kıbrıs türk basını`nda lozan barış antlaşması

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ)
ANABİLİM DALI
KIBRIS TÜRK BASINI’NDA LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
Yüksek Lisans Tezi
Meryem Birmeç
Tez Danışmanı
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin Yaman
Ankara-2005
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ..........................................................................................................ii
GİRİŞ............................................................................................................1
I. BÖLÜM: LOZAN BARIŞ KONFERANSI...............................................14
A. Ülke ve Askerlik Sorunları.................................................................................23
1.
İstanbul ve Boğazlar...........................................................................23
2.
Kıbrıs..................................................................................................28
3.
Mübadele............................................................................................32
4.
Bulgarlar.............................................................................................42
5.
Adalar.................................................................................................44
6.
Genel Af Meselesi..............................................................................49
7.
Azınlıklar............................................................................................51
B. Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi ile İktisat Sorunları.....................54
1.
Kapitülasyonlar...................................................................................54
2.
Osmanlı Borçları.................................................................................60
3.
Tazminat.............................................................................................64
II. BÖLÜM: LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI SONRASI KAMUOYUNA
YANSIYAN SORUNLAR......................................................................................69
A. Kıbrıs...................................................................................................................69
B. Musul...................................................................................................................93
C. Osmanlı Borçları.................................................................................................120
D. Kabotaj................................................................................................................124
III. BÖLÜM: DIŞ TEPKİLER ..............................................................................128
SONUÇ....................................................................................................146
ÖZET.......................................................................................................149
ABSTRACT.............................................................................................150
KAYNAKÇA.......................................................................................... 152
i
ÖNSÖZ
Kıbrıs, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir yer
teşkil eder. 1878’de İngiltere’ye kiralanması ve I. Dünya Savaşı’nda
İngiltere’nin tek taraflı ilhakı ile kaybedilen ada, konumu itibariyle Anadolu
ile olan ilgisini her zaman sürdürmüştür. Lozan Antlaşması ile Kıbrıs’ın
İngiltere’ye ait olduğu resmen Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul
edilmişti. Adadaki Türk toplumunun tutumu ve Lozan Antlaşması’na nasıl
baktıkları kendi geleceklerini belirleyen bir antlaşma açısından oldukça
büyük bir önem taşır. Şimdiye kadar bu konunun açıkça ortaya konulmamış
olması, çalışmanın yapılmasında itici faktör olmuştur.
Lozan Barış Antlaşması’nın, görüşmelerin başladığı Kasım 1922’den,
antlaşmanın imzalandığı Temmuz 1923’e kadar olan gelişmeler ve Lozan
sonrası kamuoyuna yansıyan sorunların basındaki yansımaları tezin konusunu
oluşturdu.
Kıbrıs’ın tarihi ile ilgili şimdiye kadar yapılmış çalışmalar, ağırlıklı
olarak 1960 ve sonrasına aittir. Konumuzu içine alan dönem hakkında çok
fazla inceleme yapılmaması, yapılan az sayıdaki incelemelerin de Kurtuluş
Savaşı ve Atatürk Devrimleri Dönemi’ni kapsaması, Lozan konusunun
çalışmaya değer olduğunu düşündürdü.
Araştırmada, o dönemin yazılı basın kaynaklarının yanı sıra, bize fikir
verebilecek tetkik eser ve makaleler kullanıldı. Kıbrıs Türk yazılı basınına
ulaşabilmek için iki önemli arşivden yararlanıldı: Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde bulunan Kıbrıs Türk Milli Arşivi ve Güney Kıbrıs Rum
ii
Yönetimi’nde bulunan PIO (Public Information Office)’nun arşivi. Bunlar
dışında, Milli Kütüphane arşivinde sayısı birkaçı geçmeyen gazete buludu.
Gazetelerin yayınlandığı süre içindeki tüm sayılarına ulaşmak
neredeyse imkansızdır. İyi korunamadıklarından dolayı arşivlerdeki sayılar
dağınık bir şeklidedir. Nüshaların bazılarının sayfası eksik, bazıları ise
okunamaz durumdadır. PIO arşivinde bulunanlar, Milli Arşiv’e oranla daha
fazla olmakla birlikte, PIO kataloğunda belirtilen yıllar arasındaki tüm
gazeteler de ne yazık ki arşivde bulunmamaktadır.
Ulaşılan sayılardan bilgi sağlanmaya çalışılmış ve bir bütünlük
oluşturulmasında çoğu kez büyük zorluk çekilmiştir. Gazetelerin büyük bir
kısmının, 1926 yılına ait sayılarına ulaşılabildiğinden bu dönemde gündemde
olan Musul Meselesi hakkında bir çok haber ele geçmiştir.
Lozan’da görüşülen konular, basında yer aldıkları ölçüde ele alınarak
işlendi. Kimi konular hakkında hiçbir habere ulaşılamadığından, değinme
gereğini duymadık. Giriş bölümünde, Mondros’tan Büyük Taarruz’a kadar
olan gelişmeler anlatılarak genel bilgi verilmiştir. I. Bölümde Lozan
Konferansı süresince olan gelişmeler ele alınmıştır. Konferansta alınan
kararların uygulanma süreci de bu bölümde yer aldı. II. Bölümde Lozan’da
kesin çözüme kavuşmamış sorunların basındaki yansıması, Kıbrıs’tan
Türkiye’ye anlaşma sonrası başlayan göç ve yabancı kamuoyunun antlaşma
hakkındaki yorumlarına değinildi.
Çalışmanın her aşamasında bana gerçek anlamda yardımcı olan hocam
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Emin YAMAN’a ve aileme çok teşekkür ederim.
iii
Yararlandığımız başlıca gazeteler şunlardır:1
Ankebut:
Ankebut’un sözlük anlamı “örümcek”tir. 8 Eylül 1920 (kimi yapıtlarda
31.7.1920)’de Tuzla (Larnaka)’da yayıma başlayan dergi niteliğindeki bu haftalık
gazetenin yayın süresi üç yıl oldu. “Haftalık edebi ve içtimai Türk gazetesidir.” alt
başlığı altında çıkmaktaydı. “Müdür ve sahib-i imtiyazı Derviş Ali Remmal”
görülmesine karşın o sıralarda memur olduğundan, gazete yayımlaması yasalara
aykırı olduğu için Hüseyin Şafi Alper’in sahibi olduğunu ileri sürülmektedir. 17 Mart
1923 tarihine kadar 128 sayı yayınlanan Ankebut’un başyazarlığını Mehmet Fikri
yapmaktaydı. Çeşitli boyutlarda yayınlanan gazetenin geniş bir yazı kadrosu olup,
bunlar arasında Osman Talat, M. Celal, Muallim Cudi, Hayri Muhiddin imzalarının
görülmektedir. Ankebut gazetesinin 1920-23 yıllarına ait nüshaları Kıbrıs Türk Milli
Arşivi’nde 5 ciltte toplanmış olmakla birlikte, bu yıllara ait bazı sayıları eksiktir.
Bazı sayılarının ise sayfaları tam değildir. 1922-23 tarihli Cyprus Blue Book’tan2
edinilen bilgiye göre gazete toplam 310 sayı çıkmıştır. Ancak arşivde bulunan son
sayısı, 128’dir.
Birlik:
Hacı Bulgurzade Hulusi tarafından 4 Aralık 1924’te yayına başlayan
gazetenin imtiyaz sahibi yine kendisiydi. Cumartesi günleri çıkarılan gazetenin
1930’da yayımına son verildi. Gazetenin şeriatçı bir yayın sürdürdüğü, Evkafçıları
sürekli desteklediği denilmektedir. Sonraları Atatürkçü doğrultuda yayımlandığı da
belirtilmektedir. Milli Arşivde gazetenin 51 ve 52. sayısı, Ankara Milli
1
HAKERİ, Bener Hakkı; Kıbrıs Türk Ansiklopedisi, 1992; ÜNLÜ, Cemalettin; Kıbrıs’ta Basın
Olayı (1878-1981), Basın-Yayın Genel Müdürlüğü
iv
Kütüphane’de ise 174, 175 ve 221. sayıları bulunmaktadır. Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi’nde bulunan PIO arşivinde ise 1926-1930 yılları arasındaki sayılarına
ulaşmak büyük oranda mümkün.
Doğru Yol:
8 Eylül 1919’da (kimi kaynaklarda 9 Eylül 1919) haftalık olarak yayın
dünyasına atılan bu gazetenin parolası “Hak yolu aramak, vacibedir aklı selime” olup
sahip ve başyazarı dava vekili Ahmet Raşit, sorumlu müdürüyse Mehmet Remzi
(Okan)’dı. Başlık altında “Cuma günleri neşr olunur. Edebi, fenni, siyasi, içtimai
Türk gazetesidir.” denmektedir.
