata, Tophâne rıhtımı, Dolmabahçe saat kulesi, Mum fabrikası ve Tuna nehrinde Demirkapı kanalı hep bu pâdişâhın eseridir. Ayrıca Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. Haydarpaşa İstasyon binasını yaptırdı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız Sarayı’nı ve önündeki câmiyi yaptırdı. Kâğıthâne’deki Hamîdiye suyunu halkın istifâdesine sundu. Ankara vâlilerinden Abidîn Paşa, Elmadağı’ndan Ankara’ya tatlı su getirmek için halkdan para toplamıştı, işe başlamak için halîfeden izin istedi. İkinci Abdülhamîd Han, vâliye gönderdiği cevâbda; “Susuzlara su vermek çok sevâbdır. Dînimizin emirlerinden biridir. Bu vazîfe ve şeref bize bırakılsın. Topladığın paralan sâhiblerine geri ver. Bütün masrafı hazîne-i şâhânemden olmak üzere hemen işe başla. Milletimi iyi suya kavuştur!” dedi. Az zaman içinde Ankaralılar tatlı suya kavuşturuldu. Yeni postahâne binasını, Medîne-i münevvereye kadar telgraf hattını, Bingâzi telgraf hattını yaptırıp, İstanbul-Köstence arasına kablo döşetti. Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açtırdı. Hicaz beldesine hizmeti en ön plânda tuttuğundan, buralara büyük hizmetler götürdü. İhsânları ve hizmetleri yalnız ümerâya, ulemâya ve makamlara olmayıp, ahâlînin ve fakirlerin hepsine ulaşmıştır. Mescid-i haramı gözleri kamaştıracak derecede tamir ve tezyin etmiş, Hadîce-tül-Kübrâ’nın türbesini ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve kızı hazret-i Fâtımâ’nın doğdukları binaları, en iyi şekilde ihya etmiş, Minâ şehrini su şebekeleri ile doldurmuştur. Seyyid Ahmed Rıfâî ile diğer velîlerin türbelerini tamir etmiş ve âlimlere ve velîlere gereken değeri vermiştir. Mekke’de Gayretiyye ve Hamîdiyye piyade kışlalarıyla, topçu kışlası ve hükûmet konağı yaptırmıştır. Osmanlı halîfelerinin herbirinin Hâdim-ül-harameyn hizmetçisi olduklarını, bütün dünyâya îlân eden eserlere yenilerini eklemiştir. Askerî, siyâsî, İktisadî ve ticarî gaye ile; Bursa demiryolunu, Yafa-Kudüs hattını, Ankara demiryolunu, Manastır-Selânik, Şam-Harran, Eskişehir-Kütahya, Beyrut-Şam, AfyonKonya, İstanbul-Selânik demiryollarını döşetti. Böylece demiryolu uzunluğu Rumeli’nde 1993, Anadolu’da 2507 kilometre yükseldi. Demiryolu yapımına çok ehemmiyet verilmesinin sebebi, bölüşülmeye hazır hasta adam gözüyle bakılan vatanın müdâfaası ve asker sevkıyatı zorluğunu gidermek içindir. Bu mes’ele 1877 Osmanlı-Rus harbinde kendini büyük çapta göstermişti. Balkan isyânları ile bu harpten alınan dersler, ondan sonra Rumeli’de hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul, Manastır-Selânik hatları yapılmıştır. Eğer bu hatlar önce yapılmış olsaydı, Balkanlardaki ayaklanmaları ânında bastırmak ve Doksanüç harbini önlemek mümkün olabilirdi. Abdülhamîd Han, Anadolu dışındaki bütün müslümanların kendisine bağlanarak bir bayrak altında toplanmalarını, yeniden teşkilâtlanmalarını ve batı emperyalizmine karşı birleşmelerini istiyordu. Bu gerçekleştiği takdirde; başta İngiltere olmak üzere, Avrupa devletleri müslümanları sömüremeyecek, hattâ İslâm ülkelerine kötü gözle bakamıyacaklardı. Bunun için de memleketin her yerinde başlattığı demiryolu ağını Medîne ve Mekke’ye kadar ulaştırmak istiyordu. Bu şekilde İslâm dünyasındaki ulaşımı kolaylaştıracak, müslümanlar arasındaki bağlar kuvvetlenecek, böylece bütün müslümanlarda, başlarındaki halîfenin Abdülhamîd Han olduğunda fikir birliği hâsıl olacak, Osmanlı Devleti’nin liderliğinde birleşeceklerdi. Fakat, Mekke’ye kadar uzanacak 2000 kilometrelik demiryolunun masraflarını karşılayacak para, hazînede yoktu. Sultan, İslâm âlemi açısından bu hattın acilen yapılmasını istiyordu. Önce kendisi şahsî malının büyük bir kısmını bu yola ayırdı. Sonra da müslümanlardan yardım istedi. Afrika, Mısır, Afganistan, Türkistan, İran, Hindistan ve Osmanlı hududları içindeki müslümanlar canla başla bu yardıma koştular. Kısa zamanda milyonlarca altın toplandı ve Almanlara ihale edilerek, demiryolu hattı Medîne’ye ulaştı. Sultan Abdülhamîd Han’ın, Güneydoğu Anadolu’ya demiryolu ağını kurması Rusları; Hicaz demiryollarını yaptırması da İngilizleri telaşlandırdı. Çünkü eşit şartlarda Osmanlı ordusu her zaman düşmanlarına galip geliyordu. Son harplerde Osmanlı’nın mağlûb olmasının sebebi, sür’atle asker sevkiyâtı yapılacak yolların bulunmaması, cephelere Türk ordusunun zamanında yetişememesi idi. Eskişehir-Adana-Bağdâd hattının yapılması ile, Rusların, Doğu Anadolu üzerinden sıcak denizlere inme ve Kudüs-i şerîfi himaye hayâli sona eriyordu. Bağdâd ve Medîne hatları ise, İngilizlerin, Hindistan’a kısa yoldan geçme siyâsetine engeldi ve bununla Osmanlı’nın Mısır’a tekrar hâkim olması İhtimâli vardı. Abdülhamîd Han, demiryolunun emniyeti bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe kalesine iki tabur asker gönderdi. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom verdi. Sultan buna karşı İngiltere’nin buna hakkı olmadığını söyleyerek, yeni sınırı, kurulacak bir komisyonun belirleyeceğini bildirdi. Sultân’ın dâhiyane politikası neticesinde Akabe Osmanlı’da kaldı (Bkz. Akabe Mes’elesi). Sultan Abdülhamîd Han; orta boylu, geniş göğüslü, omuzları kalkık, sesi kalın ve gür, konuşması tane tane ve gayet sakin idi. Sık sık tebessüm eder, fakat kahkaha ile güldüğüne hiç rastlanmazdı. Yürüyüşü tabiî ve pek vakarlı, gayet nâzik, her hâlinde bir fevkalâdelik vardı. Çok hassas, zekî, hafızası sağlam ve dikkatliydi. Giyinişi, yaşına uygun ve zarif olup, kış ve yaz, önü iki sıra düğmeli, İnce veya kalın yumuşak kumaşlardan yapılmış uzun palto giyer, sıhhate en müsait olan kumaşları tercih ederdi. Sadeliği ve intizamı ön plânda tutar, yaptığı ve yapacağı şeyleri not eder, yaptıracaklarını da not ettirirdi. Zekâsı ve gönül alıcı muamelesi, yabancıların da hürmetini kazanmıştı. Bu sebeple işlerini kolaylıkla gördürürdü. Hâl ve tavrında görülen fevkalâdeliğe hayran kalanlar, ona hizmet etmek, işlerini kolaylaştırmak hususunda yarışır, iftihar ederlerdi. Abdülhamîd Han, maiyyetine ve vekillerine, ilim ve san’at erbabına ihsânı, ecnebilere hediyesi bol ve kıymetli idi. Mevkilerine, hizmet ve başarılarına göre ihsân ve ikrâmda bulunurdu. Halkdan, fakirlik ve sıkıntı içinde olanların hâlini haber alınca, para veya eşya gönderir, hastalara bizzat doktor yollardı. Sultan Abdülhamîd Han’ın şahsiyeti hakkında, İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında şöyle demektedir. “Bana göre sultan Abdülhamîd, gelmiş geçmiş Osmanlı pâdişâhları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir... Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri gelen en başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hâlde yaşardı. Bir mes’eleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Şehzâde iken de akıllı, nâzikti ve o zaman da İstanbul’a gelen seçkin Avrupalılar kendisini ziyaret etmek isterlerdi... Eğer sultan Abdülhamîd Han olmasaydı, devleti akılla idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Türkiye’yi para ve personel bakımından kemiren, yoksul bırakan, gelişmesini durduran Doksanüç Rus harbinin yaralarını sarabilmesi hayrete şayandır. Dış borçları ödedi, orduyu kuvvetlendirdi ve Osmanlı Devleti’ni gene dostluğu ve ittifakı aranır bir hâle getirdi... Sultan Abdülhamîd düşürülmeseydi, Birinci cihân savaşı patlamıyacaktı. Aksini farz etsek bile Sultan, Türkiye’yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti... Yoksul halk tabakalarının bütün dertleriyle üzülerek ilgilendi ve doğrusu hıristiyan tebeasını da ayırmadı. Çok büyük olan servetini bu yolda kullandı... Devlet yönetimini Bâb-ı âlî’den Yıldız’a alarak sistemi bozdu. Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler hâlinde kütüphânesinden çıkmıştır. Mükemmel dış politikasının esas prensipleri; soğukkanlılık, hareketsizlik, harp tehlikesini atlatmak, devletlerin aralarındaki en uyuşmaz noktaları, düşmanlıkları, kıskançlıkları derhâl teşhis edip, Osmanlı lehine kullanmaktı... Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halîfelik sıfatına, diğer pâdişâhlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla meşgul oldu. Onları İstanbul’a sevgi ve saygıyla bağlandı. İstanbul’da devamlı olarak binlerce yabancı müslüman bulunur, Orta Afrika’dan Çin’e kadar olan ülkelerdeki müslümanlar gelip gider, telkin ve emir alırlardı... Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiç bir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı... Her seviyedeki adamın bir değeri olduğunu bilirdi... Hareket ordusu, üç beş bin kişiden ibaretti. Arnavud, yahûdî, rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk’tü, son Cuma selâmlığında bir kaç gün önce kendisine refâket eten 8.000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal’inden bir kaç gün önceki son selâmlığında; “Pâdişâh’ım çok yaşa” âvâzeleriyle yeri göğü inleten halk, samimî idi...” Sultan Abdülhamîd Han, İslâmıyetin emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta son derece hassasiyet gösterirdi. Abdestsiz yere basmazdı. İslâm’a aykırı yurt içinde ve dışında zararlı neşriyat yapılmaması, müslüman evlâdlarının dinlerini ziyana uğratmamaları için mümkün olan her hizmet ve faaliyeti yürütmüştür. Çok cesur ve tevekkül sahibi idi. 1898 senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın büyük muâyede salonunda Sultan, devlet erkânı, subaylar, paşalar, yüzlerce yerli ve yabancı temsilcilerle toplantı hâlinde bulunduğu sırada, şiddetli bir zelzele oldu. Sultan, bir kaç tonluk avizenin tam altında bulunuyordu ki, avize sağa sola saat rakkası gibi sallanmaya başladı. Kahraman paşalar, cesaretli subaylar, ömrünü savaşlarda geçirmiş gâziler birbirlerini çiğneyerek dışarı kaçarken, Pâdişâh yerinden bile kımıldamadı. İstifini dahi bozmadan; Allahü teâlânın kelâmından bâzı âyet-i kerîmeler okuyarak, büyük bir vekâr ve tevekkül ile neticeyi bekliyordu. Âbdülhamîd Han’ın çocukları: Selîm Efendi, Abdülkâdir Efendi, Ahmed Efendi, Burhâneddîn Efendi, Abdürrahîm Efendi, Nûreddîn Efendi, Bedreddîn Efendi, Mehmed Âbid Efendi, Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Ayşe Sultan, Refia Sultan, Hadîce Sultan, Sâmiye Sultan. PÂDİŞÂH DA NEFERDİR Alâtini Köşkü muhafız kumandanı kolağası Râsim Celâleddîn Bey, sultan Abdülhamîd Han’la konuşmak için izin isteyerek huzuruna gelip; “Zât-ı hümâyûnunuzu rahatsız ettim” beni mazur görünüz, dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!.” deyince, Sultan hayretle; “Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Râsim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümâyûna nusret, kuvvet versin, inşâallah zafer bizimdir?” diye sordu. Râsim Bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu: “Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’la hakanım ve maalesef yenilmek üzereyiz!..” Sultan; “Dört düvel birleşir de haberimiz olmaz mı Râsim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..” diye sordu. Râsim Bey; “Kiliseler kânununu çıkararak, Meclis-i meb’ûsan ve âyân bu ihtilâfı hâl etti. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi İstanbul’a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım” dedi. Buna çok üzülen Sultan Abdülhamîd Han büyük bir öfke ile; “Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu?.. Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşında olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek verin, asker evlâdlanmla beraber Selânik’i ben son nefesime kadar müdâfaa edeceğim!” dedi. Fakat Sultan Reşâd’ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensubu olarak Pâdişâh’ın irâdesine boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamîd Han, İstanbul’a nakledilmeyi kabûl etti. ABDESTLE İMZA!.. Sultan Abdülhamîd Han, âcil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmağını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Esâd Bey, hâtırâtında şöyle demektedir: “Bir geceyarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. Acaba Sultan’a bir emr-i Hak mı vâki oldu? diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; “Evlâd, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzâlıyayım” dedi. Besmele çekerek imzaladı.” Sultan Abdülhamîd Han-II Devri Kronolojisi 7 Eylül 1876 31 Ekim 1876 Ültimatomu. : Sultan Abdülhamîd Han’ın kılıç alayı. : Sırbistan ve Karadağ harekâtının durdurulması hakkında Rus 19 Aralık 1876 : Rüşdî Paşa’nın istifası, Midhat Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması. 23 Aralık 1876 : Tersane Konferansı ve Meşrutiyet’in îlânı. 5 Şubat 1877 : Midhat Paşa’nın hudud hâricine sürülmesi. 19 Şubat 1877 : İlk Meclis-i meb’ûsânın (Millet meclisinin) açılışı. 24 Nisan 1877 : Rusların Osmanlı Devleti’ne savaş ilânı. 11 Eylül 1877 : Plevne zaferi. 10 Aralık 1877 : Plevne’nin düşmesi ve Gâzi Osman Paşa’nın esir olması. 31 Ocak 1878 : Edirne mütârekesi. 13 Şubat 1878 : Meclis-i meb’ûsânın tatili. 3 Mart 1878 20 Mayıs 1878 4 Haziran 1878 : Ayastefanos Andlaşması’nın imzalanması. : Ali Süâvî olayı (Çırağan Vak’ası). : Türk-İngiliz ittifakı ve Kıbrıs Muahedesi. 13 Temmuz 1878 : Berlin Andlaşması’nın imzalanması. 18 Mayıs 1880 : Ziyâ Paşa’nın ölümü. 12 Mayıs 1881 : Tunus beyliğinin Fransa himayesine girmesi. 27 Haziran 1881 : Yıldız Mahkemesi’nde ilk duruşmanın başlaması. 20 Aralık 1881 : Düyûn-i umûmiyenin kurulması. 11 Temmuz 1882 : Mısır Mes’elesi. 30 Eylül 1895 : İstanbul’da ermenilerin çıkardığı ilk karışıklık. 26 Ağustos 1896 : İstanbul’da ermenilerin çıkardığı ikinci karışıklık. 18 Nisan 1897 4 Aralık 1897 18 Aralık 1897 : Yunan seferi. : Osmanlı-Yunan barışı. : Girid’e muhtariyet verilmesi. 5 Nisan 1900 : Plevne kahramanı Gâzi Osman paşa’nın vefâtı. 5 Kasım 1901 : Fransızların Midilli’ye asker çıkarması. 21 Eylül 1902 : İlk Makedonya ihtilâli. 29 Ağustos 1904 : Sultan beşinci Murâd’ın vefâtı. 21 Temmuz 1905 : Pâdişâh’ın ermeniler tarafından bomba ile öldürülmek istenmesi. 1 Ekim 1906 10 Haziran 1908 : Akabe Mes’elesi. : Revâl mülakatı. 23 Temmuz 1908 : İkinci Meşrûtiyetin ilânı. 5 Ekim 1908 : Bulgaristan Prensliği’nin krallık şeklini alması. 17 Aralık 1908 : İkinci Meşrûtiyet meclisinin açılması. 13 Nisan 1909 : 31 Mart Vak’ası. 27 Nisan 1909 : Sultan Âbdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi ve Selânik’e gönderilmesi. 1) Devlet ve Memleket Görüşlerim (Abdülhamîd Han. Neşr. A. Çetin, R. Yıldız, İstanbul-1976) 2) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Nşr. İsmet Bozdağ, İstanbul-1980) 3) Abdülhamîd’in Muhtıraları (Nşr. M. Hocaoğlu, İstanbul-1976) 4) II. Abdülhamîd’in İngiliz Siyâsetine Dâir Muhtıraları (İ. H. Uzunçarşılı, Târih Dergisi, sayı-10 (43), İstanbul-1954) 5) Hâtırât-ı Sultan Abdülhamîd-i Sânî (Neşr. Vedat Örfî. İstanbul-1340) 6) Abdülhamîd’in Yıldız Hâtıraları (Tahsin Paşa, İstanbul-1931) 7) Tezâkir (A. Cevdet Paşa) 8) Mâruzât (Â. Cevdet Paşa) 9) Zübdet-ül-hakâyık (A. Midhat, İstanbul-1294) 10) Üss-i İnkılâb (A. Midhat. İstanbul-1294) 11) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 159 12) Saray Hâtıraları (Ali Saîd, İstanbul-1338) 13) Meclis-i Meb’ûsan İlk Devre Müzâkere Zabıtları (H. Târık Us, İstanbul-1940) 14) Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa Mâlî Kontrolü (C. D. Blaisdell, Tere. H. A. Kuyucak, İstanbul-1940) 15) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emîn); cild-3, sh. 1264 16) Abdülhamîd-i Sânî’nin Notlan (İbn-ül-Emîn, T. T. Em. sayı-13(90), 1926) 17) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiye (A. F. Türkgeldi, Ankara-1988) 18) Babam Âbdülhamîd (Ayşe Osmanoğlu, İstanbul-1960) 19) Îlân-ı Hürriyet ve Sultan II. Abdülhamîd Han (N. Nazif Tepedelenlioğlu, İstanbul1960) 20) II. Abdülhamîd ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar (N. Tepedelenlioğlu, İstanbul-1964) 21) Sultan Âbdülhamîd II ve Bugünkü Muârızları (Raif Ogan, İstanbul-1965) 22) The Eastern Question (M.S. Anderson, N. York-1966) 23) Siyonizm ve Türkiye (Yaşar Kutluay, İstanbul-1967) 24) Abdülhamîd Devri Eğitim Sistemi (Bayram Kodaman, İstanbul-1980) 25) Siyonizm ve Filistin Sorunu (M. Kemâl Öke, İstanbul-1982) 26) İngiliz Câsâsu Prof. Arminius Vambery’in Gizli Raporlarında II. Âbdülhamîd ve Dönemi (M. Kemâl Öke, İstanbul-1983) 27) Şark Mes’elesi ve II. Abdülhamîd’in Garb Politikaları, (M. Kemâl Öke, Osmanlı Araştırmaları sayı-3, İstanbul-1982) 28) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 285 29) Sultan Abdülhamîd’in Hal’i ve ölümüne Dâir Bâzı Vesikalar (Uzunçarşılı, Belleten, 1946, sayı-27) 30) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 131 31) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13, sh. 3 32) Ulu Hakan Âbdülhamîd Han (N. F. Kısakürek, İstanbul-1970) 33) Sultan II. Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası (B. Kodaman, İstanbul-1983) 34) Osmanlı İmparatorluğu’nun Teceddüdü (P. İmper, Terc. Hasan Ferhâd, İstanbul1339) 35) Es-Sultan Âbdülhamîd es-Sânî, Hayâtuhu ve Ehdâsü Ahdihî (Orhan Muhammed Ali, Bağdâd-1987) 36) Hayâtımın Acı ve Tatlı günleri (Şâdiye Osmanoğlu, İstanbul-1966) 37) El-Cem’iyyet-ül-Masoniyye, Hakâikuhâ ve Hafâyâhâ (Dr. Ahmed Calûş. Kâhire1966) 38) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1025 39) Eshâb-ı Kiram; sh. 293, 374 40) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 41 ABDÜLKÂDİR CEZÂYİRİ İslâm mücâhidlerinden, ismi Abdülkâdir bin Muhyiddîn’dir. Şeriflerden olup, nesebi hazret-i Hasen bin Ali’ye dayanır. 1807 (H. 1222) senesinde Receb ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir’in Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. 1883 (H. 1300) senesi Receb ayının on dokuzunda Dımaşk’ın (Şam’ın) Demir köyünde vefât etti. Şam’da Sâlihiyye’de Muhyiddîn-i Arabf nin (r. aleyh) türbesine defnedilmiştir. Abdülkâdir’in baba ve dedeleri Cezâyir’in Vehrân bölgesinde herkesin sevip saydığı, hürmet ettiği kimseler olup, büyük dedelerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkâdir, Akdeniz’i bir Osmanlı gölü vapan büyük Türk denizcisi Barbaros Hayreddîn Paşa’ya Cezâyir’in fethinde yardım etmişti. Osmanlılar bu zâta ve oğullarına çok hürmet edip, îtibâr göstermişlerdir. İlk tahsilini (eğitim ve öğretimini) Kaytana’da yapan Abdülkâdir Cezâyirî, Cezâyir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Üstün bir zekâya sahipti. Geniş bilgisi, fazilet ve takvâsıyla şöhreti her yere yayıldı. Bu manevî faziletleri yanında, cesaret, kahramanlık, ata binmek, silâh kullanmak ve diğer harp san’atlarında üstün maharet sahibi oldu. Abdülkâdir Cezâyirî 1826 (H. 1242) senesinde babasıyla birlikte Mısır’a gitti. İslâm âleminin meşhur ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyaret etti. Sonra Hicaz’a, oradan da 1829 senesinde önce Şam’a ve oradan Bağdâd’a geçtiler. Abdülkâdir Cezâyirî, Şam’da evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (r. aleyh) ile görüşüp duâsına kavuştu. Daha sonra şerefli ailelerinin müntesib olduğu (bağlı bulunduğu) evliyânın büyüklerinden nur ve feyz menbâı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin (r. aleyh) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret ettiler ve manevî yardım talebinde bulundular. Daha sonra Cezâyir’e dönüp, evvelâ münzevî (kendi hâlinde) bir hayât sürdüler. Bu sırada Cezâyir’in Fransızlar tarafından işgalini tâkib eden vak’alar kendilerini kabîlelerin başına geçmek ve vatanlarını müdâfâ etmek mecburiyetinde bıraktı. Vehrân ve Müstefanen bölgelerindeki halk, Fransızlara karşı ayaklanarak babasını emîr seçince, babası bu işe oğlu Abdülkâdir’i lâyık gördü. Kendisi de Oran’daki Fransız kuvvetleri ile harbeden askerin kumandanı olarak cihâda iştirak etti. Abdülkâdir Cezâyirî’nin henüz yirmi beş yaşında iken gösterdiği harikulade şecaat (kahramanlık) ve soğukkanlılığı herkesi hayran bıraktı. 1832 (H. 1248) senesi Receb ayında bütün Cezâyir’e emîr oldu. Yaptığı bî’at konuşmasında; “Eğer emîrliği (liderliği) kabul ediyorsam, bu, cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını elde etmek içindir. Benden daha değerli ve kabiliyetli bulacağınız, îmânımızı müdâfâda hiç bir fedâkârlıktan kaçınmayacak başka biri çıkarsa, yerimi ona bırakmaya hazırım” diyerek cesaret, tevâzû ve ileri görüşlülüğünü ortaya koydu. Abdülkâdir Cezâyirî Fransızlara karşı iki safhalı bir mücâdele yürüttü. Birincisi, 18321839 târihleri arasında, Fransız ordularını perîşân edip, şaşkına çevirdiği safha, ikincisi, 1839-1847 târihleri arasındaki siyâsî zaferler safhasıdır, Abdülkâdir Cezâyirî harp ve siyâsî yollarla bir çok bölgeleri ele geçirdi. Netîcede İskenderiyye veya Akka’da kalmak şartıyla, 1847 (H. 1263) senesinde General Lamoriciere’ye teslim olmak mecburiyetinde kaldı. O zamanki Fransız kralının oğlu ve komutanları sözlerinde durmayarak, onu hapsettiler. Sonra Emîr ve yanındakiler, Cezâyir vâlisi Duc d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Bir müddet Toulon’da Lamalgue, sonra da Paris ve nihayet Anboise kalesinde bulunduruldu. Napolyon imparator olunca, Abdülkâdir Cezâyirî’ye müsâde edilip, İstanbul’a gönderildi. Abdülkâdir Cezâyirî, sultan Abdülmecîd Han’ın iltifatına kavuştu. Bursa’da kendisine tahsîs edilen konakta ikâmeti sağlandı. Abdülkâdir Cezâyirî, 1865 (H. 1272) senesindeki büyük zelzele sonrasında Şam’a gitti. Abdülkâdir Cezâyirî, 1862 senesinde hacca gidip, iki sene sonra İstanbul’a döndü. Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişanı’yla taltif edildi. Daha sonra Şam’da ömrünü ilim ve ibâdetle geçirdi. Şan ve şöhreti doğuda ve batıda her yere yayıldı. Kerâmetleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ilmine dâir yazdığı Mevâkıf kitabının her bir bölümü marifetlerle doludur. Şiirleri Nüzhet-ül-hâtır adlı kitabda toplanmıştır. Muhârebeler sırasında, Fransız kumandanlarının ileri gelenlerinden General Dumas sonunda Abdülkâdir Cezâyirî’ye hayran kalmış ve onunla dost olmaya çalışmıştır. Ona İslâmiyet’le ilgili bir çok suâller sorarak, tatmin edici (doyurucu, olgun) cevaplar almıştır. Yirmiye yakın olan bu suâllerden biri de İslâmiyet’in kadına verdiği değer hakkındadır. Abdülkâdir Cezâyirî’nin Fransız generaline cevâbı, tam bir vakar ve nezâketle şöyledir: “... Bu mes’elenin gerçek yüzü ve hakikati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri hâizdirler. Meselâ onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarurî gereği ise hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihanet edip kötülük yaparlar.” Diğer bir hadîs-i şerîfde de Eshâb-ı kirâmına (r. anhüm) hitaben buyurdular ki; “Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim.” Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek zevcelerini kendi mübarek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezâket ve edebleri sayılamıyacak kadar çokdur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşavere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reîsdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.” MÜMİNLERE YAKIŞAN Abdülkâdir Cezâyirî’nin kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplar dikkate şâyân olup, bunlardan Muhammed Hasnâvî’ye yazdığı 1847 (H. 1263) tarihli mektubu şöyledir: “... Şecaat, kahramanlık ve cömerdlîk sıfatlarıyla mevsûf olan ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî, Allahü teâlâ sizin ve bizim hâlimizi yüceltsin. Dünyâ ve âhiretteki emellerimize kavuşdursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü teâlâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhafaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, mü’minlerin mesleği ve asıl san’atıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim. Gayret ve çalışmalarına sevâblar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitaben cihâdın faziletini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifâde buyurmuştur. Bunlar Üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazileti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil’de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet’i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir. Kıymetli kardeşim, sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyâ’nın hayrını dilemedikçe ona cihâd naslb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nimetin kadrini iyi bilmelisin. Dâima sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Âmin...” Muhammed bin Hasan Bay’a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resulüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selamdan sonra şöyle demektedir: “... Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tazelemek düşüncesiyle vekilimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, mü’minler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîki mü’min, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâima birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın razı olduğu şeylerde ve takva hususunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir...” 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 304 2) Câmi-u kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 99 3) El-A’lâm; cild-4, sh. 45 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 605 5) Kâmûs’ül-a’lâm; cild-4, sh. 3084 6) Târih-ul-halef; cild-2, sh. 316 7) İzâh-ul-meknûn; cild-1, sh. 326 8) Brockelmann; Sup-2, sh. 886 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 35 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 274 11) Cühud-ul-Emir Abdülkâdir ve Hulefâihi fî Ted’îmil-cebhetiş-Şarkıyyeti; (Dr. Yahyâ bin Azîz, El-Arabî, 5. yıl, Şa’ban-1977 sayısı); sh. 1-42 12) Muâmelet-ul-Arabî li-zevcetîhi (Emir Abdülkâdir Cezâyirî, El-Arabî mecmuası, No: 219, Sefer-1397. (Şubat-1977); sh. 35-37 ABDÜLKERÎM EFENDİ Osmanlı Devleti’nin altıncı şeyhülislâmı. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1495 (H. 900) senesinde Edirne’de vefât etti. Edirne’de Sultan Câmii yakınında kendi yaptırdığı Sıbyân mektebinin bahçesine defnedildi. Abdülkerîm Efendi, Sultan İkinci Murâd Han’ın beylerinden Mehmed Ağa tarafından Balkan memleketlerine yapılan bir fetihte devşirilen çocuklarla Osmanlı payitahtına (başşehrine) getirildi. Yapılan zekâ testi sonrası seçilip ilim ve edeb öğretildi. Mehmed Ağanın himayesinde İslâm terbiyesine göre yetiştirildi. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabça ve Farsça öğrendi. Mehmed Ağa tarafından Şehzâde Mehmed’e (Fâtih) hediye edildi. Saray âdabını öğrendi. Zamanın meşhur âlimlerinden Alâaddîn Ali Tûsî, Molla Fenârî’nin (r. aleyh) oğlu Muhammed Şâh Fenârî ve Alâaddîn Tûsî’nin talebesi Sinân-ı Acemî’den okudu. Aklî ve nakli ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. İstanbul’un fethinden önce müderris oldu. Fetihten sonra açılan medreselerle Sahn-ı semân medreselerinde müderrislik yaptı. Abdülkerîm Efendi, 1458 (H. 863) târihinde getirildiği Kazaskerlik makamında sekiz sene kaldı. 1466 (H. 871) senesinde Molla Gürânî’nin (r. aleyh) vefât etmesiyle şeyhülislâm oldu. Vefâtına kadar bu vazifede kaldı. Molla Abdülkerîm Efendi, güzel ahlâkı, cömertliği ve insanlara olan şefkat ve merhameti ile çok sevildi. Sayısız talebe yetiştirip, halktan ve yüksek tabakadan pek çok kimseye nasîhatlarda bulundu. İnsanların günahlarına tövbe edip sâlih amel işlemesine ve bir çok kâfirin müslüman olmasına vesîle oldu. Herkes tarafından sevildi ve hürmet gördü. Kitap yazmak için fazla vakit bulamayan Abdülkerîm Efendi Sa’deddîn Teftazânî’nin (r. aleyh) eserlerinden Telvîh’in baş kısmına ve Metâlî’ye haşiyeler yazdı. AKILLILARIN DURAĞI Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vezirlerinden Mahmûd Paşa’ya yakınlığı ile tanınan Molla Vildân anlatır: “Bir gün Mahmûd Paşa, söz arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla Abdülkerîm Efendi’ye olan ilgisinden bahisle; “Siz, benden çok Abdülkerîm Efendi’yi seversiniz” dedim. Bunun üzerine; “Evet, doğru söyledin” dedi. Ben; “Molla Abdülkerîm sizin Cennet’e girmenize sebeb mi olacak ki, bu kadar çok seviyorsunuz?” deyince, Mahmûd Paşa; “Cennet’e sokacak desem de olur. Çünkü o, benim günahlardan tövbe etmeme vesîle oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmuştum. Bir sabah Abdülkerîm Efendi, evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı. Hürmet ve tazimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; “Dünyâ ve âhiretine yarar bir sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakınasın” dedi. Ben de; “Buyurun” dedim. Sözüne devamla; “Elhamdülillah, ilim sahibisin ve pâdişâhın da yakınlarındansın. Çok geçmeden vezirlik makamına yükseleceğin aşikârdır. Ne yazık ki, içini ve dışını günâh pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin. Vezirlik makamı, akıllı kimselerin durağıdır. Osmanlı Devleti’nin yüce dîvânı, temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel kerem eyle, içini o günâh pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düşüp çabalama!” dedi. Bana bu nasihatleri verirken, hava soğuk olmasına rağmen boncuk boncuk ter döktüm ve o ânda tövbe ederek bildirdiği yoldan ayrılmadım” dedi. Bunun üzerine; “Gerçekten onu sevmek yalnız size değil, bize de vâcib oldu demekten kendimi alamadım.” 1) Kâmûs-ül-a’lâm; (Ş. Sâmi, İstanbul-1906); cild-4, sh. 3089 2) Devhat-ül-meşâyıh (Müstekimzâde, İstanbul-1982); sh. 12 3) İlmiye salnamesi; sh. 336 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 274 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdi Efendi, İstanbul-1268); sh. 176 ABDÜLKERÎM NÂDİR PAŞA Son devir Osmanlı serdâr-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı Çırpan kasabasında doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağa’dır. Halk arasında memleketine nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan Abdülkerîm Paşa, genç yaşta İstanbul’a gelip Asâkir-i Mensûre-i Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini tamamladıktan sonra Harbiye Mektebi’nin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında kurulan mekteb taburuna teğmen tâyin edildi. 1835 senesinde askerî alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş sene kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkân-ı harbiye reisliğine tâyin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil görenlere fazla îtibâr edildiğinden, tanzîmâtçıların himayesine mazhar oldu ve kısa zamanda yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik rütbesi ile Dâr-ı şûrâ-yı askerî âzâlığına, bir sene sonra da Mekâtib-i askeriye nezâretine getirildi. 1847 senesinde de devletin mevcûd beş ordusuna ilâve olarak kurulan ve merkezi Bağdâd’da bulunan altıncı orduya müşir rütbesi ile komutan tâyin edildi. Daha sonra Bağdâd, Diyarbekir ve Erzurum vâliliklerinde bulundu. Abdülkerîm Paşayı himaye edenlerin önde gelenlerinden olan Alî Paşa 1851 senesinde sadrâzam olunca, Diyarbekir vâlisi olan Abdülkerîm Paşa’yı birinci ordu komutanlığına getirdi. 1853’de Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu komutanı idi. Ordusu ile Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince azledilerek önce Selanik, sonra da Rumeli vâliliğine getirildi. Vâliliği srrasında bizzat askerin başında eşkıya takibine çıkarak asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi. 1876 senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerîm Paşa, önce Meclis-i âlî üyeliğine, sonra bahriye nâzırlığına tâyin edildi. Dört ay sonra da Derviş Paşa’nın yerine serasker oldu. Mahmûd Nedîm Paşa hükûmetinin düşmesi ile sadârete gelen Mütercim Rüştî Paşa hükûmetinde yerini Hüseyin Avni Paşa’ya bıraktı. Kendisi ise tekrar serdâr-ı ekremliğe tâyin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyânını bastırmak üzere Rumeli’ye gönderildi. Bulgar isyânını bastırdı. Ancak Rusya’nın müdâhalesi ve Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktı. Sırp isyânını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlûb etti. Ancak bir yabancı devletin müdâhalesinin olabileceğini düşünen İstanbul hükûmeti, buna meydan bırakmayıp serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda emir verdi. Yaptığı muhârebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı ve en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele geçirince şöhreti bir kat daha arttı. İkinci Abdülhamîd Han’ın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus harbinin başında, Rumeli’de serdâr-ı ekrem olarak Abdülkerîm Nâdir Paşa bulunuyordu. Düşmanın Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel olamayışı bütün dünyâyı şaşırttı. Nâdir Paşa’nın bu başarısızlığı, îzâhı kabil olmayan ve askerlik bakımından savunulmayacak bir husustu. Bu sebebten Abdülhamîd Han, serdâr-ı ekremi; dîvân-ı harbe sevk etti. Bunun, üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’da mecburî ikâmete tâbi tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefât etti. Savaşı, Abdülhamîd Han’ın Yıldız’dan idare ettiği için kaybettiğini ileri süren eski bir iddiâ, Türk Târih Kurumu tarafından yayınlanan vesikalarla tamamen çürütülmüştür. Saraydaki seraskerlik kurmayları, bâzı müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önliyebilmek için bâzan müdâhale etmişler ve pâdişâh nâmına emir vermişlerdir. Abdülkerîm Paşa, namuslu ve tam mânâsı ile askerdi. Devrinde askerliğe âit bilgisi ile tanınmıştı. Fakat bu şöhreti nisbetinde başarı gösteremedi. Davranışları ağır ve pek keskin olmayan zekâya sahipti. Meclislerde hiç konuşmadan saatlerce otururdu. Okuldan ve alaydan yetişme subayların aralarındaki farkı; “öncekilerin gözü var ayağı yok, ikincilerin ayağı var gözü yok” şeklinde anlatması meşhurdur. Abdülkerîm Paşa, Alî ve Fuâd paşaların takdirlerini kazanmış, Hüseyin Avni Paşa’ya da bağlanmıştı. Mizaçları, düşünceleri, devlete bağlılıkları tamamen farklı olan iki paşanın anlaşmaları, o günün şartlarının karışıklığı bakımından oldukça dikkat çeker. RUS KONSOLOSUNA CEVAP Abdülkerîm Nâdir Paşa, vatanperverdi. Şu hâdise onun bu husustahi titizliğini göstermek bakımından önemlidir. Rumeli’de ordu komutanı iken, Sofya’da bütün konsolosları yemeğe davet etmişti, Rus konsolosu o günlerde, Bulgarları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıyordu. Konsolos, bu suçuna rağmen şımarık ve azgın bir hâlde yemek sofrasına gelince, Paşa; “Biz Türklerde iki söz vardır: Misafire ikrâm edilir. Buyur otur. İkinci söz de misafir umduğunu değil bulduğunu yer derler. Bir daha fesâd çıkarma. Vallahi sana yemek yerine elimle bir dayak atarım ki, buradan ölün çıkar” dedi. Sonra hizmet edenlere dönerek; “Bugün ikrâm edin. Belki aklı başına gelir” diye emretti. Bu hâdiseden bir süre sonra Rumeli’deki karışıklıkları görüşmek için sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa’nın başkanlığında Meclis-i hass-ı vükelâ toplandı. Rus tarafdârlığından dolayı halkın Nedimof dediği sadrâzam, Rus sefiri İgnatiyefin telkinleri ile, Rumeli’de huzurun ancak Bulgarlara kilise ve mektep serbestliği tanımak suretiyle olacağını savunuyordu. Ortodoks kilisesinin ne zamandan beri komitacılarla dolu olduğunu bilen Abdülkerîm Nâdir Paşa, dayanamıyarak; “A be Paşa, bunları bilerek mi söylersiniz? Biz Sofya’da Rus sefirini dövmeye kalkmıştık. Dayağı asıl hak edenler, dayağın sevabına fetva verecek yerlerde otururlar da haberimiz yok. Vah zavallı memleketim vah...” diyerek toplantıyı derhâl terk etti ve Meclis-i hass-ı vükelâ âzâlığından istifa etti. Böylesine vatanperver olan Abdülkerîm Paşa, Doksanüç harbinde eğer Rusların ağır hareketlerinden faydalanarak Türk birliklerini Tuna kıyılarına toplayıp, Rusların Tuna’yı geçmelerini önlemiş olsaydı, devletin ve harbin kaderi üzerinde muhakkak etkisi olurdu. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3090 2) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref, İstanbul-1340); sh. 240 3) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Neşr. İsmet Bozdağ, İstanbul-1982); sh. 93 4) Mir’ât-ı hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, Neşr. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 295 5) Mir’ât-ı Mekteb-i Harbiye (M. Es’ad, İstanbul-1310); sh. 11 6) Sicilli Osmânî; cild-3, sh. 358 7) Târih-i Lütfi; cild-8, sh. 80 ABDÜLMECÎD HAN Babası ............................. : Mahmûd Han-II Annesi ............................. : Bezm-i âlem Sultan Doğumu ........................... : 25 Nisan 1823 Vefâtı .............................. : 25 Haziran 1861 Tahta Geçişi ..................... : 1 Temmuz 1839 Saltanat Müddeti ............... : 21 sene Halîfelik Sırası ................... : 96 Osmanlı sultanlarının otuz birincisi ve İslâm halîfelerinin doksan altıncısı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın oğlu olup, 25 Nisan 1823 târihinde Bezm-i âlem Vâlide Sultan’dan doğdu. Mükemmel bir tahsîl gördü ve iyi derecede Fransızca öğrendi. Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından tâkib eden Abdulmecîd Han yenilik tarafdârıydı. Babasının 1 Temmuz 1839’da vefâtı üzerine tahta çıktı. Genç yaşta pâdişâh olan Abdulmecîd Han’ın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık babasının başlattığı ıslâhat hareketlerini devam ettireceğini îlân etti. Fakat bu sırada devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık son safhada idi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın cenaze merasimi sırasında Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye reîsi Koca Hüsrev Paşa, sadrâzam Mehmed Emin Rauf Paşa’dan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümâyûnu zorla alıp, kendini sadrâzam îlân ettirdi. Bu sırada Osmanlı, Mısır ile muhârebe hâlinde idi. Bu sebeble sultan Abdulmecîd Han mes’eleyi kurcalamadı ve Hüsrev Paşa’nın sadrâzamlığını kabul etti. Sultan Abdulmecîd Han Mısır mes’elesini hâlletmek istediğinden. Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya Köse Akif Efendi’yi göndererek af ettiğini bildirdi ve ordu ve donanmaya harekâtı kesme emri verdi. Bu esnada Nizib bozgunu haberi İstanbul’a gelmişti. Çanakkale boğazı açıklarında bulunan Osmanlı donanmasının kaptanı Âhmed Fevzi Paşa, rakibi olan Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasından çekinerek, emrindeki donanmayı Mısır’a götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bu yüzden kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa hâin ve firârî lakaplarıyla tanındı. Kısa bir süre sonra da Nizip’te Osmanlı ordusu kumandanı Hâfız Mehmed Paşa’nın, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri karşısında büyük bir bozguna uğradığı haberi geldi. Böylece ordusuz ve donanmaşız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaret alan Mısır vâlisi, Sultan ile anlaşmaya yanaşmadı. Sultan Abdülmecîd Han, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çâreler aradı. Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşîd Paşa’nın telkinleri ile Avrupa’nın yardımını sağlamak için Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adı ile meşhur olan tanzîmât fermanının yayınlanmasını kabul etti. Mustafa Reşîd Paşa’nın 3 Kasım 1839 günü, Gülhâne meydanında bizzat Sultân’ın da hazır bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu hatt-ı hümâyûn ile Tanzîmât-ı Hayriyye îlân edildi. Böylece on altı yaşındaki genç ve tecrübesiz hakan, İngiliz elçisinin te’siri ve teklifi ile mason Reşîd Paşa’nın hazırladığı Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nu îlân etmekle koca Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve yok olma devrine bir kapı açmış ve bu hatâsı devlete ve millete çok pahalıya mâl olmuştur. Böylece tanzîmât ile Avrupa’nın üstünlüğü kabul edilmiş oldu. Sultan üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd hanların yenilik teşebbüslerinde Osmanlı geleneklerinin ve İslâm’a bağlılığının devamı için bâzı gayretler sarfedilmesine karşılık, bu ferman ile girişilen yeniliklerde Avrupa’yı her hususta model almak esas ve bu durum da memlekette her alanda görülen ikiliğe sebeb oldu. Bâzı iç ve dış hâdiseler neticesinde îlân edilen tanzîmât fermânı Avrupalılara yaranmayı ve onların desteğini sağlamayı gaye edinmişti. Ancak ne onlara yaranılabildi, ne de destekleri sağlanabildi (Bkz. Tanzîmât). Tanzîmât fermanının yayınlanmasından sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed Ali Paşa’yı tutan Fransa dışarıda bırakılarak, Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşması imzalandı. Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler Mehmed Ali Paşa’ya onar günlük iki ültimatom vereceklerdi. Mısır vâlisi ilk on gün içinde Osmanlı donanmasını İstanbul’a yollayacak, Girid, Adana, Suriye, Lübnan, Hicaz’ı boşaltacak, oğullarına intikâl suretiyle Mısır, Sûdan ve kayd-ı hayât şartıyla Filistin, Mehmed Ali Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin vâlisi olarak verilecekti. Buna uymadığı takdirde ikinci on gün içinde Filistin alınacak, sâdece Mısır-Sûdan verilecek, buna da riâyet etmezse Mısır da ondan alınacaktı. Andlaşmayı imzalayan dört devlet bu iş için gerekti askeri, pâdişâhın emrine vereceklerdi. Ültimatomlar, hâriciye müsteşarı Sâdık Bey vasıtasıyla, Mısır vâlisine bildirildi. Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları kabul etmediğini bildirdi. Hâriciye nâzırı durumu derhâl diğer devletlere bildirerek, gereğinin yapılmasını istedi. Rusya ile Prusya Londra andlaşmasının şartlarına uymayarak asker göndermedi. İngiltere ve Avusturya, Bâb-ı âlînin taleb ettiği askeri ve filoları yolladı. Osmanlı kuvvetleri ile birleşen müttefik kuvvetler, 1840 senesi Eylül ayında Beyrut’a çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Beyrut yakınlarında kesin şekilde mağlûb edildi. Suriye ve Filistin halkına kötü davrandığı için, halk, İbrâhim Paşa aleyhine ve Osmanlı lehine ayaklandı. Osmanlı askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım 1840 günü Akka’ya, 13 Kasım 1840 günü Haleb’e, 29 Aralık 1840 günü Şam’a girdi. İbrâhim Paşa, Mısır’a kaçıp canını zor kurtardı. İki yüz bin kişilik ordusundan sâdece altmış bin kişisi kurtulabildi. Osmanlı ordusu Mısır topraklarına girdiği sırada, İngilizler Osmanlı Devleti’ne oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu. 27 Kasım 1840 günü Mısır ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun şartlarına uyacağını bildirince, İngiltere Bâb-ı âlî’den Mısır ile Sudan’ın ırsî olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi. Bundan maksadları, ileride Mısır’ı yalnız bırakıp, işgal etmekti. Bunun üzerine Reşîd Paşa, sultan Abdülmecîd’e 24 Mayıs 1841 günü Mısır fermanını yayınlattı. Bu ferman, 1914 senesine kadar Mısır’ın bir çeşit anayasası olarak kalmıştır. Fermana göre, artık Mısır, Osmanlı pâdişâhı tarafından tâyin edilen Kavalalı hânedânı mensuplarınca idare edilecekti. Mehmed Ali Paşa, fermanın bir fıkrasına göre herhangi bir hükme aykırı davranış hâlinde, Mısır’ın Kavalalı sülâlesinden alınacağını bildiği için fermana aynen uydu. Böylece, Osmanlı Devleti’ni senelerdir uğraştıran, zayıf düşmesine yol açan Mısır mes’elesi, İngilizlerin arzu ettiği şekilde hâlledildi. Sultan Abdülmecîd Han, 1842’de Mehmed Ali Paşa’ya vezirliğin üstünde sadâret payesi verdi. Bu paye ondan sonra gelen vâlilere de verildi. Mısır vâlisi protokolde, hânedân üyeleri, sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra, devletin üçüncü büyük görevlisi olarak yer aldı. Mısır mes’elesi hâlledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek Boğazlar andlaşması imzalandı. 1833’de Ruslarla imzalanan Hünkâr iskelesi andlaşmasının hükümlerini ortadan kaldıran bu andlaşmaya göre, Karadeniz’de sahili bulunan Rusya ve Osmanlı devletlerinden başka hiçbir devlet, bu denizde donanma bulunduramıyacaktı. Hiç bir harp gemisi boğazlardan geçip Marmara’ya giremiyecekti. Harp hâlinde boğazlardan geçecek yabancı devletlere âit harp gemilerini Osmanlı Devleti tâyin edecekti. Böylece Rus donanması Karadeniz’de habsolunmuş oluyordu. Rusya’nın böyle bir andlaşmaya imza koymasının başlıca sebebi, İngiltere’nin dostluğunu kazanarak sulh yolu ile Osmanlı topraklarını bölüşmekti. Fakat İngiltere, Fransa’yı Ortadoğu’da etkisiz hâle getirip, Mısır mes’elesi ile Osmanlı Devleti üzerinde bir çeşit ekonomik, siyâsî ve kültürel vesayet kurmak ve elde ettiği imtiyazlı durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu. Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlike gördüğü Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul ederek Hindistan’da ve Ortadoğuda istediğini yapıyordu. Mısır mes’elesinde yenilgiye uğrayan Fransa, Lübnan’a musallat oldu. Burada bulunan katolik mârûnî kabîlesini, Lübnan’daki haçlılar devri Fransız hâkimiyetinin hâtırası saydığından, kendisini Suriye sahillerinin vârisi kabul ediyordu. Kışkırtmaları sonunda 1843’de Lübnan’da mârûnîler ile dürzîler arasında çarpışmalar başladı. İki kabîle arasındaki çarpışmalar şiddetli bir şekilde devam ederken, 1845 senesinde Osmanlı hükûmeti bâzı tedbirler atarak Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı. Lübnan dağlarında birisi mârûnîlere, diğeri de dürzîlere âit otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda vâlisine bağlandı. Tahta geçişinin ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren sultan Abdülmecîd, devleti kısmen huzura kavuşturdu. Islâhat işleri ve iç mes’eleler ile uğraşmak imkânını buldu. 24 Haziran 1844 târihinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyâhata çıktı ve deniz yoluyla İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu ve Çanakkale’ye gitti. Daha sonra Limni, Midilli ve Sakız adalarındaki kaleleri ziyaret etti. 1846 senesi Nisan ayı ortalarında devlet işlerini yerinde incelemek üzere karayolu ile Tuna kıyılarına gitti. Silistre’den Varna’ya geçti ve deniz yoluyla İstanbul’a döndü. Aynı senenin Temmuz ayında İstanbul’a gelen Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın özel ziyaretini kabul etti. 1848 senesinde Avrupa’da başlayan ihtilâller sırasında Fransa’da meşrûtiyet yıkılarak cumhuriyet îlân edildi. Bu sırada Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar. İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve İngiliz kamuoyunda Rusya, aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebeb oldu. Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükûmetten sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecîd Han, kendisine sığınan müttecîleri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehdidlerine rağmen geri vermedi. Sultân’ın bu hareketi Osmanlı Devleti’nin itibârını çok arttırdı. Rusya ve Avusturya’ya karşı Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı. Avusturya ve Rusya’da bastırılan isyânlar Osmanlı Devleti’nde memleketeyn (Eflak-Boğdan) denen iki Romen prensliğine de sıçradı. Halk isyân ederek prenslerini tahttan indirdiler. Osmanlı ordusu Romanya’ya girdi. Keçecizâde Fuâd Efendi, olağanüstü hâl müfettişi olarak Bükreş’e gönderildi ve sert tedbirler alındı. Bu durum karşısında Rus ordusu Moldavya’yı işgal etti. 1849 senesinde iki devlet Baltalimanı andlaşması ile işgal ettikleri topraklardan çekildiler. Böylece iki devlet arasındaki anlaşmazlık geçici bir neticeye bağlanmış oldu. Bir süre sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında hiristiyanlârın mukaddes yerleri mes’elesi yüzünden savaş kaçınılmaz oldu. İngiltere’yi yeniden kendi tarafına çekmek isteyen Rus çarı birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda İngiliz elçisine, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak bu teklif İngiltere tarafından red edilince, Çar “hasta adam” olarak vasıflandırdığı Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. Bunun için 1853 senesi başlarında prens Mençikof’u elçi olarak İstanbul’a gönderdi. Ortodokslar tarafından büyük merasimle karşılanan Mençikof, İstanbul’u te’sir altında bırakacak şekilde hareket etti. Fransa’nın Kudüs’te daha önceleri kazandığı dînî imtiyazları Ortodokslar lehine çevirmek isteyen Mençikof, mukaddes yerlerin bakımı ile Ortodoks tebeanın himayesinin Rusya’ya verilmesini istemekdeydi. İngilizler ise, Hindistan’da yapacakları ihtilâl sebebiyle Osmanlı Devleti’ni Ruslarla meşgul etmek istiyorlardı. Bu sebeble İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi olan Stratford Redeliffe, Bâb-ı âlî’ye, muhtemel bir Rus savaşında destek vâdederek, Rus tekliflerinin asla kabul edilmemesini gizlice teklif etti. Böylece mes’elenin diplomatik yoldan halledilmesinin önüne geçti. Bir buçuk ay içinde hiç bir netîce alamayan Mençikof Rusya’ya geri döndü. Böylece iki devlet arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden, Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan Abdülmecîd Han 4 Ekim 1853’de Rusya’ya karşı harb îlân etti. Böylece 1856 senesi Mart’ında bitecek olan Kırım harbi başladı. Tuna boyundaki Osmanlı kuvvetleri serdâr-ı ekrem müşir Ömer Paşa’nın kumandasında, Rus orduları ise, prens Gorçakof’un kumandasında idi. Kafkasya’da müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Rus ordularına karşı gerekli tertibatı aldı. Savaş Tuna cephesinde, Ömer Paşa’nın ustaca idaresi neticesinde Osmanlılar lehine gelişirken, Kafkas cephesinde aynı başarı sağlanamadı. Aynı senenin Kasım ayında Rusya, Sinop’ta bulunan on iki parçalık Osmanlı donanmasını batırdı. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’te katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp, 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Müttefik ordu, Eylül 1854’de Kırım’a çıkartma yaptı. Alma meydan muhârebesini kazanan müttefikler, Sivastopol’u kuşattılar. Kırım cephesindeki Rus askerlerinin başında prens Mençikof bulunuyordu. Müttefikler Ekim ayı sonlarında Balaklava, Kasım başında ise, İnkerman meydan muhârebelerini kazanarak Ruslara ağır kayıplar verdirdiler. Mençikof üzüntüsünden öldü. Bir çok zaferler kazanan müttefikler. Eylül ayında Sivastopol’u savunan en önemli istihkâm olan Molakof tabyasını ele geçirince, prens Gorçakof, Sivastopol’u boşaltmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet, 1855 senesi Eylül ayında Sivastopol müttefiklerin eline geçti. Tek ümidleri olan Kafkas cephesinde üstünlüğü elde tutan Rus ordusu, 1855 senesi Temmuz ayında Kars’ı kuşattı. Karslılar dört buçuk ay kahramanca şehirlerini müdâfâ ettiler. Açlık sebebiyle şehri düşmana teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Harp fiilen bitti ise de Rusya sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabûl etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa, bu yardımlarına karşılık, Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve onu tamamlayan Islâhat fermanının 1856’da yayınlanmasını istediler. Devrin sadrâzamı olan Alî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, Paris konferansından önce îlân edildi. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak, bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya büyük bir iktisadî gelişme imkânı sağlandı. Gayr-i müslimlere Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi. Bu ferman Osmanlı’nın hıristiyanlara verdiği büyük bir tâvizdi (Bkz. Islâhat Fermanı). Islâhat fermanının îlânından bir müddet sonra, 25 Şubat’ta Paris konferansı başladı ve otuz dört gün sonra muahede imza edildi. Bu andlaşmaya göre, Rusya, Eflak ve Boğdan’dan çekildiği gibi, bu iki prenslik üzerinde himaye haklarından da vazgeçecekti. Ayrıca Kars’ı Osmanlı Devleti’ne iade edip, Besarabya’yı da Boğdan’a terk edecekti. Buna karşılık müttefik kuvvetler de Kırım’ı boşaltıp, Rusya’ya teslim edecekti. Andlaşmanın en önemli maddesi, Karadeniz’in askerden arınmış tarafsız bir hâle getirilmesiydi. Bu târihten itibaren Rusya ve Osmanlı Devleti Karadeniz’de tersane ve donanma bulundurmayacaktı. Rusya harp gemilerini Baltık denizine nakledecekti. Andlaşma Islâhat fermanı ile îlân edilen maddelere de yer vererek, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına aldı. Sultan Abdülmecîd, yayınladığı fermanlara sâdık kalarak, tebea arasında eşitliği ve birliği sağlamaya çalıştı. Ancak Avrupa’da yayılan milliyetçilik cereyanı ve îlân edilen Islâhat fermanı ile dînî, iktisadî ve millî haklara kavuşan azınlıkların ayrıca Avrupa devletleri tarafından tahrik edilmeleri, bu birliğin kurulmasını imkânsız hâle getirdi. Bir süre sonra Paris andlaşmasıyla Eflak ve Boğdan birleştirilerek Romanya’nın esâsını teşkil edecek olan müstakil bir prenslik hâline geldi (1858). Aynı senenin Kasım ayında Osmanlı Devleti Grakovo kazasını Karadağ’a bırakmak mecburiyetinde kaldı. 1859 senesi Eylül ayında Sultân’a ve bâzı devlet adamlarına karşı bir suikast teşebbüsünde bulunuldu ise de, tasavvur hâlinde iken yapılan ihbar üzerine sûikastçiler yakalanıp, Kuleli kışlasında mahkeme edildi. Bu yüzden de Kuleli vak’ası diye anıldı (Bkz. Kuleli vak’ası). 1860 Mayıs’ında Lübnan’da dürzîler ile mârünîler arasındaki mücâdele yeniden başladı. Mârûnîleri Fransızlar, dürzîleri ise İngilizler destekledi. Ayaklanma Şam’a da sıçradı. Bölgeye, gönderilen hâriciye nâzırı Fuâd Paşa, Avrupalılara yaranmak için sert tedbirler aldı. Bir çok Türk subay ve idareciyi, olaylarda ihmâli olduğu gerekçesiyle ağır cezalara çarptırdı. Lübnan, Avrupa devletlerinin görüşü alınarak, gayr-i müslim bir mutasarrıfın idaresinde imtiyazlı bir sancak hâline getirildi (1861). Bu hâdiselere Reşîd ve yetiştirmeleri sebeb olmuşlardı. Bunların ve dış düşmanların, memleketi parçalamak, İslâmiyet’i yıkmak için yaptıkları imha hareketlerine çok üzülen sultan Abdülmecîd, babası gibi tüberküloza yakalandı. Henüz otuz dokuz yaşında ve en verimli çağında iken 25 Haziran 1861’de Ihlamur köşkünde vefât etti. Atası Yavuz Sultan Selîm Han’ın türbesinin yanına defnedildi. Türbesinin yüksekliğinin Yavuz Sultan Selîm türbesinden aşağı olmasını vasiyyet etmişti. Vasiyyetine göre yapılan türbesinde oğulları Burhâneddîn Efendi (1848-1876), Muhammed Abdüssamed Efendi (1852-1854) ve Osman Safiyyüddîn Efendi de vardır. Sultan Abdülmecîd Han’ın dönemi ıslâhat hareketleri yönünden büyük önem taşır. Sultan, iç ve dış gailelere rağmen devrin şartlarına göre devlete bir düzen vermek için çalıştı. Osmanlı pâdişâhlarının tâbi olduğu bâzı gelenek ve usûllerde yenilik yaptı. Halkın durumunu yerinde tedkîk etmek için İstanbul’da ve ülkenin çeşitti yerlerine seyahatler düzenledi. Arasıra Bâb-ı âlî’ye giderek Meclis-i vükelâ toplantılarına katıldı. Kışlaları, elbise anbarlarını ve tersaneyi teftiş etti. Askerî ve rüşdiye okullarının imtihanlarında ve medreselerde düzenlenen icazet merasimlerinde bulunarak, öğretmen ve öğrencileri teşvik edici konuşmalar yaptı. Abdülmecîd Han, diplomatlarla olan temas ve münâsebetlerinde, eski sultanların tâkib ettikleri yoldan ayrıldı. 1853 senesine kadar yabancı sefirler, Sultan ile siyâsî konular üzerinde görüşemezlerdi. Kırım harbi başlamazdan önce ve savaş sırasında sultan Abdülmecîd Han, yabancı sefirlerin mülakat taleblerini kabul etti. Sefirler, Bâb-ı âlinin arzı ile, gün, saat ve yer tâyin ederek huzura girerlerdi. Osmanlı sultanları krallık hânedânlarına mensup kimselerin yaptıkları ziyaretlere iâde-i ziyarette bulunmazlardı. Sultan Abdülmecîd bu geleneği bozarak prens Napolyon’un ziyaretini, Fransız elçiliğine giderek iade etmişti. Bu ziyaretten çok memnun olan Prens, Sultân’ı Fransa’ya davet etti. Yine sultan Abdülmecîd devrine kadar Osmanlı sultanları sâdece nişan vermişler, kendileri almamışlardı. Abdülmecîd Han, Fransa İmparatorunun gönderdiği Legion d’honneur nişanını kabul etti. Sultan Abdülmecîd Han, babasının kurduğu başvekillikten vazgeçerek, sadrâzamlık makamını yeniden kurdu. Yirmi seneden fazla süren, pâdişâhlığı sırasında yirmi iki defa sadrâzam değiştirdi. Tanzîmâtın îlânına kadar, Osmanlı hükûmeti Avrupa devletlerinin müdâhalesinden uzak kalmıştı. Tanzîmâttan sonra yabancı devletlerin, hükûmet üzerindeki te’sirleri arttı. Kırım, harbi sırasında Fransa ve İngiltere’nin İstanbul sefirleri, Sultân’la görüşmek ve fikirlerini kabul ettirmek hususunda çetin bir mücâdeleye girdiler. Osmahlı devlet adamları, İngiliz ve Fransız siyâsetine tarafdâr olmak üzere İki kısma ayrılmıştı. Mustafa Reşîd Paşa İngiliz, Ali, Kıbrıslı Mehmed ve serasker Rızâ paşalar Fransız, Fuâd Paşa da İngiliz ve Fransızların her İkisini de idare etmek tarafdârı idiler. Sultan, Fransız ve İngiliz elçilerinin yaptığı istekler üzerine devletin çıkarlarını korumak için bu iki grubtan birini sadârete getirirdi. Sultan Abdülmecîd Han, devletin idarî yapısında da bâzı değişiklikler yaptı. Sadrâzamların, serdâr-ı ekrem ünvânıyla sefere çıkmaları usûlüne son verildi. Seraskerliğin derecesi, sadrâzam ve şeyhülislâmın seviyesine getirildi. İstanbul ve eyâletlerin asayişini sağlamak üzere 1845 senesinde Zabtiye müşirliği kuruldu. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde kurulan meclis ve nezâretlerin sayısı arttırıldı. Dîvân-ı hümâyûn önemini kaybetti. 1853’de kurulan Meclis-i âlî-i tanzîmâta, kânun yapma yetkisi verildi. Meclis-i dâr-ı şûrâ-yı askerî genişletilerek; zât işleri, levazım işleri ve mâliye işleri olmak üzere, üç bölüme ayrıldı. Eğitim işlerini teşkilâtlandırmak, yürütmek ve kontrol etmek üzere 1845’de Meclis-i maârif-i umûmiye kuruldu. 1856 senesinde Maârif nezâreti kurulması üzerine, Meclis-i maârif bu nezârete devredildi. 1846 senesinde bir başkan, iki sekreter ve on bir üyeden müteşekkil, devletin mâlî işleri hakkında inceleme yapmak ve gerekli tekliflerde bulunmak üzere Meclis-i mâliye kuruldu. Islâhat işlerini düzenlemek ve kontrol etmek vazîfesi 1854’de Meclis-i âlî-i tanzîmâta verildi. 1855 senesinde devletin en yüksek istişare meclisi olarak Meclis-i âlî-i umûmî kuruldu. Ayrıca kaptân-ı deryaya bağlı Meclis-i bahriye, zirâat nezâretine bağlı Meclis-i zirâat ve Meclis-i maâdin, zaptiye müşirine bağlı Meclis-i zaptiye gibi meclisler de kurulmuştu. Osmanlı taşra teşkîlâtı, Avrupa devletlerinde uygulanan mülkî idare örnek alınarak, değiştirildi. Eyâlet vâlilerinin yanında mahallî meclisler kuruldu ve bu meclislerde müslüman olmayanlar da temsil edilmeye başlandı. Adlî teşkilâtta değişiklikler yapılarak, daha önce bulunan şer’î mahkeme, cemâat ve konsolosluk mahkemelerinin yanında nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1840’da ceza, 1850’de ticâret ve 1857’de arazî kânunları çıkarıldı. 1857 senesinde belediye teşkilâtı kuruldu. Eğitim alanında da önemli değişiklikler yapıldı. 1843 senesinde sultan Abdülmecîd Han, Bâb-ı âlî’de sadrâzam ve vükelâya hitaben; “Sadrâzama ve bütün vükelâya, halkımın refah ve saadetini te’min için lâzım gelen tedbirleri tam bir birlik içinde düşünmenizi ve müzâkere etmenizi emrediyorum. Bunun gerçekleşmesi din ve dünyâ işlerinde cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ulûm ve fünûn ve sanâyî öğretimine mahsus mekteblerin kurulmasını ön plânda tutacak işlerden sayıyorum” diyerek; eğitimin önemini belirtti. Sultân’ın bu istekleri üzerine, Meclis-i maârif-i umûmiye, eğitim çalışmalarının prensiplerini açıklayan bir kânun hazırladı. Bu kânunda ilk öğretim mecburî ve ilk ve orta öğretim parasız oldu. 1845’den sonra harb okulları önce üçe ayrıldı, daha sonra Harb akademisi açıldı. İlk ve ortaöğretimin işlerini yürütmek için 1847’de Mekâtib-i umûmiyye nezâreti kuruldu. Öğretmen yetiştirmek üzere kurulan Dârülmuallim, 1847’de Fâtih semtinde eğitime başladı ve okulun müdürlüğüne Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Devletin başlıca gelir kaynağı olan zirâatı geliştirmek ve zirâat bilgileri vermek için 1847de Yeşilköy yakınlarında ilk defa zirâat mektebi ile 1859’da Orman mektebi açıldı. 1849’da rüşdiyeler ile darülfünûn arasında eğitim yapacak olan dârülmaârif yâni lise eğitime başladı. 1850’de Meclis-i maârif-i umûmiyye tarafından Encümen-i dâniş kuruldu. Bu akademi, Türk dili üzerine çalışacak, halkın eğitimi için faydalı eserleri te’lif ve tercüme edecekti. Bu akademi tarafından Ahmed Cevdet Paşa’ya bir Türk târihi yazma vazifesi verildi. 1860 senesinde döşenen telgraf hatlarında çalışmak üzere eleman yetiştirmek için telgraf mektebi kuruldu. 1843 senesinde Londra gazetelerine muhabirlik yapan W. Churchill isimli bir İngiliz tarafından ilk özel gazete Cerîde-i havadis adıyla çıkarılmaya başlandı. Churchill’e, gazete çıkarması için hükûmet tarafından yardım edildi. Abdülmecîd Han devrinde mâliyede de yenilikler yapıldı. İltizâm usûiü kaldırılarak, vergilerin devlet adına toplanması için eyâlet ve sancaklara geniş yetkili muhassıl ünvânı ile me’murlar gönderildi. Muhassıllar, doğrudan doğruya mâliye nezâretine bağlı idiler. Hazırlık yapılmadan kaldırılan iltizâm usûlü, bâzı karışıklıklara ve devlet gelirlerinin düşmesine sebeb oldu. Bunun üzerine 1840’da ilk olarak kâğıt para basıldı ve tekrar İltizâm usûlüne dönüldü. 1844 senesinde ilk bütçe yapıldı. Tanzîmâtçı nâzırların yaptığı hatâlar yüzünden Osmanlı mâliyesi çok zor durumda kaldı. 1850 senesinde Reşîd Paşa, Avrupa devletlerinden borç alınması cihetine giderek, Londra bankası ile anlaştı ve 260 milyon kuruşluk bir borçlanma mukavelesi imzaladı. Sultan bunu kabul etmeyince, hâriciye nâzırı Alî ve mâliye nâzırı Fuâd paşalar Sultân’ı borçlanma hususunda ikna etmeğe çalıştılar. Sultan bunlara; “Ben bu devleti selefimden nasıl buldum ise halefime öyle vereceğim. Eğer bu borçlanmadan vazgeçilmezse saltanattan feragat ederim” diyerek borçlanmayı önledi. Sonu baştan hesaplanmayan bu teşebbüs, devlete yirmi iki milyon kuruşa mâi oldu. Bu durum devletin mâlî durumunun biraz daha kötüleşmesine yol açtı. 1853’de başlayan Kırım harbi mâlî durumu dahada kötüleştirdi. Bunun üzerine, sultan Abdülmecîd, toplanan vükelâya karşı hitaben; “Yabancı ülkelere borçlanmamak için çok çalıştım. Lâkin durum bizi borç almaya mecbur bıraktı. Borçların ödenmesi, gelirin çoğalması ile mümkündür. Bu da her devlette olduğu gibi kumpanyalar teşkil ederek, demir yolları yapmakla olur. Fakat gelir arttı diye masrafı da arttırmamalıdır” dedikten sonra dış borç alınmasına izin verdi. 1854 senesinde ilk defa borç alındı, bunu 1855’de ikinci, 1858’de üçüncü ve 1860’da dördüncüsü tâkib etti. Bu borçlara karşı devletin önemli gelir kaynakları ipotek edildi. Sultan Abdülmecîd devrinde bir çok îmâr faaliyetleri de yapılmıştır. 1844’de bugün Galata köprüsü olarak bilinen Mecîdiye köprüsünü, 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecîdiye Câmii ve Ortaköy iskelesi yanında Büyük Mecîdiye Câmii’ni, 1859’da Maçka ile Nişantaşı arasındaki Teşvîkiye Câmii’ni yaptırdı. 1851’de Şirket-i hayriyye denilen boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı. 1860’da İzmir-Turgutlu arasında demiryolu yapıldı. 1853’de başlayan Kırım harbi sırasında ilk telgraf hattı, İstanbulVarna-Kırım hattı olarak döşendi (9 Eylül 1655). Bu hattın bir kısmı denizaltından gidiyordu. Kırım’dan İstanbul’a gönderilen ilk haber Malakof zaferinden sonra, Sivastopol’ün zaptı haberi idi. Osmanlı Devleti’nde telgraf hatları hızla geliştirilerek, 1870 senesine kadar yaklaşık 36.000 kilometrelik bir hat döşendi. Dünyâ devletleri arasında beşinci sıraya ulaştı. Bugünkü Beykoz kasrı (1854) ve Küçüksu kasrı (1856), Dolmabahçe Sarayı (1856), sultan Abdülmecîd’in saltanatı zamanında yaptırılmıştır. Ayrıca İstanbul’un bir çok yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirmiştir. Annesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan, 1845’de Yenibahçe’de Gurebâ hastahânesi, Dolmabahce’de Vâlide Câmii, Bakırcılar’da Bâyezîd kulesi önünde büyük sultanî lisesini ve bir çok mescid ve çeşme yaptırmıştır. Abdülmecîd Han’ın on yedisi erkek, yirmi dördü kız olmak üzere kırk bir çocuğu dünyâya gelmiştir. Kardeşi Abdülazîz’den sonra oğullarından beşinci Murâd Han, İkinci Abdülhamîd Han, beşinci Mehmed Reşâd ve altıncı Mehmed Vahdeddîn Han pâdişâh olmuşlardır. Sultan Abdülmecîd Han Devri Kronolojisi 2 Temmuz 1839 Koca Hüsrev Mehmed Paşanın sadrâzamlığı. 3 Temmuz Kaptân-ı derya Giridli (hâin) Ahmed Paşa’nın donanmayı 1839 Mısır’a kaçırıp Kavalalı’ya teslim etmesi. 3 Kasım 1839 8 Haziran 1840 Tanzîmât fermanının îlânı. Mehmed Emin Rauf Paşa’nın sadrâzamlığı. 24 Mayıs Suriye ve Akka’dan çıkarılan Mehmed Ali Paşa’ya Mısır 1841 vâliliğinin tekrar verilmesi. 13 Temmuz 1841 21 Eylül 1842 6 Eylül 1843 29 Nisan 1846 28 Eylül 1846 Boğazlar mukavelesi. İkinci Abdülhamîd Han’ın doğumu. Yeni asker alma usûlünün îlânı. Pâdişâh’ın Varna seyahati. Mustafa Reşîd Paşa’nın ilk sadrâzamlığı 1847 Maârifi Umûmiye Nezâreti’nin (Millî Eğitim Bakanlığı’nın) kuruluşu. 28 Nisan Mustafa Reşîd Paşa’nın azli ve İbrâhim Sârim Paşa’nın 1848 sadrâzamlığı. 12 Ağustos 1848 Mustafa Reşîd Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı. 1 Mayıs Memleketeyn mes’elesi hakkında Balta limanı 1849 andlaşmasının imzalanması. 18 Temmuz 1851 5 Ağustos 1852 Encümen-i dâniş’in açılışı. Mehmed Emin Paşa’nın ilk sadrâzamlığı. 28 Şubat Rusların Kudüs mes’elesini ortaya atmaları (Makâmât-ı 1853 mubâreke Mes’elesi). 25 Aralık 1849 Mülteciler mes’elesinin hâlli. 3 Temmuz Rus ordularının Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bosna- 1853 Hersek’e girmesi. 4 Ekim 1853 Rusya’ya karşı savaş îlân edilmesi. 27 Ekim 1853 5 Kasım 1853 5 Ocak 1854 12 Mart 1854 Osmanlı ordusunun Kalafat’ı alması. Osmanlıların Olteniça (Oltenizza) zaferi. Osmanlıların Çatana zaferi. Rusya’ya karşı Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı. 1 Nisan Yunan çetecilerine karşı Keçecizâde Fuâd Paşa’nın Narda 1854 zaferi. 17 Nisan 1854 Kalafat zaferi. 25 Haziran Silistre önlerinde perişan olan Rus ordusunun kuşatmayı 1854 kaldırıp kaçması. 8 Temmuz 1854 20 Eylül 1854 5 Kasım 1854 Yerköyü (Giurgiewo) zaferi. Osmanlıların Alma zaferi. İnkerman zaferi 23 Kasım 1854 3 Şubat 1855 17 Şubat 1855 24 Mayıs 1855 Mustafa Reşîd Paşa’nın dördüncü sadârazamlığı. Türk-İngiliz askerî andlaşması. Ömer Paşa’nın Gözleve zaferi. Kerç boğazına asker çıkarılması. 9 Eylül Sivastopol şehrinin müttefikler (Osmanlı-İngiliz-Fransız) 1855 tarafından işgali. İlk telgraf hattının işlemeye başlaması. 29 Eylül Kars’ı kuşatıp genel hücuma geçen Rus ordusunun 1855 bozulması. 17 Ekim 1855 6 Kasım 1855 1 Şubat 1856 18 Şubat 1856 Kuburun (Kinboura) zaferi. Ömer Paşa’nın İngur zaferi. Viyana protokolünün imzalanması. Islâhat Hatt-ı Hümâyûnu’nun îlânı. 30 Mart Kırım savaşını sonuçlandıran Paris mukavelesinin 1856 imzalanması. 7 Ocak 1858 11 Ocak 1858 8 Kasım 1858 24 Nisan 1859 14 Eylül 1859 Mustafa Reşîd Paşa’nın ölümü. Âlî Paşa’nın üçüncü sadrâzamlığı. Osmanlı Karadağ hudut protokolünün imzası. Süveyş Kanalı hafriyatına başlanması. Pâdişâh’a suikast teşebbüsü, Kuleli vak’ası. 9 Haziran Müstakil sancak hâline getirilen Cebel-i Lübnan’ın yeni 1861 teşkilâtına dâir Beyoğlu protokolünün imzası. 1) Seyâhatnâme-i Hümâyûn (Abdülmecîd Han’ın Rumeli Seyahati, İstanbul-1261) 2) Tezâkir (Ahmed Cevdet Paşa) 3) Ma’rûzât (Ahmed Cevdet Paşa); sh. 4 4) Târih-i Lütfi (Ahmed Lütfi, İstanbul-1303) 5) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı 6) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiye (Ali Fuâd Türkgeldi, Ankara-1987) 7) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild, sh. 121 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 23 9) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 12 10) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref) 11) Târihi Siyâsî Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye (Kâmil Paşa, İstanbul-1327); cild-3, sh. 180 12) Nafiz, İstanbul-1328); sh. 215 13) Eshâb-ı Kiram; sh. 305 14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 37 15) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3109 16) Şark Mes’elesi (Raif Karadağ, İstanbul-1971); sh. 89 ABDÜLVEHHÂB-I ŞA’RÂNÎ Osmanlılar zamanında Mısır’da yetişen ulemâ ve evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Şa’rânî ve Kutb-i Şa’rânî lakabıyla meşhur olup, Aliyy-ül-Havvâs’ın talebesidir. Nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilmsânî Ensâri’dir. Mısır’ın Kalkaşend kasabasında, 1493 (H. 898)’de doğdu. Nesebi, silsile hâlinde Peygamber efendimize ulaşır. Dedesi, Tilmsân sultânı idi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimidir. Hadîs-i şerifler üzerinde çok çalışarak, hadîs âlimi, aynı zamanda Aliyy-ül-Havvâs hazretlerinden tasavvufu öğrenerek, büyük velîlerden oldu. Pek çok kerâmetleri görüldü. Üç yüzden ziyâde eser yazdı. Zamanının kutbu olduğu bildirildi. 1565 (H. 973)’de Mısır’da vefât etti. Zahirî ve bâtını ilimlerde çok yüksek derecelere ulaştı. Kendisinden önceki İslâm âlimlerinin yazdıkları kıymetli kitapların hepsini okudu. Bunlardan bâzısını defalarca okuduğu gibi bir kısmını da ezberledi. Abdülvehhâb’ı, babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmez oldu. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner ve eksiksiz yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları kolayca ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde üstâd oldu. Tasavvuf yolunda çalışarak, pek çok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunlardan en başta geleni Aliyy-ül-Havvâs hazretleridir. Ayrıca; Muhammed Mağribî, Muhammed bin Anân, Ebü’l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân, Muhammed Adil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn Zâkir ve Efdalüddîn gibi âlimler, feyz alıp sohbetleriyle şereflendiği hocalarıdır. Bunun yanında pek çok evliyânın teveccüh, feyz ve bereketlerine de kavuşan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, binlerce talebe yetiştirdi. Etraftan akınlar hâlinde gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir derya olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine zahirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri Mîzân-ül-kübrâ adlı kitabında şöyle buyuruyor: “Din kardeşim, iyi düşün! Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmde icmâlen yâni kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah’ın vârisleri olan mezheb imâmlarımız (r. aleyhim) hadîs-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah’a tâbi olarak mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen; “İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edersin” buyurdu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimlerle ve başka suretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ, Peygamberine; “Sana vahy olunanları tebliğ et!” derdi. Beyân etmesini emretmezdi Çok sayıda ve pek kıymetli kitaplar yazan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Mîzân-ül-kübrâ, 2- Envâr-ül-kudsiyye, 3- Tabakât-ül-kübrâ, 4- Ahlâk-uzzekiyye vel ulüm-ül-ledünniyye, 5- İrşâd-ül-mugfelîn, 6- Bahr-ul-mevrûd, 7Tenbîh-ül-agbiyâ, 8- Cevahir ve dürer, 9- Cevher-ül-masûn ves-sırr-ül-merkum, 10- Hukuku ihvet-ü-islâm, 11- Dürer-ül-Gavvâs fî fetâvâ Seyyidî Aliy-ül-Havvâs, 12- Sirâc-ül-münîr, 13- Feth-ul-mubîn, 14- Feth-ul-vehhâb, 15- Ferâ-id-ülkalâid, 16- Kibrit-ül-ahmer, 17- Keşf-ül-gumme, 18- Letâif-ül-minen vel-ahlâk, 19- Levâhık-ul-envâr-il-kudsiyye, 20- Meâsır vel-mefâhir fî ulemâ-i karn-il-âşir, 21- Meşârık-ul-envâr-il-kudsiyye, 22- El-Yevâkit vel-cevâhir. MISIR’IN SAHİBİ!.. Emir Muhammed Defterdâr anlatır: “Her gece yatsı namazından sonra, arkadaşlarla bir yerde toplanır, sohbet ederdik. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırdık. Bir gün yine böyle toplanmıştık. Sohbet ânında söz, hâlen hayâtta olan İmâm-ı Şa’rânî’ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Ben de, onlarla birlikte, aleyhinde konuştum. O gece rüyamda, kalabalık bir ordunun Mısır’a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördüm. Ordu kumandanı, Mısır’ın Bâbünnasr denilen kapısında durdu ve; “Mısır’ın sahibi ile görüşüp, Mısır’ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz” dedi. “Mısır’ın sahibi kimdir?” dediler. O da; “Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir” dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi, İmâm-ı Şa’rânî’yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdurrahmân’a durumu anlattılar. Abdurrahmân, babasının müsâde edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Rüyadan uyandığımda, yaptığım hatâyı anladım. Demek ki, bu zamanda Mısır’ın hakîki sultânı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî idi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa’rânî hazretlerine gidip, talebesi olmakla şereflenmek istediğimi bildirince; “Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?” buyurarak, gece rüyada gördüklerimi bildiğini işaret etti. Onun bu kerâmetini görünce, kendisine daha ziyâde bağlandım. 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6 sh. 218 2) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 372, 374 3) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 641, 642 4) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 134 5) El-A’lâm; cild-4, sh. 180 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye 7) Fâideli Bilgiler 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 191-209 ABDÜRRAHÎM ARVÂSÎ Seyyid Abdullah Arvâsî’nin büyük oğlu. Nesebi; Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Kâsım Bağdadî’dir. Seyyid Abdurrahîm, Van’ın Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu, onların sohbetleriyle olgunlaştı. Zamanın aklî ve naklî ilimlerinde söz, tasavvufda ise hâl sahibi meşhur bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayılıp, dillerde söylenmeye başlandı. 1785 (H. 1199) senesinde, Doğubâyezîd’deki meşhur sarayın banisi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm’i davet etti. Alim ve velîlere pek kıymet veren İshak Paşa, ilim erbabı bir zât idi. Onların meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Seyyid Abdurrahîm, İshak Paşa’nın davetini kabul edip, Doğubâyezîd’e gitti. Bölge halkı şiîliğe meyilli idi. Orada Ehl-i sünnet itikadının yayılması için çalıştı. Uzun münazaralardan ve mücâdelelerden sonra sapık şii fırkasının bozukluğunu herkese kabul ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzura kavuştuğu gibi, aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar da son buldu ve fitne söndürüldü. Seyyid Abdurrahîm, bu gayretinin yanısıra naklî ve tasavvufî ilimleri de öğretiyor, insanların ebedî saadete kavuşması için bütün gücünü harcıyordu. Talebelerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sini okuttuğu bir sırada, onu dinleyen bir İranlı ayağa kalkıp, Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi kötülemek maksadıyla; “Ne okuyorsunuz?” diye sordu. Seyyid Abdurrahîm; “Mesnevi okuyoruz” buyurdu. İranlı, dinlemeye değmez anlamına gelen; “Meşnevî” deyince, bu söze son derece hiddetlenen hazret-i Seyyid, Mesnevî-yi şerifi rastgele açıp, “Şu beyti bir oku!” buyurdu. Orada; “Mesnevî râ meşnevî mehân, Ey seg-i gürgîn bed kerdeî.” yâni; “Mesnevî’yi meşnevî diye okuma. Ey uyuz köpek! Kötü bir iş yaptın” yazılıydı. İranlı ve oradakiler bu manâlı söz karşısında şaşkına döndüler. İranlı diyecek söz bulamadı, meclisi terk edip gitti. Talebeler, Mesnevî’den o beyti çok aradılar, fakat bulamadılar. Hocalarının kerâmeti olduğunu anlayıp, Seyyid Abdürrahîm’e tam bir teslîmiyetle bağlandılar. Seyyid Abdurrahîm hazretlerinin bu ve benzer kerâmetleri, doğuda dilden dile dolaşarak uzun yıllar söylenegelmiştir. 1786 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Kabri, sevenlerinin, ihtiyâç ve istek sâhiblerinin ziyâretgâhı oldu. Hâlen ziyaret edilmektedir. Sırt ağrısından muzdarib olanların, sırtlarını kabir taşına sürmesinden taş yıpranmış, üzerinde Arvâsî kelimesi ile vefât târihi ve Fatiha Kelimesinden başka yazı kalmamıştır. Seyyid Abdürrahîm’in, Muhammed ve İbrâhim isminde iki oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Muhammed’in çocuğu yoktu. Babasının maddî ve manevî vârisi olan Seyyid İbrâhim’in; Abdurrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ve Emine Hanım (Seyyid Fehîm-i Arvâsî’nin annesi) adlı bir kızı vardı. Seyyid İbrâhim, İranlılarla yapılan görüşmelerde Osmanlıları temsil etti. 1832’de Yukarı Doğubâyezîd’de vefât etti. Büyük oğlu Abdurrahîm de 1818’de aynı yerde vefât etmişti. Babasına vâris olan diğer oğlu Seyyid Abdülazîz de, 1880’de vefât ederek babasının yanına defnedildi. Beş oğlu vardı. Büyük oğlu ve vârisi Seyyid Muhammed Emîn Efendi, hâl ve kerâmetleri ile meşhur oldu. 1914 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Yedi oğlu vardı. Kendisi ile aynı senede vefât eden refikası Medine Hanım da kerâmet ehli idi. Seyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, kendilerini sılai rahm için ziyaret eder, beraberce tatlı sohbetler ederlerdi. Böyle bir ziyaretlerinde, Muhammed Emîn Efendi’nin dünyâya yeni gelen ortanca oğluna kendi ismini vererek Abdülhakîm koydu. Bu Abdülhakîm Efendi’nin dört oğlundan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, kendisini İslâm ve batı kültüründe yetiştirmiş, bugünkü beşerî sıkıntıları iyi anlamış bir zât idi. 1988 senesinin son gününde vefât ederek İstanbul-Edirnekapı Kabristanı’na defnedildi. Eğitim Enstitülerinde vermiş olduğu dersleri ile on binlerce öğretmen yetiştirmiş olan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, çeşitli makale ve kitapları ile de, Türk gençliğinin fikrî yapısının gelişmesine, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasına büyük hizmetler etmiştir. Eğitim Sosyolojisi, Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Türkİslâm Ülküsü, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, İlmihâl, Doğu Anadolu Gerçeği, Şiirlerim, Size Sesleniyorum (Türkiye Gazetesindeki makaleleri) gibi eserleri yayınlanmıştır. 1) Abdürrahîm Arvâsî (S. Ahmed Arvâsî, Türkiye Gazetesi Kütübhânesi) 2) Size Sesleniyorum-1 (S. Ahmed Arvâsî, İstanbul-1989) ÂBİDİN PAŞA Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen devlet adamı ve şâirlerinden. Arnavutluk ileri gelenlerinden Prevezeli Ahmed Dino Bey’in oğludur. 24 Mart 1843 târihinde bir Salı günü Preveze’de doğan Âbidîn Paşa, tahsilini tamamladıktan sonra, silâhşörlük hizmetiyle saraya girdi. Bir süre sonra doğum yeri olan Preveze’de mutasarrıf muavinliği ve merkez kaymakamlığı yaptı. İzmir’deki vazifesinden sonra sıra ile, Sofya mutasarrıflığı ve Bosna komiserliğinde bulundu. Bosna’da iken Devlet-i âliyyenin borçlanması, borsa muameleleri ve mâliye hakkında yazdığı kitabını maârif nezâretinin izni ile bastırdı. 1877’de Rus harbi sonunda Epir sınırı için Yanya’da toplanan olağanüstü komisyon başkanlığında, 1878’de de Diyarbekir, Elazığ ve Sivas illeri ıslâhat işleri birinci komiserliği vazîfelerinde bulundu. 1879’da Sivas ve Selanik illeri vâliliklerine ve aynı sene vezirlik rütbesiyle hâriciye nâzırlığına getirildi. Ayrıca Bâb-ı âlî’de çok önemli komisyonlarda bulunduğu gibi, emir üzerine meb’usların halk tarafından birinci ve ikinci dereceden seçimine dâir yapılacak tüzüğün taslağını hazırladı. Üç ay bu vazîfede kaldıktan sonra, mecîdî nişanıyla Adana vilâyeti vâliliğine tâyin edildi. Dört sene dokuz ay kaldığı bu vazifede iken Abidîn Paşa, Mesnevî-i şerif’in tercüme ve şerhine başlayarak birinci cildini, bir sene sonra, mevlid kandilinde bitirdi. 1885 senesinde Sivas vâliliğine tâyin edildi ise de bir sene sonra Ankara vâliliğine getirildi. Sekiz sene kadar bu vazîfede bulunan Abidîn Paşa, 1894 senesinde Cezâyir-i Bahrisefid (Akdeniz adaları) vâliliklerine atandı. 1906 senesinde Yemen işlerini ıslahla ilgili komisyonda görevli iken, 1908 yılında İstanbul’da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesindedir. Abidîn Paşa, vazîfeli bulunduğu yerlerde idareciliği ve davranışları ile kendini halka sevdirmişti. Ana dili Türkçe’den başka Arabça, Farsça, Arnavudça, Fransızca ve Rumca’yı çok iyi bilirdi. Rumca şiirleri İstanbul ve Paris’de yayınlanmıştır. Abidîn Paşa, Mesnevî-i şerif’in birinci kıtasının şerhini yapınca, bir nüshasını da Cevdet Paşa’ya göndermiştir. Cevdet Paşa, onu, böyle bir şerhi, özellikle devrin diliyle yazmasından dolayı takdîr etmiştir. Fakat Cevdet Paşa asıl konuya Abidîn Paşa’nın; “Mesnevî-i şerîf, altı cildden ibaret olup, altıncı cildin nısfı sânisiyle yedi cild üzere bulunur” demesi üzerine geçmiş ve bütün mesnevîlerin altı cild olduğunu belirterek düzme olan yedinci cild üzerinde geniş olarak durmuştur. Paşa çeşitli cephelerden bu cildi ele almış ve Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin olmadığını isbât etmiştir. Abidîn Paşa da üçüncü defa bastırdığı tercümenin birinci cildinde Cevdet Paşa’nın bu haklı tenkidi karşısında eski fikrinden dönmüştür. Abidîn Paşa, Mesnevî şerhinde, Mesnevî’nin birinci beyti olan; Bîşnev ez ney çün hikâyet mîküned, Ez cüdâyîhâ, şikâyet mîküned. “Dinle neyden nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikayet ediyor” beytinin açıklamasını yaptıktan sonra, şerhine başlıyarak, ney’in insan-ı kâmil olduğunu dokuz şekilde isbât etmektedir. “Ney’den maksad arif ve akıllı insandır ki, ağzından dâima âşikâne lezîz ve manidar sözler çıkar. Bu beytin İkinci mısrasında, “Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned” (Ayrılıklardan nasıl şikâyet ediyor) buyrulması, arifin yâni Allah adamının rûhânî âlemden ayrılıp dünyâda bulunmasından, kendini gurbette hissetmesinden ve üzücü, dâima değişip duran hâdiselere girifdâr olmasından şikâyet etmesidir. Mesnevî-i şerifin bu ilk beytinde Celâleddîn-i Rûmî (k. sirruh) işitme işiyle ilgili olan “Bişnev/işit” emri ile söze başlamaktadır. Bundan maksadı, hem beyân buyurdukları ney’in sedası tabiî olarak işitilmeye muhtaç, hem de işitme duyusunun diğer duyu organlarından ve uzuvlardan daha fazîletli, değerli olmasındandır. İşitme organı ve duygsundan sonra uzuvların en kıymetlisi olan göz bile, yalnız bâzı sınırlı ve maddî şeyleri görebiliyor. Kulak ise, maneviyâtı, akıl ile idrâk olunabilen şeyleri yâni mâkûlâtı ve bir çok hikmetleri işitebilmektedir. Allahü teâlânın peygamberleri (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtı vetteslîmât) bütün insanlık için iki cihânın saadetine vesile olan Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ için, tabiî olarak işitenlerin, işitme duyusuna mürâcât ederlerdi. Göz, ışık olmayınca adetâ muattal kalmaktadır. Kulak yâni işitme duyusu ise zahirî yardımcılara muhtaç olmayıp, dâima binlerle çeşit ses ve sedayı işitip, idrâk eder ve aklın nurunu malûmatını her şeyden ziyâde artırır ve insanın kadrini yüceltir... Mesnevî’nin bu beytinde ârifin yâni veliyy-i kâmilin ney’e benzetilmesinde bâzı hikmetler mevcuttur. Meselâ, ney önce kamışlıkta bulunuyordu. Kesilmemiş iken dâima büyüyüp gelişiyor, taze hayat buluyordu. Kesildikten sonra ise kurudu. İşte arifin ruhu da, ruhlar âleminde nihayetsiz manevî nîmet ve lezzetlere mazhar iken, dünyâya gelince, adetâ âb-ı hayât gibi alan o ruhlar âleminden mahrum kaldığından susuz kalmış kamış gibi kurudu. İkinci, neyden âşikâne sedalar çıkar. Ârif insandan da âşikâne ve ârifane sözler duyulur. Böylece gönülleri Hakk’a bağlar. Üçüncü, ney sedası, dinleyenin aşkını arttırır. Böylece ârifin hikmetle dolu sözlerini işitip, dinleyenler kalblerini dünyâya bağlamaktan kurtarırlar ve aşkları artar. Dördüncü, ney sesi çok defa bir hikâye, bir aşk macerasını hatırlatır. Ârifin sözü de hemen her zaman hakîki hak âşıklarının yüce menkıbe ve hâllerini söyler ve ruhlar âleminin sırlarından bahseder. Beşinci, ney’in hüneri, dışında yâni maddî yapısında değil içindedir. Ârif-i billah olan evliyânın kemâlâtı da bâtınîdir. Mübarek kalb ve sînelerinde gizlidir. Altıncı, ney’in görünüşü dosdoğrudur. Ârif-i billah olan Allah adamlarının da her hâli dosdoğru, müstakim ve güzel huylar ve ihsânlarla donatılmıştır. Yedinci, ney denilen bitki kamışlıktan kesilip ayrılınca garipleşti. Ruhlar âleminden ayrılan ârifler de dünyâda garibdir. Sekizinci, ney’in içi boştur, üfürülmekle içinden âşikâne sedalar zuhur eder. Ârifler de her nevî âdî, değersiz, meşgaleden sıyrılmış mübarek kalbleri Allahü teâlânın aşkı ile dolup, müzeyyen olmuştur. Dokuzuncu, ney denilen çalgı âleti kendiliğinden hiç bir ses çıkaramayacağı gibi Allahü teâlânın sevgili kulları yâni ârifler de silsile hâlinde vâris olageldiklerini ilâhî feyzleri açıklarlar. İşte Mesnevî-i şerîfde; rûhânî, ilâhi hikmet ve marifetlerden böyle teşbihler yapılmak suretiyle, Fars dilinin letâfet kisvesi ve belâgat hususiyetleri fevkalâde üslûb ile birleştirilmiştir. Âbidîn Paşa’nın başka eserleri de vardır. Bunlar; 1- Âlem-i İslâmiyet’i müdâfaa: Bir hıristiyan papazın Kur’ân-ı kerîm hakkındaki görüşlerine cevaptır. 2- Meâli-i İslâmiye: İslâm dîninin değeri ve üstünlükleri hakkındadır. 3- Saâdet-i dünyâ: Ahlâkla ilgilidir. 4Kasîde-i Bürde tercümesi’dir. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 701, 1031 2) Tercüme ve Şerhi Mesnevî-i Şerîf; (Âbidîn Paşa, İstanbul-1305) 3) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 341 4) Mir’ât-ı İstanbul (Mehmed Râif, Türk Târih Kurumu Kütüphânesi); cild-2, sh. 567 5) Mesnev-i Şerîf ile alâkalı olarak Cevdet Paşa’nın Âbidîn Paşa’ya yazdığı mektup (Kemal Yavuz, Türk Edebiyatı Dergisi-1986); sayı, 26-27, sh. 441 ACEMİ OCAĞI (Bkz. Kapıkulu Ocakları) ADÂLETNAME Kânunları uygulamakta, görevlerini kötüye kullanan idarecileri îkâz için veya tahta çıkan halîfe veya pâdişâhların devleti adaletle idare edeceklerini bildirdikleri yazılı emirleri ihtiva eden vesika. Arabça adalet ile Farsça mektup anlamına gelen nâme kelimelerinden meydana gelmiş bir “birleşik isimdir. Ayrıca; pâdişâhların yayınladığı adaletnâmelere, Adalet fermanı, Adalet hükmü, sadrâzamın gönderdiğine de, Adalet emri denir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, insanlar arasında adaletin hâkim kılınmasını, tarafsız, âdilâne davranılmasını, zulüm ve haksızlığa meydan verilmemesini sağlayacak faaliyetlerde bulunmuştur. Hadîs-i şerîfleriyle idarecilerin, insanlara iyi ve âdil muamele etmelerini istemiş ve nesil, ırk, soy, vatan ve bölge ayrımı yapmanın doğru olmayacağını ifâde etmiştir. Hazret-i Ebû Bekr halîfe olduktan sonra, okuduğu hutbede halka adaletle davranacağını anlatmak için; “Ey insanlar! Ben size halîfe seçilmiş bulunuyorum. Sizin zayıfınız, bence çok kuvvetlidir. Onun hakkını korurum. Kuvvetine güveneniniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım” buyurmuştur. Diğer halîfeler de insanlara adaletle muamele edilmesi ve idarecilerin kânunlara tam manâsıyla uymaları için yazılı emirler göndermişlerdir. İslâm ülkelerinde adaletin doğru ve eşit dağıtımını kontrol eden Divân-ı mezâlim, Dâr-ul-adl, Dîvân-ı a’lâ gibi teşkilâtlar kurulmuştur. Bunların görevlerinden biri de vâli ve kâdıların yaptıkları zulüm ve haksızlıkları önlemekti. Târih boyunca kurulan bütün İslâm devletleri gibi Osmanlı Devleti de, Osman Gâzi tarafından te’sis olunurken, sırf Allahü teâlânın rızâsı için insanların dünyâ ve âhiret seâdeti, huzuru ve refahı, en yüce gaye ve ideâl olarak seçilmişti. Osmanlı sultanları, memleketin muhtelif yerlerinde ortaya çıkan hâdise ve gelişmeleri dikkat ile tâkib edip, İslâm dînine ve devletin kânunlarına aykırı işlerin bulunup bulunmadığını incelerlerdi. Devletin sınırları fevkalâde büyüyüp yayılınca, merkezden uzak vâli, kâdı ve idarecilerin zulüm yaptıkları ve haksız davrandıkları olmuştur. Bunu önlemek için sultan, ilgili yerlere adâletnâmeler göndererek, dînin ve pâdişâhın emrine aykırı işleri kaldırdığını îlânla, kânuna riâyeti te’min ederdi. Adâletnâme veya adalet hükmü, sultânın doğrudan doğruya verdiği bir emirdir. Bir hükmün bütün rükünlerini taşır. Adâletnâmede de her hükmün en önemli özelliği olan “Buyurdum ki” sözü ile emir kısmına girilir. Adâletnâme, berât gibi üçüncü şâhıslara değil de normal bir ferman gibi, doğrudan doğruya emir alana hitâb ederdi. Emir, bütün devlet idarecilerine hitâb ettiği gibi belli bir bölge idarecilerine de münhasır olabilirdi. Adâletnâme; herhangi bir haksızlık, zulüm, yolsuzluk yayılıp umûmî bir hâl alınca, bâzı bölgelerin durumları ile ilgili şikâyetler vâki olduğu zaman veya yeni tahta çıkan pâdişâhın halka adaletle hükmedeceğini ifâde etmek için yayınlanırdı. Adâletnâmenin yayınlanmasına sebeb olan şikâyetler, hükmün nakil, bildirme ve ulaştırma kısmında dâima işaret olunurdu. Adâletnâmede, halkı zulme karşı koruma gayesi dâima açık şekilde belirtilirdi. Genel adâletnâmeler müslüman ve gayr-i müslim bütün halkı koruma gayesi güderdi. Bir bölge halkı için gönderilen adâletnâmeler olduğu gibi, bir zümre için de gönderilebilirdi. Adâletnâmelerin en belirgin özelliği, genel olması ve geniş bir kitleyi ilgilendirmesidir. Başka adlar allında yayınlanan bir takım vesikalar da adâletnâme sınıfına girmektedir. Adâletnâmelerden yalnız cezalarla ilgili olanlara yasaknâme denirdi. Adâletnâme, hüküm verme yetkisi taşıyan kâdılara ve bedenî cezaları uygulama yetkisine sâhib beylerbeyi ve sancak beylerine hitaben yazılırdı. Doğrudan doğruya onları belli şeyleri yapmaktan men ederdi. Başkalarının yaptığı zulümler de bunlardan sorulurdu. Bu yüzden, adâletnâmeterde “almayasız ve aldırmayasız”, “etmeyesiz ve ettirmeyesiz” gibi ifâdeler sık sık geçmektedir. Kânunların te’yidi ve yerine getirilmesi esas gaye olduğundan, çoğu zaman yalnız kâdılara gönderilirdi. Adâletnâme, bir takım hak ve muafiyetleri te’yid ederdi. Bu muafiyetler, beratla olduğu gibi, üçüncü şahıslar karşısında hükmü alana âit değil, tersine hükmü alana karşı üçüncü şahıslara aitti. Bu üçüncü şâhıslar, kâdı tarafından verilen adâletnâme suretini almağa ve ona göre hak ve muafiyet istemeye yetkiliydiler. Bu durum, adâletnâmelerin sonunda çoğu zaman açıkça belirtilirdi. Adâletnâme, halka îlân edilmiş bir beyânname niteliği taşırdı. Adâletnâmenin halka duyurulması şarttı. Bundan dolayı vesikanın bitişinde, kâdılara, halkı toplayıp belgeyi önlerinde okutması ve içindekini iyice anlatması emredilirdi. Adâletnâmelerin halkın eline geçmesini kolaylaştıran hükümler de vardı. “Kim olursa olsun bu vesikanın kâdı sicilinden bir kopyasını isterse, bir kelimesini bile saklamadan, suretini yazarak, imzalayıp ellerine verip; “Adâletnâme-i hümâyunum suretinden bir akçe ve bir habbe almayasınız” emri eklenirdi. Adâletnâmedeki emirlerin mutlak surette yerine getirilmesini isteyen sultan, bölgeye gizli teftiş yaptırmak için adamlar gönderirdi. Osmanlı adâletnâmeterinin yayınlanmasına sebeb olan şeylerden bazıları şunlardır: 1Vergi yolsuzlukları ve vergi olarak toplanan malların halka zorla uzak mesafelere kadar taşıttırılması, 2- Kâdı nâiblerinin sık sık teftişe çıkıp halkı rahatsız etmeleri, 3- Muhtelif devlet me’murlarının; suçlulardan, kâdılardan izinsiz cerime almaları, 4- Bid’atlerin yâni sonradan ortaya çıkıp, halkın dînine, itikadına uymayan şeylerin ve hurafelerin yaygınlaşması, 5- Me’mûrlukların yakınlarına verilmesi veya fahiş fiyatlarla satış yapılması, 6- Rüşvet, 7- Tımarlı sipahiler, beylerbeyiler, sancak beyleri, mütesellimler, subaşılar, kethüdalar, kâdılar, nâibler, kassâmlar, âmiller, muhassıllar ve mübaşirler gibi me’murların halktan, ücretsiz yem ve gıda maddeleri almaları. Adâletnâmeler üç bölümde hazırlanırdı. Birinci bölümde şikâyetler sıralanır ve adâletnâmenin gayesi belirtilir, ikinci bölümde şikâyetlerin değerlendirilmesi netîcesinde yasaklanan ve serbest bırakılan hareketler zikr edilir, üçüncü bölümde ise, emirlerin tatbik edilmemesi netîcesinde verilecek cezalar zikredilirdi. 