Doğru Yol bir yıl yayımlanıp Ahmet Raşit’in “mebus intihabına karışması ve
intihablarla meşgul olması üzerine” 9 Eylül 1920’de kapandı. Bundan sonra Mehmet
Remzi, Söz gazetesini çıkarmağa başlamıştır.
Doğru Yol bu aradan altı ay sonra, 28 Şubat 1921’de yeniden yayımlandı.
1926’ya dek yayımı sürdüren Ahmet Raşit, Lozan Muahedesi’yle Türk uyruğuna
geçme hakkını kullandığından “Türkiye’ye gelmek fikriyle ve kendi arzusu ile
gazeteyi kapattı.” Milli Arşiv’de Şubat 1925’e ait 245 ve 246. sayıları, Ankara Milli
Kütüphane’de ise 10 Mart 1922’ye ait 102. sayısı yer almaktadır. PIO’da 1926 yılına
ait 288-315 arası sayıları bulunmaktadır.
Hakikat:
18 Eylül 1920’de yayınlanmağa başladığı ileri sürülmektedir. Sahibi Derviş
Ali Remmal, sorumlu müdürü Mehmet Fikri’ydi. Gazetenin on iki veya on beş yıl
yaşadığı belirtilmektedir.
2
İngiliz Dönemi’nde Kıbrıs’ta yayınlanan gazeteler hakkında bilgilerin bulunduğu yıllıklar.
v
30 Ekim 1930 tarihli Söz gazetesindeki bir haberde “yeni matbuat
kanunu”nun gerekliliklerini yerine getirmek için geçici olarak yayınını tatil eden
Hakikat’in tekrar yayına başladığı belirtildiği “Lefkoşa’ya nakledilen Hakikat
gazetesinin” diye belirtilmesi dikkati çekmektedir. Demek ki Hakikat ilkin Lefkoşa
dışında, büyük bir olasılıkla Larnaka Tuzlası’nda yayınlanmaktaydı. Hakikat’ın
çıkmadığı günler 18 Ağustos 1930’la, 28 Ekim 1930 tarihleri arasındadır.
Gazete Arap harfleriyle, Latin harfleriyle yayın yaptığı gibi İngilizce yazılara
da yer vermekteydi. Gazete adadan Türkiye’ye göç edilmesini savunmaktaydı. 19301933 yılları arasındaki toplam 5 cilt Girne’deki Milli Arşiv’de, Ankara Milli
Kütüphane’de 8 Ağustos 1931 tarihli 493. sayısı yer almaktadır. PIO’da ise 19261933 arası sayıları bulunmaktadır.
Masum Millet :
11 Nisan 1931 (bazı kaynaklarda 1 Nisan 1931)Cumartesi yayıma başlayan
bu gazetenin sahibi Cengiz Mehmet Rifat (Cingizzade ya da Cingizoğlu Mehmet
Rifat)’tı. C.M. Rifat halk arasında daha çok Jön ya da Con Rifat olarak
bilinmekteydi. Gazetenin amaçları “sömürgeciliğin aleyhine çalışmak, esnafı,
rençberi ve işçileri korumaktı. Devrin sömürge idaresi, aleyhinde olduğu için, ilk kez
(ikincisi 29 Ağustos 1934) gazeteyi kapattı. 10 Ekim 1947’de haftalık olarak ve tek
yaprak halinde yeniden yayımlanmağa başlandı.
Masum millet, ilkin eski yazı İngilizce’yle karışık, sonraki sayılarındaysa da yeni
Latin harfleriyle yayımlanmaktaydı. “Evkaf’ın Türk Cemaati’ne devri” için ilk ve
yöntemli savaş veren bu gazete oldu. Gazete haftalık olup, 1933 ve 1934 yıllarında
haftada iki kez yayımlanmaktaydı. PIO arşivinde 1931 ile 1948 arasındaki sayılarının
yer aldığı katalokta belirtilmişse de ne yazık ki bu yılların tümü bulunmamaktadır.
vi
Seyf:
İlk sayısı 2 Mart 1912’de (kimi kaynaklarda 12 Mart 1912’de) yayımlandı.
Seyf’in anlamı kılıç’tır. Haftalıktı. İlk ve sonraki bazı sayılarının pazar, daha
sonraları pazartesileri yayımlandığı bilinmektedir. İttihat ve Terakki Fırkası’nın
tutumunu benimseyen gazete Evkafçılar’a karşıydı. Müdür ve imtiyaz sahibi
Bodamyalızade Mehmet Münir’di. 15 Haziran 1914 tarihine dek, yüz on iki sayı
yayımlandı. 15 Ağustos 1929’da ikinci kez yayımlanmağa başlayan gazete bir kaç
sayı yayınlandıktan sonra sahibinin ölümüyle yayın dünyasından çekildi.
Seyf’in başlıca yazarları: Dr. Hafız Cemal, M. Orhan, H. Ziya, Sadreddin
Bey, Dr. Eyyub Necmeddin, Bodamyalızade M. Necmi idi.
Girne Milli Arşivi’nde 9 Haziran 1913 tarihli sayısı mevcutur. PIO arşivinde
ise 1913 ve 1926 yılları arasındaki sayılarının yer aldığı belirtilmişse de belirtilen
yılların tümüne rastlanılmadı.
Söz:
Mehmet Remzi’nin (Okan) yayınladığı bu gazetenin yayına başlayış tarihi
üstüne kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Kimilerine göre ilk çıkış tarihi 8 Eylül
1918’dir. Kimilerine göreyse bu tarih 1920’lerdedir. Bir başka yazıya göre ilk sayısı
15 Şubat 1921’de yayımlandı. (Nedir 18 Teşrinisani 1930 ya da 22 Cemaziyelahır
1349 tarihli 463. sayısında Söz başlığı altında “Tarihi Tesisi 8 Eylül 1919”
yazmaktadır. “Haftalık Türk gazetesidir” denilen bu sayıda yazılar hem eski hem de
yeni harflerledir. Perşembe günü belirtildiğine göre gazete bu 12. yılında
Perşembeleri yaymlanmaktaydı.) Bunlara göre göre ikinci sayısı 22 Şubat 1922’de
vii
çıkarıldıktan sonra durdurularak Doğru yol gazetesinin yayımına devam edildi. Bu
iki sayıya Doğruyol’un numara sayısı verildi.
Söz gazetesi Mehmet Remzi Okan’ın ölümüyle 22 Ocak 1922’de yayımını durdurur.
5 Mart 1934’te “ayni ideal ve ruhla yeniden yayın hayatına devama” başlar. Bu kez
sahibiyse Remzi Okan’ın kızlarından Vedia Remzi Okan’dır. Söz bir ara (1945’te)
Lefkoşa’da Zavallis Basımevi’nde basıldı. Kimi kaynaklara göre M. Remzi Okan’ın
ölümünden sonra yayınını durduran gazete ancak Aralık 1945’te yeniden yayın
yaşamına girdi. 21 Ağustos 1946’da gazetenin adı Hürsöz olarak değiştirildi.
Söz gazetesi, Kıbrıs basın hayatında çok etkin bir gazeteydi.yayınlandığı süre
boyunca Kıbrıs Türkü ve Türkiye’nin çıkarlarını korumayı amaçladı.
Söz gazetesinin, 1929-1946 yılları arasındaki sayılarına Milli Arşiv’den
ulaşmak mümkündür. PIO’da 1919-1987 tarihlerini içeren sayıların olduğu
belirtilmekle birlikte, hepsi arşivde bulunmamaktadır.
Vatan:
Nisan 1920’de yayına başlamıştır. Haftalık olan bu gazete Hüseyin Hüsnü
Cengiz tarafından çıkarılmaktaydı. Başyazarı Avukat Hüseyin Cemal’di. Gazete
sahibi adadan ayrılınca gazete kapanmıştır. Gazetenin 1925 ve 1926 yıllarına ait
sayılarını PIO’da bulmak mümkündür.
viii
GİRİŞ
I. Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri’yle 30
Ekim 1918’de ağır koşullar içeren Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. Buna
göre; boğazlar işgal, Osmanlı ordusunun terhis edilecek , tüm haberleşme ve ulaşım
gereçleri ile sistem İtilaf devletlerinin denetimine verilecek, tersane ve donanmaya el
konulacaktı. Doğu Anadolu’da karışıklık çıktığı taktirde İtilaf devletleri bu bölgeyi
işgal edebilecekti. İtilaf Devletleri güvenliklerini tehlikeye düşürecek bir durum
ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olacaktı.
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan kısa bir süre sonra uygulamaya
geçildi. İngilizler Musul, Antep, Maraş’ı işgal edip, Samsun ve çevresini denetim
altına aldılar. Fransızlar Adana ve çevresini, İtalyanlar Antalya çevresi ve Konya’yı
işgal ettiler. Osmanlı yönetimi bunlara kayıtsız kaldı. Dünya Savaşı’nın
sorumluluğunu yükledikleri İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenleri tutuklanmaya
başlandı. Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, 11 Kasım 1918’de çekilerek Tevfik Paşa
Hükümeti kuruldu. İşlemez hale gelen Osmanlı Parlamentosu padişah tarafından
dağıtıldı. Tevfik Paşa Hükümeti 3 Mart 1919’da çekilince yerine İngilizlere
yakınlığıyla bilinen Damat Ferit Paşa Hükümeti işbaşına geldi.
Osmanlı toprakları,
I Dünya Savaşı’nda yapılan gizli antlaşmalarla
paylaşılmıştı: Ürdün ve Irak İngiliz koruyuculuğu altına girecekti. Çukurova’dan
Sivas’a, doğuda Mardin’e kadar olan bölge, İskenderun ve Hatay bölgesi, Suriye ve
Irak’ın kuzeyi Fransızlara verilecekti. İtalyanlar, İzmir’in güneyinden itibaren bütün
Ege ve İç Anadolu bölgesi ile Mersin’e kadar uzanan bütün Akdeniz kesimini,
Konya dahil olmak üzere alıyordu. Rusların payı da tüm Doğu Anadolu ve boğazlar
1
idi. Ancak, 1917 Bolşevik devrimi ile savaştan çekilen Rusya, planların değişmesine
yol açtı.
İtilaf Devletleri, 1918’de savaşın bitmesiyle yenilen devletlerle ayrı ayrı barış
antlaşmaları imzaladılar. Osmanlı Devleti ile mütareke imzalanmış, ancak barış
antlaşmasının imzalanması gecikmişti.
Amerika Birleşik Devletleri savaşa İtilaf Devletlerinin yanında 1917’de
katıldı. ABD Başkanı Woodrow Wilson, I. Dünya Savaşı ve sonrası barışının temel
ilkelerini, 8 Ocak 1918’de açıkladı. İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devleti’ni parçalama
programlarının görünürdeki gerekçesi Wilson’un 14 ilkesine dayandırıldı. Bu
ilkelerle; milletler prensibi uygulanarak Avrupa’da homojen halklardan oluşan
devletlerin egemen olması, milletlerarası bir örgütün denetiminde dünya güvenliğini
sağlamak ve ekonomik alanda devletler arasında serbest mübadele ilkesini geçerli
kılmak amaçlandı. Wilson Prensiplerinin 12. maddesi Osmanlı Devleti ile ilgiliydi.
Buna göre, “Şimdiki Osmanlı İmparatorluğunun Türk bölgelerine egemenlik
tanınmalıdır. Ancak, Türk egemenliği altında yaşayan diğer uluslara kesin bir
yaşama hakkı, özgür ve engelsiz tam bir gelişme olanağı verilmelidir, boğazlar her
devlete açık olmalıdır.” Ancak bu ilkelerin kendi çıkarlarına ters düştüğünü düşünen
İngiltere, Fransa ve İtalyanlar bu ilkelerden sapmayı tercih ettiler.
İtilaf Devletleri tarafından 18 Ocak 1919’da, yenilen devletlerle imzalanacak
barış antlaşmalarını görüşmek üzere Paris Barış Konferansı toplandı. Sadrazam
Damat Ferit Paşa, 12 Haziran’da Paris’e giderek konferansa katıldı. Burada,
Osmanlı’nın 1914 sınırlarını ve önceki savaşlarda devlet egemenliğinden çıkan
2
toprakları istedi. İtilaf devletleri bu teklifleri reddederek, Anadolu’da ancak küçük ve
ulusal bir Türk devleti kurulmasını destekleyebileceklerini belirttiler.
Batı Anadolu, St. Jean de Maurienne Antlaşması (19-21 Nisan 1917) ile
İtalya’ya verilmiş, yürürlüğe girmesi Rusya’nın onayına bağlı kılınmıştı. Ancak
İngilizler bu bölgede güçlü bir devlet yerine zayıf bir devletin bulunmasını
çıkarlarına uygun gördüklerinden Doğu Trakya ve İzmir çevresindeki geniş bir
bölgeyi Yunanistan’a verdiler. Bu olay İngilizlerle İtalyanların arasının açılmasına
neden oldu.
Mondros Ateşkesi imzalandığında, Suriye’de bulunan Mustafa Kemal Paşa,
ateşkesle birlikte İstanbul’a çağrıldı. İstanbul’un durumu vatanı kurtarmak için
uygun olmadığından Anadolu’ya geçmeyi düşündü. Bunu sağlamak için, geniş
yetkilerle 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya atanmasını sağladı (30 Nisan 1919).
Görevi, Ankara’dan Diyarbakır, Samsun, Sivas, Amasya, Erzurum ve Trabzon’a
kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Karadeniz bölgesindeki karışıklığı önlemek için
görevlendirilmişti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a giderek Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı
başlattı.
Yunanlılar, Mondros’un 7. maddesine dayanarak, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in
işgaline başladılar. Mustafa Kemal Paşa, 28 Mayıs 1919’da Havza’da yayınladığı bir
genelgeyle İzmir’in işgalini kınayarak işgallere karşı halkın protesto gösterileri
yapmasını, ordunun terhisinin önlenmesini ve milli cemiyetlerin Anadolu’nun her
tarafında kurulmasını istedi. İzmir’in işgali ile Kuva-yı Milliye (milli kuvvetler)
birlikleri oluşturularak Batı Cephesi kuruldu.
3
Milli cemiyetler Mondros’tan sonra, işgallere karşı oluşturuldu. Cemiyetler
bölgesel direniş örgütü niteliğine sahip olmakla birlikte önce ağırlıklı olarak
propaganda yoluyla seslerini duyurmaya çalıştılar, başarılı olamayınca silahlı
direnişe geçtiler. Doğu Anadolu’da, Trakya’da, İzmir’de, Trabzon’da, Adana
çevresinde kurulan bu cemiyetler Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirildi. Bu cemiyetlerin yanında vatanın
kurtuluşunu, bağımsız milli bir devlet kurulmasında değil, başka yollarla
gerçekleştirmeyi düşünen çeşitli cemiyetler kuruldu: Sulh ve Selamet-i Osmaniye
Fırkası, Teali İslam Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson İlkeleri Cemiyeti.
Bunlar Anadolu’da çıkan çeşitli isyanları desteklediler. Ayrıca azınlıkların Wilson
ilkelerine dayanarak bulundukları bölgede çoğunluğu sağlamak ve işgalleri
meşrulaştırmak için kurdukları cemiyetler vardı: Kürt Teali Cemiyeti, Alyans-İsrailit,
Mavri Mira, Trabzon Pontus Rum Derneği, Taşnak ve Hınçak Cemiyetleri bunlar
arasındaydı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçerek başlatmış olduğu milli hareket
İngilizler’in tepkisini çekerek tutuklu bulunan 67 Türk Devlet adamının Malta’ya
sürülmesine yol açtı. Mustafa Kemal Paşa, İtilaf Devletlerinin isteği üzerine İstanbul
hükümeti tarafından 8 Haziran 1919’da görevinden geri çağrıldı. Mustafa Kemal
Paşa bunu dikkate almayarak, Amasya’ya geçti. Refet Bey, Ali Fuat Paşa ve Rauf
Bey’in desteğiyle Amasya Genelgesi’ni yayınladı (21-22 Haziran 1919). Bu
genelgeyle Sivas’ta ulusal bir kongrenin toplanmasına, önceden tarihi belirlenmiş ve
Doğu Anadolu illerini kapsayan Erzurum’daki kongreye katılmaya karar verildi.