1516 senesinde yayınlanan Eflaklar (Karadağ-Romanya bölgesi sâkinleri) adâletnâmesinde yasaklanan sûistimaller ve bid’atler sırasıyla şunlardır: 1- Semendire sancağını yazmış olan eminler tarafından yeni deftere sancak beyi için harman vaktinde her köyden belli mikdârda arpa, buğday tâyin edilmiştir. Bunun dışında hiç kimse halktan fazla birşey istemeyecektir. Bal, yağ, koyun, kepenek gibi şeyler almayacaklar, kâdılar da bunları önleyeceklerdir. Fakat paraları ile almak isterlerse reâyâ ve Eflaklar da satmaktan çekinmeyeceklerdir. 2- Kânuna göre elli evden bir kişi olarak alınan hizmetçiye gelince, beyler daha çok hizmetkâr istemekte ve daha uzun zaman hizmette tutmağa çalışmaktadırlar. Yahut sancak beyi hizmetkâr yerine bâzan para almak istermiş. Bu da yasak edilmiştir. Kânuna göre işlem yapılacaktır. 3- Pâdişâh kapısına mahpus göndermek veya sâir devlet hizmetleri için davar ve adam gerekirse lüzumu kadar alınacak, bu bahane ile fazla davar çıkarmak veya karşılığında para istemek gibi yollara gidilmiyecektir. Sancak beyinin, kendi hizmeti için davar ve adam istemesi yasaktır. 4- Eflakların hâne başına ödedikleri flori resmini toplamak için gidenler, her yerin kâdısı ile birlikte bu resmi toplayacaklar ve kendileri için hâne başına sâdece bir akçe florici, bir akçe kâtibi alacaktır. Ayrıca, bahşiş ve başka adlar altında, hiç bir şey istemeyeceklerdir. 5- Eflaklar, sancak beyine ev yapmak mecburiyetinde değillerdir. Ancak voyvoda için her nahiyede belli bir yerde nahiye halkı bir ev yapar ve tamirine bakar. Her gelen voyvoda orada oturur. 6- Voyvoda, halktan istediğini parası ile ala. Para cezası veya siyâset cezaları hususunda kâdının izni olmadan kendiliğinden hareket etmeye ve reâyayı tutuklamaya. Voyvodalar zorla ot, arpa, saman ve tavuk almayalar. 7- Eflakların çayırlarına, bahçelerine, tahıllarına ve terekelerine ve otlaklarına, sancak beyi ve adamları at salıverip zarar verdirmeyeceklerdir. Seyislerinin reâyadan yem ve yiyecek almasına müsâde etmeyecektir. 8- Domuzlar bir kimsenin tımarında otlamıyorsa, otlak hakkı alınamaz. 9- Yeni gelen voyvodanın, primi (köy kethüdaları) birer karınyağ, birer kebe (kepenek) alması da yasaklanmıştır. 10- Muhârebe zamanında sancak beyleri, voyvodaları ve subaşıları, knezler (nahiye kethüdâları) ve primikurlar, Eflakların zorla atlarını, silâhlarını alıyorlarmış. Bu da men edilmiştir. 11- Hıristiyan köylerinde oturan müslümanlandan hıristiyanlara zarar gelmiyorsa yerinde kalabilirler. Aksi hâlde yerlerinden göçürülecek. Müslümanlar bir arada oturacaklardır. 12- Bu adâletnâme ile eski Despot Kânunu da kaldırılmıştır. (Despot Kânunu, bâzı dâvaları Eflakların kendi aralarında hâl etmeleridir. Bu adâletnâme ile her türlü ihtilâfın kâdı ve sancak beyi marifetiyle halledilmesi emredilmektedir.) 1) Adâletnâmeler (Halil İnalcık; Belgeler Dergisi; cild-2, sh. 3-4); sh. 49 2) Saruhan’da Eşkıyalık (Çağatay Uluçay, İstanbul-1944); sh. 163 3) XV ve XVI Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukûkî ve Mâlî Esasları, I. Kânunlar (Ö. Lütfi Barkan, İstanbul-1943); sh. 251 4) Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtı; sh. 131-251 ÂDİLE SULTAN On dokuzuncu asır dîvân şâirlerinden ve sultan İkinci Mahmûd Han’ın kızı. 1825 senesinde Zernigâr Kadın’dan doğdu. Küçük yaşta annesini kaybetti. Sultan İkinci Mahmûd, kızı Âdile Sultân’ı çocukları yaşamayan baş kadın Nevfidan Kadın’a büyütmek üzere verdi. O da Âdile Sultân’ı kendi evlâdı gibi büyütüp yetiştirdi. Mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. 1845 senesinde Kaptân-ı derya Mehmed Ali Paşa ile evlendi. Sultan Abdülmecîd devrinde bir seneye yakın sadrâzamlık yapan Mehmed Ali Paşa, 1868 senesinde vefât etti. Âdile Sultan, kocasının arkasından da kızının ölümü üzerine evine çekilmiş, her şeyi bırakarak kendini ibâdete vermiş ve fakir fukarayı beslemekle vakit geçirmiştir. Dindar, hassas, hayırseverliğiyle tanınmış ve ömrü boyunca herkesten dâima hürmet görmüştür. Mektep ve fukara evlerini tamir ettirip, çocukların okuması için gayret sarfetti. Gelinlik kızlara çeyiz yaptırdı. Kurumuş çeşmelere su getirtdi. Âdile Sultan hayâtının son günlerini Fındıklı’da bugün Güzel San’attar Akademisi olan Sâhilsaray’da geçirdi ve 1898 senesi Ocak ayında vefât edince, kocası Mehmed Ali Paşa’nın Eyyûb’deki türbesinde defnedildi. Ayşe Sultan diyor ki: “Ölümünden sonra saraya gelen câriyeleri ve ağaları, efendilerinin hikâyelerini, iyiliğini bize anlatırlarken gözyaşlarını zaptedemezlerdi... Babamla görüşmek istediği zaman haber gönderir, sarayda husûsî hazırlıklar yapılır, bu suretle saraya gelirdi. Babam hürmet ve tazimle halasının elini öper, büyük kanepeye halasını oturtup kendisi de karşısına otururdu. Hazînedârlar, askılar içinde kahvesini getirirler, babam eliyle tepsiden alıp halasına verirdi... Bizler içeriye girip elini öper, yerden bir temenna ederek Pâdişâh’a yaptığımız resmî tazimi ifâ eder, çıkardık. Babama, oğlum hitabında bulunur, babam da kendisine; “Emredersiniz halacığım” cevâbını verirdi. Konuşma bir-iki saat kadar devam eder, yine geldiği gibi arabasına biner, babam da kapıya kadar kendisini teşyî ederdi. Yüzünün eskiden pek güzel olduğu belliydi. Narin, orta boylu, kumral, mâvi-elâ gözlü, nûrânî, asaletini gösteren hâl, hareket ve terbiyeye mâlik bir sultandı. Giyinmesi tamâmiyle alaturka olup, ağır kumaşlardan dört etekli entari, ayağına güderiden papuç giyer, beline şaldan kuşak bağlar, bu entari üzerine, salta dedikleri bol kollu bir ceket geçirir, başına fes gibi bir şey giyip etrafına oyalı ipekli yemeni sarar, üzerine zümrüt ve lâ’llerle yapılmış, ortadaki daha büyük, iki yanlarındakiler küçük, gül şeklinde kıymetli iğneler takardı. Başka hiç bir mücevher nişan takmazdı...” Yetmiş üç sene yaşadı ve bu süre zarfında, İkinci Mahmûd, Abdülmecîd, Abdülazîz, beşinci Murâd ve İkinci Abdülhamîd’in saltanatını gördü. Başta babası olmak üzere kardeşleri ve yeğenleri tarafından sevilen ve devlet işlerine karışmayan Âdile Sultan, aynı zamanda Osmanlı hânedânına mensûb dîvân sahibi tek kadın şâirdir. Özellikle Fuzûlî ve Şeyh Gâlib’e nazîreler ve Yûnus Emre tarzında hece vezniyle şiirler yazmıştır. Şiirleri teknik bakımdan basit ifadeli gibi görünürse de samîmidir. O, bu samîmi sözleriyle kardeşi sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesine de ışık tutmuştur. Adile Sultan’ın bu mısraları sultan Abdülazîz Han’ın intihar etmeyip, öldürüldüğüne dâir nice vesika yanısıra kıymetli bir şehâdettir. Âdile Sultan’ın basılmamış olan Dîvân’ının yazma nüshaları Üniversite ve Topkapı Sarayı kütüphânelerinde mevcuttur. Atası Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın şiirlerinini, Dîvân-ı Muhibbî adıyla, ilk defa yayınlanmasını sağlamıştır. ÂDİLE SULTANDIN DÎVÂNINDAN Y RESÛLALLAH! Yüzün mir’at-ı zât-ı kibriyâdır yâ Resûlallah, Vücûdun mazhar-ı nûr-ı Hudâdır yâ Resûlallah, Kabul eyle ânı aşkından âzâd eyleme bir an, Kapanda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah, Var iken destgîrim sen gibi bir şâh-ı zî-şânım, Kime arz eyleyim, eyle meded hâl-i perişanım, Sözün makbûl-i dergâh-ı Hudâdır ulu Sultânım, Kapunda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah. Sana Ümmetliğim iki cihânda emr-i câzimdir, Bilirsin hâlimi arz u beyân etmek ne lâzımdır, Nazar kıl lutf ile senden diğer kim câresâzımdır, Kapunda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah. ---------------------------------------------------Nasıl yanmam ki ben oldu olanlar Şâh-ı devrâna, Bilinmez oldu hâli kıydılar ol zıll-ı Yezdâna. Cihân matem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a Medet Allah mübarek cismi boyandı kızıl kana. Nasıl hemşiresi bu Âdile yanmaz o Hakan’a, Ki kıydı bunca zâlimler karındaş cihânbâna Rızâ virmezdi adl ü şefkati zulm-i müşîrâna Bütün nûr-ı firâkı saldı kalb-i ehl-i îmâna. bir münâcâtı: İlâhî, bana tevfîkin itâatta medar olsun Beni benden halâs eyle, gönül aşkında zâr olsun. Seni zikreyleyim her dem, dil agâh ola bu zevke Vücûdum zulmetin, mahvet derûnum şu’lebâr olsun. Açılsın lâleler aşkınla sinem dâğ dâğ olsun Dil-i virane yansın âteşinle bahtiyâr olsun. 1) Babam Sultan Abdülhâmîd (Ayşe Osmanoğlu, İstanbul-1984); sh. 98 2) Âdile Sultan ve Şahsiyeti (Âdile Konrapa, İ. Ü. Edeb. Fak. Tez. 244) 3) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 40 4) Târih ve Edebiyat Mecmuası (Neşr; Ali Emîri, İstanbul-1334); sh. 123-322 5) Türk Sarayında Müstesnâ Bir Prenses, Adile Sultan ( Elif Naci, Hayat Târih Mecmuası; Kasım 1965); sayı-10, sh. 27 ADLİYE TEŞKÎLÂTI Askerî ve sivil dâvalara bakan teşkîlât. Osmanlı Devleti’nde, dâvalara, devletin en yüksek dereceli hâkimleri olan kazaskerler ile onların emrinde çalışan kâdılar tarafından İslam hukukuna göre bakılırdı. Bu bakımdan Osmanlı adliyesi, İslâm adliye teşkilâtının bir numunesi idi. İslâm adliye teşkilâtının temelleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında atıldı. İslâmiyet’ten önce, adaleti te’min edecek bir teşkîlât mevcûd değildi. Bu vazîfe, kabîleler arasında seçilen hakemler tarafından yürütülürdü. Ancak bu hakemler, verilen hükümleri tatbik etme gücünden mahrum olduklarından, kuvvetlinin sözü geçerliydi. İslâmiyet’in gelişiyle, ferdlerin ve kabîlelerin haklarını kendilerinin korumaları usûlü kaldırılıp, bu yetki merkezî bir otoriteye yâni devlet başkanına verildi. Asr-ı saadette, dâvası olan, Resûlullah sallallahü aleyhi veselleme müracaat ederek hallederdi. Bu sebeple, İslâmiyet’te dâvalara, ihtilaflı mes’elelere ilk bakan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamber efendimizin hazret-i Ömer, hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kiramın büyüklerini dâvalara bakmaları için kâdı olarak tâyin ettiği de olmuştur. Ayrıca Yemen, Umman, Necrân gibi fethedilen yerlere tâyin ettiği vâliler, idarî işlerin yanında adlî işleri de yürütmüşlerdir. Muâz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah böyle sahâbîlerdendir. Eshâbına gittikleri yerde nasıl hükmedeceklerini de öğreten Peygamber efendimiz, lüzumunda son mercî ve temyiz makamı durumunda idiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra Hulefâ-i râşidîn de, adalet işleri ile bizzat ilgilendikleri, baş hâkim durumunda oldukları gibi, muhtelif merkezlere görevli kâdılar ve vâliler de tâyin ettiler. Zaman zaman onlara yazdıkları talimatnamelerde, muhakeme usûlüne dâir mühim kaideler koydular. Hazret-i Ömer’in Basra vâlisi Ebû Mûsel-Eş’arî’ye gönderdiği talimatname bu bakımdan ehemmiyet arz eder. Besmele ile başlayan talimatnamenin bâzı kısımları şöyledir: “Mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a (Ebû MûselEş’ârî)! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kaza (hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazîfe (farz), tâbi olunan bir âdet (sünnet) tir. Sana getirilen dâvalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhâl icra et. İcra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin, ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Dâvayı delil ile isbât etmek, dâvâlıya; yemin, dâvayı red edene düşer. Dâvayı hükme bağladıkdan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiç bir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasın. Hakk’a dönmek, hatâda devam etmekten hayırlıdır. Getirilen dâvanın hükmünü Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulamazsan, ictihâd et. Kıyas yoluyla, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine (delîl) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delîl getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şâhidlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna, müslümanlar, biri diğeri hakkında şâhidlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazab ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmakdan sakın. Allahü teâlâ, işlerinde rızâsından ayrılmayan kâdıyı insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riyâ karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kâdıyı Allahü teâlâ halk içinde rezîl eder. Allahü teâlâ ihlâs ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü teâlânın ihsân buyuracağı mükâfatı ne sanıyorsun?” Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîflerden sonra bu talimatname ve benzerleri İslâm muhakeme usûlüne esas teşkil etti. Ayrıca, İslâm adliyesinde kâdı ve diğer hüküm verme mevkiinde olanların dünyevî ve uhrevî müeyyide ve sorumluluklarla murakabe altına alındığı görülür. Nitekim, bir çok büyük âlim, kaza (hüküm verme) işinin ağır mes’ûliyetinden dolayı kabul etmekten çekinmiştir. Gerek asr-ı saâdetde, gerekse Hulefâ-i râşidîn devrinde adliye alanındaki tatbîkâtlar, sonra gelen İslâm devletlerinde kurulan adlî teşkilâtlara esas olmuştur. Emevîler ve Abbasîler de Hulefâ-i râşidîn devrindeki prensip ve muhakeme usûlünü tatbik ettiler. Abbasîler devrinde ayrıca, teşkilâtın büyümesi sebebiyle, bugünkü adalet bakanlığına karşılık, kâdılkudâtlık makamı kurulmuştur. İlk defa İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfe Hârûn Reşîd tarafından kâdılkudât olarak tâyin edildi. Bundan sonra başka şehirlere kâdıların tâyin, terfi ve vazifeden alınma işlemleri kâdılkudât tarafından yapılmaya başlandı. İhtiyaç hâlinde büyük şehirlere birden fazla kâdı da tâyin edildi. Bu usûl, Abbâsîlerde muasır ve daha sonraki İslâm devletlerinde de uygulanmıştır. İslâm devletlerinde kâdının idare ettiği mahkemelerden başka, doğrudan veya kısmen adaleti te’min ile vazifeli teşkilâtlar da vardı. Bunlar: 1- Mezâlim mahkemeleri: Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin, haksızlıklarına mâni olmak maksadıyle halîfe veya vezir, emir, vâli adına hüküm veren kâdıların baktığı mahkemelerdir. Halîfe ve vezîrin mahkemede bulundukları da olurdu. 2- Kazasker teşkilâtı: Askerî dâvalara bakardı. 3Şurta (Polis) teşkilâtı: Mahkemelere yardımcılık yapan, verilen karârı infaz eden şurtanın, zaman zaman kaza (hüküm verme) durumunda bulunduğu zamanlar da olmuştur. Dînî ve sosyal bir vazifesi olan polisin herhangi bir haksızlık ve zulme meydan vermemesi için; âlim, dindar ve erkek olmasına dikkat edilirdi. 4-Hisbe teşkilâtı: Esas vazifesi, emr-i mâruf ve nehy-i anıl münker (iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek) olup, pek çok vazifesi yanında lüzumunda kuvvet kullanarak mes’elelerl hâlleder, ahlâk ve asayişle ilgili dâvalara bakardı. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde adlî işler kâdılar tarafından yürütülmüş, önceki tatbikatlardan farklı olarak mahkemeler askerî ve sivil olmak üzere iki kısma ayrılmış; askerî mahkemeye kazasker, sivil mahkemelere kâdılkudât bakmıştır. Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti ise, her konuda olduğu gibi, adliyesinde de İslâm hukukunun en hassas uygulayıcısı olmuştur. Zulmün payidar olmayacağını, zulüm üzerine kurulan devletlerin pek büyük olsalar da ömürlerinin kısa olacağının idrâkine varan Osmanlılar; “Adalet mülkün esâsıdır (temelidir)” kaidesini kendilerine prensip edinmişlerdi. Bizzat pâdişâhlar, tebeasının karşısında, adalet önünde boyun eğme büyüklüğünü gösterebilmişlerdi. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerini şikâyet eden köylüye, Kânûnî Sultan Süleymân; “Peki bizi kime şikâyet edersin” deyince, köylü; “Seni kânuna şikâyet ederiz kânuna” demiş. Bu cevaptan çok memnun olan Kânûnî, böyle tebeası olduğu için Allahü teâlaya hamd etmiştir. Yalnız insanlara değil, hayvanlara eziyet bile cezaî müeyyidelere bağlanmıştı. Nitekim bir kuşa eziyet ettiği görülen bir kuyumcunun amme suçu işlemekten tevkif edilip, kâdı (hâkim) huzuruna sevk edildiğini, Almanya’nın, Kânûnî Sultan Süleymân nezdindeki fevkalâde büyükelçisi Busbecp, hayretle nakleder. Çünkü Avrupa’da böyle bir şey suç sayılmamaktaydı. Etrafındaki memleketlerin halkı arasında büyük bir itibâr kazanmış, hattâ balkanlardaki hıristiyanlar, fethe gelen Osmanlı sultanları hakkında; “Bu gelen pâdişâh, âdildir” demişlerdir. Böylece Osmanlı, yüksek adaleti ve müsamahası sayesinde farklı dinlere ve milletlere mensup insanları Osmanlılık çatısı altında birleştirmesini pek iyi bilmiş, altı yüz sene gibi dünyâ târihinde başka hiç bir devlete nasîb olmayan uzun bir ömür yaşamıştır. Adalet teşkilâtını kurarken önceki İslâm devletlerinden de faydalanan Osmanlı Devleti, daha kuruluşunda İslâm hukukuna göre bu işi sağlam esaslara bağladı. Osman Gâzi, zamanının en tanınmış âlimlerini kâdı olarak tâyin etti. Orhan Gâzi zamanında da bu durum devam etti. Kâdıların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde hüküm vermelerine önem verildi. Kâdı olabilmek için yüksek dînî ilimler ile devrin modern fen bilgilerinin okutulduğu medreselerin yüksek kısmından me’zun olmak şartı vardı. Hükümlerin Hanefî mezhebine göre verilmesi kaide olmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine mensup kimseler de müracaat edebileceğinden, kâdının dört mezhebi iyi bilmesi lâzımdı. Bu îtibârla kâdılar, sahalarında mütehassıs, geniş bilgi ve kültür sahibi kimselerdi. Kâdı, isabetli karar verebilmek için, dâva mevzuunu iyi bilen bir veya bir kaç ehl-i vukûfu beraberinde bulundurur, hükümde yanlışlığa düşmemek için bulunduğu yerin müftîsinden de faydalanırdı. Müftî bir mes’elede dîninin hükmünün ne olduğunu bildirmekle me’mur olduğu hâlde, kâdı verdiği hükmün aynı zamanda uygulayıcısıydı. Bunun için, her kasaba ve şehirde güvenlik ve asayişten sorumlu polis durumunda olan subaşı ve maiyyetindekiler onun emrinde idi. Ayrıca kâdının emrinde mahkemedeki duruşmayı te’min için, getirip götürme işini gören muhzır denen me’murlar vardı. Bununla beraber kâdılar, bulundukları kazanın kaymakamı ve belediye başkanı olarak da geniş salâhiyetlere sahiptiler. Şikâyeti olanlar, yazılı veya sözlü olarak mahkemeye müracaat ederler, dâva mahkemedeki kâdı siciline işlenir, altına şâhidlerin isimleri de ilâve edilirdi. Kâdı mes’eleyi inceledikten sonra, bir belge hazırlar, mühürleyip, dâva sahiplerine verirdi. Kâdının verdiği hükmü, bölgenin en büyük âmiri ve hükûmetin temsilcisi olan beylerbeyi ve sancak beyleri bile değiştiremezlerdi. Kâdının verdiği hükmü temyize yetkili tek makam, İstanbul’da bulunan Dîvân-ı hümâyûn idi. Hâkimin karârı hakkında doğrudan Dîvân-ı hümâyûna olduğu gibi, pâdişâha da müracaat edilebilirdi. Yapılan şikâyetler mutlaka kısa zamanda incelenip, netîcelendirilirdi. Osmanlı mahkemelerinde, adaletin kısa zamanda yerini bulmaması adaletsizlik ve zulüm sayılırdı. Osmanlı adliyesinin bu yönü dünyâca malumdur. Bu hususu yabancılar da îtirâf etmiştir. Meselâ; D’Ohson; “İki veya üç celse (oturum) nâdirdi. Ekserî dâvalar bir celsede hükme bağlanır.” Sir Paul Ricaut; “En mühim dâvalar bir saat içinde hükme bağlanır, hüküm derhâl infaz edilir, Avrupa’da olduğu gibi hükmü gecikdirecek oyunlardan hiç biri tatbik edilmezdi” demektedir. İstanbul gibi kalabalık yerlerde dâvaların çabuk görülmesi için birden fazla mahkeme bulunurdu. Ayrıca nâib hâkimler geceleyin de dâvalara bakıp hükme bağlarlardı. Zımmî denen gayr-i müslimler de âmme dâvalarında ve ağır cezaya dâir mevzularda kâdıya götürülürlerdi. Bir müslümanla bir hıristiyan arasındaki dâvaya mutlaka kâdı bakardı. Bununla beraber gayr-i müslimler medenî hukuka dâir aralarındaki ihtilâfları kendi mahkemelerinde halledebilirlerdi. Osmanlılar, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen, asayişi bozmayan gayr-i müslimlerin iç mes’eleleri ile uğraşmazdı. Bununla beraber, kendi mahkemelerinin verdiği hükümden razı olmazlarsa, kâdıya müracaat etmekte de serbest idiler. Gayr-i müslimler Osmanlı Devleti’nde bu derece rahat içerisinde yasarken, bu dönemde, XIV. Louis Fransa’sında protestanlar öldürülüp evlerine asker yerleştirilmişti. Eyâlet, sancak, kazâ ve nahiyelere kadar bütün yerleşim birimlerindeki kâdıların ilk âmiri kazasker idi. Kazasker, Selçuklularda olduğu gibi asker, ordu kâdısı demek olmayıp, ayrıca ordu kâdısı vardı. Birinci Murâd zamanında kurulan kazaskerlik makamına, ilk önce Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl tâyin edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, kazaskerlik, Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye çıkarılmıştır. Rumeli kazaskeri, derece îtibâriyle Anadolu kazaskerinden önce gelirdi. On yedinci yüzyıla kadar kazaskerleri vezîriâzam, pâdişâhın tasdiki ile tâyin ediyordu. Bu târihten sonra ise, şeyhülislâmın seçip, vezîriâzamın pâdişâhın tasdikine sunması ile olmuştur. Kazasker, dîvânın üyesi ve devletin en yetkili makamlarından olup, icra ile birlikte muhakeme (yargı) vazifesini de yürütüyordu. Vatandaş dilediği zaman şikâyetlerini buraya yapabilirdi. Dîvânda hukukî dâvalar kazaskerler tarafından bakılırdı. Bu bakımdan Dîvân-ı hümâyûn en yüksek devlet mahkemesi durumunda idi. Kâdıların hükümlerini temyiz yetkisine sâhib idi. Dîvânda verilen kararlar kesin olup derhâl infaz edilirdi. Dîvânda görülen dâvalar, haberli veya habersiz pâdişâh tarafından dinlendiği için, mes’eleler büyük bir dikkatte ele alınırdı. Avrupa topraklarındaki kâdılar, Rumeli; Asya ve Afrika taraflarındakiler de Anadolu kazaskerine bağlı idi. Kazaskerler Salı ve Çarşamba günleri hâriç, diğer günler konaklarında dîvân kurarak, kendilerini alâkadar eden mes’elelere bakarlardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, rûznâmeci, matlahcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı bulunurdu. Ayrıca muhzır ismi verilen dâvâlı ve dâvâcı kimseleri dîvâna getiren kimseler vardı. Kâdı ve kazaskerlerden başka sadrâzam, beylerbeyi, sancakbeyi ve asker ağaları da kendileririni ilgilendiren dâvaları dinleyip, adaletin yerini bulmasına yardımcı olurlardı. Adalet işleri titizlikle yürütülürken, son dönemlerde devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi, adliye teşkilâtında da aksamalar görüldü. Bunların giderilmesi için zaman zaman adâlet-nâmeler ve fermanlar çıkarıldı. 1826 yılında Vak’a-yı hayrîyye ile her sahada, bu arada adliye teşkilâtında da ıslâhat hareketleri ve değişiklikler yapıldı. 1837 yılında sultan İkinci Mahmûd zamanında adlî işlere bakmak üzere bugünkü yargıtay ve danıştayın vazifesini gören Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye kuruldu. 1839 yılında Tanzîmât îlân edilince, Tanzîmât fermanının istediği kânun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, lüzumlu değişikliklerin yapılması gibi işlere bakmak üzere, ayrıca 1854 yılında Meclis-i Tanzîmât kuruldu. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin adı, Meclis-i ahkâm-ı adliye oldu. 1857 yılında Meclis-i Tanzîmât’a üye olan Ahmed Cevdet Paşa, başkanı olduğu bir komisyon ile birlikte arazi kanunnâmesini hazırladı. Bilâhare bu iki meclis birleştirilerek yine Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adlîye adını aldı. Üç kısmı ihtiva eden bu meclisin idare kısmı, mülkî ve mâlî işlere; adlî kısmı, bazı dâvalara; tanzîmât kısmı ise, kânun ve nizâmnâmelerin tedkîk ve tanzimine bakıyordu. Mecfis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye, 1868 yılında tekrar Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere ikiye ayrıldı. Dîvân-ı ahkâm-ı adliye reisliğine ilk defa Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Aynı yıl ismi, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâreti diye değiştirilince, Cevdet Paşa nâzır ünvânını aldı (Bkz. Cevdet Paşa). Bu sırada büyük bir hukukçu, tarihçi ve devlet adamı olan Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve devrin önde gelen âlimlerinden teşekkül eden komisyon, mahkemlerde kâdılara (hâkimlere) yardımcı ve kolaylık olmak üzere Mecelle-i ahkâm-ı adliye adı ile ilk Osmanlı medenî kânununu hazırladı. Mecellemin tedvini bu sırada Fransız medenî kânununun değiştirilerek alınması görüşünde olan Avrupa hayranı Alî Paşa ve tarafdarlarına bir nevî cevap oldu. Mecelle, dünyâ kânun literatürü şaheserlerindendir. Kânun tekniği, kullanılan dilin kudreti ve ihtiyâçlara en iyi şekilde cevap vermesi bakımından hususiyet arz eder. Bilâhare ona şerhler (açıklamalar) yazılmış, bunları okuyan Avrupalılar, İslâm hukukuna ve İslâmiyet’teki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Mecelle, Türkiye’de 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin diğer kısmı olan Şûrayı devlet, kânun koyucu durumundaydı. 1868’den itibaren îtibârı artmış, 1908 yılında kânun koyma yetkisinin Meclis-i meb’ûsana geçmesiyle ehemmiyetini kaybetmiştir. Cumhuriyet döneminde, kânun koyma vazifesini Büyük Millet Meclisi üzerine almıştır. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 274 2) Türk Hukûk Târihi (C. Üçok, A. Mumcu, Ankara-1982); sh. 215 3) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 134 4) İslâm Adliye Teşkilâtı (F. Atar, Ankara-1988) 5) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 83 6) The Ottoman Empire (H. İnalcık, London-1973) AGÂH EFENDİ İlk Türk gazetecisi. Yozgatlı Çapanoğlu Ömer Hulûsî Efendi’nin oğludur. 1832 senesinde İlk defa resmî olmayan Türk gazetesini çıkarmakla Türkiye’de gazeteciliğin kurucusu sayılan Yozgatlı Agâh Efendi, İstanbul’da doğdu. Beyoğlu Tıbbiye Mektebi’nin hazırlık sınıflarında yedi sene kadar öğrenim gördükten sonra, tahsîlini yarım bıraktı. O devirde hekimlik eğitimi Fransızca yapıldığından, bu dili öğrendi, öğrenimini yarım bıraktıktan sonra Bâb-ı âlî tercüme odasına girdi. 1853 senesinde Paris elçisi maiyyet kâtibi olarak Fransa’ya gitti. Sultan Abdülazîz’in tahta geçmesi ile geri dönen Agâh Efendi, karantina müdür muavini ve Rumeli ordusu baş tercümanı oldu. 1858 senesinde, Mostar’da mutasarrıf vekilliği, daha sonra da Hersek’te geçici meclis reisliği vazîfelerinde bulundu. Agâh Efendi 1860 senesinde Tercümân-ı Ahvâl adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Bu gazete, resmî olan Takvîm-i Vekâyî’den ve Churchill adlı bir İngiliz tarafından çıkarılan Cerîde-i Havadis’ten sonra üçüncü, fakat resmî olmaksızın bir Türk tarafından çıkarılan ilk Türkçe gazetedir. Gazetenin ilk yirmi dört nüshasında, İbrâhim Şinâsî’nin makaleleri yayınlandı. Agâh Efendi, ilk özel Türk gazetesinin sahibi olduğu için, Türkiye’de gazetecilik mesleğinin kurucusu sayılmaktadır. Gazetesi bir ara kapandı ise de 1866 yılına kadar yayınlandı. Bu arada Agâh Efendi 1861 senesinde Postahâne-i âmire nâzırı oldu ve 1862’de Türkiye’nin ilk posta pullarını bastırdı. O zamana kadar posta harcı karşılığında damga vurulurdu. Kısa bir süre vapurlar nâzırlığı da yapan Agâh Efendi, daha sonîa Dîvân-ı muhasebat âzâlığına terfî etti. Masonların kontrolündeki Yeni Osmanlılar cemiyetine üye oldu. Bir süre sonra Dîvân-ı muhasebat âzâtığından azledildi. Azlinden on dört gün sonra, Âli Paşa kararnamesi üzerine Ali Suâvî ve bâzı arkadaşları ile Paris’e kaçtı. Kaçış esnasında yabancı sefaretlerin ve Mustafa Fâzıl Paşa’nın kâtibi Sakakini’nin maddî yardımını gördüler. Paris’te Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ile birlikte Muhbir, Londra’da da Hürriyet gazetesinde çalıştı. Çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşadıktan sonra, 1871’de Alî Paşa’nın ölümü üzerine İstanbul’a döndü. İstanbul’a döndükten sonra Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesini hazırlayan hâdiselerden biri olan kandırılmış talebelerin sebeb olduğu talebe-i ulûm ayaklanmasının başında bulundu. İzmit mutasarrıflığı, daha sonra da Şûrâ-yı devlet üyeliği vazîfelerine tâyin edildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahta geçtikten sonra, 1877 senesinde önce Bursa, sonra Ankara’da ikâmete mecbur edildi. 1884 senesinde bâlâ rütbesi ile Rodos mutasarrıflığına tâyin edildi. Bir sene sonra ise, Atina’ya elçi gönderildi. 1885’de Atina’da ölen Agâh Efendi’nin cenazesi İstanbul’a getirilerek İkinci Mahmûd Han türbesi bahçesine defnedildi. Her şeye kötümser bakan bu zât, olaylar karşısında kayıtsız görünürdü. Huzur ve sükûnu sevdiğinden, daha ziyâde Brüksel’de oturmuştur. Mensûb olduğu Yeni Osmanlılar teşkilâtının başkanı Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın İstanbul hükûmeti ile anlaşması üzerine söylediği şu sözler, Yeni Osmanlıların mâhiyeti bakımından dikkate değer: “Bunu çoktan bekliyordum. Çünkü dünyânın hiç bir tarafında, bir prensin ihtilâlci olduğu görülmemiştir. Olsa olsa fırka-i ihtilâliyyeyi maksadına hâdim eder.” 1) Yeni Osmanlılar Târihi, (Ebüz-ziyâ Tevfik, İstanbul-1973); sh. 313 2) Târih Sohbetleri (Cemâl Kutay); cild-2, sh. 110 3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 826 4) Tercümân-ı Ahvâl ve Agâh Efendi (Seruer İskit, Ankara-1937) AĞA HÜSEYİN PAŞA Osmanlı vezîri. 1776 (H. 1190)’da İstanbul’da doğdu. 1849 (H. 1265)’de Vidin’de vefât etti. Babası Hacı Mustafa ile Rusçuk’ta bulunan Ağa Hüseyin, orada dokuzuncu yeniçeri bölüğüne girdi. Daha sonra İstanbul’a geldi. 1806-1812 seneleri arasında vuku bulan Osmanlı-Rus savaşında gösterdiği kahramanlık üzerine, zagarcıbaşı tâyin edildi. İkinci Mahmud Han yeniçeri ocağını kaldırmaya karar verince; bu iş için kuvvetli kimseleri etrafında topladığı sırada, Ağa Hüseyin’i de seçti. Bu sırada yeniçeri ocağında zagarcıbaşı olarak vazifeli bulunuyordu. Onu, önce yeniçeri kethüdâlığına, kısa bir zaman sonra da 1823 senesinde yeniçeri ağalığına tâyin etti. Bu vazifeye tâyin edilince, yeniçeri ocağının başta gelenlerini ve azılılarını dağıtarak bir kısmını taşraya sürdü. Bu hareketi ile İkinci Mahmûd Hân’ın takdirini kazandı. Ancak icrâatı sebebiyle yeniçeri ocağının şimşeklerini üzerine çektiğinden, herhangi bir sûikaste uğramaması için vazîfesi değiştirildi. Kocaeli ve Bursa sancakları ile İstanbul Boğazı’nın Rumeli kıyısı muhafızlığına tâyin edildi. Yeniçeri ağalığı sırasında başardığı işlerden dolayı, kendisine vezirlik rütbesi verildi. Böylece Ağa Paşa olarak da anıldı. Ağa Hüseyin; İstanbul Boğazı’nda vazifelendirildiği sırada, yeniçeriler ayaklanmıştı. Emri altındaki askerler ile hemen saraya yetişti. İstanbul Boğazı’nın Anadolu kıyısı muhafızı Dârendeli İzzet Paşa ile birlikte, yeniçeri ocağının kaldırılmasında önemli yardımlarda bulundu. Bundan sonra da yeni kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusuna serasker (komutan) tâyin edildi. Ağa Hüseyin Paşa, 1827 senesinde Kocaeli ve Bursa sancakları üzerinde kalmak üzere seraskerlikten aynldı. Bir müddet sonra Edirne vâlisi oldu. 1826-1829 Osmanlı-Rus harbinde Şumnu ve Balkanların savunması ile vazifelendirildi. Şumnu’da karargâh kurdu ve orayı Ruslara karşı büyük bir azimle, kahramanca savundu. Rusların Aşağı Tuna kıyılarındaki Osmanlı istihkâmlarını ele geçirmeleri üzerine, buradaki komutayı Reşîd Mehmed Paşa’ya bıraktı. Bundan sonra Rusçuk muhafızlığına geçen Ağa Hüseyin Paşa, savaştan sonra İkinci defa Edirne vâliliğine getirildi. 1832 senesinde Mısır seferi kumandanı olarak Suriye üzerine yürüyen İbrâhim Paşa’ya karşı, Beylan meydan savaşını yapan Ağa Hüseyin, bu savaşta mağlûb olunca, azledildi. Sonra iki defa Vidin vâliliğine tâyin edildi. Vidin vâlisi iken, 1849 senesinde orada vefât etti. Vidin kalesine defnedildi. Daha sonra nâşı, oğlu Ali Şevket Paşa tarafından İstanbul’a nakledilip, Topkapı kabristanına defnedildi. Bir çok eser bırakmıştır. Ağa Hüseyin Paşa; İstanbul’da Bâyezîd’de yangın kulesi, bir muvakkıthâne ve iki yalı, Edirne’ye askerî hastahâne, Hasköy’e çeşme yaptırmış, Şumnu’ya su getirmiştir. Ayrıca, Şumnu’daki tabya ve taş köprü onun yaptırdığı eserlerdendir. Yine Silistre’de bir câmi ve okul, Lom kasabasında câmi ve köprü, Vidin’de askerî hastahâne ile Aşağı Tuna’da istihkâmlar yaptırmıştır. 1) Târih-i Cevdet; cild-12, sh. 84 2) Târih-i Lütfi; cild-8, sh. 178 3) Kâmus-ül-a’lâm; cild-1, sh. 225 4) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 221 5) Ağa Hüseyin Paşa (Hayat Târih Mecmuası, sene 1974; cild-2, sayı 12, sh. 7) 6) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 223 AHDNÂME (Ahidnâme) Osmanlılarda pâdişâhın izni ile herhangi bir devletle siyâsî, iktisadî, ticarî ve diğer işlere dâir yapılan resmî mukavele neticesinde düzenlenen resmî evrak. Ahd; söz vermek, üzerine almak, nâme ise, mektup demektir, Ahdnâme, muahedenin şartlarını ihtiva eden ve imzalanan resmî kâğıttır. Ahdnâme-i hümâyûn, hükümdar tarafından verilen hat, ferman olup, lügat mânâsı pâdişâhın ahdnâmesi demektir. Doğu ülkelerinde hükümdarlık alâmeti olarak ahdnâme verilmesi çok eskidir. Abbasî halîfelerinden Kâim biemrillah, Büyük Selçuklu sultânı Tuğrul Bey’e 1057 senesinde ahdnâme yazmıştı. Halîfeler, sultanlara, hükümdarlara verdikleri ahdnâmeler gibi velîahdlarına da ahdnâmeler verirlerdi. Ahdnâmeler umumiyetle, ferman ve nâme-i hümâyûnlarda olduğu gibi, dokuz bölümden meydana geliyordu: 1- Tuğra. 2- Ünvân; pâdişâhın ünvânını bildiren cümleler. 3- Elkâb: ahdnâme gönderilen kimsenin lakabı. 4- Duâ; muhataba duâ cümlesi. 5- Nakil ve iblâğ; söz konusu olan mes’elenin evveliyatı ve yeni durumu ile ilgili ve bildirilmek istenen hususların îzâh edildiği cümleler. 6- Emir ve hüküm; karşı tarafa netîce olarak bildirilen ilgili hükümler. 7- Te’kîd; hükümlerin yemin ile karşı tarafa bildirilmesi. 8- Hatime; bitirme cümleleri. 9- Târih ve yer; ahdnâmenin yazıldığı yer ve târih kaydını bildiren son cümleler. Ahdnâmelerin te’kid kısmında yemin bulunuyorsa da bu şartlı yemin şeklindedir. Yâni karşı tarafa gönderilen şartlara uyulduğu müddetçe hiç bir müdâhale görmeyecek, aksi takdirde (ahdi bozduğundan) verilen söz yerine getirilmeyecek ve gerektiği zaman müdâhaleye uğrayacaktır. Ahdnâme metinleri; Osmanlıca, Farsça, Arabça ve Avrupa dillerinde yazılırdı. Buralar Amedî kaleminde hazırlanarak tuğra çektirilirdi. Bir nüshası elde, diğeri ise karşı devlet nezdinde bulundurulur, resmî sicillerle tescil olunarak ayrıca, bir sureti ahdnâme defterlerine yazılarak, muhafaza olunurdu. Herhangi bir sefer yâni harb dolayısıyla vezîriâzam serdâr-ı ekremlik (baş kumandanlık) vazifesiyle cepheye hareket ederken, âdet olduğu üzere, bütün ilgili ahdnâmeler beraberinde götürülür ve lüzumu hâlinde bunlara bizzat mürâcât olunarak; askerî, siyâsî veya iki devleti ilgilendiren ve ahdnâmeterle tesbit olunan konular ışığında hareket edilerek mes’eleler çözüme bağlanırdı. 1768 senesinde açılan seferde, sadrâzamın reîsülküttâba yazdığı bir emir gereğince, ahdnâmelerin birer sureti âdet olmadığı hâlde, ilk defa yazdırılıp İstanbul’da bırakıldı ve asıl ahdnâmenin bulunduğu defterler ordu ile beraber götürüldü. Osmanlı sultanları tarafınan; müslüman ve gayr-i müslim hükümdarlara veya Osmanlı Devleti’ne tâbi Mekke-i mükerreme şerifine, Kırım hanıyla Erdel kralı, Eflak ve Boğdan voyvodalarına veya Gürcü ve Dağıstan hanlarına gönderdikleri mektuplara nâme-i hümâyûn denirdi. Osmanlı pâdişâhlarının tahta çıkışlarında yeni sultânın hükümdarlığını bildirmek için dost ve komşu devletlere birer elçi ile nâme göndermek âdet idi. Sefir bulunmayan devletlerin İstanbul’daki sefirlerine de yeni sultânın tuğrâsıyla nâme-i hümâyûn verilir, bunlar da kendi hükümdarlarına yollarlardı. Yabancı hükümdarlara gidecek gayr-i resmî nâmeler, hükümdarın kendisi tarafından mühr-i hümâyûnla mühürlenerek gönderilirdi. Ahdnâmelerin başlıca özelliği, bir takım temel prensip ve esasların karşı tarafa tebliğ edilip hilâfına hareketin kesinlikle önlenmesi idi. Ahdnâmelerde umumiyetle tuğradan sonra nişân-ı âlişân veya nişân-ı hümâyûn-i âlişân ifâdeleri ile başlanırdı. Nâme-i hümâyûnlarda yâni pâdişâhların muhtelif hükümdarlara gönderdikleri mektuplarda ise, umumiyetle önce gönderilen kimsenin ünvân ve elkâbı (lakabları) ile söze başlanır ve kısa olurdu. Ahdnâmeler ise uzun olup, daha muhtevalıdır. Ahdnâmelerde devletlerarası ticarî, siyâsî, askerî ve harb hukuku ile ilgili mühim mes’eleler ile başta diplomatik kaideler, diplomasi hukuku ve devletlerarası hukuk sahalarında misli görülmemiş medenî davranışların parlak ve pek şanlı misâlleri ortaya konulmuştur. Ahdnâmeler, Osmanlı adaletinin bütün insanlığa medeniyet ve hukuk sahasındaki başarılarının eşsiz numuneleri olarak ışık tutmaktadır. Ahdnâmeler, millî arşivlerimizde ve bâzı Avrupa arşivlerinde muhafaza edilmekte ve ilmî tedkîklere tâbi tutulmaktadır. Bir kısmı ise matbu veya el yazması hâlindeki Münşeat, Mücâhedât ve Mukâvelât mecmualarında bulunmaktadır. ARAMIZDA HEP DOSTLUK OLA!.. Yavuz Sultan Selîm Han’ın 19 Ekim 1513 târihinde Venedik dojuna verdiği ahdnâme bugünkü dili ile şöyledir: “Saltanatımın, şânı yüce ve şerefli nişânımın, cihânı fetheden parlak tuğramın, Rabbani ve ilâhî yardıma, sübhânî berekete mazhar olan hükmü şudur: Ben ki sultanların sultânı, hakanların rehberi sultân Bâyezîd Han oğlu Selîm Han’ım. Şimdiki hâlde Venedik doju Leonardo Laurentino, pek yüce, celalli ve şanlı hükümdarlık eşiğine yarar ve güvenilir adamlarından antonio Guistiniano’yu elçilikle gönderip sevgi ve bağlılığını bildirmiştir. Merhum babam ile olan dostluk gereği benimle de dost olmak istediğinden ahdi yenilemeyi arzu ediyormuş. Ben dahi onlarla dostluğu ve ahdi kabul edip şu ahdnâme’nin yazıldığı güne gelinceye kadar öteden beri küçük veya büyük çapta vâki olan ve karar kılınan esaslar bozulup değşitirilmemek şartıyla sözümde dururum. Böylece dostluk karara bağlanmış olur. Bu ahdnâmeyi verip kesin bir yemin ile yemin ederim ki, yeri göğü yaradan Allahü teâlâ hakkı için adı geçen Venedik doju ve sâir beyleriyle ve onların adamları ile ve onlara bağlı olan yerlerin ve vilâyetlerin halkı ile kaleleri ve boğazlarıyla ve buralardaki adamları ile bunlara âit yaş-kuru ellerinde ne varsa, şimdiye dek ve şimdiden sonra kendi dindaşlarından almış oldukları yerler, benim sınırlarımda olmadıkça, haracım ile ilgili bulunmadıkça hep aramızda dostluk ola! Benim ülkemde olan sancak beylerinden ve subaşılarından ve tımar ehlinden biri sizin bu saydığım illerinize ve kalelerinize ve sâir yerlerinize ve adamlarınıza zarar ve ziyân verirlerse, o zarar ve ziyânı gideririz. Ziyân verenlerin de hakkından biz geliriz. Beylerin, bâzârşâhların ve adamlarından sefer ehli olan ve Venedik adına iş görenler benim memleketime kadırgaları ile İstanbul’a Galata’ya, Trabzon’a, Kefe’ye ve ülkemin herhangi bir yerine ne vakit dilerlerse denizden ve karadan gelip gideler. Gemilerim ve gemicilerim ile karşılaştıklarında dostluk edeler. Birbirlerine zarar ve ziyân vermeyeler. Zarar verirlerse derhâl telâfi edip gidereler. Donanmam sefere çıktığında Venedikliler işe karışmayalar. Hırsız, soyguncu ve eşkıya gemilerini limanlarında banndırmayalar ve onlara yiyecek, azık vermiyeler. Tutup yakalanmaları mümkün ise yakalayalar ve haklarından geleler. Ben de adalarıma ve limanlanma gelecek olan bu gibileri limanlarımda barındırmam, azık vermem. Yakalanması mümkün olanları yakalar, haklarından gelirim. Mümkün olmazsa defederim giderler” Ticâret için ülkeme gelen Venedikliler alışverişlerinde hile etmiyeler. Bizim tüccarlarımız da Venedik’e gittiklerinde güzelce davranıp hakka ve hukuka riâyet edeler. Borçlanmalarda haksızlıklar yapılmaya. Venedik’ten gelen daimî elçiler İstanbul’da üç sene kalalar. Üç senede bir değiştirileler. Bir esir kaçıp ülkeme gelse ve müslüman olursa, Venedikli sahibi gelince buna bir akça verilip, esir âzâd oluna! Vekili gelirse vekiline verile. Esir kâfir ise ve küfrü üzere kalırsa iade oluna. Bizden kaçıp Venedik’e giden esirlere de onlar böyle muamele edeler... Venedikli bir tüccar ülkeme gelip, yolda eşkıya saldırısına uğrayıp, malı alınsa veya bu esnada öldürülse veya kaybolsa, vârisleri veya vekili geldikde şerîate uygun muamele olunup, hak yerine vara. Bütün bu esaslara onlar riâyet ettiği sürece biz de dostluk yapıp, riâyet edeceğimize yemin ediyoruz. Onlar bu ahdnâmeye uysunlar, aykırı hareket etmesinler biz de uyarız. İşbu ahdnâme, bizim ulu Peygamberimizin sallallahü aleyhi vesellem hicret târihinden dokuz yüz on dokuzuncu yılın Şaban ayının on yedinci günü ve hazret-i Îsâ’nın doğum târihinden bin beş yüz on üçüncü yılın Ekim ayının on yedinci gününde Edirne şehrinde yazıldı. Devâm-ı devletim ve izdiyâd-ı şevketim kıyamete kadar müeyyed ve müstahkem ola.” 1) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 289 2) Büyük Türk Klâsikleri cild-4, sh. 203 3) Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Koleksiyonu ve Bizimle ilgili Diğer Belgeler, (M. Tayyib Gökbilgin; Belgeler; 9-12, Ankara-1971); sh. 47 4) Osmanlı Târih Deyimleri Sözlüğü (M. Zeki Pakalın, Ankara-1971) cild-1, sh. 29 AHÎ AHMED ÇELEBİ Osmanlılar devrinde yetişen ünlü tıb âlimi. İsmi, Muhammed bin Kemâl’dir. Ahî Çelebi diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Babası tarafından yetiştirilerek iyi bir tahsîl gördü. Yirmi sekiz yaşında iken babası ile birlikte İstanbul’a geldi. Babası, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hekimleri arasında yer aldı. Babasının vefâtından sonra. Hekim Kutbuddîn ve Altuncuzâde’nin derslerine devam etti. Bir çok araştırmalar yaparak daha önceki doktorların bulamadıkları ilâçları keşfetti. Âhî Çelebi, önce Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı dârüşşifânın başhekimliğine tâyin edildi, ikinci Bâyezîd, hassa emîni olarak tâyin edip, saraya alarak özel tabiblik makamına getirdi. Hâdiseleri çok güzel anlatmasından dolayı Pâdişâh onun sohbetlerini çok severdi. Kendisini çekemeyenlerin uydurduğu bâzı yalanlar üzerine vazifeden azl edildi. Fakat doğruyu öğrenen Sultan, eski vazifesine iade etti ve İstanbul’daki vazîfeli tabiblerin reîsületibbâsı yâni başhekîmi olarak görevlendirildi. Bir çok iltifat ve ihsânlara kavuştu. Yavuz Sultan Selîm Han, pâdişâh olunca, Ahî Çelebi’yi bir müddet vazifesinden uzaklaştırıp, daha sonra tekrar eski vazîfesine tâyin etti, ona hürmet gösterdi. Kânûnî Sultan Süleymân’ın saltanatının ilk senelerinde hacdan dönerken, 1523 senesinde, doksan yaşını aşkın olarak, Mısır’da vefât etti ve İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabri yakınında defnedildi. Ahî Çelebi, bilhassa üroloji üzerine çalışmıştır. Böbrek ve idrar torbasında meydana gelen taşlarla ilgili Risâle-i Hâsât-ül-kilye vel-Mesâne adlı eserini yazmıştır. Eser tedâvî için tabiî ilâçları, özellikle şifalı sularla banyoyu tavsiye etmiştir. Ayrıca, İbn-i Nefîs’in Arabça el-Mûcez adlı bir tıb kitabını da Türkçe’ye tercüme etmiştir. Ahî Çelebi, tabibliği yanında hayır sâhibi idi. İstanbul Yemiş İskelesi yakınlarında bir câmi yaptırıp, etrafındaki dükkânları ve Unkapanı’ndaki dükkân ve depolarının kira gelirlerini bu câmiye vakf eyledi. Edirne’de bir medrese, mekteb ve kendi adıyla meşhur hamamı yaptırdı. Çorlu’ya bağlı üç, Hayrabolu’ya bağlı üç, Çelebi çiftliği diye meşhur olan yirmi üç ve Anadolu’daki Şibli kazasına bağlı on bir köyün kendisine âit gelirini bu medrese ve mektebe vakf eyledi. Arazilerden elde edilen mahsûllerin fazlasının Medîne-i münevvere fukarasının ihtiyâçlarını te’min etmek üzere gönderilmesini şart koştu. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 423 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 249 3) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-2, sh. 600 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 114 5) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 109 6) Tıb Târihi (Süheyl Ünver, İstanbul-194); sh. 166 7) Şakâyık-ı Nu’mâniyye (Tasköprüzâde, Beyrut-1975); sh. 256 8) Osmanlı İmparatorluğu’nda Fen ilimleri ve Yetişen Bilginler (Nuri Çalışkan, Yayınlanmamış öğretim Üyeliği tezi, Samsun-1981); sh. 127 AHÎLİK İçtimaî bir teşkîlât. Selçuklu Türklerinde dînî ve millî birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler görmüştür. Sonraları, esnaf ve san’atkârlar birliğine isim olarak verilmiştir. Arabça kardeşim demek ahî; Türkçe cömert, eli açık mânâsına olan akı kelimesinden gelmektedir. Ahîliğin esâsını ve ilk safhasını fütüvvet teşkîl eder. Fütüvvet, cömertlik, mürüvvet ve asâlet gibi faziletleri ihtiva etmesi bakımından ahlâkî; bu faziletlerin icâbını yerine getirmeyi vazîfe edinmiş kimselerin meydana getirdiği birliklere alem olması itibariyle içtimaîdir. Fütüvvet, ahlâkî bir mefhûm olarak, daha çok tasavvufî eserlere mevzu olmuştur. Bu mânâda fütüvvet, müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hatâ ve kusurlarını af edip, husûmet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek; kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek gibi hasletleri ifâde eder. Bu hasletleri hâiz olana fetâ (yiğit) denir. Çoğulu fityândır. Sekizinci asırdan itibaren Horasan ve Belh civarında fityânın yaygınlaştığı, dokuzuncu asırda ahî ünvânının Türk mutasavvıfları arasında kullanıldığı, onuncu asırda Semerkand’da teşkîlâtlanmış fityânın bulunduğu, on birinci yüzyılda fütüvvetin Türkistan’dan Anadolu’ya kadar bilhassa esnaf ve san’atkârlar arasında yayıldığı kaynaklarda yazılıdır. Ancak bir teşkîlât olarak fütüvvetin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı bilinmemektedir. Bilinen, fütüvvetin sistemli bir teşkîlât olarak târihe geçmesine otuz dördüncü Abbasî halîfesi Nasır li dînillah’ın (v.1180/575) sebeb olduğudur. Halîfe Nâsır, o zamana kadar herbiri kendi başına hareket eden fütüvvet birliklerini ıslâh etti. Bu konuda, büyük mutasavvıf Şihâbüddîn Sühreverdî’den ziyadesiyle destek gördü. Kendisi de bu teşkilâta giren halîfe, müslüman hükümdarlara mektuplar yazarak onların da bu teşkilâta girmelerini istedi. Nâsır li dînillah fütüvvetin yayılması ile ilgili bu faaliyetlerini devam ettirirken, Türkiye Selçukluları sultânı birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, ikinci defa tahta oturmuştu. Bu sırada hocası ve Sadreddîn-i Konevî’nin babası olan Mecdüddîn İshak’ı muhtemelen siyâsî bir birlik kurmak maksadı ile Bağdâd’a, halîfe Nâsır’a elçi göndermişti. Mecdüddîn İshak işlerini bitirip dönerken O’zaman Bağdâd’da bulunan Muhyiddîn ibni Arabî, Evhadüddîn Kirmânî ve talebesi Ahî Evren’i de beraberinde getirdi. Daha önce, Moğol tehlikesi sebebiyle Horasan’dan gelen Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de, Selçuklu sultanlarının davetiyle Konya’da yerleşerek hizmetlerini yürütüyordu. Bu büyüklerin, irşâd faaliyetlerinin Anadolu’da birlik ve beraberliğin te’mininde büyük rolü oldu. Anadolu’da müslüman Türklerin hâkimiyetinin mânevi mimârları olan bu büyükler, cemiyet ve devlet hayâtının istikrarında büyük gayret gösterdiler. Bunlardan Ahî Evren, daha önce Horasan ve Mâverâünnehr’de iken Fahreddîn-i Râzî’den zahirî ilimleri ve Ahmed Yesevî’nin talebelerinden ve Şihâbüddîn Sühreverdî’den tasavvuf bilgilerini öğrendi. Onların sohbetlerinde kemâle geldi. Hocası Evhadüddîn Kirmânî ile Anadolu’nun muhtelif yerlerinde halka vaz u nasihatlerde bulundu. Hocasının kızı Fâtıma bacı ile evlendi ve hocasının vefâtından sonra Kayseri’ye yerleşti. Birinci Alâeddîn Keykubâd ve diğer devlet erkânı arasında pek hürmet gördü. Mürşîd-ülkifâye ve Yezdan Şinaht isimli eserlerini bu sultâna hediye etti. Kayseri’de debbağlık yapıp elinin emeği ile geçinir ve halkı irşâd etmekle meşgul olurdu. Bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilâtlandırdı. Fütüvvet-nâmelerden faydalanarak teşkîlâtın bir nevî yönetmenliğini yazdı. İslâm ahlâkını esâs alan bu yönetmeliği esnaf ve san’atkâr arasında tatbik etti. Onlar arasında İslâm ahlâkına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Neticede ahîlik teşkîlâtı kuruldu. Diğer taraftan Fâtıma bacı da kadınları yetiştirip, Bâcıyân grubunu teşkil etti. Sünnî bir âlim olan Ahî Evren’nin kurduğu bu teşkilât da Sünnî idi. Böylece teşekkül eden ahîlik müessesesi Anadolu’da büyük hizmetler yaptı, Malazgird zaferi ile doğu Türk illerinde göçebe hâlinde yaşayan ve geçimlerini hayvancılıkta te’min eden pek çok Türkmen Anadolu’ya göç etmişti. Bir o kadarı da Moğolların zulmü sebebiyle Anadolu’ya geldiler. Ahîler, bunları yavaş yavaş tarım hayâtına sokup yerleştirmeye, esnaf, işçi, san’atkâr olarak şehir ve kasaba hayâtına alıştırmaya başladılar. Bu arada işsiz, başıboş gençlerin bir san’at ve meslek sahibi olmasını te’min ederek, başkasına muhtaç olmaktan kurtulmalarına çalıştılar. Rumlar ile ermenilerin elinde olan san’at ve ticâret hayâtına zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Bütün bunların yanında ahîler, yaptıkları zaviyelerde müslüman tüccar ve esnafın ahlâkî terbiyesi ile de uğraştılar. Ahî zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı. Ahîler, içtimaî hayâtdaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç hâlinde gazâlara ve memleket müdâfaasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeybatısında katliâmlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyânın siyâsî haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine tedbir aldılar. Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak Anadolu insanını, Moğollara karşı, gazâ aşkı ile dolu cihad yolunda Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücâdele ettiler. Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muhârebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahîyi şehîd ettiler Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahî Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler. Kısaca sulhde muallim, muhârebede asker olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahîler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara maddî ve manevî güç ve moral vererek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dînî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldular. Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliği’nin emrine koşan ahîlerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini ahî erkekleri, kadınlarını da Fâtıma bacının yetiştirdiği bâcıyân grubu terbiye etti. Böylece üç kıt’ada altı asır at koşturacak olan istikbâldeki Osmanlı neslinin temelini attılar. Bu esnada îtibârlı bir ahî olan Şeyh Edebâlî, Osman Gâzi ile yakın münâsebetler kurup kızını ona verdi. Orhan Gâzi ve Murâd-ı Hüdâvendigâr ahîlerden olup, vezirleri Alâeddîn ve Çandarlı Kara Halîl de ahî idiler. Böylece ahîlerden bir kısmı âlim, kâdı olarak ilim sahasında, bir kısmı vâli ve komutan olarak idâri ve askerî alanda, bir kısmı da ticâret ve san’at alanında bu yeşeren Osmanlı filizini beslemeye başladılar. Ahîlerin İslâm’ın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayâta sâhib olmak, istişare etmek, âdil olmak ve adalet esâslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı. Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahîler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı sultan birinci Murâd’a teslim ettiler. Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahîlere yardımcı olup, hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikde bulundular. Bu yüzden daha sonra birinci Murâd’ın ahîlerin başı olduğu ve kendisinden Ahî Murâd diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, ahîler daha ziyâde hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilâtı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler. Ahiler arasında sanatın okumakla değil, ahînin yetişmesi için, üstâddan öğrenmesi şartı getirilip yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık yiğitbaşılık, ahî babalık ve kethüdâlık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz san’atında ve işinde çalışan ahîler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahîlerin ahlâkî terbiyesi ihmâl edilmezdi. Ahilerin kendilerine mahsûs kıyafetleri vardı. Ondördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battûta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Âhiliğe kabul edilen namzede şeyh tarafından, şedd-i bend denilen ve ahîliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahîler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı. Ahilik teşkilâtında şu mertebeler bulunurdu: 1- Teşkilâta yeni giren yiğitler, 2- Ahî bölükleri. Altı bölük olup ilk üç bölüğe Eshâb-ı tarîk, diğer üçüne de nakîb denirdi. 3Halîfe, 4- Şeyh, 5-Şeyh-ül-meşâyıh. Ahilerin idare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kâdı tarafından seçimden sonra resmî vesika, icazet verilip, icrâatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. İdare hey’eti, birliğin hazînesi mâhiyetinde olan orta sandığını idare ederdi. Ahilerin kendilerine has merâsimleri vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir: 1- An’anevî Anî Evren merasimleri: Senelik olup, Ahî Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılır. 2- Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahîliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi hâlini aldı. 3- Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi. Ahilerin yönetmeliği olan fütüvvetnâmelere göre, ahînin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yâni cömert olmalı; kapısı açık, yâni misafirperver olmalı; sofrası açık, yâni aç geleni tok göndermeli. Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yâni kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin aybını görmemeli, dili bağlı olmalı, yâni kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yâni kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli. Ahîlik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnâmelerde şu on sekiz şeyin ahîyi ahîlikten çıkarma sebebi olduğu, ayrıca cehennemlik yapacağı yazılıdır: 1- Şarap içmek, 2- Zina yapmak, 3- Livâta yapmak, 4Dedikodu ve iftira etmek, 5- Münafıklık etmek, 6- Gururlanıp kibirlenmek, 7- Sert ve merhametsiz olmak, 8- Hased etmek, kıskanmak, 9- Kin tutmak, affetmemek, 10Sözünde durmamak, 11- Kadınlara şehvetle bakmak, 12- Yalan söylemek, 13- Hıyanet etmek, 14- Emânete riâyet etmemek, 15- İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16- Cimrilik etmek, 17- Koğuculuk ve gıybet etmek, 18- Hırsızlık etmek. Yine ahî yönetmeliği olan fütüvvetnâmelere göre; ahî, helâlinden kazanmalıdır. Hepsinin bir san’atı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Âlimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, hayâ sahibi olup, nefsine hâkim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber olmamalıdır. Bunlar asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler hâline geldi. Bir taraftan ahî kuruluşları, diğer taraftan tasavvuf ehlinin gayretleri ile Osmanlı insanı bu güzel hasletlerle yoğruldu. Zamanla Osmanlı’ya has ideâl bir insan tipi ortaya çıktı. Bugün Osmanlı efendisi, Osmanlı kadını denince nezâketi, edebi, terbiyesi ve kibarlığı ile olgun ve örnek bir insan hatırlanmaktadır. Osmanlı insanının yetişmesinde bir mekteb vazifesi yapmış olan ahî zaviyeleri, aynı zamanda yolcuların misafir edildiği, muhtaçların ihtiyâçlarının görüldüğü yerler idi. İbn-i Battûta Seyahatnamesi’nde, “Anadolu’da Türkmenlerin yaşadıkları şehir, kasaba ve köylerde bulunan ahîler, san’at sahibi kimseler olup, aynı meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleri ile yardımlaşan bir topluluktur. Yabancıları karşılayıp, ihtiyâçlarını te’min ederler. Dünyânın hiç bir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir” diyerek onların müsâfirperverliğini övmektedir. İbn-i Battûta, Kastamonu’daki bir ahî müsâfirhânesini de şöyle anlatır: “Burayı Emir Fahreddîn adında bir zât yaptırmış. Köyün gelirini de müsâfirhâne için vakfetmişti. Müsâfirlere hizmet için de kendi öz oğlunu vazifelendirmiş. Müsafirhâne karşısında bir de sıcak sulu hamam yapmış ki, gelip geçenler ücretsiz yıkanıp paklansınlar. Mekke, Medîne gibi mübarek beldelerden, Horasan, Şam, Irak, Mısır gibi uzak diyarlardan gelen müslüman fakirler için vakıfdan kişi başına birer kat elbise ile ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için yetecek kadar et, ekmek, yağ, pirinç pilâvı ve tatlılar tahsis edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bütün bu hizmetleri yapmış, san’at ve ticâret hayâtını Osmanlı’nın maddî ve manevî yapısına göre düzenlemiş olan Ahîlik teşkilâtı, diğer kıymetli müesseseler gibi bilhassa İngiltere’nin desteklediği Mustafa Reşîd Paşa tarafından hazırlanan Tanzîmât fermanı ile büyük bir sarsıntı geçirmiş, hattâ ortadan silinmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Ancak Osmanlı’da derin izler bırakan bu müessese, eski parlaklığı ile olmasa da devam etmiştir. 1) Rıhle-i İbni Battûta; sh. 185 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 33 3) Âşıkpaşazâde Târihi 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115 5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69 6) El-Fusûl-ül-müntehabe min âsâr-il-fûtüvvet-it-Türkiyye vel-islâmiyye (M. Cevdet, İstanbul-1922) 7) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-1, sh. 201 AHMED HAN-I Babası ............................. : Mehmed Han-III Annesi ............................. : Handan Sultan Doğumu ........................... : 18 Nisan 1590 Vefâtı .............................. : 22 Kasım 1617 Tahta Geçişi ..................... : 21 Aralık 1603 Saltanat Müddeti ............... : 14 sene Halîfelik Sırası ................... : 79 Osmanlı pâdişâhlarının on dördüncüsü, İslâm halîfelerinin yetmiş dokuzuncusu. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; ikinci Osman Han, dördüncü Murâd Han ve sultan İbrâhim Han’ın babasıdır. Babasının Saruhan vâliliği sırasında 1590 (H. 998)’de Manisa’da doğdu. On dört yaşında iken 1603’de pâdişâh oldu. On dört sene pâdişâhlıktan sonra 1617’de İstanbul’da vefât etti. Kendi inşâ ettirdiği Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi. Ahmed Han, henüz beş yaşında iken sıkı bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Es’ad efendilerden de ders alan Ahmed Han, bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sâhib olup, Arabça ve Farsça’yı mükemmel bilirdi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi. Şiirle de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyâsı Abdülmecîd Sivasî ile Azîz Mahmûd Hüdâî Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi. Çok merhametli, tebeasına karşı ziyadesiyle şefkatli idi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i şerifine yapışmakta pek titiz, insanların ve diğer mahlûkâtın hakkını gözetmekte çok dikkatli idi. Babasının vefâtı üzerine, 1603 yılında Eyyûb Sultan’da kılıç kuşanarak pâdişâh oldu. Sultan birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti’nin başında üç büyük mes’ele vardı. Doğuda İran ve batıda Avusturya ile daha önce çıkan harbler devam etmekteydi. Üçüncüsü ise uzun süren savaşlar sonunda ülke içinde asayişsizlik artmış ve çevrelerine otuz-kırk bin kişilik bir kuvvet toplamayı başarabilen celâlîler, devletin başına belâ olmuşlardı. Osmanlı-Avusturya harbi, 1593 yılında Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan hududunda Sisek kalesini muhasarasını müteâkib yaptığı son bir akında köprünün yıkılması üzerine, kendisi ile Sultanzâde demekle meşhur Kilis sancakbeyi Ahmed Paşazade Mehmed Bey ve daha bir çok hudut beyleri ile askerden on sekiz bin kişinin telef olmasıyla başlamıştı. Harbin ilk yılları Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmiş, Erdel, Eflâk ve Boğdan’ın, Avusturya safında yer almaları ve voyvodaların isyânları Osmanlıları güç durumda bırakmıştı. Neticede Estergon düşmüş, İstanbul’a mağlûbiyet haberleri gelmişti. Ahmed Han’ın babası sultan üçüncü Mehmed Han, ordusunun başında giderek Eğri kalesini fethetmiş, Haçova’da bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlı ordusunu korkunç bir hezimete uğratmıştı. Tiryâki Hasan Paşa, Kanije kalesinde düşmana karşı kahramanca çarpışmış, destanlar yazdırmıştı. İran Harpleri Batıda zafer kazanılıp barış sağlanırken, doğuda İran şahı Abbâs, eline geçirdiği Ehl-i sünnet ulemâsını öldürmekten, şehirlerin kâdılarının başını vurmaktan büyük zevk alıyordu. İran’la 1590 yılında yapılan İstanbul Andlaşmasıyla barış sağlanmıştı. Ancak birinci Abbâs, memleketinde idareyi düzelttikten sonra, Osmanlıların Avusturya ile harplerini ve Anadolu’da büyük boyutlara ulaşan celâli isyânlarını fırsat bilerek Tebriz, Azerbaycan ve Revan’ı işgal etti. Osmanlı Devleti bu sırada celâli isyânları ile meşgul olduğundan İran mes’elesi ile yakından ilgilenemedi. Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa’nın İran seferi sırasında vefâtı, Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı kesin bir zafer kazanmasını engellemişti. Bu sebeble çeşitli fasılalarla dokuz yıl süren harbin sonunda 1612’de İkinci İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşma ile İran, ele geçirdiği bölgelere hâkim oluyor, buna karşılık Osmanlılara her yıl ikiyüz yük ipek vermeği kabul ediyordu. Fakat Acemler bu sözlerinde durmayınca, 1615 yılında, İran’a harp ilân edildi. Şâh Abbâs-ı Safevî, Osmanlılarla yeni bir harbe girmekten çekiniyordu. Durumun ciddiyetini anlayınca, araya yeniden elçiler koyarak, eski andlaşma gereği sulh yapılmasını sağladı. Böylece 1619 yılında Bağdâd ve Ahıska taraflarında Osmanlı-Safevî hududu tâyin edildi. Celâli İsyânları Osmanlılarda isyân, ihtilâl, devrim gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyordu. Osmanlıya düşman olanların yurt dışından yaptıkları kışkırtmalarla çıkardıkları Samavnelioğlu Bedreddîn, celâli ve hurûfî ayaklanmaları milletin güç birliği ile az zamanda bastırılmıştı. Osmanlı târihlerinde celâli adıyla zikredilen şii-İran destekli âsî zümreler, sultan Ahmed Han zamanında Osmanlı’nın dış gailelerle uğraşmasından istifâde ederek halkı soymaya, öldürmeğe başladılar. Bunlar arasında en meşhuru, Karayazıcı şöhretiyle anılan Abdülhalim isminde bir şakî idi. Etrafına otuz bin kişilik bir sekban grubu toplayan Karayazıcı, Kayseri ile civarını yakıp yıktı ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Neticede Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa, âsiler üzerine gönderildi. Elbistan taraflarındaki muhârebeyi kaybeden Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi ve çok geçmeden de öldü. Fakat Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan ile Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Yûsuf Paşa ve Muslu Çavuş adındaki şakiler Anadolu’yu kana boyamaya devam ettiler. Bu durumu dikkatle tâkib eden sultan birinci Ahmed Han, Avusturya ile Zitvatoruk Andlaşması’nın imzalanmasından sonra, vezîriâzam Murâd Paşa’yı celâlîler üzerine gönderdi. İran muhârebeleri sırasında kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabını alan Murâd Paşa, durumu gözden geçirdi ve celâlilerin Anadolu’nun her tarafını tuttuklarını gördü. Bu sebeple, önce onları bölme yoluna gitti. Kendisi, Anadolu’da hükümdarlığını ilân eden Canbolatoğlu üzerine yürürken, Manisa, Bursa ve havâlisinde korkunç bir celâli şakisi olan Kalenderoğlu’na, Ankara sancakbeyliğini verdi. Böylece çok dâhice bir siyâset tâkib eden Kuyucu Murâd Paşa, hepsini tek tek ortadan kaldırmayı başardı. Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yûsuf Paşa, ayrıca yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şekâvet yapan kırk sekiz çete kuvvetlerinden tamâmı te’sirsiz hâle getirilmiş ve cezâları verilmişti. On üç, on dört sene süren bu isyânlar sebebiyle, Suriye, Irak ve Anadolu adetâ elden çıkmış denecek vaziyete gelmiş, âsâyiş kalmamış, ticâret durmuş ve iktisâdi hayat tamamen çökmüştü. Ayrıca, âsîlerin zulmünden, köylüler, şehir ve kasabalara sığındıkları için zirâat yapılamamış ve memlekette kıtlık baş göstermişti. Böylece tımarlı sipahinin maîşeti ziyadesiyle azaldığından, sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesini ve ticâret sâhiblerina kolaylık gösterilmesi için, eyâletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca Adalet nâme adı ile Anadolu’daki bütün fenalıktan, celâlîliği doğuran sebebleri ve halkın ızdârâbını dile getiren bir ferman çıkardı. Sultan Ahmed Han devrinde Osmanlı Devleti, iç gaileler sebebiyle bilhassa İran harbi ile yeterince ilgilenememiş ve toprak kaybetmiştir. Bu iki büyük gaile arasında AvusturyaAlman İmparatorluğu’yla yapılan savaştan, Osmanlı Devleti kazançlı çıkarak güçlü olduğunu göstermiştir. Sultan Ahmed Han, memleketinin îmân için çok çalıştı. Yaptığı hayırlı hizmetlerinin başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen Sultan Ahmed Câmii’ni yaptırmasıdır ki, yerini tesbit edip, temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temeli kazdı. Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan altı minaresi, 24 metre çapında kubbesi, 21.043 çinisi bulunan Sultan Ahmed Câmii, aşevi, İmaret, medrese, mektep, dârüşşifâ, askerler için odalar, dükkânlar, bir sebil ve Pâdişâh için hazırlanan türbeden müteşekkil bir külliye ile beraber faaliyete hazır hâle getirildi. Açılış için Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Fakat o gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes korkudan denize çıkmazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu dendi. Muhteşem merasimlerle câmi açıldı. Cumâ hutbesini Azîz Mahmûd Hüdâî (r. aleyh) okudu (Bkz. Sultan Ahmed Câmii). Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan sultan Ahmed Han, bilhassa Mekke ve Medîne’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı. O zamana kadar Mısır’da dokunan Kâbe-i muazzamanın örtülerini İstanbul’da dokuttu. İstanbul’da kurdurduğu özel atölyelerde Kâbe için altın oluklar yaptırdı. Zemzem kuyusu için demirden bir kafes yaptırarak, suyun bir metre altına yerleştirtdi. Böylece kuyuya düşen müslümanların boğulması önlendi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Ravda-i mutahherasını çok kıymetli hediyelerle süsledi. Memlekette otorite boşluğundan ortaya çıkan serkeşlikleri, tam bir vukûfiyetle seçtiği ehil devlet adamlarının kuvvetli otoriteleriyle ortadan kaldırdı. Sultan Ahmed Han, her müslüman gibi Resûlullah efendimizi canından çok severdi. Resûlullah efendimizin mübarek ayağının resmini yaptırdı. Bu resmi, altına yazdığı şu dörtlükle beraber devamlı başında taşırdı. Nola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim, Kademi resmini ol hazret-i şâh-ı Resulün. Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir, Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün. Şiirlerinde tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla karşılığı olan “Bahtî ve “Ahmedî mahlaslarını kullanırdı. Pek ince mânâları ihtiva eden şu şiir onundur: İki cânib gibi serdâr-ı âlişâna kuvvet ver, Kulaguz olmak için bunlara cünd-i adalet ver, Gazâya azmeden Gâzilere her yerde fursat ver, İlâhî! Müjde-i feth ü zaferle kalbe rahat ver, Habîbin hürmetine asker-i İslama nusret ver, Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim. Beni serverlere serdâr-ı âlîşân eden sensin, Bu âciz bedeni, serdefter-i merdân eden sensin, Duâ-yı hayrını makbûl edüp ihsân eden sensin, Yoğ iken var edüp bu Ahmed’i sultân eden sensin, Habîbin hürmetine asker-i İslâm’a nusret ver, Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim. Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet için çalışan, hak ve adaletten ayrılmayan, birinci Ahmed Hân, 1617 (H. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, sultan Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler. Bana; “Sen, dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın” buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti. Cenazesinin yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Ancak; “Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün” buyurdu. Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi. Küçük yaşta sultan olup, yirmi sekiz yaşında vefât eden sultan Ahmed Han’ın, çocuk yaşında iken gösterdiği dirayet ve kabiliyeti dikkate şayandır. Sultan Selîm Han gibi son derece sâde giyinirdi. Her fırsatta halk arasında dolaşır ve dertlerini dinlerdi. İstanbul’un yanında; Bursa, Edirne ve Çanakkale’de de halkın arasına girip dolaşırdı. Gayet kuvvetli, çok iyi binici, atıcı, avcı ve silâhşordu. Bu meziyetleri oğulları ikinci Osman’la, dördüncü Murâd’a da intikâl etmiştir. Sultan birinci Ahmed Han, Mahfiruz Sultan ve Mahpeyker Sultan ile evlenmiş ve bunlardan sekiz erkek, dört kızı olmuştur. Erkek çocukları, Genç Osman, dördüncü Murâd, Mehmed, Süleymân, Bâyezîd, Hüseyin, Kasım ve İbrâhim’dir. Kızları ise; Ayşe, Fatma, Âtike, Hanzâde sultanlardır. RÜYADAKİ GÜREŞ VE TÂBİRİ! Babasının vefâtıyla küçük yaşta tahta oturan sultan Ahmed Hanı soyundan gelen asalet, vekar ve kabiliyetle, ilk iş olarak Erdel ve Eflak’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bir gün rüyasında; “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Görünüşte rüya çok korkunçtu. Sabahleyin, derhâl huzura getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiç biri, bu rüyayı Pâdişâh’ı tatmin edecek şekilde tâbir edemediler. Nihayet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâî’nin tâbir edebileceğini arzettiler. Ahmed Han da bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin kapısını çaldı. Mahmûd Hüdâî hazretleri, elinde bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu Pâdişâh’a vermesini istedi ve; “Sultânımızın gönderdiği mektubun cevâbıdır” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı, Ahmed Han’ın gönderdiği mektup daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Pâdişâh bu tâbiri çok beğendi ve; “İşte gördüğüm rüyanın tâbiri budur” dedi. Derhâl Mahmûd Hüdâî hazretlerine bin altın hediye gönderdi. Duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya arka arkaya darbeler indirmeye başladı ve onları sulhe mecbur etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalıları perişan etti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihayete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılara geçti. Avusturya savaş tazminatı ödedi. Sultan Ahmed Han’ın bu hâdiseden sonra, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bağlılığı ziyadesiyle arttı. Ziyaretine gidip, talebesi olmakla şereflendi. İlim ve feyzinden istifâdeye âzami gayret gösterdi. Sultan, bu nimete şükrünü şu şiiriyle dile getirmektedir; Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri vânım kalmadı, Cümlesinden el çekip pes dû cihânım kalmadı. Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine, Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi, Sâfiyim, buldum safâyı, dü cihânım kalmadı. Ahmedî der, “Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur”, Hamdulillah aşk-ı Hak’tan, gayri vârım kalmadı. FATİHA OKUYANLAR BİZİMDİR !.. Sultan Ahmed Han, hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini çok sever, ona karşı hürmet ve ikrâmda kusur etmezdi. Bir gün hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenleri vâkıf olarak; “Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Pâdişâh devam ederek; “Efendim! Acaba, zât-ı âlinizin bizlere bir vâd ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensup olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.) Sultan Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han, Besmele çekerek elini ete uzattığı ân, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh’a; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü. Sultan Ahmed Han-I Devri Kronolojisi 8 Haziran 1604 : Safevîlerin Erivan kalesini teslim alması. 26 Temmuz 1604 : Sadrâzam Malkoç Ali Paşa’nın ölümü. 5 Ağustos 1604 : Lala Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini ve garb serdarlığı. 25 Eylül 1604 : Peşte’nin düşmandan geri alınması. 16 Ekim 1604 : Vaç kalesinin fethedilmesi. 3 Kasım 1604 14 Haziran 1605 : Şehzâde Osman’ın doğumu. : Erdel milliyetçisi Bocskay’ın İstanbul’a elçiler göndermesi. 29 Ağustos 1605 : Estergon kalesi kuşatması ve Ciğerdelen kalesinin fethi. 8 Eylül 1605 19 Eylül 1605 3 Ekim 1605 21 Haziran 1606 : Vişgrad (Wissegras) kalesinin teslim alınması. : Saint Thomas (Tepedelen) kalesi’nin fethi. Estergon kalesinin teslim alınması. : Sadrâzam Lala Mehmed Paşa’nın vefâtı ile Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 11 Kasım 1606 Zitvatorok (Zsitvatorok) andlaşmasının imzalanması. 11 Aralık 1606 : Kuyucu Murâd Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 4 Ocak 1610 29 Nisan 1610 : Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasimi. : İran seferi. 22 Ağustos 1611 : Nasuh Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 27 Temmuz 1612 : Şehzâde Murâd’ın doğumu. 20 Kasım 1612 : Osmanlı-Safevî barışı. 17 Ocak 1614 : Kara Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 1 Temmuz 1614 : Erdel mes’elesinin halli. Ağustos 1614 : Kazakların Sinop baskını. 11 Eylül 1616 : Erivan kuşatması. 9 Haziran 1617 : İnşâatı biten Sultan Ahmet Câmii’nin ibâdete açılması. 27 Eylül 1617 : Osmanlı-Lehistan andlaşması. 22 Kasım 1617 : Sultan birinci Ahmed’in vefâtı. 1) Bahtî Dîvânı (Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî yazmaları) 2) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâî (Mehmed Gülşen, İstanbul-1338-1340); sh. 151 3) Silsilenâme-i Cevletiyye (İsmâil Hakkı Bursevî, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe yazmalar, No: 1896); Vr. 52a 4) Tıbyân-ı vesâil-il-hakâyık (Süleymâniye Kütüphânesi, Hâfız İbrâhim Efendi kısmı, No: 430);Vr. 227b 5) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 18 6) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 357 7) Târih-i Peçevî (İstanbul tarihsiz); cild-2, sh. 290 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118, cild-15, sh. 346 9) Hülefâ-i ızâm-ı Osmâniye hazarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları (İstanbul-1318); sh. 33 10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye 11) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 522, 608 12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 191 13) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 99 14) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 74 15) Hammer; cild-8, sh. 3 16) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi cild-3, sh. 229 17) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 784 18) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 284 AHMED HAN-II Babası ............................. : Sultan İbrâhim Han Annesi ............................. : Hadice Muazzez Sultan Doğumu ........................... : 25 Şubat 1643 Vefâtı .............................. : 6 Şubat 1695 Tahta Geçişi ..................... : 22 Haziran 1691 Saltanat Müddeti ............... : 3 sene 7 ay 14 gün Halîfelik Sırası ................... : 86 Yirmi birinci Osmanlı sultânı, seksen altıncı İslâm halîfesi. Sultan İbrâhim Han’ın üçüncü oğlu, dördüncü Mehmed Han ile ikinci Süleymân Han’ın kardeşidir. 25 Şubat 1643 (6 Zilhicce 1052)’de Hadîce Muazzez Vâlide Sultan’dan dünyâya geldi. İyi bir tahsil gördü. Arabî ve Fârisî’yi öğrendi. 1691’de pâdisâh oldu. Gayret ve merhameti ile tanındı. 1695’de vefât etti. Bir çok sıkıntılarla iç içe olarak on yedinci yüzyılın son yıllarına gelen Osmanlı Devleti, güç ve kudretini hâlâ muhafaza ediyordu. Güçlü bir eğitim sisteminin, köklü bir aile terbiyesinin, yüksek bir ahlâk sisteminin üzerinde yükselen devlet, İran ve Avrupa kökenli dış; menfaat çekişmeleri şeklinde cereyan eden iç kışkırtmalara rağmen yine güçlü idi. Rastgele alınan asker arasına giren hurûfî sapıkları, İran lehine çalışıyorlar, Osmanlının kendini toparlamasına fırsat vermiyorlardı. Hele celâlîler, açıkça İran tarafından idare ediliyorlar, başıbozuk kimseler, değişik adlarla Anadolu’daki paşaların kapılarına yerleşip terör estiriyorlardı. Kuyucu Murâd Paşa, sultan dördüncü Murâd’dan da aldığı kuvvetle, celâlîlerin pek çoğunu temizlemiş olmasına rağmen, kalıntıları boş durmuyordu. Pâdişâhların çocuk yaşta tahta çıkmaları idarede boşluklar doğurmuştu. Bâzı menfaat çevreleri tarafından kışkırtılan ordu, pâdişâh dördüncü Mehmed’i tahtından indirmiş, kardeşi ikinci Süleymân’ı 1687 yılında tahta geçirmişti. Üç buçuk seneden fazla bir zaman tahtta kalan ikinci Süleymân Han, Ömrünün son günlerinde istiskâ (karında su birikme) hastalığına yakalandı. Vücûdu şişti. Fakat bu sırada Avusturya üzerine sefer hazırlığı vardı. Devlet erkânı, pâdişâhın sefere katılmasını lüzumlu gördülerse de, şiddetlenen hastalığına bakarak, götürmekten vazgeçtiler. Ancak, sultan dördüncü Mehmed tarafdarlarının sadrâzam yokluğunda saltanat değişikliği yapmalarından korkularak, sabık pâdişâh dördüncü Mehmed ve diğer şehzâdeler, birlikte Edirne’ye götürüldü. Fakat pâdişâh Edirne’de on beş günü doldurmadan vefât etti. Yerine en küçük kardeşi sultan İkinci Ahmed tahta geçti (1691). Sultan Ahmed Han’a pâdişâh olduğu bildirildiği zaman; “Mülkün mâliki Allahü teâlâdır. O, mülkü dilediğine verir. Dilediğini azîz, dilediğini zelil eder” mealindeki âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra; “Ben saltanata tâlib değildim. Allahü teâlâ fazlu kereminden bu âciz kuluna nasîb eyledi. Bu nimetin şükrünü edâ edemem” dedi. Hazînenin darlığı sebebiyle kapıkulu ocaklarına cülûs bahşişi verilemedi. Elli yaşında tahta geçen sultan İkinci Ahmed Han, daha bir kaç gün önce ordunun başında Avusturya üzerine sefere çıkmış olan sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Fâzıl Mustafa Paşa’ya, ağabeyinin vefâtıyla kendisinin tahta çıktığını bildirerek, sadâretinin devamına dâir bir fermanla, mühr-i hümâyûn ve samur kürk gönderdi. Fâzıl Mustafa Paşa, gönderilenleri Sofya’da teslim alıp yoluna devam etti. Belgrad’a varınca hiç beklemeyip, Zemun yakasına geçmek için Sava nehri üzerine köprü kurdurdu ve askerin bir kısmını Macar topraklarına geçirdi. Tameşvar muhafızı tâyin edilen Tökeli İmre, üç yüz kişilik maiyyeti ile orduya katıldı. Bu arada Tuna ve Sava nehirleri taştığından Fâzıl Mustafa Paşa askeri azar azar, serî bir şekilde karşıya geçirmeye çalışıyordu. Ele geçirilen düşman askerlerinden, Avusturyalıların Varadin’e geldiklerini ve köprübaşını basmak istediklerini öğrendi. Eyâlet ve Kırım askerinin gelmemesine rağmen acele ile karşıya geçti. Elli bin yaya, elli bin atlı olmak üzere yüz bini bulan Varadin’deki düşman askerinin başında Prens Ludving (Lui) vardı. Prens Ludving, Varadin ile Zemun arasına gelip ordugâh kurdu. Avusturya askerleri, Osmanlı ordugâhına üç saatlik mesafeye kadar yaklaştılarsa da taarruz edemeden geri çekildiler. Bütün bunlara rağmen, Kırım hanının gelmesini bekleyen Fâzıl Mustafa Paşa, düşmanın geri çekilmesi üzerine kethüdası Mustafa Efendi’nin de teşvîki ile oklanmış av mesabesinde gördüğü düşmanı kaçırmak istemedi. Ordu erkânını topladı. Müzâkerelerde ileri gelenlerin menfî tavır almalarına rağmen, Kırım kuvvetlerinin beklenmeden düşmanın tâkib edilmesi yolunda karar aldı. Varadin taraflarına çekilmeye başlayan düşmanın yolu üzerindeki Karlofça boğazını tutarak gelmesi muhtemel Kırım askerleri ile birlikte Avusturyalıları kıskaca almak istedi. Bu arzusunu tahakkuk ettirdi ise de, Kırım kuvvetlerinin gelmediğini ve yolun da kapandığını anlayan düşman, iki kuvvet arasında kalmamak için, hemen hücuma geçti. 1691 yılı Ağustos’unun yirmi beşinci günü muhârebe başladı. Slankamen muhârebesi adı verilen savaşın ilk anlarında Osmanlı askeri galip durumdaydı. Düşman geri püskürtüldü. Prens Ludving’in sevkettiği yeni kuvvetler, Osmanlı ordusunun sağ kolunun bozulmasına sebeb oldu. Avusturyalılar, buradan merkeze doğru hücuma geçtiler. Durum çok tehlikeli idi. Serdâr-ı ekrem ve vezîriâzam Fâzıl Mustafa Paşa, askeri şevke getirmek için, sağ taraftan hücum eden düşman üzerine yalın kılıç atıldı. Onu gören askerler de yerlerinde duramaz oldular. Nemçelilere kaçacak delik arattılar. Sağ cenahı takviye için Karaman beylerbeyi vezir Çelebi İsmâil Paşa, hemen koşup geldi. Askerinin iki katı düşman kuvvetini bozup dağıttı. Osmanlı ordusunun zafere doğru hızla ilerlediği bir sırada düşman tarafından atılan bir kurşunla Fâzıl Mustafa Paşa sehîd oldu. Serdâr-ı ekremin çevresindekiler, tedbirsizlik edip, “Serdâr düştü” diye bağırmaları, mehterin susmasına ve düşmanın durumu anlamasına yol açtı. Sipâhî ağası Ömer Ağa, yerinde sebat etmeyip geri çekildi. Bütün bunlar, zaferle bitmek üzere olan savaşı mağlûbiyete çevirdi. Sağ koldan giren düşman, ordugâhı işgal eyledi. Fakat kırk bin kayıp veren Avusturyalıların da dövüşebilecek güçten mahrum olmalarından istifâde eden Halep vâlisi vezir Koca Halîl Paşa ile Küçük Cafer Paşa, sancak-ı şerifi alıp orduyu selâmete çıkarmak için ordu hazînesi, cephane ve bütün topları meydanda bırakarak Belgrad’a döndüler. Bu arada Tuna kaptanı Mustafa Kaptan, Tuna nehrinde düşmanın sekiz yüz parça cephane ve zahire kayığını ele geçirdi. Belgrad’a ulaşan ordunun serdârlığına Koca Halîl Paşa seçildi. Bozguna sebeb olan sipâhî ağası îdâm edildi. Derme çatma kuvvetlerle Kırım hanı Saadet Giray geldiği zaman çoktan iş işten geçmişti. Serdârın şehâdeti ve mağlûbiyet haberi Edirne’de pâdişâha bildirildi. Sadâret kaymakamı Kâdı Ali Paşa vezîriâzam tâyin edildi. Koca Halîl Paşa’ya da Macaristan cephesi serdârlığı verildi. Sultan İkinci Ahmed Han, Kırım hanını, yazdığı bir hatt-ı hümâyunla tekdîr etti. Avusturya kuvvetleri ne kadar aradılarsa da şehîd serdârın nâşını bulamadılar. Varadin’den Segedin’e, oradan da Tameşvar yakasındaki Çarad taraflarına giderek üç günde Ligve’yi aldılar. Sivas beylerbeyi Deli Ömer Paşa kumandasındaki birlikle Tameşvar’a yedi bin kile zahire gönderildi. Aynı yılın (1691) Kasım ayında Avusturyalıların Varat kalesini muhasara ettiği haberi geldi. Geniş salâhiyetle serdâr tâyin edilen Koca Halîl Paşa, ne yapmak lâzım geleceğini orduda istişare etti. Eğinli Mehmed Ağa (yeniçeri ağası), Varat, Yanova ve Göle gibi kalelerin çevresinin bataklık olması sebebiyle bir müddet müdâfaa edebileceğini öncelikle Tameşvar kalesine yardım edilmesi gerektiğini söyledi. Bu görüş kabul edildi. Tuna’nın sol tarafındaki Paçova sahiline geçilerek dört günde Tameşvar’a ulaşıldı. Kale, asker, erzak ve mühimmat yönünden ikmâl edilerek, muhafızlığına Fındık Mustafa Paşa getirildi. Belgrad’a dönen Koca Halîl Paşa, gelen ferman üzerine, kapıkulu askeri ile sancak-ı şerifi Edirne’ye gönderdi. Belgrad’a vezir Topal Hüseyin Paşa’yı muhafız tâyin edip kendisi Ohri’ye gitti. Lehistan cephesinde kral Sobiesky, Kahraman Paşa’nın karşısında bir hezîmete daha uğradı ve Kamaniçe muhasarasını kaldırmak mecburiyetinde kaldı. 1692 yılı Ocak ayında Topal Hüseyin Paşa, Koca Halîl Paşa’nın yerine Macaristan serdârlığına tâyin edildi. Aynı yılın Nisan ayında, Avusturyalıların Varat, Erdel ve Tameşvar taraflarında faaliyette bulundukları, Bosna’ya da taarruz plânladıkları haber alınarak gerekli tertibat alındı. Bu sırada Avusturya müttefiki olan Leh kralı, Avusturya ile savaş hâlinde bulunan Fransa ile dostluk kurarak Osmanlılarla anlaşmak istedi. Kâdı (Arabacı) Ali Paşa, sadâretten alınarak, Diyarbekir vâlisi Hacı Ali Paşa vezîriâzam oldu ve Avusturya üzerine sefere me’mur edildi (1692). Fransa’ya karşı daha güçlü olması gayesiyle AvusturyaOsmanlı savaşının durdurulması için İngiltere ve Flemenk (Hollanda) büyükelçileri, sultan Ahmed Han nezdinde faaliyette bulundularsa da netice alamadılar. Bu arada vaktinde yardım ulaştırılamayan Varat kalesi Avusturyalılara teslim olmak mecburiyetinde kaldı. 1692 Haziran’ın son günü Edirne’den hareket eden vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem Hacı Ali Paşa, Ağustos’un ilk günlerinde Belgrad’a vardı. Betgrad’da yapılan istişare toplantısında, Slankamen savaşı dolayısıyla gözü yılmış olan askerin Sava nehrinin karşı yakasındaki düşmanla çarpışması hâlinde nehirde boğulma tehlikesi doğacağı söylenip, ordunun Belgrad’da kalarak surların tamir edilmesi kararlaştırıldı. Göle ve Tameşvar kalelerine ikmâl yapıldı. Avusturyalıların sınır kalelerine yaptıkları küçük çaptaki saldırılar püskürtüldü. Zâten Avusturyalılar, Fransızlarla savaştıkları için Osmanlılar üzerine fazla güç sevkedemiyorlar, Osmanlılar da toparlanmak için geri duruyorlardı. Nemçelilerin kışlağa çekildiklerini haber alan serasker Hacı Ali Paşa, Belgrad’ın tahkim işlerini bitirdikten sonra, dokuz bin askerle Büyük Cafer Paşa’yı hudut serdârı tâyin ederek, Kasım ayında geri döndü. Veziriazam Hacı Ali Paşa, Nemçeliler (Avusturya) ile uğraşırken, Venedik donanması da Girid’e asker çıkarmıştı. Kaleyi, vezir Ispanakçı İsmâil Paşa savunuyordu. Malta, Floransa ve Papalık donanmaları hep bir olup, Girid’deki Hanya kalesi önüne yığıldılar. Hanya şehri ve Girid adası tehlikeye düştü. Emrinde bin beş yüz askeri olan İsmâil Paşa, hemen Kandiye muhafızı Fındık Mehmed Paşa’dan ve donanmayı hümâyûndan yardım istedi. Vezir Koca Halîl Paşa, Mora’ya girdi. Venedikliler, bir an önce işlerini bitirip, Koca Hâlîl Paşa’ya mâni olmaya çaltştılarsa da, İsmâil Paşa’nın kahramanlığı sayesinde kaleyi alamadılar. Kaleyi teslim isteği ile gelen Venedik elçisini İsmâil Paşa; “Bir daha teslim teklifiyle gelirsen, başını vururum” diye tehdîd etti. Yapılan iki umûmî taarruzu püskürttü. Malta amirali İki yüz silahşörüyle birlikte öldü. Kaptân-ı derya vezir Dâmâd Yûsuf Paşa’nın Girid’deki Kandiye’ye gönderdiği filoyu alan Fındık Mehmed Paşa, sekiz bin askerle Hanya’ya geldi. Aynı gün Venedikliler, muhasarayı kaldırıp kaçtılar ve bu esnada Fındık Mehmed Paşa tarafından bir hayli hırpalandılar. Kırk bir günlük Hanya muhasarası, Venediklilere dört bin askere mâl olmuştu. Büyük amiral hemen görevinden alındı. Bosna ve Karadağ’da da başarı sağlayamadılar. 1693 yılının ilk günlerinde, daha önce tahttan indirilmiş olan sultan dördüncü Mehmed Han vefât edip, Yeni Câmi yanındaki türbeye defnedildi. 1693 yılı Mart ayı sonlarında Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa, vezîriâzam tâyin edildi! Hacı Ali Paşa da Kandiye muhafızlığına gönderildi. 1693 yılı Temmuz’unda vezîriâzam Bıyıklı Mustafa Paşa, Nemçe seferi için Edirne’den hareket etti. Tuna üzerinden Ruscuk’a ulaşınca, Kırım hanı Selîm Giray orduya katıldı. Vezîriâzam, ölen Boğdan prensi Konstantin Kantemir’in yerine prens Konstantin Duka’yı tâyin etti. Erdel’i geri almak için yola çıkan Osmanlı ordusu, Tuna’yı geçince, Nemçe ordusunun Belgrad’a yaklaştığını haber aldı. Serdâr-ı ekrem istikâmet değiştirip, Villages ve Yanova kalelerini fethettiken sonra Belgrad’a yöneldi. Belgrad’ı muhasaraya almış olan Nemçelilere karşı kale muhâfızı Cafer Paşa, yaralı olmasına rağmen, kaleyi kahramanca savunmaktaydı. Kırım hanı Selîm Giray’in Nemçelilerin imdadına gelen bir düşman ordusunu yenmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. Serdâr-ı ekrem, çekilen düşmanı tâkible çok zâyiât verdirdi ve on yedi Eylül’de Belgrad’a girdi. Selîm Giray, Erdel’e yaptığı akından sonra, bol ganimet ve yirmi bin esirle geri döndü. Kışın yaklaşması üzerine Kasım sonlarına doğru Osmanlı ordusu Edirne’ye döndü. Vezîriazam Bıyıklı Mustafa Paşa, bu başarılı seferinden başka, ıslâhat işleri ile de uğraştı. Orduya katılmayan ocaklı ve tımarlıları defterden sildi. Çok düşman kazandı. Bu yüzden görevden alınıp yerine Sürmeli Ali Paşa getirildi. Râkib gördüklerini yakın çevreden uzaklaştıran Ali Paşa, bâzı mühim yerlere yeni tâyinler yaptı. Bu arada İngiliz büyükelçisi, Nemçelilerle sulh yapılması için faaliyete geçti ise de isteklerin kabûl edilmez oluşu, toplanan konferansın dağılmasına sebeb oldu. 28 Haziran 1694’de Narenta kalesi Venediklilerin işgaline uğradı. Dalmaçya ile Hersek arasında bulunan Narenta suyu üzerinde olan bu kalenin stratejik ehemmiyeti pek büyüktü. Geri almak için bir kaç defa teşebbüs edildiyse de muvaffak olunamadı. Narenta kalesinin düştüğünü öğrenen serdâr-ı ekrem Sürmeli Ali Paşa, Edirne’den Belgrad’a doğru yola çıktı. Osmanlı nehir donanması (ince donanma) ile bir gün ara ile Belgrad’a ulaştılar. Selîm Giray Han da, dört oğlu ile beraber geldi. Sava üzerine kurulan köprüden Esklavonya’ya geçildi. 12 Eylül’de Varadin önüne ulaşan Osmanlı ordusu, kaleyi kuşattı. Macar topraklarına yaptığı akından dönen Gâzi Giray da muhasaraya iştirak etti. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusu tarafından kuşatılan kale çok iyi savunuluyordu. Yirmi üç gün süren kuşatma, Sakız’ın düşman eline geçmesi üzerine gelen hatt-ı hümâyûnla kaldırıldı. Serdâr-ı ekrem, Belgrad’a gelip Aralık başında da İstanbul’a döndü. Haleb beylerbeyi Cafer Paşa, Belgrad muhafızlığında bırakıldı. Kırım askeri de Besarabya’ya çekildi. Şehri güzel bir şekilde tahkim eden Cafer Paşa, kış içinde Göle kalesini aldı. Serdâr-ı ekrem, Varadin muhasarası için yolda iken, Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması, Sakız limanına gelerek karaya asker çıkarıp, deniz ateşi açarak, kaleyi muhasaraya başlamıştı. Sakız kalesini bin üç yüz yetmiş asker ile Hasan Paşa müdâfaa ediyordu. Yanında bahriye beylerbeyi Mehmed Paşa ile derya beylerinden Ahmed ve Mehmed beyler vardı. Kale çevresinde lağımlar kazan Venedikliler, ilk gün iki bin yedi yüz gülle attılar. Evlerin çoğu hasar gördü. Rumlar ayaklanıp kalenin teslimi için yürüyüşler yaptılar. Türklerden ellerine geçirdikleri kadın ve çocukları Venediklilere teslim ettiler. Hasan Paşa, Sakız’da sürgünde bulunan sabık şeyhülislâm Hoca Sa’deddînzâde Feyzullah Efendi ile durumu müzâkere etti. Bu kadar kuvvete karşı koymanın boşu boşuna kan dökmek olacağına hükmedip kalenin vire ile teslim olması kararlaştırıldı. İki hafta süren muhasaradan sonra teslim olan kaledeki müslümanlar, götürebildikleri eşyalarla birlikte gemilere bindirilip Çeşme’ye taşındılar. Sakız’ın düşmesi İstanbul’u karıştırdı. Pâyıtâht-ı Âl-i Osman’a bu kadar yakın olan bir adanın Venedik eline geçmesi, sultan İkinci Ahmed Han’ı çok müteessir etti. Belgrad’da Nemçe üzerine sefer ile meşgul olan vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem Sürmeli Ali Paşa’ya bir hatt-ı hümâyûn gönderdi. Serdâr-ı ekremin eline ulaştırılan hatt-ı hümâyûnda, pâdişâh; “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Üngürüs (Macaristan) memleketini feth etsen, makbûlüm değildir” diyordu. Serhad işlerini düzene koyup, hemen yola çıkan Sürmeli Ali Paşa, Edirne’ye gelince; “Sakız ahvâli derûnumu (içimi) yaktı. Teshiri (zaptı) murâdımdır. İcâb edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bildiresin. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin kim, bütün reisleri katlederim” fermanı ile tutuştu. Vezir Hasan Paşa’ya Sakız’ın teslimini tavsiye eden Feyzullah Efendi, Nil üzerindeki İbrim adasına sürüldü. Buna îtirâz eden iki kazasker Başmakçızâde Ali ve Yahyâ efendiler Gemlik ve Haleb’e gönderildiler. Reîsülküttâb Ebû Bekr Efendi, Elbasan sancakbeyliğine tâyin edildi. Rami Efendi, reisülküttâb oldu. Kapdân-ı derya Helvacı Yûsuf Paşa azledildi. Yerine Amcazade Hüseyin Paşa tâyin edildi. Mısırlıoğlu İbrâhim Paşa’ya donanma serdârlığı verilerek, kış içinde Sakız’ın alınmasına me’mûr edildi. Sultan Ahmed Han huzuruna çıkan İbrâhim Paşa’yı taltif ve tehdid ederek; “Sadrâzam hüsn-i hâlini arz edip vükelâm dahi ma’kûl görüp hizmet umduğundan seni Sakız fethine serasker nasb u tâyin eyledim. Eğer taksirat edersen, şiddetli cezâlandırınm” deyip duâlarla uğurladı. Donanma-yı hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, Derseâdet’ten hareket etti. Ayrılmadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Beşiktaş’taki türbesi ziyaret edildi. Yâsinler, Fâtihalar okundu... Kurbanlar kesildi... Fukarâya sadaka dağıtıldı. Mekânımız deryâ deniz... Venedikli, gelen biziz. Öcümüz komaz, alırız... Bize Hayreddînli derler. sesleri arasında donanma-yı hümâyûn denize açıldı. Bütün deniz erleri, erenler, Çeşme’de toplandılar. Donanmanın idaresi Mezemorta Hüseyin Paşa’ya verildi. Mezemorta Hüseyin Paşa, uygun hava gözledi. Nihayet bir seher vakti tekbir-i kebirlerle deryaya açıldılar. 9 Şubat 1695 öğle vakti, Venedikli göründü... Ön direk gözcüsü tam 65 tekne saydı. Bandıraların (bayrakların) çoğu Venedikdi. Papalık, Toskana ve Malta şövalyeleri bile bandıralarını çekmişlerdi. Bütün haçlı kâfirleri, hepsi birden Sakız ile Koyun adaları arasındaki boğaza dolmuşlardı. Mezemorta’nın emrinde, kırk sekiz Osmanlı gemisi mevcuttu. Düşmanın çokluğuna aldırmadı. Usta topçulardan Abdülfettah Reis’e işaret etti. “Yâ Allah... Bismillah” ile, ilk Osmanlı topu, gürledi. En ağır Venedik kalyonu, infilâk etti. İslâm güllesi, tam cephane ambarına düşmüştü. Arkadan bir daha... Büyük amiral Benedetto, çılgına döndü. Oniki dakikada, en büyük iki kalyon ve bin iki yüz gemici kaybettiler. Türk topçularının mahareti, akıl alacak gibi değildi! Artık kendi amiral gemisi ile hücum etmesi gerekliydi, öyle yaptı!.. Fakat topçu çavuşu bu sefer daha keskin nişan aldı. Tam isabetle Benedetto’yu öteki dünyâya yolladı. Venediğin büyük amirâliyle birlikte, büyük ümitleri de yok oldu!.. Çünkü dokuz Venedik teknesi sulara gömülmüştü. Tamamen yok olmamak için, Sakız’ın iç limanına doğru kaçtılar. Adadaki topların, atış mesafesine girmek istemediğinden Hüseyin Paşa, üzerlerine varamadı. Düşmanı açık denizde bekliyecekti. 9 gün oyalandı. Sakız’a varan bütün yardım yollarını kesti. Birleşik haçlı donanması Mezemorta’yı yenmedikçe buralarda barınmanın imkânsız olduğunu iyice anladı. Mecburen, denize açıldılar. Mezemorta avını bekleyen şahin gibi denizlerde süzülüyordu... Fakat yeni büyük amiral, daha atak davrandı. Osmanlılara aniden hücum etti. On sekiz Şubat sabahı, korkunç bir deniz savaşı başladı. Son yıllarda böylesi görülmemişti. Barbaros’un gerçek torunları öçlerini komayıp aldılar. Düşman, dokuz büyük kalyon ve on binlerce denizci daha kaybetti. Büyük ve küçük bütün amiralleri, batıya doğru firar ettiler. Sakız’ı terkettiler. 22 Şubat 1695 sabahı Osmanlı sancakları, Sakız semâlarında yeniden yükseldi. Serasker Mısırlıoğlu, müjdeyi bizzat vermek için İstanbul’a koştu. Fakat asker düşman ile cenkederken Sakız’ın elden çıkmasının acısı ile üzüntüden hastalığı ağırlaşan Sultan Ahmed Han, 6 Şubat 1695 târihinde Sakız’ın fetih haberini alamadan, elli iki yaşında iken hayâta gözlerini yummuştu. Edirne’de vefât eden Sultan, İstanbul’da Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın türbesine defnedildi. Yerine yeğeni ikinci Mustafa Han sultan oldu. Çok merhametli ve vatanperver olan sultan İkinci Ahmed Han, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmezdi. Haftada iki gün yapılan dîvân toplantılarının dörde çıkarılmasını emretti. Toplantıları bizzat tâkib eder, yaptığı herhangi bir hatâyı düzeltmekten çekinmezdi. Kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşır, dertlerini sabırla dinler, çâre bulunması için gerekli yerlere emirler verirdi. İslâmiyet’e, Hicaz bölgesine ve seyyidlere hizmet hususunda derin bir mes’ûliyet hissi içinde hareket ederdi. Tahta çıktığı zaman söylediği sözler, Sultân’ın nasıl manevî bir mes’ûliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermekdlr. Ahmed Han, devrinde âdil bir sultan olarak yaşamış, milletini memnun etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştır. Gösterişten hoşlanmaz, sâde giyinmeye özen gösterirdi. Uzun uzun düşündükten ve bilenlerle istişare ettikten sonra karâr verirdi. San’atkârları korur, taltiflerde bulunarak daha iyiye ve güzele doğru yönlendirirdi. Kendisi de güzel yazı yazardı. Yazdığı Kur’ân-ı kerîmler ve çoğalttığı kitaplar vardır. Şairlik tarafı da bulunan Ahmed Han, bir şiirinde şöyle demektedir: Sığındım tâ ezelden ben Allah’a O’dur zîrâ bâya, yoksula penâh Tevekkül üzre ol, her zaman Ahmed Yardım etsin sana her yerde Allah! Çocukları: İbrâhim, Selîm, Hadîce, Asiye. Hanımı: Râbi’a kadın. TEKDİR VE TENBİH Sultan İkinci Ahmed Han, Salankamen muhârebesine yetinemeyen Kırım hânını, yazdığı bir hatt-ı hümâyûnla şöyle tekdîr etmektedir: “Sen ki Kırım hanı Saadet Giray’sın. Mukaddemâ seninle ahd ü misak, re’y-i sevâb, kavl ü karâr böyle miydi? Yazık senin nâm ü şânına. Asâkir-i İslâm kullarım cân ve başlarıyla din uğruna çalışıp niceleriyle vezîriâzam ve yeniçeri ağam şehîd olalar; sen, yedi, sekiz saatlik yerde bulunup imdada erişmeyesin? Murâd etsen bu denlu mesafe sana göre ancak bir kamçılık yer idi. Gayret-i İslâm bu mudur? Malûm oldu ki ihmâl ve tekâsül ve hıyanet sende imiş. Hıyanet bana değil Allah’adır. Takdir bu imiş; bir iştir oldu, olmamak gerek idi; biz bunu Allah’tan bilirüz. Bâdelyevm tıynetinde olan vahşeti giderüp var kuvveti bâzuya getürüp serdâr Halîl Paşa ile yekdil hizmet-i hümâyûnumda bulunup gayret-i İslâmiyeyi yerine getürüp âdây-ı dinden ahz-ı intikam etmede makdûrun sarfedesin.” İkinci Ahmed Han’ın, Sakız adasının fethine dâir fermânın hülâsası: “Kapudan Paşaya” ve kalyonlar kapudânı olan Hüseyin (ikbâli dâim olsun) ve sâir deniz birlikleri kumandan ve kapudân ve bilcümle dananmâ-yı hümâyûn ileri gelenlerine hüküm ki: İhmâl ve kusurlarınız sebebi ile düşman eline düşen Sakız adasının Allahü teâlânın yardımiyle düşman elinden kurtarılıp alınması dînin ve devletimin büyük mes’elelerinden biridir. Bu hususta, düstûr-ı mükerrem müşîr-i müfehham nizâm-ül-âlem Anadolu vâlisi vezirim İbrâhim Paşa vazife ile o tarafa tâyin olunup ol tarafın bütün işleri kendine verilmiş olmakla siz sözü edilen vezirim ve beylerimden bu emirde tam hizmet ve hoşnutluğumu kazanacak uygun hareket umulup beklenerek adı geçen birlikte vazifelendirildiniz. Hazır olun, emr-i şerifim size vardığı gibi adı geçen veziri üzerinize serasker bilin, Donanmâ-yı hümâyûnumda bulunan bilcümle çektıri ve kalyonlar ve diğer levend gemilerini vezir (İbrâhim Paşa) gereği gibi tertip ve teçhiz ve cümlesi silâhları tamam ve avadanlıkları yeterli olmak üzere hâzır ve âmâde edince Sakız’ın karşısında diğerleri ile birleşin. Kemâl-i ittifak ve ittihâd ile seraskerin vezîr-i müşarünileyhin doğru görüşleri üzerine, kendisi ve diğer askeri birlikler tophane ve cephane mühimmatını Sakız’a nakilde ve naklolunduktan sonra dahi azık ve yiyecekler ve sâir levazım ve mühimmat naklinde ve zarar verici mel’unların uğursuz gemilerine avn-i Hak’la zarar vermekte elden geldiğince bol gayret gösterilsin. Emirlerine karşı gelinip yada inatçılıkta bulunulmasın. Bu emr-i hayrın geciktirilmesine ve durdurulmasına sebeb olmaktan gayetle sakınılıp çekinilerek daha önceden işlediğiniz suçun af olunmasına sebeb olacak hizmette bulunup bâş ve cân ile bütün gücünüzü sarfediniz. Hâsılı Sakız adasının kurtarılmasına ve mel’unların uğursuz gemilerine Allahü teâlânın yardımı ile zarar vermekte diğer lüzumlu bütün işlerde her türlü hizmeti yerine getirmenizi istiyorum. Şöyle ki, bundan sonra dahi her hanginizden tenbellik ve gevşeklik görülürse vebali boynunuza bilâ âmân katl olunursunuz. Ona göre görüb anlayarak karşı hareketten sakınıp çekinmeniz için hatt-ı hümâyûn-ı şevket-makrûnum mucibince fermân-ı âlîşânım sâdır olmuştur. “Fi evâhiri Rebîülâhir sene 1106 (Aralık 1694) ortaları M).” Sultan Ahmed Han-II Devri Kronolojisi 19 Ağustos 1691 : Slankamen muhârebesinde Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’nın şehîd olması. 30 Ağustos 1691 : Arabacı Kâdı Ali Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 12 Haziran 1692 2 Ağustos 1692 : Varat kalesinin Avusturyalılar tarafından alınışı. : Sadrâzam Hacı Ali Paşa’nın Belgrad üzerine yürümesi. 27 Mart 1693 : Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 12 Eylül 1693 : Belgrad’ın düşman kuşatmasından kurtarılması. 14 Mart 1694 : Sürmeli Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi. 12 Eylül 1694 : Varadin kuşatması. 21 Eylül 1695 : Sakız kalesinin vire ile (şartlı olarak) Venediklilere teslimi. 6 Şubat 1695 : Sultan İkinci Ahmed Han’ın vefâtı. 1) Târih-i Râşid; cild-2, sh. 367 2) Silahdâr Târihi; cild-2, sh. 615 3) Zübdet-ül-vekâyi; vrk. 244 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 532 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 162 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 472 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118 8) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer) 9) Büyük Türkiye Târihi AHMED HAN-III Babası ............................. : Mehmet Han-IV Annesi ............................. : Gülnûş Emetullah Doğumu ........................... : 31 Aralık 1673 Vefâtı .............................. : 1 Temmuz 1736 Tahta Geçişi ..................... : 22 Ağustos 1703 Saltanat Müddeti ............... : 27 sene Halîfelik Sırası ................... : 88 Osmanlı pâdişâhlarının yirmi üçüncüsü, İslâm halîfelerinin seksen sekizincisi. Sultan dördüncü Mehmed Han’ın oğlu. Sultan İkinci Mustafa’nın kardeşidir. Râbia Gülnûş Emetullah Sultan’dan, 31 Aralık 1673 târihinde doğdu, iyi bir tahsil gördü. Son derece zekî ve akıllı idi. İlk dersini şeyh-i sultanî Mehmed Efendi’den aldı. Seyyid Feyzullah Efendi’nin yıllarca tedrisâtı altında yetişti. Bir müddet Topkapı Sarayı’nda yaşadı, sonra Edirne’de kalmaya başladı. Ağabeyi sultan İkinci Mustafa Han, 1703 senesinde Edirne’de cebecilerin çıkardığı isyân sebebiyle tahttan indirildi. Yerine üçüncü Ahmed Han’ın 22 Ağustos 1703’de pâdişâh olduğu îlân edildi. Bîat merasiminden sonra İstanbul’a gelip, hazret-i Hâlid’in türbesini ziyaret ederek âdetler uyarınca hazret-i Peygamberin (aleyhisselâm) Eyyûb Sultan’daki kılıcını kuşandı. Henüz otuz yaşlarında bulunan yeni pâdişâh, 1703 Edirne vak’asında isyânı çıkaranların elebaşlarını iyi bir siyâsetle yakalatıp teker teker cezalandırdı. Baltacı Mehmed Paşa’yı sadrâzam yaptı. Devletin iç işlerini düzeltmek için çalışmalarına başladı. Karlofça andlaşması yeni imzalanmış olduğu için, devlet bir müddet barış içinde yaşadı. Fakat sonra umulmadık bir savaşın içine düşüldü. İsveç kralı on ikinci Şarl, arka arkaya kazandığı zaferlerle Avrupa içlerine sarkmış, Lehistan’ı ele geçirmiş, Rusya ile çatışmış ve Rus çarı Deli Petro’yu yenmişti. Fakat bir defa Ruslarla ihtiyatsızca girdiği bir savaşta yenildi ve son anda kaçarak Osmanlı topraklarına sığındı. Ruslar, Kral’ın Osmanlı topraklarından dışarı çıkarılmasını, onunla birlikte sığınan Ukrayna Kazaklarının da kendilerine teslim edilmesini istediler. Sultan Ahmed Han, bir müddettir Ruslara verilen tâvizleri geri almak için fırsat bekliyordu. Rusların bu davranışını barışın çiğnenmesi olarak yorumladı ve dîvânı toplayarak Rusya’ya harb îlân etti. 9 Nisan 1711’de Osmanlı ordusu vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa’nın kumandası altında Rusya seferine çıktı. Baltacı Mehmed Paşa, Çar Petro’nun ordusunu 18 Temmuz’da Prut’ta kıstırdı ve etrafını çevirdi. Asıl niyeti bu orduyu orada hücumla imha etmekti, Fakat yeniçerilerin isteksizliği yüzünden ciddî bir taarruz yapamadı. Orduyu tekrar tekrar hücuma kaldırmayı denediysede başarılı olamadı. Rus ordusu bataklıkta kıstırılmış vaziyette bekliyordu. Çar ve komutanları tek kurtuluşun emân dileyerek barış istemekte olduğuna karar verdiler. Gönderdikleri hey’et, Baltacı Mehmed Paşa’ya, her şartı kabul edeceklerini bildirdi. Bu sırada Mehmed Paşa’nın, Rus çariçesi Katerina ile görüştüğü ve aldığı rüşvet ve hediyelerle anlaşmaya razı olduğu, tamamen iftiradır. İki taraf arasında andlaşma yapıldı; Rusya’nın Lehistan ve Ukrayna işlerine karışmaması, elinde tuttuğu Azak kalesini de Türklere bırakması karar altına alındı (Bkz. Prut Savaşı). Baltacı’ya muhalif olanlar, Rus ordusunu imha etme imkânı varken rüşvet alarak barış yaptığı gibi iftiralar öne sürüp, en sonunda onu azlettirdiler. Ruslar, önce andlaşmanın şartlarına uymak istemedi. Rusların bu davranışına çok celallenen sultan Ahmed Han, yeni sadrâzam Dâmâd Ali Paşa kumandasındaki orduyu, çar Deli Petro’nun üzerine gönderdi. Hattâ Edirne’ye kadar kendisi de ordunun başında gitti. Bunun üzerine andlaşma şartlarını yerine getireceklerini bildirdiler. Ali Paşa çok atılgan, kabiliyetli, hırslı bir vezîriâzamdı. Karlofça andlaşmasıyla Mora yarımadası Venediklilere bırakılmıştı. Venedikliler, daha fazla toprak koparmak için fırsat kolluyordu. Karadağlıları isyâna teşvik edip, 1714’de ayaklandırdılar. Bunun üzerine sultan Ahmed Han, Ali Paşa kumandasında Mora üzerine bir sefer açtı ve Karlofça andlaşmasıyla Venediklilere geçen bütün kaleleri birer birer fethetti. Alman İmparatorluğu, Karlofça andlaşmasına kendilerinin kefil olduğunu, yâni Venedik’ten alınan yerler iade edilmedikçe kendilerinin de barışı tanımayacağını bildirdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Alman-Avusturya İmparatorluğu’na harb îlân etti. Ali Paşa ordunun başında Belgrad’dan çıkarak düşmanı Karlofça yakınlarında, Petervaradin’de karşıladı. Savaşın en kızgın zamanında, Paşa, askere cesaret vermek için elinde kılıç ön safa atılınca, bir kurşunla alnından vurularak şehîd oldu. Onun ölüm haberi ordu içinde yayılınca askerlerin maneviyâtı bozuldu ve bozgun başladı. Bu bozgundan sonra Avusturya başkumandanı prens Öjen, önce Tameşvar kalesini, sonra Belgrad’ı zaptetti. Bu savaşta başlangıçta büyük muzafferiyetler kazanan Osmanlı ordusu, hatalı bir kaç hareketi neticesinde toprak kaybına mâruz kaldı. 1718’de imzalanan Pasarofça andlaşmasıyla, Belgrad ve Semendire Avusturya’da kalmak üzere Sava nehri sınır kabul edildi. Fakat Osmanlılar, Venediklilerin Karlofça ile aldığı yerleri tekrar kazandılar. Pasarofça andlaşmasından sonra Türkiye’de yeni bir devir, yeni bir hayat başladı. 1718’den 1730’a kadar uzayan bu devreye Osmanlılar çok sonraları Lâle Devri adını takmışlardır. Bu adın sebebi, o zamanda lâleye olan düşkünlük sebebiyledir. Sultan Ahmed Han, elli yıldır süren savaşlar sonunda yıpranan orduyu kuvvetlendirmek için uzun bir sulh dönemine ihtiyâç duyuyordu. O, bu dönemde ülke içinde huzuru sağlamak, îmâr faaliyetlerine hız vermek ve devleti maddî manevî en yüksek seviyeye çıkarmak istiyordu. Sultan üçüncü Ahmed Han ile sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa, Lâle Devri’nin iki büyük simasıdır. Bunların ikisi de savaştan ziyâde barış tarafdârı olup, devletin eski şân ve şöhretli zamanlarına tekrar dönebilmesi için lüzumlu çalışmaların gerektiğine inanıyorlardı. Avrupa’da olup-bitenleri, özellikle kültür ve medeniyet bakımından yakından tâkib ettiler. Bu ilginin en büyük eseri Türkiye’ye matbaanın getirilmesi olmuştur. Matbaa ile bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken, bir taraftan da Pâdişâh ve Sadrâzam İstanbul’daki ilim, kültür ve san’at çevrelerini, yakından desteklemek suretiyle bu sahalarda büyük bir canlılık uyandırdılar. Yalova’da kâğıt, İstanbul’da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Şiirde Nedîm, zirveyi teşkîl etmek üzere edebiyat ve san’at kalabalık çevreleri içine alacak bir canlılık gösterdi. Bilhassa Kâğıthane bölgesinde inşâ edilen köşkler, bahçeler İstanbul halkının buralara dolmasına sebeb oldu. Edebiyat sahasında bilhassa şiirde, Osmanlı üslûbunun asaleti ve büyüklüğü yanında, o devirde her şeyde incelik ve zerâfet önde gelmeye başladı ve bu durum Avrupa’ya sıçradı. Pek çok Avrupalı aile, evlerinin bir köşesini Osmanlılardaki gibi döşediklerinden, Turquerie diye zevkte bir akım başladı. İstanbul’a davet edilen, daha sonra uzun seneler Türkiye’de kalıp İstanbul’da vefât eden Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa), humbaracı ocağını ıslâh etmişti. İstanbul’un su ihtiyâcını te’min için bir de bend yaptırıp deryâ-yı sîm adını vermiştir. Gerçi bu devirde de savaş bulutları ufuktan hiç eksik olmadı. İran’da Safevî hâkimiyeti son günlerini yaşıyordu. İran’a tâbi olan Dağıstan, 1722’de Türk himayesine girmek istedi ve himaye altına alındı. Sultan Ahmed Han’ın bu isteği kabul etmesinin asıl sebebi, Karadeniz’de kaybettiği hâkimiyeti, Hazar denizinde sağlamak ve Kafkasya’yı tehdîd eden Rusya’ya mâni olmaktı. Rusya, İran’daki buhrandan faydalanıp Kafkasya’yı ele geçirmek üzereydi. Pâdişâh, hudud vâlilerine emir göndererek ellerindeki kuvvetle harekete geçmelerini bildirdi. Böylece 1723 yılında başlayarak Gürcistan, Güney Azerbaycan, Lûristan, Erdelân, Kirmanşâb ve Hemedân ele geçirildi. 1725’de Türk ordusu Tebriz’e girdi; Gence, Revan (Erivan) ve Nahcivan işgal edildi. 1727’de İran şahı bir andlaşma ile bütün bu toprakları Osmanlı Devleti’ne bıraktı. Nâdir Han’ın İran’da hâkimiyeti ele geçirmesi ile İran birliği tekrar kurulmaya başladı. 1730 yılında Osmanlı elindeki bâzı önemli İran eyâletlerini geri aldı. İran’daki bu kötü durum, İstanbul’da Dâmâd İbrâhim Paşa’nın düşmanları için bir fırsattı. Nâdir Ali Şâh’ın faaliyetleri karşısında hükümetin uyuduğu dedikoduları yayılmaya başladı. Sonunda İbrâhim Paşa ve pâdişâh bütün bu dedikoduların önünü almak üzere bizzat sefere çıkmaya karar verdiler. Üsküdar’a pâdişâh tuğları dikildi. Fakat işler sürüncemede kaldığı gibi, askerde de pek istek görünmüyordu. Bir gün Patrona Halil adlı bir kabadayı, etrafında topladığı otuz-kırk kadar adamla bayrak kaldırıp, “Dâvamız vardır” diye çarşıyı dolaşmaya başladı. Hükümetin muhalifleri, ya bu kalabalığa doğrudan doğruya katıldılar veya onu desteklediler. Böylece isyâncı kalabalığı gitgide büyüdü. Üsküdar’daki ordugâhtan âsîler üzerine gönderilen yeniçeriler sağa-sola dağılarak vazîfe yapmadılar. Etraf, Patrona Halil’in adamlarına kaldı. Bunlar, Pâdişâhdan bâzı ileri gelen devlet adamlarının kendilerine verilmesini istediler. Listede İbrâhim Paşa da vardı. Sultan üçüncü Ahmed, en sonunda sevgili sadrâzamının îdâmına razı oldu. Fakat zorbaların isteklerinin sonu gelmeyeceğini, kendisinin de tahttan ayrılmasını isteyeceklerini bildiği için, kendi eliyle yeğeni şehzâde Mahmûd’u tahta geçirdi, köşesine çekildi. İsyancılar çevrelerindeki ayak takımını ayartarak İstanbul’daki zengin ve süslü hayâta olan kıskançlıklarını kabartıp, onları kendi yanlarına toplamışlardı. Serseriler alayının ilk işi Kâğıthane’deki köşkleri ve bahçeleri yıkıp, ortadan kaldırmak oldu. Sonra bir takım devlet görevlerini kendi aralarında paylaşmaya veya bunları para ile şuna buna satmaya kalktılar. Fakat devletin böyle bir kaç serseriye teslim olması elbette beklenemezdi. Bir gün Patrona Halil saraya çağrıldı, ifâdesi alındı ve öldürüldü. Ardından bütün arkadaşları birer-ikişer toplanıp temizlendiler (Bkz. Patrona isyânı). Üçüncü Ahmed tahttan ayrıldıktan sonra altı yıl kadar yaşadı. Türk târihinde yeni bir devri, İbrâhim Paşa ile birlikte açmış olan bu kültürlü, ince zevkli, yenilikçi pâdişâhın en büyük eseri matbaa olmuştur. Sultan Ahmed Han, önceleri kitapları el yazısıyla yazıp çoğaltan ve bununla geçinen binlerce hattat ve san’atkârı korumuş, zamanında bir çok büyük kabiliyetin gelişip şöhret bulmasına yol açmıştı. Nâbi ve Nedîm, Osmânzâde Tâib ve Seyyid Vehbî gibi büyük tasavvuf şâirleri onun devrinde yaşadılar. Yirmi yedi sene hükümdarlık yapan sultan üçüncü Ahmed Han, saltanattan çekildikten sonra ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Altmış üç yaşında iken 1 Temmuz 1736 târihinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Yeni Câmi’de Turhan Vâlide Sultan Türbesi’ne defnedildi. Sultan Ahmed Han, sarayda dağınık yerlerde bulunan kıymetli kitapları bir araya toplatarak, bunları koymak üzere arz odasının arkasındaki ikinci Selîm Han’a âit beyaz mermer havuzlu bahçenin yerine müstakil bir kütüphâne inşâ ettirdi. Annesi Gülnûş Emetullah Sultan için Üsküdar’da, Yeni Vâlide Câmii ve bunun yanında bir sebil, çeşme, sıbyan mektebiyle bir imâret yaptırdı. 25 Mayıs 1719’da üç dakika devam eden şiddetli zelzelede pek çok binalar, İstanbul’un surları hemen baştanbaşa yıkılmıştı, İzmit’in büyük bir kısmı ve Karamürsel’de çok tahribat meydana gelmişti. Bundan elli yedi gün sonra çıkan yangında da Kumkapı ve Gedikpaşa civarı tamamen yanmıştı. Sultan Ahmed Han, her iki âfet için de çok üzülmüş, halkının yaralarını sarmak için elinden gelen bütün imkânlarını seferber etmiş, surları yeniden yaptırmıştı. İstanbul’da Bahçekapı’da Büyük Vâlide Hadîce Turhan Sultan Türbesi yanında ikinci kütüphâneyi, Topkapı Sarayı önüne, kendi adı ile anılan meşhur dört cepheli ve süslü çeşmeyi yaptırdı. İyi bir hattat olan sultan üçüncü Ahmed Han’ın, çeşmenin üzerine yazdığı hattı bir şaheserdir. Yine yazdığı iki Kur’ân-ı kerîm Medîne’ye, Ravda-i mutahheraya gönderilmiştir. Ayrıca, Üsküdar’da iskele meydanındaki büyük çeşmeyi, Kâğıthane’de Çağlayan önünde, şâir Nedim’in Çeşme-i nev-peydâ adını verdiği çeşmeyi yaptırdı. Ayrıca, Galatasarayı’nın tamiri ve vakıf şartlarının değiştirilmesi ile bu sarayın dışında bir câmi, Boğaziçi’nde Bebek’te diğer bir câmi ve altında bir mektep ile çeşme, Hasköy-Kasımpaşa arasında Aynalıkavak’ta köprü başında ve annesine âid olan Galata Yeni Câmii’nin güney cephesindeki avlu kapısının dışında da bir çeşme yaptırdı. Okmeydanı’nda, Fâtih Sultan Mehmed adına yapılmış olan câminin minberinin, Kızkulesi fenerinin ve 1720’de yanan Cihângir Câmii’nin tamirleri, Dolmabahçe’de sâhil yolunun kapatılarak Fındıklı-Beşiktâş yolunun arkadan geçirilmesi hep sultan üçüncü Ahmed Han’ın gayretiyle yapılmıştır. Zamanında Nedîm, Neyli, Nâbî, Nahîfi gibi dîvân edebiyatının dev şahsiyetleri yetişti. Sultan bunları himaye ettiği gibi kendisi de Necîb mahlası ile şiir yazıyordu. Yanyalı Es’ad Efendi, Herâtlı Kâbızî Mansürîzâde Fasîhi, Haleb kâdısı İlmî Efendi, Müstercizâde Abdullah Efendi, şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi ve Nedîm gibi ilim ve fikir adamları bir araya gelip, doğu ve batı dillerinden tercümeler yapıyordu. Avrupa’da çiçek aşısı henüz bilinmez iken İstanbul’da bizzat tatbik ediliyordu. Hattâ çiçek hastalığına yakalanan pâdişâhı; ser etibbâ (baş tabib) Mehmed Efendi, tabib Süleymân Efendi ve müneccimbaşı Mehmed Efendi tedavi etmiştir. İyi bir nişancı olan üçüncü Ahmed Han, 85 adımdan tek bir atışta bir dînârı vururdu, dokuz yüz arşına ok atıp, Okmeydanı’nda adına taş diktirdiği bildirilmektedir. Birçok defa evlenen üçüncü Ahmed Han’ın çocuklarının çoğu küçükken vefât etmişlerdir. Sâdece birinci Abdülhamîd Han ile üçüncü Mustafâ Han pâdişâh olmuştur. Sultan Ahmed Han-III Devri Kronolojisi 17 Kasım 1703 : Edirne Vak’ası elebaşılarının tasfiyesine başlanması. 29 Aralık 1703 : Sultan İkinci Mustafa’nın vefâtı. 25 Aralık 1704 : Baltacı Mehmet Paşa’nın ilk sadrâzamlığı. 14 Aralık 1708 : Oran’ın fethi. 16 Haziran 1710 : Köprülüzâde Nûmân Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 18 Ağustos 1710 : Baltacı Mehmed Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı. 21 Temmuz 1711 : Prut savaşının kazanılmasıyla Osmanlı-Rus barış andlaşması. 10 Nisan 1712 : Şâir Nâbî’nin vefâtı. 12 Kasım 1712 : Silâhdâr Süleymân Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 24 Haziran 1713 ; Ruslarla Edirne andlaşmasının imzalanması. 8 Aralık 1714 : Venediklilere karşı sefere çıkılması. 7 Haziran 1715 : İstendil adasının fethi. 22 Ağustos 1715 : Mora fethinin tamamlanması. 24 Eylül 1715 : Suda kalesinin fethi. 24 Nisan 1716 : Nemçe (Avusturya) seferinin açılması. 5 Ağustos 1716 : Osmanlı ordusunun Varadin’de bozulması ve sadrâzam Silâhdâr Ali Paşa’nın şehîd olması. 18 Ağustos 1717 : Belgrad’ın düşmesi. 9 Mayıs 1718 : Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 17 Temmuz 1718 : Büyük İstanbul yangını. 21 Temmuz 1718 : Pasarofça andlaşmasının imzalanması. 25 Mayıs 1719 : Üç dakika süren büyük İstanbul depremi. 21 Temmuz 1719 : İstanbul’da Gedikpaşa semtini kül eden büyük yangının çıkması. 9 Temmuz 1723 : Gürcistan’da Tiflis ve Gori’nîn fethi. 15 Ekim 1723 : Kirmanşâh’ın fethi. 6 Mayıs 1724 : Hoy kalesinin fethi. 31 Ağustos 1724 : Hemedan’ın fethi. 3 Ağustos 1725 : Tebriz’in fethi. 4 Eylül 1725 : Gence’nin fethi. 6 Eylül 1725 : Hurremâbâd’ın fethi. 16 Aralık 1727 : İbrâhim Müteferrika matbaasının işlemeye başlaması. 4 Ekim 1727 : Hemedan sulhu. 27 Temmuz 1729 : İstanbul’da büyük yangın. 28 Eylül 1730 : Patrona Halil isyânı. 2 Ekim 1730 : Sultan üçüncü Ahmed’in pâdişâhlıktan çekilmesi. FAYDALI KİTAPLAR BASILA! “Mektûb-i Sadrâzâmı halîfelerinden Saîd’e ve Dergâh-ı muallam müteferrikalarından İbrâhim’e (Allah ikisinin de ululuğunu artırsın) hüküm ki: ... Sanâyî işlerden basma san’atı, paranın elde edilmesi, güzel sikkeler basma ve sahîfe üzerine mühür vurulması gibi bir çeşit kitabetten ibaret ve baskı tekniğinde husule gelen kitapların ibareleri ve bir cild kitabın yazılması zahmetine karşılık, baskı tekniği ile nice bin cild kitabın meydana geleceği apaçık ortada olup, az zahmetle çok fayda sağlayan rağbet edilir bir san’at olduğunu ifâde eden güzel bir risale te’lif ve inşâ ile fazla olan menfaatlerinin bir bir sayılması ve zikri geçen bu baskı tekniğinde sizin bilginiz olmakla levazım ve masraflarını birlikte görüşüp tedârik etmeniz, saâdetli saltanat günlerinde, bu bilinmeyen san’atın, gizli rey ve kalbinizde cilveger olmasıyla, kıyamet gününe kadar bütün müslümanların hayırlı duâlarının celbine sebeb olmak için; fıkıh, tefsir, hadîs-i şerif ve kelâm kitaplarından başka, lügat, târih, tıb, hikmet ve hey’et ile buna bağlı coğrafya ve mesâlik kitaplarının basılması hususunda pâdişâhlık izin ve ruhsatımı iltimas eylemeniz ile, mezkûr risalede âlimlerin en büyüğü ve dînimizin emirlerine sıkıca sarılan, faziletli şeyhülislâm ve müftiyü’l-enâm Mevlâna Abdullah’a (Allah faziletini artırsın) gönderilip; “Basma san’atında ustalık kazanan Zeyd, lügat, hikmet, hey’et ve bunların benzeri âlet ilimlerinde te’lif olunan kitapların harf ve kelimelerinin suretlerini birer kalıba nakşedip yapraklar üzerine basmakla, bu kitapların benzerlerini elde ederim” dese, Zeyd’in bu şekilde kitap imâline başlamasına şer’an ruhsat var mıdır? diye fetva istendiğinde; “Basma san’atında mahareti olan kimse doğru bir kitabın harf ve kelimelerini bir kalıba doğru olarak nakşedip sahîfelere basmakla, az zamanda meşakkatsiz olarak, sayısız nüshalar elde edilir ve pek çok kitap ucuz fiyat ile alınıp satılır. Bir kaç âlim kimse, sureti kazınacak kitabı tashih için tâyin buyurulur ise, gayet müstahsen işlerden olur” diye fetva verilmesinden başka, mezc edilmekle adı geçen Mevlânâ Abdullah’ın mübarek fetvaları mucibince, pâdişâhâne iznim lâyık görülüp ve sureti nakşolunacak lügat, mantık, hikmet hey’et ve bunların benzeri âlet ilimlerinde teklif olunan kitaplardan sureti nakşolunacak kitapları tashih için, hakîki ulemâ ve müdekkik fâzıllardan, şer’î ilimlerde ve yüksek fenlerde ehilleri tam olan müslüman faziletli kâdılardan eski İstanbul kâdısı Mevlânâ İshak ve sabık Selanik kâdısı Mevlânâ Sâhib ile Galata eski kâdısı Mevlânâ Es’âd (faziletleri ziyâde olsun) ve büyük şeyhlerden olup, hakîkî âlimlerin önde geleni Kasımpaşa mevlevîhânesi şeyhi Mûsâ (ilmi ziyâde olsun) me’mur ve tâyin olunmuşlardır. İmdi zikrolunan lügat, mantık, hikmet ve hey’et ile bunların benzeri âlet ilimlerinde te’lif olunan kitaplardan sureti kazınacak kitapları adı geçen mevlânâlara tashih ettirdikten sonra, izah edildiği üzere bu san’atı kalabalık ile icra ederek, bu veçhile mezkûr kitapların çoğaltılmasına tam bir ciddiyet ve gayretle çalışıp ve bu san’at ile meydana gelen doğru kitap olmak üzere, ziyâde ihtimam ve zapt ile hatalı çıkmasından gayet sakınasınız ve şöyle bilesiniz. Hayır işaretine güvenesiniz. Fî evâsıt-ı Zilka’de 1139 (Temmuz başları 1727).” ADALET KIL! Üçüncü Ahmed Han, yeğeni birinci Mahmûd Han’a şöyle nasihat etmiştir, Hayr endîş ol ey vücûd-ı kerîm, Kimseye etme kendini teslîm. Hâcet eshâbına adalet kıl, Fukara hâline riâyet kıl. Kimsenin inkisârını alma, Benim ettiklerimle hem kalma. Sana şehzâdeler emânettir, Lâyık-ı şân olan sıyânettir. Dâima saltanatta var olasın, Ferr-ü-şevketle berkarâr olasın. Eyleye bahtını küşâde Hûda, Hayme-i ömrün ola pâ-ber-câ. Abdi Târihi; sh. 41 1) Târih-i Râşid (İstanbul-1282); cild-3, sh. 292 2) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 16 3) Hadîkat-ül-cevâmi’; cild-1, sh. 41 4) Târih (Küçük Çelebizâde Âsıpı, İstanbul-1282) 5) Nusretnâme (Fındıklı, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 5983) 6) Tezkire (Sâlim, İstanbul-1315); sh. 52 7) Tuhfe-i Hattâtin (Müstekimzâde, İstanbul-1928) 8) Lâle Devri (A. Refik, İstanbul-1331) 9) Patrona İsyânı (Münir Aktepe, İstanbul-1958) 10) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 76 11) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 1 12) Osmanlı Devletî Târihi (Hammer); cild-13, sh. 86 13) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 271 14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 119 15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033 AHMED HAMDİ PAŞA Osmanlı sadrâzamı. Eski sadrâzamlardan Melek Ahmed Paşa’nın soyundan gelen ve sadrâzam Hüsrev Paşa’nın kethüdası olan Yahyâ Bey’in oğludur. 1826 senesinde İstanbul’da doğdu. Tahsîlini tamamladıktan sonra, 1841’de Bâb-ı âlî’de eski kethüda kaleminde me’mûriyete başladı. Daha sonra sadâret mektubî kalemine tâyin edildi. 1852’de serasker mektupçuluğuna getirildi ve on sene sonra Dâr-ı şûrâ-yı askerî dâiresinde âzâ oldu. Burada 1868 senesine kadar kaldı ve derece derece yükselerek “Recâî” sırasına girdi. Aynı sene ûlâ sınıfı evveli rütbesi ve 10.000 kuruş maaş ile Dîvânı ahkâmı adliye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre Hukuk dâiresi riyaseti vekâletinde bulunduktan sonra bâlâ rütbesi ile Evkâf-ı hümâyûn nezâretine getirildi ve bir çok câmi, medrese, mektep ve diğer hayır kurumlarını tamir ettirdi. Hüseyin Avni Paşa, liyâkatini takdir ettiğinden onu 1869’da serasker müsteşarlığına tâyin ettirdi. İki sene sonra sadrâzam olan Mahmûd Nedim Paşa, Ahmed Hamdi Paşa’yı Aydın vâliliğine tâyin etti. Bir sene vâlilik yaptıktan sonra, önce Tuna vâliliğine, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması üzerine de tekrar mâliye nezâretine tâyin edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın sadârete tâyininden kısa bir süre sonra İkinci defa Aydın, buradan da Suriye vâliliğine gönderildi. Fakat Şam’ın iklimi kendisine iyi gelmediğinden, istifa etti. 1877 senesinde dâhiliye nezâretine (İçişleri Bakanlığına) tâyin edildi. Osmanlı-Rus harbinde durum, Şıpka hâdisesinden sonra tehlikeli bir şekil alınca, ne yapılması lâzım geldiğini görüşmek üzere toplanan vükelâ meclisinde bir türlü karar almamıyordu. Nâzırlardan bâzıları kan dökmenin önüne geçilmesini, bâzıları da, her ne pahasına olursa olsun, mücâdeleye devam edilmesi fikrini savunuyorlardı. Müdâfaada devamın ve gayretin şart olduğunun isbâtını âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle yapan şeyhülislâm Kara Halîl Efendi’yi destekleyen dâhiliye nâzırı Ahmed Hamdi Paşa’nın; “Saltanatın bekasına hizmet ancak bugün içindir. Sulh çâresi aranılmakla beraber payitahtın müdâfaasına gayret edilmelidir. Veliyyünîmetimiz olan Devlet-i Âliyye’nin kuvvetinin devamı için hepimiz hayâtımızı feda etmeliyiz” demesi, konuşmaları gizlice dinleyen Abdülhamîd Han’ın hoşuna gitti. Bir süre sonra doksanüç harbinin neticesi ve siyâsî durum, İbrâhim Edhem Paşa’nın sadâretten ayrılmasını gerektirdi. Sultan, yerine Ahmed Hamdi Paşa’yı tâyin etti. Bu sırada Osmanlı ordularının kesin bir şekilde mağlûb olması üzerine barış andlaşması yapmak için gönderilen hâriciye nâzırı Server Paşa ve hazîne-i hâssa nâzırı Nâmık Paşa, Edirne’de, şartları çok ağır olan bir mütâreke mukavelesini imzaladılar. Hezîmetten dolayı halk arasında ve Meclis-i meb’ûsan’da, pâdişâh ve vükelâ aleyhinde sözler söylenmekte idi. Hattâ bu sırada serasker Rauf ve Dâmâd Mahmûd paşaların hatâları, Rus ticâret gemilerinin İstanbul boğazına kadar Osmanlı harp gemilerini sürüp götürmelerinden dolayı, bahriye nâzırı Saîd Paşa’nın kusurları dile getirilip, saraydan harb işlerine müdâhale edildiği iddia edilip, bunun suçu da eski mâbeyn başkâtibi ve zamanın dâhiliye nâzırı Saîd Paşa’ya yüklenerek bunlara güvensizlik gösterilmiştir. Bu yüzden sadrâzam Hamdi Paşa, göreve başladığından beri olup bitenleri Sultân’a arz ederek, adı geçen paşaların görevden alınmasını istedi. Fakat Sultan, vuku bulan bu mâruzâttan sâdece savaştaki hezimetin sebebleri arasında sarayın müdâhalesi ifâdesine üzüldüğünden, sarayın bu mes’ele ile alâkasının bulunmadığını ve sorumluluğun vükelâya âit olduğunu bildirdi. Hattâ bu konu hakkında bir rapor hazırlanması için dâhiliye nâzırı Saîd Paşa’ya emir verdi. Hazırlanan rapor, İkinci mâbeynci Osman Bey tarafından okununca, Ahmed Hamdi Paşa ağlıyarak; “Bu rapor bir kere meb’ûsların eline düşerse, pâdişâhlık ve vekilliğin hükmü kalmaz. Hepimiz, meb’ûslara boyun eğmek zorunda kalırız. Hattâ pâdişâhı da azarlamaya kalkışırlar. Efendimiz kendisini bu zincire nasıl teslim edecek. Artık bu raporu meb’ûslara götürüp götürmemek senin hamiyyetine kalmıştır. Sen bilirsin” dedi. Bunun üzerine Osman Bey raporu alıp saraya dönerek Sultân’a durumu anlattı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, derhal Ahmed Hamdi Paşa’yı huzuruna çağırarak mes’ele hakkında îzâhât istedi. Hamdi Paşa’nın durumu açıklaması üzerine Sultan, raporu Meb’ûsan meclisine göndermekten vazgeçti. Ahmed Hamdi Paşa bu görüşmeden bir süre sonra durumu düzeltmek için hiç bir şey yapmadığından dolayı sadâretten alınarak, üçüncü defa Aydın vâliliğine gönderildi. Bir sene sonra Bağdâd vâliliğine tâyin edildi. Altı ay sonra tekrar Aydın vâliliğine nakledildi. Bu sırada Suriye vâlisi Midhat Paşa’nın istiklâlini îlâna hazırlandığı haberi Sultân’a bildirilince, Hamdi ve Midhat paşaların yerleri değiştirildi. Ahmed Hamdi Paşa, Beyrut’ta teftiş için bulunduğu sırada 59 yaşında iken vefât etti. Beyrut’taki Mekteb-i sultanî civarında defnedilip, üzerine bir türbe inşâ ettirildi. Yirmi dört gün gibi kısa bir süre sadrâzamlık yapan Ahmed Hamdi Paşa, cesur, açık sözlü bir zâttı. Sistemli bir tahsil görmemiş olmasına rağmen, üzerine aldığı vazifelerde, elinden geldiği kadar gayret göstermiştir. 1) Mir’at-ı Hakikat; sh. 546 v.d. 2) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 636 3) İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi (Cemal Kutay İstanbul-1960); cild-13, sh. 7756 4) Osmanlı İmparatorluğu’nun Târihi (Z. Danısman); cild-13, sh. 244 5) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i Teşkilâtı; sh. 138 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 308 AHMED MİDHAT EFENDİ Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen gazeteci, muharrir. 1844 senesinde İstanbul’un Tophane semtinde doğdu. Beş-altı yaşlarında babasını kaybetti. Çocukluğu ve gençliği sıkıntılar içinde geçti. Ağabeyinin me’mûriyeti dolayısıyla, Vidin’e giden ve sıbyan mektebine başlayan Ahmed Midhat, bir süre sonra İstanbul’a döndü ve okulu burada bitirdi. Bir ara Mısır Çarşısı’nda aktar çıraklığı yaptı. İstanbul’da başladığı rüşdiye mektebini Niş’de tamamladı Ağabeyi ile Tuna vilâyetine giden Ahmed Midhat, Rusçuk’ta vilâyet tercüme dâiresinde me’mûrluk hayâtına başladı ve kendi gayreti ile Fransızca öğrendi. Midhat Paşa tarafından vilâyette çıkarılan Tuna gazetesinin önce muharrirliğine, sonra da başyazarlığına getirildi. Bu gazetede kendini yetiştirdi. Midhat Paşa ona kendi ismini verdi. Burada evlendi. Fakat sefâhet hayâtına düşkünlüğü yüzünden kardeşi ile arası açıldı. Bir ara tapu defterlerini temize çekmekle meşgul oldu. Bağdâd vâliliğine tâyin edilen Midhat Paşa ile beraber gitti. Burada Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve bu gazetede İki sene çalıştı. Çeşitli ilim adamları ile sohbetlerde bulunan Ahmed Midhat, ilk kitapları olan Hâce-i evvel ve Kıssadan hisse’yi burada yazdı. Basra mutasarrıfı olan ağabeyinin ölümü üzerine me’mûrluktan ayrılarak İstanbul’a döndü. Cerîde-i Askeriyye gazetesinin başyazarlığını yaparken, evinde kurduğu matbaasında eserlerini yayınlamaya başladı. Aynı zamanda Dağarcık dergisini çıkardı. Bu dergide çıkan Duvardan bir sadâ başlıklı makalesinden ve dinde reform yapılmasını isteyen yazılarından dolayı Nâmık Kemâl ve Ebüzziyâ Tevfik ile birlikte Rodos’a sürgün edildi. Üç sene kaldığı Rodos’da çocuklar için kurduğu Medrese-i Süleymâniye’de ders verdi. Ayrıca ders kitaplarını ve ilk romanlarını neşretti. Beşinci Murâd’ın tahta çıkmasıyla affedilerek 1876 yılında İstanbul’a döndü ve tekrar gazeteciliğe başladı. Üssü İnkılâb adlı eseri ile sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın takdirlerini kazandı. Matbaa-i Âmire’nin ve Takvîm-i Vekâyî gazetesinin müdürlüklerine getirildi. 1878 senesinde basın târihimizin en uzun ömürlü gazetelerinden olan Tercümân-ı Hakikâti çıkarmaya başladı. 1685’de Karantina başkâtibi olan Ahmed Midhat, aynı sene Stockholm’de toplanan şarkiyatçılar kongresinde Türkiye’yi temsil etti. Bu görev dolayısıyla gittiği Avrupa’da üç ay kalarak Avrupa’yı dolaştı. Görüp incelediklerini Avrupa’da Bir Cevelân adlı kitabında anlattı. 1908 senesinde İstanbul darülfünûnu târih muallimliğine tâyin edildi ve bir süre pedegoji dersleri verdi. Tekrar yazı yazmak istedi ise de, zamanın değişmesine ayak uyduramadığından yazmadı. 28 Aralık 1912’de fahrî hizmette bulunduğu Dârüşşefaka’da nöbetçi olduğu sırada kalb sektesinden öldü. Ahmed Midhat Efendi, affedilip Rodos’tan döndükten sonra siyâsetle uğraşmayı tamamen bıraktı. O, bazı arkadaşları gibi hiç bir esâsa dayanmayan ve belli bir gayesi olmayan, üstelik devlet ve millete zararından başka bir şeyi dokunmayan siyâset dâvaları peşinde koşmak yerine, halkın İrfan seviyesini yükseltmek için çalışmayı gaye edindi. Ona göre her şeyden önce millet okumalı, dünyâyı öğrenmeli, hayâta faydalı bilgiler edinmeli idi. Ahmed Midhat, bu yoldan ömrünün sonuna kadar ayrılmamıştır. Halkın henüz okuma alışkanlığı olmadığını görmüş ve onları okumaya alıştırmak için, politikadan başka her şeyden bahseden öğretici dergiler, broşürler, gazeteler çıkarıp, roman, hikâye ve tiyatro eserleri yazdı. Bunları yazarken sırasını getirip, konuyu bir yana bırakarak okuyucuya bilmediği şeyleri öğretmek, şevkle nasihat vermek yolunu tuttu. Gazetesinde çıkan tefrikaları en heyecanlı yerinde keserek okuyucuyu merakta bırakıp ertesi günü yine gazeteye hücum ettiklerini görmek onu pek memnun ederdi. Ahmed Midhat’ın yazıları diğer yazarlarınkinden farklı idi. Bir öğretmen olan Ahmed Midhat, halka bir şeyler anlatmak, onlara bâzı şeyleri öğretmek istediği için yazılarını kendi devri edebiyatçılarının tersine halkın konuştuğu dille kaleme aldı. Bu bakımdan eserlerinde kullandığı dil sâde ve düzgündür. Yer yer, bir ev, aile, meslek ve mahalle lisanı, bu dillere âit tabiî incelikler ve halk deyimleri zaman zaman üslûbunu renklendirirdi. Ayrıca halka bir şeyler ve bir haber vermek için laubali bir sohbet lisânı vardır. Alfabe kitaplarından başlayarak; târih, coğrafya, kimya, biyoloji, iktisâd, hukuk, dil ve edebiyat gibi bir çok sahalarda yazılar yazan, tam manâsıyla popüler ve ansiklopedist bir yazar olan Ahmed Midhat Efendi, bu yönü ile geniş kitlelerin ihtiyâçlarına cevap vermeye çalışmıştır. Türk edebiyatında, onun kadar çok yazan, o ölçüde çalışkan ve idealist bir halk yazarı yetişmemiştir. Bu sebeble o, kendisine yetişenlerle değil, fakat aynı yolu tâkib tedenlerle birlikte; “Halk için edebiyât çığrının” tanzîmât devrindeki en büyük simasıdır. Ahmed Midhat’ın edebiyat hakkındaki düşünceleri diğer tanzîmât devri yazarlarına benzemektedir. Ona göre; edebiyatımız için dâima batı edebiyatı örnek alınmalı, roman ve tiyatroya önce batı taklid edilerek başlanmalı, daha sonra mahallî ve millî bir karakter kazandırılmalıdır. Yalnız ahlâk yönünden kendi millî ve içtimaî gerçeklerimiz yansıtılmalıdır. Altmışdan fazla olan uzun hikâye ve romanlarının hemen hepsinde tanzîmât devrinin karakteristik tiplerini verir. Bunlar, doğu medeniyetinin ahlâk ve gelenekleri içinde yetişip, batı kültürünü benimsemiş yerli tiplerle, millî örf ve âdetleri reddeden, buna karşılık batının ilim ve kültürünü değil, serbest ve rahat yaşayışını tercih eden tiplerdir. O, Felâtun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında bu düşünceye geniş yer verir. Batının ahlâkî ve düşük taraflarını almaya karşıdır. Bunun yanında hesabını bilen, her şeyi ölçülü yapan bir nesil ister. Bununla birlikte İslâmî açıdan bakılınca bâzı değerlere aldırmaz. Romanında ideâl tip olan Rakım Efendi, İslâm’ın emir ve yasaklarına uymada kayıtsız davranır. Bu îtibârla kendi değerlerimizde bâzı gedikler açar. Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı eserlerin sayısı iki yüzü geçmektedir. Bunlar arasında ders kitapları, târih ve coğrafya külliyâtı ve tercümeleri dışındaki eserleri şu üç grupta incelenebilir: Hikâye ve romanları: Kıssadan Hisse (1870), Hasan Mellâh (1874), Dünyâya İkinci Geliş (1874), Felâtun Bey ile Rakım Efendi (1875), Çengî (1877), Kafkas (1877), Dürdâne Hanım (1882), Cellâd (1884), Hayret (1885), Demir Bey (1888). Gürcü Kızı (1889), Letâif-i rivayet (1893) Gönüllü, Jön Türk (1910). Oyunları: Açıkbaş (1874), Ahz-i Sâr (1874), Hükm-i Dil (1874). Fürs-i Kadimde Bir Facia (1884), Çengi (1884), Çerkez Özdenler (1884). Gözlem ve inceleme yazıları: Menfâ (1876), Üssü İnkılâb ve Zübdet-ül-hakâyık (1878), Müdâfaa (1385), İstibşâr (1892), Volter (1887), Beşir Fuâd (1887). Nizâ-i ilm ü din (1900). 1) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 964 2) Hayat Târih Mecmuası; 1980, sayı-12, sh. 31, 1968, sayı, 12, sh. 12 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 127 4) XIX. Asır Türk Edebiyatı (A. H. Tanpınar); sh. 433 5) Ahmed Midhat Efendi (Şevket Rado, Ankara-1986) 6) Ahmed Midhat Efendi, Hayâtı ve Hâtıraları (Kâmil Yazgıç-1940) AHMED MUHTÂR PAŞA Doksanüç harbinin doğu cephesi kumandanı ve Osmanlı sadrâzamı. 1839 (H. 1255) târihinde Bursa’da doğdu. Katırcıoğlu ailesinden Halil Efendi’nin oğludur. Büyük bir asker, kıymetli bir komutan idi. Müşir (mareşal) ve Gâzi ünvânlarına sâhib oldu. Ömrünün son yıllarında kısa bir süre sadrâzamlık yaptı. Fakat askerlikte gösterdiği başarıyı siyâset sahasında gösteremedi. İttihâd ve Terakkî ile müşterek hareket ederek, sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinde ve Balkan harbine girilmesinde faal rol oynadı. Onun bu başarısızlıkları, kazandığı şöhreti ve şahsiyetini lekeleyen hareketlerin başında gelmektedir. 1919’da İstanbul’da vefât etti. Ahmed Muhtar, 1851’de oniki yaşında Bursa Askerî Lisesi’ne kayıt oldu. Başarı ile liseyi bitirip, 1856’da İstanbul’da Harbiye’ye girdi. Dört senelik bir tahsilden sonra, 19 Mart 1860’da mektebi bitirerek mülâzım oldu. Bir sene de Erkân-ı Harbiye’de okudu. Sınıfını birinci olarak bitirip, kurmay yüzbaşı olarak, askerlik hayâtına atıldı. İlk tâyini Karadağ’a çıktı. 1861 yılında Osmanlı topraklarından Hersek ve Karadağ bölgesinde isyân çıkmış, ayaklanmayı bastırmak üzere serdâr-ı ekrem müşir Ömer Lütfi Paşa vazîfelendirilmişti. Ahmed Muhtar, Ömer Lütfi Paşa’nın emrinde hizmete başladı. Askerliğinin bu ilk günlerinde, birliği ile yaptığı muhârebelerde üstün bir kabiliyet ve cesarete sâhib olduğunu gösterdi. Gösterdiği başarıdan dolayı, Mecîdi nişanı ile mükâfatlandırıldı. Onun bu ilk harekâtdaki başarısı, kişiliğini ortaya koymuş, metanet, sabır ve sebat gibi kıymetli hasletleri üzerinde topladığına şâhid olunmuştu. Ostrok’da yaralanmış, kıdemli yüzbaşılığa terfî ettirilmişti. 1862’de de Kara Harb Okulu’nda öğretmenlik yapmış, balistik ve teknik konularda ders vermiştir. İki sene bu vazifeyi başarıyla yürüten Ahmed Muhtâr’a binbaşılık rütbesi verildi ve Kozan dağı isyânını bastırmakla vazifeli tümenin Erkân-ı harbiyesine (kurmay başkanlığına) tâyin edildi. Dönüşte kaymakamlığa (yarbaylığa) terfî ettikten sonra, şehzâde Yûsuf İzzeddîn’in öğretmenliğine me’mûr edildi. Çalışkanlığı, bilgisi ve kibar hareketleri, saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Hattâ Pâdişâh’ın takdîrini kazandığından, Avrupa’ya gittiğinde yânına aldı. 1868 târihinde Karadağ hudutlarında yapılacak değişiklik komisyonunda komiserlik vazifesini yürüttü, bir sene sonra da miralay (albay) oldu. 1870’de de komiserlik uhdesinde kalmak üzere, askerî şûra üyeliğine getirildi. Bu yılın sonunda mîrliva yâni paşalığa terfî etti. O sırada Yemen’de başlayan ayaklanmayı bastırmak üzere görevlendirildi. 6 Aralık 1870’de Derseâdet’ten ayrılan Ahmed Muhtar Paşa, Yemen’e hareket etti. İsyancıların başı olan Muhammed bin E’iz’i, Rayda kalesinde sıkıştırarak teslim aldı ve diğer isyâncılarla birlikte cezaları verilmek üzere İstanbul’a gönderdi. Çok muhkem olan bu kaleyi hiç denecek kadar bir zayiatla teslim alması, onun askerî kabiliyetine bir delîl teşkil etti. Bu hareketi ile Pâdişâh’ın takdirine mazhar olup, kendisine ferik rütbesi verildi. Bundan dört ay sonra Yemen’de yedinci ordunun kurulmasına karar verildi ve 10 Eylül 1871’de rütbesi müşirliğe terfî ettirilerek, Yemenin vâli ve komutanlığına tâyin edildi. 1861’de Erkân-ı harbiyeyi bitirmiş olan Ahmed Muhtar Paşa, on sene gibi pek kısa bir zamanda, harplerde gösterdiği kahramanlığının neticesi, otuz iki yaşında askerlik mesleğinin zirvesine yükselmişi müşirlik rütbesine kavuşmuştu. Yemen vâlisi Ahmed Muhtar Paşa, ilk olarak San’a şehrinin alınmasına karar verdi. Ordusu ile Haraz dağı üzerinden geçerek San’a’ya gitmeyi plânladı. Çünkü bu dağda o bölgeye hâkim isyâncılara yardım eden İsmâiliyye sapık fırkasına mensup Hasan bin İsmâil adında biri vardı. Emrinde güçlü, gözü pek askerler bulunuyordu. Ahmed Muhtar Paşa, kısa zamanda, bu sapık fırkanın reîsini teslim aldı. Oradan San’a üzerine yürüdü. San’alıların; mezheblerine, inanışlarına karışmaması şartıyla şehri teslim etme tekliflerini kabul edip, San’a’ya Osmanlı bayrağını çekti. Kısa zamanda bölgede emniyet ve düzeni sağladı. Bu haber, Abdülazîz Han’a ulaştığında, onu birinci rütbeden Murassa Osmanî ve Mecîdi nişanlarıyla taltif eyledi. Yemen’de askerî ve idâri ıslâhatlar yapan, bütün isyânları bastırıp, Osmanlı nüfuzunu te’min eden ve üç sene vâlilik görevini başarıyla yürüten Ahmed Muhtar Paşa, 1873’de İstanbul’a davet edilerek, nâfia nâzırlığına (bayındırlık bakanlığına) tâyin edildi. İki ay sonra Girid vâliliğine, ondan bir ay sonra ikinci ordu kumandanlığına, 16 Eylül 1873’de de dördüncü ordu kumandanlığı ve Erzurum vâliliğine tâyin edildi. Bu vazifede İki sene kaldıktan sonra, İstanbul’a çağrıldı. 13 Ocak 1876 târihinde Bosna ve Hersek bölgelerindeki kıpırdanışları yatıştırmak üzere Bosna-Hersek cephe kumandanlığına atandı. Aldığı tedbirlerle Hersek ayaklanmasını kısa zamanda bastırdı. Bu sırada sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edildiği haberi her tarafa yayıldı. Yerine beşinci Murâd pâdişâh oldu. Pâyitahtda bu olaylar olurken, 1 Temmuz 1876’da Sırbistan ve Karadağ, Osmanlı Devleti’ne harb îlân ettiler. Müşir Ahmed Muhtar Paşa, 23 Temmuz 1876’da Karadağ prensi Nikolay ile yaptığı çarpışmalarda galip geldi. Ancak 29 Ağustos 1876’da Trebin’e dönmek zorunda kaldı. Burada kuvvetlerini takviye eden Ahmed Muhtar Paşa, 1 Eylül 1876’da yola çıkıp, Grahora’yı alarak, Karadağ’a girdi. Böylece Hersek’teki ayaklanma sona erdi. 3 Ocak 1877’de Girid vâli ve kumandanlığına atandı ise de, bu görevi kısa sürdü. Rusya, ötedenberi sıcak denizlere inmek gayesiyle yanıp tutuşuyordu. Bunun için de, boğazlara hâkim olarak Osmanlı Devleti’ni parçalamak, haritadan silmek istiyordu. Bu sebeple muhtemel bir Rus taarruzunu karşılaması için Ahmed Muhtar Paşa, 8 Şubat 1877’de Doğu Anadolu harekât alanı kumandanlığına tâyin edildi. Vazîfeyi devr alan Ahmed Muhtar Paşa, Rusların Gümrü-Kars-Erzurum istikâmetinden taarruz edeceğini tahmin ediyordu. Bunun için, kuvvetlerini sağ, orta ve sol kanat olarak üç grupta topladı. Sol kanada 8.000, ortaya 27.000, sağa 12.500, diğer cephelere de 12.000 civarında asker yerleştirdi. Ruslar, Ahmed Muhtar Paşa’nın tahmin ettiği gibi Gümrü-Kars ve Erzurum istikâmetini hedef olarak seçtiler. Toplam mevcutları 150.000 civarındaydı, ilk hedefleri ArdahanKars ve Doğu Bâyezîd idi. 24-25 Nisan 1877’de Arpaçay’dan Türk hudutlarını geçerek Tekeli köyüne ulaştılar. Müşir Ahmed Muhtar Paşa, Kars’tan bir piyade tugayı gönderdi. Kısa süren çatışmada kahraman Türk askeri Rusları geri püskürttü. Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ta yirmi dokuz taburluk iki tümen ile ağır topçu alayını Hüseyin Hami Paşa’ya bırakıp, kendisi az bir kuvvetle gece düşmanın önünü kesmek üzere yürüdü. Soğanlı dağı gerisinden askerine hiç istirahat vermeden öğleye kadar Paldum ve Hizar boğazlarına düşmandan önce yetişti. Düşmanın ileri hatlara geçmesini önledi. 1 Mayıs’tâ Ardahan’ı kuşatan Ruslar, on sekiz günlük muhârebeden sonra ele geçirebildiler. Bu savaşta, 6.000 düşman öldürüldü ve 500’e yakın mehmetçik şehîd oldu. Der Gukasov kumandasındaki Rus birliklerinin Doğu Bâyezîd’e ilerlediklerini öğrenen Ahmed Muhtar Paşa, kuvvetlerini, askerî bakımdan mühim olan Zivin mevkiine topladı. Kars-Erzurum hattında savunma tertibatı aldı. Rusların eline geçen Oltu’yu geri aldı. 21 Haziran’da Der Gukasov ile yaptığı çarpışmada düşmanı geri çekilmeye mecbur etti. Fakat ordumuz, sayı olarak düşmanın üçte biri kadardı. Yiyecek sıkıntısı da baş göstermişti. Osmanlı ordusu, güç şartlara rağmen düşmanla mücâdeleden yılmıyordu. 25 Ağustos’da yapılan Gedikler muhârebesi, Osmanlı ordusunun zaferi ile neticelendi. Bu muhârebede bin mehmetçik şehîd olurken; üç bin Rus öldürülmüştü. Ahmed Muhtar Paşa’nın askerlik hayatındaki en büyük başarılarından biri olan bu zaferle, ordumuzun sağ kanadı ve Erzurum yolu emniyete alındı. Şayet burada mağlûb olunsaydı, arkadaki illerle irtibat kesilecek, bütün ağırlıklar düşmana terkedilerek geri çekilmek durumuna düşülecek, toparlanıncaya kadar da, Ruslar Anadolu’yu işgal etmiş olacaklardı. Bu durumu çok iyi bilen İkinci Abdülhamîd Han, Ahmed Muhtar Paşa’yı takdir etti, kendisine Gâzi’lik ünvânı ile bir sırmalı kılıç ve iki kıymetli at hediye etti. Yahnilerde yapılan muhârebelerde de Osmanlı ordusu başarılıydı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, sınırlı imkânlarını çok iyi kullanarak, Rusları güç durumda bıraktı. Daha sonra bir kısım kuvvetlerle Erzurum istikâmetine düzenli ve programlı bir şekilde çekilmeye başladı. Bu çekilmesi çok isabetli olmuş, güçlü Rus orduları bir kaç koldan Kars’a ve Erzurum’a ilerlemeye başlamışlardı. Gâzi Ahmed Muhtar, Eleşkirt tümeniyle birleşip Deveboynu mevzilerine yerleşti. Bu geri çekilme harekâtı, Avrupa devletleri harb akademilerinde örnek bir çekilme olarak yıllarca okutulmuştur. Kasım ayı başında Rus kuvvetleriyle Deveboynu’nda yapılan çarpışmada Türk birlikleri Erzurum kalesine çekilmek mecburiyetinde kaldı. 9 Kasım’da Azîziye tabyası düştü. Fakat genç-ihtiyâr, kadın-erkek halkın, önde Nine Hâtûn olmak üzere, kılıç, sopa, kazma, balta, satırlarla; hücuma geçmesiyle geri alındı. Bu sırada Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, İstanbul’a çağrıldı. 25 Aralık’ta Erzurum’dan ayrılıp, Derseâdet’e hareket etti. Yerine tâyin edilen müşir Kurt İsmâil Hakkı Paşa, 31 Ocak 1878’de Ruslarla bir protokol imza edip, Erzurum’u Ruslara teslim etti. Ahmed Muhtar Paşa, 9 Ocak 1878’de İstanbul’a geldiğinde, batıdan hücuma geçen Rus ordusu, Edirne yakınlarına gelmişti. Pâdişâh, Rusları durdurmak üzere Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’yı Çatalca istihkamları komutanlığına tâyin etti. Ahmed Muhtar Paşa, emrine verilen kuvvetlerle, Davutpaşa civarında tedbir aldı. 3 Mart’da Ruslarla andlaşma yapıldı. Ahmed Muhtar Paşa, Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye riyasetine tâyin edildi. 9 Eylül 1878’e kadar bu görevi yürüten Paşa, isyân eden ve karışıklık içinde bulunan Girid’e gönderildi. Ahmed Muhtar Paşa, Kandiye yakınlarında hıristiyan liderleriyle yaptığı toplantılarda 8-10 maddelik bir andlaşma ile durumu tatlıya bağladı. 1880 Ağustos’unda Teftiş yüksek kurulu başkanlığına getirildi. 1883 Eylül’ünde Almanya ve İtalya’ya elçi gönderildi. 7 Ekim 1892’de Mısır fevkalâde komiserliğine tâyin edildi. Bu vazîfeyi on yedi sene yürüttükten sonra emekli oldu. 1908’de meşrûtiyetin ilanıyla Âyân meclisi üyeliğine, bir müddet sonra aynı meclisin reis vekilliğine, 1911’de ise Âyân meclisi reisliğine getirildi. 22 Temmuz 1912’de sadrâzam oldu. Kurduğu kabînede üç eski sadrâzam nâzır olarak bulunduğu için, Büyük kabine olarak bilinir. Bu kabînede bulunan eski sadrâzamlar; Kâmil Paşa, Avlonyalı Ferid Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa’dır. Aynı zamanda kabînede oğlu Mahmûd Muhtar Paşa’nın bulunmasından dolayı Baba-oğul kabînesi olarak da bilinir. Sadâreti sırasında Balkan savaşı başladı. Bu vazîfede başarılı olamadığı için, 29 Ekim 1912’de istifa edip Âyân meclisi üyeliğini sürdürdü. 20 Kasım 1917’de bu vazîfeyi de bırakıp evinde istirâhate çekildi. 22 Ocak 1919 senesinde Salı günü Fenerbahçe’deki evinde ebedî âleme göç etti. Seksen yaşında ölen müşir Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Fâtih Câmii avlusunda Fâtih Sultan Mehmed Han türbesinin güney doğusuna defnedildi. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, aynı zamanda ilim ehli bir kimse idi. Matematik, takvim ve astronomi alanlarında başarılı çalışmaları vardır. Bu hususlarda kitaplar yazmış, hayâtını da kaleme almıştır. Yazdığı eserler şunlardır: Riyâz-ül-Muhtâr, Mir’ât-ül-Mîkât vel-Edvâr ve bu eserin zeyli Mecmûa-yı Eşkâli. Bu eserlerinde namaz vakitleri, basîta denilen âletin kullanılması, şafak, fecir, tan hâdiseleri gibi konularda geniş bilgi verilmektedir. İslâhüt-Takvîm, Takvîm-üs-Sînîn, Takvîm-i Mâlî, Sergüzeşt-i Hayâtım’ın cildi sânisi, 1294 Anadolu’da Rus Muhârebesi. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 108 2) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 1805 3) Başımıza Gelenler (Mehmed Arif, İstanbul-1328) 4) Sergüzeşt-i Hayâtım’ın Cild-i Sânisi (A. Muhtâr Paşa, İstanbul-1328) 5) Yemen Hâtırası (Albay Rüşdü, İstanbul-1325); sh. 38 6) Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi (Rıfat Uçarol, İstanbul-1976); sh. 44 7) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 70 8) Müşir Gâzi Ahmed Muhtar Paşa (Haz. Genelkurmay Askerî Târih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara-1984) 9) Cem’iyyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye Salnamesi (İstanbul-1332) 10) 1875-1878 Şark Muhârebâtı ( İ.Halil, İstanbul-1328) 11) Mir’ât-ı Mukteb-i Harbiye (Mehmed Es’ad, İstanbul-1310); sh. 295 12) Tezâkir (A. Cevdet Paşa) 13) Mâruzât (A. Cevdet Paşa) AHMED PAŞA Onbeşinci asır lirik şâirlerinden. Doğum târihi bilinmemekte olup, Edirne’de doğduğu kaydedilmiştir. 1497 (H. 903)’de Bursa’da vefât etti. Bursa’da bulunan türbesi, yaptırmış olduğu medresesinin yanındadır. Ahmed Paşa tahsilini, o zaman Osmanlı Devleti’nin merkezi olan Edirne’de yaptı. Arabça ve Farsça’yı öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Bursa’da Muradiye Medresesi müderrisi oldu. 1451 senesinde Molla Hüsrev’in yerine Edirne kâdılığına tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince Ahmed Paşa’ya alâka ve iltifat gösterip, kazaskerlik makamına getirdi. Daha sonra zekâsının inceliğini ve şiirdeki maharetini görerek kendine musâhib, sohbet arkadaşı ve hoca olarak tâyin etti ve vezirlik rütbesi verdi. O da pek çok ilim ehlini ve edîbi pâdişâha tanıtarak âlimleri ve edipleri seven Fâtih Sultan Mehmed Han’ın yardım ve himayesini sağladı. Ahmed Paşa, İstanbul’un muhasara ve fethinde pâdişâhın dâimâ yanında bulunmuştur. Muhasaranın son günlerinde Fâtih Sultan Mehmed Han onu, Akşemseddîn’e ve Akbıyık Sultân’a göndererek fetih hususunda istişare yapmıştır. İlim sahibi ve İnce bir zekâya sâhib olan Ahmed Paşa’ya orduda ve sarayda Sipahi müftîsi denilmiştir. Pâdişâha ve devlete sâdık olup, paşa ünvânını almıştır. Bir ara vazifesinden azledilen Ahmed Paşa saraydan da uzaklaştırıldı. Daha sonra meşhur Kerem Kasîdesi’ni yazıp affedilmesini istedi. Pâdişâha arz edilince, Bursa’da Orhan Gâzi ve Muradiye mütevellîliğine tâyin edildi. Bu vazîfeden memnun kalmayan Ahmed Paşa, yine bir şiirle affedilmesini istedi. Bunun üzerine Eskişehir (Sultanönü) sancağına, daha sonra da Tire ve Ankara sancak beyliğine getirildi. Fakat Ahmed Paşa bu vazifelerin hiç birinden memnun kalmadı. Ankara’dan ayrılmak istedi. Bunu bir şiirle pâdişâha iletti ise de arzusu gerçekleşmedi. İkinci Bâyezîd Han’ın tahta geçmesinden sonra eski itibârını kazanan Ahmed Paşa, Bursa sancak beyi oldu. Bundan sonraki ömrünü Bursa’da geçiren Ahmed Paşa, 1488 (H. 893) senesinde Memlûklülere karşı Ağaçayırı’nda yapılan savaşa katıldı. Bursa’daki vazîfesinin yanında edebî toplantılara da katılan Ahmed Paşa; 1497 (H. 902)’de vefât edince, Muradiye Câmii yanında yaptırdığı medresenin yakınına defnedildi ve sonradan buraya bir türbe yapıldı. Ahmed Paşa, on beşinci yüzyılda Şeyhî’den sonra yetişen en büyük dîvân şâiri olup, dîvân şiirinin kurucuları arasında zikredilir. Bazıları onu Şeyhî’den de üstün görmektedirler. Kasîdelerinde kullandığı dilin sadeliği, mecazları, dîvân estetiği içindeki şiirleri ile devrindeki şâirlerin en üstünlerindendir. İran şâirlerinden Selmân-ı Sâvecî, Hâfız-ı Şîrâzî ve Kemâlî Hocendî’nin etkisinde kalmış; kendisinden sonra gelen Abdülbâkî ve Necâtî gibi şâirlere de te’sir etmiştir. Devrinde sâdece Anadolu’da değil, aynı zamanda İran ve Türkistan’da da tanınmış ve zevkle okunmuş dîvân sahibi bir şâirdir. Ayrıca Arabî, Fârisî şiirler de yazmıştır. Şiirlerinde işlediği konular, medih yâni övgü, sevgiliyi tavsif etme ve yanıp yakılma olarak hülâsa edilebilir. Bu şiirleri dîvânında toplanmıştır. Tezkire sahibi Latîfı, Ahmed Paşa’nın sözlerinin âlimce ve üslûbunun büyük kimselere yakışır tarzda olduğunu, inceliklerle dolu beytlerinin söz ve mânâ bakımından gayet metîn söylendiğini, kasîdedeki üstünlüğünün de herkesçe kabul edildiğini bildirmektedir. Bursa sancak beyi iken, Harîrî, Resmî, Mîrî ve Çakşîrî gibi şâirler onun meclisinde toplanırlardı. Evliyânın meşhurlarından olan Emîr Sultan’a, Şeyh Vefâ’ya, Şeyh Tâceddîn’e ve ayrıca Fâtih Sultan Mehmed Han ile ikinci Bâyezîd Han’a ve sultan Cem’e medhiyeler yazmıştır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 217 2) Tezkire (Latifi); sh. 76 3) Güldeste-i riyâz-i irfan; sh. 259 4) Esâmî; sh. 48 5) Osmanlı Şâirleri (Muallim Naci); sh. 7 6) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 193 7) Tezkiret-üş-şuarâ (Kınalızâde Hasan Çelebi); cild-1, sh. 134 8) Ahmed Paşa (Ali Alpaslan, Ankara-1987) 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 30 10) Resimli Türk Edebiyatı; cild-1, sh. 463 AHMED PAŞA (Kayserili) Osmanlı Devleti’nin son devrinde pek az veya hiç olmayan tahsîline rağmen şahsî gayret, faaliyet ve cesaretiyle tanınmış, Abdülazîz Han’ın hunharca şehîd edilmesine katılmış olan paşa. 1806 (H. 1221)’de Kayseri’ye bağlı Develi kazasının Pusatlı köyünde doğdu. 1878 (H. 1295)’de İstanbul’da öldü. On yaşında babasıyla beraber İstanbul’a geldi ve 1825 (H. 1241)’de bahriye neferi olarak askerliğe başladı. Daha sonra çavuş oldu ve donanmaya alındı. Gösterdiği bâzı başarılarla, önce mülâzımlığa, sonra da yüzbaşılığa terfi ettirilip, korvet kaptanlığına tâyin edilerek Sisam ihtilâlini bastırmakla vazifelendirildi. Burada ve daha sonraları Trablusgarp ve Mısır’da gösterdiği başarılar sebebiyle miralay, 1840’da riyale (liva amiral), 1845’de patrona (ferik amiral), 1850’de ise kapudâne (birinci ferik amiral) oldu. Bir ara görevden alınıp açıkta kalan Ahmed Paşa, Mustafa Reşîd Paşa tarafından mirliva sonra da ferik amiral yapıldı. Kırım muhârebesinin ilk safhalarında kaptân-ı deryalık vazîfesini vekâleten yürüten Ahmed Paşa’ya, Sivastopol muhârebesindeki hizmetinden dolayı vezirlik (müşir) rütbesi verildi. Kırım muhârebesinin bitmesinden sonra İstanbul’a gelen Kayserili Ahmed Paşa, 1857’de merkezi Rodos olan Cezâyir-i Bahr-i sefîd, 1860’da İzmir sonra da Sayda vâliliğine gönderildi. 1873’de ise, bahriye nâzırı oldu. Bu yıllarda Abdülazîz Han’ı tahttan indirmek için İngilizler ve bunların güdümü altındaki bâzı paşalar tarafından yoğun bir faaliyet sürdürülüyordu. 1876’da ikinci defa bahriye nâzırlığına getirilen Ahmed Paşa da bu harekete katıldı. Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinde sarayı emrindeki donanması ile denizden ablukaya aldı. Eğer bir muhalefetle karşılaşılırsa, gemilerle sarayı topa tutacaktı (Bkz. Abdülazîz Han). Vak’anüvist ve meşhur Osmanlı tarihçisi Lütfi Efendi, İkinci Abdülhamîd Han’a takdîm ettiği bir kitabında; “... Kayserili Ahmed Paşa’dan bir mikdâr bahsedeceğim; merkum (zikri geçen bu adam) câhil ve cesur, bednazar (kötü görüşlü) bir şahs-ı menfur idi. Bunun da hainliğine sebeb meğer sultan Abdülazîz Han, kapudan paşalık ünvânını merkumdan diriğ buyurması (uzak tutması) imiş. Ne büyük mel’anet! Kayserili bayağı bir şahıs olup, bu kadar nîmet ve servete, vezârete nâif olmuşken, kapudan paşalık ünvânıyla bahriye nâzırlığı nâmı arasındaki fark-ı mevhumun bu rütbe cinayete kadar cür’et verecek efkârda bulunmasının ne derecelerde insana hayret vereceği kâbil-i tarif değildir; bu fikr-i humk-u cehaleti (ahmakça cahilliği) münâsebet-i şâyânı zabt ve tahrir ağzından söz almak ümidiyle bir gün civâr-ı fakir hânemde (evimin yakınında)ki kâin konağına gidip hin-i mülakatımda (konuşma sırasında) keyfiyeti mâlumeden (Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinden) bahis açıldıkta, bîmehâbâ (pervasızca) iftihar ederek; “Biz bir-iki seneden beri Avni Paşa ile bu işi kurmuş idik” demesini müteâkib, odadan içeri misafir gelmekle kesilecek lisanı, kesildi (sustu). Başka lakırdıya girişildi, ilerisini söylemedi...” satırları ile Ahmed Paşa’ya yer vermiştir. Çerkez Hasan’ın Hüseyin Avni’yi vurduğu esnada kaçarak ufak sıyrıklarla canını kurtarmayı başardı. İkinci Abdülhamîd Han tahta geçince bahriye nâzırlığından alınıp Tuna’ya vâli olarak gönderildi, ölümünden yirmi-otuz gün evvel İstanbul’a gelmesine müsâde edilen Ahmed Paşa, gelişinden az sonra öldü ve Süleymâniye Câmii kabristanına gömüldü. 1) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 40, 534 2) Mir’ât-ı hakikât; sh. 111, 128, 300, 387 3) Musavver Medeniyet Gazetesi (30 Zilkade 1290) 4) Tabsıre-i ibret (Midhat Paşa); sh. 166 5) Nuhbet-ül-vekâyi, (Mehmet Süreyya); cild-3, sh. 79 6) Kayserili Ahmed Paşa Hakkında İkinci Abdülhamîd’in Bir Hatt-ı Hümâyûnu (Uzunçarşılı), belleten, sayı-27, sene-1943) AHMED RÂSİM Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yetişen yazar ve gazetecilerden. Posta ve telgraf me’rruru Behâeddîn Efendi’nin oğlu olup, 1864 senesinde İstanbul’da doğdu. Henüz doğmadan önce anne ve babası ayrıldığı için sıkıntılar içinde büyüdü. Annesinin ve akrabalarının yardımı ile ilk mektebi, sonrada Dârüşşefeka Lisesi’ni 1883 senesinde, birincilikle bitirdi. Ahmed Râsim, öğrencilik yıllarında edebiyatla ilgilenmeye başladı. Okulu bitirdikten sonra bir müddet posta ve telgraf nezâretinde me’mur olarak çalıştı. Sonra me’mûriyetten sıkılıp, vazîfeden ayrılarak Ahmed Midhat Efendi’nin teşvikiyle yazarlığa başladı. İlk yazısı Tercümân-ı Hakikat gazetesinde yayınlanan Fransızca’dan yaptığı bir tercüme idi. Sonra sırasıyla Cerîde-i Havadis, Tercümân-ı Hakikat, Ma’lûmat gibi gazetelere yazı yazmaya başladı. Bunun yanında Güneş, Gülşen, Sebat, Hamiyyet, Şafak, Servet, Tanin, Tasvîr-i Efkâr gibi dergilere yazı yazıyordu. Bâzı yazılarında müsteâr yâni takma isimler kullanıyordu. Hanımlara Mahsûs Malûmat başlıklı yazılarını Leylâ Feride adıyla yayınladı. Ahmed Râsim, Midhat Efendi mektebinin yetiştirdiği gazetecilerdendir. Batı dünyâsında gerçekleşen yeni buluşları ve fennî yazıları tercüme ederek aktarmış, devrin yaşama biçimine âit çeşitli sahneleri kendisine has bir anlatış tarzı ile gözler önüne sermiştir. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın musahiplerinden Behram Ağa’nın açtığı Mekteb-i Behramî’de ve Kamanto Musevî okulunda bir müddet öğretmenlik yapan Ahmed Râsim, geçimini sağlamak için, târih, fen, dilbilgisi, matematik ve benzeri konularda ders kitapları da hazırlamıştır. Ahmed Râsim, ayrıca muhabir sıfatıyla Türkiye ve Türkiye dışında bâzı seyahatlerde bulunmuştur. Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında Alman imparatoru Wilhelm’in Suriye gezisine Malûmat Gazetesi muhabiri olarak katılmış, İkinci Meşrûtiyet’ten sonra Sofya’ya gönderilmiş, Birinci cihân harbi sırasında istihbarat Cemiyeti’nce Suriye’de görevlendirilmiş, bir aralık da Romanya cephesinde bulunmuştur. Ahmed Râsim, yazarlık mesleğini 1927 senesine kadar aralıksız sürdürdü. Aynı sene İstanbul meb’ûsu olarak meclise girdi. 1932 senesine kadar meb’ûs olarak kaldı. 21 Eylül 1932 târihinde Heybeliada’da vefât etti. Heybeliada mezarlığına gömüldü. Ahmed Râsim, târih, roman, şiir, fıkra ve makale, otobiyografi gibi bir çok dalda eser vermiştir. İlk okullarda okutulmak için dört cildlik bir Osmanlı Târihi hazırlamıştır. Acemilik devrinde yazmış olduğu roman ve hikâyelerinde Ahmed Midhat gibi okuyucuya bilgi vermeye çalışmıştır. Ekseriya pek romantik, pek havaî aşklar, duygulu-realist bir dekor içinde anlatılmıştır. Şiirleri eski tarzdadır. Şarkı ve gazellerinde Nedîm’in büyük te’siri görülür. Fıkra ve hâtıralarında ise İstanbul’un son senelerindeki hâlini ve çeşitli insan tiplerini başarıyla tasvir etmiştir. Altmışa yakın bestesi vardır. Dünyâyı ve insanları hoş ve gülünç taraftarıyla alan Ahmed Râsim’in eserlerinde yaşama sevinci her şeye hâkimdir. Edebî zevkte ve dilde orta bir yol tutma tarafdârıdır. Eserlerinde canlı bir Türkçe kullanmıştır. Yazdığı eserlerin sayısı yüzden fazladır. Bunlardan bâzıları şunlardır: Roman ve Hikâyeleri: Meyl-i Dil (1892), Mekteb Arkadaşım (1894), Gam-ı Hicran (1894), Nümûne-i Hayâl (1894), Asker Oğlu (1897), Nâkam (1897), Hamamcı Ülfet (1922), İki Güzel Günahkâr (1922). Hâtıraları: Gecelerim (1894), Fuhş-i Atik (1922), Muharrir, Şâir, Edîb (1924). Fıkra ve Makaleleri: Menâkıb-ı İslâm (1907), Şehir mektupları (1910), Tahrir ve Muharrir (1910), Cidd Ü Mizah (1918), Eşkâl-i Zaman (1918), Gülüp Ağladıklarım (1926), Muharrir Bu Ya! (1927). Târihle ilgili Kitapları: Arabların Terakkîyât-ı Medeniyesi (1887), Târih-i Muhtasarı Beşer (1887), Eski Romalılar (1889) Resimli ve Haritalı Osmanlı Târihi (dört cild-1912), İki Hatırat Üç Şahsiyet (1916). Diğer Konular: Bedâyi-i Keşfiyât ve Ihtirâat-ı Beşeriyeden Fonograf (1885), Elektrikıyyet-i Sakine (1885), Garâib-i Âdât-ı Akvam (1887), Ömr-i Edebî (1900). 1) Türk Edebiyatı (Ahmed Kabaklı); cild-3, sh. 325 2)Ahmed Râsim (Doç. Dr. Şerif Aktaş); sh. 7 3) Resimli Türk Edebiyatı (N. Sâmi Banarlı); cild-2, sh. 1062 4) Ahmed Râsim (Agâh Sırrı Levend); sh. 188 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 132 AHMED RIZ İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ve Jön Türkler hareketinin ileri gelenlerinden. Birinci Meşrûtiyet’in Âyân meclisi âzasından olan ve Konya’nın Ilgın kazasında sürgünde ölen, İngilizce bildiği ve Kırım harbinde İngilizlerle yakından ilgilendiği için İngiliz Ali Bey diye meşhur bir zâtın oğludur. Annesi ise, Avusturyalı bir kadındır. 1859 yılında İstanbul’da doğdu, 1930 yılında yine burada öldü. Ahmed Rızâ, ailesinden Avrupâî bir eğitim gördü. Galatasaray lisesini bitirdikten sonra Fransa’ya gitti ve zirâat tahsîli yaparak Türkiye’ye döndü. Bursa maârif müdürlüğü vazifesine tâyin edildi. Bu sırada İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet gibi kişilerin tıbbiye talebesi iken gizlice kurdukları, daha sonra İttihâd ve Terakkî cemiyeti adını alan İttihâd-ı Osmânî cemiyetine üye oldu. 1884’de merkezi Paris’te olan Societe des Positivistes’e (Pozitivistler birliğine) üye olarak, onların fikir ve görüşlerini yeni Türk fikir hareketinin parolası hâline getirmeye çalıştı. 1889’da Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek bahanesiyle Avrupa’ya gitti. Yurda dönmeyerek Jön Türkler hareketinin başına geçti. Hayranı olduğu Fransız filozofu Auguste Komte’un “Pozitif bilimden başka bilim yoktur. İnsanlığa, hiç bir insan üstü varlığa dayanmayan ve insan sevgisinden doğan yeni bir insanlık dîni gereklidir. Bu din pozitif (müsbet) sebeblerin üzerine kurulmalı, teolojiye (dînî ilimlere) olduğu kadar metafiziğe (akıl üstü) de sırt çevirmemelidir. İnsanlık dîni nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi düşünmeden, kısa hayâtımızı daha yaşanılır bir hâle (pozitif hâle) koyacaktır. Bu ise birbirimizi sevmekle, birbirimiz için yaşamakla gerçekleşecektir. İnsanlığı, bir insanı sevdiğiniz gibi seviniz” diyerek peygamberleri ve vahyi inkâr eden, İslâm kardeşliğini ve İslâmiyet’in cihâd emrini yok sayan felsefî fikirlerini yaymaya çalıştı. Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Komte’un pozitivist felsefesinin parolası olan “Nizâm ve Terakkî” koymak istedi. Mâcerâ arayan veya herhangi bir sebeble menfaat yüzünden, İkinci Abdülhamîd Han’ın idaresine, “Kahrolsun İstibdâd” diyerek, İngilizlerin ve Fransızların teşvik ve desteğiyle Osmanlı Devleti ve İslâmiyet aleyhinde faaliyetler gösteren Jön Türkler, bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-i Osmânî cemiyetinin ittihâd’ının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin ittihâd’ı ile Ahmed Rızâ’nın terakkî’si bir araya getirilerek İttihâd ve Terakkî cemiyeti hâline geldi. Cemiyetin başına geçen Ahmed Rızâ, Paris’e tahsil için gönderilmiş, fakat oraya yollanış gayelerini unutan ve kendilerine Jön Türkler adı verilenlerle birlikte Meşveret gazetesini çıkarmaya başladı. Çeşitli yollardan yurda gizlice sokulan bu gazeteyi bir ara Osmanlı İdâresinin Fransa hükümetiyle olan diplomatik görüşmeleri neticesinde Paris’te çıkaramaz olunca, gazeteyi Cenevre’de neşretmeye başladı. Orada da takibata uğrayınca Brüksel’de çıkarmaya devam etti. Fakat Belçika hükümeti de Osmanlı Devleti’yle olan münâsebetleri sebebiyle gazetenin çıkmasına mâni oldu. Ancak Belçika parlamenterlerinden M. Georges Lorand, gazetenin mes’ûl müdürlüğünü üzerine aldı. Yıkıcı ve bölücü fikirleri yaymağa devam etmesi sebebiyle Ahmed Rızâ Belçika’dan, 1897 senesinde sınır dışı edildi. Şahsî geçimsizliği ve sâdece pozitivist fikirlere îtibâr etmesi sebebiyle Jön Türkler arasında bölünme oldu. Bir kısmı İstanbul’a döndü. Ahmed Rızâ ise, Avrupa’daki grubun başında kaldı. İkinci Meşrûtiyet’in îlân edilmesine kadar hayranı olduğu Auguste Komte’un pozitivist fikirlerini yaydı ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki faaliyetlere devam etti. 1908 yılında İkinci Meşrûtiyet îlân edilince, İstanbul’a döndü. İttihâd ve Terakkî partisinin önemli kişileri arasında ilk Meb’usan meclisine İstanbul’dan milletvekili seçildi ve Meb’ûsan meclisi başkanı oldu. Bir müddet sonra Âyân meclisi üyeliğine getirildi. Hareket ordusunun İstanbul’u işgali ve İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra, Meb’ûsan meclisinin toplandığı Çırağan Sarayı’nda çıkan bir yangın sebebiyle îtibârını kaybetti. İttihâd ve Terakkî partisi liderlerinden fikirce ayrılmış olan Ahmed Rızâ, Birinci cihân harbi sonunda pâdişâh Mehmed Vahideddîn Han tarafından Âyân meclisi başkanlığına getirildi. Mütâreke devrinin ilk günlerinde bâzı hareketleri sebebiyle Âyân meclisi başkanlığından uzaklaştırıldı. Tekrar Paris’e gitti. İstiklâl harbi sona erince İstanbul’a döndü, ömrünün son yıllarını, kendi köşesinde hiç bir şeye karışmadan geçirdi. Başkalarını hor ve hakir gören, kibirli ve inadçı olduğu kadar geçimsiz bir kişiliğe de sâhib olan Ahmed Rızâ, 1930 yılında İstanbul’da Şişli Etfâl Hastahânesi’nde öldü. Patri gazetesinin muhabirine; “Şarkta Hıristiyanlar, müslümanlardan daha ziyâde mağdur, mahkûm ve mazlumdur. Ben onların da müsâvî (eşit) haklara kavuşmaları için çalışıyorum. Fırka ise (İttihâd ve Terakkî fırkası) bilakis müslümanların taassubunu tahrik ederek hıristiyanları mahkûm bırakmak istiyor” diyen Ahmed Rızâ, bir İslâm düşmanı olduğunu belirtmekten geri kalmamıştır. Şerâfeddîn Mağmûmî’nin Hakîkat-i Hal isimli eserinde, “İttihâd ve Terakkî cemiyeti, ihtilâlden sonra dahi geniş ölçüde mason ve yahûdî karakterini muhafaza etmiştir. Bunun te’sirinin mühim bir netîce ve misâli olarak Meclis-i meb’usan reisi Ahmed Rızâ Bey’in yemîn sırasında, anayasanın koyduğu “Allah” kelimesini kullanmayı reddettiğini gösterebiliriz” diyerek, bu düşüncede olanların inançsızlığını ortaya koymuştur. Ahmed Rızâ, gayesini tahakkuk ettirmek için bâzı eserler yazmıştır. Fransızca ve Türkçe olan bu eserlerden bâzıları: 1- La Crise de L’Orient (1907), 2- Tolerence Musulmane (1897), 3- La Faillite Morale de la Politique Occidentale en Orient (1922), 4- Hâtırât, 5- Vazife ve Mes’Ûliyet (Paris-1324), 6- Lâyihalar (Londra-1312). 1) The Young Turks (E. E. Ramzsaur Prencefon Üniversity press, 1957); sh. 27 v.d. 2) Young Turkey (Karl Blind, Fortnightly Review LXVI, 1986); sh. 836 3) Les Penseurs de l’İslam (Cana de Vaux, Paris 1921); cild-5, sh. 159 4) Constantinople aux derniers Jours d’Abdülhamid (Paul Fesch, Paris-1907); sh. 335 5) Turkey And The Eastern Question (S. Macdonald, Londra-1913); sh. 54 6) Ahmed Rızâ Bey’in Hâtıraları (Neşr. H. Şehsuvaroğlu: İstanbul-1950) 7) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd ve Terakkî (E. Kuran, İstanbul-1948); sh. 68 8) İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin Teşekkülü ve Hidemât-ı Vataniye ve İnkılâb-ı Millîye Dâir Hâtıralarım (İbrâhim Temo, 1939); sh. 61 9) Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri (Şerif Mardin, İstanbul-1983) 10) Hakîkat-i Hal (Dr. Şerâfeddîn Mağmûmî, İstanbul-1330) 11) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler (E. Kuran, İstanbul-1945); sh. 27, 12) Modern Türkiye’nin Doğuşu (Bernard Lewis, Ankara-1984); sh. 195 13) Osmanlı İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük (Ş. Hanioğlu, İstanbul1983); sh. 226 v.d. AHMED TEVHÎD EFENDİ Osmanlı devri astronomi, matematik âlimi ve devlet adamı. Babası, İsmâil Hakkı Efendi, Eşref-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Şeyh Mustafa Efendi’nin oğludur. Ahmed Tevhîd Efendi 1802’de İstanbul’da doğdu. Zamanın önde gelen âlimlerinden olan Kethüdâzâde Arif Efendi’den aklî ve naklî ilimlerin tamâmını öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra serasker-i esbak Bursalı Dâmâd Saîd Paşa’ya kitabçı oldu. 1839 senesinde açılan imtihanı başarı ile vererek Mekteb-i İrfan iye ve Musika-i hümâyûn muallimliğine, daha sonra Beşiktaş kâdı nâibliğine tâyin edildi. 1844’de Bosna mevleviyetine gönderildi. Bir süre bu vazifede kaldıktan sonra Saîd Paşa ikinci defa seraskerliğe getirilince, 1846’da Ahmed Tevhîd Efendi Dâr-ı şûra-yı askerî âzâlığına getirildi. Saîd Paşa’nın seraskerlikten alınarak Sinop’ta ikâmete mecbur edilmesi üzerine Tevhîd Efendi de Dâr-ı şûra-yı askerî âzâlığından alınarak Uşak niyabetine tâyin edildi. Saîd Paşa’nın İstanbul’a dönmesi ile İstanbul’a geri döndü. Tevhîd Efendi, 1849 senesi Kasım ayı başlarında vazîfeye başlamak ve rütbesi tâyin gününden geçerli olmak üzere Mekke-i mükerreme; 1863’de Ağustos ayının on altısında vazîfe başında olmak kaydiyle Medîne-i münevvere mevleviyetine tâyin edildi. Bir süre sonra İstanbul’a dönerek Dâr-ı şûrâ-yı askerî müftîsi oldu. 1864’de Meclisi vâlâ âzâlığına getirilerek, Anadolu kazaskerliği payesi verildi. 1865 senesi Mayıs ayında Yanya kazası arpalık olarak Ahmed Tevhîd Efendi’ye verildi. Ahmed Tevhîd Efendi 1866’da Rumeli kazaskerliği payesi ile Meclis-i İntihâb-ı hükkâm-ı şer’î reisi, bir sene kadar sonra da evkâf-ı hümâyûn nâzırı oldu. Bu vazîfede iken sayısız câmi, mescid, dergâh, türbe, mekteb gibi âsâr-ı hayriyeyi tâmir ettirdi. 1868 senesinde bu vazifeden kendi isteği ile ayrıldı. Sultan Abdülazîz Han vazifesine devam etmesi için ısrar ettiyse de her defasında bir mazeret beyân ederek affını istedi. 1869 senesi Ocak ayının yirmi beşinde Pazar günü vefât eden Ahmed Tevhîd Efendi, dedesi Neccârzâde’nin türbesine defnedildi. Ahmed Tevhîd Efendi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olup, iffet ve fazîtet sahibi idi. İlim öğrenmek istiyenlere konağında sabah-akşam değişik konularda ders verirdi. Matematik, geometri ve dînî konulara dâir eserler yazmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Telhîs-ül-a’mâl; Mühendislik, topografya ve askerlik konularına dâir bir eser olup, 1830 senesinde tamamlanmış, 1854 senesinde de basılmıştır. 2- Mecmûatül-Ferâid ve Lübb-ül-fevâid: Bu eser de mühendislik ve topografyaya dâirdir. Bu eserini ayrıca, aynı isimle kısaltmıştır. 3- Mir’ât-üs-Semâ: Astronomiye aittir. 4- Hillul-Es’ab fî Ted’îf-il-Mik’ab, 5- Nuhbet-ül-Hisâb: Molla Cemşid’in eserinden tercüme edilmiş olup, 1854’de basılmıştır. Kendi el yazısı ile yazılı eserin eksik bir nüshası Râgıb Paşa Kütüphânesi’ndedir. 1) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i Teşkilâtı (İbn-ül-Emîn ve Hasan Hüsâmeddîn, İstanbul-1335); sh. 134 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 297 AHMED VEFİK PAŞA Osmanlıların son devirlerinde yetişmiş yazar, mütercim ve devlet adamı. 1813 yıllarında İstanbul’da doğan Ahmed Vefik Paşa, Bulgar yahûdîsi iken müslüman olan dîvân tercümanı Yahyâ Naci Efendi’nin torunu ve Paris elçiliğinde baş kâtip Ruhiddîn Efendi’nin oğludur. Ahmed Vefik ilk tahsîlini bitirdikten sonra, Mühendishâne-i berr-i hümâyûna girdi. Mustafa Reşîd Paşa’nın maiyyetinde Paris sefareti başkâtipliğine tâyin olunan babası ile beraber 1834’de Paris’e gitti. Paris’te Saint Louis Lisesi’ne devam etti. İstanbul’a dönünce 1837’de tercüme odasına me’mur olarak girdi. 1840’da elçi kâtibi olarak Londra’ya gitti ve burada üç sene kaldı. 1843’de Sırbistan’da sınır anlaşmazlığını giderecek hey’ete başkanlık etti. 1847’de baş mütercimliğe getirildi ve o yıl neşrine karar verilen Devlet Salnâmesi’nin tanzimine me’mur kılındı. Ahmed Vefik Paşa’yı himaye eden Mustafa Reşîd Paşa, 1850’de Memleketeyn (bugünkü Romanya) komiserliğine, bir sene sonra da Tahran büyükelçiliğine tâyin etti. 1854’de hiç anlaşamadığı Alî Paşa yüzünden geri döndü. Yine Reşîd Paşa’nın yardımı ile Meçlis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye üyeliğine seçildi. 1857’de Muhâkemât dâiresi başkanlığına, 1860’da Paris büyükelçiliğine tâyin edildi. Ahmed Vefik Paşa’nın Paris elçiliği sırasında, Fransa imparatoru üçüncü Napolyon, Suriye ve Lübnan’ı ele geçirmek istediğinden Cebel-i Dürûz’daki hâdiseleri durmadan körüklüyordu. Bir gün Ahmed Vefik, üçüncü Napolyon’la konuşurken; “Şam’a asker sevk etmek istediğinizi işitiyorum. Fransız askerini Türk askeri karaya çıkarmaz. Hem bu askerin size daha mühim işlerde lazım olacağına kâniim” dedi. Mağrur üçüncü Napolyon, sözünü sakınmazlığını duyduğu Türk sefirinin bu çıkışına öylesine hayret etti ki; “Efendi! Siz muhakkak iyi bir vatan perversiniz. Fakat diplomat değilsiniz” dedi. Ahmed Vefik Paşa bu sözleri ile Bismark’ın Fransa’ya karşı harp hazırlığını îmâ etmişti. Daha sonra vuku bulan hâdiseler, haklı olduğunu gösterdi. Üçüncü Napolyon’un beyaz boyalı bir arabası vardı. Ahmed Vefik Efendi de aynısını yaptırmıştı. Türk sefiri bu araba ile yollarda dolaşırken, halk İmparator geliyor diye telâşa düşerdi. Arabanın rengini değiştirmesi kendisine bildirilince, şu cevâbı verdi: “Sizin İstanbul’daki elçiniz, sultânımızın Boğaziçi’nde gezinti yaptığı mükellef kayığın aynıyla gezmektedir. O, haddini bilinceye kadar ben kendimi imparatorunuzdan” küçük görmem!” Kısa zaman sonra, İstanbul’daki Fransız elçisi kayığını değiştirdi. Ahmed Vefik Paşa da arabasını siyaha boyattı. Üçüncü Napolyon, Paşa’nın bu garib hâllerine kızarak şu haberi gönderdi: “Kendisini Kânûnî Sultan Süleymân’ın sefiri mi sanıyor?” Bunun üzerine Ahmed Vefik şu cevâbı verdi: “Kânûnî Sultan Süleymân’ı hatırlatmakla, oturduğu tahtın velînimetini unutmamış. Târih tekerrürdür. Bir gün halefleri arasında yine bu sözü hatırlayacak bulunabilir.” Şam hâdisesinden sonra imparator sarayındaki kabul resmlerinden birinde ve İngiliz sefirinin yanında Ahmed Vefik’e; “Devletiniz çatırdıyor” dedi. O tereddüd etmeden; “Bizim memleketimiz Fransa’ya uzaktır. Bu sebeble zât-ı haşmetânelerinin hakkımızda dâima doğru mâlûmât alamıyacakları tabiîdir. Bendeniz, Paris’de bulunduğumdan, sizin durumunuzu yakından görüyorum. Çatırdayan sizin İmparatorluğunuzdur” deyince, İmparator, sıkılarak bir şey söylemekden çekinmişti. Paris büyükelçiliği sırasında gösterdiği bu mert, atak hareketleri Osmanlı Devleti’ne büyük fayda sağlamıştır. En önemli hizmeti, Peygamber efendimizi tiyatro konusu yapmak isteyen Fransızlara mâni olmasıdır. Ancak garib kişiliği, tutarlı bir politika izleyememesi ve istikrarsızlığı sebebiyle hiç bir işinde muvaffak olamamıştır. Elçilikten alınıp önce evkaf nezâretine, sonra Meclis-i vâlâ üyeliğine, 1862’de de ilk darülfünûnun târih-i hikmet profesörlüğüne tâyin edildi. 1863 senesi başlarında da Anadolu bölgesi müfettişliğine getirildi. Bir buçuk seneyi aşkın bir süre Bursa, Balıkesir yörelerinde denetlemelerde bulundu. Kendine has, başına buyruk davranışları ile çevrenin ileri gelen kişilerini gücendirmişti. Hareketleri halk tarafından iyi karşılanmadığından, hakkında bir çok şikâyetler oldu. Bunun üzerine görevden ayrıldı ve yedi sene açıkta kaldı. Ahmed Vefik, 1872’de maârif nâzırlığına tâyin edildi. Aynı sene istifa edip Şûrâ-yı devlet reîsi oldu. Bir süre sonra da bu görevden ayrılarak beş sene kadar vazifeden uzakta kaldı. 