Amasya Genelgesi, ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk Devleti kurulması
yolunda atılan ilk adım niteliğindedir. Halkın kendisini ve vatanını kurtarmak için
4
sivil toplum örgütlerinin üye seçimi yoluyla kongreler oluşturmasının demokratik
başlangıcını yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 8/9 Temmuz 1919’da askerlik görevinden istifa ederek,
sivil olarak mücadelesine devam etti. Amasya’dan Erzurum’a geçerek burada
Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum şubesinin düzenlediği
kongreye katıldı. Erzurum Şubesinin Heyet-i Faale Reisliğine seçildi. 23 Temmuz’da
açılan kongre, 7 Ağustos’a kadar çalışmalarını sürdürdü. Alınan kararlara göre; Doğu
illeri Osmanlı topluluğundan hiçbir şekilde ayrılamaz, Kuva-yı Milliye’yi etken ve
milli iradeyi hakim kılmak esastır, manda ve himaye kabul edilemez, her türlü işgal
ve müdahalesine karşı millet birlik olarak kendini müdafaa edecek, vatanın
bütünlüğü ve milletin bağımsızlığını İstanbul hükümeti sağlayamadığı taktirde
Anadolu’da geçici bir hükümet kurulacaktır. Kararlar itibariyle ulusal bir kongre
olmuş, Sivas Kongresi, TBMM’nin toplanış ve açılış gerekçesi de bu kararlara
dayanmıştır.
Erzurum Kongresi’nden sonra, 26-31 Temmuz 1919 tarihleri arasında
Balıkesir Kongresi ve 16-25 Ağustos 1919’da Alaşehir Kongresi toplandı. Balıkesir
Kongresi’nde Yunanlılara karşı savaşan Kuva-yı Milliye birliklerinin finansmanını
sağlama ve yönetimi üzerine önemli kararlar alındı. Alaşehir Kongresi’nde ise
Balıkesir ve Erzurum kongrelerinin kararları tartışılarak Yunanlılara karşı direniş
mücadelesinin sürdürülmesinin gerekliliği belirtildi.
Amasya Genelgesi ile toplanacağı bildirilen Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919
tarihleri arasında gerçekleştirildi. Bu kongrede; Erzurum Kongresi’nde seçilen 9
kişilik Temsil Heyeti’ne Sivas Kongresi’nde 6 kişi daha eklendi. Temsil Heyeti,
5
TBMM açılıncaya kadar alınacak milli kararlarda etkin olacak bir kurul haline geldi.
Milli sınırlar içinde vatanın bütünlüğü vurgulanarak tüm direniş kuruluşları ve
dernekler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirildi.
Anadolu’daki milli uyanış karşısında, İstanbul Hükümetinin engelleyici
hareketleri çok etkili olamadı. Kongre, Damat Ferit Hükümetinin sonunu hazırladı.
11/12 Eylül 1919’da kolordu komutanlıklarına çekilen telgraflarda, hiçbir telgrafın
İstanbul’a gönderilmemesi ve hiçbir telgrafın alınmaması istendi. Anadolu hareketi
ile İstanbul arasındaki tüm haberleşme kesildi. Damat Ferit Hükümeti, 30 Eylül
1919’da istifa etmeye mecbur oldu. 2 Ekim 1919’da Ali Rıza Paşa Sadrazamlığa
getirildi. Yeni kurulan bu hükümetin amacı Anadolu hareketini kuvvetlendirmek
değil, onu alabildiğine kontrol altına alabilmek olacaktı. 20-22 Ekim 1919 tarihleri
arasında Amasya’da yapılan görüşmeye, İstanbul Hükümeti adına Bahriye Nazırı
Salih Hulusi Paşa katıldı. İmzalanan protokol ile İstanbul Hükümeti, Temsil
Heyeti’ni resmen tanımış oldu. Burada, seçimlerin yapılarak Mebusan Meclisi’nin
İstanbul dışında toplanmasının sağlanması, Sivas Kongresi kararlarının Mecliste
görüşülüp kabul olunması gibi konuların Salih Paşa’nın İstanbul Hükümetine kabul
ettirmesi istendi. Ancak, Salih Hulusi Paşa bunları hükümete kabul ettiremedi.
İstanbul Hükümeti, anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle meclisin İstanbul dışında
toplanmasını reddetti. Seçimlerin yapılarak meclisin İstanbul’da toplanması kabul
edildi. Yapılan seçimleri büyük oranda Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adayları veya
Cemiyetin desteklediği kişiler kazandı. Mustafa Kemal Paşa Erzurum Milletvekili
seçildi. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerinden Meclis-i Mebusan’da, Müdafaa-i
Hukuk Grubu oluşturmalarını, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde belirlenen ulusal
hedefleri Meclise benimsetmelerini ve kendisini başkan seçtirmelerin istedi. 12 Ocak
6
1920’de toplanan Mebusan Meclisine İtilaf Devletleri, meclisin etkin bir karar
alamayacağını düşünerek herhangi bir müdahalede bulunmadılar. Milletvekilleri,
Mustafa Kemal Paşa’nın istediği grup yerine Felah-ı Vatan Grubu’nu oluşturdular,
kendisini de başkan seçtiremediler. Ancak, 28 Ocak 1920’de kongrelerde belirlenen
ulusal hedefler Misak-ı Milli adı altında Mecliste kabul edilebildi. Buna göre;
“Mondros Atşkesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı yönetiminde
bulunan ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz. İstanbul’un ve
Marmara Denizi’nin güvenliği sağlanırsa boğazlar dünya ticaretine açılabilir. Batı
Trakya, Kars, Ardahan ve Artvin’de halk oyuna başvurulmalıdır. Arapların
oturdukları yerlerin geleceği o yöre halkının iradesine bırakılacaktır. Azınlıklara,
çevre ülkelerdeki Türklere tanınan haklar oranında hak tanınacaktır. Ekonomik,
siyasi ve adli gelişmemizi engelleyen hiçbir ayrıcalık kabul edilemez”. Alınan bu
kararlar İtilaf Devletlerinin büyük tepkisine yol açtı. Ali Rıza Paşa Hükümeti yerine
Salih Paşa Hükümeti kuruldu. İstanbul, 16 Mart 1920’de resmen işgal edilerek
Mebusan Meclisi dağıtıldı. Salih Paşa da baskılara dayanamayarak istifa etmek
zorunda kaldı. Yerine 5 Nisan 1920’de Damat Ferit getirildi.
Paris Barış konferansı’nda Osmanlı Devleti hakkında kesin bir karar
alınmamıştı. İtilaf Devletleri 1920 yılında Londra’da
(I. Londra Konferansı 12
Şubat-10 Mart 1920) ve San Remo’da (18-26 Nisan 1920) toplanarak çeşitli
görüşmeler yaptılar. San Remo Konferansı’na İngiltere, Fransa ve İtalya katıldı.
Roma’da bulunan milli mücadeleci Galip Kemali Söylemezoğlu, İtalya başbakanına
yazdığı mektupta Türklerin de dinlenilmesini talep etti. Ayrıca İzmir, Trabzon,
Adana, Bitlis, Erzurum ve Trakya nüfusunun çoğunluğunun Türklerden oluştuğunu
bildiren bir muhtırayı İtilaf temsilcilerine sunmasına rağmen olumlu bir cevap
7
alamadı. San Remo Konferansı’nda belirlenen ön barış şartlarına göre; İngiltere, Irak
ve Filistin’de, Fransa Suriye’de mandater olarak hak sahibi olacak; Güney ve
Güneydoğu Anadolu içlerine kadar uzanan İtalyan ve Fransız nüfuz bölgeleri
oluşturulacak; İngiltere’nin himayesinde bir Kürt Devleti oluşturulacak ve Doğu
Anadolu, Güneydoğu Anadolu topraklarında bir Ermenistan oluşturulacak; İzmir,
Batı Trakya ve Doğu Trakya’nın büyük bir bölümü Yunanistan’a verilecek ve
boğazlar uluslar arası bir komisyonun denetimine bırakılacaktı.
Mebusan Meclisi dağıtıldıktan sonra, Anadolu’da meclis açma fikri kabul
gördü. İngilizlerin elinden kurtularak Anadolu’ya geçebilen Mebusan Meclisi
milletvekillerinin de katılımıyla, 23 Nisan 1920’de TBMM açıldı. 115 milletvekili
içinde en yaşlısı olan Sinop Milletvekili Milli Eğitim Müdürlüğünden emekli Şerif
Bey yaptığı konuşma ile, meclisin Misak-ı Milli kararları çerçevesinde tam
bağımsızlık için çalışmasının zorunluluğu ortaya kondu. Böylece, imparatorluktan
ulusal devlete geçiş aşamasında önemli bir adım atıldı. I. Dönem TBMM’de güçler
birliği ve meclis üstünlüğü ilkesi mevcuttu. Bu özellikleri ile karar alma
mekanizmasının hızlı çalışması sağlanmaya çalışıldı. Meclis bir yandan Anadolu’yu
işgale başlayan güçlerle mücadele ederken bir yandan da milli egemenliğe dayalı tam
bağımsız yeni bir devletin kurulmasına çalışacaktır. I. TBMM, sosyo-ekonomik
açıdan halk tabanına yakın bir kadroya sahipti. Milletvekilleri ağırlıklı olarak eski
memurlardan oluşuyordu. Siyasi partiler yerine gruplaşmanın olduğu görülür.