1877’de Petersburg İlim Akademisi, kendisine âzâlık payesi verdi. 1878 senesinde Edirne’den Meclis-i meb’ûsâna girdi. Meclis’in açılışında pâdişâh tarafından başkanlığa, bir süre sonra sadâret makamına getirildi. Osmanlı târihinde baş vekil ünvânı ile ilk sadrâzam olan zât Ahmed Vefik Paşa’dır. Aynı zamanda dâhiliye nâzırı olan Ahmed Vefik’in bu makama gelişinden dokuz gün sonra, sultan İkinci Abdülhamîd Meclis-i meb’ûsânı kapattı. Ayastefanos’ta imzalanan ve devleti Rus esaretine koyacak kadar felâketli olan mukaddemât-ı sulhiye îtilafnâmesini Ahmed Vefik Paşa târih ve millet huzurunda bütün mes’ûliyeti üzerine alarak Safvet Paşa’ya imzalattı. Bir süre sonra baş vekillikten azledilerek Bursa vâliliğine tâyin edildi. Burada bir çok haksız hareketlerde bulundu. Yol açmak bahanesiyle pek çok fakirin evini yıktırdı. Hakkında düzenlenen bir rapordan dolayı vazifesinden azledildi. 1882 senesinde tekrar baş vekil oldu. İkinci sadâreti Meclis’i meb’ûsânı pâdişâha rağmen toplamak ve sultânı hâl’ etmek düşüncesinden dolayı iki gün sürdü. Bundan sonra köşküne çekilip dokuz sene münzevî bir hayât yaşadı. Kendisini en çok ziyaret eden dostu, meşhur İngiliz Lord Stanley olmuştur. 2 Nisan 1891 (22 Şaban 1308) târihinde öldü. Mezarı Rumeli Hisarı’nda Kayalar kabristanındadır. Öldüğü zaman, nereye gömülmesi gerektiği sorulunca; Robert Kolleji’nin kurulmasında yardımcı olduğu ve arsasını verdiği için, pâdişâhın; “Gömün Boğaz’ın sırtlarına! Kıyamete kadar çan sesi duysun!” dediği meşhurdur. Siyâsî, idarî ve edebî hareketleri garipliklerle dofu olan Vefik Paşa’nın, giyiniş tarzı da çok tuhaftı. Her işte aşırı ve işleri dengesiz olup, yasa, düzen dinlemezdi. Türkçe, Arabça, Farsça ve Fransızca’dan başka İngilizce Latin ve Yunan dillerini de bildiği söylenen Ahmed Vefik’in belli bir üslûbu yoktur. Yerine göre çok terkipli ve seciyeli bir lisan kullanmış, Arabça ve Farsça kelimelerle yüklü cümleler sıralamıştır. Bazan da en sâde halk dili, hattâ halk söyleyişi ile yazmıştır. Ahmed Vefik Paşa, Türkçe üzerinde çok çalışmış ve bü alanda yazdığı eserleri ile Türk diline büyük hizmet etmiştir. Önce Ebü’l-Gâzi Bahadır Han’ın Şecere-i Türk isimli eserini Çağatay Türkçesi’nden, Osmanlı Türkçesi’ne tercüme etti. Daha sonra Anadolu Türkçesi’nin ilk lügat kitabı olan Lehçe-i Osmânî adındaki eserini yazdı. Bu eserin birinci kısmında ilk olarak Türkçe sözler bir araya toplanmıştır. Eserde, dilimize; Fransızca’dan, İtalyanca’dan, Yunanca’dan giren bâzı yabancı kelimelere de yer vermiştir. Ayrıca, çeşitli Türk lehçeleri hakkında, ilk olarak bâzı bilgiler verilmiş, bu lehçelerin Türkiye ve Türkistan’daki yayılış alanları belirtilmiştir. Ahmed Vefik Paşa’nın bir başka eseri de Atalar Sözü isimli, darb-ı mesel mecmuasıdır. Bu eserde altı-yedi bin darb-ı mesele yer vermiştir. Bunlardan başka Hikmet-i târih ve Fezleke-i Târih-i Osmanî gibi eserleri de vardır. Ahmed Vefik, ayrıca tercüme sahasında da Türk edebiyatına geniş ölçüde hizmet etmiştir. Onun dikkate değer tercümeleri, klâsik Fransız komedicisi Moliere’den yaptığı adaptasyonları ve tercümeleridir. Moliere’in on altı eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Bunların Türk örfüne yabancı olanlarını adapte, diğerlerini ise tercüme etmiştir. Eserleri arasında en çok adaptasyonları tutulmuştur. Bunlar; İnfî’âl-i Aşk, Zor Nikâh, Don Civani, Tabîb-i Aşk, Adamcıl, Zoraki Tabib, Tartüf, Azarya, Yorgaki, Dandini, Okumuş, Kadınlar, Dekbazlık, Merâkî, Kadınlar Mektebi, Savruk, Dudu Kuşları’dır. Ayrıca Fransız edebiyatından Victor Hügo’nun Hernani, Voltaire’nin Micromega’nın Felsefe Hikâyesi, Fenelon’un Telemak, Le Sape’in Gil Blas Santiliani’nin Sergüzeşti adlı eserlerini Türkçe’ye tercüme etti. 1) Ahmed Vefik Paşa (İ. H. Ertaylan, 1932) 2) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 651 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 132 4) Mir’ât-ı hakîkat; sh. 556 5) Geçen Asırda Devlet Adamlarımız; sh. 93 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi ( Zuhurî Danışman ); cild-13, sh. 233 7) Meârif-i Umâmiyye Nezâreti Tarihçe-i Teşkilâtı; sh. 179 8) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 1067 AHMED YEKDEST CÜRYÂNİ Evliyanın büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. 1707 (H. 1119)’da Mekke’de vefât etti. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin dokuz yüz bin talebesi arasından yetiştirdiği yedi bin rehber âlimden biridir. Ahmed Yekdest Cüryânî, 1658’de ticâret için Cüryân’dan Hindistan’a giderken çolukçocuğunun tâûn hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberden sonra, yolda, eşkıya, bulunduğu kafileyi basıp yanındaki malları aldılar ve sol elini bileğinden kestiler. Kendisine; Yekdest yâni tek elli denmesinin sebebi budur. Çok üzgün bir hâlde Hindistan’ın Serhend şehrine gitti. Orada Muhammed Ma’sûm hazretlerini tanıyıp talebesi oldu. Sohbetlerinde ve derslerinde bulunup, tasavvufta yetişti. On bir sene hocasının kahvesini pişirip ona hizmetle şereflendi. Bundan sonra hocası onu, insanları irşâd etmek (doğru yolu göstermek) üzere Mekke’ye gönderdi. Otuz dokuz sene bu vazifeyi yapıp orada vefât etti. Yetiştirdiği âlimlerin en meşhurları; Mehmed Emîn Tokâdî, Tatar Ahmed Efendi, Hacı Muzaffer Efendi, Şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, dördüncü Mehmed Han’ın baş çuhadarı Kahramanağa, Kâdı Ziyâuddîn Efendi, rûznâmecibaşı Muhammed Kumul Bey, Muhammed Semerkandî ve dârüssaâde ağası Beşir Ağa’dır. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1084 2) Silk-üd-dürer; cild-1, sh. 107 3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 45 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 281 AHMEDÎ On dördüncü asırda Anadolu’da yetişen büyük dîvân şâiri. İsmi, İbrâhim bin Hızır, lakabı Tâceddîn’dir. Peygamber efendimize olan sevgisinden Ahmedî mahlasını kullanmış ve bu şekilde şöhret bulmuştur. Doğum târihi ve yeri ihtilaflıdır. Çeşitli kaynaklarda, Amasya’da, Uşak’ın Sivaslı köyünde ve Kütahya’da doğduğu zikr edilmiştir. Vefâtında seksen yaşından fazla olduğu için, 1334 senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. Ahmedî, Anadolu’da temel dînî bilgileri öğrenmekle kalmamış, aynı arzu ile Mısır’a gitmiş ve meşhur Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Hidâye şârihi Ekmelüddîn Bâbertî’nin derslerine devam etmiştir. Uzun bir tahsilden sonra hadîs, tefsir, fıkh, tıb ve matematik ilimlerinde, şiir ve edebiyatta söz sahibi olmuş, Molla Fenârî ve Hacı Paşa ile arkadaşlık yapmıştır. Hocası Bâbertî’nin işaret ettiği üzere, ömrünü hekimlikle geçirmiştir. Ahmedî, yüksek din ilimleri yanında; hikmet, matematik ve tıbda da ihtisas sahibi idi. Anadolu’ya döndüğünde âlimlere hürmet ve saygıda kusur etmeyen Germiyanoğullarının hizmetine girerek Süleymân Şâh’ın müşaviri, hocası ve doktoru oldu. Süleymân Şah nazım ve şiire çok düşkün olduğu için, şiirle uğraşmak mecburiyetinde kaldı. Yazdığı şiirleri Süleymân Şâh’a takdim ederek iltifatlarına kavuştu. Güzel nasîhatlarıyla, Anadolu birliğinin ve âdil bir idarenin kurulmasına yardımcı oldu. Germiyanoğulları toprakları Osmanlılara verilince, Ahmedî, bölgeye vâli tâyin edilen Şehzâde Yıldırım Bâyezîd’den de iltifat gördü ve ona sohbet arkadaşlığı yaptı. Ankara savaşından sonra Tîmûr Han’ın yanına gitti. İlmi ve çok beğenilen sohbetleriyle Tîmûr Han’ın yakınları arasına girdi. Daha sonra Anadolu’ya geri döndü. Süleymân Çelebi’nin yanına giderek, saraya yerleşti. Eserlerinin büyük bir kısmını Süleymân Çelebi’nin yanında iken yazdı. Süleymân Çelebi’nin ölümü üzerine Ahmedî, Mehmed Çelebi’ye intisâb etmiş ve bu hükümdara da şiirler yazmıştır. 1413 senesinde, bir rivayete göre Kütahya’da bir rivayete göre de dîvân kâtipliği yaparken Amasya’da vefât etmiştir. Ahmedî, on dördüncü asır dîvân şiirinin kurucusu ve üstadı sayılır. Şiirlerinde, zamanın dînî hayâtını işlemiş, çok İyi bildiği tasavvuf kültüründen istifâde etmiş ve günlük hayâta da yer vermiştir. San’at yönü kuvvetli olan şâir, dîvânına göre Mesnevîlerinde kuru kalmıştır. Mesnevîlerindeki içtimaî konular, târih bilgileri, bu eserlere sâdece bir san’at eseri çehresi değil, aynı zamanda ilmî ve ansiklopedik hususiyet de kazandırmıştır. Türk şiirinde Hoca Dehhânî ile başlayan, zamanın içtimaî hayâtında önemli hâdiseleri şiirde işleyişler, Ahmedî’de zengin bir şekilde devam etmiş ve edebiyatımızda dîvân şiirinin kurucuları arasında yer almıştır. Kendisini yakından tanıyan İbn-i Arabşâh onun hakkında; “Kelimât-ı şerîfesi lezzette ibn Nübâte’nin kelimâtına muâdil ve mümasil olup neş’esi kemâl-i zarafeti üzere idi. İskendernâme nâm kitabından gayri Müsannefât-ı adîde-i güzîdesi vardır” demektedir. İran şâirlerinden de etkilenen Ahmedî, hüsnü hat ve resimle de ilgilenmiş ve bu san’atkârlara şiirlerinde yer vermiştir. Tenkid fikri Ahmedî’nin başlıca husûsiyetidir. Bu itibârla devri ile kendinden önceki şâirleri tenkidden geri kalmamıştır. Şiirinin gücünü kelime hazînesinin zenginliğinden alan ve gerçek bir söz ustası olan Ahmedî, zamanının Hassân’ı ayarındadır. O bâzan kendini Hassân’ın zıddı olan ve ahmaklığı ile meşhur Bahul’a da benzetir. Ahmedî’nin dîvân şiiri üslûbu daha çok İran şiir örneklerine uyularak meydana gelmiştir. Şiirlerinde bir nasîhatçı durumunda da görünen şâir, zerdüştlüğe benzetilen Yunan felsefesini kötülemiş ve iltifat etmemiştir. O, ayrıca doğru ve iyi anlamak için aklın, ilmin ve fikrin birlikte hareket etmesini istemiştir. Yûnus gibi şiirler de yazan şâir, cimrilere kızar. Biriktirilen malı, serveti, parayı, yılana ve ejderhâya benzetir. Eğer bunlar bu dünyâda harcanmaz ve yerlerine verilmezse, yarın kıyamet günü yılan ve ejderhâ olup sahibini yiyeceğini söyler. Ayrıca gelip geçici dünyânın hiç birşeyinin ebedî diyar olan âhiret gibi olamayacağını, bu yüzden dünyâya gönül verilmemesini şiirlerinde anlatmaktadır. Dünyâyı âhiretin tarlası gören Ahmedî; madde âlemini, mânâ âlemine ulaşmak için bir köprü gibi kullanmaktadır. O, nefsi, baskı altında değil, kontrol altında tutmak gerektiğine inanan şâirdir. Ahmedî, bir din âlimi, bir tasavvuf ehli ve şâir olarak ibâdetin gençlikte yapılacağını söylemiş, gençlikle yaşlılık arasındaki fizikî durumu mukayese ederek şiirlerinde gençliği ilkbahara, yaşlılığı sonbahara benzetmiştir. Vatan sevgisini körükleyen hâdiseler içinde yaşadığından ve Moğolların yaptıkları zulüm ve işkenceleri gördüğünden; başta gazâ olmak üzere bu konularda şiirler de yazmıştır. Bu konuları işlerken pâdişâhlara da nasîhatlar vermiştir. Ahmedî, tenkidci bir kişiliğe sâhib olduğundan, devri şâirleri arasında fazla sevilmemiştir. Şiirlerinde Gülşehri, Yûnus Emre ve Aşık Paşa’nın te’sirleri hissedilmekte, Nizamî, Kemâl Hocendî, Süleymân Sâvecî gibi şâirlerin te’sirinde kaldığını bizzat kendisi ifâde etmektedir. Kendisinden sonra yaşayan Şeyhî, Hatîboğlu, Hayatî, Münîrî, Fuzûlî, Kemâlpaşazâde ve Bakî gibi şâirler onun etkisinde kalmışlardır. Ahmedî’nin yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır. 1- Dîvân: San’at bakımından en kıymetli eseridir. Dokuz bin beyte yakındır. Bilinen yazma nüshalarının sayısı altı-yedi civarındadır. 2- Cemşîd ü Hurşîd: Beş bin beytten meydana gelen büyük bir Mesnevîdir. Eser 1403 senesinde İran şâiri Selman’ın aynı ismi taşıyan eserinden faydalanılarak yazılmıştır. Hikâye tekniği bakımından çok kuvvetlidir. 3- Osmanlı Târihi: Müstakil bir eser olmayıp, İskendernâme’ye ilâve edilmiş üç yüz otuz dörtbeytlik bir bölümdür. Bu târih, Osmanlı müellifleri tarafından yazılarak zamanımıza kadar ulaşan Türkçe ilk Osmanlı târihidir. Küçük, muhtasar ve manzum bir vakayiname çehresi taşımakla birlikte, bize, büyük devletin temellerine dâir bâzı önemli bilgiler vermektedir. 4- Tervîh-ül-ervâh: Tıb, astronomi ve matematik ilimleri ile ilgili on bin beyti aşan ilmî ve edebî bir mesnevîdir. Tıbbın çeşitli bahislerine, teşrihe, teşhise ve tedaviye dâir geniş bölümleri olan bu eser, yazarın, tababet alanındaki geniş bilgisini göstermektedir. Bu eseri dokuz ay gibi bir sürede yazmıştır. 5- Mevlid: Bu eseri de İskendernâme içinde olup altı yüz onbeş beytten meydana gelmiştir. Peygamberimizin doğumu, peygamberliğinin belirtileri, Nûşirvân’ın oğlunun hükümdarlığı, Hüsrev-i Perviz’in hükümdarlığı, Peygamberimizin peygamberliği, mucizeleri, mîrâcı, vasıfları, Hendek savaşı gibi konular, bölümleri meydana getirmektedir. 6- Bedâyi-us-sihr fî Sanâyi-iş-şi’r: Emir Süleymân’a sunulan bu eser, edebî san’atlara dâirdir. Reşîdüddîn Vatvât’ın Hadâyık-us-sihr adlı eserini değiştirerek yazmıştır. 7- İskendernâme: Büyük İskender’in hayâtına, ideâline, fetihlerine dâir târihlerden, rivayetlerden, destanlardan toplanmış bilgilerle meydana getirilmiş, büyük bir manzum hikâyedir. 8754 beytten meydana geleneser, lisan bakımından da sâde olup on dördüncü asır Türkçesi ile yazılmıştır. Bu yönü ile de dil ve kültür bakımından önemli bir eserdir. Eserdeki bilgiler devrin doğu târihi hakkında bilinen en doğru ve en zengin şekliyle yazılmıştır. Ahmedî eserini bir olaylar ve maceralar şeridi hâlinde bırakmamış, ona; fikrî, ahlâkî ve terbiye edici bir hüviyet kazandırmıştır. Kendi devrindeki ve daha önceki bir çok sosyal ve ahlâkî düşünceleri işlemiş, Kur’ân-ı kerîm, hadîs, astronomi, matematik, hikmet, tıb gibi ilimlere âit çeşitli bilgileri eserine yerleştirmiştir. Emir Süleymân’a sunulan İskendernâme, Ankara’da aslına uygun bir şekilde basılmıştır. Yazma nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, 921 numarada kayıtlıdır. Ahmedî’nin ayrıca Mirkât-ül-Edeb (Farsça sözlük), Mîzân-ül-Edeb ve Mikyâs-ul-Edeb (Arab ve Fars grameri ile ilgili kasîdeler) isimli eserleri de vardır. O, bu yönü ile dilci bir şâir olarak da görünür. 1) Şakayık-ı nu’mâniyye tercümesi; (Mecdî Efendi); sh. 70 2) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 191 3) Tezkire-i Latifi; sh. 82 4) Ahmedî Divânından Seçmeler; (Yaşar Akdoğan; Ankara-1988); sh. 1 5) İskendernâme’den seçmeler; (Yaşar Akdoğan, Ankara-1988); sh. 1 6) Tabakât-üs-seniyye; (T, Temîmî, Bağdâd-1984); cild-2, sh. 134 7) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 10 8) Tezkiret-üş-şuarâ; (Kınâlızâde Hasan Çelebi, Ankara-1978); cild-1, sh. 146 9) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 8 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 125 AKABE MESELESİ İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı çıkardığı siyâsî bir anlaşmazlık. Akabe, Kızıldeniz’in kuzey-doğusunda ve Akabe körfezi ucunda bir kasabadır. Akabe mes’elesi İkinci Abdülhamîd Han zamanında 1906’da ortaya çıktı. Pâdişâh’ın İslâm ülkelerindeki nüfuzu, müslümanların en büyük ve en sinsî düşmanı olan İngiltere’yi çok endişelendiriyordu. Çünkü, sömürdüğü topraklarda yaşayan insanların ekserisi müslüman idi. Bu bakımdan sömürgelerine ve diğer zulümlerine son verilmesinden endişeli idi. Tek Çâre Osmanlı sultânının nüfuzunu sarsmak ve Osmanlı Devleti’ne bağlı bölgelerde isyân çıkarmayı planlamaktı. Bu iş için en müsait bölge olarak Arab yarımadası ve burada yaşayan halkı görüyordu. Çünkü bir kısım Arabları bazı hâinlerin yardımıyla ifsâd etmişti. Burayı Osmanlı hâkimiyetinden ayırmak, Arab âlemini Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak, halîfe-i müslimîne karşı önemli bir darbe olacaktı. Casuslarını ve diğer güçlerini bu uğurda seferber etti. Bu çılgın mücâdelenin en can alıcı noktaları Arab yarımadasının iki tarafında bulunuyordu. Biri Basra körfezinin kuzeyindeki Kuveyt limanı, diğeri de Kızıldeniz’in kuzeydoğusundaki Akabe körfezinin yukarı ucunda bulunan Akabe kalesi idi. Abdülhamîd Han, bu iki noktadan birincisinde İslâm âlemini Hindistan’a kadar birbirine bağlayan Bağdâd demiryolunu, ikincisinde de Hicaz demiryolunu yaptırdı. Hicaz demiryolu da Akabe körfezi vasıtasıyla Kızıldeniz’e doğru bir kapı durumunda idi. Bu iki mühim noktadan birincisinde İngilizlerin Osmanlı’ya karşı mücâdelesi mahallî idarecileri desteklemek suretiyle, ikincisinde ise doğrudan doğruya oldu. Abdülhamîd Han, Hicaz demiryolunu yaptırırken, emniyeti bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe kalesine Rüşdî Paşa komutasında iki tabur asker gönderdi (15 Şubat 1906). Hindistan yolunu ve oradaki sömürgelerini emniyet altına almak için 1882 yılında Mısır’ı işgal eden İngilizler ise, Akabe kalesinin Osmanlı kontrolünde olmasını protesto ederek, harp tehdîdine baş vurup boşalttırmak istediler. Hattâ ültimatomun peşinden Akabe körfezine bir de savaş gemisi gönderdiler. İngiltere, verdiği ültimatomda, on gün içinde Sina yarımadasının boşaltılmasını istiyordu. Abdülhamîd Han ise, bu ültimatoma karşı İngiltere’nin Mısır üzerinde bir hakkı bulunmadığını, işgalinin kanunsuz olduğunu belirterek, yeni sınırın sâdece Türk ve Mısır subaylarından meydana gelen bir komisyon tarafından tesbit edilebileceğini bildirdi. Abdülhamîd Han’ın bu cesûrâne hareketi, İslâm âleminde büyük te’sir uyandırdı. İngilizler de halîfe-i müslimînin üzerine daha fazla varmayı menfeatlerine ters buldular. Netîcede Mısır ve Osmanlı subaylarından kurulan komisyon sekiz maddelik bir protokol tesbit etti. Buna göre, sınır, Akabe körfezinin batısındaki Tâbe’den başlayıp Akdeniz sahilindeki el-Ariş’e kadar uzanıyordu. Böylece Akabe, Osmanlı Devleti’ne kaldı. Menfeat sebebiyle devamlı karşı karşıya gelen Avrupa devletleri arasında, yirminci asrın başında bir gruplaşma başlamıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya üçlü bir ittifak kurmuşlar; bunlara karşı da Almanya, Avusturya ve İtalya birleşerek üçlü bir ittifak içine girmişlerdi. Bütün bunlar yakında bir cihân harbinin yapılacağını hissettiriyordu. Abdülhamîd Han ise, devletini bu gruplaşmaların dışında tutuyor sâdece İngilizlere karşı Almanlara biraz güler yüz gösteriyordu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın üstün siyâseti karşısında, İngilizlerin İslâm memleketlerinde sürdürmek istedikleri emperyalizm, Akabe Mes’elesinde başarıya ulaşamadı. Ancak İngilizlerin faaliyetleri ile asrın en siyâsî pâdişâhı iç ve dış düşmanlarının her türlü hücumlarına mâruz kaldı ve tahttan indirildi (Bkz. Abdülhamîd Han-ll). Abdülhamîd Han’ın iş başından uzaklaştırılması ile Osmanlı Devleti’nin başına geçen idareciler, memleketi hızla parçalanmaya sürüklediler. Balkan harbinin peşinden Birinci dünyâ harbine girdiler, İngilizler de, Osmanlı’nın savaşa girmesini fırsat bilip, 3 Kasım 1914’de Akabe kale ve limanını topa tutarak şehri işgal etti. 1) İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-16, sh. 9057 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 205 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 35 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 296 5) Peygamber Gölgesinde Son Türkler; sh. 129, 131 6) Es-Sultan Abdülhamîd-i Sânî (Orhan Muhammed Ali); sh. 266 AKAĞALAR (Bkz. Harem-i Hümâyûn) AKBIYIK SULTAN Sultan İkinci Murâd Han ile Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed Şemseddîn’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1456 (H. 860) senesinde Bursa’da vefât etti. Yaptırdığı dergâhın yanındaki türbesine defnedildi. Akbıyık Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’nin talebelerinden idi. Mal ve mülk ile meşguliyeti sebebiyle, hocası bir gün ona; “Yavrum dünyâ fânîdir (gelip-geçici). Mal, mülk elde kalmaz. Ne kadar mal olsa, murâd alınmaz. Gafil olma, geri dönülmez. Bakî (devamlı) olan işle meşgul olman lâzımdır” dedi. Akbıyık Sultan da; “Hocam! Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Dünyâ malı ile meşgul olmak îcâb etmez mi?” deyince, hocası; “Evlâdım, madem ki, dünyâyı terk edemiyorsun, Öyle ise bizi terket” buyurdu. Akbıyık Sultan dışarıya çıkarken, sarığı kapıya ilişip başından düştü. Bunu, hocasının kerâmeti bilip, bir daha başına bir şey giymedi. Akbıyık Sultan, gönlü Allahü teâlânın sevgisi ile dolu olarak kendi hâlinde yaşadı. Mal ve mülk ile meşgul olmadığı hâlde, serveti gittikçe arttı. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî’nin derslerini dinledi ve ilim tahsîline devam etti. Daha sonra, hocası Hacı Bayram-ı Velî tarafından tekrar talebeliğe kabul edildi. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hacı Bayram-ı Velî’nin sekiz meşhur halîfesinden biri oldu. Varna seferine iştirak etti. İstanbul’un fethi, sırasında, Akşemseddîn ile beraber Sultân’ın yanında bulundu. Sultan İkinci Murâd Han’ın 1437 (H. 841) senesinde kendisine verdiği köyün gelirleri sayesinde, malının hesabını bilmeyecek kadar zengin olan Akbıyık Sultan, bütün servetini sadaka olarak dağıttı. Bursa’da yaptırdığı imârette, fakirleri ve garipleri yedirir, muhtaç olanlara yardımda bulunurdu. İstanbul’da bir, Bursa’da iki mahalle ve dergâhı, Akbıyık adıyla anılan câmisi bulunmaktadır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye; cild-1, sh. 116 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 126 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 251 AKÇE Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından itibaren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten îmâl edildiği için Ak (beyaz, temiz, parlak) para mânâsında akçe denilmiştir. Ayrıca ak kelimesi müsbet yönde bir mânâya sahiptir. “Alnı ak” gibi. Nitekim renginden dolayı altına kızıl ve sarı denildiği bilinmektedir. “Ak akçe kara gün içindir” atasözü de bu paranın beyaz gümüşten îmâl edildiğini ifâde ettiği gibi, geçerliliğini de belirtmektedir. İlk zamanlar gümüş para mânâsında kullanılan akçe, on beşinci yüzyıldan sonra umûmî mânâda Osmanlı parası karşılığı olarak kullanılmıştır. Osmanlı para birimi olan Akçe-i Osmânî adıyla kullanıldığı gibi, pâdişâhların zamanlarına göre değişik isimler almıştır. Bu para Osmanlılara mahsus olup, Selçuklu ve diğer İslâm devletlerinin paralarıyla ilgisi yoktur. İlk akçe, doksan ayar gümüşten olup, altı kırat 1,154 gram ağırlığında idi. Zamanla ayarı düşük ve değişik ağırlıkta akçeler de basılmıştır. Umûmî olarak bir yüzünde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” ibaresiyle bu ibarenin dört tarafında Peygamber efendimizin dört halîfesinin ismi, diğer yüzünde de parayı bastıran pâdişâhın ismi, basılış yeri, târihi ve Osmanlıların mensûb oldukları Kayı boyunun damgası bulunurdu. Onbeşinci asırdan itibaren para mânâsında kullanılan akçeye; Lala Yürgûç akçesi, avârız akçesi, geçer akçe, kalp akçe gibi çeşitli adlar verilmiştir. Ayrıca değer düşüşü neticesinde; züyûf akçe, kırpık akçe, kızıl akçe, çil akçe adlarını da almıştır. Çürük akçe deyimi ile kullanılan para ise bakır sikkeyi ifâde etmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Selçuklular veya diğer devletler tarafından bastırılan çeşitli paralar kullanılıyordu. İlk Osmanlı sikkesini Osman Gâzi bastırdı. Bu gümüş para, 15 mm. çapında ve 0,68 gr. ağırlığındaydı. Basıldığı yer ve târih belli olmayan bu paranın yüzünde “Darebe Osman bin Ertuğrul” ibaresi yazılıydı. Elde mevcûd en eski Osmanlı akçesi, ikinci Osmanlı pâdişâhı Orhan Gâzi tarafından bastırılmıştır. Orhan Gâzi devrine âit en eski akçe 1327 (H. 727) târihinde Bursa’da bastırıldı. Bu Osmanlı akçesinin bir tarafında “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” ibaresiyle, etrafında; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali’nin (r. anhüm) isimleri; diğer tarafında ise, Orhan bin Osman ve basıldığı yeri gösteren Bursa ismi, altında ise Orhan Gâzi’nin beyliğe geçişinin üçüncü senesini işaret eden siyâkat rakamı ile üç sayısı ve kenarlarında da paranın basıldığı yıl 727 ile Osmanlıların mensûb oldukları Kayı boyunun damgası vardı. Orhan Bey zamanında, tarihsiz ve üzerindeki yazılar geometrik motiflerden müteşekkil bir çerçeve içine alınmış İlhanlı paralarına benzer paralar da basılmıştır. Çerçevesiz olup üzerinde, “Orhan halledallahü mülkehû” ibaresi yazılı bulunan akçeler daha sâde idi. Basıldığı yer ve târih belli olmayan bu akçelerin Orhan Gâzi’nin beyliğin idaresini ele aldığı ilk senelere âid olduğu kuvvetle muhtemeldir. Orhan Gâzi’den sonra pâdişâh olan Murâd Hüdâvendigâr zamanında gümüş akçeler bastırıldığı gibi, üzerlerinde basılış yeri bulunmayan pul, fels ve mangır özelliğinde bakır paralar da basıldı. Yıldırım Bâyezîd zamanında basılan gümüş ve bakır paralar üzerinde darb yeri yok ise de, târih mevcuddu. Basılan bu gümüş paraların ayarı % 90 idi. Bu pâdişâh zamanında devletin altın parası bulunmadığı için, Venediklilerin altın dukası kullanılıyordu. Bir Venedik dukası, kırk akçe değerinde idi. Fetret devrinde Mûsâ Çelebi, Edirne’de kendi adına para bastırdı. Yıldırım Bâyezîd’in büyük oğlu Süleymân Çelebi de kendi adına bastırdığı paranın üzerine tuğra koydurdu. Çelebi Mehmed Han zamanında Amasya, Ayaslug (Selçuk), Bursa, Edirne ve Serez şehirlerinde basılmış akçeler vardı. Tîmûr Han’ın Osmanlılar üzerinde hâkimiyet kurmasından sonra, Çelebi Mehmed Han 1404 (H. 806)’da Bursa’da bastırdığı paralara kendi adıyla birlikte Tîmûr Han’ın da adını bastırmış ve hâkimiyetini tanımıştı. Vezin ve ayar yönünden diğer Osmanlı paralarıyla aynı olan bu paranın bir yüzünde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Duribe Bursa 806”, diğer yüzünde ise; “Demûr (Tîmûr) Han Gürgân, Muhammed ibni Bâyezîd Hân halledallahü mülkehû” yazılıydı. On sene sonra Osmanlı birliğini yeniden kurup, istiklâlini kazanınca paralardan Tîmûr Han’ın ismini kaldırdı. Çelebi Mehmed Han’ın zamanına kadar Osmanlı paralarında hiç bir lakab ve ünvân yazılmadığı hâlde o, ilk defa “Sultan” ve “Han” ünvânlarını kullandı. Bastırdığı akçelerin üzerine “Sultân ibni Sultân Muhammed ibni Bâyezîd Han” İbaresini yazdırdı. Ayrıca “Halledallahü mülkehû” ibaresini kaldırıp, son Osmanlı paralarına kadar devam eden “Azze nasruhü” ibaresini koydu. İkinci Murâd Han zamanında da Edirne, Bursa, Ayaslug, Bolu, Engüriye (Ankara), Karahisar, Serez, Tire ve Amasya şehirlerinde akçe bastırıldı. Bursa’da bastırılan ve mangır adı verilen paranın üzerinde ikinci Murâd Han’ın isminin altında Osmanlıların Kayı boyundan geldiğini gösteren bir damga vardı. Bu damga sâdece Bursa ve Edirne’de basılan paralar üzerinde idi. Sultan İkinci Murâd Han’ın sağlığında pâdişâh olan sultan İkinci Mehmed Han (Fâtih) tarafından bastırılan akçenin ölçüsü 6 kırattan 5,25 kırata indirildi. İkinci Murâd Han, ikinci defa tahta geçmek mecburiyetinde kalınca kendi adına 100 dirhem gümüşten 375,5 akçe kestirdi. Fâtih Sultan Mehmed Han babasının vefâtından sonra 1451 (H. 855)’de tekrar Osmanlı pâdişâhı olunca, babası zamanında basılan akçeleri tedavülden kaldırarak; Edirne, Ayaslug, Bursa, Serez, İstanbul, Üsküp, Amasya, Tire ve Novar gibi şehirlerde 5,25 kırat ağırlığında yeni akçeler kestirdi: 1460 (H. 865)’de 4,75 kırat, 1470 (H. 875)’de 4,25 kırat, 1481 (H. 886)’da ise 3,25 kırat ağırlığında akçeler bastırdı. Bütün bu akçelerin ayarı % 90 idi. İstanbul ve Novar’da on akçelik paralar bastırdı. Bu akçelerin ön yüzünde “Sultân’ül-Berreyn ve Hâkân-ül-Bahreyn es-Sultân İbn-is-Sultân” ibaresi, diğer yüzünde ise “Muhammed ibni Murâd Han halledallahü mülkehû duribe fî Kostantiniyye sene 875” yazılıydı. Ayrıca Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına kadar hiç altın para basılmamıştı, 1478 (H. 883)’de sultanî adı verilen altın paralar bastırıldı. Basılan ilk altın paranın bir adedi 3,510 gram ağırlığında olup, 23,5 ayar idi. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında, Osmanlı akçesi’nin küsuratı olarak mangır veya pul denilen bakır paralar da basılmıştı. Bir dirhem bakırdan bir mangır kesilerek sekizi bir akçe kabul ediliyordu. Bu mangırlardan yarım dirhem ağırlığında olanlara yarım mangır; rub’iye (1/4) dirhem ağırlığında olanlara cırık mangır deniliyordu. Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtından sonra oğlu sultan Cem, 1481 (H. 886)’da Bursa’ya girdiği zaman, 18 günlük hâkimiyeti sırasında kendi adına para bastırdı. İkinci Bâyezîd Han devrinde, babasının zamânındakilerden daha noksan olarak 4 kırat, hattâ 3,5 kırat ağırlığında akçeler bastırıldı. Bu zamana kadar akçelerin ayarı 90 olduğu hâlde, onun zamanında 85 ayara düşürüldü. Bu paralar; İstanbul, Amasya, Bursa, Edirne, Gelibolu, Kratova, Kastamonu, Konya, Novar, Serez, Tire, Trabzon ve Üsküp’de bastırıldı. İkinci Bâyezîd Han zamanında çıkarılan bir emirle has altının miskalinin 57 akçe, sultânı ve frengi florisinin 47 akçe, eşrefi (Mısır altını) ve engürüsün (Macar parası) ise 45 akçe üzerinden muamele görmesi kararlaştırıldı. Saltanatının son senelerine doğru ise, akçenin değeri düşürülüp, bir altını 60 akçe değerinde muamele gördürüldü. Aynı devirde on akçelikler de bastırıldı. Yavuz Sultan Selîm zamanında da İstanbul, Amasya, Edirne, Amid, Bursa, Cezîre, Dımaşk, Harput, Mardin, Musul, Mısır, Urfa, Serez, Siirt ve Tire’de para bastırıldı. Yavuz Sultan Selîm’in bastırdığı akçelerin en ağırı 3,5 kırat olup, bir dirhem gümüş 4,5 akçe ve bir altın da 13 akçe değerinde idi. Yavuz Sultan Selîm, Mısır’da altın ve gümüş paralardan başka bakır paralar da bastırdı. Yavuz Sultan Selîm’in, Mısır’da bastırdığı paralar üzerinde sâdece Sultan ünvânı olup, bu paralara sultanî veya eşrefi adı verilirdi. Böylece Osmanlı altınları da eşrefi, şerifi adlarıyla anılmaya başlandı. Kânûnî Sultan Süleymân zamanında, Yavuz Sultan Selîm zamanındaki yerlere ilâveten Bağdâd, Belgrad, Canca, Cezâyir, Haleb, Koçaniye, Maraş, Modova, Rûha (Urfa), Serborniçe, Siroz, Trablus, Zebit gibi yerlerde para basıldı. Bu devirde basılan akçeler 3,75, 3,50, 2,75, 2,50 kırata kadar düşdü. Sonunda yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilerek değişmez bir hâle sokuldu. Sultan İkinci Selîm Han zamanında ilk önce 85 ayarında 100 dirhem gümüşten 525 akçe kesildi. Daha sonra gümüşün ayarı giderek düşürüldü. Her tarafta basılan akçelerin resim ve nakışları aynen korunmuş olup, ölçüleri noksanlaştırılmıştır. Bu devirde hemen hemen evvelkilerin aynı veya iki-üç habbe eksik ağırlıkta altın paralar da bastırıldı. Ayrıca Mısır’da Medîni adlı bir altın para da bastırıldı. Bir Sultanî altını, 41 Medînî altını değerindeydi. İkinci Selîm Han zamanında ticâretle uğraşan bâzı yahûdîler, akçeleri kırparak paraların bozulmasına sebeb oldular. Netîcede Sokullu Mehmed Paşa, bunun, önüne geçmek için, bâzı tedbirler aldı. Aynı devirde Selîmî adıyla yeni paralar basıldı. İkinci Selîm Han zamanında bir altın, 60 akçe ve beş akçe bir dirhem gümüş değerindeydi. Altınların ayarı ise, milim hesabı ile binde 993 idi. Üçüncü Murâd Han zamanında hat ve nakışları ikinci Selîm zamanındakilerin aynısı olmakla birlikte, ağırlığı daha düşük akçeler bastırıldı. Para düzenindeki ve ekonomik durumdaki bozulmalar sebebiyle daha önce yüz dirhem gümüşten 500 akçe basılırken 800 akçe kesildi. Böylece bir akçe, 3 veya 2,5 kırata kadar düştü ve bir dirhem gümüş, sekiz-on akçe karşılığı muamele gördü. Üçüncü Murâd Han’dan îtibâren mağşuş akçelerin ortaya çıkması, devletin para sisteminde değer ölçüsü olan akçenin kıymetini iyice kararsız hâle getirdi. Hattâ yüz dirhemden 2.000 züyûf akçe kesildi. Bir dirhem gümüş 12 akçe, bir altın 120 akçe, 45 akçe olan kuruş 80 akçeye çıktı. Bu devirde Haleb ve Bağdâd’da ilk defa olarak tuğralı dirhemler basıldı. Paranın değerinin kararsız hâle gelmesi sebebiyle daha sonra bâzı tedbirler alınıp, bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesi kararlaştırıldı. Bu akçeler ilk çıkan akçelerin yarısı kadardı. Üçüncü Mehmed Han zamanında bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesine devam edildi. Bozuk ve züyûf akçeler toplatılıp, akçe değerinin yükseltilmesine çalışıldı. Bu sayede bir altın, 220 akçe değerinden muamele görürken 180 akçe değerinden muamele görmeye başladı. 1600 (H. 1009)’da para sisteminde yapılan bâzı düzenlemelerle bir altın 120 akçeye indirildi. Bu devirde altın paraların ağırlık ve ayarında bir değişiklik olmadığı gibi, resim ve nakışlarına da dokunulmadı. Birinci Ahmed Han devrinde 1,5 kırat ağırlığında ve ayarı 80 olan akçeler bastırıldı. Birinci Mustafa Han zamanında Amid, Haleb ve Mısır’da para basıldı. Sultan Genç Osman zamanında da çeşitli yerlerde para bastırıldı. Bu zamanda basılan akçenin ağırlığı 1,5 kırat olup ayarı 80 idi. Birinci Mustafa Han’ın tahttan indirilip yerine ikinci sultan Osman’ın (Genç Osman) getirildiği sırada noksan ve ayarı düşük züyûf paralar çoğaldığından akçenin değeri düşmüştü. Sultan İkinci Osman’ın cülûsunu müteâkib basılı paraların ıslâhına ihtiyaç duyulduğundan, noksan ölçülü ve düşük ayarlı paralar toplatılıp, yeni 1,5 kıratlık akçeler basıldı. Hattâ büyük alışverişlerde kolaylık olmak üzere mevcûd akçelerin on adedine müsavi olarak bir dirhem ağırlığında onluk Osmânî paralar bastırıldı. Birinci Mustafa Han’ın ikinci defa tahta geçmesinden sonra sultan İkinci Osman’ın bastırdığı onluklar, ağırlığı noksan olarak bastırıldı. Bu sırada bir altın 150 akçeye yükseldi. Dördüncü Murâd Han zamanında İstanbul, Bağdâd, Bursa, Mısır, San’a, Trablus ve Yenişehir gibi yerlerde çeşitli paralar basıldı. Bu devirde basılan akçelerin ağırlığı 1,25 kırat, ayarları 75 idi. Yine İstanbul’da basılan altınlar da öncekilerden bir kırat eksik idi. Dördüncü Murâd Han zamanında zuhur eden harpler ve dört defa cülûs bahşişi ödenmesi yüzünden akçenin değeri kalmadığı için, altın 250 akçe değerinden muamele gördü. Buna bir çâre olmak üzere, sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tedbir ve teşebbüsüyle beş kırattan biraz daha ağır olan gerçek ayarlı para isimli yeni bir sikke kestirildi. Böylece altının değerinin 120, kuruşun da 80 akçeye düşürülmesi sağlandı. Bu devirde akçenin ağırlığı 1,5 kırat ve on tanesi bir dirhem itibâr olunan yeni kesilen paranın ağırlığı ise İki akçeye eşit şekilde ayarlandı. Sultan İbrâhim zamanında da çeşitli merkezlerde para bastırıldı. Ayarı iyi olan 1,5 veya 2 kırat noksan altın paralar bastırıldı. Bu devirden itibaren paraların üzerine basılan tuğralarda “El-Muzaffer dâimâ” ibaresi konulmaya başlandı. Bu devirde basılan akçeler, züyûf ve mağşuş olduğu için, kuruş 125, altın 250 akçeye çıktı. Bu yüzden piyasada büyük sıkıntılar başgösterdi. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından basılı paraların yeniden ıslâhı için bâzı tedbirler alındı. 1,25 kırat ağırlığında akçe, bir dirhem ağırlığında onluk ve yarım dirhem ağırlığında 5 akçelik ve para denilen üç akçelik sikkeler basılmak suretiyle kuruş 80, altın 160 akçeye indi. Esedî denilen ecnebî kuruşlar 60 akçeye, evvelce 4 akçeye geçen Mısır parası da 2 akçeye düşürüldü. Dördüncü Mehmed Han devrinde de İstanbul, Cezâyir, Haleb, Mısır, Trablusgarb ve Tunus gibi şehirlerde paralar bastırıldı. Bu devirde de mâlî sıkıntılar devam ettiği için kuruş 120, esedî 110 akçeye yükseltildi. Piyasadaki mevcûd paralar bâzı menfâatçı ve hîlekâr kişilerce kırpılarak eksiltildi. Bu paralar esnaf ve sarraflar tarafından tartılarak alınmaya başlandı. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kuruşu 120 akçe, esedîyi 110, parayı 3 akçe değerlerinde sabit tutup diğer kızıl ve kırpık paraları tedavülden kaldırdı. Akçelerin ağırlığı bir kırata ve ayarı da yüzde 50’ye düşürüldü. İkinci Süleymân Han zamanında da mâlî sıkıntıların giderilmesi için bâzı tedbirlerin alınması düşünüldü. Piyasada İbrâhim Çelebi diye anılan ayarı düşük yaldız altını vardı. Bunlar arasında ayarı yüksek olanlar da görüldü. Ayarı yüksek olanlara çift; düşüklere ise tek damga vuruldu. Damgasız paraların geçerli olmayacağı îlân edildi. 1687 (H. 1099)’da Osmanlı para sistemindeki akçe birimi kaldırılıp paralar, kuruş usûlüne göre basıldı. Bu târihten sonra akçe adıyla para basılmayıp, sâdece hesaplarda kullanılan bir birim hâline geldi. Bu kuruşun küsuratı olarak da mangır denilen bakır para bastırıldı. İki mangır bir akçeye geçmek üzere, bir kıyye hâlis bakırdan 800 mangır para basıldı. Bu devirde büyük para olarak altın para da bastırıldı. Kuruş 120, şerîfî altını 270, yaldız altını da 300 akçe değer üzerinden muamele gördü. Daha sonra harp hâlinin zuhur etmesi sebebiyle savaş masraflarını karşılamak için kuruş 160, şerîfî altın 360, yaldız altını 400 ve paranın da 4 akçe değerinde muamele görmesi emredildi. İkinci Ahmed Han, 1691 (H. 1102)’de pâdişâh olunca, İstanbul, Hanca, Mısır gibi yerlerde para bastırdı. Bu sırada mangır denilen bakır paralar geçmez oldu ve piyasadan kaldırıldı. Bu sene içinde esedî 150, altın 335, frengi altını 375 mangıra çıktı. Yine altın ve kuruşa yeni değer konuldu. İkinci Ahmed Han zamanında basılan kuruş ve altınların ağırlığı ve ayarı, kardeşi ikinci Süleymân Han zamânındakinin aynı idi. İkinci Mustafa Han, 1695 (H. 1106)’da pâdişâh olunca İstanbul, Edirne, Erzurum, İzmir, Mısır, Trablusgarb gibi yerlerde para bastırdı. 1696 (H. 1107)’de sefer masraflarının çokluğu ve sefer müddetinin uzaması sebebiyle, o zamana kadar 3 akçeye geçen paranın 4 akçeye geçmesi kararlaştırıldı. Ayrıca piyasadaki yabancı devlet paralarını ortadan kaldırmak için ecnebi kuruş ve zoltalar toplatılıp üzerlerindeki latin harf ve ibâreler silinerek, bir yüzlerine “Sultân-ül-Berreyn” ve diğer yüzüne de kesim yeri ve târihi yazıldı. Üçüncü Ahmed Han zamanında da İstanbul’da 70, Mısır’da 60 ayarında ve ağırlığı eksik gümüş paralar bastırıldı. Bâzıları bu farklı durumdan istifâde ederek Mısır parasıyla İstanbul parasını değiştirmeye başladılar. Bunun üzerine hükümet, halkın elinde bulunan paraları toplattı. 1715 (H. 1128)’de Cedîd Zer-i İstanbul adlı para basıldı. Bunların yüz tanesi 110 dirhem olup, kenarı zincirli ve dâiresinin etrafı nakışlı idi. Bir yüzüne tuğra, diğer yüzüne de “Duribe fî İslâmbol” yazılı idi. Üç kuruşa râyic olan bu paralar, Mısır’da funduk diye anıldı. Üçüncü Ahmed Han zamanında İstanbul ve Mısır”‘da basılan tuğralı eşrefî altınları, ikinci Mustafa Han devrindeki altınların tarzında idi. Ayrıca bu devirde ikinci Mustafa Han devrinde iki altınlık eşrefî altınlarına ilâveten üçlük, dörtlük, beşlik, onluk altınlar da basıldı. 1725 (H. 1138)’de Tebriz, Tiflis ve Revan gibi şehirlerde darbhâneler açılarak para basıldı. Birinci Mahmûd Han tarafından çeşitli merkezlerde 970 ayarında cedîd İstanbulî veya funduk ve 952 ayarında zer-i mahbûb denilen şekil ve ağırlıkları eskileriyle aynı olan altın paraların yanında cedîd İstanbulî altınlarının yarısı olan nufîye ve 1, 5, 2, 3 ve 5 altınlık sikkeler de basılmıştır. Üçüncü Osman Han devrinde, birinci Mahmûd Han’ın zamanındaki gibi paralar basıldı. Üzerinde İstanbul, Cezâyir, Mısır v.s. şehir adları bulunan bu paralardan büyük beşibirlikler çıkarıldı. Üçüncü Mustafa Han devrinde basılan altın ve gümüş paralar ayrı bir hususiyet taşır. Bu paralarda basıldığı seneler yazılıdır. Ayrıca 1760 (H. 1174)’de bu paraların üzerinden Kostantiniyye ibaresi kaldırılıp islâmbol yazıldı. 1770 (H. 1184) senesinde altın piyasadan çekilince, fiyatlarda bir yükselme görüldü. Altınların piyasaya çıkarılması gayesi ile diğer paralara zam yapıldı. Böylece daha önce 110 para değerinden muamele gören zer-i mahbûb 120 paraya, 155 para kıymetindeki zer-i funduk 165 paraya yükseltildi. Yine bu devirde ilk olarak 60 para değerinde çifte zolta basıldı. Birinci Abdülhamîd Han zamanında da üzerinde; İslâmbol, Dâr-üs-saltanat elâliyye, Cezâyir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan altın paralar basıldı. Bu devirde 9 dirhem ağırlığında 60’lık yâni çifte zolta ve 30 paralık tek zolta, bir kuruşluk, ikilikler (çifte kuruş) 20, 10 ve 1 paralık sikkeler, ayrıca 36 mm. çapında büyük bakır paralar basıldı. Üçüncü Selîm Han devrinde de belli merkezlerde çeşitli paralar basıldı. Dördüncü Mustafa Han’ın kısa süren saltanatı sırasında İstanbul, Cezâyir ve Mısır gibi yerlerde ayarları düşük ve ağırlıkları noksan olan çeşitli paralar basıldı. İkinci Mahmûd-i Adlî Han devrinde de üzerlerinde; tekrar Kostantiniyye, Dâr-ül-hilâfet-ül-âliyye, Dâr-ül-hilâfet-issâniye, Edirne, Bağdâd, Cezâyir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan paralar bastırıldı. 1809 (H. 1224)’de piyasada altının kıymeti diğer paralara göre biraz arttığı için, darbhânede altın eski fiyattan muamele görünce, devlet zarara uğradı. Bu sebeple, mevcûd paralara yeni kıymetler konuldu. Ayrıca altın fiyatları çeşitli rayiçlere göre değerlendi. İkinci Mahmûd Han’ın cülûsunun on, yedinci senesinde 60 paralık yeni sikkeler bastırıldı. 1833 (H. 1249)’da 240 para kıymetinde 6’lık yâni 6 kuruş ve kısımları çıkarıldı. Birinci Abdülmecîd Han zamanında da çeşitli merkezlerde sikke kesildi. Bu pâdişâh zamanında para sisteminde ıslâhat yapılıp, altında, İngilizlerin 22 ayarı esas kabul edildi. Sikke ayarlarında yeni değişiklikler yapıldı ve ilk defa kâğıt para çıkarıldı ise de sonra vazgeçildi. 1843 (H. 1259)’da 100 kuruşluk yeni bir liralıklar basıldı. 1844 (H. 1260)’da on kuruş kıymetindeki mecidiye ve 5 kuruş kıymetinde yarım mecidiye bastırıldı. 1845 (H. 1261)’de 1 kuruş, 1847 (H. 1264)’de gümüş 20 paralık basılarak piyasaya çıkarıldı ve 50 kuruş kıymetinde yarım liralıklar bastırıldı. 1851 (H. 1268)’de ikinci defa kâğıt para çıkarıldı. İlk zamanlar 50 kuruşluklardan küçük altın para bastırılmamaya karar verildiyse de, 1854 (H. 1271)’de 25 kuruşluk çeyrek altın liralar basıldı. 1855 (H. 1272)’de 500 kuruşluklar (beşibirlik) ile 250 kuruşluklar yâni 2,5’luk altın basıldı. Ayrıca bakırdan 40, 20, 10, 5 paralıklar çıkarıldı. Sultan Abdülazîz Han zamanında çeşitli merkezlerde 500, 250’lik 100, 50, 25 kuruşluk altın, ayrıca gümüş paralar basılırken, 1862 (H. 1279) senesinde Osmanlı târihinde üçüncü defa kâğıt paralar bastırıldı. Ayrıca kâime denilen 10, 20, 50 ve 100 kuruşluk paralar bastırıldı. Bu durum kâğıt paranın büyük ölçüde değer kaybetmesine sebeb oldu. Altın fiyatları yükseldi. Bir müddet sonra kâğıt para kullanımından vaz geçildi. Para istikrarının te’mini için İngiltere’den 8 milyon sterlin borç alındı. Beşinci Murâd Han’ın kısa süren saltanatı döneminde de çeşitli merkezlerde para bastırıldı. İstanbul’da basılan altınlarda tuğranın biraz yukarısında ayyıldız, Mısır’da basılan altınların tuğrasının yanında ise bir çiçek dalı vardı. Onun zamanında 100, 50, 25 kuruşluk altın paralar bastırıldı. Aynı zamanda 20, 5 ve 1 kuruşluk gümüş paralar da bastırıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde de, mecîdiye, 10, 5, 2, 1 kuruşluk ve 20’lik basıldı. 1877 (H. 1294)’de Osmanlı Bankası hesabına dördüncü defa kâğıt para bastırıldı. 1879 (H. 1296) senesinden sonra ise, mecîdiye bastırılmadı. 22 ayarda 500, 250, 100, 50 ve 25’lik altın paralar bastırıldı. Ayrıca 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk ziynet altınları çıkarıldı. 1898 (H. 1316) senesinde, terkibinde % 10 gümüş ve bakırla karışık 10 ve 5 paralık ile halk arasında metelik denilen mağşuş paralar basıldı. Sultan Beşinci Mehmed Reşad zamanında İstanbul, Bursa, Edirne, Kosova, Manastır, Selanik gibi şehirlerde çeşitli paralar basıldı. Osmanlı parasının ıslâhı için bâzı çalışmalar yapıldı 1913 (H. 26 Mart 1332) târihinde Tevhîd-i meskukât kânunu çıkarıldı. Bu kânuna göre bütün paraların temel ölçüsünün altın olması ve para biriminin kuruş olması kararlaştırıldı. Para birimi olan ve altın makamına geçen ve 40 para îtibâr olunan kâime denilen nikel kuruşlar basıldı. Kuruşun parçaları olan 20, 10 ve 5 paralıklar nikelden; 2, 5, 10 ve 20 kuruşluk paralar gümüşten; 25, 50, 250, 500 kuruşluk paralar altından bastırıldı. Bu devirde basılan gümüş paralar üzerine de, altın paralar üzerinde olduğu gibi pâdişâhın tuğrasının sağ tarafında cülûsunun yedinci senesine kadar Reşad ve ondan sonrakilerde El-Gâzî ünvânı vardı. Bu devirde 10, 40, 5 para olmak üzere nikel meskukât bastırıldı. Sultan altıncı Mehmed Vahideddîn zamanında 22 ayar altından, Sultan Reşâd devrinde basılan paralara benzeyen, tuğranın sağ tarafında herhangi bir yazı veya çiçek bulunmayan paralar basıldı. Bu uygulama, gümüş paralar için de aynı idi. Bu devirde 500, 250, 50, 25 kuruşluk altın paralar basıldı. 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk zînet altınları; ayrıca yine bu devirde 20, 10, 5, 2 kuruşluklar da basıldı. % 75 bakır ve % 25 nikel karışımından 40 paralıklar basıldı. Osmanlı Devleti zamanında basılan altın ve gümüş paralar, cumhuriyet döneminde bir müddet yeni çıkan paralarla birlikte kullanıldı. Altın paralar ise, hâlen tedavülde bulunmaktadır. Akçe ile ilgili bâzı tâbir ve deyimler şunlardır: Âkçe-i Osmanî Kuruştan evvel Osmanlı para birimi olarak kullanılan para Osmanlı Devleti târihinde ilk defa basılan akçelere bu devletin kurucusunun adına izafeten Osmanî ismi verilirdi. Bu paranın millî ve husûsî bir ünvânla anılması aynı zamanda saltanat hükûmetinin teşekkül ettiğine dâir bir işaretti. Yavuz Selîm Han’ın saltanatının sonuna kadar Osmânî adı kullanıldı. Fakat devlet me’mûrlarına verilecek maaşların tâyin ve tahsisinde akçe tâbiri kullanılınca, bu isim kullanılmaz oldu. Fakat Akçe-i Osmânî tâbiri çok yaygın kullanıldı. Bir müddet sâdece akçe tâbiri kullanıldıysa da, İkinci Osman Han devrinde yeniden on akçelik Osmânî paralar bastırıldığı için tekrar kullanılmaya başlandı. Eski akçe, dirhemin dörtte biri olduğu hâlde, on akçelik para bir dirhem idi. Bundan sonraki devirlerde de, Osmanlı altınına husûsî olarak Osmânî denildi. Akçe tahtası Sarrafların ve resmî dairelerdeki veznedarların üzerinde para saydıkları tahta. Bu tahta ucu açık, kenarlı ve ucuna doğru darlaşıp oluk hâlinde uzun bir tahtadır. Geniş tarafında sayılan para oluk kısmından dökülürdü. Bâzı akçe tahtaları üzerinde sayılan paraların, sayılmayan paralarla karışmaması için ayrı bir kısım bulunurdu. Akçe farkı Çeşitli devletlerin paralarını veya bir devletin çeşitli paralarını değiştiren sarrafların, iki paranın değişimi neticesinde hâsıl olan farka verilen isim. Ayrıca, devlet tarafından iki paranın değişimi neticesinde hazîneye gelir kayd edilmek üzere alınan farka da bu ad verilirdi. Devlet hazînesi vaktiyle bir altın, yüz; mecidiye, on dokuz kuruştan alınır; altın, yüz iki buçuk; mecidiye de yirmi kuruşa satılırdı. Alışla satış arasında görülen fark, devlet kayıtlarında akçe farkı adıyla gelir olarak gösterilirdi. Akçe başı Tanzîmâttan evvel belli vergi ve resimlerden başka sulh zamanında devlet harcamalarındaki açıkları kapatmak için, imâdiyye-i hazâriyye ve harp zamanında harbin îcab ettirdiği paraları bulmak için imâdiyye-i seferiyye ve iâne-i cihâdiyye adı altında umûmî olarak tekâlif-i örfîyye denilen bir takım vergiler alınırdı. Bâzan da bunların yetmeyeceği dikkate alınarak iç borçlanma yoluna gidilirdi. Bu şekildeki borçlanma karşılığı olarak re’sül-mâl, güzeşte ve akçe başı adıyla akçe farkına benzer bir fark ödenirdi. Buna akçe başı adı verilirdi. Akçe târihiyle yakından ilgili olduğu için; sikke tecdîdi, sikke tağşişi, sikke tashîhi tâbirlerini de yazmak faydalı olacaktır. Sikke tecdidi Osmanlı pâdişâhları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adlarına hutbe okuturlar ve para bastırırlardı. Sultan, kendi adına bastırdığı yeni akçeleri tedavüle çıkardığında, selefine âit paraların tedavülünü yasaklardı. Bunun üzerine tedavülde bulunan eski paralar ya hurda gümüş olarak veya devletçe tesbit edilen bir nisbette yeni akçeyle değiştirilirdi. Ancak yasak uygulaması bâzan pek katı olmazdı. Eski akçe sahiplerine değeri kadar yeni akçe verilirdi. Sikke tecdîdi ve eski akçe yasağı hazîneye darb hakkı ve darb ücretinden ileri gelen bir gelir sağlardı. Darbhâneler ne kadar fazla gümüş işlerse, bu gelir o kadar artardı. Bâzan sikke tecdîdiyle birlikte paranın ağırlığı da düşürülerek tağşiş ediliyor, böylece küçük çapta bir devalüasyon yapılıyordu. Bâzan sikke tecdîdi sebebiyle yeniçeriler ayaklanırlardı. Sikke tağşîşî Akçenin ayar ve ağırlığını düşürmek demektir. Hükümetin kararıyla yapılan sikke tağşîşi, sikke tecdidinin bir kısmıdır. Bâzan darbhânelerin emirsiz ve izinsiz olarak da sikke tağşişine gittikleri ve paraların ağırlıklarından çaldıkları görülürdü. Bu yüzden pâdişâhın emriyle pek çok darbhâne kapatılırdı. Sikke tashihi Resmî veya gayr-i resmî akçe tağşişleri, piyasada sıkıntıya sebeb olduğu, savaş veya başka bir sebeple acele tedbir alınmadığı zamanlarda akçe kırpıcılığı zuhur ederdi. Bunu çoğu zaman sarraflıkla uğraşan gayr-i müslimler, özellikle yahûdîler paraların kenarını kırparak gümüşünü çalarlardı. Bu kargaşalığa son vermek için pâdişâhlar, sikke tecdidinde yaptıklarını sikke tashîhi adıyla yaparlardı. Sikke tashihinde yeni akçeler ya eski ayar ve ağırlıkta veya bir mikdâr ağırlığı düşürülerek tedavüle çıkarılırdı. Gerek sikke tecdidi, gerek sikke tağşîşi ve gerekse sikke tashîhi suretiyle yapılan akçe ayarlamaları neticesinde eşya fiyatları arttığı gibi, altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeble önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tesbit edilir ve umûmî narh cetvelleri yayınlanırdı. 1584 ayarlamasından sonra Koca Sinân Paşa, böyle bir narh listesi çıkartmıştı. 1600’de bu liste üzerinde değişiklik yapılmış, 1641 sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmişti. 1) Kânunnâme-i Sultanî Ber Mûceb-i örf-i Osmânî (Neşr. R. Anhegger. H. İnalcık, Ankara-1956); Belge No: 15 2) Osmanlı Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri (M. Kütükoğlu, İstanbul1983) 3) Takvîm-i Meskükât-ı Osmâniye (İsmâil Gâlib, İstanbul-1297) 4) Meskâkât-ı Osmâniyye (Halil Edhem, İstanbul-1297) 5) Kuruluştan XVII. Asrın sonlarına kadar Osmanlı Para Târihi Üzerinde Bir Deneme (H. Sahillioğlu, İstanbul-1958) 6) Bir Asırlık Para Târihi 1640-1740 (H. Sahillioğlu, İstanbul-1974) 7) Osmanlı Beyliği’nin Kurucusu Osman Gâzİ’ye Âit Sikke (İ. Artuk, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Târihi, Ankara-1980); sh. 27, 31 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 724 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 148 AKINCILAR Osmanlı Devlet teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ânî baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bâzılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren serseriler topluluğu değildi. Pekçoğu Avrupa ve balkan dillerini bilen akıncılar, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esâsa bağlayan kânunları vardı. Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türkü olmak şarttı. İlk zamanlar, akıncı beylerinin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocukları idi. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Dîvân-ı hümâyûn bu işe hiç karışmazdı. Akıncı beyleri fevkalâde selâhiyetlere sâhib olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer bir çok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya bey’in rızâsı gerekliydi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebeb olabilirdi. Çok sür’at-i intikâl, seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşorluk vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi. Akıncılar düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ânî, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek âni ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasında idi. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi. Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkîlâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensub oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evranos Bey’dir. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır. Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihâd yapma arzusu idi. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka cihetinden vurmak üzere îcâb eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, maneviyâtı bozulurdu. Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlûb olmamak mümkün değildir.” Kalelere girmek gerektiği zaman bunlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı. Düşmanın iktisadî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyle idi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı. Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sâhib olanların listelerine âit defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki Defterhâne’de, diğeri akıncıların bulundukları eyâlet veya sancak kâdılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehîd ve mâlül olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençlik resmi (humusunu) olarak verdikten sonra kalanla geçimlerini te’min ederlerdi (Bkz. Ganimet). Bâzılarının ise tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla te’min ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımarlı ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp akına katılırlardı. Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, onbeşinci asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu târihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. Türk târihinin en büyük akınlarından biri olan 1479 Erdel akınına 43.000 akıncı katılmıştır. Bölgedeki altın ve gümüş mâdenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on İki akıncı beyi bulunmuştu. Bu akında, 43,000 akıncıdan 20.000’i Macar ovasının zümrüt renkli topraklarında şehîd oldu. Macarlar burada, batı kaynaklarının bile nefretle bahs ettikleri bir vahşette bulundular. Şehîdlerin cesetlerini parçalayarak dans etmek gibi zulüm yaptılar. 1559 senesindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civârında tesbit edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin târihî kaynaklarına geçmiştir. Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde sadrâzam Sinân Paşa’nın Eflak seferindeki hatâsına kadar güçlerini korumuşlardı. Sinân Paşa devlete karşı isyân eden Romanya voyvodası Mihail üzerine 100.000 kişi ile sefere çıktı. Romanya’ya giren Osmanlı ordusu karşısına çıkmaktan çekinen Mihail geri çekildi. Sinân Paşa isyânı bastırdığını zan ederek geri dönmeye başladı. Bu sırada Mihail, Osmanlı ordusunun hareketlerini günü gününe haber alıyor, yirmi dört saatlik bir mesafeden tâkib ediyordu. 1595 senesi Ekim ayının on dokuzunda Targovişte’ye girip, şehri savunan üç bin beş yüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları ateşte pişirdikten sonra yiyen Mihail ve maiyyeti, geri kalan Türkleri kazığa oturttular. Bu sırada Sinân Paşa Tuna’nın kuzey kıyısına varmıştı. Ordunun ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün ve üç gece sürecekti. Ordunun ardını korumakla görevli akıncılar en son köprüyü geçecekler ve sonra köprüyü havaya uçuracaklardı. Bu geçişi uzak bir yerden seyreden Mihail, köprüden akıncılar geçerken, top ateşi açtırdı. Akıncıların can vermeden silâhlarını teslim etmemelerinin ocaklarının geleneği olduğunu bilen voyvoda Mihail, epey uzun olan köprü üzerinden akıncıları Tuna sularına dökmek istiyordu. Bir kaç top mermisi köprüye isabet edince tahta köprü çöktü ve binlerce akıncı, Tuna dalgalarına gömüldüler. Henüz karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehîd oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Bu seferde büyük zâyiât veren akıncıların sayısı 1625’deki kayıtlara göre üç bine inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, devlet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki serhat kulu teşkilâtı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkîlâta verilmiş, diğer taraftan da Kırım ordusundan akınlarda faydalanma yoluna gidilmiştir. Fakat Kırımlılar, Osmanlı akıncı ruhuna sâhib olamadıkları için, onlar kadar başarılı olamamışlardır. Akıncı kânununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller pâdişâha (devlete) âid olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi. Akıncıların kullandıkları silâhlar da sür’atle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdır. FİLEK KALESİNİN FETHİ!.. Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin vâlilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcası oğlu olan Mustafa Paşa’dır. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın şehbaz yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, bir çok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek kalesinin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır. Filek kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek kalesini feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlıyarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı. Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikte idi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadar idi. Demirbaş Hasan hiç tereddüd etmeden, Allahü teâlâya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurum idi. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler. Türk akıncılarını birden karşısında gören kâfirler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, cihân târihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık vak’asıdır. AKINCILAR Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle... Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan; Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. Birgün dolu dizgin boşanan atlarımızla, Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla. Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de, Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. Yahyâ Kemâl 1) Tevârîh-i Âli Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 84 2) Tabakât-ül-memâlik (Celâlzâde Mustafâ, Üniversite Kütüphânesi, T.Y.); sh. 180 3) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 137 4) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel (Cevat Paşa, İstanbul-1297); sh. 1 5) Târih-i Neşrî; cild-2, sh. 477 6) Risale (Koçi Bey); sh. 41 7) Düstûrnâme (Enverî); sh. 24 8) Türk Akıncıları (A. Refik, İstanbul-1933) 9) Mihaloğlu Ali Bey’in Gazâvât-nâmesi (Ankara-1956) 10) Akıncılar ve Mehmed-II, Bâyezîd-II Zamanlarında Akınlar (N. Tacan, İstanbul1936) 11) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 36 12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 151 13) Kuruluşundan On beşinci Asrın İlk Yarısına Kadar Osmanlı Teşkilâtı, (Uzunçarşılı); sh. 86 14) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 518 15) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 420 16) Akıncılar (Yeni Târih Dergisi sayı-14, sene-1958, sh. 700) 17) Fâtih’in Bosna Seferine Yol Açan Akıncılar. (Ragıb Ş. Yeşim, Hayat Târih Mecmuası, sene-1968, sayı-4, sh. 19) 18) Îzahlı Osmanlı Târihî Kronolojisi; cild-1, sh. 343 AKKERMAN ANDLAŞMASI (Bkz. Edirne Andlaşması) AKŞEMSEDDÎN İstanbul’un manevî fâtihi ve büyük velî. İsmi Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî’nin neslinden olup, nesebi hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk”a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedim” demesi sebebiyle, Akşemseddîn lakabı verilmiştir. Riyazet sebebiyle benzinin solması, saçınınsakalının ağarması ve ak elbiseler giymesinden dolayı Akşemseddîn denildiği de rivayet edilmiştir. 1390 senesinde Şam’da doğdu. Akşemseddîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleşti. Velî ve büyük bir âlim olan babası vefât edince, tahsîllne devam ederek genç yaşta zamanın naklî ve aklî ilimlerini tahsil etti. Zekî ve kabiliyetli bir zât olan Akşemseddîn, akranlarından daha üstün derecelere kavuştu, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra, Osmancık’da müderris oldu. Günün belli saatlerinde ders veriyor, diğer zamanlarında nefsinin terbiyesi ile meşgul oluyor ve takva üzere bulunuyordu. Yüksek ahlâk sahibi idi. Bulunduğu yerde hâllerini bilenler ona, zamanın büyük velîsi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Ankara’ya giderek Hacı Bayram-ı Velî ile görüştü ise de talebesi olamadı. 1436 senesinde meşhûr velî Şeyh Zeynüddîn’e talebe olmak için Haleb’e giderken, yolculukta gördüğü rüya üzerine Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gitmek üzere geri döndü. Ankara’ya varınca, tarlada bulunan Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gitti ise de iltifat görmedi. Hacı Bayram-ı Velî, bir süre sonra talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Akşemseddîn, yemek sırasında, köpeklerin önüne konan yemekten yiyince, Hacı Bayram-ı Velî onun bu tevâzuuna dayanamayarak; “Köse! Kalbimize girdin, gel yanıma” diyerek iltifatta bulundu. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfân meclisine verdi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Velî’den icâzet (diploma) aldı. Akşemseddîn, aynı zamanda tıb ilminde de kendini yetiştirdi. Bilhassa bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Bu konuda yaptığı araştırmalar sonunda; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vâsıtası ile olur” kanâatına vardı. Aynı zamanda hekim olan Akşemseddîn, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmış, her türlü hastalığı, gözle görülemeyecek kadar küçük canlıların yaptığını, Pasteur’ün, teknik âletler sayesinde, Akşemseddîn’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyâda ilk defa haber vermiştir. Akşemseddîn, aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarındandır. O devirde Seratan denilen bu hastalıkla çok uğraşmış ve sadrâzam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu kazasker Süleymân Çelebi’yi tedâvî etmiştir. Ayrıca hangi hastalıkların, hangi otlardan hazırlanan ilâçlarla tedâvî edileceğini çok iyi bilirdi. Akşemseddîn, bir çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında, zahirî ve bâtınî ilimleri bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları; Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mîr’ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah’dır. Halîfeleri ise; Muhammed Fazlullah, Harizat-üş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdurrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilîbî ve İbrâhim Tennûrî’dir. Osmanlı sultânı ikinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velîyi son derece sever ve Edirne’ye geldiğinde sık sık sohbetlerinde bulunurdu. Ona bir gün İstanbul’un fethi hakkında soru sorunca, Bayram-ı Velî; “Allahü teâlâ ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek; “Ama şu çocukla, bizim köse görürler” buyurdu. Sultan Mehmed Han, muhteşem ordusu ile İstanbul’u fethe çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhur âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katılmışlardı. Orduya ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Akşemseddîn, fetih sırasında Sultân’a gerekli tavsiyelerde bulunarak yeni müjdeler veriyordu. Sultân’ın isteği üzerine ve Allahü teâlânın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddîn, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra, İslâmiyet’in harb ile ilgili hukukunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân’ın, Eshâb-ı kiramdan Eyyûb-i Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine, Akşemseddîn; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi. Ertesi gün orası kazıldı ve kabri ortaya çıktı (Bkz. İstanbul’un Fethi). Akşemseddîn, İstanbul’un fethinden sonra Göyük’e yerleşti ve vefâtına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan âhiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamîdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelîl kalır; yoksa, bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim” derdi. Bir gün hanımı dedi ki: “Göçerdim dersin yine göçmezsin.” Bunun üzerine; “Göçeyim” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evlâdını topladı, vasiyyetini yaptı, helâllaşıp veda eyledi. Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp, temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki târihî Süleymân Paşa Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı. Akşemseddîn’in yazdığ eserler şunlardır: 1- Risâlet-ün-nûriyye: Arabca olan eser, tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mahiyetindedir. Kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu eserde tasavvuf ehlinin, sûfîlerin hâllerini açık bir dil ile anlatıp, onları suçlayıcı sözlere ayrı ayrı cevap mâhiyetinde gayet güzel îzâhlarda bulunmuştur. 2- Defü metâin, 3- Risâle-i Zikrullah, 4- Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hacı Bayram-ı Velî, 5- Makâmât-ı evliyâ, 6- Maddet-ül-hayât, 7- Nasîhatnâme-i Akşemseddîn. NAMAZIMI, AKŞEMSEDDÎN KILDIRSIN!. Şeyh Mısırlıoğlu Abdürrahîm şöyle anlatır: “İstanbul fetholunmadan önce, hocam Akşemseddîn ile Edirne’ye gitmiştik. Sultan Murâd Han’ın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya davet ettiler. Sultân’ın tabibleri, Süleymân Çelebi’nin etrafında, ona ilâç vermekle meşgul idiler. Hocam tabiblere; “Bunun hastalığı nedir?” diye sordu. Onlar; “Şu hastalıktır” diye cevap verdiler. Hocam; “Buna “Sersam” ilâcı yapmak lâzımdır” buyurdu. tabibler; “Bunun hastalığı o değildir. Sen yine de ilâcını ver” dediler. Ben tabiblerin öyle demelerine hayret ettim. Çünkü, ben hocamın, hastanın hâline tam vâkıf olmadığını zannetmiştim. Hocam, divitle kalem istedi. Onları getirince, reçete yazdı. İstediklerini getirdiler. Onlardan bir ilâç yaptı ve Süleymân Çelebi’ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Süleymân Çelebi’de sıhhat alâmetleri belirdi, iyi oldu.” Akşemseddin’in hocası Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtı yaklaştığı sırada, talebelerine; “Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenazemi yıkasın. Benim bu vasiyetimi ona iletirsiniz” dedi. Hacı Bayram-ı Velî vefât ettiği zaman, Akşemseddîn orada değildi. Nerede olduğunu da kimse bilmiyordu. Talebeler ve Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler; “Hacı Bayram-ı Velî’nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek itibâr edilmez” dediler. Kararsız bir hâlde idiler. O esnada; “Akşemseddîn geliyor” diye bir ses işittiler. Halk, Akşemseddîn’i karşılamaya çıktı. Durumu anlattılar. O da vasiyyet üzerine namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin cenazesini defnetti. İşler bittikten sonra da Hacı Bayram-ı Velî’nin borcunu sordu. Doksan bin akçe olduğu ortaya çıktı. Akşemseddîn hazretleri, bu borcun otuz bin akçesini kendi üzerine aldı. Kalan borcu da Hacı Bayram-ı Veli’nin diğer yakınları ve dostları üzerlerine aldılar. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi. Geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek borcunu vermesini istedi. Akşemseddîn ona; “Birkaç gün müsâde et” dediyse de, bir faydası olmadı. O kimse sert bir lisanla alacağını istedi. Akşemseddîn, o kimseyi içeri davet etti. Evin önünde bir bahçe vardı. O kimseye; “Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma” dedi. O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor: “Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın Üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden hiç bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. O bahçenin içi akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayret içinde kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn’in önüne koydum. “Bu akçeleri size bağışladım” dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi.” 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 240 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-9, sh. 271 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 265 4) Nefehât-ül-üns Tercümesi; sh. 684 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 12 6) Menâkıb-i Aksemseddîn (Enîsî, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 6458) 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 983 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 251 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 158 10) Fâtih’in Hocası Aksemseddîn (A. İhsan Yurt, İstanbul-1972) ALÂADDÎN PAŞA Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin büyük oğlu. Kendisine ağabey mânâsına Başağa Paşa nâmı verildi. Annesi Şeyh Edebâlî’nin kızı Bâlâ Hâtûn’dur. Ömer Bey’in kızı Mâl Hâtûn’dur diyenler de vardır. Doğum yeri ve târihi kesin bilinmemektedir. 1333 (H. 733) târihinden sonra vefât etti. Bursa’da babası Osman Gâzi’nin yanında medfûndur. Alâaddîn Paşa, dedesi Şeyh Edebâlinin terbiyesinde büyüdü. Daha sonra Yenişehir’e babası Osman Gâzi’nin yanına gidip cihâd ve gazâ ile meşgul oldu. Orhan Gâzi, beyliğin idaresini eline alınca, Alâaddîn Paşa’ya Bursa ile Mihalic arasında bulunan Kete mıntıkasındaki Kotra arazisinin mülkiyetini verdi. Alâaddîn Paşa; akıllı, tedbirli, adaletli, âlim bir zât olduğu için, Orhan Gâzi daha sonra onu davet edip, vezirlik ve sadâret işlerini havale etti. Alâaddîn Bey böylece Orhan Gâzi’nin en büyük yardımcısı oldu. Nizâm ve kânunlar ortaya koyup, devletin sağlam temeller üzerine kurulmasına çalıştı. Bir çok Osmanlı müessesesinin kuruluşu Alâaddîn Paşa’ya izafe edilmektedir. Meselâ Çandarlı Kara Halîl Paşa ile birlikte Osmanlı (yaya) ordusunun teşkîli bunlardan biridir. Alâaddîn Paşa’nın soyundan gelenler, on beşinci asrın ikinci yarısında Neşri ve Âşık Paşazâde tarafından ve on altıncı asırda da tapu tahrirlerinde, dedeleri tarafından te’sis olunan vakıflar münâsebetiyle zikredilmektedir. Bursa’da devlet hastahânesini geçince sola dönen Alâaddîn caddesi sonunda bir câmisi vardır. Câminin giriş kapısı üzerinde sülüs harflerle yazılı kitabede, Alâaddîn Câmii olduğu “726 binâ-i evvel 1278 binâ-i sâni” yazılıdır. Câmi, kuzey tarafında üç bölümlü son cemâat yeriyle birlikte tek kubbeli klasik biçime uyarken, Bursa’da kanatlı (zâviyeli) (ters T) plânlı câmilerinde yeni bir gelişmeye öncülük etmiştir. Bu plân şeması, Selçuklu döneminin kubbeli medreselerine kadar uzanır. Osmanlıların Bursa’da bu plânda ilk bina ettiği câmi Alâaddîn Câmii’dir. Cami 8,20 X8,20 metre ölçüsünde, kare plânlı asıl ibâdet alanı ile kuzey yönünde buna ekli üç kemerli, üzeri kubbelerle örtülü bir son cemâat yerinden meydana gelmektedir. BÖLÜŞECEK NEYİMİZ VAR? Altı yüz yıl, üç kıt’a yedi iklime hâkim olup, at koşturan, bu beldelere İslâmiyet’i duyuran Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, Hakk’ın rahmetine kavuşunca, acaba oğullarına ne miras bıraktı? Âşık Paşazâde bunu şöyle anlatıyor: “Babası ölünce Orhan Gâzi kardeşi Alâaddîn ile bir araya geldiler. İşin gereği ne ise gördüler. O zamanda tekkesi olan Âhi Hasan isminde mübarek bir zât vardı. Bursa hisarında beğ sarayına yakın olan tekkesinde zamanın büyükleri toplandılar. Osman’ın malı olup olmadığını sordular. İki kardeş arasında taksim edilmesi için araştırdılar. Baktılar ki, yalnız fetholunmuş ülkeler var. Akçe ve altın mevcûd değil. Osman Gâzi’nin yenice bir elbisesi, atın yanına asılan bir torbası, tuzluğu, kaşıklığı, bir sokman (Türkmen) çizmesi, iyice bir kaç at, bir kaç sürü koyunu vardı. Birkaç çift de öküzü bulundu. Başka bir şeyi yoktu. Orhan Gâzi, kardeşine; “Sen ne dersin?” diye sorunca, o da; “Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir pâdişâh gerek ki, memleketin işlerini görüp başarsın. Pâdişâha iş görmek için bâzı şeyler gerekir. Bunlar ise söylenilen atlardır. Koyunlar da pâdişâh şöleninin gerektirdiği şeydir. O hâlde bizim bölüşecek neyimiz var ki, bölüşelim” dedi. Orhan Gâzi; “Öyleyse gel sen çoban ol” dedi. Alâaddin Paşa; “Kardeş! Babamızın duâsı ve himmeti seninledir. Onun içindir ki, kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir” dedi. Zamânın büyükleri de bunu kabul etti. Orhan Gâzi; “Öyleyse sen bana paşa ol” dedi. Alâaddîn Paşa kabul etmedi. Sâdece küçük bir köy diledi. Orhan istediği köyü verdi.” 1) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 36 2) Fezleke-i Târîh-i Osmânî; (İstanbul-1299); sh. 12 3) Kitâb-ı Cihânnümâ (M. Neşri); cild-1, sh. 147 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 4169 5) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 322, 6) Tevârîh-i Âl-i Osman (Oruç bin Âdil, Neşr, Babinger, 1925); sh. 5 7) Târih (Lütfi Paşa, İstanbul-1341); sh. 27 8) Alâaddîn Bey (Hüseyin Hüsâmeddîn; TOEM, XIV- XV) 9) Târih-i Devlet-i Osmaniye (Hammer); cild-1, sh. 128 ALAY Türkçe’de; kalabalık bir zümreye, bir cemâate; Osmanlılar zamanında askerî ve mülkî merasimin tertip ve nizâmına; tabur ile tugay arasındaki askerî kıt’aya verilen ad. Bir kişiyi mizaha almak, küçümsemek mânâlarına da gelir. Kelimenin başına ve sonuna yapılan eklerle bir hayli tâbir, terim ve deyim meydana gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay emini, alay kâtibi, alay imâmı, alay müftîsi, alay çavuşu, alay-ı hümâyûn, alay köşkü, alay kânunu, alay meydânı, alay meclisi, alay erkânı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, vâlide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selâmlık alayı, Hırka-i saadet alayı, baklava alayı, âmin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır. İslâmiyet’ten önce örf, âdet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, müslüman olduktan sonra da İslâmiyet’in yasak etmediği âdet ve geleneklerini sürdürdüler. Müslüman olduktan sonra, yâni dînin ışığında pek çok güzel âdet ve gelenekler ortaya koyarak, İslâmiyet’in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler. Osmanlılar zamanında, daha önceki müslüman-Türk devletlerinde görülen bâzı merasim ve gelenekler aynen devam ettiriidiği gibi, yeni ilâveler de yapıldı. Bu merasimlere umûmî olarak alay adı verilirdi. Saray erkânı ile halkın kaynaşmasına vesîle olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu. Pâdişâhın tahta cülûs ettiği gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar kapısında bî”at merasimi yapılırdı. Pâdişâh, hazîne-i hümâyûndan çıkarılan tahta oturur; teşrifata (protokole) riâyet olunarak, başta hânedân mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan pâdişâhı selâmlayarak yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı. Bayram günlerinde de buna benzer bayram alayı veya muâyede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Bâb-ı âlî teşrîfât kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, pâdişâh, mızıka-i hümâyûn efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehterân bölüğü tarafından hünkâr marşı çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı muâyede salonunda yapılırdı. Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı. Beşik Alayı Haremde kûs-ı şâdımânî çalınınca, enderûnlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban kesilirdi. Pâdişâh, Çinili köşkün içinden altın serperdi. Mehter takımı marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzâdenin veya sultânın ismini öğrenen şâirler târih düşürmekte yarışırlardı. Hazîne kâhyası darbhâneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazîne kâhyası ve maiyyetindekilere pâdişâh tarafından ihsânda bulunulurdu. Hırka-i Seâdet Alayı Ramazân ayının on beşinde yapılırdı. Hazîne kâhyası vezirlere, dîvân çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca ilmiye sınıfı mensûblarına mülkî ve askerî erkâna da haber giderdi. Merasimden önceki gece, pâdişâh süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Pâdişâh, sabah namazını Hırka-i saadet dâiresinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine, som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi. İkinci mahfaza bundan sonra pâdişâhın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı. Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silâhdâr, çuhadar, rikabdâr, dülbentdâr ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imâmları da hazır bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’ân-ı kerîm okuyarak ziyarette bulunanlara ayrı bir manevî haz verirlerdi. Ziyareti evvelâ pâdişâh, sonra diğer kimseler yapardı. Baklava Alayı Ramazân-ı şerifin on beşinci günü gayet muhteşen bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi. Bu uygulama ilk olarak Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında, harblerden zaferle dönen orduya pilâv, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri gazâya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler sonraki pâdişâhlar zamanında da devam etti. Ramazânı şerifin on beşinci günü İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine birtepsi baklava ikrâmı âdet oldu. Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler sarayın orta kapısının iki tarafındaki dîvân yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde futa denilen ipekli peştemallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar. Bu sırada ortakapı açılıp bâbüsseâdede bekleyen silâhdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile akağalar kapısından çıkar. Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı. Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, pâdişâh için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır silâhdâra verirdi. Bunu müteâkib askerden ikişer nefer baklava tepsileri, futalarını ellerindeki yeşil yollu sırıklara geçirip hazır oldukları orta kapıya işaret olununca kapı açılır. Her bölüğün usta, saka, mütevellî, odabaşı, karakullukçu ve bayrakdârı bölüklerinin önüne düşerek baklavacılar da arkadan gelerek alay ile kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (matbah-ı âmireye) gönderilirdi. Adalet ve ihsânla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların askere ihsân ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti. 1826’daki son baklava alayı sırasında yeniçerilerin İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında îtibârını büsbütün kaybettiren son sebeblerden biri olmuştur. Kadir Gecesi Alayı Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde Hırka-i saadet dâiresinden Ayasofya Câmii’ne kadar bütün yol boyları meş’alelerle aydınlatılırdı. Alayın önünde yirmi kadar meş’âle ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Câmii’ne gidilir ve pâdişâhın imâmı namaz kıldırırdı. Son pâdişâhlar zamanında Kadir gecesi alayı saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Câmii’nde yapıldı. Yılbaşı Tebriki Alayı Hicrî yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, pâdişâh Çinili köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsânda bulunurdu. Ayrıca helvahânede yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikrâm edilirdi. Muharrem ayının üçüncü günü umumiyetle Çırağan Sarayı’na rikâb (özengi) ısmarlanır, sadrâzam ve şeyhülislâm, pâdişâh tarafından huzura alınarak tebrikler kabul edilirdi. Mevlid Alayı Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrif ettiği gün olan Rebî-ulevvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhâne köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Câmii’nde mevlid okunurdu. Sürre Alayı Osmanlılar zamanında düzenlenen alayların en önemli ve ilgi çekicilerinden olan sürre alayı, hac mevsiminde hazırlanır ve Harameyn’e gitmek üzere yola çıkarılırdı. Bu alayda Harameyn’e takdim edilmek üzere pâdişâhın, saray erkânının ve halkın kıymetli hediyeleri de bulunurdu. Bu hediyeler, yerine ulaştırılmak üzere meşin çantalara konurdu. Sürre alayının her yıl Şaban ayının on beşinde saraydan kalkması âdetti. Bu alayın yola çıkışı esnasında sarayın bahçesinde merasim düzenlenir, bir muhafız birliği refâketinde mübarek beldelere gitmek üzere yola çıkarılırdı. Kılıç Alayı Yıldırım Bâyezîd Han zamanında ilk defa Niğbolu zaferinden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından pâdişâha kılıç kuşatılırdı. Kılıç alayı usûl olarak pâdişâhın cülûsunu tâkib eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebeb olurdu. Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri geçenleri buradan seyr ederlerdi. Pâdişâh onları arabadan selâmlardı. Pâdişâhın arabasını başta sadrâzam olmak üzere bütün nâzırlar (bakanlar) meclis reisleri ve saray erkânının arabaları tâkib ederdi. Alay, Eyyûb Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Eyyûb Sultan’ın (r. anh) türbesine gidilirdi. Burada yeni pâdişâha kılıç kuşatılır ve duâ edilirdi. Alay-ı Hümâyûn Pâdişâh sefere giderken, seferden dönerken, sefere giden ve seferden dönen orduyu yollarken ve karşılarken saraydan Davutpaşa’ya kadar tertib edilen alaylardı. Osmanlıların haşmet devirlerinde bu alaylar büyük bir ihtişamla yapılırdı. Sadâret Alayı Sadrâzamlara, sadâret mührü vermek için tertiplenen alaydır. Tanzîmâta gelinceye kadar sadâret mührü Hırka-i seâdet de verilirdi. Bu münâsebetle sadrâzama has odabaşı vâsıtasıyle yeniden samur kürk giydirilirdi. Sadâret alayı, merasimi Beşiktaş’da başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi. Önde mâbeyn başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrâzam ata binmiş olarak halkın önünden geçerek Bâb-ı âlî’de dîvân odasına gelirlerdi. Başkâtib, sadâret mektupçusuna atlasa sarılı nâmeyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha sonraki devirlerde bu merasim arabalarla yapıldı. Selâmlık Alayı Pâdişâhın Cuma namazı için câmiye gitmesi ânında tertiplenen alaydır. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Cuma selâmlığını Yıldız Câmii’nde yaptırırdı. Ermeniler böyle bir selâmlık esnasında sûikasd tertibinde bulunmuşlardı. Vâlide Alayı İlk defa dördüncü Murâd Han’ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde an’ane hâline geldi. Tahta çıkan pâdişâh, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın annesine yapılan alay pek gösterişli olmuştu. Vâlide Sultân’ı yeni sarayda önce saray mensupları, sonra pâdişâh karşılar ve tebrik ederdi. Amin Alayı Osmanlı Devletinde anaokuluna (4-7 yaş arasındaki çocuklara elif be ve ahlâk bilgilerinin öğretildiği mahalle mektebine) başlarken yapılan merasim. Amin alayı yerine “Bed’i besmele cemiyeti” de denir. Mektebe çocuk kaydı zamanı muayyen olmadığından, herkes senenin hangi gününde olursa olsun çocuğunu mektebe başlatabilirdi. Bu merasim ekseriya bir kandil gününe denk getirilmeye çalışılır, bu mümkün olmazsa, mübarek sayılan Pazartesi veya Perşembe gününde yapılmasına dikkat edilirdi. Hazırlıklar, âmin alayı merasiminden bir gün önce tamamlanırdı. Ayrıca aynı gün veya önceden ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek mektebe başlayacak çocuğa gerekli eşyayı alırlardı. Bundan başka evdeki ecdâd yadigârı rahle de cilâya verilirdi. Amin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlık tamamlanınca âilece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada duâ edilirdi. Eve dönüldüken kısa bir süre sonra, mektep çocukları ile ilâhîciler gelirdi. Her mektebin ayrı ilâhîcisi vardı. Semtte âmin alayı bir seyir vesîlesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu. Amin alayı da belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde bulunan kimse atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elifbâ’yı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun mektepte oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu mektebe gidecek çocuk tâkib ederdi. Çocuğun arkasında mektebin hocasıyla ilâhîciler, âminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mektep talebeleri gelirdi. Alayı, çocuğun babası, davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı. Osmanlılar devrinde tertiplenen merasimler mânâsında kullanılan alayla ilgili diğer terimler ise şunlardır: Alay Arabası Alaylarda pâdişâhların bindikleri arabaya verilen addır. Buna saltanat arabası da denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı ihtişamı bir kat daha arttıran atlar, çekerdi. Seyislerin elbiseleri de sırmalı idi. Alaya Binmek Resmî sıfatı hâiz olanların bayramlarda ve resmî günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için bu tâbir kullanılırdı. Alay Bağlamak Ordunun düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir. Alay Elbisesi Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmî elbiseye verilen ad. Alay Göstermek Bayramlarda ve belli merasimlerdeki geçit resmine verilen ad. Bu merasim daha ziyâde yabancı devlet sefirlerine karşı yapılırdı. Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî Sultan Süleymân’ın tertiplediği alaylar pek muhteşemdi. Vaktiyle vezirler ve beylerbeyi kanunen götürmeye mecbur oldukları maiyyetleriyle harbe katılırlarken, ordugâha gelişleri sırasında ihtişam ve disiplinlerinin derecesini anlatmak için alay gösterirlerdi. Alay Köşkü Pâdişâhların gerek ordu alayını ve gerek diğer alayları seyretmek için yaptırdıkları köşke verilen addır. Üçüncü Murâd Han tarafından yaptırılan, Gülhâne parkının Sultan Ahmed tarafındaki girişinde, eskiden soğukçeşme denilen kapının hemen solundaki merdivenle çıkılan alay köşkünden, pâdişâhlar ordu alayı denilen muhteşem geçit resmini seyrederlerdi. Asker ile İstanbul halkı böylece hükümdarı selâmlama fırsatını bulurlardı. Selâm köşkü olarak da bilinen bu köşkün önünde düzenlenen alayların en muhteşemi, dördüncü Murâd Han devrinde, ordunun Bağdâd seferine çıkması sebebiyle düzenlenen alaydı. Alay Kânunu Alaylarda ve seferlerde pâdişâhın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, âlimler, devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dâir kânundur. Alay Meydanı Topkapı Sarayı’nda ortakapı ile bâbüsseâde arasındaki sahaya verilen ad. Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askerî geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsûs geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi. Osmanlı ordusundaki tabur ile livâ arasındaki askerî birliğe de alay denirdi. Nizâm-ı Cedîd’in kurulduğu târihlerde alaya tertip denildi. Her tertip, 1526 mevcûdlu ve 15 kısımdı. Bu kısımlara ise saf deniliyordu. Safların komutası yüzbaşılara, tertibin komutası da binbaşılara verilmişti. 1827-1828 yıllarında orduda yapılan yeni düzenlemelerden sonra tertip tâbiri yerine alay, kısım tâbiri yerine de bölük tâbiri kullanıldı. Meşrûtiyetten önce Türk piyade alaylarının kuruluşunda dört piyade taburu bulunuyordu. Meşrûtiyetten sonra alay büyüklügündeki birliklerin taktik bakımdan sevk ve idarelerinde kolaylık sağlanması için üçlü teşkilât daha faydalı görülerek uygulamaya konuldu. Alayın kumandanına miralay (albay) denirdi. Alayların özel alay sancakları vardı. Ayrıca iki alay birleştirilip liva yâni tugay teşkîlâtı kuruldu. Liva komutanlığı için de mîrliva rütbesi ihdâs olundu. Ayrıca her alaya kaymakam (yarbay) rütbesinde birer kumandan muâvini tâyin edildi. 1632’de merkezi İstanbul’da bulunan alay ve livalara hassa, bunların kumandanlıklarına da hassa ferikliği, merkezi Üsküdar’da bulunanlara mansûre ve kumandanlarına da mansûre ferikliği isimleri ve rütbeleri verildi. Ferik şimdiki tümgeneral demekti. 1836 senesinde orduda yeni değişikliklere gidilerek redif teşkilâtı kuruldu. Bunun için de; Edirne, Aydın, Bursa, Ankara, Konya ve Erzurum vâliliklerine redîf-i mansûre müşirliği ünvânı verilerek, bu altı vilâyette altışar redîf-i mansûre alayı teşkil edildi. Bu sırada Osmanlı ordusunun daimî mevcudu şöyleydi: 2 Fırka hassa ve mansûre alayları: 24.000 kişi 36 Redîf-i mansûre alayı: 72.000 kişi 15 Mansûre Süvari alayı: 15.000 kişi 4 Topçu alayı: 4.000 kişi 4 Humbaracı alayı: 4. 800 kişi 4 Lağımcı alayı: 4. 800 kişi 1 Baltacı alayı; 3.000 kişi Toplam: 127. 600 kişi 1839 yılında îlân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’yla askerî teşkilâtta da değişiklikler yapıldı. Vazife sahaları değişik bölgeleri içine alan beş ordu kuruldu. Her orduda yedişer piyade, beşer süvari ve birer de topçu alayı vardı. Üçüncü orduda ayrıca bir kazak ve bir dragon alayı vardı. Alaylar, ordular içinde birden itibaren numara alırlardı. 1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra 1880 senesinde ordu teşkilâtında yeni değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikte de her fırka üç liva, her liva iki alay ve her alay da beş bölük olarak kabul edildi. Balkan savaşından sonra 1913 yılında ise teşkilât; 4 ordu, 13 kolordu, 4 süvari ve 3 piyade fırkası şeklinde düzenlendi. Kolordular; 2 veya 3 piyade fırkası, 1 topçu, 1 istihkâm, 1 nakliye taburu ile 1 telgraf bölüğünden ibaretti. Fırkalar; 3 piyade alayı, 1 topçu alayından, her piyade alayı da 3 piyade taburu ve 1 makineli tüfek bölüğünden teşekkül ediyordu. Her piyade taburu ise, 4 piyade bölüğünden İbaretti. Bu askerî birlik Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra da orduda bir teşkilât birimi olarak devam etti. Askerî teşkîlât birimi olan âlâyla ilgili terim ve deyimler ise şunlardır: Alay Beyi Vaktiyle mîralay yâni albay rütbesinde olan vilâyet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra bu tâbir terk edilerek yerine alay kumandanı tâbiri kullanıldı. Alay Çavuşu İki mânâda kullanılırdı. Birincisi; pâdişâhların bir yere gidişine geçit resimlerinde önden gidip yol açan dîvân-ı hümâyûn çavuşlarıydı. İkincisi; orduda emir ve kumandadan askeri haberdâr eden çavuşlardı. Bunlar, tellâl gibi yüksek sesle bağırarak verilen emirleri tebliğ ederlerdi. Alay Emîni Yüzbaşıdan büyük binbaşıdan küçük, askerî kâtip sınıfından bir vazifenin ünvânı idi. Alay kâtipliğinden terfi ederek alay emîni olanlar, alayın idarî ve hesap işleriyle meşguldüler. Diğer askerler gibi resmî elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyaz idi. Alay emînleri yükselerek binbaşılığa terfi ettikten sonra diğer askerler gibi yükselirlerdi. 1908’de bu ünvân teşkilâttan kaldırıldı. Alay Erkânı Başta mîralay (albay) olmak üzere alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftîleri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi. Alay İmâmı Alayın birinci taburunun imâmına verilen addı. Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi. Alay Kâtibi Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur kâtipleri terfi ederek alay kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay emînliğine terfi edilirdi. Alay Meclisi Alay işleri hakkında îcâb eden kararları vermeğe yetkili meclise verilen addı. Miralayın başkanlığında alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftîsinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi. Alay Müftîsî Alay imâmının üstü olan rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı. Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dînî vazifeleri öğretmek ve onların suâllerine cevap vermek için taburlarda tabur imâmı, alaylarda ise alay müftîsi bulunurdu. Bu vazife Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Alay Sancağı İki mânâya gelirdi. Birincisi; bir alaya mahsus olan sancak demekti. İkincisi; resmî günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Alaylı Vaktiyle mektep me’zunu olmayıp erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı. Bir mektep bitirmeden meslek içinde yetişen diğer devlet me’mûrları için de bu tâbir mecazî olarak kullanılırdı. 1) Saray Teşkilâtı; sh. 167 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 58, 149, 211 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 164 4) Kapıkulu Ocakları; cild-1, sh. 257, 421 5) Târih-i Cevdet; cild-12, sh. 145 6) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 248 8) Hayât Târih Mecmuası (Sene 1972, cild-2, sayı-10); sh. 4 ALEMDÂR MUSTAFA PAŞA Osmanlı sadrâzamı. Rusçuklu Hoca Hasan Ağa’nın oğludur. Yeniçeri ocağından yetişti. 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde bölüğünün bayrağını taşıdığından dolayı, Alemdâr veya Bayrakdâr ünvânı verildi. Rusçuk âyânı Tirsinikli İsmâil Ağa’nın hizmetinde bulundu. Kendini kabul ettirerek hazinedarlığa yükseltildi. Devlete karşı isyân eden Vidin voyvodası Pazvandoğlu Osman’ın kuvvetlerini yenince, şöhreti etrafa yayıldı. Bu zaferden dolayı rütbesi yükseltildi. Daha sonra 1779’da Pazvandoğlu ile yaptığı çarpışmada gösterdiği başarı sebebiyle silâhşör-i hassa rütbesi verildi. 1803’de Pazvandoğlu’nun adamlarından Manav İbrâhim’i yakalayıp Ruscuk’a gönderdiğinden, İsmâil Ağa ve Eflak voyvodasının arzuları üzerine kapıcı başlığa yükseltildi. 1806 senesinde Tirsinikli İsmâil Ağa öldürülünce, Rusçuk âyânlığına getirildi. Kısa zamanda çevredeki isyâncıları sindirerek kuvvetlendi. Niğbolu’dan Karadeniz kıyılarına kadar nüfuzunu genişletti. Aynı sene Ruslara karşı büyük bir zafer kazandı. Bu başarısından dolayı, hudutta değerli bir kumandanın bulunması gerektiğinden, sultan üçüncü Selim tarafından vezirlik rütbesiyle daimî Silistre vâliliği ve Tuna seraskerliğine tâyin edildi. Alemdâr Mustafa Paşa, İyi bir tahsil görmemişti. Açık görüşlü bir insan olması sebebiyle düşmanlarla devamlı temasları neticesinde, devletin askerî ve idâri yapısında ıslâhatın gerekli olduğuna kesin inananlardandı. Bu yüzden üçüncü Selim Han’ın Nizâm-ı Cedîd’ini kabul ediyor ve lütuflarından dolayı ona karşı minnet duyuyordu. Üçüncü Selîm Han ıslâhat hareketlerine başlıyacağı sırada Kabakçı isyânı ile yeniçeri zorbaları tarafından tahttan indirildi. Yerine sultan dördüncü Mustafa pâdişâh oldu. Üçüncü Selîm Han’ı seven, ıslâhat hareketlerinin yapılmasını arzu eden ve İstanbul’dan kaçarak yanına gelen, reîsülküttâblık, vezir kâhyalığı gibi hizmetlerde bulunmuş olan Gâlib, Refik, Râmiz, Behiç ve Tahsin efendileri himayesine aldı. Târihte Rusçuk Yârânı diye geçen bu altı kişi, sultan üçüncü Selîm’i tekrar tahta çıkarmak için çalışmaya karar verdiler. Bunun için de başdakileri şüphelendirmeden Alemdâr’ın İstanbul’a gitmesi lâzımdı. Alemdâr Mustafa Paşa, bu nâzik işi başarabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdlarını kazanmaya çalıştı. Bu gaye ile Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de Edirne’ye sadrâzamın yanına gönderdi. Bunların vazifesi Alemdâr Mustafa Paşa’nın Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmaktan başka niyeti olmadığına ilgilileri inandırmaktı. Bunlar bu görevlerini başarı ile yaptılar. Bu sırada kapdân-ı derya Seyyid Ali Paşa da Alemdâr’ın tarafına geçmişti. Edirne’den İstanbul’a dönen sadrâzama Alemdâr Mustafa Paşa 16.000 kişilik sâdık askeriyle yoldaşlık etti. Ordu İstanbul’a girmeden önce Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’ın emri ile, Boğaz nâzırlığı yapmakta olan Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Kabakçının öldürülmesi saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük bir telaşa sebeb oldu. 19 Temmuz 1808 Salı günü ordu ve Alemdâr İstanbul’a girdi. Zorbalar ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başladı. Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, Alemdâr Mustafa Paşa’nın çalışmalarından memnun, fakat artan nüfuzundan şikâyetçi idi. Bu yüzden geriye dönmesini istedi. Alemdâr Mustafa Paşada bunun üzerine 28 Temmuz günü 15 binden fazla askeri ile bâb-ı âlîyi bastı. Sadrâzamın mührünü alarak kendisini ordugâhına gönderdi. Sultan Selîm’i tahta çıkarmak için saraya gitti. Zorbaların kandırması ile sultan dördüncü Mustafa, üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr, kuvvet kullanmaya karar verdi. Saray kapısı kırılmaya başlandı. Zorbalar harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı Cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada da yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücûdunu Alemdâr’ın kırdırdığı kapının önüne bıraktılar. Kapı açılınca, Sultân’ın cesedi ile karşılaşan Alemdâr çok üzüldü. Hizmetkârlarının yardımıyla hayâtını kurtaran şehzâde Mahmud’u pâdişâh ilân etti. Alemdâr, ulemâ, devlet ricâli ve ocak ağaları sultan İkinci Mahmûd’a bî’at ettiler. Sultan Mahmûd, pâdişâh olur olmaz Alemdâr’a sadâret mührünü verdi. Alemdâr Mustafa Paşa, sadrâzam olduktan sonra sultan üçüncü Selîm’in ölümüne sebeb olanları, ıslâhata tarafdâr olmıyanları ve isyâncıları temizledi. Fesat çıkaranları İstanbul dışında ikâmete mecbur etti. Rusçuk yaranından olan Râmiz Efendi kapdân-ı deryalığa, Tahsin Efendi defterdârlığa, Mustafa Refik Efendi sadâret kethüdâlığına ve Mehmed Said Gâlib Efendi reîsül-küttâblığa getirildi. Alemdâr, Sadrâzam olarak devleti idare etmek için gereken kuvvet ve kudrete sâhibti. Fakat devlet işlerini kavrayıp çevirecek keskin bilgi ve görüşten mahrumdu. Bu durumu kendi de îtirâf ettiğinden, Rusçuk yârânı nâzırların tavsiye ettikleri tedbirleri yürürlüğe koyarak devlete hizmet etmeye çalıştı. Alemdâr Mustafa Paşa ve Rusçuk yârânı iş başına geçtikleri sırada, İstanbul’da devlet otoritesi, zorbaların devlet işlerine karışması yüzünden sarsılmıştı. Rumeli ve Anadolu’da vâliler başlarına buyruk olmuşlardı. Alemdâr ve arkadaşları asayişin sağlanması için işe İstanbul’dan başladılar. Boğaz yamakları ocağı lağvedildi. Yeniçeri ocağı muhasebesinin teftişi vesîlesiyle zorbalar ortadan kaldırıldı. İstanbul’un asayişi sağlandıktan sonra Rumeli ve Anadolu’nun durumu ele alınarak, buralarda vazifeli bütün âyânlar devlet işlerini görüşmek için İstanbul’a davet edildi. İstanbul’da Meşveret-i amme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Rumeli ve Anadolu âyânlarından başka, devlet adamları ve ulemâ da katıldı. Alemdâr bir konuşmayla toplantıyı açtı ve konuşmasında yeniçeriliğe bağlılığını, yeniçeri ocağının geriliğini ve düzelmesi gerektiğini anlattıktan sonra; 1- Yeniçeri subaylarının gediklerinin (boş kadro) kaldırılması, 2- Bekâr yeniçerilerin kışlalarda oturmaya zorlanması, 3- Askerlik yapan yeniçerilerden başka kimseye yeniçeri ulufesi verilmemesi, 4- Kendilerine boş yere ulufe verilenlerin tasfiyesi, 5- Kanunnâmelerinde işaret edildiği şekilde bir öğretimin yeniçerilere yaptırılması, 6Avrupalıların ileri harp teknik ve silâhlarının şeyhülislâm fetvası ile Osmanlı ordusuna alınması şartlarını teklîf etti. Hazır bulunanlar, Alemdâr Mustafa Paşa’nın bu tekliflerini kabul ettiler. Bundan sonra âyânlar ile devlet arasında kurulacak münâsebetlerin şeklini ihtiva eden bir sened imzaladılar. Âyânlar ve devletin ileri gelenleri tarafından kabul edilen bu senede senedi ittifak denildi. Bu senedin meşruluğuna dâir şeyhülislâm fetva verdi. Pâdişâh da bir hatt-ı hümâyûn ile Alemdâr’ın âyânları sindirecek bir orduya mâlik bulunmayan devlet için bu senedini mevcut şartlar içinde kabul etti (Bkz. Sened-i ittifak). Alemdâr Mustafa Paşa daha sonra askerî ıslâhata girişti. Sekbân-ı Cedîd ismiyle talimli bir askerî teşkilât kurdu. Bu ocağa yazılanlar, tamir edilen Selîmiye ve Levend kışlalarına yerleştirildi. Bunlara bir örnek elbise giydirildi ve Avrupa usûlünde tâlim gösterilmeye başlandı. Bu kuruluşa paralel olarak yeniçeri ocağında da ıslâhat yapıldı. Esâmelerin (kapıkulu askerlerine üzerinde künyeleri ve ulufe dereceleri yazılı olarak verilen kâğıt) alımı satımı yasaklandı. Askerlikle alâkası olmıyanların esâmeleri, yarı bedelleri ödenmek suretiyle ellerinden alındı. Yeniçeri ortalarına bağlı, fakat askerlikten anlamayan bir çok manav, hamal ve kayıkçı delikanlıların sekban veyahut kalyoncu sınıflarına yazılarak askerliği öğrendikten sonra san’atlarıyla uğraşmalarına izin verilmesi kararlaştırıldı. Bu durum yeniçerileri rahatsız etti. İsyan hazırlayan yeniçeriler, günlerce kahvelerde Alemdâr Mustafa Paşa’nın aleyhinde propaganda yapdılar. Alemdâr vak’ası olarak târihe geçen isyândan önceki gece ziyafetten dönen Paşa’ya yol açmak için, maiyyeti, halkı kamçı ve sopalarla dağıttılar. Bu esnada yaralananlar da kahve kahve dolaşarak yeniçerileri isyâna teşvik ettiler. Gece yarısı kışlalarından hareket eden 400 kadar isyâncı yeniçeriye, yağmacılık hırsıyla pek çok serseri katıldı. Plân gereğince, yangın var diye bağrılacak, sadrâzam yangın yerine gitmek için yola çıktığı sırada öldürülecekti. Sadrâzam yangın sadâlarına önem vermeyip, dışarı çıkmayınca, zorbalar Bâb-ı âli’ye hücum ettiler. Sekbanlar dağınık ve kumandasız kaldıkları için Alemdâra yardım edemediler. İsyancılar önce yeniçeri ağası Mustafa Paşa’yı parçaladılar. Sonra sadrâzam Alemdâr Paşa’nın köşkünü sardılar. Alemdâr, zorbalara teslim olmaktansa sonuna kadar karşı koymaya karar verdi. İmdadına gelecek yardımdan ümîdini kesince, vaktiyle mensub olduğu 42. Bölük odabaşısını çağırttı. Haremini Ocağın namusuna emânet ederek ona teslim etti. Yanında sâdece baş haremi ile sâdık harem ağası kaldı. Alemdâr’ın bulunduğu kuleye kalabalık bir yeniçeri grubunun hücum etmesi üzerine, daha önce koydurduğu barut fıçısının üzerine tabancası ile ateş etti ve büyük bir patlama oldu. İsyancılardan beş yüz yahut sekiz yüz kişi bir anda havaya uçup öldüler. 15 Kasım 1808’de dumandan boğulan Alemdâr Paşa ile iki sâdık adamının cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı. Cesedi sokaklarda sürüklendikten sonra Etmeydanında baş aşağı asıldı. Sonra da parçalanmış olan kemikleri, Yedikule dışında bir hendeğe atıldı. Yeniçerilerin korkusundan, ocağın kaldırıldığı târihe kadar tam on sekiz sene, kabrinin üstüne mezar taşı bile dikilemedi. 1908’den sonra kurulan Târih-i Osmânî encümeni tarafından Alemdâr’ın kemikleri Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb sultan mezarlığına taşıtılmış, Rusçuk yaranından Tahsin Efendi ile yanyana gömülmüştür. Alemdâr Paşa’nın ölümü ile yenilik hareketleri on sekiz sene daha geri kalmıştır. Alemdâr Mustafa Paşa’nın dört oğlu ve bir kızı olup, soyu sâdece Hasan Bey adlı oğlundan devam etmiştir. 1) Târih-i Cevdet; cild-9, sh. 14. 2) Hadîkat-ül-vüzerâ zeyli; sh. 19 3) Netâyic-ül-vukûat; cild-4, sh. 51 4) Alemdâr Mustafa Paşa, (İ. H. Uzunçarşılı, İstanbul-1942) 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4307 6) Vekâyinâme (Câbi Ömer Efendi, Es’ât Efendi Kütüphânesi, No: 2650) 7) Selîm-III ve Alemdâr Mustafa Paşa (A. Cemal Erksan, Târih Dünyâsı Özel Sayısı, İstanbul 1950) 8) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 89 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 173 ALİ BİN EMRULLAH Osmanlılar zamanında yetişen meşhur âlimlerden. Dedesi Abdülkâdir Hâmidî, sakalına kına kullanmakla meşhur olduğu için Kınalızâde diye şöhret bulmuştur. Abdülkâdir Hâmidî, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarındandır. Ali bin Emrullah, 1516 senesinde Isparta’da doğdu. İlk tahsiline akrabası olan Kadri Efendi’den ders alarak başladı. Daha sonra tahsiline devam etmek için İstanbul’a giderek Mahmûd Paşa Medresesi’nde müderris Sinân’dan, Atik Ali Paşa Medresesi’nde Merhaba Efendi’den, bir de Sahn-ı semân Medresesi’nde Kul Salih Efendi’den ders aldı. Kur’ân-ı kerîmi ve pek çok hadîs-i şerifi ezberledi. Yazı (hat) san’atında usta olup, hitabeti te’sirli ve kuvvetli bir hafızası vardı. Tahsilini mükemmel bir şekilde tamamlayan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir, hadîs ve fıkıh ilimlerinde söz sahibi oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından Edirne’deki Hüsâmiye Medresesi’ne tâyin edildi. Daha sonra Hamza Bey Medresesi’nde, Kütahya Rüstem Paşa Medresesi’nde, İstanbul’un çeşitli medreselerinde ve Süleymâniye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Bu vazifelerinden sonra da; Şam, Kahire, Bursa, İstanbul kâdılığı (1570) ve Anadolu kazaskerliği (1571) yaptı. Arabça ve Farsça’da; edebiyat, tefsir ve hadîs ilminde emsalsiz olan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir metinlerini anlamakta güçlük çekenlerin müracaat kaynağı idi. Şam ve Mısır’daki vazifesi sırasında görüştüğü Arab âlimleri, kendisinin Arabça’da derin bilgi sahibi olduğunu ve ilminin yüksekliğini gördüklerinden, istifâde etmek için müracaat etmişlerdir. Arabça ve Farsça’ya vâkıf olan Ali bin Emrullah, Türkçe’den başka bu dillerde de şiirler yazmış, Ali mahlasını kullanmış ve şiirleri bir dîvânda toplanmıştır. Kınalızâde Ali Efendi, fen ve hikmet ilminde de iyi yetişmişti. Ayrıca felsefeyi de incelemiş, fakat felsefecilerin bozuk fikirlerine kapılmamıştır. Ahlâk ilmi üzerine çalışmış, bu hususta yazılan eserleri inceleyip, İslâm ahlâkını esaslı bir şekilde yazmıştır. Kıymetli eserler yazan ve ilmî çalışmalar yapan Ali bin Emrullah Efendi, 1571 senesinde, Ramazan ayının altıncı günü Edirne’de vefât etti. Cenaze namazında başta âlimler olmak üzere, büyük bir cemâat hazır bulundu. Cenaze namazı Câmi-i Atik’de kılındıktan sonra Edirne-İstanbul yolu üzerindeki Vaki Nâzır adı ile meşhur kabristanda defnedildi. Eserleri: 1- Ahlâk-ı Alâî, 2- Tecrid haşiyesi, 3- Mevâkıf haşiyesi, 4- Dürer ve Gurer haşiyesi, 5- Kalemiyye Risalesi, 6- Sayfiyye Risalesi, 7- Tefsire ve vakfa dâir risaleleri, 8- Şiirlerinin toplandığı bir Dîvânı, 9- Tabakât-ı Hanefîyye (İmâm-ı a’zam hazretlerinden İbn-i Kemâl Paşa’ya kadar). Ali Efendi, daha çok Ahlâk-ı Alâî adlı eseriyle tanınmıştır. Bu eserini 1564 senesinde Şam’da vazifeli bulunduğu sırada, Suriye beylerbeyi Ali Paşa adına te’lif ederek, eserinin adını ona izafeten Ahlâk-ı Alâî koymuştur. Ahlâk-ı Nâsırî, Ahlâk-ı Celâli, Ahlâk-ı Hüseyn ve İmâm-ı Gazâli hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn ve Eyyühel-Veled adlı eserlerini inceleyerek yazdığı bu eserinde, nakiller ve îzahlar yapmıştır. Eser defalarca basılıp, asırlarca ahlâk kitaplarına kaynak olmuş ve Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar medreselerde ve liselerde okutulan ahlâk derslerinde temel teşkil etmiştir. Ahlâk-ı Alâî ve yukarda bahsedilen ahlâka dâir kitaplar ve İslâm âlimlerinin çeşitli, eserleri incelenip, Türkçe olarak İslâm Ahlâkı adında bir eser hazırlanmıştır. Hazırlanan bu eser İstanbul’da Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. HEPSİ EZBERİMDE!.. Oğlu Hasan Çelebi, Tezkiret-üş-şuarâ adlı eserinde babası Ali bin Emrullah hakkında şöyle birhâdiseyi nakleder: “Birgün dostları ile dinlenmek üzere bir bahçeye gittiler. Orada arkadaşlarından biri Bahâristân kitabını gösterip; “Ali Efendi, bu kitabı okudunuz mu?” diye sordu. O da; “Hepsi ezberimde” deyince; “Öyleyse oku bakalım” dedi. Kitaptaki şiir ve hikâyeleri sonuna kadar okuyunca, arkadaşları buna şaşırıp kaldılar.” 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 242 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-7, sh. 34 3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 164 4) Şezerât-üz-Zeheb; cild-8, sh. 34 5) Tezkiret-üş-Şuarâ; (Kınalı-zâde Hasan Çelebi); cild-2, sh. 652 6) Künh-ül-ahbâr’ın Tezkire Kısmı (Mustafâ Âli Efendi, Hazırlayan Mustafa İsen, A. Ü. Fen-Edebiyât Fak. Kütüphânesi, Erzurum); sh. 144 7) Meşâir-uş-Suarâ (Âşık Çelebi, London-1971); sh. 181 a. 8) Türk Klasikleri; cild-4, sh. 173 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 984 10) İslâm Ahlâkı; sh. 6 ALİ HAYDAR EFENDİ Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen meşhur hukuk âlimi. 1853 (H. 1269) târihinde Batum’da doğdu. Gürcüzâde Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. 1937 (H. 1355) târihinde İstanbul’da vefât etti. Ali Haydar Efendi, ilk tahsilini memleketinde gördükten sonra İstanbul’a gelerek hünkâr imâmı Hâfız Reşîd Efendi’den okudu. Medreset-ül-kudât’ı birincilikle bitirdi. Yirmi yedi yaşında Burdur kâdılığına tâyin edildi. Daha sonra Uşak, Denizli kâdılıklarında bulundu. 1883 (H. 1301) târihinde istînâf mahkemesi âzâlığına, sonra Mekteb-i hukûk-u mecelle ve usûl-i muhâkemât-i hukûkiyye’nin ameliyât-ı tatbikiyesi dersi muallimliği ile İstanbul bidayet mahkemesi ikinci hukuk dâiresi başkanlığına tâyin edildi. Zamanla terfi ederek bidayet mahkemesi birinci reisliğine yükseldi. Ehliyetinden dolayı 1898 (H. 1314) târihinde istînâf mahkemesi hukuk kısmı reîsi, 1316’da temyiz mahkemesi âzası, 1325’de temyîz-i hukuk dâiresi reîsi oldu. 1911 (H. 1329) târihinde pâdişâhın emri ile, uzun müddet yaptığı ilmî çalışmaların karşılığı olarak, birinci rütbeden maârif nişanı aldı. 1914 (H. 1333) târihinde fetvâhâne-i âlî emînliğinde bulundu. Gayretli çalışmaları neticesinde pâdişâhın emri ile hâiz olduğu Osmanlı nişânı üçüncü rütbeden birinci rütbeye yükseltildi. Kazaskerlik pâyesi ve ömrünün sonuna kadar da adliye nâzırlığında bulundu. 1837’de doğup, 1903’de vefât ederek Üsküdar’da Nesûhî kabristanlığına defnedilen Büyük Ali Haydar Bey başka bir şahıstır. O da hukuk fakültesinde usûl-i fıkh ve mecelle hocalığı yapmıştır. Ali Haydar Efendi’nin en meşhur eseri, dört büyük cild hâlinde bir kaç kere basılmış ve Arabça’ya da çevrilmiş bulunan; Dürer-ül-Hükkâm fî şerh-i mecellet-ül-ahkâm isimli Mecelle şerhi’dir. Erâzî Kânunu Şerhi ve Evkâfda muvâdaa, Risâle-i mefkûd ve İntikâl kânunu şerhi gibi eserleri de vardır. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1038 2) Son Devir Osmanlı Ulemâsı, (Sâdık Albayrak, İstanbul-1980); cild-1, sh. 261 ALİ KEMÂL Osmanlıların son devirlerinde yaşamış gazeteci, yazar ve devlet adamlarından. Asıl adı, Ali Rızâ olup, yazılarında Ali Kemâl imzasını kullandığı için bu adla meşhur olmuştur. Artin Kemâl diye de bilinir. Babası, Balmumcu esnafı kahyası, Çankırılı Hacı Ahmed Efendi, annesi ise Çerkez Şâyeste hanımdır. 1867 yılında İstanbul’da doğdu. 1922’de İzmit’te öldürüldü. Çocukluğu mâliye nâzırı Nafiz Paşa’nın konağında geçti. İlk tahsilini burada yaptı. Fransızca öğrendi. Galatasaray Lisesi’nin son sınıfına imtihanla girdi. Orayı bitirince Mülkiye mektebini kazanarak tahsiline devam etti. Talebelik çağından itibaren arkadaşlarıyla çıkardığı Gülşen dergisinde yazı yazmaya başladı. 1886 yılında Mülkiye’nin dördüncü sınıfındayken gittiği Paris’ten İkinci Abdülhamîd Han’ın idaresine karşı, İstanbul’da yayınlanan gazetelere, yazılar gönderdi. Sorbon Siyâsi İlimler Akademisi’nde okudu ve Cenevre’de hukuk tahsîli gördü. Üç yıl sonra İstanbul’a döndü. Bâzı zararlı siyâsî faaliyetleri sebebiyle Haleb’e sürgün edildi. Beş yıl kadar Haleb’de kalıp, orada lisan ve edebiyat hocalığı yaptı. 1894’de tekrar İstanbul’a döndüyse de, aynı yıl içinde Avrupa’ya kaçtı. Paris’te bulunduğu sırada İstanbul’da yayınlanan İkdam gazetesine gönderdiği Paris mektupları adlı yazılarıyla kısa müddet içinde meşhur oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, onu Paris sefaretine baş katib tâyin ettirerek kazanmak istedi. İki yüzlü bir siyâset tâkibeden Ali Kemâl, hem İkinci Abdülhamîd Han’ı, hem de ser hâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’yı idare etti. Bir ara Bürüksel sefareti İkinci kâtibi oldu. Sonra Mısır’a geçerek Türk adlı bir gazete çıkardı. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânı üzerine İstanbul’a döndü. İlk zamanlar İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenleriyle iyi geçindi. Mülkiye’de siyâsî târih dersleri verdi ve İkdam gazetesinde başmakale yazarı oldu. İkdam gazetesinde yazdığı makalelerle İttihâd ve Terakkî fırkasına şiddetli hücumlarda bulundu. İttihâdçılarla arası açılınca, Hürriyet ve İtilâf fırkasına girdi. Peyâm gazetesini çıkarıp İttihâd ve Terakkî mensuplarına hücumlarını fazlalaştırdı. İki defa mahkûm oldu, kaçtı, affolundu, tekrar mahkûm oldu. Hürriyet ve îtilâf fırkası iktidara gelince, Dâmâd Ferîd Paşa hükümetinde ilk olarak maârif nâzırı (milli eğitim bakanı), daha sonra dâhiliye nâzırı (İçişleri bakanı) olarak vazife aldı. Birinci dünyâ harbinden sonraki mütâreke yıllarında hareketleriyle ve yazılarıyla Anadolu’daki millî kurtuluş hareketlerine karşı sert ve insafsız bir tavır takındı. Bu hareketlere katılanlara hakaret ve tehdit yağdırdı. Dâmâd Ferîd Paşa hükümeti düşünce ermeni Mihran’ın çıkardığı Sabah gazetesini kendi gazetesi olan Peyâm ile birleştirerek Peyâm-ı Sabah adıyla neşr etmeye devam etti. Yazıları ve fikirleri sebebiyle olduğu gibi, bir ermeni ile birleşerek gazete çıkardığı için Artin Kemâl adıyla tanındı. Nihayet, 1922 yılı Kasım ayının on sekizinde Beyoğlu’nda husûsî vazifelendirilmiş iki me’mûr tarafından tutularak motörle İstanbul’dan İzmit’e götürüldü. Muhakeme için Ankara’ya götürülürken İzmit’te halk tarafından linç edilerek öldürüldü. Osmanlı Devleti üzerinde kirli emellerini gerçekleştirmek isteyen Alman-İngiliz rekabetinin had safhaya vardığı devirde İngiliz yanlısı olan Ali Kemâl, meşhur entelijans servis ajanı Fitz Maurice’in tabiriyle; “Kâmil Paşa’nın sadâret makamına getirilişini gerdûne-i sadâretle (sadâret arabasıyla) beraber İngiliz dostluğu Bâb-ı âlî’ye girdi” diyerek alkışlamıştır. İngiliz desteği ile Abdülhamîd Han’a karşı tertiplenen 31 Mart Vak’ası öncesinde Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin İttihâdçılar tarafından öldürülmesini bahane ederek, cenaze merasimi sırasında Abdülhamîd Han’a karşı olanları ve yüksek tahsîl talebelerini kamuoyu meydana getirmek maksadıyla harekete geçirmiş, vatan ve devlet düşmanlarıyla aynı safta yer almıştır. Sultan, İkinci Abdülhamîd Han’a karşı İttihâd ve Terakkî fırkası mensuplarıyla birlikte karşı çıkan, daha sonra İttihâdçılarla arası açılınca da onlara şiddetle muhalefet eden; düşmanların, Anadolu’yu paylaşmak için işgal ettikleri sırada ortaya çıkan millî kurtuluş hareketlerine cephe alan, dengesiz ve ihânete varan bir kişiliğe sâhib olan Ali Kemâl’in, târihe ve edebiyata âit bir çok makaleleri yanında, bâzı risale ve tercümeleri de vardır. Şiirle ilgili bâzı denemeleri de bulunmaktadır. 1) Ali Kemâl (Şemseddîn Kutlu, Hayat Târih Mecmuası, sene 1970, sayı-9, sh. 17 v.d.) 2) Ömrüm (Ali Kemâl’in hatıratı, Neşr. Berna Kazak, İstanbul- 1954) 3) İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük; sh. 176 4) Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri; sh. 45 5) Osmanlı imparatorluğu’nda İnkılâb Hareketleri ve Millî Mücâdele (A.B. Kuran. İstanbul-1956); sh. 321 ALİ KUŞÇU Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen büyük astronomi ve kelâm âlimi. İsmi, Alâüddîn Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, Mâverâünnehr’de hüküm süren ünlü Türk sultânı ve astronomi âlimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir. Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük âlimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kâdızâde Rûmî, Gıyâseddîn Cemşîd ve Muînüddîn Kâşî’den astronomi ve matematik ilmini öğrendi. Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, âlimlerin ilgi ve tedkikine mazhâr olan Şerhut-Tecrîd adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu, Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi. Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri îzâh eden bir kitap hazırlayıp getirdim” cevâbını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey, uzun uzadıya inceledikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zîc-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kâdızâde-i Rûmî’nin vefâtı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand rasathânesine müdür tâyin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra, yerine geçen evladları zamanında devlet düzeni bozuldu ve âlimlerin kıymeti bilinmez oldu. Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu, Hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları, Ali Kuşçu’yu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp sulhu te’min etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fâtih Sultan Mehmed Han ile görüştü. İlim âşığı olan Sultan, kendisine çok ikrâm ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimî ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi. Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikrâm ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen âlimi Hocazâde karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmî mes’elelere dalarak med-cezir hâdisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazâde de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etmişti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli âlimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu. Fâtih Sultan Mehmed Han ile Uzun Hasan’ın arası fitneciler tarafından tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fâtih bu muhârebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında astronomi ile ilgili Fethiyye adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphânesinin müdürlüğüne getirdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde, Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur âlimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinân Paşa, Molla Lütfü ve torunu Mirim Çelebi gibi âlimler onun derslerinde yetiştiler. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan âlemini aydınlatan ve batı bilim dünyâsında devrinin Batlemyüs’ü (ptolemy) olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan kabristanına defnedildi. Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1- Risale fil-Hey’et: Astronomi risâlesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır. Eser, Osmanlı mühendishânesinde on dokuzuncu asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu. İstanbul’da; Üniversite, Ayasofya ve Köprülü kütüphânelerinde, Bursa’da da haracçıoğlu Kütüphânesi’nde yazma nüshaları vardır. 2- Risale fîl-Hisâb: Matematik ilmi ile ilgili bir eserdir. Farsça olan bu eseri de Semerkand’da yazmıştır. Yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur. 3- Risale fil-Fethiye: Risale fî’l-Hey’et’in ilâvelerle birlikte Arabça’ya çevrilmiş şeklidir. Bu eseri Ali Kuşçu, Fâtih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazmıştır. Eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, eğimi (23° 30’ 17”) olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise (23° 27’) dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar. Nûruosmâniye Kütüphânesi 2949’da bir nüshası olan eseri, Molla Abdullah Perviz, Mirât-üs-semâ adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. 1548 senesinde de Seyyid Ali bin Hüseyin tarafından ikinci bir tercümesi daha yapılmıştır. 1839’da yapılan tercümesi ise Mir’ât-ı Âlem ismiyle İstanbul’da yayınlanmıştır. 4- Risâle-i Muhammediyye fî ilm-ül-Hisâb: Semerkand’da yazdığı Risale filHisâb’ın Arabça’ya tercümesidir. Ali Kuşçu’nun hattıyla yazılmış olan eser hâlen Ayasofya Kütüphânesi’nde 2733 numarada kayıtlı olup, bir mecmuanın 71. varağından 169. varağına kadar devam eden kısmındadır. Cebir ve hesap konularından bahseden eserin son sahîfesinde Ali Kuşçu’nun bir imzâsı ve 1472 senesinde bittiğini belirten bir kayıt vardır. 5- Hall-ül-eşkâl-il-kamer: Ali Kuşçu bu eserini ilmini artırmak için gittiği Kirman’da hazırlamıştır. Dönüşünde Uluğ Bey’e takdim ettiği eserde ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri açıklamıştır. İsmini bildiğimiz bu eserin nüshasına rastlanmamıştır. 6- Risale fil-umûr-il-Âmme, 7- Risale fil-Hemziyye, 8- Ta’likât alâ Mebehîsi galât-il-Hassiyye, 9- Ukûd-ül-Cevâhir, 10- Rîsâle fî mes’elet-il-Garîbe bil-ulûmir-Riyâziyye, 11-Şerhu Tuhfet-iş-şâhiyye, 12- Hâşiye alâ Vaz’iyye-i Kâdı Adûd. Bunlardan başka Uluğ Bey Zîci’ne yazdığı şerh önemli ve pek kıymetli bir eserdir. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi, sh. 181 2) Ulûm-ül-bahte; sh. 426 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 181 4) Kâmûs-ül- a’lâm; cild-4, sh. 3179 5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 276 6) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 270 7) Menâbi-i ulûm-i İslâmî; cild-1, sh. 342 8) Brockelmann; cild-2, sh. 234 9) Ali Kuşçu, Hayâtı ve Eserleri (S. Ünver, İstanbul-1948) 10) Âsâr-ı Bakıyye (Salih Zeki, İstanbul-1329); sh. 195 11) Tâc-üt-tevârîh; cild-1, sh. 489 ÂLÎ MUSTAFA EFENDİ On altıncı asırda yetişen meşhur Osmanlı tarihçisi. Adı, Mustafa bin Ahmed’dir. 1541 senesi Nisan ayında Gelibolu’da doğdu. Küçük yaşta tahsîle başlayan Âlî Efendi yirmi yaşında medreseden me’zûn oldu. Mihrü Mah adlı eserini şehzâde ikinci Selîm’e takdim ederek dîvân kâtibliği vazîfesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa’nın dîvân kâtipliğine tâyin edildi. Mustafa Paşa’nın Mısır beylerbeyi olması ile berâber Mısır’a gitti. Bir süre sonra Mustafa Paşa Mısır beylerbeyliğinden alınınca, Manisa’daki şehzâde üçüncü Murâd’ın musâhibleri arasına girdi. Oradan Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa’nın dîvân kâtipliği vazîfesine tâyin edildi. Sultan üçüncü Murâd Han’ın tahta çıkması üzerine, altı sene kaldığı Bosna’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Hoca Sa’deddîn Efendi aracılığı ile Gürcistan, Azerbaycan bölgesi beylerbeyi olan Lala Mustafa Paşa’nın yanında tekrar dîvân kâtibi oldu. Onunla beraber İran seferine katıldı. Buradan Haleb tımar defterdârlığına tâyin edildi. Bu görevden azledilince bir süre açıkta kalan Âlî Efendi, daha sonra Erzurum, arkasından Haleb mal deftardârlığına atandı. Daha sonra bu görevden de azledildi. Uzun süre açıkta kaldı. Kısa bir müddet süren Sivas defterdârlığından sonra yeniçeri kâtipliğine getirildi ise de bu görevden de alındı. Geçimsiz bir mîzâca sâhib olan Alî Mustafa Efendi, sultan üçüncü Mehmed tahta çıktığı zaman ikinci defa getirildiği yeniçeri kâtipliğinde bulunuyordu. Pâdişâh’ın cülûsunu zamanın diğer şâirleriyle beraber kutladı. Bunun üzerine mükâfatlandırılan Âlî Efendi mîr-i mîran rütbesiyle Şam vâliliğine tâyin edildi. Fakat hemen iki yüz bin akçe hasla emekliye ayrılması teklif edildi. O buna karşılık, Künh-ül-Ahbâr’ı yazmakla meşgul olduğunu, bu eseri tamamlamak için lüzumlu malzemeyi daha rahat bulabileceği Mısır defterdârlığı veya Amasya sancak beyliğini istedi. Son olarak kendisine Cidde emirliği verilen Âlî Efendi, bu vazifesine Mısır ve Mekke yoluyla giderek hac farîzasını yerine getirdi. Sultan üçüncü Mehmed’e yazdığı bir Mesnevîde kendisine Mısır eyâletinin verilmesini ricâ etmişse de, buna nâil olamadan 1600 senesinde Cidde’de vefât etti. Alî Mustafa Efendi, çeşitli alanlarda yazı yazmakla birlikte, asıl başarılı olduğu alan târihtir. Ayrıca eserlerinde tenkid fikrine yer verir. Asrını bir bakımdan ele alan bir yazar olup, manzum, mensur elliye yakın eseri vardır. Bunlardan en meşhuru dört cildlik Künh-ül-Ahbâr adlı târihidir. Bu eser, sâdece bir Osmanlı târihini değil, Peygamberler târihi, İslâm târihi, Türk ve Moğol târihi bahislerini ve bölümlerini de içine alan umûmî târihtir. Âlî Efendi, eserde Osmanlı âlim ve şâirleri için de önemli bir kısım ayırmış olup, bu bölüm şâirler tezkiresi sayılabilecek genişliktedir. Âlî Efendi, eserini hazırlayabilmek için çok sayıda kaynağa müracaat etmiştir. Eserin en geniş kısmı, on altıncı asır Osmanlı târihini anlattığı bölümdür. Ayrıca İslâm târihinde verilen bilgiler geniş ve teferruatlıdır. Eserin ilmî değerini artıran bir yönü, Âlî’nin, İslâm medeniyetinin gelişmesinde Türklerin büyük rolüne ve hizmetine dikkat çekmesidir. Bunun yanında, yeri geldikçe, bölüm bölüm Avrupa milletleri hakkında da kısa bilgiler verilmiştir. Künh-ül-Ahbâr’ın baş kısımları oldukça secili ve ağır bir nesirle yazılmıştır. Zâten Âli; Türkçe’nin Arabça ve Farsça’dan alacağı kelimelerle anlatım kabiliyetini geliştirip tab ve çeşnisine kavuşacağı fikrindedir. Bununla birlikte eserin geri kalan kısmı; üslûb bakımından hâdiseleri san’atkârâne yazmak hevesine feda etmeyen, yer yer temiz, açık ve zamanına göre sâde sayılabilecek bir nesirle kaleme alınmıştır. Eserin başından İstanbul’un fethine kadar olan kısmı tertibine uygun olarak beş cild hâlinde basılmıştır. Yazmaları çeşitli parçalar hâlinde İstanbul’un bir çok kütüphânelerinde bulunmaktadır. Âlî’nin Künh-ül-Ahbâr’dan başka, Türk kültür ve ictimâiyyât târihi bakımından değerli kaynak ve vesika olan dört kitabı daha vardır. Bunlardan Nasîhat-üs-Selâtîn’i Haleb’de tımar defterdârı iken yazmıştır. Bu eserinde özellikle sultan üçüncü Murâd devrindeki içtimaî, iktisâdi ve hukukî bozuklukları büyük bir cesaretle ve misaller vererek ortaya koymuştur. Kavâid-ül-Mecâlis; Osmanlı medeniyeti ve sosyal hayâtı bakımından kıymetli bilgiler veren bir görgü, bir âdâb-ı muaşeret kitabıdır. Alî Efendi, ömrünün sonlarına doğru yazdığı bu eserde, mühim meclislerde çeşitli sınıf, san’at ve mesleklere mensup insanların nasıl hareket edeceklerini, nasıl giyineceklerini, kısacası topluluk içinde âdaba uygun yaşamak için neler yapmak ve neler bilmek mecburiyetinde olduklarını yazmıştır. Eseri sultan üçüncü Murâd Han’ın isteği üzerine yazmıştır. Âlî Efendi’nin Künh-ül-Ahbâr’dan sonra üçüncü önemli eseri Mevâ’id-ün-Nefâis fî Kavâ’id-ül-Mecâlis’dir. Bu eserini Hoca Sa’deddîn Efendi ve bir çok âlimin tavsiyesi üzerine Kavâ’id-ül-Mecâlis’i tamamlaması için yazmıştır. Âlî Efendi, bu eserini geniş bir halk kütlesinin istifâdesine sunabilmek için sâde, kolay ve anlaşılır bir dilde yazmıştır. Eser, 127 varak hâlinde ve yer yer manzum parçalarla süslenmiş hâldedir. Dördüncü önemli eseri Menâkib-ı Hünerverân’dır. Eserde Türk-İslâm âleminde yetişen büyük hattatlar ve bunların hat san’atlarından, ayrıca tasvircilerden, tezhibcilerden, mücellid, halkari, zerefşân ve oyma san’atlarından bahsedilmekte, zamanın diğer san’atları ve san’atkârları hakkında da kıymetli bilgiler verilmektedir. İstanbul ve Viyana kütüphânelerinde dokuz nüshası bulunan eser, yedi bölümden meydana gelmiştir. İbn-ül-Emîn Mahmûd Kemâl tarafından 1926 senesinde İstanbul’da eserin karşılaştırmalı neşri gerçekleştirilmiştir. 1- Nâdir-ül-Mahûrib, 2- Heft Meclis, 3- Zübdet-üt-Tevârih, 4- Nusretnâme, 5Câmi-ul-Hubûr der Mecâlis-i Sûr, 6- Mirkat-ül-elhâd, 7- Füsûlü Hallü Akd ve üsûli Harc ü Nakd, 8- Hâlât-ül-Kâhire min el-Âdât-iz-zâhire, 9- Mihr ü Mah, 10Mihr ü Vefâ, 11- Tûhfet-ül-Uşşak, 12- Râhat-ün-Nüfûs, 13- Hilyet-ür-ricâl, 14Münşeat, 15- Mahâsin-ül-Âdâb Âlî’nin yazdığı diğer mühim eserlerdir. Âlî bu eserlerin yanında şiirler de yazmıştır. Henüz on dokuz yaşında bir dîvân sahibi olan Âlî’nin Türkçe üç ayrı dîvânı vardır. Dîvânının nüshalarından biri İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’nde siyâkat yazı iledir. İlk şiirlerinde Çeşmî daha sonra Âlî mahlasını kullanmıştır. İkinci dîvânının adı Vâridât-ül-Enîka’dır, Aslında bu eser birinci dîvânında bulunan gazellere de yer verir. 1) Resimli Türk Edebiyâtı; cild-1. sh. 611 2) Gülşeni Şuarâ; vr. 44 a 3) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 85 4) Türk Klâsikleri; cild-4, sh. 73 5) Âlî ve Kâtib Çelebi’nin Terceme-i hâlleri (B. Mehmed Tâhir. Selânik-1322) 6) XIII ve XVI. Asır Eserlerinin Türkçe Yazılış Sebebleri (Kemal Yavuz, Türk Dünyâsı Araştırmaları, sayı-27. sh. 9) 7) Âlî bibliyografyası (Atsız, İstanbul-1968) 8) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; sh. 36 ÂLÎ PAŞA (Mehmed Emîn) Tanzîmât dönemi sadrâzamlarından. 1815 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası Ali Rızâ Efendi, Mısırçarşısı’nda attârlık ve kapıcılık yapardı. Babasının fakirliği sebebiyle iyi bir tahsîl göremeyen Mehmed Emîn, Bâyezîd Câmii’nde bir müddet Arabî okudu. Hayâtını kazanmak mecburiyetinde olduğundan, vüzerâdan birinin yardımıyla dîvân-ı hümâyûn kalemine girdi. Burada bir taraftan resmî kitabet ve muamelâtı öğrenirken, bir taraftan da Fransızca tahsiline başlayarak keskin zekâsı sebebiyle kısa zamanda tahsil hayâtındaki eksikliğini tamamladı. Kalemdeki âmiri tarafından, bir iddiaya göre fazla kısa boylu olması, diğer bir iddiaya göre de çalışkanlığı sebebiyle Âlî lakabı verildi ve bu adıyla anılır oldu. Babasının kapıcılık yapması sebebiyle Kapıcızâde de denilirdi. Yedi sene kadar dîvân-ı hümâyûn mühimme tercüme kalemlerinde çalıştı. Burada Fransızcasını ilerletince, genç yaşta, memleket dışı vazife ve me’mûriyetlere tâyin edildi. 1835 senesinde, Avusturya imparatoru birinci Ferdinand’ın tahta geçişini tebrik için gönderilen hey’ette görev alıp Viyana’ya gitti. Sefaret ikinci kâtibi olarak bir buçuk sene burada kaldı. Mîzâcı ve o güne kadar olan yaşayış tarzı sebebiyle kısa zamanda oranın yaşayış tarzına uydu ve Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı. 1837 senesinde Petersburg’da yapılan askerî manevraları tâkib için Ahmed Fethi Paşa’nın maiyyetinde Rusya’ya gönderilip, dönüşünde dîvân-ı hümâyûn tercümanlığına getirildi. Mustafa Reşîd Paşa Londra elçiliğiyle vazifelendirilince, Âlî Efendi’yi yanında sefaret müsteşarı olarak götürdü (1838). Mustafa Reşîd Paşa Paris’e gidince, yerine yirmi beş yaşlarında olan Alî Efendi’yi sefaret maslahatgüzarı olarak bıraktı. İngiliz sefiri Lord Rading’in tavsiyesiyle sadrâzam olunca da, onu rütbe-i ûlâ ile diplomasi mesleğinin en yüksek noktası olan hâriciye nâzırlığına getirdi (1846). Kendisini yetiştiren Mustafa Reşîd Paşa vasıtasıyla mason olan Alî Paşa’ya, 1848’de vezirlik ve müşirlik rütbesi verildi. Mustafa Reşîd Paşa’nın sadâretten azledilmesinden sonra yine bu makama getirildi (1852). Bu zamana kadar, Reşîd Paşa tarafından yetiştirildiği için muhâliflerine karşı onun en büyük destekçilerinden biri olan Âlî Paşa, makam hırsıyla velînîmet saydığı Reşîd Paşa’dan uzaklaştı. İki ay sürmeden de Mukaddes makamlar mes’elesi yüzünden azledildi. İzmir vâliliğine tâyin edilmesi yanında, Meclis-i âlî-i tanzîmât reisliği de kendisine verildi. Kırım savaşı sonunda toplanan Viyana, konferansına Osmanlı delegesi olarak katılan Âlî Paşa, Mustafa Reşîd Paşa’nın 1855’de dördüncü sadâretinden istifa etmesi üzerine, ikinci defâ bu makama getirildi. Bu sadâreti sırasında, gayr-i müslim tebeaya geniş imtiyazlar tanıyan, Avrupa devletleri elçileriyle beraber hazırladığı ıslâhat fermanını yayınlayıp, tanzîmâttan sonra başlayan ve Osmanlı Devleti’nin başına büyük gaileler açan, müslim, gayr-i müslim bağımsızlık hareketlerinin hızlanmasına sebeb oldu (1856). Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile; “Osmanlı Devleti’nin bu kadar fedâkârlıkda bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek hayretini ifâde etmiş, Cevdet Paşa’nın nakline göre; koyu batı hayranı olarak bilinen mason Mustafa Reşîd Paşa bile bu kadarına dayanamayarak, bu fermanın; hâinler tarafından Avrupa’ya verilen, memleketi tahrîb vâsıtası olduğunu belirten bir lâyihayı Abdülmecîd Han’a sunmak mecburiyetinde kalmıştır (Bkz. Islâhat Fermanı). Islâhat fermanının îlânı üzerinden çok geçmeden isyânlar başgösterdi. Elde ettikleri serbestlikden iyice şımaran gayr-i müslimler, bununla yetinmeyerek daha başka isteklerde bulundular. Devlette mâlî ve iktisadî buhranların da başlamasıyla Âlî Paşa’ya tepkiler çoğaldı. Bu tepkileri gidermek isteyen Âlî Paşa, bâzı mâlî tedbirler alıp, pâdişâhı da razı ederek bunlara saraydan başladı. Ve iktisâda riâyet edilmesine dâir hatt-ı hümâyûn yayınlattı. Fakat tedbirler iyi sonuç vermeyince, mâlî ve siyâsî buhran gittikçe büyüdü. İşlerin altından kalkamayınca, sadâretten istifa etti. Yerine geçen Mustafa Reşîd Paşa’nın, hâriciye nâzırlığı teklifini kabul etmeyince, Meclis-i âliyye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre sonra, Mustafa Nailî Paşa sadrâzam olunca, hâriciye nâzırlığına getirildi (1857). Mustafa Reşîd Paşa’nın tekrar sadrâzam olmasına rağmen, hâriciye nâzırlığına devam eden Âlî Paşa, onun ölümü üzerine üçüncü defâ sadârete getirildi (1858) ve iki sene sonra azledildi. Bir ay sonra Meclis-i âlî-i tanzîmât reisi oldu. Bir sene sonra da tekrar hâriciye nâzırlığına getirildi. Sultan Abdülazîz’in tahta geçişinden bir süre sonra, Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın azli üzerine dördüncü defa sadârete tâyin edildi. Devlet hizmetinde ağır davranması sebebiyle aynı yıl azledilerek, yerine samîmi arkadaşı, kendisi gibi Reşîd Paşa yetiştirmelerinden olan Fuâd Paşa sadrâzam oldu. Fuâd Paşa’nın ısrarlı isteği üzerine tekrar hâriciyi nâzırlığına getirildi. Fuâd Paşa’nın iki sadâreti ile Yûsuf Kâmil ve Mütercim Rüşdî paşaların sadâretleri zamanında aynı görevde kaldı. Bir yandan Girid isyânı, bir yandan da Sırp mes’elesi yüzünden iyice bunalan Mütercim Rüşdî Paşa istifa edince, beşinci defa sadârete getirildi. Sadrâzam olur olmaz; Fransa, İngiltere ve Avusturya’nın baskılarıyla Meclis-i vükelâdan karar çıkartıp Belgrad’ı Sırplara teslim etti. Girid’e ise bizzat giderek rum tebeaya Fransa medenî kânununa göre hüküm veren karışık mahkemeler kurdu ve çeşitli imtiyazlar tanıdığı gibi, hıyanet derecesine varan imtiyazları ıslâhat adı altında gerçekleştirdi. Girid’in bu şekilde adetâ elden çıkmasına çok üzülen Ziya Paşa, duygularını; Sadr-i âlî-i zemâne ne yapardı acebâ Köprülüzâde şu hengâmede sağ olsa idi Kapucuzâde ile farkı budur Köprülü’nün Birisi almış idi, diğeri verdi Girid’i. dörtlüğüyle dile getirmişti. Girid’e verdiği muhtariyet ve Belgrad’ın Sırplara teslimi sebebiyle basından da çok şiddetli tepki gören Âlî Paşa, meşhur Âlî Paşa Kararnâmesi’ni yayınlayarak basın hürriyetini kısıtladı. Bu kararname, hükümete (Alî Paşa’ya) basın kânunundan bağımsız olarak gazeteler hakkında kovuşturma hakkını veriyordu. Bu kararname, tanzîmâtçılar arasında yol ayırımına sebeb oldu. Yeni Osmanlılar adı ile teşkîlâtlanan grup, Âlî Paşa’ya cephe aldı. Bu grubdan olan Ali Süâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi ve Ziya Bey (Paşa), İstanbul dışında mecburî ikâmete tâbi tutulunca, bir yolunu bulup Paris’e kaçtılar. Orada çeşitli gazeteler çıkarıp, Âlî Paşa aleyhinde yazılar yazdılar. Fransız tarafdârlığı sebebiyle Devlet-i âliyyeyi Fransız siyâsetine ters düşmeyecek bir şekilde yöneten Âlî Paşa, ıslâhat fermanı ile artan muhtariyet isteklerini yatıştırmak istedi. Bu sebeble, gayr-i müslim tebeanın müslümanlar seviyesinde tahsîl görmeleri için Galatasaray Lisesi’ni kurdu. Müslüman olmayan halkın gayri menkûl alabilmeleri için kânunlar çıkardı. Meclis-i vâlânın gördüğü vazifeleri mülkî ve adlî olarak ikiye ayırmak suretiyle, Şûrâ-i devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye dâirelerini teşkil etti. Dâhiliye nezâretini kurdu. 1869 senesinde, hâriciye nâzırı olarak çok yardımını gördüğü yakın arkadaşı Fuâd Paşa’nın ölümü üzerine bu vazifeyi de üstlendi. Tâkib ettiği politikanın baş kaynağı olan Fransa’nın, Fransa-Prusya muhârebesinde yenilmesi, devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı ve Âlî Paşa’yı yeni bir siyâset yolu aramaya sevk etti. Bu arada Rusya; Paris muahedesinin en önemli hükmü olan Karadeniz’in tarafsızlığı maddesini tanımadığını bildirince, Londra’da toplanan konferansta boğazlar mukavelesini tâdil eden yeni mukaveleyi kabul etmeye mecbur oldu (1871). Meydana gelen hâdiseler yüzünden manen ve sağlık yönünden bir hayli sarsılan Âlî Paşa, 1871 senesi Eylül’ünün yedisinde Bebek’te bulunan yalısında öldü. Cenaze namazı Yeni Câmi’de kılındı. Tezkiyesini yapan Yenikapı mevlevî şeyhi Osman Efendi’nin, üç defa; “Bu zâtı nasıl bilirdiniz?” diye sormasına rağmen, cemâatten hiç ses çıkmadı. Daha sonra Süleymâniye Câmii yanına gömüldü. Osmanlı cemiyetinin çözülme zamanında ciddî bir eğitim görmeden zekâsı ve entrikalarıyla devletin en üst makamlarını yıllarca elinde tutan Âlî Paşa, tenkîd edilmekten hoşlanmazdı. Hırs ve kapris sahibi idi. Rakiplerine karşı acımasız olan Paşa, mevkiini korumak için pâdişâha karşı alçak gönüllülüğü ileri dereceye götürür, kan-ter içinde kalır, yürürken ayakları titrerdi. Pâdişâh bütün bunları bilmesine rağmen, devrinde iyi yetişmiş adamı olmadığından ve Avrupa devletleri ile arayı açıp devleti bir harbin içine itmemek için sadârette bulunduruyordu. Nitekim ölümü üzerine, Abdülazîz Han; “Cenâb-ı Hak, devletimizi şu sıska herifin belâsından kurtardı” demekten kendini alamamıştır. Alî Paşa, Bâb-ı âli’ye hıristiyan me’mûr alınması yasağına da aldırmamış, yüksek mevkiler elde ettikten sonra, ermenilere ziyâde itibâr ederek, hâriciye nezâreti dâiresinde teşkil olunan tahrîrât-ı hâriciye odasına ermenilerı doldurmuştu. Onlar da, yavaş yavaş orada çalışan müslümanların işlerine son verip, dâireyi tamamen ele geçirdiler. Cevdet Paşa bu hususta; “Öyle görünüyor ki, Âlî Paşa, ehl-i İslâm’dan umûr-i hâriciyyeye âşinâ âdemler yetişirse, kendisine râkib olurlar deyü havf ederdi” demektedir. Yaptığı icrâatlarla Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hazırlayanların başında gelmesine rağmen, bâzı çevrelerce ısrarla büyük devlet adamı olarak gösterilen Âlî Paşa, yedi defa hâriciye nezâretine, beş defa da sadârete getirildi. Sekiz sene üç ay on dokuz gün sadârette kaldı. Bu süre zarfında, ölümünden sonra hayırla anılacak hiç bir eser yaptırmadı. 1) Ma’rûzât (Ahmed Cevdet Paşa); sh. 4 2) Tezâkir (Ahmed Cevdet Paşa); cild-1, sh. 38 v.d. 3) Mirat-ı Hakikat; sh. 41 v.d. 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3050 5) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn) 6) Târih Musâhebeleri (A. Şeref) 7) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl); cild-1, sh. 3 8) Türkiye ve Tanzîmât (Engelhard; Terc. Ali Reşad); sh. 7 9) Târih-i Lütfi; cild-7, sh. 46 v.d. 10) Ricâl-i Muhimme-i Siyâsiyye (Ali Fuâd Türkgeldi, İstanbul 1928; sh. 61 11) Verd-ül-hakâyık (Rıfat Efendi, İstanbul-târihsiz); sh. 43 12) Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (Fatma Âliye Hanım, İstanbul-1332); sh. 95 13) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-12. sh. 244 14) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 165 15) Eshâb-ı Kiram; sh. 371 ALİ RIZ PAŞA Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Emekli jandarma binbaşısı Tâhir Efendi’nin oğludur. 1860 senesinde doğdu. 1932’de İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da dünyâya gelen Ali Rızâ Paşa; ilköğrenimden sonra, 1874’de Askerî İdâdî mektebine, 1880’de Harbiye mektebine girerek 1886’da bitirdi. Erkân-ı harp yüzbaşı rütbesiyle aynı okula muavin oldu. Bilgisini arttırmak ve staj yapmak üzere 1887’de Almanya’ya gönderildi. Bu vazîfede iken 1888’de kolağalığa, 1889’da binbaşılığa terfî etti. 1890’da yurda döndükten sonra kaymakamlığa (yarbaylığa) terfî ettirildi. 1891’de Erkân-ı harbiyye-i umûmiyye dâiresinin dördüncü şubesine tâyin olundu. Bu arada Harbiye’de harp târihi hocalığı yaptı. Jandarma ve polis nizâmnâmesinin tedkîki için teşekkül eden komisyonda bulundu. 1895’de miralay (albay) rütbesine yükseldi ve Harbiye mektebi hocalığından istifa etti. 1896’da Havran’da zuhur eden isyânı bastırmakla vazifeli kuvvetlerin kurmaybaşkanlığını yaptı. İsyan bastırıldıktan sonra dönüşünde Bulgaristan hududunda keşif ve inceleme yapmak üzere vazifelendirilen komisyonun başkanlığına getirildi. Yunan harbinde ordu karargâhı umûmîsi erkânı harbiyyesinin askerî harekât şubesi müdürlüğüne tâyin edildi. 1898’de Erkân-ı harbiyyei umûmiyye dâiresi başkanlığına (Genel Kurmay Başkanlığı) getirildi ve mirlivalığa (tuğgeneral) terfî ettirildi. Aynı yıl içinde Karadeniz ve Akdeniz boğazlarında ve çevresinde keşf ve incelemelerde bulunacak komisyonda bulundu. 1901’de feriklik rütbesiyle Üsküb kumandanlığı, 1903’de Manastır vâliliği ve ilâveten Manastır kumandanlığı vazifelerine tâyin edildi. Manastır Rus konsolosunun bir onbaşı tarafından öldürülmesi hâdisesinden sonra Trablusgarb’a gönderildi. 1905’de Yemen isyânının bastırılması için vazifelendirilen kuvvetlerin kumandanlığına tâyin edildi. Şam’a uğrayarak miralay İzzet Paşa kumandasındaki Şam redif ve nizamiye kıt’alarını alıp, Akabe üzerinden Hudeyde’ye ve oradan da Menahe kalesine gitti. Hudeyde’ye ulaştığı 1905’de birinci feriklik rütbesiyle Umûm kuvây-ı askeriyye kumandanlığına getirildi. Başarılı çalışmalarından dolayı müşirlik rütbesiyle taltif edildi. San’a’yı geri alarak Şam’a döndü. 1906 senesinde sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Bağdâd ve Hicaz istikâmetinde yaptırılan Hamîdiye demiryolu işletme nezâretine tâyin edildi. Bu vazifede iken İkinci Meşrûtiyet ilân edildi. 1908 Temmuz’unda İstanbul’a çağırılarak ikinci ordu müşirliğine getirildi. Bu sırada Recep Paşa vefât ettiğinden, Ağustos 1908’de harbiye nâzırı, yine aynı sene içinde Yâver-i ekrem ve Âyân meclisi üyesi oldu. Kâmil Paşa’nın sadâretinde harbiye nâzırlığından çekildi. Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadâretinde ikinci defa harbiye nâzırı oldu. 31 Mart vak’asında bu makamdan ayrıldı. Bu sırada zuhur eden Balkan harbinde Makedonya taraflarına gönderilen Garb ordusu başkumandanlığına tâyin edildi. Askerî tecrübesini yerinde kullanarak hizmette bulundu. Fakat Balkan harbi mağlûbiyetle sona erdi. 1919 senesinde Tevfik Paşa kabinesinde bahriye nâzırı oldu. Aynı yıl içinde dâmâd Ferîd Paşa kabînesinde sandalyesiz nâzırlığa (meclis-i vükelâya) getirildi. Dâmâd Ferîd Paşa’nın 20 Temmuz 1919’da istifa etmesinden sonra kurulan yeni kabinede ticâret ve zirâat nâzırlığına getirildiyse de kabul etmeyerek Meclis-i vükelâdaki vazifesine devam etti. Dâmâd Ferîd Paşa’nın 30 Eylül 1919’da tekrar istifa etmesi üzerine, 2 Ekim 1919’da sultan Vahîdeddîn Han tarafından sadrâzamlığa getirilen Ali Rızâ Paşa devrinde Meclis-i meb’ûsân seçimleri yapıldı. Anadolu’daki Kuvây-ı milliye hareketiyle işbirliği kurarak memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulması için gayret sarf etti. 8 Mart 1920’de saraya gidip, müttefik devletler tarafından, icrâsı mümkün olmayan ve kuvay-ı milliye ile gerginliği artıran bir takım teklifler ileri sürüldüğünü ve haberleşmeyi sansür ettiklerini belirtti. Kabinenin istifasını pâdişâha arz etti. 21 Ekim 1920’de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde Nâfia nâzırlığı yaptı. Daha sonra bu vazife üzerinde kalmak üzere dâhiliye nâzırlığına getirildi. Osmanlı Devleti’nin son kabinesindeki diğer üyelerle birlikte, Türkiye Büyük Millet Meclisinin saltanatın ilgâsıyla ilgili çıkardığı kânun üzerine istifa etti. Köşesine çekilen Ali Rızâ Paşa 31 Ekim 1932’de Erenköy’deki evinde vefât etti. Çalışkan, dürüst, bilgili, devlete bağlı olan Ali Rızâ Paşa, hayâtı boyunca bulunduğu askerî ve idarî vazifelerde bu hususiyetlerini ortaya koymuştur. Bilhassa sadrâzamlığı zamanında, mütâreke yılları sebebiyle memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulabilmesi için, Anadolu’daki kuvây-ı milliye hareketiyle işbirliği kurması dikkat çekicidir. 1) Son sadrâzamlar; cild-3, sh. 2105 2) Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-19, sh. 1088 3) Görüp İşittiklerimiz; sh. 200, 249 ALİ SÜÂVÎ Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen yazar ve ihtilâlci. 1839 senesi Ramazan bayramında İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde doğdu. Babası Çankırı’nın Çay köyünden olup, İstanbul’da yerleşmiş Kâğıt mühreciliğı (parlatıcılığı) yapan Hüseyin Ağa’dır. Ali Süâvî medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, Sami Paşa’nın maârif nâzırlığı sırasında girdiği imtihanda başarı göstererek, Bursa Rüşdiyesi’ne muallim-i evvel tâyin edildi. Halk tarafından hakkında yapılan şikâyetler yüzünden, bir sene sonra Bursa’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Bursa’dan ayrılınca, Simav’a giderek Kuşlu Medresesi’nde ders verdi ve bir müddet Rüşdiye’de baş muallimlik vazifesinde bulundu. Bu sırada hacca giden Ali Süâvî, dönüşte Sami Paşa’nın himayesiyle Filibe Rüşdiyesi’ne hoca olarak tâyin edildi. Daha sonra Sofya’da ticâret mahkemesi reisliği, Filibe’de tahrîrat müdürlüğü yaptı. Aynı zamanda vâiz olan Ali Süâvî, görevli bulunduğu Simav, Bursa ve Filibe’de verdiği vâzlarla dikkati çekti ve görevinden azl edildi. 1867 senesinde İstanbul’a dönen Süâvî bir taraftan Şehzâde Câmii’nde vâzlar veriyor, diğer taraftan Filip Efendi’nin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum gazetenin kapatılmasına ve Ali Süâvî’nin Kastamonu’da ikâmete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu’da iken Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti üzerine kaçıp Paris’e gitti. Yolculuğunun büyük kısmını Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ile birlikte yaptı. Paris’de Mustafa Fâzıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar üzerine Muhbir gazetesini çıkarmak için Londra’ya gitti. Gazetenin daha ilk nüshalarından îtibâren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Bu yüzden Yeni Osmanlılar ve diğer erkân ile arası bozuldu. Nâmık Kemâl ve Ziya Bey, mektup yazarak gazetenin altındaki resmî cemiyet mührünü çıkarmasını istediler. Muhbir, Londra’da bir kaç nüsha çıktıktan sonra, matbaada çalışan bir Rum’un matbaa âletlerini çalıp satması yüzünden kapandı. Lo’ndra’da bir İngiliz kızı ile evlenen Ali Süâvî, sultan Abdülazîz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri döndü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın mâbeyn feriki olan İngiliz Saîd Paşa’nın yardımı ile Galatasaray Sultânisi’ne müdür tâyin edildi. Kötü idaresi ile mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve âdetlerine uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azledildi. Bu olaydan sonra Abdülhamîd Han’a ve idaresine düşman kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirmeye ve yerine beşinci Murâd’ı pâdişâh yapmaya karar verdi. Bu konuda İngilizlerin de desteğini sağladı. Bunun için gizli olarak çalışmaya başladı. Etrafına topladığı beş yüz kadar göçmen ile 20 Mayıs’ta beşinci Murâd’ın bulunduğu Çırağan Sarayı’nı basarak, beşinci Murâd’ı dışarı çıkardı. Bu sırada yetişen Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın vurduğu bir cop darbesiyle Ali Süâvî olay yerinde öldü (1878). Yıldız Sarayı civarında bir yere gömüldü. Bugün yeri kaybolmuştur. İngiliz olan karısı Mary, olay gecesi derhâl kendisini bekleyen gemi ile Londra’ya kaçtı (Bkz. Çırağan Vak’ası). Abdülhamîd Han’ın hatıratında İngiliz ajanı olduğunu söylediği Ali Süâvî, Çırağan Vak’ası ile bir çok kimsenin felâketine sebeb olmuştur. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî hakkında Abdülhak Hâmid’e gönderdiği bir mektupta şöyle demektedir: “Ali Süâvî hiç de senin tahminin gibi bir adam değildi. Bir çehre nümayişine aldanmışsın. Onunla iki sene arkadaşlık ettim. O öyle bir adam ki, garazkâr ve dünyâda misli görülmedik bir şarlatan idi. Ben her şeye öyle kolay inanmadığım hâlde, bana kendini yedi-sekiz dil biliyormuş gibi gösterdi. O kadar câhil, cehâletiyle beraber o kadar da mağrur idi. Türkçe üç satır bir şey yazsa, âleme maskara olurdu.” O; klasik tahsîl görmeden hoca olan, bir hıristiyan kadınla evlenen, din âlimliği iddiasında iken İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymayan, dâima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, yalan söylemekten çekinmeyen bir kişiliğe sahipti. Zamana ve duruma göre her kalıba girmesi, başkalarını küçük görmesi sebebiyle kimseyle geçinememiştir. 1870 senelerinde hilâfetin dinde yeri olmadığını söylemiş ve yazmış, dinde çeşitli yeniliklerin yapılabileceği iddiasında bulunmuştur. Süâvî’nin bu sapık fikirleri daha sonra Cemâleddîn-i Efgânî tarafından geliştirildi. Dinde reform fikrini, yaygınlaştırmak için çok gayret gösterildi. Karanlık bir kişiliği olan Ali Süâvi’nin bilinen eserleri, Kâmûs-ül-Ulûm vel-Maârif, Âlî Paşa’nın siyâseti, Hukuk-üş-Şevârî ve Hîve Hanlığı’dır. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 162 2) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 312 3) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 1702 4) Târih Sohbetleri; cild-2, sh. 101 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13, sh. 108 6) Ali Süâvi ve Çırağan Sarayı Vak’ası (Uzunçarşılı, Belleten, sene-1944); cild-8, sayı-71, sh. 111 7) Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I. (K. Bilgegil, Ankara1976); sh. 115 8) Sarıklı İhtilâlci Süâvî (M. C. Kuntay, İstanbul-1946) 9) XIX, Asır Türk Edebiyatı Târihi; sh. 204 10) Ali Süâvî’nin Görüşleriyle Türkler ve Türklük (Süheyl Ünver, Hayat Târih Mecmuası); sene-1973, sayı-4-5) 11) Ali Süâvî ve Galatasaray Lisesi (B. Şehsuvaroğlu, Belgelerle Türk Târihi Dergisi sayı-9); sh. 38 12) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 360 ALTUNCUZÂDE Fâtih Sultan Mehmed Han devri hekimlerinden. İsmi, Şeyh Sâlih’dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Tıb ve botanik ilimlerinde mütehassıs olup, faziletli, sâlih, dînin emir ve yasaklarına tam uyan, haram ve şüphelilerden sakınan bir zât idi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu, ilmi, irfânı ve faziletleri sebebiyle Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ikrâm ve iltifatına kavuştu. Bevliye uzmanı olan Altuncuzâde sonda yapmış ve sondanın ucunu gittikçe kalınlaştırmak suretiyle hastanın idrar yollarındaki iltihabı boşaltmaya muvaffak olmuş, böylece Türk tıb târihinde haklı bir ün kazanmıştır. Taşköprüzâde (1495-1561) Şakâyık-ı Nu’mâniyye’sinde bu hususta şunları nakleder: “Hocalarımdan birisinin idrar yolunda bir et parçası meydana gelip idrarını yapamadığından çok ızdırab çekiyordu. Bu hususta müracaat ettiği hekimler, tenasül uzvunun kesilmesini söylediler. Bunun üzerine Altuncuzâde’ye gidip, durumu anlattı. Altuncuzâde birbirinden farklı özel yapılmış iğnelerden önce incesini, sonra kalınını o zâtın mesanesine batırıp çıkardı, Buna bir gün bir gece devam edip, et parçasının delinmesini sağladı ve idrar yolunu açtı. Böylece o zâtın rahata kavuşmasına vesile oldu.” Sondanın kullanılması bundan daha eskidir. Altuncuzâde, eski bilgilere dayanarak hastalığın özelliğine göre sonda yapmıştır. Otlardan ilâç yapmada eşsiz maharet sahibidir. Devamlı çalışma neticesinde ilâç îmâlini ilerletmiştir. Ağır hastaları, ânında fevkalâde ilâç ve tedâvî usûlleri tatbik ederek, sıhhate kavuşturduğu bilinen Altuncuzâde, Hâssat-ül-kilye vel-mesâne adlı eserin yazarı hekim Ahî Çelebi’nin hocasıdır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 239 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 203 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 599 4) Osmanlı Türklerinde İlim (A. Adıvar, İstanbul-1982); sh. 42 AMASYA ANDLAŞMASI Osmanlı Devleti ile İran Safevî Devleti arasında yapılan ilk yazılı andlaşma. 29 Mayıs 1555’de yapılan bu andlaşma ile Osmanlı-Safevî savaşları sona erdi. Esasen şiî îtikâdında olan ve Ehl-i sünnet îtikâdına sâhib Osmanlılara ters düşen Safevîler, ayrıca, Bizans taklitçisi hıristiyan devletlerin kışkırtmalarıyla uzun müddet Osmanlı’yı meşgul etmiştir. Osmanlı ordusu ne zaman Avrupa üzerine bir sefere çıksa, Safevîler derhâl arkadan vurarak cihâdına mâni oluyordu. Bu sebeble Osmanlı Devleti batıya yaptığı her seferden sonra bir de Safevîler üzerine sefer yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu hâl, ilk iki halîfeye, Eshâb-ı kirama ve Ehl-i sünnet müslümanlara şiddetli düşmanlık yapan İran Safevîlerine karşı Yavuz Sultan Selîm Han’ın 28 Nisan 1514 senesi Cuma günü îlân-ı harb beyannâmesini göndermesiyle başladı. Bu mücâdeleler, Amasya andlaşmasına kadar 41 sene devam etti. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında devam eden savaşlar neticesinde, Osmanlı ordusu 1534’de Tebriz’i, 1535’de Bağdâd’ı aldı ve mücâdele gittikçe şiddetlendi. Bu sıralarda Osmanlı Devleti Avusturya ile yeniden savaşa girmişti. Şah Tahmasb, bunu fırsat bilerek elinden çıkan yerleri geri aldı. 1548’de İran üzerine sefere çıkan Kânûnî, Tebriz’i ve işgal edilen Van kalesini tekrar geri aldı. Kânûnî’nin karşısına çıkamayan Şah Tahmasb’a, Kânûnî, yazdığı bir mektubda şöyle diyordu. “... İmdi mertlik dâvası edenlere namertlikte zen gibi (kadın gibi) meydandan kaçıp, muhtefî olmak (saklanmak) düşmez!..” Osmanlı ordusu İstanbul’a döndükten sonra Şah Tahmasb yeniden ortaya çıkıp, Erciş, Adilcevaz, Bargir ve Ahlat kalelerini ele geçirmek için çalışırken oğlu da Erzurum taraflarını vuruyordu. Kânûnî Sultan Süleymân Han 1553 senesi Ağustos ayında İran üzerine yeni bir sefere çıktı. Kışı Haleb’de geçirip, Diyarbekir, Erzurum ve Kavi yoluyla İran’a girdi. Şah Tahmasb yine ortada görünmedi. Netîcede Nehcevan, Revan ve Karabağ tarafları zabtedilerek Erzurum’a dönüldü. Kânûnî Erzurum’da iken Şah Tahmasb’ın bir elçi ve mektub göndermesi üzerine savaş durduruldu. Kânûnî Amasya’ya geçince, Tahmasb ikinci bir elçi göndererek andlaşma istedi. Bu teklif üzerine 29 Mayıs 1555’de Amasya andlaşması imzalandı. Amasya andlaşması maddeler hâlinde şöyle idi: 1- Son olarak Osmanlı’ya geçen Ardahan, Zavşat (Arpaçay) ve Göle dolayları Osmanlısınırlarında kalacaktır. 2- Andlaşma İran tarafından bozulmadıkça, Osmanlı sınır kumandanları şartlara uyacak ve ihtilâf çıkaracak herhangi bir hâdiseye sebeb olunmayacaktır. 3- İran hacıları ziyaretlerini serbestçe yapacaklar. 4- Safevîler bütün halîfelere hürmetkar olacaklar. Taassub ile hareket etmekten vazgeçecekler. Şiî Safevîlerin Osmanlıları üzen ve hiddetlendiren çirkin vasıflarının başlıcası; müslümanların iki gözbebeği olan ilk iki halîfe hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’e iftira ederek dil uzatmaları idi. Osmanlı târihinde “Şeyhayna sebbü şetm” ifadesiyle bahsi geçen bu mes’ele, Ehl-i sünnet itikadında olan hakîkî müslümanları pek ziyâde üzüyordu. Kânûnî Sultan Süleymân Han şiîler ile savaşmak üzere İran seferine çıkarken, bu husustaki duygularını dile getiren bir gazel yazmıştı. İslâm’a destek olup onu duyurmanın Osmanlıya farz olduğunu, bu vazifeyi yapmaktan vazgeçerek oturmanın günâh olduğunu, bu yolda Ebû Bekr ve Ömer’in (r. anhümâ) dâima rehber olup yol gösterdiklerini, bu sebeple onlara düşman olanların üzerine asker çekmek gerektiğini aşağıya aldığımız gazelinin bir bölümünde açıkça söylemekten kendini alamamıştır. Amasya andlaşması, Şah Tahmasb’ın 1576’da ölümüne ve İran’da karışıklıkların çıkmasına kadar, tam 21 sene yürürlükte kaldı. Bize farz olmuş iken olmamuz İslâm’a zahir, Nice biz oturalum bunca günâhı çekelüm, Umarum rehber ola bize Ebû Bekr ü Ömer, Ey Muhibbî yörüyüp, şarka sipahi çekelüm. 1) Tabakât-ül-Memâlik (Celâlzâde Mustafa Çelebi, Üniversite Kütüphânesi, TY. 1584); sh. 213. 226 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 157 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 361 4) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 232 5) Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (Bekir Kütükoğlu, İstanbul-1962); sh. 5-6 6) Târih (M. Selânikî, İstanbul-1281); sh. 90 7) Osmanlı Devleti Târihi; (Hammer); cild-6, sh. 1685 8) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 294 ANADOLU BEYLİKLERİ Malazgird muhârebesinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin umûmî adı. Bu beylikler, kaynaklarda Tevâif-i mülûk ismiyle geçmektedir. Malazgird zaferinden sonra bir çok akıncı beyi, Anadolu’yu Bizanslılardan temizlemek için seferler düzenledi. Bunlardan bir kısmı, Anadolu’da ilk Türk beyliklerini kurdular. İstanbul boğazına kadar Anadolu topraklarının büyük kısmı bu beyliklerin eline geçti. Beyler, Selçuklu sultânını hükümdar tanımakla beraber, başlarına buyruk yaşarlardı. Anadolu Selçuklu sultânları, beyleri bir düzene sokmak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. Böyle olmakla birlikte ekseri beylikler sonralan Anadolu Selçuklularının hâkimiyetine girdiler. Alâüddîn Keykubâd’ın saltanatının sonlarına doğru merkez ile uçlar arasında münâsebetler gevşemeye başladı. 1220 senesinden sonra Moğol istilâsının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, uçlarda (Bizans sınırında) büyük değişikliklere yol açtı. Moğol saldırılarına karşı koyamayan Türkmen aşiretleri, Anadolu’ya yönelince, Selçuklular tarafından Bizans sınırına yerleştirildiler, ikinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’in 1243 senesinde, Kösedağ muhârebesini kaybetmesinden sonra, merkezî idare iyice zayıfladı. Son Selçuklu vezirlerinden Muînüddîn Pervâne’nin ölümü üzerine düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı. Selçukluların Moğollara tâbi olmasından sonra, onların zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti. Dîni yaymak için Selçuklu Devleti’nin akın tertipleyememesi, halkı kuvvetli beyler etrafında toplanmaya teşvik etti. Gâziler ve onlara katılan çeşitli aşîretlerle bâzı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hâkimiyet kurarak birer hânedân hâline geldiler. Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları, bu şekilde kurulan beyliklerden bâzılarıdır. Eşref, Sâhib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından bâzı komutanlara mükâfat olarak mâlikhâne tarzında verilen arazilerde, istiklâllerini ilân ederek ortaya çıktılar. Beylikler, İlhanlıların Anadolu vâlileri vâsıtası ile baskıyı artırmaları yüzünden, kuruluşlarından hemen sonra buhranlı bir devreye girdiler. Emir Çobanoğlu Timurtaş; Ebû Saîd Bahadır Han tarafından affedilip, ikinci defa vâli olunca, bağlılıklarını gevşeten Anadolu beyliklerine karşı baskıyı arttırdı. Bunun üzerine bâzı beylikler, bağlılıklarını belirtmek için İlhanlılar adına akçe bastırdılar. İlhanlı vâlisi Emir Timurtaş, 1324 senesinde öldürülmekten korktuğu için Memlûklüler’e sığındı. Vali olarak Büyük Şeyh Hasan tâyin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alâüddîn Eretna’yı vekil bıraktı. İlhanlı hükümdarı Ebû Saîd Bahadır Han’ın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343 senesinde Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilân etti ve bir beylik hâline geldi. Bu hâdiseler neticesinde, Anadolu’da İlhanlı hâkimiyeti tamamen çöktü. İlhanlı baskısının üzerlerinden kalkması üzerine beyler rahat bir nefes aldılar. Anadolu şehirlerinde imâr hareketlerini hızlandırdılar. Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar. Osmanoğullarının akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri korkuttu ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti. Yıldırım Bâyezîd Han, başarılı muhârebeler neticesinde; Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini Osmanlı topraklarına kattı. Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı. Yıldırım Bâyezîd’in Ankara muhârebesinde mağlûb olmasıyla da bâzı beylikler yeniden kuruldu. İkinci Murâd Han zamanında Anadolu beyliklerinin çoğu tekrar Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda eski kuvvetine kavuşması ile Fâtih Sultan Mehmed Han, tekrar Anadolu birliğini te’sis etti. 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdığı gibi, Karaman Beyliği topraklarının ekseriyetini de Osmanlı hâkimiyeti altına aldı. Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler. Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar. İshak, Pir Ahmed ve Kasım beylerin mağlûb edilmeleriyle, 1471 senesinde Karaman Beyliği tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti. Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memlûk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular. Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiler. Böylece Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin mutlak hâkimiyeti kurulmuş ve Tevâif-i mülük adıyla anılan beylikler devri sona ermiş oldu. Beylikler devrinin en mühim hususiyeti, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır. Eski Anadolu Türkçesi dil yadigârları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve pek çok eser yazılmıştır. Bâzı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beylerde bizzat eserler vermişlerdir. Türkçe eserlerin bu devirde çoğalması, ulemâ ve üdebânın zamanla Osmanlı merkezinde toplanması, Sultan İkinci Murâd devrinde gerçekleşmiş, Sultan Fâtih ile de sarayda ilk dîvân ortaya konulmuştur. Hiç bir milletin kültür târihinde eşine rastlanmayan bu durum, Osmanlılarda Sultan Reşâd Han’a kadar devam etmiştir. ANADOLU BEYLİKLERİ Beyliğin adı Merkezi Kuruluş ve Yıkılış Tarihi Aydınoğulları Birgi 1299-1403 (H. 699-806) Candaroğulları….. Kastamonu - Sinop 1291-1461 (H. 691-866) Çobanoğulları Kastamonu 1203-1320 (H. 600-720) Dulkadiroğulları Elbistan-Maraş 1399-1521 (H. 740-929) Eratna Beyliği Kayseri 1335-1381 (H. 736-783) Eşrefoğulları Beyşehir 1288-1326 (H. 687-727) Germiyanoğulları Kütahya 1300-1429 (H. 700-833) Hamidoğulları Bolu - Eğridir Antalya 1300-1392 (H. 700-795) İnançoğulları Ladik - Denizli 1277-1368 (H. 676-770) Karamanoğutları Karaman 1256-1483 (H. 654-888) Karesioğulları Balıkesir 1300-1336 (H. 700-737) Menteşeoğulları Balat-Beçin 1300-1425 (H 700-829) Osmanoğultarı Bilecik-Bursa 1299-1922 (H. 699-1341) Ramazanoğulları Adana 1378-1608 (H. 780-1017) Sâhib Ataoğulları Afyonkarahisar 1285-1349 (H. 684-750) Saruhanoğulları Manisa 1302-1410 (H. 701-813) Tâceddînoğullan Niksar 1348-1428 (H. 749-831) Alâiye Beyliği Alâiye 1293-1471 (H. 692-876) Kadı Burhâneddin Devleti Sivas 1381-1398 (H. 783-800) Pervâneoğulları Sinop 1277-1322 (H. 676-722) 1) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-2, sh. 193 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 264 3) Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devleti, (İ. H. Uzunçarşılı; Ankara-1982) ANADOLU EYÂLETİ Osmanlı Devleti’nin iki önemli taşra teşkilâtından biri. Dâima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyâletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyâletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’de de Anadolu eyâleti kuruldu. Eyâletin merkezi önceleri Ankara idi. Yıldırım Bâyezîd Han 1393’de Kara Tîmûrtaş Paşa’yı Ankara’ya Anadolu vâlisi olarak tâyin etti. Fâtih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan Îsâ Bey’i bu görevden alarak yerine İshak Paşa’yı tâyin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kânûnî Sultan Süleymân’ın şehzâdeleri Bâyezîd ve Selîm’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyâletinin merkezi tekrar Ankara oldu. Sultan İkinci Bâyezîd devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyâletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydâna geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdâvendigâr (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara, Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sâhip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alâiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi). Daha sonra on dört sancaklı bir eyâlet hâline getirilen Anadolu eyâleti, 1825’de çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan İbaret kalmış, hattâ kısa bir süre sonra Afyon da hâriç bırakılmıştır. 1566 senesinden 1833’e kadar, Kütahya Anadolu eyâletinin merkezi olarak kaldı. On altıncı asırda, Anadolu eyâletinin her bir sancağının kazaları, nahiyeleri, köyleri ve bunların nüfûsu, gelirleri ne çeşit ürünler yetiştiği, en mükemmel şekilde tapu-tahrir defterlerine işlenmiştir. Bâzı teşkilât defterlerinde de Anadolu eyâletinin sancakları yazılıdır. Bu teşkilât defterlerinden biri Elviye-i Vilâyet-i Anadolu başlığı altında Anadolu eyâleti ve buna bağlı sancaklara kimlerin tasarruf ettiğini ve senelik hâsılatını şu şekilde göstermektedir: ELVİYE-İ VİLÂYET-İ ANADOLU Sancağı 1- Kütahya Kimin tasarrufunda olduğu Mîr-İ Mirân-ı Anadolu Behram Bey 2- Teke İhtiyâr Bey 3 Aydın Lütfi Bey Emîr-i alem 4- Menteşe Hâsılatı (akçe) Ferhad Şarabdaran 1.000.000 400.000 Ferhad 503.000 Bey Ser-i 450.000 5- Saruhan Mehmed Bey 6) Karesi Mehmed Bey Dâmâd-ı Ayas Paşa 7) Biga İbrâhim Bey veled-i Kurt Aydın Bey 8) Hamid Sinan Bey Ser-i Hayyâtin 210.000 9) Karahisar-ı Sâhib Okçu Sinân Bey 300.000 10- Ankara Mehmed Bey veled-i Piri Paşa 364.000 11- Kangırı Mustafa Bey 315.000 Mûsâ Bey veled-i Kızıl Ahmed 405.000 12- Bolu 325.000 200.000 150. 000 13- Kastamonu Ahmed Bey Ber resm-i zeamet 14-Sultanönü Kâsım Bey Ber resm-i zeamet 15- Hüdâvendigâr Hass-ı pâdişâhı. 16- Alâiye Sinan Bey Birâderi Yâkub Ağa 330.000 17- Kocaeli İbrâhim Bey veled-i Ömer Bey 162.000 Anadolu eyâleti, on altıncı asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alâiye sancağı Kıbrıs eyâletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyâletine bağlanmıştır. İkinci Bâyezîd Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyâletinde 103’ü zâim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 tımar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civârında idi. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde yapılan tahrîrlere göre, Anadolu eyâletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba 12.527 köy, 1887 cemâat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da tımar sahihlerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyâletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i tımar olmak üzere 7.486 kılıç tımar sâhibi bulunuyordu. 1533-1534 senesinde on yedi sancaklı Anadolu eyâleti’nin akçe olarak senelik genel hâsılat toplamı ve bu hâsılatın hak sahibi muhtelif zümreler arasında paylaşılma tarzı şu şekilde idi: Pâdişâh hasları 26. 195. 423 Sipahi tımarları 34. 620.736 Bazdâr tımarları Mustahfız tımarları 401. 788 2. 138.059 Müsellemlere terk edilen gelir 1. 243. 316 Piyadelere terk edilen gelir 1. 413. 964 Canbazlara terk edilen gelir 30.000 Selâtin evkafı 5. 399. 995 Amme evkafı ve emlâk 6. 341. 679 Yekûn 79. 784. 960 1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu’eyâletinde 195 zeamet, 7166 tımar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyâlet teşkilâtı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir. 1) On altıncı Yüzyılda Anadolu Beylerbeyliği, Sancaklar ve Kâdılıklar Üzerine (M.Ç. Varlık, A.U.’nun Kuruluşunun Yirminci Yıl Armağanı, 4. Kitab, Ankara-1978); sh. 19 2) Münşeât-us-Selâtîn (Feridun Beğ, İstanbul); cild-1, sh. 269 3) Kütahya Şehri (t. H. Uzunçarştlı, İstanbul-1932) 4) Sancaktan Eyâlete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerâsı ve il idaresi, (M. Kunt, İstanbul-1978); sh. 125 5) Kavânîn-i Âli Osman Der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvân, (Aynî Ali Efendi, İstanbul-1280); sh. 6, 7 6) XVI. Yüzyılda Kütahya Sancağı (M. Ç. Varlık, Erzurum-1980, Basılmamış Doçentlik Tezi) 7) Tabakât-ül-memâlik; vr. 11 8) Netâyic-ül-vukûât; cild-1, sh. 125 ANADOLU HİSARI İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde Anadolu sahilindeki hisar. Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılmıştır. İnşâ târininin 1391 veya 1399 olduğu tahmin edilmektedir. Boğazın Anadolu kıyısında Göksu deresinin denize döküldüğü yerde dere ile deniz arasında kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepe üzerindedir. Eski kaynaklarda bu hisar; Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar isimleriyle zikredilmektedir. Bizans’ın Karadeniz yoluyla yardım almasına mâni olmak maksadıyla inşâ edilen Anadolu Hisarı; asıl kale, iç kale ve üç kuleden meydana gelir. Asıl kale, dikdörtgen bir plân üzerine yükselen bir kuledir. Kule, üzeri toprakla örtülü yüksekçe bir kayanın üzerine oturtulmuştur. Dört katlı olan bu kuleye bugün güney batıda bulunan bir kapıdan girilmektedir. Kulelerin alt katlarının kapısı yoktur. Kuleye, birinci kat hizasından kaleyi iç kaleye bağlayan bir asma köprüden geçilir. Alt kata ise batı duvarının içine yapılmış olan bir merdivenle inilir. İkinci kata kuzey duvar içine yerleştirilmiş olan bir merdivenle çıkılır. İç kale duvarları iki-üç metre kalınlığında asıl kuleyi kuzeybatı ve kuzeydoğudan çevreler. Üzerinde dört kule vardır. İç kale duvarının kapısı, kuzeydoğudaki kulenin kuzeyindedir. Kaleye açılan giriş yolları, düşman kuvvetlerinin hareketine engel olacak tarzda yapılmıştır. İç kale duvarını aşan düşmanın, asıl kaleye varabilmesi için, iç kale duvarının güneyindeki merdivenden çıkarak, doğudaki duvarın kuzey ucuna yakın asma köprüden geçmesi gerekir. Fakat düşmanın kaleye hücum ettiği bu zaman içinde asma köprü kaldırılmış olurdu. Düşman askerlerinin hücumları böylece başarısız bırakılırdı. Güneydeki merdiven ve buradan asma köprüye ulaşan yol, asıl kalede bulunan askerlerin rahatlıkla ok atarak düşmanı kıracakları bir tarzda yapılmıştı. Stratejik bakımdan yeri ustalıkla seçilen kapıyı, batıdan gelen düşmanın görmesi imkânsızdı. Dış kale surları, çok kemerli ve çokgendir. İç kale surları ile güneydoğu ve kuzeybatıdan birleşir; üzerindeki üç kule ile korunur. Surların güneyindeki bazı kısımlar bugün yıkılmış hâldedir. Kuleler ise, bedeninde mazgallar bulunan duvarlar üzerinde; kuzeyde, kuzeybatıda, batıda silindir biçiminde çevreye ve yollara hâkim yapılardır. Osmanlı târihinde önemli bir yeri olan Anadolu Hisarı’nı yaptıran Yıldırım Bâyezîd Han, inşâatı tamamlatılınca, Bizans imparatoruna bir elçi göndererek İstanbul’un anahtarlarını istedi. Neticede imparator bir andlaşma yapmak zorunda kaldı. Beş sene cizye vermeyi, Galata semtinde bulunan müslümanların orada bir mescid yapmalarını ve Galata’ya bir kâdı gönderilmesini kabul etti. Yıldırım Bâyezîd Han, Ankara savaşında mağlûb olunca, oğlu Süleymân Çelebi bir süre burada saklanmıştır. Sultan İkinci Murâd Han devrinde, haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun, Rumeli’ye geçmesinde bu hisardan faydalanılmıştır. Sultan İkinci Murâd Han Yalova yoluyla buraya gelmiş, Çandarlı Halîl Paşa da karşı kıyıdan top ateşiyle pâdişâhı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen rahatlıkla karşı kıyıya geçilmiştir. İstanbul’un fethinden önce Rumeli Hisarı inşâ edilmeden bu kale tahkîm edilmiş, böylece İki hisar ile boğaz kontrol altında bulundurulmuştur. 1452’de sultan İkinci Mehmed tarafından yapılan değişiklikler, Anadolu Hisarı’nın mukavemetini son derece arttırmıştır. Böylece, daha önceleri müdâfaa maksadıyla yapılan kale, boğazın transit nakliyatını men ettiği gibi, taarruz vâsıtası hâline de gelmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Han, buraya sultan mahfili bulunan bir câmi yaptırmıştır. Hisar civarına önce askerler, daha sonra da sivil halk iskân edilmeye başlandı. Kalede, hepsi Kocaeli sancağından olmak üzere 200 asker vardı. Barut depoları, deniz kenarında bulunurdu. İstanbul’un fethinden sonra, şehre Karadeniz’den gelecek saldırıları karşılamak için de kullanılan Anadolu Hisarı, Karadeniz’in tamamen Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine geçmesinden sonra (16. asır) ehemmiyetini kaybetti. Ancak on yedinci ve on sekizinci asırlarda kara Kazakların Boğaz’a kadar uzayan akınlarının karşılanmasında Anadolu Hisarı’ndan faydalanılmıştır. Daha sonra hisar ehemmiyetini iyice kaybetmiş, duvarına dayanmış ahşap evler ile romantik bir hâl almıştır. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 266 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 349 3) Tâc-üt-tevârih (İstanbul-1279) cild-1, sh. 148 4) Sahâif-ül-ahbâr (Müneccimbaşı. İstanbul-1285); sh. 310 ANKARA SAVAŞI Osmanlı sultânı Yıldırım Bâyezîd ile Tîmûr Han’ın 1402 senesinde Ankara’da yaptıkları muhârebe. Yıldırım Bâyezîd Han; Niğbolu zaferiyle Rumeli’de Osmanlı hâkimiyetini te’sis ettikten sonra, Anadolu’da birliği sağlamak için harekete geçti. Bu niyetle Aydın, Menteşe, Karaman ve İsfendıyaroğulları beyliklerine son verdi. Ancak bu beyliklerin başındaki beyler, Asya’da kuvvetli bir devlet kurup, batıya yönelen Tîmûr Han’a sığındılar. Aynı şekilde Tîmûr Han’ın hükümdarlığına son verdiği Karakoyunlu beyi Kara Yûsuf ile Tebriz hükümdarı Ahmed Bey de Yıldırım Bâyezîd’e sığınmış, Erzincan beyi Mutahharten de akrabalarını Yıldırım Bâyezîd’e göndererek yardım istemişdi. Tîmûr Han’a sığınan Anadolu beyleri, Osmanlı sultânı hakkında; Tîmûr Han’ın önünden kaçan beyler de Yıldırım Bâyezîd’e Tîmûr’la ilgili olmadık şeyler söyleyip kötüleyerek, her İki müslüman Türk hükümdarının arasını açtılar. İki taraf da karşılıklı kendilerine sığınanları müdâfaa ettiler. Tîmûr Han, Yıldırım Bâyezîd’e mektup göndererek kendisine sığınanların iadesini istedi. Bu mektuplarda her iki hükümdarın birbirlerine hakaret dolu sözlere yer verdikleri ilim adamları arasında kabul görmemektedir. Bu gün bilinen hakaret dolu mektupların sahte olduğu isbatlanmıstır. Yıldırım Bâyezîd, Tîmûr Han’ın isteğini kabul etmeyince savaş kaçınılmaz oldu. Tîmûr Han, kuvvetli bir ordu ile, Anadolu içlerine doğru harekete geçti. Bunu haber alan Yıldırım Bâyezîd de, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, kuvvetlerini Bursa’da toplamaya başladı. Bursa’dan hareket eden Osmanlı ordusu, iki koldan yürüyerek Ankara önüne geldi. Bu sırada Tîmûr Han Sivas’ı ele geçirmişdi. Onun, Sivas’da olduğunu haber alan Yıldırım Bâyezîd, ağırlıklarının bir kısmını Ankara’da bırakarak Akdağmadenî ve Kadışehri dağlık mıntıkasında mevzi almak istedi. İki ordunun öncü kuvvetleri Sivas ve Tokat bölgelerinde karşılaştılar ise de, Osmanlı sultânı Sivas ile Tokat arasındaki geçitleri tuttuğundan, burada muhârebe yapmayı kendisi için tehlikeli gören Tîmûr Han Kayseri’ye doğru yürüdü. Tîmûr Han, Bâyezîd’î kendisine doğru çekmek istediyse de duruma vâkıf olan Yıldırım Bâyezîd bu oyuna gelmedi ve yapacağı taarruzun zamanını bekledi. Tîmûr Han, Kırşehir üzerinden hızla Ankara önlerine gelerek kaleyi kuşattı. Kale muhafızı Yâkûb Bey, kaleyi şiddetle müdâfaa etti. Tîmûr Han, Osmanlı ordusunun geleceğini tahmin ettiği yolu iyice tahkim etti. Osmanlı ordusu ise onun hiç beklemediği taraftan ve tahmininden çok erken Ankara önlerine geldi. Osmanlı ordusunun merkezinde sultân Yıldırım Bâyezîd bulunuyordu. Yanında sadrâzam Çandarlızâde Ali Paşa, şehzâde Îsâ, Mustafa ve Mûsâ Çelebiler yer alıyordu. Sağ cenahta bulunan Anadolu birliklerine vezir Tîmûrtaş Paşa, sol cenahta yer alan Rumeli birliklerine şehzâde Süleymân Şah kumanda ediyordu. İhtiyat kuvvetlerinin başında da Şehzâde Mehmed Çelebi bulunuyordu. Sol cenahın ihtiyat kuvvetlerini, Sırbistan despotu ve Sultân’ın kayın biraderi Stefan Lazreviç’in kumandasında yirmi bine yakın zırhlı sırp askeri meydana getiriyordu. Merkez ihtiyatında Karakoyunlular, sağ cenahın ihtiyatında Kara tatarlar denilen Türkleşmiş Moğollar yer alıyordu. Ayrıca Süleymân Şah’ın kumandasında akıncı kuvvetleri de vardı. Osmanlı askerinin sayısı yetmiş binden fazla idi. Tîmûr Han, ordusunun merkezinde yer almıştı. Torunu Muhammed Mirza, zırhlı ve atlı olan Mâverâünnehr askeri ile ihtiyatta idi. Diğer torunları Pir Muhammed ve İskender Mirza, Muhammed Mirza’nın yanında yer alıyorlardı. Sağ cenaha üçüncü oğlu Mîranşah, sol cenaha ise dördüncü oğlu Şahruh Mirza kumanda ediyordu. Zırhlı otuz iki fil, ordunun önünde dizilmişti. İkiye ayrılmış olan merkez kuvvetlerin sağ tarafına Tîmûr Han’ın ikinci oğlu Ömer Şeyh Mirza, sol tarafına ise Emir Celâl İslâm kumanda ediyordu. Akkoyunlu sultânı Osman Bey ile Emîr Cihân Şah’ın tümenleri sağ cenahın önünde yeralmıştı. Mutahharten Bey, Karamanoğlu, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu ve Candaroğlu, sağ cenahta yer almışlardı. Çağatay sultânı Mahmûd Han, Timur’un yanında idi. Muhârebe günü sabah namazından sonra Yıldırım Bâyezîd, askerlerine veciz bir hitabede bulundu. Fakat karşı taraf da sünnî müslüman ve Türk olduğu için, askerin, hıristiyan ordularına karşı gösterdiği başarıyı gösteremiyeceği ortada idi. İki ordu, Ankara’nın kuzey doğusundaki Çubuk ovasında 28 Temmuz 1402 târihinde karşılaştı. Burada, o devrin en büyük kumandanlarından ikisi arasında târihin en büyük savaşlarından biri oldu. Fil görmemiş Osmanlı atları ürktü. Osmanlı ordusundaki Kara tatarların aniden Tîmûr tarafına geçip, Rumeli sipahilerinin arkasından ok atmaya başlamaları, Osmanlının taarruz gücünü kırdı. Bu sırada Osmanlı ordusundaki Karaman, Candar, Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhanlı sipahileri karşı tarafta bayrak açmış olan beylerini görünce, Tîmûr Han’ın tarafına geçtiler. Yıldırım Bâyezîd’in yanında az bir asker kaldı. Osmanlı ordusunun bir kısmı geri çekildi. Kara Tîmûrtaş ve Fîruz paşalar, birlikleri tamamen bozuluncaya kadar dayandılar. Yıldırım Bâyezîd gün batarken üç bin kişi ile Çataltepe’de muhârebeye devam ediyordu. Burada süren üç saatlik vuruşmadan sonra mağlûbiyeti anlayınca etrafındaki askerleri yararak kurtulmak istedi. Yıldırım Bâyezîd’in atı yaralanınca oğlu ile beraber Çağatay hanı sultan Mahmûd Han’ın kumanda ettiği birlik tarafından esir alındı. Tîmûr Han kendisini iyi karşıladı ve tesellide bulundu. Bir Osmanlı pâdişâhına yaraşır şekilde, izzet ve ikrâmda bulundu. Timur’un, Yıldırım Bâyezîd’e iyi davranmadığı iddiaları uydurmadır. Ancak esaret zilletini çekemeyen Yıldırım Bâyezîd Han, kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefât etti. Tîmûr Han ölüm haberini alınca; “Yazık oldu, büyük bir mücâhid kaybettik” demekten kendini atamadı. Ankara savaşı ortaçağın en büyük meydan muhârebesidir. İki yüz binden fazla Türk askeri birbiri ile savaşmıştır. Anadolu topraklarında iki müslüman devlet arasında yapılmış olan büyük meydan muhârebelerindendir. Ankara savaşının önemli neticeleri arasında; Anadolu-Türk birliğinin parçalanması, Bizans ve İstanbul fethinin elli yıl daha uzaması ve Osmanlı Devleti’nin gelişmesinin en azından yarım asırdan daha fazla gecikmesi sayılabilir. Tîmûr Han, Ankara savaşında kırk bine yakın zâyiât vermiştir. Hâlbuki o bu muhârebeye kadar altı binden fazla kayıp vermemişti. Buna Osmanlı ordusundaki sevk ve idarenin mükemmeliyeti sebeb olmuştur. Bâzı tarihçiler, Yıldırım Bâyezîd ile harb ettiği için Tîmûr Han’ı haksız olarak kötülemekte, harp sahasında olanları, zulüm ve ortalığı kana boyamak şeklinde bildirmektedir. Hâlbuki bunun iki devlet arasında bir hâkimiyet savaşı olduğu unutulmamalı, bu savaş tarafsız ele alınıp değerlendirilmelidir. 