Mecliste, Halk Zümresi, Tesanüd, İstiklâl, Islahat grupları bulunuyordu. Müdafaa-i
Hukuk Grubunun hakimiyeti göze çarpıyordu. Meclis üyeleri, siyasi düşünüş
açısından birbirleriyle uyumlu olmasalar da vatanın kurtuluşu konusunda
birleşiyorlardı. 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul, 29 Ekim
8
1923’te Cumhuriyeti ilan eden, 3 Mart 1924’te halifeliği kaldıran ve I. TBMM
olmuştur.
TBMM’nin açış aşamasında Damat Ferit Paşa ve Hükümeti Anadolu’da
kurulan düzeni yıkmak
ve Milli Mücadeleyi önlemek için harekete geçti. Yurdun
çeşitli yerlerinde gerek azınlıklar tarafından, gerekse İstanbul Hükümeti tarafından
pek çok ayaklanma çıkarıldı. Bazıları TBMM açılmadan önce başlayıp, sonra da
devam etti. Bunlardan Aznavur ve Kuva-yı İnzibatiye doğrudan İstanbul Hükümeti
tarafından çıkarılan ayaklanmalardır. Bu iki ayaklanma, Çerkez Ethem ve Ali Fuat
Paşa’nın
çabasıyla
bastırıldı.
Bolu,
Düzce,
Hendek,
Adapazarı,
Yozgat,
Afyonkarahisar, Konya, Milli Aşiret, Koçgiri, Ali Batı, Şeyh Eşref gibi ayaklanmalar
din elden gidiyor gerekçesiyle çıkarıldı. Azınlıklardan Rumlar ve Ermeniler de
çıkardıkları ayaklanmalarla Türkleri uzun süre uğraştırdılar. Bunların bastırılmasında
Kuva-yı Milliye birlikleri etkin bir rol oynadı. Ancak, düzen ve otoriteden yoksun bu
birlikler, zaman zaman Ankara’nın otoritesi altına girmeyi de reddettiler. Düzenli
ordu kurulunca, Kuva-yı Milliyeci olan Demirci Mehmet Efe ve Çerkez Ethem
ayaklandılar. TBMM çeşitli nedenlerle çıkan ayaklanmalar için önlemler aldı. 29
Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılarak, Eylül 1920’de İstiklal
Mahkemeleri kuruldu. Buna göre, TBMM’ye karşı sözle bile olsa ayaklananlar,
meclisin varlığını inkar
edenler,
vatan haini sayılarak gerekirse ölümle
cezalandırılacaktı. Kurulan İstiklal Mahkemelerinde milletvekilleri görev alıyordu.
İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında Nisan 1920’de San Remo’da
belirlenen esaslar çerçevesinde antlaşma imzalanacaktı. İngilizler, barış koşullarını
Osmanlı’ya daha çabuk kabul ettirmek için Yunanlıları desteklediler. Yunan
9
Birlikleri, 22 Haziran 1920’den itibaren Bursa-Uşak çizgisi boyunca ilerlediler.
Trakya bölgesini işgal ettiler. Damat Ferit Paşa bu durumda San Remo taslağını
kabul etmekten başka çare kalmadığını ileri sürerek İstanbul Hükümeti’nin
olağanüstü bir şekilde topladığı kurula antlaşma metnini kabul ettirdi ve Paris’te, 10
Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Buna göre; İstanbul ve Anadolu’nun
küçük bir kısmı Türklerde kalacak, azınlık hakları gözetilmediği ve barış antlaşması
hükümlerinin kabul edilmediği taktirde İstanbul da Türklerden alınacak, boğazlar
dünya devletlerinin geçişine açık olacak ve yönetimi uluslar arası bir komisyona
bırakılacak,
boğazlar
Komisyonu’nun
üzerindeki
elinde
olacak
her
ve
türlü
bu
kontrol
ve
komisyonda
denetim
Boğazlar
Osmanlı
temsilcisi
bulunmayacaktı. Fırat Nehri’nin doğusunda bağımsız Ermeni ve Kürt devletleri
kurulacak. İngiltere, Fransa ve İtalya işgal ettikleri yerleri ellerinde tutacaklar.
Osmanlı ordusunun sayısı azaltılarak ağır silahlardan arındırılacak, sadece iç
güvenlikle ilgili hizmetleri yerine getirecekti. Kurulacak olan mali komisyonla
Osmanlı’nın
gelirleri
denetlenecek,
kapitülasyonlar
yeniden
düzenlenerek
yaygınlaştırılacak, Midye-Büyükçekmece hattına kadar Doğu Trakya, Gökçeada,
Bozcaada ve İzmir merkezli Ege’nin bir bölümü Yunanistan’a verilecek, azınlık ve
yabancı devlet okulları serbest bırakılacaktı. Sevr Antlaşması, Osmanlı Devletini
fiilen ortadan kaldırmıştı.
TBMM, Sevr Antlaşması’nı onaylayanları vatan haini ilan etti. Antlaşmanın
yürürlüğe konulmasını engellemek için düzenli ordu kurulması çalışmaları
hızlandırıldı. 8 Kasım 1920’de alınan bir kararla düzenli ordu kuruldu. Kuva-yı
Milliye birlikleri düzenli ordu birliklerine dönüştürüldü. Askerden kaçılmasını
önlemek amacıyla İstiklal Mahkemeleri görevlendirildi.
10
Ermeniler, Doğu Anadolu topraklarını kendi sınırları içerisine katmak
amacıyla intikam alayları kurarak Türklere karşı katliamlarda bulundular. 9 Haziran
1920’de Mustafa Kemal Paşa, Doğu Cephesi Komutanlığına Kazım Karabekir
Paşa’yı atadı. Karabekir Paşa, Ermenilere karşı başarı kazanınca, 3 Aralık 1920’de
Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, TBMM Hükümetinin
uluslar arası alanda sağladığı ilk başarıdır. Buna göre; Kars, Iğdır, Sarıkamış, Artvin
ve Ardahan’ın bir bölümü geri alındı. Ermeniler, Doğu Anadolu’ya dair isteklerinden
vazgeçtiler ve Sevr Antlaşması’nın geçersizliğini kabul ettiler. Doğu Cephesinde
kalıcı barış için ilk adım atılmış oldu.
İşgallere devam eden Yunanistan, Bursa’yı aldıktan sonra Eskişehir’e
yöneldi. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, düzenli ordu birlikleriyle önce
Yunanlılar’a, sonra da ayaklanan Çerkez Ethem’e karşı büyük başarı kazandı. I.
İnönü Savaşı (6-10 Ocak 1921) adı verilen savaş sonucu, TBMM’ye karşı olan güven
arttı, büyük devletler arasındaki görüş ayrılığı ortaya çıktı.
İtalya ve Fransa sorunu barış yoluyla çözerek daha fazla zarara uğramamak
için İngiltere’yi barışa zorladılar ve 21 Şubat-12 Mart 1921’de Londra’da Yunanistan
ve TBMM’nin de katıldığı bir barış konferansı düzenlediler. Konferansın temel
amacı, Sevr’i yumuşatarak TBMM’ye kabul ettirmek ve Anadolu’daki uyanışın daha
da güçlenmesini önlemekti. Konferansa, ikililik yaratarak çıkacak görüş ayrılığından
faydalanmak amacıyla TBMM’nin yanı sıra İstanbul Hükümeti de çağrıldı.
Konferansa İstanbul Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa, TBMM Hükümeti adına
Bekir Sami Bey katıldı. Konferansta Türk Heyeti, Misak-ı Milli sınırları ve
11
kapitülasyonlar konusunda taviz vermeyince bir sonuca varılamadan dağıldı. Bu
konferans ile İtilaf Devletleri TBMM’nin varlığını hukuken kabul etmiş oluyordu.
Afganistan ile 1 Mart 1921’de bir dostlun antlaşması imzalandı. Afganistan,
Milli Mücadeleye destek verdiğini belirterek TBMM’nin varlığını kabul eden ilk
devlet oldu. Sovyet Rusya ile 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalandı;
Sovyet Rusya Misak-ı Milli’yi tanıyacak, taraflardan birinin tanımadığı uluslar arası
bir antlaşmayı diğeri de tanımayacak, kapitülasyonların kaldırıldığı kabul edilecekti.