1) Kosova Zaferi-Ankara hezimeti;(Fâtıma Aliyye, İstanbul-1331) 2) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşri); cild-1, sh. 349 3) Bezm u Rezm (Azîz bin Erdeşîr Esterâbâdî, İstanbul-1928) 4) Acâib-ü’l-makdûr (İbn-i Arabşah, Kahire-1385); sh. 69 5) Zafernâme (Serâfeddîn Ali Yezdi, Tahran-1336); cild-1, sh. 407 6) Timur’un Ankara Savaşı (1402) Fetihnamesi (İsmâil Aka, Belgeler Dergisi, sayı15, 1986) 7) Münşeât, (Sarı Abdullah Efendi; Es’at Efendi Kütüphânesi, No: 3333); vr. 15 8) Esnâd ü nâmehâ-yı Târihî (Müeyyed Sabiti, Tahran-1346); sh. 331 9) History of The Ottoman Empire And Modern Turkey (S. Shaw; London-1976); cild-1, sh. 34 10) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 245 11) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 338 12) Îahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 127 13) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-2, sh. 309 14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 299 ANKARAVÎ İSMÂİL RUSÛHÎ Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, İsmâil bin Ahmed, lakabı Rusûhî’dir. Ankara’da doğduğu için Ankaravî diye meşhur oldu. Doğum târihi kesin olarak belli olmamakta beraber, on altıncı asrın ikinci yarısında doğduğu bilinmektedir. Ankaravî İsmâil Efendi, ilk tahsilini doğum yeri olan Ankara’da yaptı. Aklî ve naklî ilimleri, zamanının âlimlerinden tahsîl etti. Arabça ve Farsça’yı öğrendi. Zahirî ilimlerde yükseldikten sonra tasavvufa yöneldi. Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı. Halvetiyye yolundan da icazet alıp, talebe yetiştirme vazifesine devam ettiği sırada gözlerinden rahatsızlandı ve okuyup yazamaz oldu. Gözleri açıldığı takdirde, dâima Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve velîlerin sözleriyle meşgul olacağını nezr etti. Bir velînin teveccühüyle rahatsızlığı geçince, şükür ifâdesi olarak, Fütühât-ı Ayniyye adlı Fâtiha-i şerife Tefsîri’ni yazdı. Konya’ya giden Ankaravî İsmâil Efendi, burada Mevlevi yolu büyüklerinden Bostan Çelebi’nin sohbetlerinde bulundu. Mevleviyye yolunda da ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. 1610 senesinde İstanbul’a gelerek, Galata mevlevîhânesinde irşâd vazifesine başladı. Vefâtına kadar bu vazifede kalıp, insanlara iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırmaya çalıştı. Bu arada zahirî ilimlerde de gayret gösterip yüksek derecelere ulaştı. İsmâil Ankaravî, zahirî ve bâtınî ilimler ile tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olup, ilmiyle âmil, fazîletli bir zât idi. Çok ibâdet eder, dünyâya önem vermez, Allahü teâlânın emirlerine uyar ve yasaklarından titizlikle kaçınırdı. Zamanındaki devlet adamları kendisini sever, ilmini takdir eder, hürmette kusur etmezlerdi. İlim ehli ile ilmî sohbetlerde bulunur, sohbeti yalnızlığa tercih ederdi. İnsanlar arasına karışıp Allahü teâlânın dînini anlatmayı, bir köşeye çekilip ibâdet ve taâatle meşgul olmaktan üstün tutardı. Aynı zamanda şâir olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanmıştır. 1630 senesinde İstanbul’da vefât eden İsmâil Ankaravî’nin kabri, Galata mevlevîhânesi bahçesindedir. Bir çok eser yazan Ankaravî’nin, başlıca eserleri şunlardır: 1- Şerh-i Mesnevî: Mevcûd Mesnevî şerhlerinin en meşhurlarından olup, altı cild hâlinde yazılmış ve basılmıştır. Mecmû’at-ül-Letâif ve ma’mûrât-ül-meârif adıyla da bilinen bu eser sebebiyle Şârih-i Mesnevî, yâni Mesnevî Şârihi diye meşhûr olmuştur. Eserinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin söz ve hâllerini açıklarken, tasavvufun temel ve umûmî kaidelerini de anlatmıştır. Daha sonra Mesnevî üzerinde eser yazanlar, bu şerhden çok istifâde etmişlerdir. Bu eseri, Cengi Yûsuf Dede kısaltarak Menhec-ülKavî adıyla Arabça’ya, İsmet Tasar-zâde Şerh-i kebîr-i Ankaravî ber Mesnevî-i ma’nevî-i Mevlevî adıyla Farsça’ya tercüme etmiştir. 2- Minhâc-ül-fukarâ: Tasavvuf konularından ve evliyânın hâllerinden bahseden bu eser Türkçe’dir. Muhyiddîn-i Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinden bir çok nakillerin yapıldığı bu eserin sonuna semâ ile ilgili Hüccet-üs-semâ’ adlı bir risâle de eklenmiştir. 3- Zübdet-ül-füsûs: Muhyiddîn-i Arabî’nin Füsûs-ül-hikem adlı eserinin yine kendisi tarafından yazılmış Nahd-ün-nüsûs adlı hülâsasının Türkçe tercümesidir. 4- Îzâh-ül-hikem: Şihâbüddîn Sühreverdî’nin Heyâkil-ün-Nûr adlı eserinin Türkçe tercümesi ve şerhidir. 5- Miftâh-ül-belâga ve Misbâh-ül-fesâha: Hâce-i Cihân’ın Menâzir-ül-inşâ’sı ile Hâtib-i Dımaşkî’nin Telhis adlı eserlerini kaynak alarak hazırlamıştır. Edebiyat ve Osmanlıca belagat kaidelerine dâir dilimizde yazılan eserlerin öncüsü olduğundan, edebiyatla uğraşanlar için faydalıdır. 6- Fütûhât-ı ayniyye fitefsîr-i sûret-il-Fâtiha: Fatiha sûresinin tefsîriyle ilgili bir eserdir. 7- Misbâh-ül-esrâr: Nûr sûresinin tefsîriyle ilgili eseridir. 8- Nisâb-ı Mevlevî, 9- Şerhu kasîde-i Taiyye el-müsemmâ bil-mekâsıd-il-Âliyye. 10- Şerhu Hadîs-i erbaîn, 11- Şerhu Füsûs-il-hikem, 12- Cenâh-ul-ervâh, 13- Şerhu Kasîdet-ilmünferice el-müsemmâ bi hükm-il-münderice: Ebü’l-fazl Yûsuf bin Muhammed’in El-Münferice kasîdesi diye bilinen manzumesinin tercüme ve şerhidir. 14- Hall-i müşkilât-ı Mesnevî, 15- Simât-ül-mûkınîn, 16- Er-Risâlet-ül-tenzîhiyye fî şân-ilMevleviyye, 17- Câmi-ul-Âyât: Mesnevî’deki âyet-i kerîme, hadîs-i şeriflerin tefsîri ve Arabça beytlerin açıklamasıdır. 18- Fâtih-ul-ebyât, 19- Mecmû’at-ül-letâif, 20Şerhu kasîdet-ül-mîmiyye vel-Hamriyye, 21- Risâle-i uyûn-i isnâ aşere: On iki tasavvufî manzumeden ibaret bir eserdir. Ayrıca tezkire ve çeşitli mecmualarda şiirleri vardır. DÎN NASÎHATTIR! İsmâil Ankaravî, Minhâc-ül-fukarâ adlı eserinde iyiliği emr edip, kötülükten sakındırma konusunda şöyle demektedir: “Hazret-i Ali buyurdu ki: “Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr insanlara günâh ve haramların kötülüğünü anlatmamak, iyilik değildir.” Kötü bir iş yapanı o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir. Bir kimse bilmeyen birine yol gösterse, o da onun yol göstermesi ile hakikate erse, yol gösteren kişi de hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazileti kadar sevâb kazanır. Zîrâ Peygamber efendimiz; “Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevâb verilir. Bununla beraber, onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günâhı gibi günah verilir. Bununla beraber ona uyanların günahlarından hiç bir şey eksilmez” buyurdu. Dînin direği nasihattir. Bu sebeple Allahü teâlâ’nın kullarına nasihat etmeli ve yumuşak davranmalıdır. Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakikati anlatmaya devam etmelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; “Ümmetimden bir taife, hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar gâlib olarak devam edecektir” buyurmuştur. Bâzı âlimler bu taifeden maksâd iyiliği emr eden, kötülükten sakındıran âlimlerdir” demişlerdir. Çünkü onların mücâdeleleri manevî olur. Onlar Allahü teâlânın kullarını kurtuluşa sevk ederler. Allahü teâlânın âyetlerini ve Resûlullah efendimizin hadîs-i şeriflerini yanlış te’vil edip, kendi sapık görüşlerine göre açıklayanlara mâni olurlar. Söz tutmazlarsa mücâdele ve münazaraya kalkışırlar.” 1) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 418 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-2, sh. 259 3) Şakâyık-ı nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 760 4) Sefînet-ül-evliyâ; cild-5, sh. 161 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 439 6) Osmanlı müellifleri; cild-1, sh. 25 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 177 ARÂBÎ PAŞA Mısır’ın İngilizler tarafından 1882’de işgaline sebeb olan ayaklanmanın lideri ve on dokuzuncu asrın Mısır savunma bakanlarından. Asıl adı Ahmed bin Muhammed bin Muhammed Vâfîdir. Aşağı Mısır bölgesinde Zegâzif yakınlarındaki Hayriye köyünde 1839 senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. Çiftçi bir ailenin çocuğu idi. Hidiv Saîd Paşa zamanında Ezher’de tahsil görmek üzere Kâhire’ye giden Arâbî, on dört yaşında askere alındı. Kısa bir süre sonra subaylığa terfî etti. On dokuz yaşında iken kaymakamlık (yarbaylık) rütbesine ulaştı. Bu âni terfîlerinde Saîd Paşa’nın etrafında Mısırlıları toplama arzusunun büyük te’siri görüldü. Saîd Paşa ile olan yakın münâsebeti bir Mısır milliyetçisi olarak yetişmesine sebeb oldu. 1862 senesinde hidiv Saîd Paşa’nın ölümü üzerine, yerine geçen İsmâil Paşa zamanında Mısır’da kontrol, Türk ve Çerkez subaylarının eline geçti. Arâbî Paşa 1875 senesinde sûistimal suçundan yargılanıp, suçu sabit olmadığı hâlde yarı maaşla emekliye sevkedildi. Bu durum üzerine Mısır’da Türk ve Çerkez subaylarına karşı Ali er-Rûbî tarafından kurulan gizli bir teşkîlâta girdi. Aynı zamanda Ezher’de verilen derslere devam ederek kendini yetiştirdi ve meşhur bir hatîb oldu. Cemâleddîn Efgânî ve Muhammed Abduh gibi reformist masonların te’sirleri altında kaldı. Mısır hidivi İsmâil Paşa’nın idaresizliği, israfları halk arasında hoşnutsuzluğa sebeb olmuştu. İngilizler bunu fırsat bilerek Arablar arasında ırkçılık akımını körüklediler. Subaylardan bâzıları israfın önlenmesi ve milliyetçilik duygularının yayılması ile ilgili bir cemiyet kurdular. Arâbî Paşa, hitâbetiyle bu cemiyete lider oldu ve Ahmed Arâbî el-Mısrî ünvânını aldı. Hidiv İsmâil 2500 subayı da emekliye ayırınca subaylar Arâbî Paşa liderliğinde ayaklandılar. Mısır karışınca, Abdülhamîd Han, İsmâil Paşa’yı azlederek yerine oğlu Tevfik Paşa’yı getirdi (25 Haziran 1879). Arâbî Paşa da mirlivalığa yükseltildi. Hidiv İsmâil Paşa, Avrupalı devletlerden borç almış, israfta ileri gitmişti. Sonra da alacaklı durumdaki İngiliz ve Fransızlar, hidivliğin mâlî teşkilâtında bir kontrol mekanizması kurmuşlardı. Mâlî sıkıntı sebebiyle orduda alınan tedbirler, bâzı subaylar arasında hoşnutsuzluğa sebeb oldu. Savunma bakanı Çerkez Osman Bey’in hazırladığı bir kânunu beğenmeyen Arâbî Paşa ve bâzı alay kumandanları itirazda bulunarak karşı çıkınca arkadaşları ile birlikte hapsedildiler. Fakat askerler tarafından kurtarıldılar ve Çerkez Osman Bey azledilerek, yerine Mahmûd Sami Paşa el-Barudî getirildi. Fakat kısa bir süre sonra Hidiv Tevfik Paşa; Mahmûd Sâmî Paşa’yı azlederek, yerine Dâvûd Fethi Paşa’yı geçirdi ve idareyi kuvvetlendirmek için İstanbul’dan yardım istedi. Tevfik Paşa, İngilizlerin baskısı ile bir temsilciler meclisi ve meşrutî bir idare kurmak üzere Şerif Paşa’yı başbakanlığa getirdi. Şerîf Paşa, kurduğu hükümette Arâbî Paşa’yı savunma bakanlığı müsteşarlığına getirdi. Temsilciler meclisinin bütçe gibi önemli bir mes’eleyi bile yerine getirememesi üzerine; yabancıların da tahrîki ile bâzı gençler ayaklanınca, Şerîf Paşa hükümeti istifa etmek mecburiyetinde kaldı. Mahmûd Sami Paşa hükümete geçip, Arâbî Paşa’ya savunma bakanlığını verdi. Hükümeti ele geçiren Sami ve Arâbî paşalar, orduda temizlik yapmaya başladılar. Hattâ hidiv Tevfik Paşa’yı da azlederek yerine Halîm Paşa’yı getirmek istedilerse de bu isteklerini İstanbul kabul etmedi. Ayrıca İngiltere ve Fransa, hıdivin mevkiini kuvvetlendirmek için iskenderiye önlerine donanma gönderdiler. Bunun üzerine Sami Paşa istifa etmek mecburiyetinde kaldı. Ancak, Kahire ve İskenderiye’deki subayların baskısıyla istenilen Şerîf Paşa hükümeti gerçekleşmedi. Bu durumda Arâbî Paşa, savunma bakanı olarak hükümette tek kaldı ve yalnız başına kararlar almaya başladı. Arâbî Paşa’nın bâzı uygulamalarından dolayı ortaya çıkan huzursuzluklar ordu tarafından giderildi. Bu esnada İstanbul’dan gelen murakıp hey’etinin isteği ile Râgıp Paşa başkanlığında kurulan yeni hükümette Arâbî Paşa savunma bakanı olarak yerini korudu. Kabîneye hâkim olan Arâbî Paşa bütün Avrupalı me’murların işine son verdi. Bu durumu protesto eden İngiltere ve Fransa, İskenderiye önlerine birer filo gönderdiler. Birbirlerinden çekindikleri için askerî müdâhalede bulunamadılar. Beraber de hareket edemiyorlardı. Çünkü, İngilizler, Hindistan’ın en kısa yolu olan Süveyş’ten Fransızları uzaklaştırmak ve bunun için de Mısır’a tek başına hâkim olmak istiyorlardı. Fransızlar da İngilizleri yalnız bırakmak istemiyorlardı. En kestirme yol olarak Mısır’a asker yollanması için İstanbul’a müracaat ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han; devletinin zayıf zamanında Mısır’a hâkim olacak kuvvet gönderemeyeceğini, yapacağı bir hareketin, Avrupalı müstemlekecilerin menfeatlerini te’min, kendi tebeasını ezmek olacağını düşünerek Mısır’a asker yollamayı reddetti. Bunun üzerine Londra, Mısır’daki Avrupalıların hakkını bizzat savunacağını îlân etti. İskenderiye istihkâmlarına top konulması yasak olduğu hâlde, Arâbî Paşa tarafından buralara top konmuştu. İngilizler buradaki topların kaldırılmasını istediler. Bu isteklerini hükümet reddetti ve İskenderiye halkı, Avrupalıların mallarını yağmaladı. Bir çok Avrupalı öldürüldü, dört konsolos yaralandı. Netîcede bahane arayan İngiliz donanması, şehri top ateşine tuttu ve kısa bir müddet sonra İskenderiye teslim oldu. Hidiv Tevfik Paşa; bu “olaya sebeb olan Arâbî Paşa’yı azlederek, âsî îlân etti. Arâbî Paşa da, hidivi vatana ihanet ile suçlayarak, askerini Tell-ül-Kebir’de topladı. İngilizlerle burada yapılan savaşı yirmi dakikada kaybetti ve Kâhire’ye giren İngilizlere teslim oldu. Daha sonra Dîvân-ı harbe verilerek önce îdâm, sonra müebbet hapse mahkûm edildi. Bunu müteâkib Seylan Adası’na sürüldü. 1901 senesinde, hidiv Abbâs Hilmi Paşa tarafından affedilerek Mısır’a döndü ve 1911 senesinde Kahire’de vefât etti. Arâbî Paşa, hiç bir zaman üstün bir lider, başarılı bir politikacı ve iyi bir idareci olamadı. Hitabeti kuvvetli olması sebebiyle kitleleri peşinde sürükleyip, mevkiler elde etti. Koyu bir Arab kavmiyetçisi olmasını, başta İngilizler olmak üzere zamanın siyâsîleri kullanıp, emellerine âlet ettiler. 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 323 2) Mısır Mes’elesi (Rauf Ahmed, İstanbul-1334); sh. 50 3) Hatırât (Said Paşa, İstanbul-1328); cild-1, sh. 72 4) Hatırât (Kâmil Paşa, İstanbul-1329); sh. 10 5) Mısr lil-Mısrıyyîn (Selim Halil en-Nakkâş, İskenderiyye-1884); cild-4 6) Secret History of The English Occupation of Egypt (W. S. Blunt, London-1969); sh. 147 v.d. 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 332 8) El-Âlâm; cild-1, sh. 168 ÂRİF HİKMET BEY Osmanlı Devleti zamanında yetişen âlimlerden. Yüz beşinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ahmed Ârif Hikmet’tir. Sultan üçüncü Selîm Han devri kazaskerlerinden İbrâhim İsmet Bey’in oğlu, birinci Abdülhamîd Han zamanı Mısır beylerbeyi vezir Raif İsmâil Paşa’nın torunudur. 1786 senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta ilim tahsiline yönelip, zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra çeşitli imtihanlarda başarı gösterdi. 1813 senesinde hac ibâdetini ifâ edip, Peygamber efendimizin mübarek kabrini ziyaret etti. Ârif Hikmet Bey, 1815 senesinde otuz yaşında iken Kudüs kâdılığına tâyin edildi. Beş sene sonra Mısır kâdılığına nakledilerek mevleviyyet payesine ulaştı. 1830’da İstanbul kâdılığına tâyin edildi. Bir sene sonra buna ek olarak nakîb-ül-eşrâflık vazifesi de verildi. 1834’de nakîb-ül-eşrâflık vazifesinden çekilip, ilim ve İbâdetle meşgul oldu. 1838’de Rumeli kazaskerliğine getirildi. Arkasından Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye (İdarî, adlî ve mâlî işlerin görüşüldüğü üst meclis) üyeliğine seçildi. 1840’da Rumeli müfettişliği ile vazifelendirildi. Dönüşünde Dâr-ı şûrâ-yı askerî (Askerî şûra) üyeliğine, 1845 senesinde Mekkizâde Mustafa Efendi’nin yerine şeyhülislâmlık yüksek makamına getirildi. Yedi sene dört ay müddetle, bu vazifeyi doğruluk, adalet ve hakkaniyet üzere yürüttükten sonra, 1854 senesinde ayrıldı. Evine çekilip, ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Hacca gitmek üzere hazırlanırken 1858 senesinde İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazında; şeyhülislâm, âlimler ve devlet erkânı hâzır bulundu. Üsküdar’da Nuh kuyusu civarında defnedildi. Ârif Hikmet Bey, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim, fıkıh ilminde mütehassıs idi. Fazilet ve güzel ahlâklı idi. Asil, olgun bir şahsiyete sahib ve pek bilgili idi. Sultan Abdülmecîd Han onu şeyhülislâmlığa tâyin ettiği zaman, hakkında sadrâzama; “İnsanlıktaki fazileti ve iyi huylarını, kısaca olgunluğunu, herkesin bildiği Ârif Hikmet Beyefendi” diye yazarak ayrıca teveccüh göstermişti. Hayır, hasenat sahibi olup, Medîne-i münevverede 7.000 cildlik kütüphâne kurmuş ve vakfetmistir. Türkiye’de maârif işlerinin ilerlemesinde, rüşdiye mekteplerinin açılmasında önemli rolü olmuştur. Arabça ve Farsça’yı çok iyi bilen Ârif Hikmet Bey ayrıca şâirdi. Fakat ilmî yönü şairliğinden üstündü. Ârif Hikmet Bey, şiirlerini Arabça, Farsça ve Türkçe olarak söylemiştir. Şiirlerinde yer yer Nefî, Nâbî ve Nedim’in te’siri görülür. Üç dilde bahis yürütecek ve şiir söyleyecek bir otorite idi. Ayrıca tenkid fikrine sâhibdi. Eski edebiyatımızı ele alırken Necati, Fuzûlî, Bakî, Nefî, Nâbî, Fehîm, Sabit, Nedîm, Sâmî ve Râgıb Paşa gibi şâirlerden söz eder ve bunları gerçek şâir olarak zikreder. Onun için diğer şâirler nâzımlıktan yâni sözü kâfiye ve vezne uydurmaktan ileri gitmeyen kimselerdir. Türk dîvân şiirinin devamında hizmeti olan Ârif Hikmet Bey, 1851 senesinde Türk dilinin geliştirilmesi için kurulan Encümen-i Dâniş’e de üye olmuştu. Şeyhülislâm olduğu zaman şu beyti söylemiştir. Hikmetinden Ârifâ olmaz suâl, Şeyhülislâm eyledi Yezdân beni. (Ey Arif! Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden suâl olmaz; beni Allahü teâlâ şeyhülislâm eyledi.) Ârif Hikmet Bey’in kıymetli eserleri şunlardır: 1- Dîvân: Eser 997 Arabça, 621 Farsça, 2032 Türkçe beyti ihtiva etmektedir. Eserde; na’tlar, Mesnevîler, gazeller, kıt’alar, târihler ve Şâh-ı Nakşibend hazretleri hakkında iki medhiye bulunmaktadır. 1866 yılında Dîvân-ı Eş’âr adıyla litografya ile basılmıştır. 2- Mecmûat-üt-Terâcim: Meşhur kişilerin hâl tercümelerini ihtiva edecek şekilde hazırlamağa başladığı tamamlanmamış bir eser olup basılmamıştır. Yazma nüshası Millet Kütüphânesi, Ali Emîri kısmı, Tarih 788’de kayıtlıdır. 3- Zeyl-i Keşf-üz-zünûn: Kâtib Çelebi’nin meşhur eserini tamamlar mâhiyettedir. Müsveddeleri Bağdâdlı İsmâil Paşa’ya geçmiş, o da bundan istifâde ederek, Îzâh-ulmeknûn adlı Keşf-üz-zünûn zeylini yazmıştır. 4- Tezkire-i şu’arâ: 1834 senesine kadar olan iki yüz on şâirin hâl tercümesini veren bir eserdir. 5- El-Ahkâm-ül-mer’iyye fil-arâziyy-il-emîriyye: Araziye âit fetvaları toplar. 6- Hulâsât-ül-makâlât fîmecâlis-il-mukâlemât: Babasının delege olarak katıldığı Mükâlemât-ı siyâsiyye meclisindeki konuşmaların tutanağı mahiyetindeki bu eser, Üniversite Kütüphâne’si T. Y. 379’da kayıtlıdır. 7- Tezkîre-i Ârif Hikmet: İstanbul’da bulunan ve her sene Ramazan ayının on beşinde ziyarete açılan sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem Hırka-i şerifini muhafaza eden mendilin üzerinde yazılı olan şu kıt’a da ona âiddir: Hırka-i hazret-i Fahr-i resûle, Atlas-ı çarh olamaz pâye-endâz. Yüz sürüp zeyline takbîl ederek, Kıl Şefî’-i ümeme arz-ı niyâz. Mânâsı: Atlas, Peygamber efendimizin hırkasının yanında, ayak altına serilen serginin süsü bile olamaz. O’nun eteğini öpüp yüz sürerek Peygamber efendimize hâlini arzet ve O’nun şefaatini dile! 1) Kâmûs’ül-a’lâm; cild-4, sh. 3041 2) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 327 3) Devhat-ül-meşâyıh: sh. 129 4) Mir’at-ül-harameyn; cild-2, sh. 888 5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 349 6) İlmiye Salnamesi; sh. 590 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 347 8) Eşâmî; sh. 395 9) Türk Klasikleri; cild-8, sh. 145 ARPALIK Devlet tarafından; vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıfa, saray adamlarına ve yüksek rütbeli ilmiye ricaline vazifeleri sırasında maaşlarına ek olarak; görevlerinden ayrıldıktan sonra da verilen tekâüd veya ma’zûliyyet maaşı. Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, me’murluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık kendisinden başka kalabalık maiyyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara masrafları gözetilerek bağlanırdı. Bu aylık önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askeri şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislâm, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare âmirlerine, on yedinci asırdan îtibâren de vezirler ile ümerâya verilirdi. Arpalık, ya belli bir kazâ veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunmak veya hazîneden belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bervech-i arpalık ulûfe denilirdi. Arpalığın en fazlası; idare âmirleri için senelik yüz bin, ilmiye sınıfı için yetmiş bin, yeniçeri ağaları için elli sekiz bin, saray mensupları için ise 19.999 akçe idi. Ulûfe olarak verilenlerin senelik toplamı da bu değerleri aşmazdı. Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip yerine bir nâib gönderdikleri gibi, bâzan da kendileri giderlerdi. Sultan üçüncü Selîm, bozulan ilmiyenin ıslâhına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul vilâyet kâdıları ile kazaskerlerden, vilâyet kâdılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hâkimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizâma vermeyip emânet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst nâiblere vermelerini hâvi neşrettiği fermanda; câhil kimselere nâiblik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin yeniden kâdılığa tâyin edilmemesini emretti. Arpalık, bir çok sûistimallere meydan verdiği için on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu durum daha sonra genişliyerek arpalık maaşı tanzîmâttan sonra, isim değişikliği ile, tarîk maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrûtiyet’ten sonra ise ilmiye sınıfına da, diğer devlet me’murları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece arpalık târihe karışmış oldu. 1) Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtı; sh. 18 2) Arpalık (İbn-ül-Emîn, T.T.E.M, sene-16); sh. 276 3) Târih-i Cevdet; cild-4, sh. 292 4) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-1, sh. 84 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 238 ARÛZ Araplara mahsus bir vezin sistemi olup, İslâmiyet dâiresi içine giren milletlerin edebiyatlarında yer alan şiir ölçüsü. Yön, çadır direği, dar yol, bulut, ölçü ve örnek olan şey gibi başlıca mânâları yanında, beytin ilk mısra’ının sonlarına da arûz denmiştir. Çadır, bir ailenin barındığı yer olarak düşünülürse, beyti ev, mısra’ı kapı mânâsına alırsak, arûzda direk olacaktır. Zâten çadırın muhtâc olduğu ve onu ayakta tutan şey direktir. Önceleri Arab şiirinde açık ve belirgin şekilde olmayan aruz veznini edebî bir ilim olarak İmâm Halil bin Ahmed 701-775 (81-155) tedvin etmiş, sistemleştirmiş, böylece nazım ilmi kurulmuştur. Arabların ilm-üş-şi’r diye adlandırdıkları şiir ilminin, ilm-ül-arûz ve ilm-ül-kâfiye diye ikiye ayrıldığını görürüz. İşte bunlardan aruz ölçüsü, aruz veznini, kaidelerini inceler. Arabça’da temel ünsüzler harflerdir. Bu harfler ya harekesiz (sakin) veya harekeli (müteharrik) olurlar. Bir de illet harfleri yâni hastalıklı harfler denen uzun ünlüler (vokaller) vardır ki bunlar elif, vav, ye’den ibaret olup dâima uzun okunurlar. Zâten Arabça’da beyti meydana getiren harfler arasında harekeli ve harekesiz harfler birlikte bulunacaklardır. Bu harflerden ikisinin birleşmesine veted (kazık) denmiştir. İşte Arab aruzunu bu şekildeki heceler meydana getirmektedir. Bu husus daha çok Arab aruzunun konusudur. Aruzda harflerin harekeli ve sakin oluşu göz önüne alınmış, kısa ve uzun hece ayrımı yapılmıştır. Bu hecelerden cüzler, cüzlerden de vezinler ortaya çıkmıştır. Cüzler, kısa ve uzun hecelerin belirli sayıda bir araya gelmesinden ortaya çıkar. Buna tef’ile de denir. Vezindeki parça ve bölüme tef’ile veya cüz’ denmektedir. Tef’ilelerin birleşmesinden de vezinler ortaya çıkmıştır. İmâm Halil aruzun esâsı olmak üzere 8 tef’ile tesbit etmiştir. Bu cüzlere efâ’îl ve tefâ’îl adı verilir. Bunlar: 1- Fe’ûlün, 2- Fâ’ilün, 3- Mütefâ’ilün, 4- Müstef’ ilün, 5- Mefâ’ilün, 6Fâ’ilâtün, 7- Müfâ’aletün. 8- Mefûlâîü cüzleridir. İmâm Halil’i tâkib eden Kurtub (v. 82122/H. 206) ve Ahfeş (822/H. 207) gibi âlimler aruzu ve kâfiyeyi ayrı ayrı ele alarak iki ilim ortaya çıkardılar ve yeni ıstılahlar da ortaya koydular. Sonra gelen âlimler, Kitâb-ulArûz adıyla eserler verdiler. Ayrıca edebiyat ve dil sahasına olan alâkadan dolayı, ayrı eserlerin yanında edeb kitapları ile ansiklopedilerde de aruza ve kâfiyeye yer ayrıldığı görülür. Aslında Arab şiirinin vezni bu dildeki sabit hecelerin ahenkli dizileri ile uzunluk değerleri belli hecelere dayanmaktadır. İmâm Halil Arabça’nın yapısına dayanarak bir kısım işaretler ekledi. Sonunda eski şâirlerin eserlerini inceleyerek on beş bahir ve otuz dört aruz tesbit etti. Cevherî ise, Halil’in usûlüne bağlı kalmakla birlikte, aruzu kolaylaştırarak ıslah edip, bir sadelik getirdiği gibi, Halil’in sisteminde on altıyı bulan bahirlerin bütün vezinlerini on iki bâbda toplayarak tef’ilelerdeki değişmeleri zihâfât ile îzâh ederek, netîcede ilel ve zihâfât arasındaki farkı da kaldırdı. İslâm öncesi Arab edebiyatında aruz bahirlerindeki bâzı vezinler yoktur. Bu devirde, tavîl, vâfir, kâmil, basît, mütekârib ve münserih bahirleri kullanılmıştır. Buna göre bâzı bahirler ile bunlarda yer alan bir kısım vezinlerin, başta dildeki âheng yâni dil mûsikîsi olmak üzere, nazım şekli ve muhteva ile alâkası bulunduğunu belirtmek yerinde olur. Bu münâsebetle; bütün Arab şiirleri dört kısımda mütâlâa edilmiştir. Bunlardan kasâid; deve üstünde yolculuk yapanlar tarafından teganni edilmiş ve tavîl, basît, kâmil gibi bahirlerin cüzlere ayrılmış vezinleriyle söylenmiştir. İkinci olarak görülen remel kısmındaki şiirlerdir. Bunlar kalabalık içinde söylenen, övünme, övgü ve yerme mevzuları ile müzâkerâta âid olup; medîd, basît, vâfir ve kâmil gibi vezinlerle söylenmiştir. Üçüncü olarak Arablarda deveci ezgileri, pazar ve çalışma sırasındaki şiirleri recez ve münserih bahirlerinin meştûr şekillerinde görülmüştür. Yine üçüncüde olduğu gibi dördüncüyü meydana getiren şiirler de aynı bahirlerin menhûk vezinleriyle, çocukları sevme, develeri sürme ve kuyulardan su çekme esnasında söylenmiştir. Arab nazmında birim beyttir. Arablardaki ilk nazım şekilleri olarak görülen recez ve kasîd’in birinci beytleri mutlaka kafiyelidir ve nazım; ahengini vezin ve kâfiye gibi iki temel unsurdan alır. Ayrıca kelimelerin mısra’ ve beyt içinde seçilerek yerine konulması üçüncü bir sebebtir. Arablar kasîdenin yanında en çok recez nazım şekillerini kullanmışlardır. Zamanla İslâm dâiresine giren milletlerin edebiyatları ile temasta bulunmaları, konularda çeşitlilik, rubâî ve Mesnevî gibi yeni nazım şekillerinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. İslâm medeniyeti dâiresine giren milletler bu medeniyetin sunduğu değerleri almışlar veya az çok değiştirerek kendi bünyelerine uydurmuşlardır. Her millette şiir olduğuna göre bu dâirenin içine girinceye kadar, bu milletler kendi ölçü ve birimlerini de getirmişlerdir. Bu dâirenin içine ilk giren millet İranlılar olmuş, daha sonra Türkler, hintler ve diğer bazr milletler de dâhil olmuştur. Böylece aruz İran’a geçmiş ve İran şiirinin, bilhassa İslâmiyet’i kabulden sonra ortaya çıkan yeni Farsça diye adlandırılan devrin şiirde veznini teşkîl etmiştir. Abbasî idâresinin zayıflaması ile Farsça edebî dil olarak canlanmış, gitgide hânedân ve eyâlet emirlerine bağlı merkezlerde Farsça şiir dili olarak Arabça’dan da ileri gitmiştir. Arabça’yı ve Arab nazım tekniğini bilen İranlı şâirler, Fars şiirinin gelişmesinde büyük rol oynadıkları gibi şiir tenkidçileri de belirli ölçü ve kaidelerin tesbitinde mühim vazife yüklendiler. Ses yapısı ve hece teşkili bakımından Frasça’nın aruza daha kolay adapte olduğu görüldü. Bu sahada Reşîdüddîn Vatvât (V. 1177/H. 573) başta olmak üzere bâzı zevat aruzla ilgili kitaplar ortaya koydular. İran nazmı, Arab nazım birimi olan beytin yanında, İslâm öncesi edebiyatında olduğu gibi, mısra’ı birim kabul etti. Böylece tek mısra’ bile aruzun tatbikinde kıvraklık getirdi ve bu, alelade olan konuşma dilinde bile görüldü. Ayrıca aruz, İran edebiyatında bâzı değişikliklere uğradı. Fars zevki Arab şiirinin bâzı bahirlerini kabul etmeyerek, bir seçme ve tercihte de bulundu. Zamanla yine İslâm öncesi edebiyatta görülen ve fehlevîye denilen dört kıt’adan meydana gelen manzumeler de aruzla yazıldı. Böylece rubâî nazım şekli ortaya çıktı. Her millette olduğu gibi Türklerde de İslâmiyet’ten önce şiir vardı ve vezni parmak hesabı denen hece vezni idi. İslâm medeniyeti içine girince hece yanında aruzu da kullandılar. Ancak Türkler aruzu doğrudan doğruya Arablardan değil İran yolu ile aldılar. Ayrıca her iki milletin nazım şekillerini de kullandılar. Farslarda olduğu gibi Türklerde de nazım birimi mısra’ idi. Türk edebiyatında aruz, intibak devrinde büyük bir eser olan Kutadgu Bilig’de görüldü. Burada Şehnâme’de olduğu gibi Fa’ûlün, Fa’ûlün, Fa’ûlün, Fa’ûl vezni kullanılmıştı. Dikkat edildiğinde bu veznin millî vezin olan heceye yakınlığı hemen görülür. İslâm öncesi devreden günümüze kadar gelen hece vezni içinde on bir heceli vezin en çok kullanılanlar arasındadır. Kutadgu Bilig’te de işe buradan başlanmıştır. Zâten eserin içindeki dörtlükler nazım şeklinde de eskiye yer verildiğini açıkça göstermektedir. Buradan hareketle edebiyatımızda tuyuğ, murabba ve şarkı gibi nazım şekillerinin ortaya çıktığı bir gerçektir. Hattâ halk edebiyatı şâirleri her iki vezne de yer vermişlerdir. Yûnus Emre gibi şâirlerin hece ve aruzla şiir yazmalarına karşılık, Azîz Mahmûd Hüdâî ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi şâirler tekke edebiyatı içinde yalnız aruzla şiir yazmışlardır. Ayrıca on yedinci asır şâirlerinden Aşık Ömer ve Kâtibî gibi şâirlerin de şiirlerinde her iki vezni kullandıklarını zikretmek gerekir. Bu ikili durum daha sonraki asırlarda hem dîvân, hem de halk şâirlerinde devam edecektir. Türk edebiyatı içinde aruzun yerleşmesi ilk zamanlar Farsça ve Arabça’yı bilen, yüksek tabaka da denen havâss arasında görülmüştür. Bunlar ise; ilk önce bildikleri yabancı dilde ve aruz vezni ile şiirler yazmakla başlamışlardır. Farsça, kolaylığı ve Türkçe ile yan yana yaşaması, aynı bölgede bulunması yüzünden Arabça’ya galebe çalmış, böylece ilk şiirlerde Farsça yer almıştır. Daha sonra Türkiye Selçuklularının son devirlerinde yavaş yavaş ortaya konan mülemmâlar, belki bir noktada Türkçe’yi aruza alıştırmış, netîcede okur-yazar zümresi aruzu Türk şiirine getirmiştir. Ancak Hoca Dehhânî gibi saray şâirleri Farsça’ya hâkim olduklarından, Türk şiirine doğrudan doğruya aruzu getirmeyi başarmışlar ve aruzla gazeller yazmışlardır. Hazırlık devrinde Farsça’nın edebî dil telakkisi daha sonra kendisini gösterecek olan Türk şiirini yönlendirmede büyük rol oynamış ve seçilen vezinler Türk zevkinin de iştirak ettiği Fars şiirinden alınmıştır. Böylece aruzun nazma tatbiki başlamış ve bu konuda yazılan eserler daha sonra verilmiştir. On beşinci yüzyıldan itibaren aksamadan devam eden aruz vezni, on dokuzuncu yüzyılda en mükemmel şekle ulaştı. Hattâ tiyatro eserlerine bile uygulandı: Edebiyât-ı cedîde ve onları tâkib eden Fecr-i âti topluluklarında serbest müstezada bile tatbik edildiği görüldü. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonunda, aruzun mükemmel şekle ulaştığı bir zamanda heceye rağbetin artması ile aruz hakkında münâkaşalar ortaya çıktı ve bu vezne, karşı bir hareket başladı. Hâlbuki Türkçe en başarılı aruz örneklerini bu devrede veriyordu. Millî edebiyat cereyanının heceyi öne geçirme gayreti aruzu geride bıraktı ve bu veznin en son temsilcisi Yahyâ Kemâl oldu. Aruz vezninin esâsını hecelerin mâhiyet ve durumu (uzunluk-kısalık, kapalılık-açıklık hususları) teşkil etmektedir. Aruz vezninde hecelerin sayısına bakılmaz, kalitesine (keyfiyetine) önem verilir. Bu bakımdan aruz, keyfî (qualitatif) bir ölçüdür. Hâlbuki hece vezni sayıya bağlı olup, kemmî (quantitatif) dir. Aruzda Hece Çeşitleri 1- Açık heceler- Kısa heceler: De-re, di-ri, a-da, i-ni, ı-şık, a-lî gibi. 2- Kapalı heceler-Uzun heceler: Has-ret, hâ-lâ, hâ-lî, sensin, ley-lâ, sa-bâ, se-sin vs. 3- Bir buçuk (kapalı ve açık-uzun ve kısa) heceler; Derd, diyar. Yalnız, kapalı uzun hece n ile biterse, bir uzun hece kabul edilir. Bir buçuk hece (—.) olmaz. Ci-han, de-rûn, dil-hûn, ner-mîn, der-man, hân-mân, ta-nîn zer-rîn gibi. Bir de mısra’ sonunda bulunan hece, açık olsa bile, kapalı hükmündedir. Söy-le, se-se gibi. Aruzdaki hece durumu göz önüne alınınca, Türk dilinde hecelerin daha çok açık tarafta kaldığı görülür. Bunun yanında Türkçe’de kapalı hece meydana getiren uzun seslerin bulunmayışı, Arapça ve Farsça’ya göre Türk nazmının aruza uymasında bir hayli geride kalmasına yol açmıştır. Bu iki dile nisbetle Türkçe’de aruz bâzı hususları da beraberinde getirmiştir, İslâmî dâire içine giren Türkçe bir taraftan kültür ve inanç kelimelerini alırken, uyumu sağlayabilmek için kendi içinde de bâzı hususlara yer vermiştir. Bilhassa on altıncı asra kadar geçen üç yüz senelik bir zamanda bu durumlar oldukça fazla görülmüş, bir yandan aruza uydurulmada kendine göre bir hayli yol alışı, diğer taraftan yabancı dillerden alınan kelime ve tamlamalar git gide Türk şiirini daha da ileri götürmüştür. Aruzla söylenen Türk şiirinin âhengindeki bu düzelme, zamanla daha da gelişmesine rağmen aşağıdaki hususlar görülegelmiştir. Aruzun Türkçe’ye tatbikinde görülen belli başlı hususlar şunlardır: 1- Vasl: Ulama da denilen bu husus, sessizle biten bir kelimeden sonra, sesli bir harfle başlayan ikinci bir kelime arasında görülür. Bu, kapalı bir hecenin açılması içindir. Allah adın / zikr idelüm evvelâ Vâcib oldu / cümle işde her kula beytinde veznin “fâilâtün” olması için Allah ve vâcib kelimelerinde görülür. Aslında (— — — —) iken ulama yapılınca, (Allah adın, vâcib oldu) —. — —) durumuna düşer ve kapalı hece açılmış olur. 2- İmâle: Buna uzatma da denir. Kısa ve açık bir hecenin uzatılarak kapatılmasıdır. Dilimizde uzun ses bulunmadığı için Türkçe kelimelerde görülen bu durum aruz için bir hatâ sayılmasına rağmen, göz yumulmuş ve hemen her şâirde görülegelmiştir. Ben didükçe / böyle kıl / di Nedimi nâtüvân Gösterür engüşt ile meclisteki mînâ seni —. —./—.— —/..—./—. — (Ben didükçe böyle kim kıldı Nedimi nâtüvân) mısraı; (—.— —/—. — —/—.— —/— . —) (Ben didükçe böyle kim kıldî Nedîmî nâtüvân) şekline çevrilmiştir. Ayrıca ikinci mısra’daki, meclisteki kelimesinde yine son hece (-ki), (-kî) olarak uzatılmış ve bir başka imâleye yer verilmiştir. 3- İmâle-i memdûde: Med adı da verilen bu uzatma asıl imâleye nisbetle daha çok uzatılır. Arapça ve Farsça kelimelerde bulunan bir uzun heceyi, bir uzun bir kısa olmak üzere, iki hece şeklinde okumaktır. Az olmakla birlikte Türkçe kelimelerde de rastlanır. Sâdece uzun hecelerde değil, sonu iki sessizle biten hecelerde de imâle-i memdûdeye yer verilir. Hece sonlarındaki elif-nûn harflerinden sonra yapılırsa aruz için kusurdur. Böyle olmakla birlikte en meşhur şâirlerimiz bile buna göz yummuşlardır. Nedim’in; Nâzdan hâmûşsun yoksa zekânın duymadan İstesen bin dâstân söylersin ebrularla sen (— — — /— — —) = nâzdan hâmûşsun yok) derken (— . — —/— — —) şeklinde okunarak iki bir buçuk heceye yer verdiğini görürüz. Burada nâz (—.) ve mûş (—.) heceleri bir buçuk olarak okunmuştur. Ayrıca ikinci mısra’daki dâstân (— —) kelimesinde, ilk hece dâstân (—.—) şeklinde okunarak İmâle-i memdûdeye yer verilmiştir. Yine Fuzûlî’nin; Aşk derdiyle hoşam el çek ilâcumdan tabîb —. — —/ — . — — / — . — — / — . — Kılma derman kim helakim zehri dermanındadur. —. — —/ — . — — / — . — — / — . — Üç fâilâtün bir fâilün cüzünden meydâna gelen beytin birinci mısradaki ilk cüzünde bulunan aşk (—) kelimesi bir buçuk hece alınmıştır. Yine Şeyh Gâlib; Ey Hızr-ı fütâdegân söyle Bu sırrı idüp iyân söyle Ketm etme yegân yegân söyle mısralarındaki fütâdegân, iyân, yegan kelimelerinde son heceler hep bir buçuk hece değerinde kullanılmıştır. Türkçe kelimelerde de bir buçuk heceye yer verilerek imâle-i memdûde yapıldığı görülmüştür. 4- Zihaf: Arapça ve Farsça’da yer alan ve uzun okunması gereken heceleri kısa okuma olup, mühim bir aruz kusurudur. Bakî’nin Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün Allaha dur tevekkülümüz i’timâdumuz mefûlü fâ’ilâtü mefâ’îlü fâîâ’ilün veznindeki bu beytinde ilk mısranın ikinci cüzündeki edânîye kelimesinin üçüncü hecesi zihaf için edâniye şeklinde okunmuştur. Türk şiirinde hezec, recez, remel, muzâri, müetes, hafif, mütekârib bahirlerine âit kırka yakın vezin kullanılmıştır. Yalnız bu vezinler kullanılırken, bâzıları bir kısım nazım şekillerinde yer almıştır. Bunun yanında, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, hece veznine uygun vezinlere öncelik verilmiştir. Şiirimizde en çok kullanılan aruz kalıpları şunlardır: 1- Me fâ i lün (dörd aded) Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdur bu Nazargâh-ı ilâhîdür makâm-ı Müstafâdır bu Nâbî Celâleddîn-i Rûmîden dehen tolup olup pür fen Bilüp ahbâr-ı ahbârı tolu esrân dîdâram Muînî Hayâl-i yâr ile her şeb benim rü’yalarım vardır Başumda sây-ı zülfünden uzun sevdalarım vardır. Şemsî 2- Me fâ î lün me fâ î lün fe û lün — — — /. — — — / . — — Sunulmadı bana kahve dime sen Nasîbün var ise gelür Yemenden Nâbî 3- Mef û lü me fâ î lün mef û lü me fâ î lün — — . /. — — — / — — . /. — — — Tiz olma te’emmül kıl herhâle tahammül kıl Allah’a tevekkül kıl tedbîri bozar takdir. Kemâlpaşazâde 4- Mef ü lü me fâ î lü me fâ î lü- fe û lün — — . /. — — . / — — . /. — — . /. — — Yelkenle gelür bâga levendâne benefşe Tüller takınır başına merdâne benefşe Şemsî Tûtî gibi hoş nükteler öğretdi zekânın Bakî gibi üstâd-ı sühen-pervere cânâ Bakî 5- Mef û lü me fâ i lün fa’û lün — —. /.— . — / . — Dil hasret-i gamla lâl kaldı Gâlib gibi bî-mecâl kaldı Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı Elân bir ihtimâl kaldı İnsafın o yerde nâmı yok mu? Şeyh Gâlib 6- Müs tef i lün (dört aded) — —. — Karşında ben pervâneyim sen şem’-i tâbânsın bana Aşkınla ben dîvâneyim sen âfet-i cansın bana. Kânûnî (Muhibbî) 7- Müs tef i lâ tün (iki aded) — —.— — Gencînen olsam vîrân idersin Âyînen olsam hayran idersin Şeyh Gâlib 8- Müf te i lün me fâ i lün —. .— / .— . — Aşk ile kendüden gider âşıka bir nidâ gelür Yazusı yok kitâb okur âlim olur çıka gelür. 9- Fâ i la tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün — . — — / — . — — / — .— — / —.— Mürde ihya eyledin ey cân safa geldün safâ Eyledün giryânunı handân safâ geldün safâ Şemsî 10- Fe i lâ tün fe i lâ tün fe i lâ tün fe i Lün . . — — / . . — — / . .— — / . . — Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi Sana baktıkça olur gönlüm uçan kuşlara eş 11- Müf te i lün fâ i lün —. . — / —.— Kendimi cem eyledim bahr-ı musaffa gibi Gökte süreyyâ gibi levh-i muallâ gibi 12- Mef û lü fâ i lâ tün (Müs tef i lün fe û lün) ——./ —.— —/— —.—/.— — Sözüm sirayet itse Mecnûn-i nâ-murâda Kuşlar kebâb olurdu başındagı yuvada Hayalî 13- Mef û lü fâ i lâ tü me fâ î lü fâ i lün — — . / — . — . / — .— — / . — — . / —.— Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin Nâkûs yerlerinde okutdun ezânları Bakî 14- Me fâ i lün fe i lâ tün me fâ i lün fe i lün . —. — /.. — —/ .— .—/..— Gamınla ülfetimiz var sürüru n’eyleyelim Safâ-yı hâtırımız yok huzuru n’eyleyelim Nailî 15- Fe i lâ tün me fâ i lün fe i lün . .— — /.— . — /. .— Yine bir âfitâba düştü gönül Şeh-i âlî-cenâba düştü gönül Hayreti 16- Fe û lün fe û lün fe û lün fe ûl . — — / . — — / .— — / .— Ne mir ü ne pâşâya et iltica Rahim ü kerîm çün Hudâdır Hudâ Şeref Hanım 17- Mü te fâ î lün fe û lün (Fe i lâ tün fâ i lâ tün) . .— — —/ . — —/..— —/—.— — Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var. Vâsıf 1) Ravdat-ül-evzân (Mutahhar bin Ebî Tâlib Larendi, Süleyınâniye Kütüphânesi, Şazeli kısmı. No: 147) vr. 182 2) Aruz Risâlesi (Amasyalı Alâeddîn Ali, Üniversite Kütüphânesi, T. Y. 5686) 3) Risâle-i Aruz; (Halim-i Şirvânî Dâmâd İbrâhim Paşa Kütüphânesi, No. 1151) 4) Risâle-i Aruz (Firişfehoğlu, Üniversite Kütüphânesi, T. Y. 5729) 5) Bahr-ül-meârif (Sürûri, Hacı Mahmûd Efendi, No: 5156) 6) Mîzân-ül-evzân; (Nevâyî, Fâtih kütüphânesi, No: 4056) 7) Aruz Risâlesi, (Zahîruddîn M. Bâbür, Moskova-1972) 8) Arûz-i Türkî; (Ali Cemâleddîn, İstanbul-1291) 9) Teshîl-ül-arûz vel-kavâfî vel-bedî (Ahmed Hamdi, İstanbul-1289) 10) Türk şiirlerinin Vezni (A. Tal’at, İstanbul-1933) 11) Resimli Türk Edebiyatı; cild-1, sh. 156 12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 376 13) Tuhfet-ül-edeb fî mîzânî eş’âril-Arab, (Muhammed bin Ebî Şeneb, Paris-1954) 14) Fennu Taktî-iş-şi’ri vel-kâfiye, (R. Hulusi. Beyrut-1966) 15) El-Mu’cem fî meâyiri eş’âr-il-Acem; (Şemseddîn Muhammed bin Kays Râzi, Tahran-1338) 16) Eski Arab Şiiri (N.M. Çetin, İst. 1972) ASÂKİR-İ MANSÛRE-İ MUHAMMEDİYYE Sultan İkinci Mahmûd’un yeniçeri ocağını 1826 senesinde ortadan kaldırması üzerine bu teşkilâtın yerine te’sis edilen ordunun adı. Sultan İkinci Mahmûd Han, on altıncı asrın sonlarında bozulmaya başlayıp on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda bir anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağını kaldırmak için on altı sene gibi bir zaman bekledi ve gerekli hazırlıkları yaptı. Ocağı içeriden fethetmek için iş başına kendi görüşündeki adamları getirdi. Ağa Hüseyin Paşa’nın da desteği ile 1826 senesinde yeniçeri ocağını lağv etti. Bu durum Osmanlı târihinde Vak’a-i hayriye adıyla anıldı. Lağv edilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtını kurdu. Boğaz muhafızı ve Kocaeli, Bursa sancakları mutasarrıflıkları üzerinde kalmak üzere, Ağa Hüseyin Paşa’yı serasker ünvânıyla bu teşkilâta komutan tâyin etti. Yeniçerilere âid her türlü isim, ünvân ve işaretler kaldırılınca, ağa kapısının adı da serasker kapısı olarak değiştirildi. Ağa kapısı kısa bir süre seraskerlik dâiresi olarak kullanıldı ise de, sonraları bu iş İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yerdeki eski sarayda yürütüldü. 7 Temmuz 1826 târihinde bu teşkilâta âid bir kanunnâme hazırlatıldı. Bu ordunun teşkilâtlanmasına ilk olarak, İstanbul’da tertib adı verilen sekiz alayın teşkil edilmesiyle başlandı. Sekiz alayın ikisi serasker kapısında, altısı da, o zamanlar inşâsı devam eden Dâvûdpaşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi. Hazırlanan nizâmnâmeye göre, kimliği belirsiz kimselerle, muhtedîler bu teşkilâta alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzâdebaşı’ndaki eski acemi ocağı kışlası talimhâne olarak tahsis edildi. Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcûd sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş-binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları, topçubaşı, arabacıbaşı, cebehânecibaşı, mehterbaşı, imâmlar, hekim, cerrah v.b. ile birlikte 1527 kişiyi bulunuyordu. Her alay saf adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı, bir sancakdâr, bir çavuş ve onbaşı vardı. Her tertip, sağ ve sol olmak üzere sekizer saf hâlinde tasnif edilmişti. Her sekiz safın başında kolağaları kumanda mevkiinde idi. Bunların maiyyetinde de birer kolağası mülâzımı ile bir kâtip vardı. Bu sistem 1828 senesinde değişikliğe uğrayıp tertib tâbiri alay’a, saf tâbiri de bölük’e çevrildi. Sekiz alaydan ikisi, nöbetleşerek seraskerlik binasını bekleyecek ve İstanbul’un güvenliğini sağlayacaktı. Diğer altı alay ise, Selîmıye ve Rami kışlalarında tâlim yapacaklardı. Yeni ordunun seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asâkir-i mansûre nezâreti idi. Ordunun maaş gibi işlerinden nâzır mes’ûl idi. En yüksek rütbelisinden ere kadar herkesin maaşı ve tâyinâtı vardı. Yeni ordunun giderleri Mansûre hazînesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı. Askerî eğitimin dışında her saf için bir mektep kurulacak, buralarda her gün Kur’ân-ı kerîm ve lüzumlu din bilgileri öğretilecekti. Askerler beş vakit namazı cemâatle kılacaklardı. Bunun için de İstanbul kâdısı her safa bir imâm tâyin edecekti. Askerlerin eğitimi Nizâm-ı Cedîd askerininki gibi olup, dışarıdan uzmanlar getirildi (Bkz. Nizâm-ı cedîd). Orduda terfi, kabiliyete göre olacaktı. Bir nefer, çalışkanlığı sayesinde binbaşılığa kadar yükselebilecekti. Asâkir-i mansûrede emekli olmak on iki sene hizmetten sonra mümkün olacak, emekliliğe hak kazananlara aldıkları aylık kadar maaş bağlanacaktı. Yaşlılık veya sakatlık gibi sebeplerle emekliye sevkedilenler de durumlarına göre, aylıklarının üçte birini veya üçte ikisini alabileceklerdi. Hüsrev Paşa, serasker olunca yeni orduda bâzı değişiklikler yaptı. 1828 senesinden itibaren askere serpuş yerine fes giydirilmesi kabul edilerek kılık kıyafette birlik sağlandı. Ordu teşkilâtının büyümesi üzerine binbaşılık kaldırılarak üç taburdan meydana gelen alayın başına bir miralay (albay) tâyin edildi. Her alayda bir alay emini ile bir kaymakam (yarbay) bulunmaya başladı. 1828 senesinde Ruslarla savaşın başlamasına rağmen ordunun teşkilâtlandırılmasına devam edildi. Alayların sayısı arttırılarak iki alaydan bir liva kuruldu ve buna mirliva kumanda etmeye başladı. 1831 senesinde ordu, İstanbul ve Üsküdar olmak üzere iki kısma ayrılıp, her kısmın başına ferikler tâyin olundu. Ayrıca Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Mansûre birlikleri kurulmaya başlandı. Bu birliklerin subayları İstanbul’dan gönderildi. Erler ise bölge halkı arasından kaydedildi. 1832 senesinde müşirlik rütbesi konularak, ferikler müşirliğe terfî ettirildi. Böylece rütbe silsilesi aşağıdan yukarıya doğru şu hâli aldı: Nefer, onbaşı, bölük emîni, çavuş, başçavuş, mülâzım, yüzbaşı, sol kolağası, sağ kolağası, binbaşı, kaymakam, mîralay, mirliva, ferik, müşir. Ordunun subay ihtiyâcını karşılamak üzere 1834’de Harbiye mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asâkir-i Mansûre tâbiri yerine Asâkir-i Nizamiye denildi ve bu tâbir uzun süre kullanıldı. Tanzîmâtın ilânından sonra seraskerlik makamının önemi arttı ve sadâretten sonra ikinci sıraya yükseldi. Sultan Abdülazîz devrinde bu makam bir kaç defa sadâretle birleştirildi. 1843 senesinde muvazzaflık süresi beş, yedeklilik süresi yedi seneye indirilerek, mevcûd birlikler; Hassa, Dersaâdet, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları diye beşe ayrıldı. 1879’da seraskerliğin yerine harbiye nezâreti kuruldu ise de, 1884’de tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise, harbiye nezâreti kesin olarak seraskerliğin yerini aldı. 1) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hatt-ı hümâyûnlar; no: 51356, 57990, 17435 2) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Kânunnâme-i askerî defterleri; cild-1 3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mâliye’den müdevver defterler; no: 8368, sh. 8 4) Üss-ü zafer; sh. 190 5) Târih-i Lütfi; sh. 192 6) Netâyic-ül-vukûat (Mustafa Nuri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 109 7) Sultan II Mahmûd Devri Yedek Ordusu: Redîf-i asâkir-i mansûre (Mübahat Kütükoğlu, Târih Enstitüsü Dergisi, sayı-12, İstanbul-1982); sh. 127 8) Hassa Ordusunun Temeli: Muallem Bostaniyân-ı Hassa Ocağı, Kuruluşu ve Teşkilâtı (Abdülkâdir Özcan, Târih Dergisi, sayı-34, İstanbul-1984); sh. 347 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 378 ASESLER Osmanlı Devleti’nde şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti. Arabça “as” kelimesinin çoğulu olan ases, Osmanlılara İlhanlılardan geçmiştir. Bu teşkilâta ilhanlılar Devleti’nde “emâret-i ases” denirdi. Bu teşkilâtın başında, yeniçeri ocağını meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu. Bu çorbacıya asesbaşı denirdi. Bugünkü mânâda emniyet müdürüne karşılık gelmektedir. Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri asayişi te’min etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı. Suçsuz olanları ise yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı. Yeniçeri ağasının yakaladığı kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi. İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacâfer zindanı da asesbaşınsn emri altındaydı. Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil dîvân kürkü, bacağına ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi. Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde (İstanbul) olmak üzere iki asesbaşı vardı. Fakat İstanbul asesbaşısı üstün dereceli idi. Asesbaşı Bâb-ı âli’de bulunduğu için kendisinin yeniçeriağası dâiresinde bir emir eri bulunurdu. Yeniçeri ağası asesbaşına bu emireri ile emir gönderirdi. Diğer şehir ve kasabalarda da ases adı altında emniyet teşkilâtı ve buna âid vergiler vardı. Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında beş yüz kadar olan maiyyeti ile yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı. Veziriazam dîvânında ve vezîriâzamın İstanbul’da kol gezdiği zamanlarda bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu. 1) Osmanlı Târih Deyimleri Sözlüğü; cild-1, sh. 93 2) Seyahatname (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 517 3) Kapıkulu Ocakları; cild-1, sh. 170 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 371 ASTIRHAN SEFERİ Don-Volga kanalını açma teşebbüsü. Osmanlı Devleti’nin, Rusların Hazar denizine inmelerini önlemek maksadıyla düzenledikleri sefer olup, buna Ejderhan seferi de denir. Moskova prensi dördüncü İvan, çar ünvânını da alarak 1554’de bir Türk hanlığı olan Astırhan Hanlığı’nı ortadan kaldırdı. Hazar kıyılarındaki dağınık ve kuvvetten düşmüş diğer Türk-Moğol hanlıklarına da son verip, bütün Hazar kıyılarını ele geçirdi. Böylece Karadeniz’e inme ümîdi arttı. Osmanlı devlet adamları, başta sultan İkinci Selîm Han, dâmâdı ve vezîri Sokullu Mehmed Paşa, kuzey hududlarında cereyan eden hâdiseleri büyük bir dikkatle tâkib etmekte iken, Harezm hânı Hacı Mehmed Bey’in yardım talebini ihtiva eden mektubu geldi. Mektubunda İran’ın, Türkistan-Anadolu yolunu kestiğini, Türkistan hacılarına yol vermediğini anlatıyor, Pâdişâh’ın Astırhan’ı fethetmesini ve Anadolu-Türkistan yolunu açmasını rica ediyordu. Bunun üzerine sultan İkinci Selîm Han, Kırım hanına bir hattı hümâyûn gönderdi. Hatt-ı hümâyûnda şöyle demekteydi: “Türkistan ve Tataristan tüccarlarına yol açıp emniyet içinde gelip gitmeleri temennî olunmuştur. İmdi, vilâyet-i Kazan ve Ejderhan evvelden Nogay elinde idi. Hâlen küffâr eline girmesi neden oldu? içinde ve etrafında kalan Tatar mirzalarından kimler vardı? Ve ne zamanda ve ne sebeble elden gitmiştir. Mufassal (etraflı) yazılıp, ol vilâyetin feth olunması takarrür etmiştir... Alâ-vech-it-tafsîl ilâm eyliyesin ki, vaktiyle tedârükü görülüp, feth ü teshîri müyesser ola.” İstişareler netîcesinde Astırhan seferine karar verildi. Sultan İkinci Selîm Han ilk iş olarak, Hazar gölüne dökülen Volga nehri ile Azak denizine dökülen Don nehrinin birbirlerine çok yaklaştıkları bir noktada kanal açma işine fiilen başlanmasını emretti. Kanal açma projesi daha önce Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında Semiz Ali Paşa’nın vezîriâzamlığı sırasında düşünülmüş, fakat Avusturya mes’elesi sebebiyle üzerinde durulamamıştı. Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa bu mühim işe, o bölge hakkında bilgi ve tecrübesi olan Şıkk-ı Sânî defterdârı (Mâliye müsteşarı) Çerkeş Kâsım Bey’i tâyin etti. Kendisine Kefe beylerbeyliği verilerek Kâsım Paşa oldu. Kâsım Paşa, mahallîne gidip, mütehassıs mühendisler tarafından yapılan tedkîklerin neticesini Pâdişâh’a arzetti. Kanal işi olduğu takdirde, Rusların Volga havalisinden elleri kesilecek, eski bir-Türk ve müslüman şehri olan Astırhan, devletin nüfuzu altına girecek, İran üzerine yapılacak seferlerde Hazar denizi vasıtasıyla askere zahire ve harp malzemesi yetiştirmek mümkün olacaktı. İktisadî olarak da Orta Asya Türk ticâret kafileleri, mallarını Hazar’ın kuzeyinden Azak ve Kefe limanlarına nakledip, batı ile ticarî münâsebetlerde bulunacaklardı. Sefere me’mûr asker te’min edildikten sonra, yüklenen gemiler 4 Ağustos 1569 (H. 977) târihinde Karadeniz’e açıldı ve Azak denizinin kuzeydoğu ucundaki Azak limanına yâni Don nehri ağzına geldi. Bu sırada Niğbolu, Silistre, Amasya, Canik ve Çorum sancak beylerinin kuvvetleri de yetişip Çerkes Kâsım Paşa’nın emrinde toplandılar. KefeBalık, Lava, Menklig, Taman halkından çok mikdarda amele yazıldı. Kâsım Paşa emrindeki Osmanlı kuvvetleri kanal kazılacak yere gelip, 1569 senesi Rebî-ül-evvel ayında kazma işine başladı. Otuz bin amele (işçi) çalışırken, ordunun da Astırhan kalesini fethi münâsib görüldü. Zîrâ kanal açıldıktan sonra, Don ve Volga’nın güneyindeki topraklarda Ruslara âid olan Astırhan’ın fethi mühim idi. İşçi de, Rus hücumlarından emin olacaktı. 12 Eylül 1569’da, Osmanlı-Kırım kuvvetlerinden meydana gelen Türk ordusu, Astırhan’ı muhasara etti. Bu sırada Rus çarı kendisine yardımcılar aramakla meşgul olup, İran ile ittifak kurdu. Kırım hanı ile de gizliden gizliye muhabereye başladı. Netîcede Tatarları kandırdı. Astırhan’ın fethiyle burada bir Osmanlı beylerbeyliğinin kurulması, Kırım’ın iç bağımsızlığı hususunda Devlet Giray’ı ürküttü. “Eğer bu kanal açılırsa, Türk kuvvetleri Hazar’a inecek, Kırım tamamen Osmanlı çenberine girecek, istikbâlde Kırım istiklâlini kaybedecektir” şeklindeki Rus telkinleriyle, Tatarların kuruntusu; “Tatar’a rağbet olmaz belki, Kırım da elimizde kalmaz” şekline dönüştü. Kanalın üçte biri kazıldığında kış mevsimi yaklaşmıştı. Düşmandan endişeye hiç bir sebeb yokken, casuslar tarafından Osmanlı askeri ve işçi arasında dedikodu çıkıp; “Buralarda kış uzun sürer, taşlar bile çatlar” dendi. Amele ve asker arasında heyecan ve korku başladı. Kasım Bey, askeri ve ameleyi ikna edemeyince, geri çekilmekten başka bir şey kalmadı. Osmanlı Devleti târihinde en mes’ûd bir netîcenin alınmasını te’min edecek bu teşebbüs, Moskof çarının Tatarları aldatması ile netîcesiz kaldığı gibi, büyük zayiata sebeb oldu. 1) Târih-i Peçevî İbrâhim Efendi); cild-1, sh. 329 2) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 126 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 33 4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 382 5) Hayrullah Efendi Târihi; kısım-6, sh. 183 6) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-6, sh. 1838 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 293 8) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-1 sh. 208 ÂŞIK ÇELEBİ On altıncı asır Osmanlı âlim ve şâirlerinden. İsmi Pîr Mehmed’dir. Şiirlerinde Aşık mahlasını kullandığından bu adla meşhurdur. Babası Seyyid Natta lakabıyla anılan, zamanın meşhûr âlim ve şâirlerinden Ali Çelebi’dir. Soyca Peygamber efendimize dayanır. Bursa’da doğduğu da rivayet edilen Âşık Çelebi, 1520 (H. 926) yılında Üsküb’e bağlı Prizren kasabasında doğmuştur. 1572 senesinde Üsküb’de vefât etti. Kabri oradadır. Vefâtına Bursalı şâir Cenânî; “Aşık sefer eyledi cihândan (976)” mısra’ını târih düşürmüştür. Dedesi Seyyid Muhammed Natta, aslen Bağdâdlı olup, Seyyid Emîr Buhârî ile görüşmüş ve beraber sefere çıkıp Bursa’ya yerleşmiştir. Emîr Buhârî, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kızıyla evlendiğinde, Seyyid Muhammed Natta da vezir İshâk Paşa’nın kızını aldı. Bu evlilikten Âşık Çelebi’nin babası olan Seyyid Ali dünyâya geldi. Seyyid Ali, iyi bir tahsil gördükten sonra, 1512 (H. 918) târihinde İnegöl’e kâdı oldu. Daha sonra sırasıyla Karatuva, Üsküb ve Sofya kâdılıklarında bulundu. Seyyid Ali’nin Müeyyidzâde Abdurrahmân Çelebi’nin kızıyla olan evliliğinden, beşi erkek biri kız olmak üzere, altı çocuğu oldu. Bunlardan biri de Âşık Çelebi’dir. Çocukluğu Rumeli’de geçen Âşık Çelebi, 1535 (H. 942) târihinde İstanbul’a geldi. Gençlik devresini İstanbul’da geçirdi. Pîr Mehmed, Kasımpaşa müderrisi Sürûrî Çelebi, Kalenderhâne müderrisi Taşköprüzâde Efendi, Mahmûd Paşa müderrisi Arabzâde Âbdulbâki Efendi, Sahn müderrisi Saçlı Emîr Efendi Balıkesir Karasılı Hasen Çelebi ve Ebüssü’ûd Efendi gibi zamanının büyük âlimlerinden okuyarak iyi bir medrese tahsili gördü. Fenârî Muhyiddîn Efendi’den mülâzim oldu. (Asistan olarak bir müddet onun yanında çalıştı.) Bir taraftan dînî ilimleri tahsil eden Âşık Çelebi diğer yandan zamanın; Zatî, Taşlıcalı Yahyâ ve Hayalî gibi mühim şâirleri ile tanıştı ve edebî bilgilerini arttırdı. Genç yaşta İstanbul şâirleri arasında önemli bir mevki kazandı. Tahsilini tamamladıktan sonra 1541 (H. 948) târihinde Bursa’ya yerleşerek Emîr Buhârî evkafının mütevellîliği vazifesinde bulundu. Bir ara mahkeme kâtipliği yaptı ve 1546 (H. 953) târihinde İstanbul’a döndü. İstanbul kâdısı olan eski medrese hocası Saçlı Emîr Efendi’nin himayesiyle mahkeme kâtibi oldu. Daha sonra kâdı oldu. Sırasıyla 1547 (H. 957) târihinde Silivri, Priştine, Serfiçe, Narda ve nihayet 1562 (H. 970) târihinde Alâiye kâdılığında bulundu. Âşık Çelebi bu vazife esnasında Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın; “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.” mısra’ıyla başlayan meşhur gazelini beşleyerek (tahmis ederek) pâdişâha takdîm etti. Bu tahmis Sultân’ın çok hoşuna gitti. Niğbolu kâdılığı oradan da Rusçuk kâdılığına terfi ettirildi. Âşık Çelebi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra yerine geçen oğlu sultan İkinci Selîm Han’a da Belgrad’dan İstanbul’a dönerken, yeni bir gazelini takdîm ederek iltifatına kavuştu. Karatûva kazası kâdılığı verildi. 1568 (H. 976) târihinde meşhur tezkiresini Pâdişâh’a, Arabî yazdığı Şakâik Zeyli’ni de Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya ithaf etti. Mesâisi (İlmî çalışmaları) takdir görüp, mükâfat olarak kayd-ı hayât şartıyla (vefâtına kadar) Üsküb kâdılığı verildi. Osmanlı ilim ve edebiyat hayâtının en parlak zamanında yaşayan Âşık Çelebi, doğru, neş’eli, vefâkâr bir zât idi. Edebî kültürü kuvvetli, medrese tahsili mükemmeldi. Âşık Celebi’nin te’lif ve tercüme suretiyle yazdığı eserlerin sayısı ondan fazladır. Onun en mühim ve en çok şöhret kazanan eseri Meşâir-üş-şuarâ adlı şâirler tezkiresidir. Tezkire’de, diğer tezkirelerde olduğu gibi isimlerde hurûf-u hece tertibi tâkib edilmeyip, şâirler, ebced tertibi esas tutularak sıralanmıştı. Muasırı (aynı anda yaşadığı) şâirlerden İki yüz seksen iki zâtın terceme-i haliyle şiirlerinden seçilmiş parçaları ihtiva eden bu tezkirenin bir çok yazma nüshaları vardır. En mükemmel nüshası Millet (Ali Emîrî) Kütüphânesindeki yazmadır. Mısır ve Avrupa kütüphânelerinde de muhtelif yazmaları vardır. Âşık Çelebi Tezkire’sinde en önemli taraf, doğru olarak yazdığı şâirlerin hayâtı yanında, şâirlerin hâlet-i rûhiyelerini de tahlil ve tasvir etmesidir. Âşık Çelebi, Dîvân’ını Serfice kâdısı iken tertib etmeye başlamıştır. Dîvân, Kânûnî Sultan Süleymân Han, Muhyiddîn Efendi, Hoca Çelebi, Müftüzâde Efendi, Şerîfzâde, İznikli Ali Çelebi hakkında on dokuz kasîde, ile sultan İkinci Selîm Han için yazılmış bir murabbayı terci’ ve terkib-i bendlerle, murabba’, tahmis ve gazelleri ihtiva etmektedir. Ayrıca; Hüseyn Vâiz-i Kâşifî’nin Ravdat-üş-şühedâ, İmâm-ı Gazâli’nin (r. aleyh) EtTıbr-ul-Mesbûk fî Nesâyih-il-mülûk, Hatip Kasımoğlunun Ravdat-ül-Ahyâr, Taşköprüzâde’nin Eş-Şakâik-i Nu’mâniyye fî ulemâ-iddevlet-il-Osmâniyye olmak üzere Farsça, Arabça tercümeleriyle iki Hadîs-i Erbain tercümesi, Sokullu Mehmed Paşa’ya takdim ettiği Zeyl-i Şakâik, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Zigetvâr seferini anlatan Zigetvârnâme, Bursa’da Emîr Sultan vakıfları mütevellîsi iken yazdığı, Bursa’nın güzelliğini anlatan Şehrengîz-i Bursa ve edebî yazılmış mahkeme ilânlarını ihtiva eden Mecmûa-i Sülûk gibi kıymetli eserleri vardır. Tezkiresi G. M. Meredith Owens tarafından Meşâir-üş-şuarâ or Tezkire of Âşık Çelebi (London-1971) isim ve târihiyle neşredilmiştir. 1) Tezkire (Latîfî); sh. 237 2) Esâmi; sh. 203 3) Şakâyık’i Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 161 4) Tezkiret-uş-şuarâ (Kınalızâde Hasan Çelebi); cild-2, sh. 589 5) Güldeste-i Riyazi İrfân; sh. 488 6) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 19 7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 1314 8) Türk Klasikleri; cild-3, sh. 418 9) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 616 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 43 ÂŞIK PAŞA Osmanlıların ilk devrinde Anadolu’da yetişen mutasavvıf, şâir ve velîlerinden. İsmi, Ali’dir. 1272 (H. 670) târihinde Kırşehir’de doğdu. Babasının ilk çocuğu olduğundan Baş ağa veya Paşa denildiği gibi, Paşa lakabının Osman Gâzi tarafından verildiği de rivayet edilmektedir. 1333 (H. 733) târihinde, Mısır dönüşü, Kırşehir’de vefât etti. Türbesi Kırşehir’de müslümanların ziyâretgâhı olup, mîmâri bir şaheserdir. Aşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas, Moğol istilâsı üzerine Horasan’dan hicret edip, Anadolu Selçuklularından Alâaddîn Keykubâd’ın himayesine girdi. Fazilet ve ilmiyle az zamanda tanındı. Talebe yetiştirdi. Vefâtında yerine sâlih bir zât olan oğlu Muhlis Paşa geçti. Muhlis Paşa Karaman’da büyük hizmetlerde bulunduktan sonra Osman Gâzi’ye iltica edip, maiyyetine girdi. Daha sonra Kırşehir’e yerleşerek talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Aşık Paşa, babasının Kırşehir’de bulunan dergâhında sâlih kimseler içinde yetişti. İyi bir tahsîl gördü. Zamanın büyük âlimlerinden Kırşehirli Süleymân Efendi’den okudu. Arabça, Farsça, İbrânice ve Ermenice öğrendi. Âlim bir zât oldu. Allahü teâlâya olan sevgisinin çokluğu sebebiyle kendisine Âşık Paşa denildi. O da dergâhta baba ve dedeleri gibi talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Orhan Gâzi zamanında şöhreti arttı. Bir süre Mısır’a gitti. Aşık Paşa, güzel ahlâk sahibi, kibar ve zarîf idi. Dünyâ malına meyletmez, haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olma korkusuyla mübahları terkederdi. Aşık Paşa, Garibnâme veya Mârifetnâme adı ile Mesnevî tarzında on iki bin beyte varan bir eser yazdı. Tasavvuf ilmine dâir olan bu eseri Osmanlı edebiyatı târihi bakımından çok önemlidir. Türk halkına tasavvuf zevkini (güzel ahlâkı, edebi) öğretmek için açık bir Türkçe ile yazılmıştır. Vezni, Fâilâtün, fâilâtün, fâilün dür. Fakrnâme isimli eseri ise yüz altmış bir beytlik mesnevîdir. İki nüsha olup, biri, Roma Biblioteca Eananatence Turca 2054 numarada, diğeri Manisa Muradiye Kütüphânesi’ndedir. Ayrıca otuz bir beytlik Vasf-ı hâl, elli dokuz beytlik Hikâye ve Kimya risaleleri ve şiirleri vardır. Ârifane şiirlerinden bâzıları şöyledir: Bu şeriatdur kim üstâd öğredür, Resm ü erkân ü nişan ad öğredür. Farz u sünnet biidürür nefse âyân Davet eyler tâata bellü beyân. Pes bilün üstâd âlimler-durur, Kim şeriat n’eydüğüni bildürür. Eyle olsa anda key izzet gerek, Hem edeb erkân u hem hizmet gerek. Kimse kim üstadına hizmet kıla, Hiç gümân dutman kim ol alkış ola. Hem çalap hoşnûd ola andan ayan, Doğru bilgil bu sözü bellü beyân. Yâni; bu dînin emir ve yasaklarını üstâddan öğrenmek lâzımdır. O üstâd ki âdet, usûl ve esasları öğretir. Allahü teâlânın emrettiği farzları ve Resûlullah’ın sünnetini bildirir. Nefsi ibâdet etmeye açıkça davet eder. Şunu iyi biliniz ki, İslâmiyet’i en doğru olarak anlatan, âlim olan üstâdlardır. Bu sebeble onlara karşı çok edebli olmalı, izzet, ikrâm ve hizmette bulunmalıdır. Bir talebe hocasına hizmet ederse şüphesiz çok duâ alır. Onun duâsı bereketiyle Cenâb-ı Hak da, o talebeyi sever. Bu sözümüzün hakîkat olduğunu kabul etmek gerek. Ey Hüdâvendâ senün fazlun delim, Sensin âhir hem hakim ü hem alîm. Rahmetinle yarlığa kullarunı, Sen esirge kendü yoksullarunı. Her ki dinlerse bu sözi iy celîl, Rahmetün olsun ana her dem delil. Âşık’ın Allahü tealâ katında eksiği çok fazladır. Fakat cenâb-ı Hakk’ın, kendi eksikliğini bilen kuluna merhameti pek çoktur. Rabbimizin ihsânı ve merhameti boldur. Hepimizin ümidi budur. Başka bir ümid kapısı yoktur. Ey yüce Allah’ım! Sen, fadl, ihsân sahibisin, her şeyden önce mevcûd olan evvelsin; her şey helâk olduktan sonra geriye kalacak âhirsin. Hem hâkim ve hem de âlimsin. Kullarını rahmetinle yarlığa, onları merhametinle koru. Ey Celîl! Her kim bu sözü kabul ederse, rahmetin ona her zaman delîl olsun. Hak katında Âşık’in eksüği çok, Allah’un eksüklüye eylüği çok. FazI u rahmet ol işikde çok-durur, Oldurur, ümmîd ayruk yok-durur. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 22 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3044 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 109 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 12 5) Türk Şâirleri (S. N. Ergun, Ankara-1942); cild-1, sh. 129 6) Âşık Paşada Tasavvuf (Ali Alpaslan, İstanbul-1962) 7) Türk Klasikleri; cild-1, sh. 299 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 44 ÂŞIK PAŞAZÂDE On beşinci asır Osmanlı tarihçilerinden. İsmi, Ahmed bin Şeyh Yahyâ bin Selmân’dır. 1400 senesinde Amasya’nın Elvan Çelebi köyünde doğdu. Âşık Paşa’nın neslinden geldiği için Âşıkpaşazâde ismiyle tanınmıştır. Hayâtı hakkında fazla bir bilgiye kaynaklarda rastlanamamıştır. Kendi ismi ile anılan eserinden elde edilen bilgilere göre, Fetret devrinde, Çelebi sultan Mehmed Han’ın Mûsâ Çelebi’ye karşı gönderdiği orduya katıldı. Yolda hastalanarak Geyve’de ilk yazılı Osmanlı târihinin müellifi olan Yahşi Fakih’in evinde istirahat için kaldı. Bu istirahatı sırasında Yahşi Fakih’in eserini okuma fırsatını elde etti. Yine târihinden anlaşıldığına göre, Âşıkpaşazâde Anadolu ve Rumeli’de bir çok seferlere katılmıştır. 1437 senesinde hac için çıktığı yolculukta Konya Sadreddîn-i Konevî Tekkesi’nde bulunan şeyh Abdullah Makdisî’deri manevî ilimleri öğrendi. Mısır’da Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin derslerinde bulundu. 1438 senesinde hacdan döndükten sonra, Rumeli sancak beylerinden İshak Bey’in himayesine girdi ve Üsküp’e giderek birlikte akınlara katıldı. Aynı sene sultan İkinci Murâd Han’ın Macaristan seferinde bulundu ve sefer dönüşü Edirne’ye yerleşti. 1448 senesinde yapılan İkinci Kosova savaşına da iştirak eden Âşıkpaşazâde yaşlılığına rağmen muhârebe meydanında kahramanca ceng etmiştir. 1453 İstanbul fethinde zamanın evliyâsı ile birlikte hâzır bulundu. Fetihten sonra İstanbul’a yerleşerek talebe yetiştirmekle uğraştı. 1457’de Fâtih Sultan Mehmed Han’ın oğulları Bâyezîd ile Mustafa’nın Edirne’de yapılan sünnet merasiminde davetli olarak hazır bulundu ve Sultân’ın ihsânına nail oldu. Aynı sene Sultan’la birlikte Ballıbadra seferine katıldı. Seksen yaşından sonra, meşhur târih kitabını yazmaya başladı. Vefât târihi bilinmeyen Âşıkpaşazâde, doksan yaşlarında iken İstanbul’da vefât etti. Kabri, kuvvetli ihtimâle göre kendisinin yaptırdığı Âşıkpaşazâde Câmii’nin bahçesinde bulunmaktadır. Âşıkpaşazâde’ye eserini yazma fikri, ilk defa Yahşî Fakih’in evinde geldi. Ankara savaşına kadar olan kısmı, Yahşî Fakih’in eserinden aktarmıştır. Geri kalan kısmı da bizzat duyup gördüğü şekilde yazmıştır. Eser ilk defa İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplığındaki nüsha esas alınarak 1914’de İstanbul’da yayınlandı. Daha sonra tenkitli ve on bir nüshası karşılaştırılarak 1928-29’da tekrar neşredildi. Menâkıb adını verdiği târihi Âşıkpaşazâde Târihi ismiyle meşhurdur. Açık ve anlaşılır bir dille yazılan eserin, devrinin sosyal, psikolojik hayâtını, îmanlı ve mefkûreci ruhunu kuvvetle aksettiren bir hususiyeti vardır. Tertip ve üslûb bakımından devrinin hikâye ve siyer kitaplarına benzemektedir. Eserin muhtelif yerlerine sık sık ilâve edilen manzum parçalar, san’at bakımından değer taşımaz. Eserin en son baskısı H. Nihal Atsız tarafından yapılmıştır. 1) Âşıkpaşazâde Târihi (Âli Bey, İstanbul 1332) 2) Resimli Türk Edebiyatı; cild-1, sh. 498 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 45 4) Türk Klâsikleri; cild-2, sh. 308 AŞÎRET MEKTEB-İ HÜMÂYÛNU İkinci Abdülhamîd Han tarafından, 1892 (H. 1310) senesinde Osmanlı Devleti’ne mensub aşîret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mekteb. Bu teşebbüs; İkinci Abdülhamîd Han’ın devletin Türk olmayan unsurlarını kendilerine sâhib ve dış tahriklerden uzak tutmak ve bilhassa Osmanlı Devleti’ne bağlı bulundurmak için uyguladığı fevkalâde teşebbüslerinden biridir. Saraya bağlı halka açık bulunmayan ve özel bir eğitim müessesesi olan mektebe, önce Arap aşiretlerinden çocuklar alındı. Sonradan Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşîret çocukları ile zamanla bütün aşiretlerin çocukları alınıp eğitildiler. Aşîret mektebinin kuruluş gayesi, Osmanlı Devleti sınırları dahilindeki Arab ve diğer aşîret reislerinin çocuklarını İstanbul’da sarayın nezâreti ve himâyesi altındaki bir mektebde toplayıp, onlara Türkçe öğretmek, eğitim ve öğretimleri te’min ederek; Hilâfete ve Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını arttırmak, ayrıca, eğitilmiş olarak kendi bölgelerine döndüklerinde, devlet için faydalı hizmetlerde bulunmalarını te’min etmekti. On sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda, Avrupa’nın başta gelen devletleri, Osmanlı Devleti sınırları dışındaki İslâm memleketlerinde siyâsî ve ekonomik bir hâkimiyet ve sömürgeler kurmuşlar, Osmanlı Devleti’ni parçalamak faaliyetleri çerçevesinde, Türk olmayan unsurları tahrik ederek devletten koparmak, siyâsî ve iktisadî hâkimiyet kurmak istiyorlardı. Nitekim Fransızlar, 1830’da Cezâyir’e; 1878’de Ruslar; Kars, Ardahan ve Batum’a, 1882’de İngilizler Mısır’a kuvvetlerini yerleştirmişlerdi. Diğer taraftan, Balkanların büyük bir bölümü Osmanlı Devleti’nden ayrılmış durumda idi. Diğer önemli bir husus da Avrupa devletleri Duyûn-i umûmiye vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ni mâlî yönden yıpratıp, gün geçtikçe siyâsî nüfuzlarını artırıyorlardı. Bilhassa İngilizlerin menfâat sağladığı Arab memleketlerinde durum tehlikeli bir hâl almıştı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bütün İslâm beldelerinde Halîfe-i müslimîn sıfatıyla sevilip sayılıyordu. Gösterilen bu bağlılık ise, İngilizlerin sömürüleri için önemli bir engel teşkil ediyordu. Bu durumu ortadan kaldırmak için, Pâdişâh’ın İslâm dünyasındaki nüfuzunu kırmak istiyorlardı. Bu bakımdan İngilizler, Arabların yaşadığı bölgelerin Osmanlının elinden çıkması için kesif faaliyetlere başladılar. Vehhâbîliğin ortaya çıkarılması, Arablar arasında kavmiyetçilik duygularının tahrik edilmesi, Bağdâd ve Hicaz demiryollarının kontrol altına alınmak istemesi gibi hâdiseler bunlardan bâzılarıdır. Bu durum karşısında İkinci Abdülhamîd Han, aşiretlerin yoğun ve hâkim oldukları bölgeleri korumak, bu bölgelerin reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürü ve terbiyesi ile yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak için aşîret mektebini açtı. Bu teşebbüste önemli bir maksad da dînîdir. 1878 senesinde yapılan Berlin Andlaşması ile hıristiyan tebeanın büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştı. Dolayısıyla devletin müslüman tebeası ekseriyet hâline gelmişti. Müslümanlar arasında kuvvetli bir birliğin kurulması, Osmanlı Devletinin hıristiyan Avrupa karşısında daha güçlü olmasını sağlayacaktı. Bu sebeble mektebde yetişecek müslüman aşîret reislerinin çocukları, halîfeye ve Osmanlı Devleti’ne ısındırılarak, Avrupa devletlerinin Araplar arasındaki tahrik ve propagandaları te’sirsiz bırakılacaktı. Aşîret mektebinin kuruluşunda bir diğer sebeb de idarîdir, Abdülhamîd Han, merkezî idarenin kontrolünden uzaklaşmış aşiretleri yeniden kontrol altına alarak, dağınık devlet otoritesini merkezî bir hâle sokmak istedi. Zaman zaman devlete karşı iç isyânlar ve karışıklıklar çıkmasına sebeb olan aşiretleri kontrol altına almak, bağlılıklarını sağlamak, bu ince siyâsî düşüncenin tatbiki ile mümkün oldu. Bütün bu sebebler neticesinde Aşîret mektebinin açılması kararlaştırılmış ve 5 Temmuz 1892 tarihli bir ferman ile kurulması için meârif nezâretine ve öğrenci te’mini için vilâyetlere bildirilmiştir. 20 Temmuz 1892’de Nizâmnâmesi, programı hazırlanan aşîret mektebi 4 Ekim 1892’de Esma Sultan’ın oturduğu Kabataş’taki sarayda eğitim ve öğretime açıldı. Mektebe talebe olarak; Haleb, Bağdâd, Suriye, Musul, Basra, Diyârbekir, Trablusgarb vilâyetlerinden ve Kudüs, Bingâzi ile Zor sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar fevkalâde bir İhtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları artırıldı. İki yıllık öğretim programı daha sonra beş yıla çıkarılmıştır. Kur’ân-ı kerîm, fıkıh, ilmihâl gibi din bilgileri yanında; zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, târih, edebiyat ve askerî dersler okutulmuştur. Bu mektepde yetişen aşîret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşîret reîsi olduklarında, aşîretlerinin Osmanlı Devleti’ne sadâkatini te’min ettiler. Aşîret mektebi 1907 senesinde o günkü siyâsî fikir ve akımların te’sirine girmesi sebebiyle kapatıldı. 1) Meârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve icrâatı (M. Cevat, İstanbul1338); sh. 338 2) Türkiye Meârif Târihi; (D. Ergin); cild-3, sh. 1180 3) Sultan II. Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası: sh. 97 ATÂÎ Osmanlı tarihçisi. İsmi, Muhammed Atâullah’tır. Atâî diye meşhur oldu. Osmanlı âlim ve şâirlerinden Nev’î diye meşhur Yahyâ bin Pir Ali’nin oğludur. Bu sebebten Nevî’zâde diye de bilinir. 1583 (H. 991) târihinde İstanbul’da doğdu. 1635 (H. 1044)’de İstanbul’da vefât etti. Vefâ Câmii bahçesinde babasının yanına defnedildi. Atâullah Efendi, babasından ve zamanının büyük âlimlerinden okuyup, aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Evliyânın büyüklerinden Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin teveccühlerine kavuştu. 1605 târihinde İstanbul Cambaziyye Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. 1608’de kâdılık mesleğini seçip, sırasıyla; Lofça, Babaeski, Varna, Rusçuk, Silistre, Tekfur dağı, Hezargrand, Tırnova, Tırhala, Manastır ve son olarak da Üsküp kâdılıklarında bulundu. Nev’îzâde Atâullah Efendi, güzel ahlakıyla meşhur oldu. Kâdılığı esnasında adaletten ayrılmadı. Şairliği olup, mesnevîlerinde, Nizamî ve Molla Câmî’nin; gazellerinde ise babası Nev’î ve Bâkî’nin te’sirleri görülür. Mesnevîlerinin dili yabancı terkiplerin çokluğu bakımından dikkat çeker. Ancak eski edebiyatın muayyen kaidelerinin imkân verdiği nisbette hikâye etme ve ifâde yenilikleri arzeder. Atâî fıkıh ve târih ilminde çok kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Hadâik-ul-hakâyık fî tekmilet-ış-Şakâyik; Kânûnî Sultan Süleymân Han’dan, sultan dördüncü Murâd Han devrine kadar yetişen âlimlerin hâl tercümelerini anlatır. Taşköprülüzâde’nın başlangıcından itibaren Osmanlı âlimlerinin hâl tercümelerini anlatan Şakâyık-ı nu’mâniyye fî ulemâ-id devlet-il-Osmâniyye adlı eserinin Edirneli Mecdî Efendi tarafından yazılan Türkçe tercümesinin zeylidir. Taşköprülüzâde’nin bıraktığı yerden başladığı için, Şakayık zeyli diye de bilinir. 2- El-Kavl-ül-Hasen fî cevâb-il-Kavl-i İrmen, 3- Dîvân: Basılmamış olan bu eserin en mükemmel nüshası; Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî Kısmı, No: 302’de kayıtlıdır. 4- Hamse, 5- Münşeat, 6- Fetâvâ-i Atâiyye. 1) Hülâsat-ül-eser; cild-4, sh. 263 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3161 3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6, sh. 284 4) Esmâ-ül-müelüfîn; cild-2, sh. 277 5) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 95 6) Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 127 AVÂRIZ (Bkz. Tekâlif-i Örfiyye) AYAK DÎVÂNI Osmanlı Devleti’nde âcil ve fevkalâde hâller karşısında, pâdişâhın da katıldığı dîvân, toplantı. Pâdişâh hâriç, dîvânda bulunanların hepsinin ayakta durarak karar almaları sebebiyle bu tür toplantılara ayak dîvânı denilmiştir. Bu dîvânda üzerinde durulan iş derhâl bir karara bağlanırdı. Eğer bu dîvânın pâdişâhın bulunmadığı bir yerde, meselâ seferde toplanması gerekirse; o zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekrem dîvâna başkanlık yapardı. Saraydaki ayak dîvânlarında pâdişâhın oturmasına mahsus taht, sarayın bâbüsseâde denilen kapısının önünde, mermer sütunlara dayalı revak veya eyvanın altında bulunurdu. Pâdişâhların yapmak mecburiyetinde kaldıkları ayak dîvânı; ya mühim gördükleri ve şüphe ettikleri bir yolsuzluğun halledilmesi münâsebetiyle veya askerin isyânı, yâhud da halkın bir şikâyeti üzerine yapılırdı. Sadrâzamların yaptıkları ayak dîvânı ise ekseriyetle savaş zamanında ordugâhda olurdu. Ordu erkânı ve ocak zabitlerinin katıldıkları dîvânda serbest müzâkere yapılarak mes’ele sür’atle karara bağlanırdı. Bunlardan başka, pâdişâhların herhangi bir işin tahkikine gittikleri yerlerde de ayak dîvânları kurdukları olurdu. Ayak dîvânlarının kurulmasına sebeb teşkil eden pek çok târihî hâdiseler vuku bulmuştur. Meselâ Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın İstanbul’daki nüfûs artışından dolayı su ihtiyâcının karşılanması hususunda bir rum mîmâr ile görüşmesi bunlardandır. Bir başka misâl de şöyledir: Tüccarlar ve hacılarla dolu bir Osmanlı gemisine Malta şövalyeleri tarafından el konması sebebiyle derhâl bir ayak dîvânı toplanmıştır. Bu dîvânda Malta mes’elesi görüşülmüş, vezirler ile devlet erkânının hazır bulunduğu bu dîvânda sefere karâr verilmiştir. Bu ayak dîvânları pâdişâhın arzusu ve acele karar alınması sebebiyle yapılan dîvânlardır. Bir de pâdişâhın yapmak mecburiyetinde kaldıkları ayak dîvânları vardır. Bu tip ayak dîvânları da vuku bulmuştur. Meselâ 1602 (H. 1011) senesinde, kapıkulu süvarileri Anadolu isyânları sebebiyle üçüncü Mehmed Han’ı ayak dîvânına davet etmişlerdi. Bunun üzerine Pâdişâh, Akağalar kapısı denilen harem-i hümâyûn kapısına çıkıp, istekleri dinlemişti. Dördüncü Murâd Han zamanında kapıkulu askerlerinin isyânları sebebiyle iki defa ayak dîvânı kurulmuştur. 1651 (H. 1061) de, noksan kestirilen ayarı düşük bir para mes’elesi sebebiyle esnaf ayaklandı ve pâdişâh ayak dîvânına davet edildi. Bâbüsseâde’ye kadar gelen esnaf ve halk, kurulan ayak dîvânında dertlerini dördüncü Mehmed Han’a söylediler. Müftî Kara Çelebizâde de esnafın şikâyetinin mâhiyetini pâdişâha îzâh etti. Bunun üzerine Pâdişâh; “Böyle zulme rızâm yoktur” diyerek hatt-ı hümâyûn verip mes’elenin halli için söz verdi. 1658 (H. 1069) senesinde dördüncü Mehmed Han zamanında, Anadolu’daki vezirlerin Köprülü Mehmed Paşa’ya karşı muhalefetleri üzerine sadrâzam Erdel işleriyle meşgul iken, acele Pâdişâhın yanına Edirne’ye davet edildi. Otağ-ı hümâyûnda bizzat Pâdişâhın huzurunda vezirler, şeyhülislâm, kazaskerler, yeniçeri ağası, bölük ağaları ve diğer bütün ocak ağalarının davet edilmesiyle bir ayak dîvânı kuruldu. Bu, Osmanlı devletinde son ayak dîvânı oldu. 1) Târihi Nâimâ; cild-2, sh. 960, cild-6, sh. 339 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 117 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 215 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 181 ÂYÂN On sekizinci asrın başından itibaren Osmanlı Devleti’nin muhtelif bölgelerinde, ekseriyeti yerli eşraftan olmak üzere teşekkül eden bir sınıf ve halk mümessili. Osmanlı Devleti’nin daha önceki idare usûlünde şehir ve kasabalarda herkes tarafından sevilip sayılan ve kendilerine eşraf ve âyân denilen kimseler bulunurdu. İdareci ve kâdılar, vergilerin ve memleket masraflarının tevzii, toplanması, suçluların yakalanması ve emniyetin sağlanması gibi hususlarda, âyânlar ile iş birliği yaparlardı. Ancak âyânların devlet ve idare üzerinde, resmî olarak hiç bir nüfuzları yoktu. Bulundukları yerlerin ileri gelenleri oldukları için, lüzumu hâlinde devlet onlardan istifâde ederdi. Âyânların ve eşrafın güç kazanıp, söz sahibi olması 1682 senesinde başlayan ve daha sonra Rusya’nın da katıldığı Osmanlı-Avusturya savaşının yapıldığı senelere rastlar. On altı sene devam eten bu savaş boyunca, hazînenin ihtiyâcı için halka malikâne dîvânî sistemle arazi verildi (Bkz. Malikâne Divâni Sistemi). Yine 1768 senesinde yapılan Rus seferinin uzaması da âyânların nüfuzunun daha da artmasına sebeb oldu. Önemli bir nüfuz kazanan âyânlar, 1779 senesinden îtibâren vâlilerle ters düşmeye başlayınca, 1786’da âyânlık kaldırılıp, yerine şehir kethüdâlığı kuruldu. Fakat şehir kethüdaları, halka söz geçirecek güçte olmadıklarından, âyânlık tekrar ortaya çıktı. Bundan sonra âyânlar, devletin savaşlarda istediği askerleri, kendi hesaplarına çıkarmaya başladılar. 1787 senesinde ise aslında kâdıların vazifesi olan vergi ve asker toplama, erzak te’min etme gibi özel idare işlerini âyânlar yapmaya başladılar. Âyânlık müessesesinin en kuvvetli devri on sekizinci asrın sonu ile on dokuzuncu asrın ilk yıllarına rastlar. Bu devirde çıkan pâdişâh fermanlarında âyân-ı belde ve âyân-ı şehîr tâbirlerine rastlanmaktadır. Yine bu devirde hükümete sunulan bir raporda, idarenin yürümesi için her kasabada ve şehirde bir âyânın bulunması gerektiği bildirilmiştir. Âyânların hüküm sürdüğü dönemde Anadolu’daki meşhur âyânlar şunlar idi: Çapanoğulları; bunların nüfuzları bir ara bilhasa nizâm-ı cedîd devrinde, Kayseri, Sivas, Amasya, Tokat, Ankara, Konya, Niğde ve çevresine kadar yayılmıştı. Manisa’da Karaosmanoğulları, bunlar da bir ara İzmir ve havâlisinde ve Aydın iline kadar te’sir etmekte idiler. Antalya’da Tekeli İbrâhim, Payas’da Küçük Alioğulları. İkinci derecedeki âyânlar; Rize’de Tuzenoğulları, Trabzon’da Çemşidoğlu, Gediz’de Nasuhoğlu, Bilecik’de Kalyoncuoğulları, Uşak’da Acemoğlu, Isparta’da Yılanlıoğulları, İzmir’de Kâtiboğulları ve Milas tarafında İlyasoğulları’dır... Ayanların en kuvvetli ve te’sirlileri Rumeli’dekilerdir. İkinci ve üçüncü derecede olan âyânlar ise, bunların nüfuzları ve te’sirleri altında iditer. Meselâ yirmi bin kişi kadar kuvveti bulunan Gümülcine âyânı, Tokatçıklı Süleymân ile Rusçuk âyânı, Trisniklioğulları Ömer ve Kardeşi İsmail, Silistre ve Deliorman âyân ve mütesellimi Yıllıkoğlu Süleymân ve Serez âyânı İsmâil Bey birinci derecede âyânlardan idiler. Çapanoğulları, Karaosmanoğulları ve Serez âyânı İsmâil Bey gibi âyânlar devlete hizmet etmişlerdir. Sultan üçüncü Selim Han’ın Nizâm-ı Cedîd’i kurması ve Rumeli’de yaygınlaştırması, topraklarından istifâdeleri sınırlandığı için, âyânların tepkisine yol açtı, Bunun üzerine âyânlar ile devlet arasında bir anlaşma senedi, sened-i ittifak yapıldı (Bkz. Sened-i ittifak). Bu ittifak fazla müessir olmadı. Alemdâr Mustafa Paşa’nın ölümü ve merkezde üslenen âyânların otoritesinin kaldırılmasıyla Sened-i ittifâk’ın hükmü geçersiz oldu ve âyânlar arasında birlik de sağlanamadı. Bu iki hâdise neticesinde âyânlara karşı devletin müdâhalesi kolaylaştı. İkinci Mahmûd Han, âyânlığı kaldırmayı devletin menfaatleri bakımından önemli görerek, çeşitli müdâhalelerde bulundu. Diğer taraftan 1812 senesinde Osmanlı-Rus savaşının sona ermesi üzerine, âyânların hükümlerinin sona erdirilme hareketi hızlandı. Netîcede on dokuzuncu asra girerken, âyânlar eski nüfuzlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han zamanında bir kısmı îdâm edildi. Bir kısmının da vefâtından sonra yerlerine oğulları geçirilmedi ve o bölgelere başka me’murlar gönderilerek uzun zamandır devam eden âyânlık sona erdi. Âyân tâbiri meşrûtiyetten sonra halk tarafından seçilen meclis-i meb’ûsân karşılığında meclis-i âyân ifâdesi ile kullanılmıştır (Bkz. Meclis-i umûmî). 1) Türkiye Toprak Meselesi (Ö. L. Barkan) sh. 895 2) Osmanlı İmparatorluğunda Âyânlık; (Y. Özkaya, Ankara-1977) 3) “Rumeli’de Âyânlık ile ilgili Bâzı Bilgiler” ( Yücel Özkaya, sekizinci Türk târih kongresi, Ankara-1981); cild-2, sh. 1407 4) “Onsekizinci yüzyılın son on yılında âyânlık müessesesi” (V. P. Matafçieva, İ.Ü.E.F. Târih dergisi. İstanbul-1978), sayı-31, sh. 163 5) Onsekizinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun iskan siyâseti (Yusuf Halacoğlu, Ankara-1988); sh. 33 6) “Osmanlı İmparatorluğunda desantralizasyon” (Y. Yücel. Belleten; cild-38, sayı 42, sh. 647 AYASOFYA İstanbul’un fethinden sonra İslâm âleminin en büyük câmilerinden. İstanbul’un Ulu Câmii durumunda iken 1935 yılı başlarında müze hâline getirildi. Hıristiyanların mistik bir mefhûmu olan Sofîa (İlâhî hikmet) adına kurulan Ayasofya (Sainte Sophie) ilk olarak Milâdî 325 senesinde Büyük Kostantin tarafından ahşapdan yaptırıldı. Oğlu Kostantin inşâatına devam edip, 360 yılında tamamladı. Topkapı Sarayı yanında bulunan ve ilk şekliyle basit bir bazilika olan Ayasofya, 408 yılında yandı. İkinci Teodosyus binayı beş nef (sahn) Ii olarak yeniden yaptırdı ve 415 yılında tekrar açtı. Bu ikinci kilise de 532 yılında çıkan bir ihtilâl neticesinde yandı. İmparator Jüstinyanus bu kiliseyi evvelki binalardan daha büyük ve gösterişli bir şekilde yeniden yaptırdı. Bu inşâatta Bizans İmparatorluğunun her tarafından malzeme getirildi. Böylece, eski yapıların işlenmiş malzemeleri de kullanıldı. Jüstinyanus devrinde meydana gelen bir zelzelede binanın kubbesi yıkılınca, aynı imparator 548 yılında kubbeyi bugünkü şekliyle yeniden yaptırdı. Ayasofya kilisesinin 557 yılındaki zelzeleden hasar gören kubbesinin doğu tarafı 558 de çöktü. Bu kubbe önceki kubbeden yirmi kadem (6,25 m.) kadar daha yükseltilip geçişi, pandantiflerle te’min edilerek yeniden yapılan Ayasofya kilisesi, 562 yılında ibâdete açıldı. Binanın iç kısmına pek çok resim, taşlara oyulmak suretiyle yerleştirildi. Batıdan doğuya 81, kuzeyden güneye 73 ve yüksekliği 73 metre olan Ayasofya, Makedonyalı Vasil (Balis-I) devrinde 869 senesinde meydana gelen zelzelede hasar gördü ve kubbesinde çatlaklar meydana geldi. Ertesi yıl İmparator tarafından tamir ettirildi. İmparator ikinci Bolis zamanında 986 yılında vuku bulan depremde kubbenin bir kısmı tekrar çöktü. Kısa zamanda gerekli tedbirler alınıp yeniden tamir edildi. İmparator Romen zamanında da tâmirat gören Ayasofya kilisesi 1204’de Dördüncü Haçlı Seferiyle İstanbul’u işgal eden Latinler tarafından tahrib ve yağma edildi. İstanbul tekrar Bizans idaresine geçtikten sonra küçük bir tâmirat gören Ayasofya, ikinci Andronik tarafından 1317 senesinde büyük ölçüde yeniden tamir edildi. Daha sonraki Bizans imparatorları da Ayasofya’da bâzı ilâve ve tamirler yaptırdılar. İstanbul’un fethinden bir kaç yıl önce yine bir depremden zarar gören kuzey tarafını tamir etmek üzere Ali Neccar adında bir Türk mîmârı Edirne’den İstanbul’a gönderildi. Gerekli tamir ve takviyeyi yapan mîmar, Edirne’ye dönüşünde, müstakbel minarenin kaidesini hazırladığını bildirdi. Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından 1453 (H. 857) târihinde İstanbul feth edilince câmiye çevrildi. Fâtih Sultan Mehmed Han kubbeye kadar çıkıp, bina ve çevresini harap görüp tamire karar verdi. Burada ilk Cuma namazını büyük âlim Akşemseddîn kıldırdı. Fâtih Sultan Mehmed Hân Ayasofya’yı hayrâtının ilk eseri olarak, kıyamete kadar câmi kalmak şartıyla vakf etti. Câminin yanına da bir medrese yaptırdı. Bu medresede ilk defa büyük âlim Molla Hüsrev ders okuttu. İlk olarak batıdaki yarım kubbenin yanındaki baskı kuleciklerinden güneydekinin üstüne ahşap bir minare yapıldı. Bu minare 1574 tarihindeki tamirde kaldırılarak, câminin güneybatı köşesine tuğladan bir minare yaptırıldı. Fâtih Sultan Mehmed Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Bâyezîd Han da saray kapısı köşesindeki İkinci minareyi yaptırdı ve Fâtih’in kurduğu medreseyi genişletti. Kânûnî Sultan Süleymân Han, Budin’in fethinden sonra oradaki baş kiliseden alınan tunç şamdanlar üzerine manzum birer kitabe yazdırarak 1526’da mihrabın iki yanına yerleştirdi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın oğlu ikinci Sultan Selîm Han da câminin etrafını saran ve yapıya zarar veren evleri yıktırarak sedlerle tahkim ettirdi ve kuzey tarafına iki minare yaptırdı. İkinci Selîm Han’ın vefâtından sonra tahta geçen üçüncü sultan Murâd Han, dört adet mermer mahfel ile Ayasofya’ya devrinin mührünü vurdu. Eski devirlere âid iki büyük küpü Bergama’dan, getirterek câminin içine şadırvan yaptırdı. Birinci Ahmed Han zamanında 1607 (H. 1016)’da mihrab duvarına Besmele-i şerif çini işlemeli olarak yazıldı. Dördüncü Murâd Han, taş kürsü ve bir minber yaptırıp Tenekecizâde İbrâhim Efendi’nin nefis hattı ile yazılmış levhalarla duvarları süsledi. Birinci Mahmûd Han da Hünkâr mahfelini, câminin yanındaki duvarları, devrin Kütahya ve İznik çinileriyle kaplı olan kütüphâneyi, şadırvan, mekteb ve imâret yaptırdı. Üçüncü Ahmed Han da câminin büyük kubbesine asılı olan büyük top kandili yaptırdı. Ayrıca bu devirde yeni bir hünkâr mahfeli yapıldı. 1809’da sultan İkinci Mahmûd tarafından tamir edilen Ayasofya Câmii kırk yıl kadar sonra sultan Abdülmecîd Han tarafından 1847 senelerinde tekrar büyük bir tamir gördü. Vefât eden şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Efendi’nin devlete kalan serveti bu işe tahsis edildi. Bugün mevcûd olan ve Mustafa İzzet Efendi’nin hattı olan 7,5 m. çapındaki lafzatullah, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve dört halîfesinin ism-i şerifleri yazılı olan yuvarlak levhalar asıldı. Sultan üçüncü Ahmed Han tarafından yaptırılan hünkâr mahfeli bu tamir esnasında kaldırıldı. Pâdişâhın câmiye gelişinde istirahat etmesi ve bâzı kabuller yapması için yeni bir kasr-ı hümâyûn ile bir hünkâr mahfeli, avlu kapısı yanına muvakkithâne yapıldı ve avluyu çeviren duvar yenilendi. 1894 depreminde zarar gören Ayasofya Câmiinde büyük çatlaklar belirdi ve geniş mozayik satıhları sıva ile birlikte döküldü. Meşrûtiyet yıllarında Marangoni, Jackson, Propper, Prost gibi batılı mîmarlara durumu incelettirildi ve tamiri için mîmar Kemâleddîn Bey nezâretinde hazırlıklara girişildi. Ayasofya, Birinci dünyâ harbini müteâkib İstanbul’un itilâf devletleri tarafından işgali sırasında rumlar tarafından ele geçirilmek istendi. Osmanoğullarından son halîfe Abdülmecîd Efendi, 1923 yılı Ramazanının Kadir gecesinde bu câmide ibâdet etti. Cumhuriyet devrine câmi olarak intikâl eden Ayasofya, 1926 yılında ufak bir tamir gördü. 1935 yılının başından itibaren, İsmet İnönü hükümeti kararıyla câmi olmaktan çıkarılıp müze hâline çevrilen Ayasofya, Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlandı. Câmi olduğu müddet içinde Ayasofya’da Ramazan aylarında bilhassa teravih namazında çok kalabalık bir cemâat toplanırdı. Pâdişâhın katıldığı Kadr geceleri ve Bayram namazlarında muhteşem bir manzara arz ederdi. Osmanlı hükümdarları Ayasofya’nın bakımına ve câmi olarak zenginleşmesine îtinâ gösterdikleri gibi, yardımsever müslümanlar da bu iş için vakıflar kurdurmuşlardı. Mimarlar tarafından yapılan Ayasofya’nın asıl binası, kareye yakın dikdörtgen biçimindedir. Bu alanın üzerini 24,3 metre yükseklikte ve 33 metre çapında bir kubbe örtmektedir. Kubbede 40 pencere mevcûddur. Bu büyük kubbeyi taşıyan fil ayakları birbirleriyle bitiştikleri yerlerde pandantif yaparak kubbeye bitişirler. Aynı zamanda büyük kubbenin basıncını doğu ve batıdaki yarım kubbeler taşırlar. Binanın ağırlığını taşıyan sütunların sayısı 107 tane olup, 40’ı aşağıda 67 tanesi ise yukarıdadır. Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından doğusuna istinat duvarı ve tuğla minare yaptırıldı. Daha sonraki pâdişâhlar zamanında yaptırılan üç minare de Mîmar Sinân’ın eseridir. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1060 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 506 3) Hadîkat-ülcevâmî’; cild-1, sh. 3 4) Ayasofya I, Bizans Devri ve Mîmârisi; (S. Eyice, İstanhul-1984) 5) Ayasofya ve Târihi (A. Sâmi Boyar; İstanbul-1943) 6) Ayasofya 3. Türk Devri, (S. Eyice, İstanbul-1986) 7) Sancta Sophia’s First Minâret Erectet After The Concuest. (W. Emerson, R. Van, Nice, American Journal of Archaeology- 1943) 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 121 AYVANSARÂYÎ HÜSEYİN EFENDİ On sekizinci asır Osmanlı târih ve biyografi âlimi. Babası, 1747 senesinde vefât eden Hacı İsmâil Ağa’dır. Doğum târihi bilinmeyen Hüseyin Efendi, İstanbul’un Toklu Dede mahallesinde doğdu. Toklu Dede Câmii imâmı şeyh-ül-kurra Halil Efendi’den Kur’ân-ı kerîm kıraatini öğrenip ezberlediğinden hâfız lakabı verildi. Ahmed Karamam ve Mehmed Emin Tokâdî hazretleri gibi büyükleri görmekle şereflendi. Yeniçeri ocağına dâhil olan Hüseyin Efendi baltacılar kethüdâlığında bulundu. Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin talebelerinden Mustekîmzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin ilim ve feyzinden istifâde eden Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, 1786 senesinde vefât etti. Eyyûb’de bulunan Zal Mahmûd Paşa Câmii avlusuna defnedildi. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, Hocası Müstekîmzâde’nin tavsiyesi ile Hadîkat-ül-cevâmi’ adlı eserini yazdı. Bu eserinde, İstanbul’daki câmi ve mescidleri yaptıranlar, yapanlar ve minber koyanlar, câmilerin bahçesinde medfûn olanlar hakkında bilgiler verdi. Eserini ince bilgilerle süsledi. Bu câmi ve mescidleri yaptıranların, hayırla yâd edilmelerine vesile oldu. Müslümanların senelerce namaz kıldıkları mescidlerin ve arazilerin, daha sonra bâzı sahtekârlar tarafından çalınıp işgal edilmesine kısmen de olsa mâni oldu. 1779 senesinde tamamlanan bu esere daha sonra Seyyid Ali Efendi tarafından bir zeyl (ilâve) yapıldı. Yapılan bu zeyl ile 1837 senesine kadar İstanbul’da inşâ edilen câmi, mescid, dergâh ve banileri hakkında bilgi verildi. Eser 1865 senesinde zeyliyle birlikte iki cild hâlinde İstanbul’da basıldı. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin Hadîkat-ül-cevamî’den başka üç eseri daha vardır. Mecmûa-i Tevârih adlı eserinde câmi ve tekkelerden başka, çeşmelerin yapılışları ile bâzı meşhurların vefât târihlerini veren târih manzûmeleri bulunmaktadır. Vefeyât-ı Selâtin ve Meşâhir-i Ricâl adlı eserinde, pâdişâhlar ve özellikle İstanbul’da yatan tanınmış kişilerin hâl tercümelerini anlatmaktadır. Dört bölüm hâlinde tertip edilen eserin birinci bölümünde yirmi yedi Osmanlı sultânı, ikinci bölümünde İstanbul ve çevresinde gömülü devlet adamları, üçüncü bölümde; hayrâtı İstanbul’da mezarı başka yerlerdeki zâtlar, son kısmında ise hayrâtı ve mezarları İstanbul dışında olan zâtlar anlatılmıştır. Eser, verdiği bilgiler kadar, İstanbul yer isimleri konusunda da değerli bir kaynaktır. 1978 senesinde günümüz Türkçesi ile basılmıştır. Vefeyât adındaki diğer bir eseri de, şâir pâdişâhların vefâtları, bâzı âlim ve şâirleri, Anadolu ve Rumeli’de yetişen bâzı evliyânın ve târihlerine dâir söylenen beytleri ve kısa biyografilerini ihtiva etmektedir. 1) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 327 2) Îzâh-ul-meknûn; cild-1, sh. 397 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 30 4) Târih Dergisi (Fâtih hâtıra sayısı); sh. 401 6) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-3, sh. 314 7) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 48 8) Türk Klâsikleri; cild-7, sh. 244 AZABLAR (Bkz. Eyâlet Askerleri) AZÎZİYE MÜDÂFAASI Doksanüç harbi diye târihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus muhârebesinde, Erzurum’daki Azîziye Tabyası’nda Ruslara karşı gerçekleştirilen müdâfaa. 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yapnîler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hattâ sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından taltif görerek “Gâzi” ünvânını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silâh ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı. Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşa’ya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır” cevâbı verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kâfirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehîd oluncaya kadar müdâfaa edeceklerine karar aldıklarını Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’ya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, hey’et başkanının alnından öptükten sonra, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gönderdiği telgrafı gösterdi. Pâdişâh, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teâlâ muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilâya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddî ve manevî varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu hâlde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nîmet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbât edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar târihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu. Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes, balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan ermeni ve yahûdîler, menfî propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin, olacağını, aksi hâlde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vâdlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!.. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazîfelendirmişti. Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli ermeni ve yahudîlerden de faydalanıyorlardı. Hâcibey adlı bir hâinin kumandasında, 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Azîziye tabyasına gece baskını düzenledi. Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıca’yı çok iyi bilen bu hâinlerin yardımıyla Vank deresindeki nöbetçileri şehîd ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehîd ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey, uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhâl silâh başı ederek şiddetli bir müdâfaaya başladı. Türk askerini toplu katliâmdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerlerden gizleyerek müdâfaaya devam etti. Gece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahâlî!.. Moskof kâfirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silâh tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!.. Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hâtûn da vardı. Askerini silâh başı eden Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkâmından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevâbından başka bir şey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkâmlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kapdan Mehmed Paşa kumandasında iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi. Kapdan Mehmed Paşa, askerleriyle Azîziye istihkâmının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kapdan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hâlâ devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti, Hücum ederek istihkâmın içine girdiler. Düşmanla muhârebe göğüs göğüse cereyan ediyordu. Bu arada, tabyanın birinci kısmından hâlâ çarpışmaya devam eden Bahri Bey’den, Ahmed Muhtar Paşa’ya “Gece, baskın ânında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kapdan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Bey’in bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hâdiseyi dikkatle tâkib eden Topdağı’ndaki istihkâmlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemeyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler. O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehîd verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü. ÖNCE VATAN!.. Sene 1877, aylardan Kasım. Ruslar Erzurum’a kadar geldiler. Kasıp kavuran dondurucu soğuğa rağmen, kalplerde alev alev yanan vatanı müdâfaa etme sevgisi var. Aziziye tabyalarına giren Ruslara karşı Erzurumlu kadın, erkek, çocuk ve ihtiyarlardan meydana gelen gönüllüler ordusu, Türk’ün târihine, başka bir milletin harp târihinde eşi bulunmayan çok şanlı bir savaş yazdılar. Târihe altın harflerle yazılan bu savaşta, Türk kadını asırlardır teriyle yoğurduğu yurt toprağını kanıyla sulayarak asaletini göstermiş, vatan müdâfaasında aşılmaz bir kale olduğunu bir defa daha isbatlamıştı. Erzurum kalesinde müdâfaa için hazırlanan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’ya gelen gün görmüş yaşlı ihtiyarlar şunları söylediler: “Vatan ve millet uğrunda kanlarımızın son damlasına kadar savaşmağa hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehîdlerimizle ikinci bir kale meydana getireceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla bu asil gayenin önünde öleceğiz, ama bu şehri bırakmıyacağız...” Yiğit dadaşların bu sözleri karşısında gözleri yaşaran Ahmed Muhtar Paşa, düşmanı muhakkak yeneceklerini söyliyerek yaralı kalplerine su serpti. Kasım ayının 22. gecesi sabaha iki saat kala Topdağı’nda bulunan Aziziye tabyasında ateş başladı ve hemen yayıldı. Erzurum ayağa kalkmıştı. Ortalık ağarırken iç kale Ayaz Paşa mahallesindeki câminin müezzini 80 yaşındaki Hacı Abdullah minareye çıkarak; düşmanın Aziziye istihkâmına girdiğini, eli silâh tutan herkesin düşman üzerine yürümesini bütün gücüyle söyledi. Diğer minarelerden de halk teşvik edilince; silahıyla, kazmasıyla, yabasıyla herkes Aziziye istihkâmına doğru akmaya başladı. Gözü yaşlı analar; “Haydi yiğitlerim, haydi ağalarım, sizin gibi dadaşlara kurban olayım. Şu düşmanın hakkından gelin, bizi ayaklar altında çiğnetmeyin! Analarınız sizi bugün için doğurdu” diyerek sel gibi akan kalabalığı teşvik ediyordu. Asker ve halk Aziziye tabyalarına varmıştı. Çocuğundan, kadınından, erinden, yer yer şehîd ve yaralılar çoğalmıştı. Ama buna rağmen yavrusunun şehîd düştüğüne bakmıyarak kurşun sıkmaya devam eden gözü yaşlı analar, beride anasının düşman kurşunu ile kanayan kalbini sarmadan ileriye atılan yiğit yavrular, daha ötede dedesinin, ağabeyinin, emmisinin yaralarını sarmaya çalışan genç kızlar görülüyordu. Tabyalarda saatlerce süren kanlı boğuşma neticesinde, Rus askeri binlerce ölü ve yaralı bırakarak selâmeti kaçmakta buldu. 1) Anadolu’da Rus muhârebesi 1876-1877 (Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, İstanbul, tarihsiz); cild-2, sh. 129 2) Mir’ât-ı hakikat (İstanbul-1983); sh. 364 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 300 4) Başımıza Gelenler; cild-3, sh. 779 AZÎZ MAHMÛD HÜDÂÎ Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Mahmûd bin Fadlullah bin Mahmûd’dur. 1541 senesinde Şereflikoçhisar’da doğdu. Çocukluğu Sivrihisar’da geçen Azîz Mahmûd Hüdâî, burada tahsiline başladı. İlmini arttırmak için İstanbul’a gitti ve tahsiline Küçük Ayasofya Medresesi’nde devam etti. Çok zekî olan Mahmûd Hüdâî, bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nâzırzâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimam gösterdi. Genç yaşta; tefsir, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi onu yanına yardımcı aldı. O, hocası Ramazan Efendi’ye yardım ederken, bir taraftan da, Halveti yolu şeyhlerinden Muslihuddîn Efendi’nin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeya çalıştı. Bu arada hocası Ramazan Efendi’nin Edirne’deki Sultan Selîm Medresesi’ne tâyini çıkınca, Azîz Mahmûd Hüdâî de hocasıyla birlikte gitti. Ramazan Efendi bir süre sonra Mısır ve Şam’a kâdı olarak gönderilince, talebesini yine yanında götürdü. Azîz Mahmûd Hüdâî Mısır’da Halveti yolunun büyüklerinden Kerîmeddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı. Mahmûd Hüdâî, otuz üç yaşında iken hocası ile birlikte Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesi’nde müderrislik yaptıktan sonra hocasının vefâtı üzerine Bursa kâdısı oldu. Bu vazifede iken bir gece rüyasında Cehennem’i gördü ve bâzı kimselerin burada yandığına şâhid oldu. Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dâva getirdi. Bu dâvadan sonra Bursa kâdılığını bıraktı. Hâdise şöyle idi: Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için arzusuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerinde takılır kalırdı. Evde hanımı, kocasının bu hâline çok üzülüyordu. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca gidemiyen bu fakir, üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım” dedi. Günler geçti, kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, evde hanımı boş olacaktı. Bir yerden borç bulup hacca da gidememişti. Çaresizlik içinde iken hatırına Muhammed Üftâde geldi. Huzuruna gidip, durumunu ağlayarak anlattı. O da; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git! Selâmımızı söyle, o seni hacca götürüp derdine derman olur” buyurdu. Fakir hemen Mehmed Dede’nin yanına gidip, hocasının selâmını söyleyerek durumunu anlattı. Mehmed Dede; “Ey Fakir! Gözlerini kapa, aç demeden sakın açma” dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke-i mükerremede buldu. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmet göstererek fakiri bir anda Hicaz’a götürmüştü. O gün arefe olduğundan hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyaret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Fakir bâzı hediyeler alıp bir kısmını getirmeleri için komşusu hacıya teslim etti. Vedâlaşarak ayrıldılar ve Mehmed Dede’nin kerâmetiyle bir anda yine Bursa’ya geldiler. Fakir getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı bir kaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Fakir, hanımına hacca gittiğini, hediyeleri de oradan getirdiğini söylemesine rağmen, kadın üç-beş günde hacca gidilemiyeceğini bildiği için buna inanmadı. Daha sonra kâdı Azîz Mahmûd Hüdâî’nin huzuruna giderek durumu anlattı ve; “Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu yüzden haram işlemek istemiyorum” dedi. Mahmûd Hüdâî, fakiri yanına çağırarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, ziyaret yerlerini gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emânet dahi verdiğini iddia etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyleyerek Mehmed Dede’yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; “Şeytanın, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabul edilir de, bir velînin bir anda Kabe’ye gitmesi niçin kabul edilmez” dedi. Kâdı hayretler içinde kalarak, mahkemeyi hacıların geleceği güne te’hir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde, fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirerek, şâhidlik yaptılar. Kâdı, şâhidlerin bu ifâdeleri ile, dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma hâdisesi olmadı. Kâdı Mahmûd Hüdâî, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Bir gün Mehmed Dede’nin yanına gidip, kendisini talebeliğe kabul etmesini istedi. O da; “Nasibiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzuruna giderek müracaatınızı bildirin” cevâbını verdi. Hemen evine gidip atını hazırlattı, kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiî’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. O kadar uğraşmasına rağmen, atı ileri götüremedi (bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu söylenmektedir). Atından indi, Üftâde’nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâhın önüne vardığında, Üftâde hazretleri üzerinde eski bir hırka olduğu hâlde bahçeyi çapalıyordu. Muhammed Üftâde, kâdıyı görünce doğruldu ve; “Ey Kâdı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz yokluk kapısının kuluyuz. Hâlbuki, sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip, bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi yoktur” buyurunca, bu sözler Kâdı Azîz Mahmûd’a çok te’sir etti. Gözlerinden yaş dökülerek; “Efendim! Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olup hizmetinizle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım” dedi. Bu samimî ifâde üzerine Üftâde hazretleri; “Ey Bursa Kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarından ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin” buyurdu. Her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâî, kâdılığı bıraktı ve; “Ciğerciii! Ciğerciii!” diye bağırarak ciğer satmaya başladı. Bursalılar onun için; “Kadı Azîz Mahmûd Hüdâî aklını oynatmış, tırmarhânelik olmuş” diyorlardı. O bu şekilde nefsini kırıp, ruhunu yükseltmek için her türlü şeye katlanıyordu. Bir süre sonra Üftâde hazretleri yeni talebesinin nefsini İyice kırmak ve terbiye etmek için dergâhta hela temizleme vazifesiyle görevlendirdi. Onu, husûsî sohbetler ve teveccühler ile yetiştirmek ve evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede kısa zamanda diğer talebelerinden çok ileri geçtiğini gördü. Azîz Mahmûd Hüdâî, sabah erkenden hocası Üftâde hazretlerinin abdest suyunu ısıtarak ibrikle dökmek vazifesini üzerine almıştı. Bir gün suyu ısıtmaya vakit bulamadan hocası kapıda göründü. Mahmûd Hüdâî telâş içinde, hocasının abdest alacağı yere gelinceye kadar, ibriği göğsüne bastırdı. Allahü teâlâya olan aşk ateşiyle su bir anda ısındı. Suyu hocasının avuçlarına düktüğü zaman hocası; “Evlâdım Mahmûd! Bu su bildiğimiz ateş ile ısınmamış. Bunu gönül ateşi ısıtmış. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor” buyurdu. Hocasının her emrini eksiksiz yerine getiren Mahmûd Hüdâî, üç sene gibi kısa zamanda bir çok talebenin senelerce erişemediği derecelere kavuştu. Hocası ona icazet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a İslâmiyet’i yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek için gönderdi. Ailesiyle Sivrihisar’a giden Mahmûd Hüdâî, orada altı ay kaldıktan sonra, tekrar Bursa’ya döndü. Doksan yaşını geçmiş olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun kalan Üftâde hazretleri; “Oğlum! Pâdişâhlar rikâbında yürüsün (sen atın üzerinde, pâdişâh da yaya olarak yürüsün)” diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti. Mahmûd Hüdâî manevî bir işaretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmii’nde talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da şimdiki türbesinin bulunduğu yeri satın alarak dergâhını inşâ ettirdi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. İlim talipleri hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine ve onun feyz ve bereketi ile mârifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakîrinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricaline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Han, birinci Ahmed Han, ikinci Osman Han ve dördüncü Murâd Han’a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han’a saltanat kılıcını o kuşattı. O sırada İranlılarla yapılan Tebriz seferine Ferhat Paşa ile beraber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların davetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Üsküdar iskelesindeki Mihrimâh Sultan Câmii’nde ve Sultan Ahmed Câmii’nde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet sundu. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarış yapıyordu. Bunların başında; sadrâzam Halil Paşa, Dilâver Paşa, şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi, şeyhülislâm Hocazâde Es’ad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nev’îzâde Atâî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâî dergâhı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi, Pek çok âlim yetişti. Sultan Ahmed Han, bir gün Üsküdar’a gitmişti. Atı ile çarşıda dolaşırken hocası Mahmûd Hüdâî ile karşılaştı. Sultan hemen atından inerek hocasını atına bindirdi. Kendisi de arkasından yaya yürümeye başladı. Kısa bir müddet böyle at üzerinde giden Mahmûd Hüdâî; “Sultânım! Sırf hocam Muhammed Üftâde’nin Azîz Mahmûd Hüdâî’nin (r. aleyh) duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; “Pâdişâhlar rikâbında yürüsün” diye duâ etmişti” buyurarak attan indi ve tekrar Sultan’ı bindirdi. Hüdâî bir gün Sultan Ahmed’le sohbette iken Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdiri Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve pek çok günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyleyince, Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabede kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Sonra Pâdişâh; “Efendim! Acaba zât-ı âlinizin bizlere bir vadiniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırarak; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar, ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler, îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler” diye duâ etti. (Alimler ve evliyâ bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensub olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.) Sultan Ahmed Han büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Karârını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temel kazdı. Yıllar sonra câminin yapımı tamamlandı. Ahmed Han açılışını yapması ve ilk Cuma hutbesini okuması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî’yi davet etti. O gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izni ile Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin himmeti bereketiyle kayığının ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç te’sir etmiyordu. Böylece herkes denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle Sarayburnu’na ulaştı ve Sultan Ahmed Câmii’nin açılışını yaptı. Üsküdar Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu denildi. Bu gün de fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kayıkçılar tarafından söylenmektedir. Zamanın pâdişâhı vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka vezire göndermişti. Haberci yolda deniz kazasına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Çok korkan haberci, Azîz Mahmûd Hüdâî’ye giderek durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü ona teslim etti. Daha bir çok kerâmetleri görünen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri, 1628 senesinde hakîkî âleme göçtü. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâllaştı, vasiyetini yaptı. Son nefesinde de Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergahındadır. Aşıkları onu ziyaret etmekte, feyz ve bereketlerinden faydalanmaktadır. Azîz Mahmûd Hüdâî, insanların Ehl-i sünnet itikadında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru olarak yapmaları için pek çok eser yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır: 1Nefâis-ül-Mecâlis, 2- Tecelliyât, 3- Dîvân-ı İlâhiyyât, 4- Vâkıât, 5- Habbet-ül- Muhabbe, 6- Necât-ül-Garîk. 7- Tarîkat-nâme, 8- Tezâkir-i Hüdâî, 9- Ahvâl-ünNebiyyil-Muhtar aleyhi salevâtullah-il-Melik-i Cebbar, 10- Câmi-ul-Fedâil ve Kâmi-ur-rezâil, 11- Feth-ül-ilâhî, 12- Hâşiye-i Kûhistânî fî şerh-i fıkh-ı Keydânî, 13- Feth-ul-bâb ve ref-ul-hicâb, 14- Hayât-ül-ervâh ve necât-ül-eşbâh, 15Tarîkat-ı Muhammediyye, 16- Şerhun alâ Kasidet-il-Vitriyye fî medhi Hayr-ilBeriyye, 17- Mensûr Mevlîd-i Nebî. Azîz Mahmûd Hüdâînin söylediği ilâhilerden birisi şudur: YALAN DÜNYA Kim umar senden vefâyı, Yalan dünyâ değil misin? Muhammed-ül-Mustafâ’yı, Alan dünyâ değil misin? Yürü hey vefâsız yürü, Sensin hodbin köhne karı, Nice yüz bin erden geri, Kalan dünyâ değil misin? Kimisini nâlân edip, Kimisini giryân edip, Âhirî kâr uryân edip, Soyan dünyâ değil misin? Kastedip halkın özüne, Toprak doldurup gözüne, Ehl-i gafletin yüzüne, Gülen dünyâ değil misin? Eğer şâh ve eğer bende, Her kişiyi salan bende Kimse mekân tutmaz sende Vîrân dünyâ değil misin? Sihr ile donatıp kendin, Meydâna salan semendin. Âleme mihnet kemendin, Salan dünyâ değil misin İşin gücün dâim yalan, Çok kişiden arta kalan, Nice kerre boşalarak, Dolan dünyâ değil misin? KIŞIN, DALINDA ÜZÜM VARDI!.. Bir kış günü akşamı, Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; “Dostlarım! Canımız taze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?” buyurunca, diğer talebeleri; “Kış günü taze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Mahmûd Hüdâî; “Bu sözü hocam söylediğine göre bir hikmeti vardır” diye düşündü ve üzüm getirmek için izin istedi. Bursa’nın Çekirge semtindeki bağlardan birine gitti. Bir asma çubuğunun üzerindeki karları temizledi. Baktı ki, taze üzüm salkımları vardı. Bu, hocasının bir kerâmeti idi. Üzümleri toplayıp dönerken yolda bir çukura düştü. Ne kadar uğraştı ise çıkamadı. Çaresiz kalınca, hocasından yardım istemek aklına geldi ve; “İmdâd! Yâ mübarek Hocam!” der demez, çukurun basından bir ses geldi; “Ey Mahmûd! uzat elini yukarı çekeyim” diyordu. Başını kaldırıp kendisine gülümseyen o zâta elini uzattı. Yukarı çıktığında, o zât bir anda görünmez oldu. Sırtında üzüm sepeti hemen dergâha gitti. Hocası sohbete devam ediyordu. Üzüm sepetini gören talebeler şaşırıp kaldılar. Bu durum üzerine talebeler, Üftâde’nin Hak teâlâ katında yüksek bir velî olduğunu ve Mahmûd Hüdâî’nin hocalarına olan teslimiyetini bir kere daha anladılar. 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 372 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033 3) Semerât-ül-füâd; sh. 145 4) Şakâyık-ı nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 760 5) Silsilenâme-i Celvetî (İ. Hakkı Bursevî); sh. 82 6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 186 BABA HAYDAR SEMERKANDÎ Evliyanın büyüklerinden. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesidir. Baba Haydar Semerkandî adıyla tanınmıştır. Semerkand’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1550 (H. 957) târihinde İstanbul’da Eyyûb Sultan semtinde vefât etti. Baba Haydar Efendi küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand’da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde kemâle geldi (olgunlaştı). İcazet alıp Mekke-i mükerremeye gitti. Bir müddet Harem-i şerîfde mücavir olarak bulundu. Sonra bir arkadaşı ile İstanbul’a geldi. İstanbul’da Eyyûb Sultan Câmii’nde uzun müddet îtikâf yaptı. Zamanındaki verâ ve takva sahibi zâtlardan biri, hakkında şöyle demektedir: “Bir Ramazân-ı şerifin son on gününde Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin câmi-i şerifinde Baba Haydar ile îtikâf ettik. Îtikâfa girdiğimde o zâten îtikâf hâlinde idi. Beraber olduğumuz on gün içinde iki bademden başka bir şey yemedi. Hâlini görünce hayrette kaldım. Bütün vaktini ibâdet ve tâatle geçiriyordu.” Osmanlı pâdişâhlarının onuncusu Kânûnî Sultan Süleymân Han; Baba Haydar Efendi’nin üstün hâllerini ve büyük bir zât olduğunu öğrenince, duâsına kavuşmak maksadıyla Cezerî Kâsım Paşa Câmii’ne inen yol üzerinde Baba Haydar Mescidi’ni yaptırdı. Câmi inşâatı tamamlanınca Baba Haydar Efendi buraya yerleşti ve cemâate burada namaz kıldırıp vâz ü nasihatlerde bulundu. Bu vâz u nasihatlerinde ve dergâhında yaptığı sohbetlerde insanlar arasında İslâm bilgilerinin yayılmasına ve İslâm ahlâkının yerleşmesine hizmet etmiştir. Bütün âlimlerde ve evliyâ zâtlarda görüldüğü gibi, memleketin İmârına, insanların refahına ilmiyle hizmet etmiştir. İmâmlık yaptığı câminin bahçesinde bulunan kabri; sevenler ve tanıyanlar tarafından devamlı ziyaret edilmektedir. 1) Mir’ât-ı Kâinat; cild-3, sh. 137 2) Şakâyik-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 435 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1092 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 293 BÂB-I ÂLÎ Osmanlı Devleti’nde sadrâzamlık makamının ve bâzı idâri kuruluşların bulunduğu devlet idâresinin merkezi sayılan yer. Bu tâbir daha çok on dokuzuncu asrın başından îtibâren kullanılmaya başlandı. Bâb; kapı, âlî; yüksek, yüce mânâlarına gelmekte olup, Bâb-ı âlî; yüksek kapı demektir. İslâm ve Türk târihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, bu merkezlere çeşitli isimler verilmiştir. Der, dergâh, bâb-ı saray, el-bâb-üs-sultâniye, bâb-ı hümâyûn, bâb-ı âlî, bâb-ı âsafî, paşa kapısı gibi isimlerin kullanılması bunun bir ifadesidir. Esasen bâb kelimesi umûmî olarak hükümet yerine kullanılmıştır. Osmanlılarda pâdişâh saraylarına Bâb-ı hümâyûn denildiği gibi, sadrâzam konaklarına da Bâb-ı âlî denilirdi. İstanbul’un fethine gelinceye kadar, devlet işleri pâdişâh saraylarında görülür, vezirler, devlet erkânı oraya gelerek pâdişâhın başkanlığında toplanır ve halkın işlerine bakılırdı. Fâtih Sultan Mehmed Han, ata ve dedeleri zamanında uygulananlarla kendi tarafından ilâve ettiği hükümleri birleştirerek meydana getirdiği kanunnâmede bunu yeni esaslara bağladı. Dîvân-ı hümâyûn adı verilen bu toplantılar, Topkapı Sarayı’nda Kubbe altı denilen yerde yapılır ve birinci derecede önemli mes’eleler karâra bağlanırdı. İlk zamanlar pâdişâhlar bu dîvân toplantılarına başkanlık ederlerdi. Sonraki devirlerde ise, sadrâzamlar başkanlık etmeye başladılar. Bununla birlikte mühim kararlar alınacağı zaman pâdişâhlar yine dîvâna katılarak başkanlık ederlerdi (Bkz. Dîvân-ı Hümâyûn). Osmanlı Devleti’nin büyümesi ve mes’elelerin gün geçtikçe fazlalaşması üzerine, dîvân-ı hümâyûnda görüşülmesi gereken pek çok husus, sadrâzamın konağında toplanan ikindi dîvânına havale edilmeye başlandı. Böylece dîvân-ı hümâyûn kıymet ve ehemmiyetini yavaş yavaş kaybetti ve devletin en mühim işleri bile paşa kapısı denilen sadrâzam konaklarına taşınmaya başladı. Bu sebeble eskiden beri âsaf sıfatıyla anılan vezîriâzamların konağına sarây-ı âsafî veya bâb-ı âsafî denildi. Paşa kapısı tabiriyle de anılan sadrâzam sarayı, dîvânhâne-i bâb-ı âlî veya kısaca bâb-ı âlî tabiriyle de ifâde edilmeye başlandı. Bunlar sadrâzamın oturduğu semte göre çeşitli yerlerde bulunuyorlardı. Umumiyetle Mahmûdpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunan paşakapısı on yedinci asırdan îtibâren Topkapı Sarayı’nın Gülhâne tarafındaki Alayköşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hâriç sadrâzamların burada oturmalarıyla Bâb-ı âlî denilen yer ortaya çıktı. Sultân birinci Ahmed Han’ın sadrâzamlarından Derviş Paşa, bugünkü Bâb-ı âlî civarında bir konak yaptırdı. Sultan birinci Ahmed Han ve dördüncü Murâd Han devri sadrâzamlarından Halîl Paşa da Alayköşkü karşısında başka bir konak yaptırdı. Sultan dördüncü Mehmed Han 1653’de Halil Paşa’ya âit konağı tamir ve tefriş ettirip, sadrâzamlar için tahsis etti. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’ya kadar gelen sadrâzamlar bu konakta oturdular. Böylece ilk sadâret makamı tesbit edilmiş oldu. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa bugünkü Cağaloğlu hamamının bulunduğu yerdeki Fatma Sultan Sarayı’na yerleşince, burası paşa kapısı kabul edildi. 1739 yılında bu saray yandı. Fatma Sultan Sarayı yangınını tâkib eden yıllarda Halîl Paşa Sarayı tekrar tamir edilip döşendikten sonra paşa kapısı olarak kullanıldı. Bu sarayın Topkapı Sarayı’na bakan ve Bâb-ı âlî denilen soğuk çeşme tarafında bugün de mevcûd olan süslü ve büyük bir kapısı vardı. Başlangıçta haremlik ve selâmlık dâirelerini ihtiva eden Bâb-ı âlî binasının, büyük mutfakları, koğuşları, ahırları v.s. bulunduğu gibi, sadrâzamın resmî muamelelerinde yardımcıları olan tevkii, reîsülküttâb, kethüdâ-i sadr-ı âlî, çavuşbaşı gibi kimselerin ve me’murların çalıştığı odaları vardı. 1755 yangınında sarayın yok olması üzerine, bugünkü vâli konağının bulunduğu kısma yeni sadâret binası yaptırıldı, önceleri paşa kapısı olarak bilinen sadâret sarayına birinci Abdülhamîd Han zamanından îtibâren Bâb-ı âlî adı verildi. 1788 yılında çıkan yangında kısmen harâb olan Bâb-ı âlî sarayı bilâhare tamir edilip kullanıldıysa da, 1808’de vuku bulan meşhur Alemdâr vak’asında tamamen yanarak kullanılmaz hâle geldi. Alemdâr vak’asından iki yıl sonra yapımına başlanıp on yedi ayda tamamlanan yeni Bâb-ı âlî binası da 1826’da yanınca, aynı yere, daha geniş hudutlarla tekrar inşâ edilip, Nalli Mescid Bâb-ı âlî hudutları içine alındı. 1839’da çıkan yangında tekrar yanan Bâb-ı âlî binası aynı yerde tekrar yapıldı. 1844’de inşâatı bitince merasimle hizmete açıldı. 1878’de Şûra-yi devlet dâiresinden çıkan yangında Ahkâm-ı adliye dâiresi, dâhiliye ve hâriciye nezâretleri de büsbütün yandı. Sadâret dâiresi ise büyük gayretler neticesinde kurtarılabildi. Bilâhare tekrar inşâ edilen Bâb-ı âlî binası, 4-5 Ocak 1911 gecesi telgraf dâiresinden çıkan yangın sonunda, sadâret dâiresi ve hâriciye nezâreti binaları dışında tamamen yandı. Yıldız evrakı diye bilinen pek çok evrak ile târihî vesika bu yangında yok oldu. Bâb-ı âlî’nin bu yangınında dâhiliye nezâreti tamamen yandığından, bilâhere bu orta kısım yapılmayıp, ikiye bölünen binanın bir kısmına İstanbul vilâyeti, diğer kısma ise, İstanbul defterdârlığı yerleştirildi. Daha sonra defterdârlık binası da yandığından, târihi Bâb-ı âlî binasının sâdece İstanbul vilâyet konağı olarak kullanılan eski sadâret dâiresi kısmı kaldı. İlk zamanlar sadrâzamların ikâmetgâhı olan Bâb-ı âlî binası vak’a-yı hayriye diye bilinen yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra, ikâmetgâh olmaktan çıkıp tamamen idare merkezi hâline geldi. Bu zamana kadar Bâb-ı âlî’de muameleler iki yolla yürütülürdü. Birincisi; hârici ve mühim mes’eleler, sadrâzam, şeyhülislâm, kethüda, reîsülküttab, defterdâr, kapdanpaşa ve kazaskerlerden meydâna gelen bir dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. İkincisi ise; umûmî ve alelade mes’eleler sadrâzamın başkanlığında, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile İstanbul kâdısından meydana gelen bir meclisde görüşülür ve karâra bağlanırdı. Sadrâzamlar, aileleri, dâireleri halkı denilen maiyyetleri ve me’mûrlarıyla birlikte Bâb-ı âlî’de otururlardı. Buna göre, en büyük yetkili kimsenin sadrâzam olduğu Bâb-ı âlî’de üç kısım kimse vardı. 1- Harem dâiresinde; sadrâzam ailesi, 2- Selâmlık dâiresinde; sadrâzamın maiyyeti ve ağalar, 3- Kalem dâiresinde; devletin resmî işlerini gören me’mûrlar. Bir nevî mekteb mâhiyetini taşıyan kalem dâiresi de, kethüda bey dâiresi ve dîvân-ı hümâyûn kalemi kısımlarına ayrılırdı. Askerî ve dâhili işlere bakan kethüda bey, sadrâzamın muavini idi. Dîvân-ı hümâyûn kalemindeki kâtiplerin başında bulunan kimseye de reîsülküttâb denirdi. Bu da siyâsî ve hârici işlere bakardı. Reîsülküttâbın maiyyetinde ikinci derecede sorumlu olan âmedci, beylikçi ve dîvân tercümanı adı verilen me’mûrlar bulunurdu. Bunlardan âmedci, Bâb-ı âlîden pâdişâha arz ve takdim olunacak yazıları yazar; beylikçi, pâdişâhdan gelen emirleri, fermanları, devletçe akd olunan muahede (andlaşma)leri ve emsali evrakı tanzim, koruma ve zabt etmekle uğraşır, tercüman ise; Bâb-ı âlî’nin elçilerle olan konuşma ve haberleşmelerini ve sefirlerin îtimâdnâmelerini (güven mektubu) takdîm ettikleri sırada pâdişâh nezdinde tercümanlık vazifesi görürdü. Bunlardan başka, davacıları sadrâzam huzurundaki dîvân-ı adalete getirmek ve götürmek, oradan verilen cezaları tomruk dâiresinde tatbik eden ve dâva işleriyle uğraşan çavuşbaşı vardı. Sultan İkinci Mahmûd Han-ı Adlî tarafından başlatılan ıslâhat hareketleri çerçevesinde, 1836’da Bâb-ı âlî teşkilâtında da değişiklikler yapıldı. Yeni nezâretler (bakanlık) kurulduğu gibi, kethüda bey vazifesi mülkiye; bir sene sonra da dâhiliye nâzırlığına, reîsülküttâblık hâriciye, defterdârlık da mâliye nâzırlığına çevrildi. Ayrıca Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve Dâr-ı şûrâ-yı bâb-ı âlî isimleriyle danışma meclisleri kuruldu. Yine bu sırada şeyhülislâm, serasker, kapdanpaşa, dahiliye, hâriciye ve mâliye nâzırlarıyla Şûrâyı bâb-ı âlî ve Meclis-i vâlâ başkanlarından meydana gelen bir Meclis-i hâs kuruldu. Böylece Bâb-ı âlî yeni bir şekil aldı. 1839’da Tanzîmât’ın îlân edilmesinden sonra Meclis-i vâlânın Bâb-ı âlîde, Şûrâ-yı bâb-ı âlînin ise ticâret nezâretinde toplanması kararlaştırıldı. Bu devirde ayrıca Meclis-i âl-i tanzîmât kuruldu. Mülkiye ve adliye işleri birbirinden ayrılıp Şûrâ-yı devlet meclisi, Bâb-ı âlîye yerleşti. Tanzîmât’ın ilânından sonra bütün devlet dâirelerinin ve idâri merkezlerin toplandığı Bâb-ı âlî, sultan Abdülmecîd ve sultan Abdülazîz Han devirlerinde tam nüfuz sahibi oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâhlığından sonra îlân edilen Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde etmek isteyen, çoğunluğu gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlardan meydana gelen ve Avrupai fikirlerin etkisinde katan okumuş, sözde aydın kimselerin Meclis-i meb’ûsân üyelerinin elinde oyuncak hâline getirilen Bâb-ı âlî, Meclis-i meb’ûsânın dağıtılmasından sonra sarayın kontrolüne girdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ikinci Meşrûtiyet’in ilânına kadar uyguladığı iç ve dış siyâset sebebiyle Bâb-ı âlî ikinci derecede kaldı. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilişinden sonra İttihâd ve Terakkîcilerin kontrolü ve etkisi altında kalan Bâb-ı âlî, tekrar idarede hâkim duruma geçti. İttihâdçıların hakimiyetindeki Bâb-ı âlînin uyguladığı çoğu gaflet, bâzıları hıyanete varan iç ve dış siyâsetle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı çabuklaştı. Balkan harbi ve Birinci cihân harbine girmekle milletin ve memleketin başına büyük gaileler açıldı. Bu durum pek çok vatan toprağının Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasına sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Bâb-ı âlînin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi hükümetinin İstanbul mümessilliğine tahsis edildi. Daha sonra, bugün olduğu gibi, İstanbul vâliliğine verildi. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 153 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-8 sh. 448 3) Osmanlı Târihi; (E. Z. Karal) cild-8, sh. 268 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 136 5) Türkiye’de Meârif Târihi; cild-1, sh. 63 6) Bâb-ı âlî (R. E. Koçu, Hayat Târih Mecmuası, sene 1974, cild-2, sayı-7) sh. 18 7) Asırlar Boyunca İmparatorluğu İdâre Eden Bâb-ı âlî (O. Ergin; Târih Dünyâsı, İstanbul-1950) cild-1, sh. 386 BÂB-I ÂLÎ BASKINI İttihâd ve Terakkî cemiyetinin, hükümeti ele geçirmek için 23 Ocak 1913’de tertiplediği kanlı baskın, ikinci Meşrûtiyet’in ilânında ve 31 Mart Vak’ası’nda orduya dayanarak iş başına gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, asker ocağını siyâsete karıştırarak bozmaya çalıştı ve memleketi keyfî olarak idare ettiler. 16 Temmuz 1912 Salı gününe kadar bu keyfî idare devam etti. Sadrâzam Saîd Paşa, bu târihte halaskar zâbitân grubunun baskısıyla istifa edince, İttihâd ve Terakkî iktidardan düştü. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa başkanlığındaki yeni hükümet iş başına geldi. Balkan harbinin birbirini tâkib eden acı günlerinde, ancak üç ay sekiz gün kadar İktidarda kalabilen bu hükümetten sonra sadâret makamına Kâmil Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî komitesi, hem Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hem de Kâmil Paşa’nın iktidarları zamanında ihanete varan gizli faaliyetler yürüterek yeniden iş başına gelmeye çalıştı. Maksadına kavuşabilmek için aklın alamıyacağı türlü hîle ve tuzaklara başvurdu. İktidarda bulunan hükümetlerin iyi niyet veya gafletinden istifâdeye çalışıyorlardı. Balkan harbinin acı günlerinde düşman ordularının İstanbul kapılarına dayandığı bir sırada, memleketin içinde bulunduğu vahîm duruma bakmaksızın, Kâmil Paşa hükümetini devirmek için çeşitli entrikalar çevirerek, memleketi yeni bâdirelere sürüklediler. Asker içinde bozgunculuk yapıp, Anadolulu askerlere, Rumeli’nin kendi vatanları olmadığından bahisle hükümetin kendilerini boş yere kırdırdığı fikrini yaydılar. Öte yandan Balkan savaşının neticeleri ne olursa olsun, büyük devletlerce sınır değişikliğine müsâde edilemiyeceği, ordunun mağlûb olmasından dolayı devlete hiç bir zarar olmıyacağı propagandasını yaydılar. Halaskârân grubuna mensûb olmayan zabitlerden bir çoklarını elde ederek, ordudaki eski mensûblarını da siyâsî faaliyete sevk ettiler. Halaskârân grubunun reîsi durumunda bulunan ve Kâmil Paşa kabinesinin harbiye nâzırı ve başkumandan vekîli olan Nâzım Paşa’yı çeşitli vâdlerle saflarına çektiler. Hattâ işbaşına geldikleri takdirde kendisini sadrâzam yapacaklarına bile inandırdılar. Hükümetin yapmak istediği icrâatı zamanında haber alabilmek için İstanbul’daki polis kadrosunun mühim bir kısmına İttihâd ve Terakkî komitesinin adamları yerleştirildi. Harbiye nâzırı Nâzım Paşa, Bingâzi’den davet ederek getirttiği İttihâd ve Terakkî komitesi üyeleri Enver Paşa’yı kolordu erkân-ı harb reisliğine (kolordu kurmay başkanlığına) ve Cemâl Paşa’yı da menzil müfettiş-i umumîliğine tâyin etti. Böylece İstanbul’daki askerî kuvvetin mühim bir kısmı İttihâd ve Terakkî’nin kontrolüne girdi. Nâzım Paşa’nın bu faaliyetleri kabîne içinde huzursuzluklara sebeb oldu. Sadrâzam Kâmil Paşa, Nâzım Paşa’nın bu faaliyetleri sebebiyle sadâretten istifa etmeyi ve kuracağı ikinci hükümete Nâzım Paşa’yı almamayı düşündü. Fakat Nâzım Paşa’dan çekindiği için bunu yapamadı. Her gün yeni bir maceranın peşinde olan İttihâd ve Terakkî komitesi; Kâmil Paşa hükümetinin Edirne’yi Bulgarlara bıraktığı şeklinde dehşetli ve yıkıcı bir propagandaya girişti. Orduyu ve halkı mevcut hükümete karşı ayaklandırmaya diğer taraftan da kirli emellerini gizlemeye çalıştı. Konunun aslı ise şöyleydi: Balkan savaşı sonrasında Balkan devletleriyle Londra sulh müzâkerelerinin neticelenmesine mâni olan Edirne ve adalar mes’elesinden dolayı, düvel-i muazzama veya düvel-i sitte denilen altı devletin İstanbul elçileri Bâb-ı âlî’ye müşterek bir nota vererek Edirne’nin Bulgaristan’a terk edilip Midye-Enez hattının hudûd olarak kabul edilmesini ve adaların geleceğinin de Anadolu’nun emniyeti göz önünde bulundurulmak suretiyle kendilerine bırakılmasını istediler. Bu iki şart kabul edilmediği takdirde harbe devam edileceğini bildirdiler. Kanlı Bâb-ı âlî baskınından bir gün önce 22 Ocak 1913 günü, Dolmabahçe Sarayı’nın üst katındaki büyük salonda vükelâ (bakanlar), âyân meclisi, askerî ve mülkî erkândan meydâna gelen Şûrâ-yı umûmî toplandı. Mes’ele uzun uzadıya müzâkere edildikten sonra, devletin artık harbe devam edemiyeceğini, Edirne’nin de Bulgaristan’a bırakılmayıp, tarafsız ve serbest olmasını, ilgili devletlerin tasdîkiyle Bâb-ı âli’ce bir mutasarrıf ve meşîhat makamına bir kâdı tâyin etmesini Meclis-i İdare azasının ahâli tarafından yapılıp, mahallî jandarma ve polis kuvvetleri teşkil edilerek, maaşların mahallî bütçeden karşılanmasını, bütçe açıklarının Osmanlı hazînesinden kapatılmasını, dînî ve millî günlerin eskiden olduğu gibi kutlanması kararlaştırıldı. Cevabî bir nota yazılmak üzere emir verildi. Hazırlanacak nota metnini tedkîk için Meclis-i vükelâ 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplandı. Bu toplantıdan sonra İttihâd ve Terakkî komitesi, kamuoyuna karşı Kâmil Paşa kabinesinin Edirne’yi Bulgaristan’a terk ettiğini yayıp, bu iddia ve iftiraya dayanarak da Bâb-ı âlî baskınına bir halk hareketi görünümü vermek için teşebbüse geçti. Hâlbuki hükümet Edirne’nin Bulgaristan’a terkini kabul etmediği gibi, notayı da henüz göndermemişti. Bâb-ı âli’ye baskın düzenleyerek hükümeti ele geçirmeyi plânlayan İttihâd ve Terakkî komitesi günlerce süren hazırlığını gizlice tamamladı. Dâhiliye nâzırının haberi olmadan, Bâb-ı âlîyi korumakla vazifeli muhafız bölüğü Cemâl Bey (Paşa) tarafından yerinden alınarak başka yere götürüldü ve yerine acemi askerlerden derme çatma bir müfreze getirildi. Bu müfrezenin başına da bir ittihâdcı zabit vazifelendirildi. Bildirilen gün ve saatte, ittihâdcıların fedaîler grubuna mensub bâzı genç subaylarla, siviller, Bâb-ı âlî civarında yerlerini aldılar. Meclis-i vükelânın (bakanlar kurulu) Bâb-ı âlî’de toplantı hâlinde bulunduğu sırada, o yıllarda İttihâdcıların umûmî merkezi durumunda olan ve şimdiki Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu meşhur kırmızı konak ve bu binanın hemen karşısındaki Menzil müfettişliğinde toplanan İttihâdcılar, Talat Bey’in emriyle Sapancalı Hakkı’nın götürdüğü, “Her şey hazır” haberinden sonra harekete geçerek, en önde Enver Bey bir ata binmiş, onun etrafında da iki yüze yakın fedaisi olmak üzere yola düştüler. Ellerinde küçük bayraklar olan baskıncılar Cağaloğlu tarafından, “Yaşasın Enver Bey, Yaşasın Millet” bağırtılarıyla Bâb-ı âlî’ye yürüdüler. Talat Bey, daha önce gelerek bir kaç zabit ile beraber içeri girmişti. Enver’le birlikte olan çeteciler güruhu binek taşına geldiği zaman, İttihâdcılar tarafından değiştirilen, sözde koruma görevlisi müfreze, başındaki zabitle birlikte ortaya çıktıysa da Enver atından inip merdivenlerden çıkmaya başladı ve zabiti çağırarak kısa bir emir verdi. Zabit, askerlerini alıp Bâb-ı âlî’nin arka tarafındaki Nalli Mescid önünde silâh çattırdı ve hiç bir şeye karışmadı. Bu boşluktan istifâde eden Enver’le adamları içeri daldılar. Baskının kanlı safhaları dış sofada cereyan etti, Hepsi silâhlı olan baskıncılar, gürültüyle sofaya girdikleri sırada kendilerine silâh çeken sadâret yaveri Nafiz Bey’le, harbiye nezâreti yaverlerinden Kıbrıslı Tevfik Bey’i, sadâret dâiresi kapısında duran iki nöbetçi neferi ve isimleri bilinmeyen diğer altı kişiyi vurup öldürdüler. Kendilerinden de cemiyet murahhaslarından ve eski mülâzımlardan Mustafa Necip Bey isminde biri öldürüldü. Dış sofada on kişiyi öldüren çeteciler, başlarında Talat ve Enver olduğu hâlde iç sofaya daldılar. Baskın hâdisesinin başladığı sırada pâdişâhın bâzı irâdelerini tebliğ için saraydan gelen mâbeyn başkâtibi Ali Fuad Bey’le görüşmek üzere, sadrâzam Kâmil Paşa Meclis-ı vükelânın bulunduğu salondan kalkıp sadâret odasına geçmişti. Bu sırada gürültüleri duyan gafil ve mağrur harbiye nâzırı ve başkumandan vekili Nâzım Paşa yerinden fırlayıp ne olduğunu anlamak için sofaya çıktı. Bu sırada kendilerini engellemek isteyen sivil polis komiseri Celâl Efendi’yi de öldüren çeteciler sofada harbiye nâzırı Nazım Paşa ile karşılaştılar. Kendisini sadâret vadiyle aldatan komitacıları ellerinde tabancalarla gören Nâzım Paşa, kendisine siyâsetle uğraşmayacağı hakkında şahsî ve askerî namusu üzerine söz vermiş olan Enver’le yanındakilere; “Siz beni aldattınız. Bana verdiğiniz söz bu muydu?” diyerek karşı çıkmak istedi. Tam o sırada isabet eden bir kurşunla devrilip az sonra öldü. Silâh seslerini duyan şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi, odunluğa saklanmış, Vükelânın çoğu da Anadolu ve Bağdâd demiryolları müdîr-i umûmisi Huguenin’le diğer bir-iki ecnebînin bulunduğu odalara sığınmışlardı. Yalnız dâhiliye nâzırı Reşîd Bey’le, evkaf nâzırı Ziya ve bahriye nâzır vekili Ferik Rüstem paşalar Meclis-i vükelâ salonunda kalmışlardı. Talat ve Enver beyler sadâret odasına dalıp 83-84 yaşlarında bulunan ihtiyar sadrâzam Kâmil Paşa’ya istifa etmesini söylediler. Kâmil Paşa harp vaziyetinin vehâmetinden ve devletin mâruz kaldığı tehlikelerden bahs ederek nasihat vermek istediyse de, mütemadiyen sözünü kesen Talat’ın sert bir sesle; “İstifa istifa...” diye bağırıp çağırması üzerine kalemi aldı ve; “Cihet-i askeriyyeden vuku bulan tektif üzerine” kaydıyla bir istifaname yazdı. Zorbaların ısrar ve tehdîdi üzerine bu ibarenin başına; “Ahâli ve” kelimelerini de ilâve etmek zorunda kaldı. O sırada dışarı çıkan bir kaç tabancalı çeteci Bâb-ı âlî’nin önünde biriken 40-50 kişilik meraklılar topluluğunun arasından geçip karşı köşede bulunan eski Ma’zûlîn kıraathânesine giderek içeridekileri; “Ulan tû! Ne duruyorsunuz! Vatan gidiyor, din gidiyor, alçaklar” diye zorla dışarı çıkardılar. Sonra da tekbir getirmeye başladılar. Tam o sırada Enver Bey istifa kağıdı elinde olduğu hâlde binek taşında göründü. Halka sükût işareti verdikten sonra, kabînenin istifa ettiğini kendisinin şimdi saraya gidip, pâdişâha durumu arz edeceğini ve yeni kabînenin Mahmûd Şevket veya İzzet paşalardan biri tarafından kurulmasının muhtemel olduğunu söyledi. Şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi’nin otomobiline binerek Dolmabahçe’ye hareket etti. Bu sırada İttihâd ve Terakkî komitesinin meşhur hatibi Ömer Nâci sağ elindeki kocaman tabancayı sallayarak, sol eliyle de dizlerini yumruklayarak binek taşının üzerinde belirdi; “Edirne gidiyor, din gidiyor, vatan gidiyor” diye bağırarak halkın isyânı süsünü verebilmek için etrafına kalabalık toplamaya çalıştı. O sırada binek taşının üstündeki cümle kapısının sağ tarafında Ziyâ Gökalp ve Talat Bey göründüler. Ziya Gökalp; “Edirne’yi düşmana veren kabîneyi millet devirdi” diyerek Talat Bey’le karşılıklı konuşup gülüştüler. Bu arada gözden kaybolan Talat Bey, bir müddet sonra gelip bütün vilâyetlere dâhiliye nâzır vekili imzasıyla; “Kâmil Paşa kabinesinin Edirne ile adaları düşmana verdiği için millet tarafından iskat yâni düşürüldüğünü” belirten bir telgraf çektiğini bildirdi. Bir müddet sonra Enver ve başmâbeynci Hâlid Hurşîd Bey saraydan dönerek; Mahmûd Şevket Paşa’nın sadrâzamlığa, Erkân-ı harbiye-i umûmiye reîsi İzzet Paşa’nın da başkumandan vekilliğine tâyin edildiğini binek taşından halka îlân etti ve; “Pâdişâhım çok yaşa!” dedi. Oraya toplanan kalabalık da aynı sözü tekrarlayıp; “Ah Mahmûd Şevket Paşa, Edirne’mizi kurtar!” diye bağırdılar. Tutuklu olarak bulunan sadrâzam Kâmil Paşa ve şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi haricindeki diğer vükelâ (bakanlar) serbest bırakıldılar. Kâmil Paşa ve Cemâleddîn Efendi de geceleyin serbest bırakılıp evlerine gönderildiler. Bâb-ı âlî baskınından sonra, devletin geleceği tekrar İttihâd ve Terakkî çetesinin eline geçti, örfî idare (sıkı yönetim) îlân edilip İttihâd ve Terakkî’ye muhalif olan kimseler Bekir Ağa bölüğü denilen askerî tevkifhâneye (tutuk evine) gönderildiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a müstebid hükümdar, kızıl sultân diyen ve onun basına sansür uyguladığını iddia eden İttihâd ve Terakkî mensupları, muhaliflerini tutuklamakla kalmayıp, basına sansür koydular, kurdukları darağaçlarında, nice vatanperver ve masum kimseyi bir bahaneyle îdâm ettiler. Hafiye teşkilâtı ve İstanbul muhafızlığı denilen askerî ve siyâsî emniyet teşkilâtıyla, bir tedhiş ve terör idaresi ve müdhiş bir komite hâkimiyeti kurdular. Kâmil Paşa ile şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi, dâhiliye nâzırı Reşîd, mâliye nâzırı Abdurrahmân, muharrir Ali Kemâl ve Doktor Rızâ Nûr beyler yurt dışına sürüldüler. İttihâd ve Terakkî çetesi tarafından iktidara getirilen Mahmûd Şevket Paşa hükümeti, Kâmil Paşa hükümetinin kabul etmediği şartları kabul ederek, bütün Rumeli kıt’asıyla beraber Edirne’yi düşmana terk etti ve adaların geleceğini de ilgili devletlere bıraktı. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 155 2) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 398 3) İttihâd ve Terakkî İçinde Dönenler; (G. Varder, S.N. Tansu, İstanbul-1962); sh. 104 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-7 sh. 268 5) Türk İnkılâb Târihi (Y. Hikmet Bayur, Ankara-1987); cild-2, kısım-4, sh. 252 6) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler (A. B. Kuran); sh. 318 7) İnkılâb Târihimiz ve İtihâd ve Terakkî (A. B. Kuran); sh. 289 8) Görüp İşittiklerim (Ali Fuâd Türkgeldi, Ankara-1984); sh. 77 9) Ben de Yazdım (Celâl Bayar, İstanbul-1966); cild-4, sh. 1069 10) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 1874 11) Forty Years in Constantinople (Sir E. Pears; London-1916); sh. 331 12) Geschichte des Machtverfalls der Türkeî (C. Von Sax. Viyana-1913); sh. 591 13) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 224 14) Kâmil Paşa (H. Kâmil Bayur, Ankara-1954); sh. 386 15) Mufassal Osmanlı Târihi (Haz. İskit Yayınevi, İstanbul-1963); cild-6, sh. 3500 BÂC Bir çeşit vergi. Farsça baj kelimesinin Arabça ve Türkçe’de aldığı şekil olup, Gazneli, Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Osmanlılarda vergi mânâsında kullanılmıştır. Bu vergi, pazarlarda, panayırlarda alınıp satılan hayvandan, her cins maldan, ithâl edilen ve Osmanlı topraklarından transit olarak geçirilen mallardan alınırdı. Osmanlılarda bu vergi, Osman Gâzi’nin pazara getirilen her yük için iki akçe almalarını emretmesi ile başlamıştır. Osman Gâzi’nin bâc koyması gibi, İslâm hukukuna göre, sultan, dînin açıkça bildirmediği hususlarda, dîne muhalif olmayan örf ve âdete dayanarak kânun koyabilir. Böyle bir örf ve âdet, İslâm hukukunun kaynaklarındandır. Osmanlı sultanları, örf ve âdete dayanarak pek çok kânun çıkarmışlardır. Pâdişâhlar bunu yaparken, mütehassıs âlim ve devlet adamlarının murakabesi altında hareket etmişlerdir. Bu sebeble pâdişâhlar, keyfî hareket edemedikleri gibi, akıllarına geldiği şekilde kânun çıkarıp emir vermemişlerdir (Bkz. Kanunnâme, örf ve âdet). Osman Gâzi tarafından konan ve yalnız satıcıdan alınan bâc, Fâtih kanunnâmesinde de alım satım vergisi olarak kullanılmıştır. Kanunnâmede bu verginin sâdece pazarlarda ve köylerde satılan her cins menkûl maldan ne mikdâr alınacağı, bâzân bir taraftan, bâzan da her iki tarafdan alınabileceği açıklanmıştır. Yine bu kanunnâmede, yabancı memleketlerden getirilen mallardan alınacak bâc mikdârı umumiyetle % 20 olarak tesbit edilmiştir. Bununla beraber bu mikdâr yabancıların memleketleriyle yapılan anlaşmaya göre değişebilmekteydi. Kânûnî Sultan Süleymân zamanında da bâc (vergi) alınmaya devam edilmiş, hazırlanan kanunnâmeye Fâtih kanunnâmesinde bâcla ilgili bâzı maddeler aynen alınmıştır. Bununla beraber Kanunînin kanunnâmesinde bâcla ilgili farklı hükümler de mevcuttur. Her iki kanunnâmeye göre bâc; hem muayyen bir şehir vergisi, hem de umûmî mânâda vergi olarak kullanılmıştır. Bâc-ı pazar, bâc-ı ağnam, bâc-ı tamga terkiblerinde, bâc umûmî mânâsiyle kullanılmıştır. Kelime bugün Doğu Türkistan’da hâlâ vergi mânâsında kullanılmaktadır. Bâc, Osmanlılarda, alındıkları şeye ve şekle göre değişik isimler almıştır: Bâc-ı ağnam: Pazar ve panayırlarda satılan koyun ve keçilerden alınan özel bir vergidir. Bâc-ı tamga: Şehirde alınıp satılan her çeşit maldan, dokunan kumaş ve kesilen hayvanlardan alınan vergidir. Bâc-ı büzürk: Büyük bâc demek olup, dışardan gelip transit olarak memleketten geçen, yahut memlekette kalmak üzere gelen mallardan alınan gümrük vergisidir. Bâc-ı kırtıl: Pazar ve panayırlarda satılan her türlü hayvandan alınan vergidir. Bâc-ı ubûr: Osmanlı topraklarından geçirilerek başka yabancı memleketlere taşınan mallardan alınan vergidir. İLK OSMANLI KÂNUNU Osman Gâzi, merkez yaptığı Yenişehir’de ikâmet ediyordu. Bir gün, Germiyan tarafından birisinin; “Buranın pazar bâcını bana satın” demesi üzerine Osman Gâzi; ona; “Bâc nedir?” dedi. Adam; “Pazara her kim yük getirirse ondan akçe alayım” dedi. Osman Gâzi hayretle; “Bre adam, bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki, onlardan akçe alırsın?” diye sorunca, Adam; “Bu âdettir. Her vilâyette yük başına pâdişâh için akçe alınır” diye cevap verdi. Osman Gâzi tekrar sordu: “Bu Allahü teâlânın emri ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli (sözü) midir, yoksa her ilin pâdişâhının ortaya çıkardığı bir şey midir?” Adam; “Eskiden beri pâdişâhların âdetidir” dedi. Bunun üzerine Osman Gâzi kızarak; “Buradan uzaklaş, yoksa sana zararım dokunur. Bir kimse ki, malını eli ile kazanmış ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere” dedi. Orada bu konuşmaları dinleyenler, Osman Gâzi’ye bu hususta malûmat verdiler. “Sultânım! Sizin ihtiyâcınız olmasa da, bu pazarı bekleyip hizmetleri ile meşgul olanlara emekleri zayi olmaması için bâc verilmesi âdetdir” dediler. Bunun üzerine Osman Gâzi ilk kânunu şöyle koydu; “Her kim bir yük satarsa, iki akçe versin; eğer satmazsa, hiç bir şey vermesin.” Bu şehirlere âid bir nevî belediye vergisiydi. 1) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 59 2) Tevârih-i âlî Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 19 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 143 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 165 5) Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal; sh. 213, 276 BAĞDÂD Târihte İslâmiyet’in büyük kültür merkezlerinden ve Osmanlı Devleti’nin eyâlet merkezlerinden. Bağdâd, Abbasîler zamanında İslâm âleminin başşehri idi. Başşehir olmadan önce, Dicle kıyısında bir köy olup, halîfe Mensur burayı îmâr ederek büyük bir şehir merkezi hâline getirdi. Kısa bir sürede şehirde medeniyet, ilim ve fazîlette önemli gelişmeler oldu. Az zamanda, siyâsî, sosyal ve ilmî gelişmeler kendini gösterdi ve şehir bütün Arab yarımadasının merkezi hâline geldi. İslâm dünyâsının dört bir yanından gelen ilim ve irfan sahiblerinin meskeni oldu. Moğol istilâsına kadar Abbâsîlerin ve İslâm dünyâsının başşehri olan Bağdâd, bilhassa halîfe Hârûn Reşîd zamanında dünyânın en parlak ilim ve kültür merkezi idi. Halîfe Mu’tasım zamanında şehir payitaht olma özelliğini kaybedince, Samarra hilâfet merkezi oldu. Fakat yarım asır sonra, halîfe Mu’temid hilâfet merkezini tekrar Bağdâd’a taşıdı. Bir süre sonra Bağdâd şiî Büveyhoğullarının eline geçti ve hilâfet bir asır boyunca bu sülâlenin idaresinde kaldı. 1055 senesinde Selçuklular Bağdâd’ı ele geçirerek Büveyhoğulları hâkimiyetine son verdiler. Halîfe Muktedi ve Mustazhir zamanlarında, süslü ve büyük binalara kavuşan Bağdâd, Abbâsîlerin son iki asrında sessiz bir duruma geldi. 1258 senesinde Moğol hükümdarı ve İslâm’ın büyük düşmanı Hülâgu, kuvvetli bir ordu ile şehri sarınca, son halîfe Mu’tasım Bağdâd’ı teslim etmeğe mecbur oldu. Hülâgu, burayı kendisine başşehir yapmak istediğinden, şehrin tamamen tahrîbatına mâni oldu. Eski ihtişamını kaybeden Bağdâd, 1339 senesine kadar İlhanlılara bağlı kaldı. 1340 senesinde şehir Celâyirlilerin eline geçti. On sene süren Celâyirli hâkimiyetinin son bulmasından sonra, sırasıyla; Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinin eline geçti. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, Tebriz’i ele geçirip Bağdâd üzerine yürüyünce, Akkoyunlu hükümdarının tâyin ettiği Bağdâd beylerbeyi Tekeli Mehmed Han büyük Osmanlı kuvvetlerine karşı şehri ve ülkeyi savunmanın mümkün olmadığı fikriyle burayı boşaltarak, bütün kuvvetleriyle İran’a çekildi. Öncü olarak ordunun önünde giden Sadrâzam İbrâhim Paşa, hiç bir mukavemetle karşılaşmadan şehre girdi. İbrâhim Paşa ertesi gün emîr-i âlemi Ca’fer Bey ile Bağdâd’ın anahtarlarını Sultan’a gönderdi. Duruma çok sevinen Sultan; Ca’fer Bey’e beş yüz altın bahşiş vererek Bosna sancak beyliğini de tevcih buyurdu. Kânûnî Sultan Süleymân, 30 Kasım 1534’de büyük bir törenle Bağdâd’a girdi. Hanefî mezhebinin kurucusu ve büyük fıkıh âlimi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin türbesini ziyaret eden Sultan, buranın tamir edilmesini emretti. Şehirde dört ay kalan Sultan, bir çok yerleri tamir ettirdi. Bu eyâlete, eski Diyarbakır beylerbeyi Süleymân Paşa’yı vâli tâyin etti. Osmanlı sultânı birinci Ahmed Han zamanına kadar Bağdâd’da kayda değer siyâsî bir hâdise olmamış, zaman zaman ayaklanmalar görülmüşse de bu olaylar kolaylıkla yatıştırılmıştır. Birinci Ahmed Han devrinde meydana gelen Celâlî ayaklanmaları, Bağdâd’daki düzenin de bozulmasına sebeb olmuş ve bu durum kısa zamanda düzeltilmiştir. Birinci Ahmed Han’dan sonra eyâletlerde başlayan anarşi, Bağdâd’da da görüldü. Yeniçeri subaylarından Bekir Subaşı ve azaplar ağası Mehmed Kanber, yönetimi zorla ele geçirdi. Bağdâd vâlilerinden Hâfız Ahmed ve Kemankeş Ali paşalar, bunların nüfuzlarını kırmaya çalıştılar ise de başaramadılar. Eyâletin İran’a yakın olmasından dolayı, Safevîlerin duruma karışmak ihtimâli olduğundan, fazla ileri gidemediler. Bir süre sonra iki zorba birbirlerine düştüler. Mehmed Kanber, Vali Yûsuf Paşa ile birlikte, Bağdâd’dan uzaklaşan Bekir Subaşı’yı öldürmek istedi. Durumu öğrenen Bekir Subaşı, sür’atle Bağdâd önlerine gelerek şehri kuşattı ve kısa bir süre sonra ele geçirdi. Düşmanlarını çeşitli işkenceler yaparak öldürdü ve halka zulmetti. Bu sırada halkın büyük bir kısmı Bağdâd’dan göç etti. Kuraklık ve kıtlık da sefâheti artırdı. Diyarbakır beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa, Osmanlı sultânı tarafından Bağdâd’daki karışıklığı bastırmakla görevlendirildi. Bekir Subaşı’nın, Safevîler’den yardım isteyeceğini ve bu zemîni hazırlamış olduğunu öğrenen Hâfız Ahmed Paşa, sultana Bekir Subaşı’nın Bağdâd vâliliğine getirilmesini arzetti. Teklif uygun görüldü. Hâfız Paşa ordusu ile Bağdâd önlerine varınca, durumdan haberi olmayan Bekir Subaşı bir taraftan Osmanlı ordusuyla savaşırken, bir taraftan da Safevî hükümdarına haber göndererek yardım istedi. Safevî hükümdarı Şâh Abbâs, Hemedân emîri Safî Kuli Han kumandasında bir ordu gönderdi. Bekir Subaşı, şehrin Safevî Devleti koruması altında olduğunu; Osmanlı ordusu Bağdâd önünden çekilmezse, iki devlet arasında harb çıkabileceğini bildirdi. Hâfız Ahmed Paşa bu durum karşısında, komutanlarıyla istişare ettikten sonra Bağdâd vâliliğinin Bekir Subaşı’ya verildiğini bildiren emirnameyi kendisine gönderdi. Bunun üzerine Bekir Subaşı, İran askerlerini Bağdâd’dan kovdu. Bekir Subaşı’nın bu hareketine kızan Şâh Abbâs, ordusu ile Bağdâd üzerine yürüyerek, şehri ele geçirdi ve Bekir’i îdâm ettirdi. Halkın silâhlarını topladıktan sonra binlerce Ehl-i sünnet müslümanı öldürdü. Şehrin büyük bir kısmını tahrîb etti ve İmâm-ı a’zam ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerini yıktırdı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin başında çok küçük yaşta olan dördüncü Murâd Han bulunuyordu. Pâdişâh, Hâfız Ahmed Paşa kumandasındaki bir orduyu Bağdâd üzerine gönderdi. Hâfız Ahmed Paşa, Bağdâd’ı kuşattı. Fakat İran ordusunun şehre yardıma gelmesi, Osmanlı ordusunu İki cephede harbe mecbur bıraktı. Yorgun olan Osmanlı ordusu, hastalık ve açlıktan bir hayli sarsıldığı için, Hâfız Ahmed Paşa kuşatmayı kaldırdı. 1630 (H. 1040) senesinde sadrâzam Hüsrev Paşa Bağdâd’ı tekrar kuşattı. Kırk gün süren bu muhasara da başarısızlıkla sonuçlandı. 1637 (H. 1046) senesinde dördüncü Murâd Han, Bağdâd’a sefere çıktı. Yeniçeri yeni bir nizamda, sipahi ayrı bir düzende, ahâli, velî, derviş, talebe herkes ayrı bir sevinçteydi. Sivaslı Abdülmecîd Şeyhî Efendi’nin elinden, hazret-i Ömer’in kılıcını beline kuşanan Pâdişâh, ordusunun başında 8 Mayıs 1637 (H. 1046) târihinde, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve âlimlerle birlikte, İstanbul’dan yola çıktı. Sultan, Konya yoluyla Haleb’e vardı. Vezîriâzam Bayram Paşa’nın Birecik’te vefâtı, Pâdişâh’ı üzüntüye boğdu ve Tayyar Mehmed Paşa’ya vezîriâzamlık verildi. Osmanlı ordusu, İstanbul’dan hareketinin yüz doksan yedinci günü Bağdâd önlerine ulaştı. İmâm-ı â’zam’ın türbesinin bulunduğu kısım daha önceden ele geçirilmişti. Pâdişâh’a, İmâm-ı â’zam’ın türbesini ziyaret etmesi teklif edilince; “Bağdâd, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, o yüce imâm’ı ziyarete gitmekten haya ederim” cevâbını verdi. Her türlü tedbir alınarak şehir kuşatıldı. Hücumların ardı arkası kesilmiyordu. Çarpışmaların şiddetlendiği bir günde, askerler garîp birisini huzura getirdiler. Elbisesi lime lime, elinde dalından yeni koparılmış akasya ağacından bir değnek, yüzünde de çok uzaklardan farkedilen fevkalâde bir nûr bulunan bu şahıs, Pâdişâh’ı bile bakışları ile te’sir altına alan ender bir şahsiyetti. Bu, Pâdîşâh’ın tanıdığı Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin yakınlarından mübarek bir zât idi. “Pâdişâh’ım! Hocamın emriyle İstanbul’dan buralara geldim. Gayretle çalışın. Bağdâd’ı Pazartesi’nden önce fethedin. Gecikirseniz sele düçâr olursunuz ve fetih müyesser olmaz. Mevtam sizi muhafaza buyursun” deyip çadırdan çıktı. Sultan Murâd Han, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin bu himmeti için Allahü teâlâya hamd edip, mübarek ruhuna Fatihalar gönderdi. Kumandanlarını çağırıp, kalenin en kısa zamanda fethi için emir verdi. 19 Aralık’ta, Bağdâd’ın fethiyle netîcelenecek olan dehşetli vuruşmalar başladı ve 23 Aralık günü sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa, alnından yediği bir kurşunla şehîd oldu. Bir gün sonra da ordu şehre girdi. Muhârebe meydanında şehîd düşen dördüncü Osmanlı sadrâzamı olan Tayyar Mehmed Paşa’nın şehâdetine ağlayan dördüncü Murâd, Kapdân-ı derya Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı vezîriâzamlığa tâyin etti. Nihayet 24 Aralık 1638 târihinde Şaban ayının on yedisinde Cuma günü Bağdâd fethedildi. Asker arasından nice kahramanlar çıktı. Kahramanlara şiirler, türküler söylendi. Nice Genç Osman’lar, gencecik yiğitler, Bağdâd’a girmekle, kaleye şerefli sancaklarını dikmekle nasiplendiler. Bağdâd Safevî vâlisi Bektaş Han, kalenin teslimi için Sultan’ın huzuruna kabul edildi. Teslim şartları görüşüldü. Teslimi kabul edemeyen İran askerleri, serbestçe çekilip gitmelerine müsâde edilmesine rağmen, baruthâneyi ateşe vererek masum kimseleri öldürmeye kalkıştılar. Hâdise üzerine, gereken cezaya çarptırıldılar. Bektaş Han da hanımı tarafından zehirlendi. O garip dervişin dediği gibi, Pazartesi günü çıkan bir fırtınadan sonra yağmur yağdı. Bağdâd ve çevresinde günlerce seller akıp, Safevî pisliklerini yıkadı. Osmanlı yepyeni, pırıl pırıl bir şehre sâhib oldu. Bir ay dokuz gün süren Bağdâd muhasarasından sonra, on dört sene on bir ay on üç günden beri Safevî işgalinde bulunan Bağdâd, 1917 senesine kadar bir daha yabancı işgâlî görmemek üzere, Osmanlı topraklarına katıldı. Dördüncü Murâd Han, Bağdâd Fâtihi diye anılmaya başlandı. Sadrâzam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Safevî hükümdarı ile 1639’da zamanımıza kadar geçerliliğini koruyan Kasr-ı şîrîn andlaşmasım imzaladı ve İran, Bağdâd’ın Osmanlı Devleti’ne âid olduğunu tanıdı. Sultan Murâd Han, harap durumdaki İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerinin tamiri için Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’yi vazifelendirdi ve küçük Hasan Paşa’yı şehre vâli tâyin etti. Emrine sekiz bini yeniçeri olmak üzere, on iki bin asker bıraktı ve bir süre sonra başka birlikler de yolladı. Bağdâd vâlilerinin emirlerine çok geniş arazi verildiği için, sultan dördüncü Murâd’ın vefâtından sonra vâliler zaman zaman aşiret ayaklanmaları ve yeniçerilerin çıkardığı hâdiselerle uğraşmak mecburiyetinde kaldılar. Kara Mustafa Paşa’nın 1667’deki vâliliği sırasında Basra vâlisi Hüseyin Paşa’nın çıkardığı ayaklanma yatıştırılmışsa da, Basra’ya çeşitli yerlerden saldırmalar oldu. Bir çok aşiretler ayaklandı. Devlet, Avrupa sınırlarında çetin savaşlarla uğraştığı için, Bağdâd ve dolaylarına asker gönderemedi. Karlofça andlaşması yapıldıktan sonra, bölgeye gönderilen kuvvetler düzeni yeniden sağladı. 1704 senesinde Bağdâd’a vâli tâyin edilen Eyüplü Hasan Paşa, yirmi sene kadar süren vazifesi sırasında eyâletteki bütün âsî ve çapulcu aşiretleri itaat altına aldı. Yiyecek ve yakacaktan alınan bâzı vergileri kaldırdı. Bölgede emniyeti sağlamak için Osmanlı merkez teşkilâtının küçük bir numunesi olan Kölemenler ocağının temelini attı. Bağdâd, 1733 senesinde İran hükümdarı Nâdir Şâh tarafından kuşatıldı. Yedi ay süren bu kuşatmada başarılı olamayan Nâdir Şâh, yardıma gelen Topal Osman Paşa’ya yenildi. Nâdir Şâh on senelik bir aradan sonra Hind seferi dönüşünde tekrar Bağdâd’a saldırdı ise de, başarılı olamadı ve bir süre sonra öldürüldü. Ahmed Paşa’nın ölümünden sonra merkezden tâyin edilen vâliler, Kölemenler karşısında tutunamadılar ve sultan 1749 senesinde Ahmed Paşa’nın dâmâdı Süleymân Paşa’yı Bağdâd’a vâli tâyin etmek mecburiyetinde kaldı. Kölemen idâresinin Bağdâd’da gerçek kurucusu olan Süleymân Paşa, on iki sene süren vâliliği sırasında eyâlette, her yönden güveni ve düzeni sağladı. Süleymân Paşa’nın ölümünden sonra gönderilen vâliler, bölgede çıkan isyânları bastıramadılar. 1779’da vâliliğe tâyin edilen Kölemen ocağından Büyük Süleymân Paşa asayişi te’min etti ise de 1802’de ölünce, sonraki vâliler zamanında âsâyiş yeniden bozuldu. 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşında Bağdâd eyâletinin para göndermemesi üzerine, bölgeye gönderilen Ali Rızâ Paşa şehir halkının yardımıyla şehre girdi ve asayişi bozan Kölemen ocağını ortadan kaldırdı. Ali Rızâ Paşa Bağdâd vâlisi oldu. Bundan Midhat Paşa’ya kadar Bağdâd’a tâyin edilen Osmanlı vâlilerinin hepsi bölgede devlet otoritesini kuvvetlendirmeye çalıştılar. Midhat Paşa vâli olduktan sonra Degere olayı diye bilinen önemli ayaklanmayı bastırarak, Necid bölgesinin de Osmanlı Devleti’ne bağlanmasını sağladı. Çeşitli îmâr faaliyetlerinde bulunan Midhat Paşa’dan sonra Bağdâd’a gönderilen vâliler de Bağdâd’ı îmâr etmeğe ve devlet otoritesini kuvvetlendirmeye çalıştılar. Birinci Dünyâ harbi sırasında, 1917’de Bağdâd İngilizlerin işgaline mâruz kaldı. 1923 senesine kadar hukuken Osmanlılara bağlı kalan Bağdâd, Lausanne (Lozan) muâhadesinden sonra Irak Krallığı’nın başşehri oldu. Osmanlılar, Bağdâd’ı fethettikten sonra şehri eyâlet merkezi hâline getirdiler. Bu eyâlet on sekiz sancağa ayrılmıştı. Bunlardan; Merkez, Hille, Zengî-âdâb, Cevâzer, Rumâhiye, Cengule ve Karadağ tımar ve zeamet usûlüne bağlı idi. Dertenk Geylan, Karaniye, Demirkapı, Kirind, Vâsıt, Semâvat, Beyat, Derne, Debalâ, Alî Sâyih sancaklarında tımar ve zeamet uygulanmaz, beylerine has tâyin edilirdi. Bağdâd merkez sancağı ise salyâne usûlü (senelik olarak verilen maaş) ile idare olunurdu. Bağdâd beylerbeyinin sancaklara paşa ve beylerini tâyin etmek gibi özel yetkileri vardı. Zaman zaman İran şahlarına elçi göndermek veya gelen elçileri kabul etmek, buradan geçerek İstanbul’a gidecek olanlarını işin gereğine göre, yollamak veya oyalamak yetkisine sâhib bulunurlardı. Bağdâd’da Kânûnî devrinden başlamak üzere çeşitli zamanlarda altın, gümüş ve bakır paralar bastırılmıştır. Şehre nöbetle her sene İstanbul’dan yeniçeri ocağından seçilen 3000-5000 kişilik bir muhafız kıt’ası gelirdi. Ayrıca şehirde Yerli kulu denilen mahallî bir askerî kuvvet de vardı. Bağdâd, Osmanlı yönetimine geçtikten sonra, Osmanlı pâdişâhları ve vâlileri tarafından îmâr edildi. Kânûnî Sultan Süleymân, İmâm-ı a’zam’ın mezarını buldurup adına türbe, câmi ve medrese yaptırdı. Abdülkâdir-i Geylânî türbesi ve Câmii için zengin vakıflar kurdu. Sultan dördüncü Murâd bunları tekrar tamir ettirdi. Türbelerin kafes şebekesi som gümüşten yapıldı. Altın ve mücevherli yüzlerce kandil kondu. Kapıları ve eşikleri gümüşten yapıldı. Osmanlı vâlileri şehre su getirmek, köprüler, su bendleri yaptırmak, bir çok yeni bina ve çarşı kurmak gibi bayındırlık işlerine önem verdiler. Sultan Abdülhamîd Han zamanında Ankara-Bağdâd demiryolu bağlandı. Şehirde, rüşdiye, îdâdî ve san’at okulları açıldı. Etrâfını saran hurma ağaçları, süslü câmileri, türbeleri ve minareleri ile güzel bir görünüşe sâhib olan Bağdâd, iki kilometrelik bir surla çevrilidir. Şehirde 665 câmi ve mescid vardı. Hüseyin Paşa, Murâd Paşa ve Haseki Mehmed Paşa câmileri, Osmanlı devlet adamları tarafından yaptırılmıştır. Şehirdeki câmilerin büyük kısmı Abbasîler zamanında yapılmıştır. Pek çok medrese ve mekteb bulunan Bağdâd’daki Mercâniye ve Hulefâ medreselerinde yüksek ilimler öğretildi. Ayrıca altı dârülkurrâ ve yetmiş kadar dârül-hadîs, yedi yüze yakın tekke, iki yüz çeşme ve yüz, sebil vardı. At meydanında Murâd çeşmesi, Haydar Çelebi, Hüseyin Paşa, Mustafa Paşa, Hasbullah Çelebi, Ebû Bekr Hoca sebilleri güzel birer Osmanlı eseridir. Ayrıca çok sayıda han, hamam, saray, konak ve çarşılar şehri süslemiştir. Bağdâd kılıçları ve ceylan derisi özengileri dünyâca meşhurdu. 1) Târihi Cevdet; cild-1, sh. 339 2) Cihânnümâ (Kâtib Çelebi; İstanbul-1135) 3) Seyâhatnâme; (Evliya Çelebi, İstanbul-1314) cild-1, sh. 186, cild-2, sh. 404 4) Târih-i Nâimâ; cild-2, sh. 264 5) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1937 6) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 206 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 128, cild-5, sh. 252, cild-13, sh. 391 8) Osmanlı İran Siyâsî Münâsebetleri; sh. 169 9) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 173, cild-3, sh. 348, 371. 10) Osmanlı Devleti Târihi; (Hammer); cild-5, sh. 1406, cild-9, sh. 243 11) Osmanlı Devleti Târihi; (Uzunçarşılı) cild-2, sh. 348, cild-3, kısım-1, sh. 199 12) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-3, sh. 21 BAĞDÂDLI İSMAİL PAŞA Kitablar ve müellifler hakkında yazdığı eserlerle meşhur müellif. 1839 (H. 1255)’de Bağdâd’da doğdu. 1920 (H. 1339)’da İstanbul’da vefât etti. Baban ailesinden Baban Mehmed Emir Efendi’nin oğludur. Irak’da iken askerî mektebe girip bitirdi. Çeşitli askerî birliklerde görev yaptı. Jandarma Dâiresi İkinci Şubesi Müdürü iken 1875’de İstanbul’a yerleşti. 1908’den sonra liva rütbesi ile Jandarma Dâiresi müdürlüğüne tâyin edildi, İstanbul’da Bağdâdlı İsmâil Paşa olarak tanınmıştır. İsmâil Paşa, ilmî araştırmalarıyla da meşhur olup, otuz beş seneye yakın süren bir çalışma neticesinde Esmâ-ül-müellifin ve âsâr-ül-musannifîn ve îzâh-ül-meknûn fi’z-zeyli alâ keşf-üz-zünûn adlı meşhur eserlerini hazırladı. Esmâ-ül-müellifîn adlı eseri iki cild olup Arabça’dır. 1941 ve 1955 senelerinde İstanbul’da basılmıştır. Birinci cildde 5398 müellifin ismi vardır. Bu müelliflerin zikri geçen eserlerinin sayısı da 25.000 kadardır. Bu eserde bir müellifden bahsedilirken, sırayla müellifin adı, babasının adı, nisbeti yâni şöhreti ve lakabı, memleketi, mezhebi, vefât târihi, Türk olup olmadığı ve eserleri yazılmıştır. Eser alfabetik tertib edilmiştir. Keşf-üz-zünûn’a yazdığı iki cildlik zeylde ise 19.000 kadar kitabı tanıtmaktadır. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1084 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 32 3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 405 BAHRİYE MEKTEBİ Osmanlı donanmasına subay yetiştiren okul. Bugünkü Deniz harb okulunun ve Deniz lisesinin çekirdeğini teşkil eder. Osmanlı Devleti, kuruluş döneminde Ege ve Marmara’da kıyıları, gemi ve tersaneleri bulunan beylikleri idaresi altına almak suretiyle donanmaya sâhib oldu. Ayrıca, donanmanın ehemmiyeti sebebiyle kesîf çalışmalar yaptı. Nihayet, Fâtih devrinde, 1470’lere doğru dünyânın rakîbsiz olan Venedik donanmasını geçti. İkinci Bâyezîd ve Yavuz devirlerinde daha da gelişen Osmanlı donanması, Kânûnî zamanında en yüksek noktaya ulaştı. Donanmadaki personel, senenin büyük bir kısmını denizlerde geçiren çekirdekten denizciydiler. Tersânelerdeki işçi, usta ve mühendisler de çıraklıktan görerek yetişiyorlardı. Donanma ve tersane tatbîkâtlı (uygulamalı) ders veren birer mekteb durumunda olduğundan devlet haklı olarak ayrıca denizci ve gemi usta ve mühendisi yetiştirecek mekteb açma ihtiyâcını hissetmemişti. Ayrıca Osmanlı denizciliği en parlak devrini yaşadığından, denizcilik sahasında daha başka faaliyetlerde bulunmaya teşvik edici ve zorlayıcı sebepler de yoktu. Bu dönemde Avrupa devletlerinin durumu farklı idi. Osmanlı Devleti sınırlarının Tuna’ya ulaşması, Bizans’ı Avrupa topluluğundan koparması, boğazları kapatarak modern bin boğazlar statüsü kurması, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getirip, Akdeniz’de hâkimiyetini îlân etmesi sebebiyle, Avrupa devletlerinin bu denizlerdeki gelir, kapılan kapanmıştı. Ceneviz’in Karadeniz yoluyla Asya ve Doğu Avrupa’dan yaptığı ticâreti yok olmuş, Venedik de bu alanda büyük darbeler yemişti. Bu yüzden Avrupa devletleri zenginliğini bildikleri Asya memleketlerinin gelirlerinden istifâde edebilmek için açık denizlerde başka yollar aramak zorunda kaldılar. Müslümanlardan öğrendikleri pusula da onlara yaptıkları uzun deniz yolculuklarında büyük kolaylıklar sağladı. Portekiz ve İspanya’nın baş çektiği bu açık deniz seyahatleri neticesinde coğrafî keşifler yapıldı ve üç asır geçmeden Avrupa pek çok servet sahibi oldu. Daha sonra bu servetten en büyük payı İngilizler aldı. Bütün bunlara paralel olarak Avrupalılar, denizcilik ve gemicilik san’atında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Kürekli gemilerden yelkenliye, daha sonra buharlıya geçtiler. Bunun için lâzım gelen personeli yetiştirdiler. Donanmalarını da kalyonlarla (yelkenlilerle), yeni bilgi ve tecrübeleriyle techiz edip donattılar. Avrupa bu seviyede bulunurken, Osmanlı Devleti mevcut durumunu ve hâkimiyetini devam ettirme ile iktifa ediyordu. Bu sebeple modern gemilere ve yetişmiş personele sâhib Avrupalı karşısında muvaffak olamıyordu. Bunun için on yedinci yüzyılın sonunda donanma modern gemilerle donatıldı. Fakat bu defa yetişmiş personel sıkıntısı başgösterdi. Hattâ 1768-1774 Osmanlı-Rus muhârebesinde yirmi kalyon (yelkenli gemi) bulunduğu hâlde, personel yetersizliğinden yalnız on tanesi techiz edilebilmişti (donatılabilmişti). Bu filo, Rusların Ege denizine sokulan Baltık filosu karşısında kesin netîce alamıyarak Çeşme limanına çekilmişti. 6-7 Temmuz 1770 gecesi Rus filosuna âid bir ateş kayığının baskını ile Osmanlı kalyonlarının tamâmı yakıldı ve beş bin denizci şehîd oldu. Zâten personel sıkıntısı çeken Osmanlı Devleti’nin artık denizci mes’elesini köklü bir şekilde hâlletmesi, gemicilik bilgi ve tecrübesi ile deniz muhârebe san’atında mahir denizci yetiştirmesi zarureti ortaya çıktı. Donanmanın ehemmiyetini çok iyi bilen Osmanlı pâdişâhları bu hususta hiç bir fedâkârlık ve masrafı esirgemediler. 1734 yılında sultan birinci Mahmûd zamanında Üsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mekteb) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı. Arkasından sultan üçüncü Mustafa’nın emri ile Kasımpaşa’da bir kalyonda gemi kaptanlarının katıldığı bir kurs açıldı. Aralarında Baron de Tott’un da bulunduğu yabancı hocalar tarafından düzlem geometri ve seyr dersleri gösterildi. Bundan dolayı bâzıları Deniz Harb Okulu’nun kuruluş yılı olarak sultan üçüncü Mustafa zamanını kabul eder. Bilâhare 1776 (H. 1190) târihinde Kasımpaşa’daki tersanede Mühendishâne-i Bahrî adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harb Okulu’nun kuruluş yılı olarak bu târihi kabul edenler de vardır. Bu sınıfa bir hoca, muavin ve bir eğitim âletleri muhafızı tâyin edilerek, on talebe alındı. Ders olarak matematik, coğrafya ve harita okutuluyordu. Bu mektebe hoca olarak ilk defa Cezâyirli Hasan Hoca vazifelendirildi ise de, mîrî kaptanlığa tâyin edilmesiyle, yerine imtihanla Seyyid Osman Efendi getirildi. Bir müddet sonra Seyyid Osman Efendi’nin de Hasköy mühendishânesi (Kara mühendishânesine) tâyin edilmesi üzerine, yerine, mühendishânenin yetişmiş talebelerinden Mustafa Efendi getirildi. Beş-altı sene sonra bu mühendishâne küçük geldiği için, Halîl Hâmid Paşa’nın sadrâzamlığı ve tersanedeki inşâat, tâmirat, alım-satım işlerine bakan Atâ Bey’in tersane eminliği zamanında, şimdiki Câmialtı yakınındaki Tersane zindanı yanında iki-üç odalı bir mühendishâne yaptırıldı. 1782 (H. 1192)’de mektebe, deniz tabiyesi ve hendese (mühendislik) dersleri de ilâve edildi. Bu sırada İstanbul’da bulunan Fransız firkateyninin komutanı binbaşı Truquet, deniz tabiyesi; Fransız sefarethânesi (elçiliği) vazifelilerinden Tonda da mühendislik dersleri verdiler. Bu Fransız öğretmenlerin hazırladıkları ders notları Türkçe’ye çevrilerek talebelere dağıtılıyordu. Yine Halîl Hâmid Paşa’nın sadrâzam olduğu 1784 (H. 119B) senesinde Fransa’dan istihkâm binbaşısı Mâniye ile Lafayet Klave isimlerinde iki kale mühendisi getirildi. Bunlar, Tersane mühendishânesinde (Bahriye mektebinde) uygulamalı olarak ders vermeye başladılar. Böylece Tersane mühendishânesinin yanında Kara mühendishânesinin de çekirdeği kuruldu. İstanbul’da Fransız hey’etinin Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerini modernize etmek için yaptıkları bu faaliyetler, Rusya’nın hoşuna gitmedi. Buna mâni olmak için teşebbüslerde bulundu. Müttefiki olan Avusturya imparatorluğu ile Fransa’ya müracaat edince, Avusturya kralının dâmâdı olan Fransa kralı on altıncı Louis, 1788’de üçüncü Selîm zamanında, Türkiye’deki askerî uzmanlarını geri çağırdı. Bundan sonra mektebde yalnız nazarî (teorik) tedrisâta devam edildi. Bu dersi, Gelenbevî İsmâil ile Kasabbaşızâde İbrâhim efendiler veriyordu. Üçüncü Selîm, 1787-1792 Türk-Rus harbinden sonra, çekirdekten denizci olan Küçük Hüseyin Paşa’yı kapdan-ı deryalığa getirdi. Küçük Hüseyin Paşa, Osmanlı bahriyesini modernize etmek için pek çok gayret gösterdi ve 1795 yılında Tersane mühendishânesine bir gemi inşâ dâiresi açıldı. Bölümün başına da Fransa’dan getirilen Brün tâyin edildi. Bölümün dersleri üç kısım olup, birincisinde, matematik, hendese (geometri); ikincisinde, resim ve gemi resimleri dersleri vardı. Üçüncü kısım, gemi inşâat tezgâhlarına gidip, tatbikat yapmaktı. İnşâ bölümünde on talebe vardı. Her talebenin kabiliyet ve çalışması hakkında her ay kapdan paşaya bilgi veriliyordu. Zamanla iyi talebeler yetişti. Hattâ buradan yetişme olan Mustafa ismindeki talebe Brün’e muavin oldu. Daha sonra yine Fransa’dan getirilen Parale adlı mühendis, tatbîkâtlı harita, coğrafya ve seyr-i sefâin dersleri vermeye başladı. Neticede Tersane mühendishânesi; seyr-i sefâin ve harita ile gemi inşâ bölümü olmak üzere İki kısma ayrılmış oldu. Seyr-i sefâin ve harita bölümünden me’zun olanlar, önce jurnal hocası (seyr zabiti), sonra çorba hocası (levazım zabiti), daha sonra baş hoca yâni ikinci kumandan, nihayet imtihanı kazanırlarsa, kapdan oluyorlardı. Gemi inşâ bölümünü bitirenler ise, sırayla İkinci kalfa, baş kalfa ve sonunda mîmâr oluyorlardı. Üçüncü Selîm’in dikkat ve bilgisi, Küçük Hüseyin Paşa’nın gayretleri ile Bahriye mektebi gittikçe rağbet kazandı ve bahriyenin modernleşmesi yolunda büyük adımlar atıldı. Ancak bu sırada Napolyon’un tutumu daha fazla işler yapılmasına manî oldu. Mısır’ı işgal ederek Osmanlıları yıllarca uğraştırdı. Sonunda Fransızlar Mısır’dan çıkarıldı. Küçük Hüseyin Paşa, donanmanın başında zaferle İstanbul’a döndükten bir müddet sonra vefât etti. Onun yerine Fransa’da elçilik yapmış, çok çalışkan ve müteşebbis bir zât olan Morali Seyyid Ali tâyin edildi. Seyyid Ali daha modern Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn adı ile bir Bahriye mektebi binasının inşâası için üçüncü Selîm’den izin aldı. Binanın temelleri atıldığı sırada Kabakçı isyânı çıktı (1807). Bütün bunlara rağmen, üçüncü Selîm zamanında İstanbul tersanesi yeniden canlandı. Mühendishâne ders programına cebir, trigonometri, mekanik, astronomi, atıcılık ve harb târihi kondu. Ayrıca Arabça, Fransızca mecburî olup, Farsça seçmeli idi. Bu sırada, çok iyi Fransızca ve bâzıları İngilizce öğrenmiş subay ve mühendisler yetişti. Bahriye mektebindeki tedrisât bu şekilde devam ederken, 1821 (H. 1237) Kasımpaşa yangınında mekteb yandı. Bir yıllık aradan sonra, Kasımpaşa’daki askeri bıçakçı yeri olarak kullanılan binada, bâzı tadilât yapılarak, on iki yıl zor şartlar altında derslere burada devam edildi. Fakat burası ihtiyâcı karşılamadığı için seyr-i sefâin (deniz subaylığı) kısmı 1834 (H. 1250)’de Heybeliada’daki Kalyoncu kışlasına nakledildi. 1838 yılında Kasımpaşa’da şimdiki Deniz hastahânesinin olduğu yerde bulunan Cezâyirli Hasan Paşa’nın konağı satın alındı. Dört yüz talebeyi okutacak şekilde bir Bahriye mektebi yapıldı ve Heybeliada’daki seyr-i sefâin bölümü tekrar buraya taşındı. Tanzîmât devrinde ise mektebin ismi, Mekteb-i bahriye-i şâhâne olarak değiştirildi ve programında bâzı yenilikler yapıldı. 1848 (H. 1264)’de Sultan Abdülmecîd zamanında Patrona-i hümâyûn kapdanı Mustafa Paşa, Bahriye mektebi ile ilgili bir lâyiha (rapor) verdi. Lâyihada, tersanedeki tahsil müddetinin yedi seneden dört seneye indirilmesi, talebe sayısının yüz yirmiden fazla olmaması, darülfünûn (üniversiteden talebe alınıncaya kadar, 14-16 yaşları arasındaki deniz subayı çocuklarının talebe olarak alınması, alınacak talebelerin Kur’ân-ı kerîmi okuyabilmesi, Arabî yazabilmesi, sıhhat ve diğer durumlarının bir hey’et tarafından tedkîk edilmesi, üçüncü sınıfa gelince talebelerin makina ve inşâiyye sınıflarına ayrılmaları, üçüncü ve dördüncü sınıf talebelerine îmân, amel ve ahlâk bilgilerini ihtiva eden ilmihâl bilgilerinin öğretilmesi, Arabî, matematik, geometri, cebir, resim, Fransızca, inşâiyye ve güverteye ayrılan talebelere de kendi bölümleri ile ilgili dersler gösterilmesi teklif ediliyordu. Bahriye meclisi, bu rapora; talebeye tatbikat gemisinin tahsis edilmesi, Fransızca seçmeli ve İngilizce’nin mecburî olmasına dâir iki madde ekledi. Bu lâyiha ilâvesiyle birlikte, hükümet tarafından kabul edildi. 1852 yılına kadar Kasımpaşa’da kalan Bahriye mektebi, bu sırada Sakızağacındaki hastâhânenin Mühendishâne-i bahrî binasına nakledilmesi üzerine, Kasımpaşa’daki Mühendishâne-i bahrî de Heybeliada’ya nakledildi. 