Ayrıca doğu sınırı kesin biçimini alıyordu. Moskova Antlaşması ile ilk kez batılı bir
devlet Misak-ı Milli’yi tanıyordu.
I. İnönü Savaşı’ndan sonra 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye ilan edildi. 12
Mart 1921’de de İstiklal Marşı, milli marş olarak kabul edildi.
Londra Konferansı’nda isteklerini kabul ettiremeyen İngilizler Yunanlıları
destekleyerek TBMM Hükümeti’ne karşı bir kez daha kışkırttı. Sevr’i zorla kabul
ettirmek için harekete geçen Yunan Ordusu tarafından, Eskişehir ve Afyon üzerine
büyük bir saldırı düzenlendi. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa önderliğindeki Türk
askerleri Yunanlıları durdurmayı başardılar. II. İnönü Muharebesi’nin (23 Mart-1
Nisan 1921) kazanılmasıyla İtalya kuvvetlerini Anadolu’dan çekme kararı aldı (5
Temmuz 1921). Fransa da TBMM ile anlaşma için çalışmalara başladı.
I. ve II. İnönü Muharebelerinde yenilgiye uğrayan Yunanlılar, 10 Temmuz’da
tüm güçleriyle İnönü, Eskişehir, Kütahya, Afyon hattında saldırıya geçince, Türk
ordusu Yunanlılara yenilerek Sakarya Nehri’nin doğusuna çekildi. Kütahya,
Eskişehir, Afyon, Bilecik Yunanlıların eline geçti. Bu yenilgiden komutanlar
sorumlu tutulmuş ve mecliste çok sert tartışmaların yaşanmıştı. Ankara’nın tehlikeye
12
düşmesi karşısında Meclisin Kayseri’ye taşınması bile gündeme geldi. Meclis’in,
ordunun başına geçmesi için baskı kurduğu Mustafa Kemal Paşa olağanüstü
durumda,
yetkilerinin
de
olağanüstü
olması
gerektiği
savıyla,
meclisten
başkomutanlık ve askerlik konularında tam yetki talep etti. 5 Ağustos 1921’de
çıkarılan yasayla Mustafa Kemal Paşa’ya, 3 ay süreyle yetki verildi. Yapılacak olan
savaşta ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için 7-8 Ağustos’ta Tekalif-i Milliye
Emirleri çıkarıldı. Sakarya Nehri’nin batısında bulunan Yunanlılarla Türk ordusu
arasında yapılan meydan muharebesini Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlığında
Türk ordusu kazandı. Mustafa Kemal Paşa’ya gazilik ve mareşallik ünvanı verildi.
TBMM kuvvetlerinin elde ettikleri başarılar, Fransa ile 20 Ekim 1921’de Ankara
Antlaşması imzalanmasını sağladı. Antlaşma, bugünkü Suriye sınırını büyük oranda
belirliyordu.
Misak-ı Milli ilk kez İtilaf Devletleri içinde yer alan
bir devlet
tarafından kabul edildi.
Sakarya Zaferinden sonra gizlilik içerisinde taarruz hazırlığına başlandı. 26
Ağustos-18 Eylül 1922 tarihleri arasında süren savaşta büyük ve kesin bir başarı
kazanıldı. 9 Eylül’de İzmir, 18 Eylül’de Bursa kurtarıldı.
13
I.
LOZAN BARIŞ KONFERANSI
Büyük Taarruz’dan sonra toplanan Mudanya Konferansı’na, Mustafa Kemal
Paşa tarafından Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa olağanüstü yetki ile delege olarak
atandı. İsmet Paşa’nın başkanlık yaptığı konferansa, İngiltere adına General
Harrington, Fransa adına General Charpy, İtalya adına General Mombelli katıldı.
Konferans sonucu, 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Buna
göre; Yunan kuvvetleri 15 gün içerisinde Doğu Trakya’yı boşaltacak, TBMM
Hükümetinin Trakya’da güvenliği sağlayacak jandarma kuvvetlerinin sayısı 8 bini
aşmayacak, Trakya’nın devir ve teslimi sırasında olay çıkmasını önlemek üzere
burada İtilaf Devletleri’nin kurulları ile 7 taburluk birlikleri bulunacak, bunlar
Trakya’nın Türklere tesliminden itibaren 30 gün içinde geri çekilecek, Türk ordusu
barış imzalanıncaya kadar Çanakkale ve Kocaeli Yarımadası’nda saptanan çizgiyi
geçmeyecek ve buradaki işgal kuvvetleri barış imzalanıncaya adar kalacaktı.1
Ateşkesten sonra, barış konferansına
gidecek delegelerin seçilmesi
gerekiyordu. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey baş delege olarak konferansa
katılmak istiyordu. Ancak Mustafa Kemal, Paşa Rauf Bey’e tam olarak
güvenemediğinden, İsmet Paşa’nın heyet başkanı olmasını uygun gördü. Dışişleri
Bakanlığına, Yusuf Kemal Bey yerine İsmet Paşa’nın atanmasını sağladı. Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde yapılan seçimle İsmet Paşa Baş Delegeliğe, Maliye Vekili
Hasan Bey ve Sıhhiye Vekili Rıza Nur Bey de delegeliklere seçildiler. Mudanya’da
1
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk, C.II , T.T.K, Ankara 1999, s. 905
14
göstermiş olduğu başarı, İsmet Paşa’nın delege başkanlığına seçilmesinde etkili
oldu.2
Lozan’a gidecek heyette geniş bir danışmanlar grubu vardı:3
Müşavirler: Münir Ertegün (Hariciye Vekaleti Hukuk Müşaviri), Muhtar Çilli (Eski
Nafia Nezareti Müsteşarı), Veli Saltık (Burdur Mebusu), Zülfü Tigrel (Diyarbakır
Mebusu), Zekâi Ayaydın (Adana Mebusu), Celal Bayar (Eski İktisat Vekili ve İzmir
Mebusu), Şefik Başman (Maliye Teftiş Heyeti Reisi), Seniyettin Başak (İstanbul
Evkaf Hukuk Müşaviri), Şevket Doğruker (Deniz Dairesi Müdürü), Tevfik
Bıyıklıoğlu (Kurmay Yarbay), Tahir Taner (Adliye Müsteşarı), Nusret Metya
(Hariciye Vekilliği İkinci Hukuk Müşaviri), Hikmet Bayur (Hariciye Vekilliği Siyasi
İşler Müdürü), Zühtü İnhan (Öğretim Üyesi), Fuat Ağralı (Maliye Vekilliği
Muhasebat Umum Müdürü), Mustafa Şeref Özkan(Eski Nazır), Şükrü Kaya
(Mülkiye Müfettişi), Hamit Hasancan (Kızılay İkinci Reisi), Cavit (Eski Maliye
Nazırı), Hayım Naum (Yüksek Mühendis Okulu Fransızca Öğretmeni), Baha (Adliye
Vekilliği Mezhep İşleri Müdürü)
Basın Müşavirleri: Ruşen Eşref Ünaydın (Yazar), Yahya Kemal Beyatlı (Öğretim
Üyesi)
Genel Sekreter ve Müşavir: Reşit Saffet Atabinen (Mülga Şurâ-yı Devlet Azası)
Mütercim: Hüseyin Pektaş (Robert Kolej İkinci Müdürü)
2
a.g.e, C. II, s. 905, 909, 911
3
KARACAN, Ali Naci; Lozan, Milliyet Yay., Tarih Kitapları Dizisi, 2. B., Temmuz 1971, s. 66-71
15
Katipler: Ali Türkgeldi (Hariciye Vekilliği Memuru), Mehmet Ali Balin (Hariciye
Vekilliği Memuru), Cevat Açıkalın (Hariciye Vekilliği Memuru), Celâl Hazım Arar
(Hariciye Vekilliği Memuru), Saffet Şav (Kızılay Umumi Merkezi Memuru),
Süleyman Saip Kıran (Hariciye Vekilliği Memuru), Rifat (Eski Hariciye Memuru),
Dr. Nihat Reşat Belger (Paris Basın Temsilcisi)
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, bu liste onaylandıktan sonra İsmet İnönü
söz alarak konferansta Misak-ı Milli’nin esas alınacağını belirtti. Milletvekilleri,
barış antlaşmasında yer alacak görüş ve dileklerini ilettiler. Özellikler tam
bağımsızlık, sınırlar ve Ermenistan üzerinde duruldu. Ege adaları, Rodos ve 12
Adanın Türkiye’ye bırakılması istenirken, bazı üyeler Kıbrıs’ın geri verilmesini
dilediler. Batı Trakya için halk oylaması isteği tekrarlanarak, Musul’un anavatandan
ayrılmaması gerektiği üzerinde duruldu.4 Ermeni Yurdu ve kapitülasyonlar
konusunda Türk heyeti savaşı göze alacak kadar kesin kararlıydı.