1860’da tahta geçen Sultan Abdülazîz, Bahriye teşkilâtına son derece ehemmiyet verdi. Osmanlı donanması, dünyânın sayılı donanmaları arasında yer aldı. Bahriye mektebi büyük bir gelişme içerisinde iken, 93 Osmanlı-Rus harbi bu durumu önledi. Bu dönemde, Bahriye mektebinin dershâne binası ile vapur iskelesi arasında bir köşk yaptırılarak, burada Ticâret-i bahriyye mektebi öğretime başladı. Bu mektebin 1904 yılında kapatılması ile talebeler, Bahriye mektebinde karşılığı olan sınıflara alındı. İkinci Meşrûtiyet’den (1908) sonra Bahriye mektebinin programı, İngiliz bahriye okulu esaslarına göre düzenlendi. Genel kültür ve meslek derslerine ağırlık verildi. Bilâhare makina ve levazım kısımları açıldı. Daha sonra, Cumhuriyet döneminde açılan Deniz lisesine (1928), Deniz harb okulu ismi verildi. Okul 1985 yılında Heybeliada’dan Tuzla-Tuzbumu’ndaki te’sislerine taşındı. 1) Deniz Mektebleri Tarihçesi (F. Kurdoğlu, İstanbul-1941) 2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 507, 528 3) Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi’nin Tarihçesi (Suphi Aksoydan, Deniz Kuvvetleri Dergisi); cild-79, Ağustos-1973, sayı 482); sh. 10 4)1773’den 1973’e kadar Türk Bahriyesinde Öğretim ve Eğitim (Hasan Yumuk, Deniz Kuvvetleri Dergisi, cild-79, sayı-482); sh. 4 5) Deniz Harp Okulu Tarihçesi ve İlgili İncelemeler (İstanbul Deniz Müzesi Müdürlüğü, Deniz Kuvvetleri Dergisi, cild-87, sayı 499); sh. 4 BAHRİYE TEŞKÎLÂTI Donanma, tersane, Bahriye mektebi ve bunlarda vazifeli personelden meydana gelen teşkilât. Teşkilât içerisinde donanma esas gaye olup, diğerleri onun için vardır ve Osmanlı Devleti’nin bütün devirlerinde mühim bir kuvvet olma hususiyetini dâima muhafaza etmiştir. Donanma İlk Osmanlı donanması; Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sâhib olunan gemi ve personelle kuruldu. Fâtih Sultan Mehmed zamanında ise dünyâ çapında bir seviyeye kavuştu. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Selîm zamanlarında donanma daha da gelişerek, Barbaros kardeşlerin kendilerini hizmete adamaları ile Kânûnî devrinde en mükemmel şeklini aldı. Marmara, Karadeniz, Akdeniz birer Türk gölü hâline geldi. Bu muazzam donanmanın ve diğer bütün Bahriye teşkilâtının bağlı olduğu en yüksek makam kapdân-ı deryalık makamı idi. Uzun müddet deniz işlerine bakan bu makam, 13 Mart 1867 yılında kaldırılarak yerine 19 Mart 1867’de Bahriye nezâreti kuruldu. Kapdânı deryaya da bahriye nâzırı denildi. Kapdân-ı derya 1516’ya kadar Gelibolu’da ikâmet ederken, ondan sonra Kasımpaşa’da oturmaya başladı. Kapdân-ı derya, önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu idi. Kapdân-ı deryanın sırasiyle, kapudâne (oramirâl), patrona (koramiral), riyale (tuğamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kapdân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Kapudânenin rütbesi derya sancakbeyi (tümamiral) iken, sonradan derya beylerbeyi (oramirâl) olmuştur. Patronalara beylerbeyi (koramirâl) rütbesi verildiği de görülür, Osmanlı deniz kuvvetleri, bu dört kişi tarafından idare olunurdu. Kapdân-ı derya (büyük amiral) al, bahriye beylerbeyi (oramirâl) yeşil, bahriye sancak beyi (tümamiral) mavi âsâ taşırdı. Kadırgalarına kara generallerinin tuğlarına karşılık olmak üzere; sırasiyle üç, iki ve bir fener takarlardı. Osmanlı bahriyesinde subaylık ve leventlik (deniz erliği) çok defa babadan oğula geçerdi. Mezomorto Hüseyin Paşa, hazırladığı donanma kanunnâmesine; “Babası Osmanlı donanmasında subay olmayan hiç bir levendin deniz subayı olamıyacağı maddesini koyarak, deniz subayının çekirdekten yetişmesini istemişti. Levend başarı gösterirse, subaylık rütbelerini geçerek kabdân-ı deryalığa kadar yükselebilirdi. Osmanlı Deniz kuvvetlerinin başı olan kapdân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Adalar denizi (Ege denizi), Marmara, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi. Kapdân-ı derya bütün bu denizleri, buralarda üslenmiş olan amiralleri vâsıtasıyle idare ederdi. Bunlar arasında en mühimi Cezâyir kapdanlığı idi. On altı ve on yedinci asırlarda Cezâyir kapdanlığının donanması tek başına dünyânın belli başlı donanmalarından biri idi. On altıncı asrın sonunda kurulan Tunus ve Trablusgarb (Libya) kapdanlığı da, kapdân-ı deryanın emrinde olarak doğrudan Dîvân-ı hümâyûna bağlı idi. Bu üçünden başka, doğrudan kapdân-ı deryaya bağlı kapdanlıklar da vardı. Bunlar; İskenderiye kapdanlığı: Çok kestf olan Anadolu-Mısır trafiğinden mes’ûl idi. Süveyş veya Hind kapdanlığı: Doğuda Endenozya, güneyde Mozambik’e kadar filo gönderirdi. Tuna kapdanlığı: Elindeki ince donanma denen filosuyla, Estergon’a kadar, Tuna nehri üzerindeki askerî ve ticarî trafikten mes’ûl (sorumlu) idi. Fırat kapdanlığı: Tuna kapdanlığından küçük olup, Birecik’ten Basra’ya kadar olan trafikten mes’ûl idi. İran’a karşı yapılan muhârebelerde ehemmiyeti artardı. Hazar ve Kür (Ardahan) kapdanlığı: İran seferlerinde orduya malzeme taşımak için birlikte hareket ederlerdi. Faşa (Fas, Riyon) kapdanlığı: İran muhârebelerinde kullanılan askerî nakliyeye âid bir ince filo idi. Nil kapdanlığı: Nil üzerindeki trafiği denetlemekle beraber, devlete itaat etmeyen bedevilere gözdağı vermek gayesi ile kurulmuştu. Osmanlı deniz hâkimiyetinin te’minâtı olan donanmada daha ziyâde; çektiri, kadırga gibi kürekli gemiler kullanılıyordu. İkinci Bâyezîd devrinde yelkenli gemilerden kalyonlar kullanılmışsa da zaman zaman terk edilmiş, kesin olarak yelkenli gemilere geçiş on yedinci yüzyılın sonunda mümkün olabilmiştir. Gemiler sekiz-on yıldan fazla donanmada bulundurulmazdı. Yoksa donanmanın gücüne zaaf verirdi. Böyle gemiler Avrupa devletlerine satılır, yerine daha yenisi konurdu. Böylece her on senede bir donanma yenilenmiş olurdu. Gemilerde azablar, leventler, kürekçiler, kalyoncular gibi muhtelif hizmet grubu vardı (Bkz. Donanma). Osmanlı donanmasında, ayrıca korsan ocağı denen mühim bir denizci sınıfı da vardı. Akıncılar karada ne ise, korsan ocağı da denizde aynı vazifeyi görürdü. On altıncı asırdaki dehâ sahibi denizcilerin hemen hepsi bu sınıftan gelmişti. Gayet techizâtlı olan Osmanlı donanması, disiplin ve intizâmı ile yabancılar tarafından takdir görmüştür. Nitekim zamanın Fransa büyükelçisi Sakız adasındaki Osmanlı donanmasının disiplin ve intizâmını övmekten kendini alamamıştır. Osmanlı donanması bu seviyeye, gemi ve teçhizat bakımından pek yüksek bir teknik, idâri üstünlük ve denizcilerin kültür seviyelerinin çok ileri olması ile ulaşmıştır. Kristof Colomb’un Amerika kıt’asına ayak basmasından 21 yıl sonra donanma-yı hümâyûnun elinde, Amerika’nın Atlantik kıyılarının en iyi haritası bulunuyordu. 1529’da bu harita, 16 yıllık yeni keşiflerin neticelerine göre düzeltilmişti. Bu târihlerde Pîrî Reis’in bu derece mükemmel bir Amerika haritası çizebilmesi, Avrupalıların hâlâ münâkaşa ettiği bir mevzudur. Bu devirde Osmanlı denizcilerinin küttür seviyeleri pek ileri idi. Meselâ Pîri Reis, Türkçe’den başka; Arabça, Farsça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce’yi şiir yazacak derecede iyi biliyordu. Bir kaç dil bilmeyen Türk denizcisi azdı. Bunlar bilhassa korsan (deniz akıncısı) sınıfına mensup subaylardan olup devletin istihbaratında çalışır, düşman donanma ve gemilerinin harekâtına, hangi limandan ne zaman ayrılacağına ve rotalarının ne olacağına dâir mühim bilgileri, ilgili mercilere ulaştırırlardı. Düzenli bir bahriye teşkilâtına sâhib olan Osmanlı Devleti, donanma-yı hümâyûn için hiçbir fedâkârlık ve masraftan çekinmezdi. Tersane Devlet, gemilerini dışardan almaz, kurduğu büyük tersanelerde yapardı. İstanbul’un fethinden önce en büyük tersane Gelibolu tersanesi idi. Burada 1470’e doğru, Venedik donanmasını geçmek için 100.000 işçi birden çalıştırıldı. Fâtih’den sonra ise, Tersâne-i hümâyûn ve Haliç tersanesi de denilen İstanbul tersanesi birinci sırayı almıştır. Tersâneyi hümâyûn on yedinci asrın sonlarında 137 gemiyi birden tezgâha koyup, kızakdan indirecek şekilde idi ve devletin seksen altı tersanesi vardı. Bu tersaneler, aynı zamanda, büyük sanayi siteleri idi. Osmanlı Devleti’nin sanayi kuvveti, on altıncı asırda öyle kurulmuştu ki, devletin eski gücünü kaybettiği 1838’de Samsun tersanesini gezen bir yabancı, buradan takdirle bahsetmiştir. Devletin en büyük tersanesi olan tersâne-i hümâyûn, kapdân-ı deryanın emrinde idi. Ondan sonra en yüksek rütbeli me’mur, tersanedeki elli bin işçi, usta ve mühendisin âmiri olan bahriye müsteşarı makamındaki, tersane emini idi. Başlıbaşına bir şehir olan tersanenin disiplinini, bir ihtilâf ve kargaşalığa meydan vermeden o te’min eder, her gece 300 azab (deniz piyadesi) devriye gezer ve 35 kapdan da hiç uyumadan nöbetçileri murakabe (kontrol) ederdi. Donanma-yı hümâyûnun masraflarından da mes’ûl olduğu için, tersane emînine, 1805-1807 yılları arasında defterdâr denildi. Tersanenin diğer me’murları rütbe sırasına göre şöyledir: Kethüda, tersane başmîmârı, forsa, zindan kâtibi, mahzen kâtibi, tersane başsavcısı ve bunlardan başka albay rütbesinde diğer vazifelilerdir. Bahriye Mektebi Kuruluşundan yükselme devrine kadar, donanma ve dersânesi için çekirdekten yetişmiş personel çalıştıran Osmanlı Devleti, bilhassa kuvvetli olduğu devirlerde, böyle bir şeye ihtiyâç hissetmediğinden, bunlar için mektepler açmamıştır. Fakat daha sonraları, dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Osmanlı Devleti’nin duraklama ve peşinden gerileme dönemlerine girilmesi, bahriye teşkilâtı için denizci yetiştirmesini mecburi kılmıştır. 1770’de personel yetersizliği sebebiyle, 20 kalyondan sâdece 10 tanesi teçhiz edilebilmiş olan donanmanın da, Baltık’dan gelen Rus donanması tarafından yakılması, bu mes’elenin kat’î (kesin) olarak hâlledilmesini icâbettirmiş, önce 1773 târihinde kurs şeklinde, sonra 1776’da daha da ileri bir tedrisâtla, Mühendishâne-i bahrî adı ile ilk deniz okulu açılmıştır (Bkz. Bahriye Mektebi). 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 389 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 148 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 5 4) Gelibolu ve Yöresi Târihi (F. Kurdoğlu, İstanbul-1939) BAKÎ On altıncı asır dîvân şâiri; âlim, müderris ve kazasker. Asıl adı Mahmûd Abdülbâkî’dir. Babası Mehmed Efendi, Fâtih Câmii müezzini idi. Bakî, önceleri saraç çıraklığı yapmış, fakat gelip geçerken gördüğü medrese talebesi ve havası onu ilim yoluna çekmiştir. Onun saraç değil sirâc çıraklığı yâni kandil yakanların çırağı olduğu iddia edilirse de böyle bir mesleğin varlığı söz konusu değildir. Şayet böyle bir meslek olsaydı, medrese talebesi ile iç içe yaşıyor denebilirdi. Hâlbuki Bakî, yolunun üstünde her gün bunlara rastlamış, devrinde ilmin ne derece rağbet gördüğünün farkına varmış, nihayet bitmez tükenmez bir okuma aşkı ile kendisini medresede bulmuştur. Hocaları arasında Ahaveyn adı ile meşhur Karamânî Ahmed ve Mehmed efendiler vardı. Bu iki kardeşten ders okuduktan sonra, Kâdızâde Efendi’nin Süleymâniye’deki toplantılarına katılarak akranları arasında ön sırayı almıştır, Bakî, Süleymâniye medreselerinin yapımında nezâretçi bulunduğu bu zamanlarda Nahcıvan seferinden dönen Pâdişâh’a sunduğu bir kasîde ile dikkat çekmiş, hâlini arz ederek Sultân’ın takdir ve iltifatlarına kavuşmuştur (1555). Kâdızâde’nin bir sene sonra, 1555-56 (H. 963) Haleb kâdısı olması üzerine, beraberinde gitmiş, hocasına Râiyye; Haleb beylerbeyi Kubâd Paşa’ya da Hilâl kasîdelerini sunmuştur. Dört senelik bir ayrılıktan sonra, İstanbul’a dönerken büyük âlim Ebüssü’ûd Efendi’nin en büyük oğlu Mehmed Çelebi ile Konya’da karşılaşmıştır. Mehmed Çelebi’nin babasına gönderdiği mektubu fırsat bilerek Ebüssü’ûd Efendi’ye Lâmiyye kasîdesini sunarken, ayrıca Filibeli Mahmûd Efendi’ye iki kasîde yazmış ve Rüstem Paşa’ya yakın olma yollarını aramıştır. 1562 (H. 969 Safer) yılında Molla Merhûm’a dânişmend, 1563 (H. 971 Ramazan)’de de yirmi beş akçe ile müderris olmuştur. Fakat medrese verilmesinde tereddüd edilmiş, nihayet aynı yılın Şevval ayı ortalarında Silivri’de bulunan Pîrî Paşa medreselerinde müderrisliğe başlamıştır. Rüstem Paşa’dan sonra sadrâzamlığa getirilen Semiz Ali Paşa’ya da kasîdeler sunan Bakî oldukça takdîr gördü. Semiz Ali Paşa ve Mîrâhor Ferhad Ağa vâsıtasıyle Pâdişâh’a yaklaşarak, kasîdeler sunmaya başladı. Netîcede sultânın gönderdiği gazellere söylediği nazîreler sayesinde şöhreti gittikçe arttı ve meslek hayatındaki yükselişleri devam etti. Hattâ 1564 yılında maaşı iki katına çıkarılarak, Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. İki sene sonra 1566 (H. 974) de pâdişâhın ölümü, Bakî için bir dönüm noktası oldu. Bu hâdiseden duyduğu teessürü bildiren meşhur mersiyesini yazmasına, ayrıca yeni sultâna yer vermesine rağmen vazifesinden alındı. Sultan İkinci Selîm Han, asrın bu büyük şâirini üç sene sonra, 1569 (H. 977)’de yeniden Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine getirdiği gibi, iki sene sonra Temmuz ayında Eyyûb müderrisliğine tâyin etti. Ardından Sahn müderrisi olan şâir, pâdişâh meclislerinde de görülür oldu ve 1574-75 (H. 983) yılında Süleymâniye Medresesi’ne terfî etti. Aynı senenin Şaban ayında, üçüncü Murâd Han’ın tahta geçmesi üzerine, bir cülûsiye sunmasına rağmen, çekemeyenleri tarafından iftiraya uğradı ve; Cihânın nimetinden kendü âb u dânemüz yiğdür İlün kâşanesinden gûşe-i virânemüz yiğdür. beyti ile başlayan bir şiirle pâdişâhın ihsânlarını küçümsediği öne sürüldü. Neticede işinden olduğu gibi, İstanbul’dan da uzaklaştırıldı. Ancak sevenleri, bu şiirin Nâmı mahlaslı bir şâirin olduğunu ispatta gecikmediler. Bakî’nin haklılığı ortaya çıkınca, Edirne Selîmiyesine tâyin edildi; hemen ardından Sultan Selîm-i kadîm Medresesi müderrisliğine getirildi. 1579 (H. 987 Muharrem)’da Mekke-i mükerreme kâdısı olan Bakî, bir sene sonra Medîne-i münevvere kâdısı oldu ise de 1582 (H. 989)’da azl edilince, İstanbul’a döndü. 1584 (H. 992) yılında hâkim-i dârussaltana yâni İstanbul kâdısı oldu ve bu vazîfesi iki sene sürdü. 1586 (H. 994)’de aynı vazîfeye ikinci defa getirildi. Aynı sene Anadolu kazaskerliğine yükseldi. İki sene sonra ayrılarak köşesine çekildi ise de 1590’da yine aynı vazîfeye getirildi ve 1591 (H. 1000) yılında Rumeli kazaskeri oldu ve emekliye ayrıldı. Üçüncü Murâd Han devrinin son senesinde yeniden Rumeli kazaskeri oldu ise de istifa etti. Üçüncü Mehmed’in 1595 yılında tahta geçmesi ile yazdığı cülûsiye üzerine üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. Aslında şeyhülislâm olmak ümîdi vardı. Ancak önce Hoca Sâdeddîn, onun ölümü ile de Sun’ullah Efendi’nin bu makama gelişleri Bâkî’yi bu ümidinden vaz geçirdi. 1598 yılında Rumeli kazaskerliğinden ayrılarak köşesine çekilen şâir, nihayet 7 Kasım 1600 (H. 1008) târihinde vefât etti. Edebî yönü ele alınınca, onun yetişmesinde en büyük rolü Balıkesirli Zatî oynamıştır. Aslında medrese hayası içinde yetişen Bakînin bu sahadaki istidadı pek fazladır. Akranları arasında seçilmeye başlanan genç şâir, daha on dokuz yaşında şöhret kazanmaya başlamış, başta Hoca Sâdeddîn Efendi olmak üzere, asrın şâirlerinden Nev’î, Vâlihî gibi sayıları onun üzerinde olan geniş bir arkadaş çevresi edinmiştir. Bâkî’nin bu devrede en çok gelip-gittiği yer sahhâf ve şâir Zâtî’nin küçük bir edebiyat mahfili olan dükkânıdır. Kendisinin “Üstâd-ı şirân-ı Rûm” diye bahsettiği Zatî, Bâkî’ye iltifatlarda bulunup, şiirlerini tashih etmiştir. Bu edebiyat mahfilinin ortaya çıkardığı samimî bir havada, tabiatı îcâbı gittikçe açılan Bakî, sonunda ustası Zatî tarafından takdir edilmiş ve matlâları gazel hâline getirilmiştir. Ayrıca Bakî, devrinin mes’elelerini fırsat bilerek yazdığı şiirlerle dikkat çeken bir şâirdir. O, bu yönü ile devlet büyüklerine yaklaşmasını da bilmiştir. Hayâtının sonuna yakın evlenen Bakî Efendi’nin, Şeyhî mahlasıyle şiirler yazan Mehmed ve Abdurrahmân Efendi adında iki oğlu var idi. Kânûnî sultan Süleymân, ikinci Selîm, üçüncü Murâd ve üçüncü Mehmed Han zamanlarında yaşamış olan Mahmûd Abdülbâkî Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve güzel ahlâk sâhibî idi. Dîni ilimlerdeki üstünlüğü şeyhülislâm olabilecek derecedeydi. Ancak sırası gelmediği için bu vazîfeye tâyin olunamadı. Tatlı dilli, güler yüzlü ve hoş sohbet idi. Açık kalbli, temiz yürekli, nâzik ve kibar mizaçlı olduğu için nükteli tarizlerinde zarafet haddini aşmazdı. Herkese iyi muamele eder, istemiyerek kalbini kırdığı kimselerin gönlünü almaya çalışırdı. Hayırsever bir zât idi. İstanbul’da Nişancı Paşa-i Cedîd yanında Bakî Efendi Mescidi’ni yaptırmıştı. Bâkî’nin hayatındaki adım adım yükseliş, şeyhülislâmlık mevkiine ulaşamasa bile, şiirde pâdişâhlığa ulaşmasına sebeb olmuş, Kânûnî’ye arkadaşlık etmiş ve birlikte şiir musahabelerinde bulunmuşlardır. Kısaca bu devrin tanınan iki pâdişâhı vardır. Biri Sultan Süleymân Han, diğeri ise şiirin sultânı olan Bâkî’dir. Ona Türk târihinin en yüksek devrinde Sultân-üş-şu’arâ denilmesi boşuna değildir. Çocukluğunda çok fakir olması sebebiyle, şiirinde hayâtın içinden getirdiği hususlar vardır. Hattâ şiiri bu yönden ele alınınca, bâzı sözleri atasözü hükmündedir. Halk tâbirleri ve deyimlere yer vermesinin yanında, kullandığı kelime kadrosu bakımından yer yer halk şâirlerine yaklaştığı görülür. Şiirdeki bu kuvvetliliği, yaşadığı ve içinden geldiği hayattan getirmiştir. Şiir diline renklilik ve akıcılık getiren Bakî, İran Edebiyatı te’sirinin de ortadan kalkmasına sebeb olduğu gibi, bulunduğu asra şiirde millîliği getirmiştir. Yaratılıştan kibar ve zarif oluşu, nükteleri ile şiirini atbaşı götürmesine yol açmıştır. Şiirinin yanında, dillerde dolaşan nükteleri de bâzı şiir mecmuaları ve kitaplarda yer almıştır. Bakî, san’atta, Osmanlı Türkçesi Edebiyâtı’nın en büyük şâiri olma durumunu dâima muhafaza etmiş, şöhreti Osmanlı cihân devletinin bütün hudutlarına yayılmıştır. Ayrıca şiirinin helva gibi gıda olduğunu ve elden ele dolaştığını zikreden kaynaklar mevcuttur. Çü güftâr-ı Bâkî-i şîrîn-edâ Edip höb halvâyı âhir gıda Geze elleri câm-ı sâkî gibi Düşe dillere şi’r-i Bakî gibi beytleri bunun açık delîlidir. Araştırıldığı takdirde bu kabil mısra’ ve beytlerin, devrin diğer müelliflerinden daha fazla görülmesi mümkündür. Bâkî’yi bu duruma getiren, dili ustaca kullanmasıdır. Ses ve mânâyı şiirinde birleştiren şâir, ahenkli ve temiz bir üslûb ortaya koymuştur. Onun şiiri; ölçülü ve bilgi hudutları içinde kullanılan bir dilin mahsulü idi. Şiirinde kullandığı kelime, tâbir ve deyimlerin menşei halkın dili, ev ve aile Türkçesi idi. Kısaca Bakî, muhteva ve şekil itibariyle Türkçe’nin cümle yapısına değer vermiş ve millî nazım cümlesini korumasını bilmiştir. Bakî san’atın gözü ile eşyaya bakar. Bâzan resme ulaşan şiirleri vardır. Bu, bir asır sonra Nedîm’e de te’sir eder. Onun gazelleri bitmemiş hissini verir. Bâkî’de güzellik ve mükemmellik esastır. Kullandığı her kelime, şâiri güzeli yakalamaya götürür. Gazellerinin muhtevası genişlik gösterir. Her ne kadar neş’e, zevk ve yaşama yönünde şiirler yazmışsa da, onun şiirlerinde dînî taraf da ağır basar. Sabr, Bâkî’de üzerinde durulması gereken bir unsur olup, bu sayede şikâyetten uzaktır. Bâzı gazelleri kendinden bahseder, hele Bana redifli gazeli tamamen şahsını verir ve; “İşte Baki budur” hükmüne götürür. Tabiî ki bütün bunlarda kalemin ve sözün gidişini de hesaba katmak gerekir. Câna redifli gazeli, kendisini tamamlıyan şiirleri arasında zikredilebilir. Bâkî’ye göre şâir, âlem bağının bülbülüdür. Bülbül ise gülbahçesinde bulunur. Âşıkın gerçek tarifini de yapmaktan çekinmez. Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına derken, Kânûnî Sultan Süleymân Han gibi, tasavvuf neş’esi içinde her şeyden geçtiği görülür. Zâten bu gazelin tamâmı, tasavvufta yer alan sûfî ibn-ül-vakt umdesine sıkı sıkıya bağlıdır. Hakîkat sırrına vâkıf değilsin Alâkan var ise aşk-ı mecâza derken de gerçek tasavvufa gider ve ilâhî taraf ağır basar. Şâir ayrıca cehaletten ve câhillerden şikâyet etmektedir. Bir bakıma zamanları devirleri bunlar karartmaktadır. Devr-i zamane cünbüşü nâdânlık özredir Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzur ede. beyti ile şâir, Asr-ı saadet hâriç, bütün zamanların hastalığına teşhis koymuştur. Bâkî’nin şiiri bir bakıma ilâhî aşka açılan mecazî bir penceredir. O, güzelliklerle oynayan bir şâirdir. Eski edebiyatın mazmunları gerçek mânâda onun şiirinde seslenirler. Bakî bâzı gazellerinde, kasîdeleri bir tarafa, devrinin pâdişâhlarına ve devlet adamlarına da yer vermiştir. Devrin âdetleri, dîvânında yer yer göze çarpar. Gönül redifli gazelinde az çok şiirinin sırrını açıklar. Ümmîd-i vasl-ı yârdan el çekme Bâkîyâ Şâyed ki destgîr ola bir merhabâ-yıla beytinde ümidsizliğe düşmemeyi, Hâk-ı râh olduğum görüp ayağın Yerlere basmaz oldu cânâne derken de sevgilinin eziyetlerine ne derece katlanacağını haber vermektedir. Vefâ ummaz cefâdan yüz çevirmez Bakî âşıkdur Niyaz itmek ana cânâ yaraşır sana istiğna beyti ile de bütün bir eski edebiyatımızda âşıkın sevgili karşısındaki durum ve derecesini anlatır ve kendisini öne sürer. Şâir zâten bu gazelinde tamamen, sorular içinde sevgiliyi anlatmaya çalışmıştır. Şiirinin muhtevası, görüldüğü gibi duygu ve düşüncenin, hattâ inancın yanında bilgi ve san’at unsurları ile yüklüdür. Her mısra’ ve beytte bunun tezahürü ayrı ayndır. Onun için Bâkî’nin şiiri bitmemiş hissini verir. Fakat şâir, işlenmesi gereken unsurları büyük bir titizlik, san’at endişesi ve zekâ gücü ile yerine koymuş, böylece asırlar ötesine ses bırakmıştır. Tabutu başında bulunanları ağlatan beytinden sonra; Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş derken, kendisinden hâlâ ses gelmektedir. Onun, bunlara ilâve olarak diğer şâirlerimizde görüldüğü gibi, atasözü mahiyetindeki beytleri ve mısraları zikre değer. Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız şeklinde başlayan gazeli, tevekküle çeken ve tevekkül içinde olan şâirin gerçek hâlini verir. Şiirleri içinde asıl Bâkî’yi yukarıdaki gazele de yaklaştıran meşhur Kânûnî Sultan Süleymân mersiyesidir. Şâir bu mersiye ile sâdece sultan Süleymân Han’ın vefâtını değil, bundan sonraki Osmanlı Devleti’nin hâlini de terennüme çalışmıştır. Mersiye yedi bendden meydana gelmekte, ağır, vakarlı, heybetli bir hüzün ve ızdırabla hâtıraları birleştirmektedir. Bendin ikinci bölümü her yönü ile büyük Sultân’ı ele almış, üçüncü bendde mahlûkât böyle bir pâdişâhın kaybı ile ağlamaya çağrılmıştır. Manzumenin en dikkat çekici ve güzel bendi altıncı kısmıdır. Şâir burada büyük Sultân’ın savaş meydanlarındaki zaferlerini, cihâd aşkını ve Türk-İslâm dünyâsına kazandırdığı üstünlükleri dile getirmektedir. Yedinci bend ise yeni hükümdara ayrılmıştır. Hâfız-ı Şîrâzî, Selmân-ı Sâvecî, Emir Hüsrev-i Dehlevî ve Kemâl-i Zatî bir yana bırakılacak olursa, Ahmedî, Şeyhî ve Necâtî, Ahmed Paşa ile Hayâlî’nin Bâkî’ye te’sir ettiklerini belirtmek gerekir. Fakat Bâkî’deki bu te’sir zamanla aşılmış ve kendine has bir hâle gelmiştir. Bu bakımdan o klasik şiirimizin doruğuna ulaşan şâirdir. Ayrıca kendisini pek çok şâir taklid etmiş ve şiirlerine nazireler yazmışlardır. Nev’î, Azerî Çelebi, Gelibolulu Ali gibi asrının pek çok şâirleri bunlar arasındadır. Daha sonraki asırlarda ise, şeyhülislâm Yahyâ, Ataî, Riyâzî, Nef’î, Nedîm, Seyyid Vehbi, Hoca Neş’et gibi şâirler onun büyük bir san’atkâr olduğunu kabul etmişler ve te’sirinde kalmışlardır. Bilhassa Nedîm, ona büyük bir gazel üstadı olarak şiirlerinde yer verir. Dîvân’ının tertibinde dikkat çeken hususlar da vardır. Diğer dîvânlar ve eserler olsun başta münâcaât ve na’atlarla başladığı hâlde, bu durum Bâkî’de görülmemektedir. Yâni Dîvân’ı doğrudan doğruya kasîdelerle başlamıştır. Bunda ortaya koyduğu dînî eserleri göz önünde bulundurmak gerekir. Bilhassa iki şeyin te’siri olduğu düşünülebilir. Birincisi; Resûlullah Kur’ân-ı kerîmde övülmüştür. Hâl böyle olunca, Bâkî’ye söz düşmez. İkincisi ise zâten Meâlim-ül-yakîn adlı eseri baştan başa siyer kitabıdır. Bu iki husus herhalde göz önüne alınmalıdır. Bâkî’nin Dîvân’ından başka eserleri de vardır. Bunlar: Fedâil-ül-cihâd: Ahmed bin İbrâhim’in yazdığı Meşâri-ül-eşvâk ilâ mesâir-il-uşşâk adlı eserin Türkçe tercümesidir. Müslümanları cihâda teşvik eden bir eserdir. Hadîs-i erba’în tercümesi: Eyyûb müderrisliğinde bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb elEnsârî’den rivayet edilen hadîs-i şerifleri toplamış ve tercüme etmiştir. Meâlim-ül-yakîn fî Sîret-i Seyyid-il-mürselîn: İmâm-ı Kastalânî’nin El-Mevâhib-ülLedünniyye adlı meşhur eseri esas alınarak yazılan bu siyer kitabı, tercüme olmaktan ziyâde te’lif bir eserdir. Bakî Efendi bu kitabı yazarken, yüzden fazla kitaba müracaat ederek, müellifin Şafiî mezhebine göre yazdığı bâzı mes’eleleri, Hanefî mezhebine göre de yazmıştır. Böylece zarurî ve faydalı gördüğü bâzı ilâveleri yapmıştır. Sokullu Mehmed Paşa’nın emir ve isteği üzerine yazılan bu eser, aynı zamanda Mahmûd Abdülbâkî Efendi’nin, dînî mes’elelere ve Hanefî fıkhına vukûfunu göstermesi bakımından da önemlidir. Fezâil-i Mekke: Kutbüddîn Muhammed bin Ahmed Mekkî’nin El-İ’lâm fî ahvâl-ilbeledillahil-harem adlı eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın emri ile yapılan bu tercüme, Abdülbâkî Efendi’nin Mekke kâdılığı esnasında tamamlanmıştır. Mekke târihinden ve bilhassa Osmanlı pâdişâhlarının oradaki te’sisterinden bahseden bu eser, akıcı bir üslûbla yazılmıştır. Kaynaklarda nüktedân, hoş sohbet ve neş’eli bir şâir olarak zikredilen Bakî, bu sayede pek çok dost kazanmış ve meclislerin aranır şâiri olmuştur. Bunun yanında, kendisini çekemeyenlerin de bulunduğu, hattâ hicvedildiği de bir gerçektir. Babası için bâzı kaynaklarda “Avâz-ı hoş-sedâ” güzel sesli tâbiri kullanılırsa da, bir kısım yazarlar kötü sesli olması bakımından kendisine Kargazâde diye isim takıldığını zikrederler. Hattâ, hicivlerinde buna yer verirler, fakat o bu hicivlere verdiği ölçülü cevaplarında, zerâfet ve nükte tarafını bırakmaz. Kesdi ırkın Kargazâdedur diyen düşmanlerün Zağlanmış bir kılıçtır Bâkiyâ şi’rin senün beyti göz önüne alınınca, kendisiyle Kargazâde diyerek alay edildiğini bizzat söylemekten çekinmez. Fakat samîmi bir şâir olan Bakî, aşağıdaki beytte görüldüğü gibi, hemen herkesi dost bilen şâirdir. Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf derken, yârân kelimesi ile, bunu açıkça ifâde eder. Bu beytte kadrinin bilinmediğinden bahseden şâir, dostlarının kendisini ancak musalla taşında anlayabileceklerini ve yokluğunu hissedeceklerini söylemiştir. Bu beyt, şâirin ziyâdesiyle gönül ehli olduğunu da göstermektedir. Şu hâlde bâzı kimselerin iddia ettiği gibi, onda düşmanlık söz konusu değildir. Bu sözü ile tabutu başında bulunan herkesi ağlatması da kaynakların ısrarla zikrettikleri bir gerçektir. Tek başına bile asrını doldurmaya muktedir olan Bakî, meşhur şâir Fuzûlî’nin ilimsiz şiir olamayacağı fikrini akranları ile birlikte gerçekleştiren büyük bir âlim ve san’atkârdır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Ataî); sh. 434 2) Hulâsat-ül-eser; cild-2, sh. 287 3) Enlâf; sh. 159 4) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 99 5) Tezkiret-üş-şuarâ, (K. Hasen Çelebi) 6) A. History of Otlaman Poetry, (F. S. W Gibb, Landon-1914) 7) Baki, Hayâtı ve Şiirleri; 1. cild Divân (S. N. Ergun, İstanbul-1935) 8) Meşâif-uş-şuarâ, (Âşık Çelebi, London-1971); sh. 650 9) Resimli Türk Edebiyatı Târihi 10) Türk Şâirleri, (S. N. Ergun); cild-1, sh. 714 11) Tezkiret-uş-şuarâ (Latifi) 12) Bâkî’ye Dâir, (Tâhir Olgun, İstanbul-1938) 13) Bâkî’nin Eş’âr-ı Müntehâbesi, (S. Sâmi, İstanbul-1899) 14) Hayâl-i Bakî, (A.N. Tarlan, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sayı 19, İstanbul-1962) 15) Kânûnî Mersiyesinin Dil Bakımından îzâhı, (F.K. Tîmurtaş, İstanbul-1962) 16) Türk Klasikleri; cild-4, sh. 80 17) Bakî ve Dîvânından Seçmeler, (Dr. Sabahattin Küçük, Ankara-1988) 18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 998 19) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 184 20) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 196 BALKAN HARBLERİ Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Balkanlardaki dört devlete karşı yaptığı savaşlar. Birinci Balkan Harbi Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Berlin Andlaşması’yla, Osmanlı Devleti, Balkanlarda önemli mikdârda toprak kaybına uğramış ve Balkan kavimleri için tâvizler verilmişti. Birinci Meşrûtiyetin îlânıyla kabul edilen Kânûn-i esâsiye göre kurulan ve daha ziyâde gayr-i müslim ve Türk olmayan milletvekillerinin etkili olduğu Meclis-i meb’ûsânı, Sultan Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de kapatarak çalışmalarına son verdi. Osmanlı ülkesini, tatbik ettiği çeşitli diplomasi metotlarıyla dış müdâhalelerden, harb ve anarşiden uzak, otuz üç yıl idare etti. Ancak 27 Nisan 1909’da İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından hal’ edilip, Selânik’e gönderildi. Tahta Osmanlı hânedânının en yaşlı ferdi olan sultan Reşâd getirildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın son sadrâzamı Tevfik Paşa istifa edince, yerine Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâdcılardan Talat Bey (Paşa) de dâhiliye nâzırlığına tâyin edilmişti. Fakat İttihâd ve Terakkî mensublarının hükümet işlerine yerli yersiz karışmaları sebebiyle, 28 Aralık 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. O güne kadar, bulunduğu vazifelerde bir başarı gösterememiş ve silik bir şahıs olan Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadâret makamına getirildi. Harbiye nâzırlığına da Selanik’ten gelerek, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren hareket ordusunun kumandanı Mahmûd Şevket Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî Fırkası, memlekette kurduğu zümre saltanatıyla, yurt içinde Cemiyet’e mensûb olmayanlara adetâ hayat hakkı tanımaz bir düzen kurdu. Yurt çapında uygulanan politikalar neticesinde, memlekette her geçen gün huzursuzluk biraz daha arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gayet ince ve ustaca bir siyâsî zekâ ile senelerce idare ettiği memlekette istikrar bozulmuş, sûikastler ve tedhiş olayları artmıştı. Yine bu sırada, dünyâ siyâsî durumunda da İtilâf (İngiltere, Fransa ve Rusya) ve ittifak (Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya) devletleri olmak üzere gruplaşmalar oldu. Her iki grup da, bir çarpışmanın olabileceğini düşünerek var güçleriyle silahlanmaya çalışıyorlardı. İtilâf devletleri, bir maceraperestler grubu olan İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından idare edildiğini bildikleri Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşabilmek için, İngiltere ve bilhassa Rusya, Anadolu’da ve Balkanlarda bulunan değişik ırk ve kavimlere mensup toplulukları bağımsızlık ve muhtariyet için tahrik ettiler. Bu durum Avusturya, Sırbistan ve İtalya tarafından da teşvik edildi. İttihâdcılar, bu kımıldanışlara gayet sert tedbirler uyguladılar. Bu arada İttihâd ve Terakkî hükümeti tarafından Kosova vâliliğine tâyin edilen Mazhar Bey’in, Osmanlı ülkesinin hiç bir yerinde uygulanmayan yüksek miktarda dâhili gümrük vergisi tatbik etmeye başlaması, Arnavutluk’ta derin tepkilere yol açtı ve tepkilere de şiddetle karşılık verildi. Arnavutluk havalisi meb’ûsları hükümete müracaat ederek şiddete başvurulmamasını ve bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Şiddet tarafdârı olan İttihâd ve Terakkî hükümetinin harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, seksen iki piyade taburu ile Arnavutluk seferine çıktı. İsyana iştirak edenetmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplamaya başladı. Bu hareketler karşısında bilenen Arnavudlar, daha çetin mücâdelelere giriştiler. Bu isyân ve karşı haraketler Balkan harbine kadar devam etti. Bütün bunlara ilâveten, 3 Temmuz 1911’de Rum-Ortodoks kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilâf, bizzat Osmanlı meclisi tarafından halledilerek; Yunan, Bulgar ve Sırplar arasındaki anlaşmazlıklar tamamen giderildi ve Osmanlı’ya karşı birlik olmaları te’min edildi. Bu arada Eylül 1911’de İtalyanlar harb îlân edip, Trablusgarb ve Bingâzi’yi işgal ettiler. Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Tarblus’un işgaliyle netîcelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak o havalideki askeri Yemen’e, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkîkâtı açılması için teşebbüse geçtiler. Böylece güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî Fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirince, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânı, Trablus faciasından dolayı Dîvân-ı âli’ye sevk edilmekten kurtuldular. Sadâret makamına da Sa’îd Paşa getirildi. Ordudaki subaylar, İttihâdcı ve Halaskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldılar. Makedonya vilâyetlerinde iktidar ve muhalefeti tutan subaylar, çeteler teşkil ederek birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halaskârân-ı zabıtan mensupları da hükümeti tehdîd etmeye başladı. Bu baskı ve tehdidler karşısında harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, bahriye nâzırı Hurşid Paşa ile diğer bâzı bakanlar istifa edip çekildiler. Sadrâzam Saîd Paşa da sadâretten istifâ etti. Böylece orduyu siyâsete karıştırarak iş başına gelen İttihâd ve Terakkî Fırkası iktidardan uzaklaşmış oldu. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, sadrâzamlık makamına getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı. İttihâd ve Terakkî hükümetinin iktidarda bulunduğu sırada Arnavutluk isyânı had safhaya ulaşmış, aynı zamanda Balkan devletleri de aralarında hummalı bir faaliyet içine girmişlerdi. İtalya, Trablusgarb harbini bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine bir hareketin ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteğiyle Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyâsındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesini te’min edecek olan bu andlaşmaya tarafdâr değildi. Bunun için Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini te’min için Bâb-ı âlî ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihâd ve Terakkî hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsâid teşebbüslerine aldırış bile etmemişti. Üstelik, Abdülhamîd Han’ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilâfı, çıkarılan İttihâd-ı anâsır kanunuyla halledilmiş, böylece Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki ihtilâf kalmadığı için Osmanlı Devleti aleyhine birleşmeye başladılar. Buna rağmen Yunanistan, Balkanlarda bir Bulgar ve Sırp anlaşmasına tarafdâr değildi. Bunun için de Bulgar-Yunan anlaşması mümkün görünmüyordu. Hattâ Yunan başvekili Venizelos, Girid’in yine Osmanlı hâkimiyetine kalması, yalnız idâresinin Yunanistan’a âid olması için, Osmanlı Devleti’ne vergi verilmesi şartıyla, her türlü andlaşmaya tarafdâr olduğunu ısrarla bildirmiş, fakat İttihâd ve Terakkî Fırkası, bu avantajlı durumları değerlendirmek için taraflarla görüşmeye bile yanaşmamışdı. Yine bu sırada Atina’daki Sırbistan elçisi de Osmanlı Devleti ile bir ittifak kurmak için Sırp hâriciye nâzırından aldığı yetkiye dayanarak, Osmanlı hükümetine müracaatta bulunmuşdu. O sırada hâriciye nâzırı olan Âsım Bey ve sadrâzam Saîd Paşa, bu teklife müsbet cevap vermeyince, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Bunun için de Avrupa’dan sert ateşli toplar aldı. Balkan harbinin kendi lehine olmayacağını düşünen Avusturya, bu topların kendi topraklarından geçirilmesine müsâde etmedi. Sırbistan bu topların Selanik limanı yoluyla Sırbistan’a sokulmasına müsâde edilmesi için Osmanlı Devleti’ne müracaat etti. Bâb-ı âlî bu topların Sırbistan’a girmesine müsâde etmek gibi bir gaflette bulundu. Ancak Saîd Paşa’ın sadrâzamlıktan düşmesinden sonra yerine geçen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti, bu sevkiyâta mâni oldu. İttihâd ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gâfil siyâseti karşısında, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Yunanistan da, nihayet 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak andlaşması imzalamıştı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçtü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca, Rusya’nın Osmanlı hariciye nâzırı Noragundiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’minât vermesi üzerine; Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu. İttihâd ve Terakkî Fırkası’nın kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn (üniversite) öğrencisi, ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek; “Harb isteriz” diye bağırmaya başladılar. Harbiye nâzırı Nâzım ve bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar paşalar bunlara nasîhat ederek dağılmalarını sağladılar. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü Sultan Ahmed Meydanı’nda büyük bir miting tertib edilerek İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen hatibleri, halkı galeyana getirip, hükümeti, yakında başlayacak bir harbe karşı alâkasızlıkla itham ettiler. Millî haysiyeti korumak için, hükümetin derhâl harb îlân etmesini isteyerek halkı kışkırtmaya devam etti. Tahrikler karşısında galeyana gelen ve sokaklara dökülen üniversite talebeleri ve halk; “Harb isteriz! Yaşasın harb, kahrolsun hâinler!...” diyerek bağırdılar. Bu sırada meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) toplantısında bulunan sadrâzam Gâzi Muhtar Ahmed Paşa, çıkarak üniversite talebelerini ve halkı sükûne davet etti ve ikna ederek, dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın söküldüğü görüldü. Bu tahrik karşısında zâten harbe hazır durumda bekleyen Karadağ maslathatgüzârı M. Bilaç, hâriciye nâzırı Noragundiyan Efendi’yi ziyaret ederek, Karadağ Devleti’nin harb îlân ettiğine dâir notayı verdi. 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesiyle başlayan Balkan harbine, Karadağ’ın müttefikleri olarak katılan Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan, 13 Ekim 1912’de Rumeli’deki muhtelif unsurların vaziyetine göre muhtar idareler kurulmasına dâir bir notayı Osmanlı hükümetine verdiler. Bu notaya Osmanlı hükümetinin cevap vermemesi üzerine Sırp ve Bulgar hududlarında tecâvüzler başladı. Bunun üzerine 17 Ekim 1912’de Sırp ve Bulgar elçileri sınırdışı edildi. Ertesi gün de bu iki devlet Osmanlı Devleti’ne karşı fiilen harbe girdiler. Yunanistan da bir nota ile bu iki devlete iştirak etti. Balkan harbinin kesin bir şekil aldığı günlerde Bâb-ı âlî hükümeti, Trablusgarb harbine son vermek için 15 Ekim 1912’de İtalya ile Uşi Andlaşması’nı imzaladı ve terhis ettiği askerleri yeniden silâh başına çağırdı. Daha önce İttihâd ve Terakkî hükümetinin yıkılmasını sağlayan ve Halâskarân-ı zâbitân grubunun reîsi durumunda olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa, harbiye nâzırı ve başkumandan vekili idi. İki tarafın asker mevcudu arasında da büyük fark vardı. Balkanlı müttefiklerin ordusu; Bulgaristan 240 bin, Sırbistan 140 bin, Yunanistan 100 bin, Karadağ da 30 bin olmak üzere toplam beş yüz bini aşmıştı. Buna karşılık Osmanlı ordusunun Trakya’da 150 bin, Makedonya’da 90 bin, Arnavutluk’da 10 bin olmak üzere toplam bakımsız ve perişan hâlde 250 bin kadar askeri vardı. Silâh ve teçhizat da çok noksandı. Geri hizmet teşkilâtı bozuk olduğu için zamanında ikmâl yapılamıyordu. İlk günlerden îtibâren açlık başgöstermişti. Bütün bunlara ilâveten İttihâd ve Terakkî mensupları, asker arasında, harb etmemeğe teşvik edici propagandalar yayıyorlardı. Üstelik bütün harekâtın âmiri olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa da değerli ve tecrübeli bir kumandan değildi. Mağrur ve kimsenin sözünü dinlemeğe tenezzül etmiyordu. Bütün şiddetiyle başlayan Balkan harbine Osmanlı ordusu, şark ve garb cephesinde olmak üzere iki koldan girdi. Şark cephesi: Trakya’da olan şark cephesinde Osmanlı ve Bulgar orduları çarpışıyordu. Bu cephenin kumandanlığı birinci ferik Abdullah Paşa’ya verilmişti. Bu orduda; Ömer Yaver Paşa, Şevket Turgut Paşa, bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar Paşa ve Ahmed Abuk Paşa kumandasında dört kolordu vardı. Ayrıca Kırcali taraflarında da Ali Yaver Paşa kumandasında mürettep bir kolordu mevcuttu. Bu cephenin müdâfaa merkezi Edirne idi. Sayıca fazla, eğitim görmüş, teçhizatı da mükemmel olan Bulgar ordusu, önce Filibe’yi tehdîd eden ve Kırcali-Paşmaklı mıntıkasında yer alan Ali Yaver Paşa kumandasındaki kolorduya 19-20 Ekim 1912’de hücum etti. Osmanlı kuvvetlerini bozarak Mestanlı’ya kadar ilerledi. Birinci ferik Abdullah Paşa kumandasındaki şark ordusu, harbiye nâzırı Nâzım Paşa’dan aldığı emre uyarak hazırlığını imkân nisbetinde tamamladı ve 21 Ekim’de harekete geçti. İki ordu arasında Edirne-Kırklareli arasında meydana gelen harbi Bulgarlar kazandı. Bozulan Osmanlı ordusu Lüleburgaz’a doğru çekildi. Kısa bir müddet içinde ilerleyen Bulgar ordusu, 22-24 Ekim’de Edirne’ye ulaşarak muhasaraya başladı. Lüleburgaz mıntıkasında Türk ve Bulgarlar arasında 28 Ekim-2 Kasım arasında büyük Çarpışmalar meydana geldi. Bu çarpışmalar da Bulgarların galibiyetiyle neticelendi. İlerleyen Bulgar ordusu 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Halk, korku ve dehşet içinde bütün Rumeli ve Trakya’yı boşaltarak sonbahar yağmurlarının bataklık hâline getirdiği tarlalardan bin bir güçlükle geçerek İstanbul’a doğru kaçışıyordu. Bu sırada başgösteren salgın kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebeb oluyordu. Trenler ve kamyonlarla da İstanbul’a devamlı yaralı ve hasta taşınıyordu. Hastahâneler dolduğu için mektepler boşaltılmış, hasta ve yaralılar buralara yerleştirilmişti. Garb (batı) cephesi: Makedonya ve Arnavutluk’da bulunan bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Bu cephedeki ordu beş kısma ayrılmıştı. Sırplar da bu cephede harbe girerek, 21 Ekim 1912’de Priştine’yi, 22 Ekim’de de 523 sene evvel Murâd Hüdâvendigâr’ın meşhur zaferine sahne olan Kosova’yı alarak, veliahd Aleksander’ın idaresinde güneye doğru ilerlemeye başladılar. Aynı gün Yunan ordusu da Serfiçe’yi alarak kuzeye doğru ilerledi. 23-24 Ekim’de ilerleyen Sırp ordusuyla karşılaşan Osmanlı ordusu, Kumanova muhârebesini kaybederek, Manastır’a doğru çekilmeye başladı. Kumanova galibiyetinden sonra Sırplarla Karadağlılar birleşerek istilâ harekâtına devam ettiler. 24 Ekim 1912’de Sırp-Bulgar müşterek kuvvetleri Koçana’yı, 25 Ekim’de Yunanlılar Karaferye’yi ele geçirdiler. 26 Ekim’de, İştip, Sırplarla Bulgarların eline düştü. 27 Ekim’de Üsküp ahâlisi düşmana teslim oldu. Verdiği zayiat dolayısıyla perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla da irtibatı kesildi. Bundan sonra müttefiklerin hareketleri daha kolaylaştı. Şehirler birbiri ardınca teslim oldu. 3 Kasım 1912’de Yunanlılar Preveze’yi, 6 Kasımda Karadağlılar Yakova’yı, 8 Kasım’da Yunanlılar Selânik’i teslim aldılar. Selânik’deki kolordunun kumandanı olan Hasan Tahsin Paşa, müdâfaa imkânları mevcûd olmasına rağmen, 8 Kasım’da Yunanlılarla imzaladığı teslim mukavelesine göre şehri ve kolordunun bütün silâhlarını düşmana teslim etti. Şark ve garb cephelerinde bu durum devam ederken, İstanbul’da da bir takım hâdiseler cereyan ediyordu. İttihâd ve Terakkî Fırkası, Ahmed Muhtar Paşa hükümetinin düşürülmesi için akla hayâle gelmedik yollara başvuruyordu. Diğer taraftan İttihâd ve Terakkîye muhalif olup, bütün siyâsî muvaffakiyetsizliklerin Kâmil Paşa tarafından yoluna konulabileceğini iddia edenler de, mevcûd hükümetin düşürülmesini istiyorlardı. Yorulan ve yıpranan Ahmed Muhtar Paşa, 19 Ekim 1912’de istifa edince, yerine Kâmil Paşa sadrâzamlığa getirildi. Bu defa Kâmil Paşa’nın aleyhinde faaliyet gösteren İttihâd ve Terakkî tarafdârları, Kâmil Paşa hükümetinin harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı kendi taraflarına çekerek, Enver Paşa’yı kolordu erkân-ı harbiyesine, Cemâl Paşa’yı da Menzil-i umûmî müfettişliğine getirdiler. Garb ordusunun Kasım ayı ortalarında Sırplar karşısında son defa mağlûb olması, Garb cephesindeki muhârebeleri de sona erdirmişti. Hiç bir mukavemetle karşılaşmayan Sırb ve Karadağ kuvvetleri, Arnavutlukta ilerlemeye başladılar. 28 Kasım 1912’de Leş, 21 Kasım’da Resne, 28 Kasım’da Devre ile Draç, ertesi günü Ohri, Sırp-Karadağ müşterek kuvvetlerinin eline geçti. Akçahisar ve Tiran’ın da düşmesiyle bütün Kuzey Arnavutluk Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler bir ay geçmeden Arnavutluğun istiklâlini tanıdılar. Bu sırada Şark (doğu) cephesinde, Makedonya’daki Osmanlı-Bulgar çarpışmaları yeni bir safhaya girdi. İlk zamanlardaki muvaffakiyetleri sebebiyle İstanbul yolunun kendilerine açıldığını görerek ilerleyen ve Çatalca müstahkem hattında durdurulan Bulgar ordularının İstanbul’a girmemesi için, Bâb-ı âlî hükümetinin müsâdesiyle büyük devletlerden ikişer, diğer devletlerden birer harp gemisi İstanbul limanına gelerek, tebealarını korumak için karaya 2250 asker çıkardılar. Osmanlı Devleti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istediyse de netice alınamadı. Doğrudan Bulgarlara müracaat eden Bâb-ı âlî hükümeti, mütâreke (ateşkes) talebinde bulundu. Mütâreke görüşmelerine harbiye nâzırı Nâzım Paşa ile ticâret ve zirâat nâzırı Mustafa Reşîd Paşa katıldılar. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılacak, eğer anlaşmaya varılamazsa dört gün zarfında harp yeniden başlayacaktı. Sırbistan ve Karadağlılar ile de 3 Aralık 1912’de mütâreke imzalandı. Ağır şartları Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı. Böylece Balkan devletleri arasında ilk ayrılık başladı. Yunanistan, Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti. Barış müzâkereleri, 16 Aralık 1912’de İngiltere başvekili Sir Edvar Grey’in başkanlığında Londra’da başladı. Balkan devletlerinin, kabul edilmesi mümkün olmayan teklifler ileri sürmeleri üzerine barış görüşmeleri kesildi. Barışın sağlanamaması üzerine Balkan devletleri 17 Ocak 1913’de Osmanlı hükümetine bir nota vererek Edirne’nin Bulgarlara terkini, adaların geleceğinin büyük devletlere bırakılmasını, bir de Enez-Midye hattının sınır kabul edilmesini istediler. Kâmil Paşa hükümeti bu notayı görüşmek üzere toplandı. Edirne’nin tarafsız ve serbest bir şehir hâline konularak idâresinin müslüman bir şahsa bırakılmasını, meşihat tarafından bir kâdı tâyinini, meclis idâresinin halk tarafından seçilmesini, mahallî jandarma ve polis kuvvetleri teşkilini, dînî ve millî günlerin eskiden olduğu gibi kutlanmasını kabul ve teklif eden bir cevabî nota yazılmasını kararlaştırdı. Bu şekilde hazırlanan notanın tedkiki için Vükelâ meclisinin 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından Bâb-ı âlî basılarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa öldürüldü. Kâmil Paşa hükümeti istifa etmek zorunda bırakıldı, ittihatçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi. (Bkz. Bâb-ı âlî baskını). Bu sırada Londra barış görüşmeleri netice vermeyince, Bulgarlar mütâreke hükümlerini ileri sürerek, 3 Şubat 1913’de Edirne’yi yeniden bombardıman ettiler. Yanmadık, yıkılmadık yer kalmadı. Câmiler de dâhil 2000’e yakın bina tahrib oldu. Sultan Selîm Câmii’nin pencereleri mermilerle delik deşik oldu. Şehirdeki gayr-i müslim unsurlar, şehrin durumunu ve Bulgar topçusunun te’sirini yazdıkları kâğıt parçalarını nehre atarak câsûslukda bulunuyor, yiyecekleri saklayarak çok yüksek fiyatla gizlice satıyorlardı. Yiyecek sıkıntısı had safhaya varmıştı. 1913 kışı da çok şiddetli geçiyor kar fırtınası ve ayaz, askerleri ve halkı kasıp kavuruyordu. Şubat ayı içinde 17.844 kişi soğuklardan ağır hastalanmış, 2155 donma olayı görülmüştü. Çatalca müstahkem hattını aşabilmek için taarruza başladılar. Şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlı ordusu, kahramanca çarpışarak Bulgar taarruzunu geriye püskürttü. Yeniden hazırlık yapan ve takviye alan Bulgarlar 13 gün süren ikinci taarruzu 18 Mart’ta başlattılar. Bu taarruz da büyük bir mukavemetle karşılandı. Bir aralık Türk mevzîlerinden içeriye sızarak Baba Nakkaş köyüne kadar ilerlediler ise de, Gâziler tepesi ve Harbiye tabyası önlerinde Türk askerinin muhteşem ve cansiperane mukavemeti karşısında perişan edildiler. Nihayet bozguna uğrayıp ağır zâyiât vererek geri çekildiler. 22 Ekim 1912 târihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdâfaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için, akla gelmedik imkânsızlıklara, silâh, mühimmat noksanlığına ve erzak kalmadığı için açlığa rağmen, 155 gün müddetle şehri kahramanca savundular. Edirne’de açlık o dereceyi bulmuştu kî, bizzat kumandan Şükrü Paşa da askerleriyle birlikte süpürge tohumu yemeğe mecbur kaldı. İki fırka sırplı ve üç liva bulgar kuvvetleriyle yeniden takviye birlikleri alan Bulgarlar, 24 Mart 1913 günü çok şiddetli bir taarruza daha geçtiler. Ertesi gün bir kısım Türk mevzileri düştü. Pek çok müslüman-Türk subayını ve erini gözü dönmüşcesine süngüleyerek şehîd ettiler. Daha fazla mukavemet imkânı kalmayan Şükrü Paşa, 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri Bulgar başkumandanına bir zabit göndererek teslim olacağını bildirdi ve usulen kılıcını Bulgar başkumandanına teslim etti. Şükrü Paşa ve kurmay hey’eti ile diğer subaylar, 29 Mart’ta trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Esir alınan 28. 500 asker ise Tunca nehri kıyısında bulunan sarayda toplandı. Bu kahramanlar burada, bir ay kadar açlıktan, ağaç kabukları yiyerek sefalet ve zulüm altında kolera ve dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada Edirne halkına yapılan saldırılar, ırza geçmeler, katliâmlar cildler doldurur. Bu durumu tesbit eden bazı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâlimine; medeniyet için birer yüz karası demekten kaçınmamışlardır. Zira Türk öldürmek, Bulgar için dînî bir borç sayılıyordu. Bir ay içinde 40.000’i aşkın ev tahrib edildi ve câmilere çan asıldı. Bütün imkânsızlıklara rağmen Şükrü Paşa belki bir müddet daha mukavemet edebilirdi. Fakat muhasara sırasında Edirne’ye gelen Talat Paşa ve Behâeddîn Şâkir Bey’in, askerlerin arasına girerek harb etmemeye teşvik eden menfî propagandaları yüzünden ordunun morali bozulmuş, sonunda ordunun mukavemeti kırılıp, elîm netîce ortaya çıkmıştır (Bkz. Şükrü Paşa). Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgar orduları, savunmadan mahrum sivil Türk halkını öldürmekten sadistçe zevk duyuyorlardı. Bulgar çeteleri girdikleri yerlerde katliâmlar yaptılar. Kadın-çoçuk ele geçirdiklerini parça parça etmişlerdir. Drama’da Türk zenginlerinden birisinin kafası kesildikten sonra, vücûdundan ayrılan başı bir sandık üzerine konulmuş ve maktulün ağzına ayrıca bir de pipo sıkıştırılmıştı. Kiliseye çevrilen câmilerdeki minareler alelacele yıkılmıştır. Bunca mezâlim ve vahşetlerden sonra erkeksiz, yapayalnız kalan müslüman ailelerinin evlerine zorla girilerek kadınların ırzına geçilmiştir. Müslüman hanımlardan pek çoğunun burnu ile memeleri kesildiği gibi çocukları da gözlerinin önünde katlolunmuştur. Batı cephesinde ise 6 Mart 1913’de Yanya düşmüş, 17 Mart 1913’de Yunan ordusu Erperi sancak merkezine girmişti. 25 Mart’ta İşkombi taraflarında bulunan Cevâd Paşa idaresindeki fırka Sırplara teslim olmuş, bütün Rumeli hemen hemen elden çıkmıştı. Yalnız İşkodra’da Hasan Rızâ Paşa bir türlü düşmana teslim olmuyor, o da Edirne müdafii Şükrü Paşa gibi kendisine verilen vazîfeyi canı pahasına yürütüyordu. Fakat bu kahraman da, İşkodra’da bulunan ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ eden hâinlerden olan Es’ad Toptânî adındaki eski Draç meb’ûsu Arnavud tarafından sûikasdle şehîd edildi. İşkodra’da bu hâin, kumandayı ele aldı ve derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek, 22 Nisan 1913’de İşkodra’yı düşmana teslim etti (Bkz. Hasan Rızâ Paşa). Osmanlı donanmasına nazaran daha kuvvetli olan Yunan donanması, bu harbin cereyanı sırasında Limni, Bozcaada, Midilli, Karyot, Sakız, Taşoz, İmroz ve Semadirek adalarını işgal etti. İtalyanların işgalinde bulunan on iki adanın dışında kalan bütün Ege denizi adaları Yunanlıların eline geçti. Yunan donanması, Çanakkale boğazını abluka etti. Osmanlı donanması, 16 Aralık 1913’de Çanakkale’yi geçerek Yunan donanması ile imroz önünde bir deniz savaşı verdi. Yunan donanmasına ağır kayıplar verdirildiyse de abluka kaldırılamadı. Mondros önlerinde bir deniz muhârebesi daha yapıldı. Ancak netice alınamayarak Çanakkale’ye dönüldü. Biraz sonra Rauf Bey (Orbay) kumandasındaki Hamîdiye kruvazörü yedi ay süren maceralı bir seyre çıktıysa da müsbet bir netice alınamadı. İttihâd ve Terakkî fırkası’nın 23 Ocak 1913’de gerçekleştirdiği Bâb-ı âlî baskınından sonra sadâret makamına getirilen Mahmûd Şevket Paşa zamanında, yukarıda anlatıldığı gibi, Balkan harbi tamamen kaybedildi. Hâriciye nâzırı prens Saîd Halım Paşa’nın direktifiyle, Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Tevfik Paşa, barış görüşmeleriyle ilgili olarak büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini İngiltere hâriciye nâzırına bildirdi. Bunun üzerine İstanbul’daki elçiler, hâriciye nâzırı Saîd Halim Paşa’ya bir ay sonra 31 Mart 1913’de dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara terk ediliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor, Osmanlı Devleti Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu. Böylece Kâmil Paşa’yı ihânetle itham edip, millete karşı Edirne’yi kurtarma taahhüdüne giren ve bir baskınla iktidara gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, bu andlaşmayla bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terk ediyordu. İkinci Balkan Harbi Birinci Balkan savaşında Osmanlı Devleti’nin ağır mağlûbiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi netîcesinde, Balkanlarda siyâsî bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Bu devletler mîrâs taksiminde birbirlerine düştüler. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgaristan’ın pek fazla büyümesini endişe ile karşılıyorlardı. Bulgaristan’ın Balkanlardaki slav ırkının başına geçerek büyük bir devlet olma iddiası, aynı iddiada bulunan Sırbistan’ın işine gelmiyordu. Romanya’nın da Bulgaristanla görülecek hesabı vardı. Sırplar, askerî hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirdiler. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra konferansında en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebeb oldu. Bulgaristan’ın Ege denizi kıyısına ulaşmış olmasını Yunanistan istemiyordu. Bu husus Yunanistan’la Sırbistan’ın birbirine yaklaşmalarına sebeb oldu. Bu iki devlet aralarında Bulgaristan’a karşı bir ittifak akdi imzaladılar. Sırbistan ve Yunanistan’ın birbirine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce, 29-30 Haziran 1913’de saldırdı. Ancak Bulgar ordusu Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romanya da savaşa girdi ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdi. Bir kaç cephede savaşmak zorunda kalan Bulgaristan yenilmeye başladı. Çok müşkül durumda kaldığı için Edirne cephesindeki kuvvetlerini diğer cephelere çekti. Osmanlı Devleti, Berlin elçisi Mahmûd Muhtar Paşa’nın tavsiyesi ile fırsatı değerlendirerek Edirne’nin geri alınması için harekete geçti. Böyle bir hareketi İngiltere ve Rusya önlemeye çalıştı. Almanya ve Fransa da, Osmanlı Devleti’nin böyle bir hareketine taraftar değildi. Osmanlı devlet adamları arasındaki uzun müzâkerelerden sonra ordunun harekete geçmesine karar verildi. Bu hareketin gerekçeleri büyük devletlere verilen 19 Temmuz 1913 tarihli bir notayla îzâh edildi. Harekete geçen Osmanlı ordusu 21 Temmuz 1913’de Edirne’yi geri aldı. Bu durumdan memnun olmayan Avrupa devletleri bâzı tehditlerde bulundularsa da aldırış edilmedi. Edirne’nin Osmanlılar tarafından geri alınmasını, Yunanistan da işine geldiği için destekledi. Bulgaristan’ın daha fazla mukavemete gücü kalmadığından, 29 Haziran’da başlayan İkinci Balkan harbi, 42 gün sonra 15 Ağustos 1913’de taraflar arasında imzalanan Bükreş barış andlaşmasıyla sona erdi. Bu andlaşmaya göre Bulgaristan ile Romanya arasında yeni sınır belirleniyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçası; Güney Dobruca dâhil Romanya’ya kalıyordu. Sırp-Bulgar sınırı ise İştip, Radoviç, Sırbistan’da kalmak ve Strumca Bulgaristan’a verilmek üzere çizildi. Bulgar-Yunan sınırı da Serez’in 30 kilometre, Drama’nın 40 kilometre kuzeyinden geçen ve Kavala’nın 30 kilometre doğusunda Ege denizine kavuşan hat olarak tesbit edildi. Osmanlı Devleti, 29 Eylül 1913’de Bulgaristan’la imzaladığı İstanbul andlaşmasıyla, Kırklareli, Dimatoka ve Edirne’yi geri aldı. Bulgaristan’da kalan Türklerin durumu da bu andlaşmada yer almakta, Türklerin haklarına saygı gösterileceği belirtilmekte idi. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 Tarihli Atina andlaşması ile Girid kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının durumu da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler 1914 Şubat’ında Londra’da, bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis hâriç diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanlarında İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir andlaşmaya varılmadan Birinci Cihân harbi çıktı. Sırbistan’la andlaşma ise, 13 Mart 1914’de İstanbul’da imzalandı. Sırbistan’la Osmanlı Devleti’nin ortak sınırı kalmadığından sâdece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir. Bu suretle sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirildiği 1909 yılından 1913 yılına kadar geçen kısa bir müddet içinde devletin idaresine hâkim olan, gafil, bâzı defalar da hâin kimseler tarafından, Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıt’asındaki topraklarının hemen tamâmı elden çıkarıldı. 550 yıldır Türk yurdu olan Rumeli’nin bir çok bölgelerinde Türkler ezici ekseriyet hâlinde idiler. 93 Harbinde görülen göç ve göçmen felâketinin daha şiddetlisi Balkan harbi sonunda cereyan etti. Yüzbinlerce Türk, bütün maddî varlıklarını bırakarak eriye eriye İstanbul’a ulaşıp, Anadolu’ya dağıldılar. Balkan harbinin dört müttefiki olan Yunan, Bulgar, Sırp ve Karadağlılar, işgal ettikleri yerlerdeki ekinleri evleri yakıp yıktılar. Çoluk-çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri bütün köylüleri çeşitli zulümlerle kılıçtan geçirip kurşuna dizdiler. Bilhassa genç kız ve kadınları döverek veya yaralayarak kirlettikten sonra öldürdüler veya aynı şiddet vasıtalarıyla kiliseye götürerek Hıristiyanlığı kabule zorladılar. Hıristiyan olmayı reddedenleri diğerlerinin gözleri önünde yavaş yavaş ve en âdi usûllerle öldürerek geri kalanların hıristiyan olmasına çalıştılar. İnsanlarını öldürdükleri evleri yağmalayıp, yükte hafif pahada kıymetli ne varsa aldıktan sonra bir el bombasıyla havaya uçurdular. Girdikleri her yer mezbahaya döndü. Memeleri, tenasül uzuvları kasatura ile kesilen veya saçlarından asılan kadınlar, diri diri gözleri oyulan, kulakları, burunları, dilleri kesilen veya kulaklarından duvarlara çiviyle çakılan erkekler, feryatlarına kızarak kundakta süngülenip parçalanan yavrular, bu mezâlimin her yerde tekrarlanan alelade safhaları oldu. Bu tüyler ürperten vahşî sürülerinin, zulümlerinden her nasılsa canını kurtararak kaçabilenler, aç ve çıplak perişan kafileler hâlinde, gündüzleri ormanların içlerinde saklanarak, geceleri soğuk rüzgârlar ve kar tipileri içinde yalın ayak, başı açık gençihtiyâr, çocuk ve kadın yol almaya çalıştılar. Çoğu yollarda açlıktan ve hastalıktan telef oldu. Düşüp ölenlere bakacak ve alâka gösterecek kimse bulunmadığı için perişan oldular. Bâzan bu sefalet kafileleri, silâhsız, aç ve zavallı kalabalıklar, îmân ve merhametten mahrum silâhlı komitecilerin, eşkıya sürülerinin baskınlarına uğrayarak, en küçük bir müdâfaa ve mukavemet gösteremeden doğranarak hendeklere, meydanlara üst üste yığıldılar. Camilere giren komiteciler, duvarlarda asılı duran âyetleri ve nefis levhaları indirerek, Kur’ân-ı kerimleri dışarı çıkararak çamurlara attılar, murdar ayaklarıyla çiğnediler; câmilerin kubbelerine haç, minarelerine çan taktılar. Ecdadımızın eserleri olan mübarek mâbedlerimizin içlerini putlarla doldurdular ve kilise hâline getirdiler. Tekke, zaviye ve medreseleri ahıra çevirip; türbelerdeki evliyâ mezarlarını kaldırarak hayvanlarına yem ve saman deposu olarak kullandılar. Şehidliklerimizin mezar taşlarını sökerek yerlerini hela yapmak gibi Müslüman-Türk’ün mukaddesatını tahkir için hatır ve hayâle gelmedik alçaklıklar yaptılar. Çiftlikleri sahiplerinin ellerinden alarak yağma ettiler, yakaladıklarını çiftliklerinin kapısında ipe çekip altından ateşler yakarak hunharca katlettiler. Bütün bu olanlara rağmen korkunç bir propaganda sistemi kullanarak Avrupa devletleri nezdinde hakikati ters yüz ederek Türklerin zulüm yaptığını iddia ettiler. Bunun için hayâlı kartpostallar/broşürler ve kitaplar yayınlayarak, Avrupa kamuoyu üzerinde etkili olup, ileride sulh için masa başına oturulduğu takdirde daha büyük paylar koparmak üzere batı milletlerinin hissiyatını aleyhimize çevirmeye çalıştılar. Bilhassa Yunan başvekili Venizelos bütün Avrupa ve Amerika’yı içine alan bir propaganda şebekesi kurdu. Fakat harbde olanların tahkiki için bu bölgede bulunan yabancı gazeteciler içinde bir çok insaflı ve zulmün bu derece şiddetlenmesi karşısında isyân eden kimseler, hakikatleri olduğu gibi anlatmaktan çekinmediler. Bu gazeteciler, Balkan dağlarından inmiş, medeniyetsiz, hâin ve Türk kanına susamış komitecilerin son derece aşırı ve tahammül edilmez zulümleri karşısında zaman zaman infial duyarak Avrupa ve Amerika kamuoyuna hakikatleri aksettirmeye çalıştılar. Yazılarında; “Ey medenî Avrupa! Bu zulümlere daha ne kadar müddet seyirci kalacaksın?” diye feryâd ediyorlardı. Fakat öldürülenler Türk ve müslüman olduğu için bu durum sözde medenî olan haçlı zihniyetine sahip Avrupa’yı tasalandırmıyordu. Bütün bu mezâlim Avrupa için hiç bir suretle reddi mümkün olmayan sağlam resmî raporlarla, gazete muhabirlerinin haber, hatırat ve resimleriyle ve nihayet mazlumların çeşitli yollarla gazete idarehânelerine göndermeye muvaffak oldukları vesikalarla gün ışığı gibi meydandaydı. Bu vesikalardan bâzıları şunlardır: 1- Türk jandarmasını teftişe me’mûr edilen Fransız subaylarından Mösyö Folon’un Deba gazetesinde yayınlanan raporu. 2- Jandarma müfettişi Fransız generallerinden Buman’ın gönderdiği resmî rapor. 3- Paris’te Fransızca olarak çıkan Genç Türk Gazetesi’nin yayınladığı Müttefiklerin Dosyası isimli serî makaleler. Bu makalelerde bildirilen vesikalar, Jan Rupi tarafından yazılan, Doğu Savaşı ve Balkan hükümetlerinin zulümleri adlı eserde aynen mevcuddur. 4- Balkan zulümlerinin vesikalarını yayınlama cemiyetinin yayınladığı vesikalar. Muhtelif gazetelerde yayınlanan resmî me’murlara âid diğer çeşitli raporlar. Selanik vâlisinin 9 Aralık 1912, İstromca müddei umûmîsinin 24 Ocak 1913 târihinde yayınlanan raporu ile çeşitli ecnebi gazetenin savaş muhabirlerinin kendi gazetelerinde yayınlanan raporları... BİR ASKERİN, ANNESİNE SON MEKTUBU Sevgili anneciğim! Ebediyyen kaybolmuş bir evlad gibi, gönüllü olarak ikinci defa cepheye geldim. Fakat başım henüz omuzlarımın üzerindedir. Meydan savaşında şehîd olan silâh arkadaşlarımı düşündükçe pek mahzun oluyorum. Fırka ve alay ile beraber hareket ettiğimiz zaman tahminen en az iki yüz kişiden meydana gelen bölüğümüzün harbe girdikten sonra, mevcudu ancak yirmi kişi kalabildi. Saadet ve bedbahtlığım bu bir avuç askere bağlıdır. Niçin üzüleyim? İnsan ancak elli altmış sene kadar yaşayabiliyor. Bu kadar kısa bir hayâtı şimdi feda etmezsem belki bir daha bu güzel fırsatı bulamam. Madem, ki hepimiz öleceğiz; biraz erken veya biraz geç ölmekten ne çıkar? Sağlam bir taş gibi hareketsiz kalmaktansa, mesrûrâne parçalanarak ezilmeyi tercih ederim. İster bir şarapnel parçası, ister bir süngü darbesi olsun. Her ne suretle olursa olsun yalnız bir defa öleceğim. Sağımda arkadaşım şehîd düştü. Solumda subayımın kolları ve gövdesi parçalanıp dağıldı. İkisinin arasında bana hiç bir şey olmadı. Kendimi pek mahzun buluyorum. Şehidliğe imrendiğimden sağ kaldığıma üzülüyorum. Ecel henüz gelmedi. Şu anda bütün gayretimi şehîd arkadaşlarımın öcünü almak için sarfediyorum. Bulgar, hâin ve gaddar bir düşmandır. Onu boğmak, mahvetmek için kalbim sabırsızlıktan parçalanıyor. Çünkü parlak kabiliyet ve şehîdlik şerefinden henüz mahrum bulunuyorum. Ben bir köylü çocuğuyum. Şehîd olduktan sonra arkamdan bana çok duâ edilecek ve rahmet okunacaktır. Bir saman yığını üstünde ve bir kulübenin saçağı altında öleceğime, savaş meydanında kahramanca döğüşerek şehîd olmak daha iyi değil mi? Zafer! Zafer! Zafer! Ancak bu şarkılarla vatanımın sevinçli, milletimin bahtiyar olmasını isterim. On ikinci alayın dördüncü piyade taburunun üçüncü bölüğünden (Türkiye Uyan sh. 226) BİR ÇOCUĞUN SABAH DUÂSI Ey sevgili Rabbim! Saf ve temiz kalbimi sana açarak, gözyaşlarımı dökerek duâ ederim ki, merhume annem ve merhum babama, kardeşlerime, hepsi kesilip yakılan köyümüz ahâlisine rahmet eyle. Onları ilâhî mağfiretin ile âhirette mes’ûd ve bahtiyar et. Ey kâinatın yaratıcısı yüce Rabbim! Ben Edirne vilâyetinin Karapınar köyünden fakir ve namuslu bir ailenin çocuğu idim. Muhârebe oldu, hicret başladı. Köyümüzün ahâlisi de göçe mecbur oldu. Hâin düşman gelip, köyümüzü yaktı. Evimiz barkımız ateşler içinde kaldı. Kaçmak istedik, Bulgar köylüleri, askerle birlikte önümüze çıktılar. Bizleri birer birer kesmeye başladılar. Annem gözyaşları içinde, “Bizim hepimizi kesiniz! Fakat sevgili oğlumu, canım yavrum Nuri’mi bırakınız!” diye feryâd edip düşmana yalvarıyordu. Fakat kim dinler. Babamın gözlerini oyup; kardeşlerimi, annemin gözü önünde parça parça ettiler. Sonra da annemin üzerine saldırıp göğüslerini kestiler ve başını tüfekle ezerek şehîd edip bir kenara attılar. Âh sevgili anneciğim! Şehîd olmak üzere iken bir bana mahzun bakışın bir de başını köyümüzün yanmakta olan câmisinin minaresine çevirişin gözlerimin önünden hiç gitmez! Canını anneciğim, küçük yaşıma rağmen iyi anladım ki, bana acıdın. Yanan minareye bakarken Allahü teâlâdan beni kurtarmasını dileyip duâ ettin. Âh anne şefkati! Müthiş ölümünün son anlarında bile ben evlâdını düşündün! Hâin düşman beni kesmedi. Fakat ölmüş bir ceset hâline sokup sür’atle akan Meriç nehrine attı. Allahü teâlâ ihsân ederek beni korudu. Nehrin suları içinde bir kütük gibi sürüklenip gittim. Yüce Rabbim’in inayeti ile İstanbul’a hicret etmekte olan diğer muhacirler tarafından nehirden çıkarılarak kurtarıldım! Ey yüce Rabbim! Annemin göz yaşlarına acıdın, beni hâin düşmanın elinden kurtardın. Sana binlerce hamd ve sena olsun. Allah’ım! Bana sarsılmaz bir güç ve kuvvet ihsân eyle. Gençlik çağına girdiğim zaman cesur ve kuvvetli olayım. Bana küçücük yaşımda gördüğüm dehşetli faciayı unutturma! Senin yüce dînine, mukaddes Kitabımıza ve câmilerimize saldıran Bulgar hâinlerine olan kinimi kat’iyyen unutturma! Kesilerek şehîd edilen masum kullarının, din kardeşlerimin uğradıkları musibetlerin ve felâketlerin acısını yüreğimde azaltma! Benim kalbim dâima öc alma hisleriyle titriyor. O yangınları, o katliâmları, soğukta, çamurlar içinde yalınayak kaçışan sefil ve çıplak müslüman kardeşlerimi hiç unutamıyorum. Ben yaşarsam öc almak ve ilâhî adaleti yerine getirmek için yaşayacağım. Dünyânın hiç bir serveti ve hiç bir şöhreti gözümde yok! Düşmandan öcümü almak! İşte bu ümidim gerçekleştiği, müslüman Türk orduları bütün Bulgaristan’ı ve Yunanistan’ı çiğnediği ve kiliselerin direkleri arasından Ezân-ı Muhammedi işitildiği zaman, ancak kendimi mes’ûd ve bahtiyar sayacağım. İşte ilk baharın güzel kokulu çiçekleri açılıyor. Çayırlıklar yeşeriyor. Gelincikler, papatyalar titreşiyor. Erik ve kiraz ağaçları çiçek açıyor. Bizim köyün en tatlı günleri şimdi başlıyor. Heyhat! Heyhat o güzel köy bugün yakılan şehîd vücûdlarının külleriyle örtülü! Ey her şeye kadir olan yüce Rabbim! Senden yalnız bir şey isteyeceğim. Bunun için duâ edeceğim. Rumeli’ye gidecek ordumuzun içinde bulunduğum zaman beni küçücük bir çocuk iken muhafaza ettiğin gibi müslüman kardeşlerimin şehîd edildiği, köyümün yakıldığı ve sevgili toprağımızın çiğnendiği yerde ve ailemin kaybolan mezarları üzerinde hayâtımı devam ettir. Ey yüce Allah’ım! Benim duâm ve son isteğim; hâin düşmandan öcümü aldıktan sonra köyümün mahzun toprağını şehîd olarak kanımla sulamak saadetine kavuşmaktır... Türkiye Uyan; sh. 231-235 BİR ÇAVUŞUN SUBAYINA MEKTUBU 1913 senelerinde yazılan ve Bulgarların müslüman Türklere yaptıkları zulümleri anlatan “Türkiye Uyan” adlı kitabın 228. sahifesinde; bir çavuşun subayına mektubu şöyledir: Zabit efendi! Kuvvetli düşman müfrezelerinin Gümülcine’ye indiğini, askerimizden bir kısmının çekildiğini ve bâzısının da esir edildiğini işittim! Geçen gün dört erle bana teslim ettiğiniz Kuruorman sırtındaki mühimmat deposunu hâlen muhafaza ediyoruz. Tabiî Gümülcine’yi işgal eden düşman buraya da gelecek! Doğrusu devletimin ve milletimin nice fedâkârlıklarla burada yığdığı bu cephaneyi, sapasağlam düşmana teslim edecek değilim! Buna ne askerlik vazifem, ne de vatan sevgim müsâde eder. Elbette burayı havaya uçuracağım! Fakat o binlerce liranın heba olup gitmesine üzülüyorum. Haydi havaya uçurdum. Sonra ne olacağım? Düşmana esir değil mi? Nihayet tek bir asker diye düşmanın beni öldürmediğini farzedelim. Fakat acı esaret hayâtına nasıl tahammül edeceğim? Biz buraya esir olmak için mi geldik? Milletin paralarını, devletin namusunu esaretle ödemek için mi asker olduk? Hayır, hayır! Ben bu zilleti kabul edemem. Dün bizim idaremiz altında rahat yaşayan bu vahşî çobanların eline esir düşmek! Aman yâ Rab bu ne müthiş zillet! Bu vahşî insanların hakaretleri ve süngüleri altında esir yaşanır mı? Bu, Türklük için ne büyük felâkettir! Ben bu esirlik zilletine düşmektense bin defa ölmeyi tercih ederim. O hâlde ne yapmalıyım? Düşmana hiç bir zarar vermeden cephane anbarını ateşe mi vereyim? Hayır! Ben bu cephane deposunun içine saklanacağım. Burayı teslim almaya gelen Bulgarlar iyice toplanıncaya kadar saklanacağım. Ben de içinde dâhil olmak üzere cephaneyi havaya uçuracağım. Zabit efendi, şu cür’etimi mazur görünüz. Bir asker ya askerlik vazifesini yerine getirmeli, yâhûd da kahrolup gitmelidir. Ben ecdadımın kanını taşıyorum. Hiç bir Türk neferi harpte beş düşmanı öldürmeden kendini feda etmezdi. Memleketimde bulunan ana ve babama, hanımıma ve çocuklarıma selâmımı yazınız. Onlar seferberlik ilân edildiği zaman beni subaşında, değirmen kenarında uğurladılar. Bana; “Ya gâzi ol ya şehid ol!” demişlerdi. Cenâb-ı Hak bana şehid olmayı nasîb ediyor! Artık şehid olduğumu bildirin. Yazacağınız mektubda; yaz mevsiminde, altında oturup dinlendiğim ağacın gövdesine şehîd olduğum târihin yazılmasını ve yetişecek evlâdlarımın hâin düşmandan öc almasını vasi’yet ettiğimi de söyleyin. Seneler sonra muzaffer ordularımız Gümülcine ovalarına ayak basarsa benim ruhum da bu zafer sevinçlerine katılacaktır. Piyade dördüncü bölüğünden çavuş Ali. 1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 382 2) Görüp işittiklerim; sh. 65 3) Sultan Mehmed Reşâd Han’ın Sarayında Gördüklerim (L. Simâvî, İstanbul-1340); sh. 83 4) Hâtıralar (Talat Paşa, İstanbul-1946) sh. 18 5) 1912 Balkan Harbîne Âid Hâtıralarım (Birinci Ferik Zeki, İstanbul-1337); sh. 4 6) Gördüklerim- Yaptıklarım (Ahmed Reşid Bey, İstanbul-1945); sh. 164 7) Balkan Harbi (Genel Kurmay Harp Târihi Yayını Ankara-1970) 8) Türkiye Uyan 9) Bulgar Vahşetleri 10) 1913 Garbî Trakya Hükûmet-i Müstekilesi (N. Gündağ, Ankara-1987) 11) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 225 12) Siyâsî Târih (F. Armaoğlu, Ankara-1975); sh. 302 13) Trabya’da Millî Mücâdele (Tevfik Bıyıkoğlu, Ankara-1955) sh. 92 14) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarol, Ankara-1979); sh. 335 15) Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, (R. Uçarol, İstanbul-1976) 16) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 313 17) Türk Târihinde Osmanlı Asırları (S. Ayverdi); cild-3, sh. 134 18) Edirne Savunma Günleri (Ratib Kazancıgil, Kırklareli-1986); 19) Rumeli’den Türk Göçleri (B.N. Simşirgil, Ankara-1968) 20) Mufassal Osmanlı Târihi; 21) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 263 22) Türk İnkılâb Târihi (H. Bayur) 23) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (E. B. Kuran) 24) Balkan Harbi Târihi (Aram Andonyan; İstanbul-1975) 25) Fuat Balkan’ın Hâtıraları (B. Trakya Dergisi, sayı-9, Aralık-1967) BALTA LİMANI ANDLAŞMALARI 1838’de İngiltere, daha sonra diğer Avrupa devletleri ile Balta limanında yapılan ticâret andlaşmaları. Osmanlı Devleti’nde ekonomik faaliyet geniş ölçüde devletin kontrolü altında cereyan etmekteydi. Yaygın bir iktisadî faaliyet olan tarım, devlete ait toprakların işletilmesi esâsına dayanıyordu. Buna bağlı olarak kurulan tımar sistemi, Osmanlı zirâat ekonomisinin temelini teşkil etmekteydi. Sanayi üretimi ise devlet kontrolündeki ahîlik müessesesi içinde yürütülüyordu. Kapalı bir iktisat sistemi olan ahîlik, üyelerine çalışma zevki, meslek disiplini, dürüstlük, kanaatkârlık gibi sağlam ahlâk kurallarını aşılıyor, meslek îtibârını koruduğu gibi, standartları ayakta tutarak, haksız rekabetleri önlüyordu. Hükümetin müdâhalesi ahîliğin iç işlerine kadar gitmez, yalnızca ahîliğe bağlı şubelerin îmâl ettikleri malların kalite, mikdâr ve fiyatlarında olurdu. Böylece ahîlik sistemi, ham maddelerin arz ve talebini tanzim eden bir mekanizma olarak işlerdi. 17. ve 18. yüzyıllarda pamuk, ipek, kereste ve demir gibi maddeler ulaşım güçlükleri ve üretimdeki yetersizlikler dolayısıyla piyasaya her zaman yeterli mikdârda yâni bütün talebi karşılayacak ölçüde sevk edilemezdi. Bu bakımdan ham maddelerin, ahîliğe mensûb ustaların eline normal fiyatlar üzerinden ve onlardan hiç birini işsiz bırakmıyacak şekilde dağıtılması büyük bir ehemmiyet arz ederdi. Bâzı maddelere sık sık konan ihraç yasakları veya bu maddelerin stokçular tarafından satın alınmasını önleyen tedbirler bu cümledendi. Bu arada 1820’lerin başında İngiltere, sanayi inkılâbını tamamlamış ve Napolyon savaşları sonunda da Fransa’yı yenerek rakipsiz duruma gelmişti. Dünyâ pazarlarında İngiltere sanayii ile rekabet edebilecek bir ülke yoktu. Sanayi inkılâbını henüz tamamlamamış olan diğer Avrupa ülkeleri korumacı tedbirlerle İngiltere’nin kendi pazarlarına girmelerini önlüyorlardı. Bu durumda İngiltere ticâret ve sanayi sermâyesi için yapılacak tek şey kalıyordu. O da, Avrupa dışındaki ülkelerin pazarlarını ve ham maddelerini ticârete açmak. Nitekim onlar bu gaye ile 1820’lerden 1840’lara kadar Latin Amerika’dan Çin’e kadar pek çok bölgede, ya anlaşmak suretiyle veyahut silâh zoruyla, pek çok ticâret andlaşması imzaladılar. Avrupa’da sanayi inkılâbının neticesi olarak daha fazla ham maddeye ihtiyâç duyulmaya başlanması üzerine, Osmanlı hükümeti de 1826’dan îtibaren, ham maddesini dışarıya çıkararak esnafın işsiz kalmasını önlemek maksâdıyle bir nevi himaye sistemi olan yed-i vâhid (tekel) usûlünü uygulamaya koydu. Sistemin ayrıca yeni kurulmuş olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusuna kaynak bulmak ve üreticinin mahsûlünü ucuza satarak aldanmasını önlemek gibi gayeleri de bulunuyordu. Yed-i vâhid uygulaması özellikle İngiliz tüccarlarını son derece rahatsız ediyordu. Nitekim İngiliz sefiri Ponsenby, yed-i vâhid usûlü ile ticâret serbestisine konmuş engellere şiddetle çatmakta; “Türkiye’de mahsûl yetiştirenler, bunların fiyatlarını tesbit etmekte yegâne hâkim olan imtiyazlı kimselere satmak mecburiyetinde kaldıkça, Türk sanâyiinin geriliğe mahkûm kalacağını iddia etmekte idi. Kısaca yed-i vâhid usûlü, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni gönlünce sömürmesini engellemekteydi. Bu sebeple İngilizler, Osmanlı ticâretinde kendilerine ters düşen hükümlerin kaldırılması için 1833’den itibaren ünlü hâriciye nâzırları Polmerston aracılığıyla uğraşmaya başladılar. 1836’daki müzâkerelerde Osmanlı hey’etine başkanlık eden gümrük emîni Tâhir Efendi, eski düzenden mümkün olduğunca az tâviz vermeye çalışmış ve İngiliz isteklerine boyun eğmemişti. Bu durumda İngiliz diplomasisi Osmanlı bürokrasisinin zayıf ve bunalımlı bir devresini kollamaya başladı. Nitekim bu fırsat iki yönlü olarak İngilizlerin karşısına çıktı. 1837’de Londra büyükelçiliğinden hâriciye nâzırlığına getirilen Mustafa Reşîd Paşa, İngilizlere yakın bir müzakereci idi. Londra büyükelçiliğinde iken mason locasına kayıtlı olan Reşîd Paşa, Osmanlı Devleti’ni iktisadî bakımdan çökertecek bir andlaşmaya yanaşmakta hiç tereddüt göstermedi. Bu sırada Mehmed Ali Paşa Mısır’da Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike arz ediyordu. Reşîd Paşa, Mısır mes’elesinde İngilizlerin yardımlarını te’min bahanesiyle Balta Limanı’ndaki yalısında dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda, 16 Ağustos 1838’de Osmanlıİngiliz ticâret andlaşmasını imzaladılar. Andlaşma, 8 Ekim 1838’de kraliçe Victoria, bir ay sonra da Sultan Mahmûd tarafından tasdik olundu. Esas ve zeyl olmak üzere iki kısım hâlinde tanzîm edilen andlaşmanın birinci kısmı (esas) iç ticârete âit maddeleri; zeyli meydana getiren ikinci kısım ise İngiltere’den ithâl edilecek mallarla, transit eşyaların gümrüklendirilme şekillerini ihtiva ediyordu. Andlaşmanın zeyl kısmının ikinci maddesine göre zirâi mahsûller ile sâir eşya üzerine konan yed-i vâhid yâni tekel usûlü tamamen kaldırılıyordu. Bu madde ile emperyalizmin önündeki engeller kaldırılarak iktisadî sistemimiz felce uğramış oluyordu. Ayrıca iç ticâretin Osmanlı vatandaşlarına münhasır kalması da kaldırılıp, istisnasız bir şekilde İngiliz tüccarlarına veriliyordu. Andlaşmanın diğer önemli hükümlerine gelince; dördüncü madde ile, Britanya tebeası, Osmanlı memleketleri mahsûlü olan bütün maddeleri, istisnasız olarak ihrâc etme müsâadesine sâhib olacaklardı. Altıncı madde ile transit resmi kaldırılmaktaydı. Yedinci madde ile, İngiliz gemileriyle gelen İngiliz emtiası için bir defa gümrüğü ödendikten sonra, ithalâtçı veya alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. Andlaşmanın bu hükümleri ile, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum kaldı, önceden yabancı bir emtia bir eyâletten diğer bir eyâlete geçerken ilâve gümrük ödemek zorunda bulunduğundan, fiyatı artarak rekabet gücünü kaybediyordu. Şimdi ise Osmanlı tüccarı bir yerden bir yere bir malı götürüp, satarken yüzde 12 vergi verirken, İngiliz tüccarları ortakları ve adamları yüzde beş vergi ödeyecekti. Böylece İngiliz tüccarları Osmanlı tüccarına karşı korunmuş oluyordu. Bilâhare transit resminin devam etmesine karar verilmiş ise de buna karşılık ithalât resimlerine yüzde ikiye varan bir indirime daha gidildi. Bu arada andlaşma hükümlerinin Mısır, Afrika eyâletleri dâhil bütün Osmanlı ülkelerinde ve her sınıf halk tarafından tatbik ve riâyet olunacağına dikkat çekildikten sonra, isteyen bütün dost devletlerede istisnasız olarak andlaşmanın teşmil, edileceği taahhüd olunuyordu. Nitekim 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı dış ticâretinde birinci sırayı alan Fransa menfâatlerine halel geleceğini bilerek bu andlaşma hükümlerine şiddetle karşı çıktığı hâlde, çok geçmeden 25 Kasım 1838’de yukarıdaki maddeye istinaden aynı hükümleri ihtiva eden bir andlaşma imzaladı. Bunu, Avrupa’nın diğer devletleri tâkib etmekte gecikmediler. 31 Ocak 1840’da İsveç ve Norveç, 2 Mart 1840’da İspanya, 14 Mart 1840’da Hollanda, 30 Nisan 1840’da Belçika, 1 Mayıs 1841’de Danimarka ve 20 Mart 1843’de Portekiz ile andlaşmalar imzalandı. Mustafa Reşîd Paşa’nın faaliyetleri sonucu 1838’de önce İngiltere ve sonraki yıllarda diğer Avrupa devletleriyle imzalanan bu ticarî andlaşmalar esnafı ve tüccarlarımızı uşaklığa, devletimizi de borç bataklığına düşürmekten öte bir işe yaramamıştır. Nitekim andlaşmanın imzalanmasından sonra Avusturya başbakanı; “İşte Osmanlı şimdi bitti” derken, Osmanlı’ya büyük bir darbenin vurulduğunu daha işin başında söylemekten kendini alamamıştır. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, 1858’de andlaşmanın te’sirlerini anlatan İngiliz Edward Michelson ise; “Yabancı ülkelerde büyük ünü olan Türk sanayiinin bir çok kolları şimdi tamamen yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayii başda gelir ki, bunlar tamâmiyle İngiliz sanayii tarafından sağlanmaktadır. Şam’ın çelik bıçakları; Kıbrıs’ın şekeri, İznik’in çini, Teselya’nın iplik boya sanayii hep yok olmuştur. Bütün bu sanayii kollarının bugün Türk topraklarında artık izi bile kalmamıştır” derken, Türk sanayiinin düştüğü acı durumu dile getirmiştir. Bu ticâret andlaşmaları, devlet hazînesini önemli masrafları karşılayamaz hâle getirdi ve Avrupa’dan borç alma yolu açıldı. Böylece dışa bağımlılık devri başlamış oldu. Gerçekten de sultan Abdülazîz 1861’de tahta çıkarken, 1838 ticarî andlaşmalarının bir netîcesi olarak, dış ticâretin yanında iç ticâret de yabancıların eline geçmiş, büyük çapta mâlî ve iktisadî çöküntü içerisinde bulunan bir devletle karşılaşmış idi. 1) Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri I, 1580-1838 (Mübahat S. Kütükoğlu, Ankara-1974); sh. 92-125 2) Mustafa Reşîd Paşa ve Tanzîmât (Reşat Kaynar, Ankara-1985); sh. 120, 129 3) Tanzîmât Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası (Rıfat Önsoy, Ankara-1988); sh. 14-46) 4) Osmanlı Târihi (Enver Ziya Karal, Ankara-1976); cild-6, sh. 256, 257; cild-7, sh. 259 5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1113 6) Türkiye’de Geri Kalmışlığın Târihi (İ. Cem, İstanbul-1982); sh. 215 7) Tanzîmât mı Bağımlılaşma mı? (N. Kemâl Zeybek, Milli Eğitim ve Kültür Dergisi; yıl-2, sayı, 6. 1980); sh. 7 BALTACI MEHMED PAŞA Sultan üçüncü Ahmed Han devri Osmanlı sadrâzamlarından. Kastamonu sancağının Osmancık kasabasında doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekle beraber, vefât ettiğinde 50 yaşını geçtiğine göre, 1658-1660 seneleri arasında doğduğu muhtemeldir. Gençlik yılları hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. Kendi yazdığı bâzı mektuplardan, Akdeniz sahillerinde pek çok memleketi gezdiği anlaşılmaktadır. Bu seyahatlerinin sonunda İstanbul’a gelerek, sarayda yazıcılık hizmetine girdi. Yüzünün güzelliği ve güzel ezan okuması sebebiyle bir müddet sonra Güzelce Müezzin lakabıyla anılır oldu. Hizmetleri esnasında gösterdiği dikkat, gayret ve titizliğin yanısıra güleç yüzü, ağırbaşlılığı ve yumuşak huyluluğu ile kendisini herkese sevdirdi. Mehmed Paşa, o zamanlar şehzâde olan üçüncü Ahmed Han ile yakınlık kurdu ve bu sayede baltacılar ocağına alındı. 1695 senesinde ikinci Mustafa Han’ın tahta çıkmasıyla dârüsseâde ağalığına getirilen Habeşî Ali Ağa tarafından ikinci yazıcılığa tâyin edildi. Ayrıca bu zâtın imâmet hizmetlerini de gördü. Pâdişâh ikinci Mustafa Han’ın da sevgi ve iltifatlarını kazandı. Onun Osmanlı hânedânı mensuplarına ve sultanlara olan bu yakınlığını çekemeyenlerin aleyhinde faaliyetleri neticesinde, mümkün mertebe saray dışı hizmetlerde kullanılmaya başlandı. Dokuz sene kadar muhtelif vazifelerde bulundu ve Osmanlı topraklarının hemen hemen büyük kısmını gezdi. 1703’de üçüncü Ahmed Han’ın tahta çıkması ile mîr-âhûrluğa (imrâhor) tâyin edildi. Bir süre sonra Trablus ve Halep taraflarına tahsildar olarak gönderilerek, tekrar saraydan uzaklaştırıldı. 6 Eylül 1704’de Mehmed Paşa’ya vezirlik rütbesi verilerek, kapudanlık vazifesi tevcih edildi. Aynı sene içinde Kalaylıkoz Ahmed Paşa’nın yerine sadârete getirildi. On sekiz ay bu görevde kaldı. Hakkında çıkarılan bâzı dedikodular sebebiyle 1706 senesinde azledilerek, önce Erzurum’a, ardından Halep vâliliğine tâyin edildi. Dört sene kadar bu vazifelerde kaldıktan sonra, lüzum üzerine İstanbul’a çağrılarak 18 Ağustos 1710’da ikinci defa sadârete getirildi. Baltacı Mehmed Paşa, ikinci defa sadrâzam olduğu zaman, Osmanlı Devleti’ni meşgûl eden belli başlı iki mes’ele vardı. Bunlardan biri, Osmanlı hükümetine sığınan İsveç kralı on ikinci Karl’in memleketine gönderilmesi, diğeri de, Rusların sulh andlaşmasını bozarak Osmanlı topraklarına saldırmaları idi. Toplanan fevkalâde bir mecliste Rusya’ya harb açılması kararlaştırıldı. Sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa, 9 Nisan 1711 günü Osmanlı ordusunun başında Prut seferine çıktı. Rus ordusunun başlarında imparatorları birinci Petro (Deli Petro) ve karısı Katerina vardı. Rus ordusunu Prut şehri yakınlarında bir bataklıkta sıkıştırarak kuşattı ve ilk hücumlarla hayli yıprattı. Bu arada Kırım hanı Devlet Girayda Rus ordusunun geri ile alâkasını keserek, Osmanlı ordusuna büyük hizmet etti. Ancak bu sırada Osmanlı ordusunun geri saflarında bulunan bâzı yeniçeriler fitne çıkararak firar etmiş, bir kısmı da savaşa karşı isteksizlik göstermişti. Baltacı Mehmed Paşa, buna rağmen Rus ordusunu imha için hucûm emri verdiği sırada, Çar tarafından murahhas tâyin edilen yahûdi asıllı baron Peter Şafirov, Osmanlı tarafına geçti. Her türlü şartı kabul ederek sulh isteğinde bulunması üzerine, Baltacı Mehmed Paşa yanındaki devlet ricali ile yaptığı istişare sonunda, yeniçerilerin durumunu da gözönüne alarak, andlaşma imzaladı. Bu andlaşma ile Ruslar aleyhine ağır şartlar getirildi. Azak kalesinin Osmanlılara lâdesi ile Özi boyundaki iki Rus kalesinin yıkılması ve Lehistan’ın Rus nüfuzundan kurtulması dikte ettirilmiştir. Prut muahedesi akdedilirken, Deli Petro’nun karısı Katerina’nın, Baltacı Mehmed Paşa’nın çadırına gelip, yalvarıp yakardığı, mücevherlerini takdim ettiği ve nihayet Paşa’nın gönlünü yaparak, sulh için kandırdığı gibi rivayetler hakîkate uygun olmayıp târihî kayıtlardan çok, romanlarda görülen hayâl mahsûlü yalanlardır. Mehmed Paşa, değil Katerina ile, Petro’nun şansölyesi baron Şafirov ile bile görüşmemiştir. Sulh esasları, reîsülküttâb Ömer Efendi ile baron Şafirov arasında tesbit edilmiştir. Devrin kaynaklarında böyle bir görüşme hakkında hiç bir bilgi yoktur. Rus imparatorunun gönderdiği mücevherlerle paralar rüşvet gibi gösterilirse de, doğru değildir. Kale ve ordu teslimlerinde, galip kumandanlara böyle hediyeler ve fidyeler gönderilmesi âdet idi. Baltacı Mehmed Paşa, gönderilen fidyeye el sürmediği, doğuda ve batıda yayınlanan kaynaklarda yer almıştır. Baltacı Mehmed Paşa, Prut seferi dönüşünde Edirne’de iken görevinden azledilerek önce Midilli, daha sonra Limni’de mecburî ikâmete tâbi tutuldu. 1712 senesinde Limni’de vefât etti. Şeyh Mehmed Mısrî’nin medfûn bulunduğu kabristana defnedildi. Sadâret makamında, toplam olarak, iki sene altı ay yirmi sekiz gün kalmıştır. Târihdeki şöhreti; Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan Prut savaşından ve kabiliyetli bir Anadolu çocuğunun Osmanlı devlet idaresi sisteminde sadrâzamlığa kadar yükselebileceğinin numunesi, olarak gösterilmesinden ileri gelen Baltacı Mehmed Paşa, yumuşak tabiatlı bir devlet adamı idi. Mizaç itibariyle cenk adamı olmayıp, nâzik bir kalem efendisiydi. Baltacı Mehmed Paşa, bâzı kaynaklarda zikredildiği gibi zengin değil, yokluk içinde vefât etmiştir. 1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4. sh. 4 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 232 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 273 4) Prut Seferi (Fevzi Kurdoğlu, Ankara-1938) 5) XII. Karl ve Osmanlı İmparatorluğu (A.N. Kural, Ankara-1942) 6) Târihi Râşid; cild-3. sh. 3 v.d. 7) Zeyl-i Hadikat-ül-vüzerâ (Dilâverzâde); sh. 7 8) Gûlşen-i meârif; cild-2, sh. 3 v.d. 9) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 208 10) Baltacı Mehmed Paşa ve Büyük Petro (A. Refik, İstanbul-1327) 11) Nusretnâme (Fındıklı Mehmed Ağa, Üniversite Kütüphânesi, Yıldız Kitapları No: 2321 57 12) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, sh.