Konferansa
giderken İnönü’ye bakanlar tarafından imzalanan 14 maddelik bir talimat verildi:5
“1. Doğu Sınırı: “Ermeni Yurdu ” söz konusu olamaz, olursa görüşmeler
kesilir. 2. Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek,
konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa hükümetten talimat alınacak. 3.
Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır:
Re’si İbni Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat yolu,
Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşılacak. 4. Adalar:
Duruma göre davranılacak, kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize
katılacak, olmazsa Ankara’dan sorulacak. 5. Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde
edilmesine çalışılacak. 6. Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi istenecek. 7.
Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez,
bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek. 8.
Kapitülasyonlar: Kabul edilemez, bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse
gereken yapılır. 9. Azınlıklar: Esas mübadeledir. 10. Osmanlı Borçları: Bizden
ayrılan ülkelere paylaştırılacak, Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeline
mahsup edilecek, olmazsa 20 yıl ertelenecek. Düyun-ı Umumiye idaresi
4
TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi, C. V , Bilgi Yayınevi, İstanbul 2002 s. 283
5
ŞİMŞİR, Bilâl N; Lozan Telgrafları I (1922-1923), Ankara 1990, s. 14
16
kaldırılacak zorluk çıkarsa (Ankara’dan) sorulacak. 11. Ordu ve donanmaya
sınırlama konması söz konusu olamaz. 12. yabancı kuruluşlar: Yasalarımıza
uyacaklar. 13. Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’nin ilgili maddeleri
geçerlidir. 14. İslam Cemaati ve vakıfların hakları, eski antlaşmalara göre
sağlanacaktır.”
Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği
telgrafta İstanbul ile Ankara arsındaki anlaşmazlığın ortadan kalktığını ve ulusal
birliğin sağlandığını, ulusun padişahın buyruklarına uyması gerektiğini belirtti.
Konferans için Ankara’dan İstanbul’a bir temsilci gönderilmesini önerdi. Mustafa
Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın bu davranışını, “devlet siyasasını bulandırmaktan”
ibaret olduğunu söyleyerek reddetti. İtilaf Devletleri, Lozan’da yapılacak barış
konferansına, 28 Ekim 1922’de her iki hükümeti de çağırmıştı. Bu ikililik durumu, 1
Kasım 1922’de yasa gereği padişahlığın kaldırılmasıyla son buldu.6
İsmet Paşa ve TBMM heyeti, 11 Kasım 1922’de Lozan’a gitti. Konferans
kararlaştırıldığı gibi 13 Kasım’da değil, 20 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan Şehri
Mont Benon Gazinosu’nda açıldı. Ouchy’deki Şato Oteli’nde yapıldı.
Konferansta, İngilizleri Hariciye Vekili Lord Curzon temsil etti. İkinci İngiliz
Delegesi ise İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Sir Horace George Montagu Rumbold
idi. İtalya’yı Musollini’nin emrinde bulunan Marki Camill Garonni ile Jules Cesar
Montanya, Fransa’yı Barère ve Bompard, Japonya’yı Baron Hayachi ile Otchiai,
Yunanistan’ı Venizelos ve Caclamanos temsil ediyordu. Bulgaristan adına
Stambuliski, Romanya adına Duca ve Diyamandy, Yugoslavya adına Nintchitch ve
Rakitch bulunuyordu. İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya çağrı yapan devletler
konumundaydılar. Türkiye, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya tüm görüşmelere
6
NUTUK, C. II, s. 905, 909, 911, 917
17
çağrıldı. Amerika Birleşik Devletleri gözlemci sıfatıyla, Sovyet Rusya ve Bulgaristan
da Boğazlar statüsü için, Belçika ve Portekiz ise ticaret ve yerleşme sözleşmelerine
katılmak amacıyla çağrıldılar.7
20 Kasım’da açılış töreni yapıldı. İsviçre Konfederasyonu Başkanı Haab
açılış konuşmasında, “Yakındoğu anlaşmazlıklarına son verecek bir barış toplantısı”
olduğunu belirtti.
Lord Curzon da söz alarak temsilcilerin hepsinin uzlaştırıcı
oldukları taktirde barışın sağlanabileceğini belirtti. İsmet Paşa, asıl taraflardan biri
olduğunu belirterek söz aldı. “Bu dakikada bile hala bir milyondan fazla masum Türk
Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında evsiz, ekmeksiz, serseri dolaşmaktadırlar…
Efendiler, çok ızdırap çektik, çok kan akıttık… Bütün uygar uluslar gibi özgürlük ve
bağımsızlık istiyoruz.” diyerek
Türkiye’nin tutumunu açıkça ortaya koydu.8 21
Kasım’da saat 10:00’da ilk oturum yapıldı. Bu toplantıda Lord Curzon geçici
başkanlığa seçildi. Konferans için İngilizce, Fransızca ve İtalyanca olmak üzere 3
resmi dil kabul edildi. Ancak tercümelerle vakit kaybını önlemek için herkesin
bildiği kabul edilen Fransızca konuşulmasına karar verildi.9
Sorunları görüşülmesi için oluşturulan 3 ayrı komisyona İngiltere, Fransa ve
İtalya başkanlık etti. Fransız delegesi Massigly genel sekreterliğe getirildi. İsmet
Paşa komisyon başkanlıklarından birinin Türkiye’ye verilmesini istemiş ancak bu
reddedilmişti. Türk heyetinden Reşit Saffet Atabinen’e yazı işleri komitesinde görev
verildi.10
7
TURAN; a.g.e, C.V, s. 284-85
8
TURAN; a.g.e, s. 284-85
9
KARACAN; a.g.e, s. 95-109
10
TURAN; a.g.e, s. 285
18
Konferansın I. Devresinde üç komisyon oluşturulmuştu.
A. Ülke, Arazi ve Askerlik Sorunları Komisyonu:
Komisyonun başkanlığı İngiltere’ye verildi. I. komisyon 86 günde 25 oturum
yaptı. Toplam 9 oturum sınırlara, 8 oturum boğazlar meselesine, 5 oturum azınlıklar
işine, 3 oturum mübadele işine, 2 oturum da Musul konusuna ayrıldı.11
I. komisyon üç alt komisyona ayrıldı:
1. Azınlıklar Alt-Komisyonu:
Başkanı İtalya İkinci Delegesi Mösyö
Montanya idi. Bu komisyon 17 toplantı yaptı. Yapılan görüşmeler sonucu
azınlıkların sadece din azlığı olması ve azınlıklara haklar tanıyan her memlekette
kabul edilen haklara sahip olmaları kabul edildi. Genel af sorunu da bu komisyonda
görüşüldü.
2. Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu: Bu komisyonun da başkanlığını
Montanya yaptı. Burada rehinelerin, sivil tutukluların, savaş esirlerinin iadesi ve
nüfus mübadelesi konuları hakkında 13 toplantı gerçekleştirildi.
3. Neully Antlaşması’nın Bulgaristan’a Ege Denizi’nde Ekonomik Bir Çıkış
Yeri Verilmesine İlişkin Maddesini Uygulama, Yol ve Yöntemlerini İncelemekle
Görevli Alt-Komisyon: Fransız temsilcisi General Weygand başkanlığında bir
oturum yaptı.
I. komisyon alt komisyonlarıyla birlikte 56 defa toplandı.
11
BİLSEL, Cemil; Lozan, C. II, Ahmet İhsan Matbaası, 1933, s. 498
19
B. Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi Komisyonu: Başkanı Marquis
Garroni idi. Bu komisyon kapitülasyonlar için 5 defa toplantı yaptı. Kendi içinde 3
alt komisyon oluşturuldu.
1. Yerleşme Hakkı ve Adli Rejim İtibariyle Yabancıların Statüsü AltKomisyonu: Buna İngiliz İkinci Delegesi Horas Rumbold başkanlık ediyordu.
Toplam 6 oturum yaptı. Yabancıların Türkiye’de yerleşmesi konusunda uzlaşma
sağlanmışsa da, yabancıların tabi olacağı usul üzerinde anlaşılamamıştır. Türk Heyeti
konferansın kesintiye uğramaması için bu konuda Müttefik Devletlerin önerdikleri
formülleri 4 Şubat 1923’te kabul ettiğini bildirmesine rağmen konferansın kesintiye
uğramasının önüne geçilemedi.12
2. Ekonomik Rejim Bakımından Yabancıların Statüsü Alt-Komisyonu: Fransız
Mösyö Serrius başkanlığında 14 defa toplandı.
3. Uyrukluk ve Arkeolojik Araştırmalar Alt-Komisyonu: Başkanı Montagna olup 3
oturum yaptı.
İkinci Komisyon alt komisyonlarıyla birlikte 32 defa toplandı.
C. İktisat ve Maliye Sorunları Komisyonu: Bu komisyona Fransa baş delegesi
Mösyö Barère başkanlık etti. Bu komisyonda da 4 alt komisyon oluşturularak
sorunların çözümü yoluna gidildi. Bu komisyon 5 defa toplantı yaptı.
1. Mali Sorunlar Alt-Komisyonu: Fransa İkinci Delegesi Mösyö Bombard’ın
başkanlığında 8 defa toplandı.
12
BİLSEL; a.g.e, s. 488, 499
20
2. Gümrük ve Ticaret Rejimi Alt-Komisyonu: Türk delegelerinden Hasan Beyin
başkanlığında 7 defa toplandı.
3. İktisat Sorunları Alt-Komisyonu: İtalyan delege Nogora’nın başkanlığında 19
toplantı yaptı.
4. Sağlık İşleri Alt komisyonu: Başkanlığını Fransa baş delegesi Mösyö
Barère’in yaptığı bu komisyon 2 toplantı yaptı.
Alt komisyonlarıyla birlikte III. Komisyon 41 oturum gerçekleştirdi.13
Konferansın I. Devresi 86 gün sürdü. Asıl ilgi uyandıran tartışmalar bu
devrede gerçekleşti. II. Devre, I. devrede çarpışan fikirlerin bir anlaşmaya varma
yolunda karşılıklı uyma teşebbüsleriyle geçti. I. Devre sonunda sunulan taslak tek
taraflı idi. II. Devrede ise bütün hükümler karşılıklı müzakere edildi.14
31 Ocak 1923’e kadar yapılan görüşmelerde hiçbir konu üzerinde tam bir
uyuşma sağlanamadı. Konferansta, Türk-Yunan savaşının sonuçları değil, yüzyılların
birikimi olan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülüşünün ortaya çıkardığı
sorunlar ele alındı. Kapitülasyonlar, azınlıkların ve boğazların durumu, Trakya ve
Irak sınırları çözümü zor sorunlardı.15
Müttefik devletler, antlaşmayı kendilerine göre şekillendirip 161 madde ve 7
ek ile birlikte kabul edilmek üzere Türk heyetine sundular.
13
a.g.e, s. 500
14
a.g.e, s. 97-98
15
TURAN; a.g.e, s. 285
21
Türk Heyeti verilen antlaşma metnini görüşmek üzere müttefiklerden zaman
istedi. Ancak istenilen yeterli zaman verilmemiş, aceleye getirilerek imza etmeleri
istenmişti. Türk heyeti de antlaşmanın bazı maddelerini reddettiğinden Lord
Corzon’un İngiltere’ye dönmesiyle konferans, 4 Şubat 1923’te kesilmiş oldu. 16
İsmet Paşa, 20 Şubatta Ankara’ya geldi ve gerekli açıklamaları yaptıktan
sonra yeni talimat istedi. Mecliste, özellikle muhaliflerin sert eleştirileri olmuş ve
tartışmalar yaşanmıştı. İsmet Paşa Misak-ı Milli’ye ihanetle suçlandı. Mustafa Kemal
Paşa, heyetin Meclise değil sadece hükümete karşı sorumlu olduğunu belirterek
suçlamaları önleyebildi
İki buçuk aylık bir kesintiden sonra müttefikler, Türkiye’nin yaptığı itirazlara,
29 Şubat’ta yanıt vererek konferansın yeniden açılması için ilk adımı attılar. Türkiye
Büyük Millet Meclisi de 8 Mart’ta karşı önerilerini bildirdi ve ikinci dönemin
açılması kararlaştırıldı.17 23 Nisan 1923’te konferans yeniden başladı. Konferansın 2.
devresinde, 3 komisyon yerine 3 tane komite oluşturuldu. Lozan Konferansı’nın
ikinci devresinde alt komisyonlar yerine uzmanların toplantıları oldu. Komiteler
arasında Türk teklifleri, içeriğine göre maddeler itibariyle ayrıldı.
I. Komite: İngiliz baş delegesi Horas Rumbold’un başkanlığında 13 toplantı
yaptı. Bu komiteye antlaşma projesinin 1’den 144’e kadar olan maddeleri (14. ve 19.
maddelerin 2. fıkraları hariç) ve 134’ten 151’e kadar olan maddeleri ile Trakya’ya ait
sözleşme, af beyannamesini (10.-14. maddeye kadar olanlar dışında) yabancılar
16
BİLSEL; a.g.e, s. 97, 98, 103
17
TURAN; a.g.e, s. 287
22
rejimine ait sözleşmeyi verdiler. 152.-159. maddeler de sonradan bu komisyonun
kapsamına girdi.
II. Komite: 17. ve 19. maddelerin ikinci fıkraları, 45., 70. ve 129-233.
maddelerin verildiği bu komite 9 toplantı yaptı. Başkanlığını da Fransız baş delegesi
Pelle yürüttü.
III. Komite: Başkanı İtalya baş delegesi Marki Garroni idi. 71.-117. maddeler, ticaret
sözleşmesi ve yabancılara ait sözleşmenin 10.-17. maddeleri bu komisyona verildi.
İkinci devreye, kapitülasyonların kaldırılması kararlaştırıldığı için birinci
devrede bulunan İspanya, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda delegeleri gelmediler.
Polonyalılar müzakerenin bitimine kadar konferansta bulundular ve antlaşma
imzalandıktan sonra Türkiye ile yerleşme ve ticaret mukavelelerini imzaladılar.
Konferans, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Esas antlaşma 143 madde ve buna
ek 4 bölüm ve 17 ayrı protokol bulunuyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23
Ağustos 1923’te 14 olumsuz oya karşı 213 oyla Lozan Antlaşmasını onayladı.
Ancak, diğer devletlerin onaylamaları geciktiğinden, Antlaşma 6 Ağustos 1924’te
yürürlüğe girebildi.18
Lozan, Türkiye’yi bağımsız, uygar ülkeler arasına katmış, devletler hukuku
bakımından onun dış ilişkilerinin temelini atarak yeni devletin kuruluş sürecini
tamamlamıştı.19
18
a.g.e, s. 291
23
A. Ülke ve Askerlik Sorunları
1. İstanbul ve Boğazlar
İstanbul ve boğazlar, I. Dünya Savaşı’nda yapılan gizli paylaşım
antlaşmalarıyla Rusya’ya verilmişti. 1917 Bolşevik Devrimi ile Sovyet Rusya
savaştan çekilmiş, eski rejimin imzalanan bütün uluslar arası antlaşmalarını
tanımadığını belirtmişti. Yeni kurulan devlet ile TBMM arasında, 16 Mart 1921’de
Moskova Antlaşması imzalandı. Buna göre; “Boğazların tüm ulusların ticaretine
açılması ve geçiş özgürlüğünün sağlanması için, Bağıtlı taraflar, Karadeniz ve
Boğazların bağlı olacağı rejimin kesin biçimde hazırlanması işinin, kıyı devletlerinin
temsilcilerinden oluşmak üzere, daha sonra yapılacak bir konferansa bırakılmasını
uygun bulurlar. Bu konferansta alınacak kararların Türkiye’nin salt egemenliğine ve
Türkiye ile onun başkenti olan İstanbul’un güvenliğine hiçbir zarar getirmemesi
gerekir.”20 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’na göre
İstanbul ve boğazlar TBMM yönetimine bırakılacak, İtilaf Devletleri barış
antlaşmasının imzalanmasından altı hafta sonra İstanbul’u boşaltacaklardı.
Boğazlar konusu Lozan Konferansı’nda ilk kez, 4 Aralık 1922’de
görüşülmeye başlandı. Sovyetler Birliği’ni bu görüşmelerde Tchitcherin (Çiçerin)
temsil etti. Sovyetler’e göre, İstanbul ve Çanakkale Boğazı’nda ve Marmara
Denizi’nde ticaret gemilerinin geçişi
serbest olacaktı. Karadeniz ve kıyılarının,
yakın doğu ve İstanbul’un güvenliği için boğazların savaş ve barış zamanında
19
ŞİMŞİR, Bilal; Lozan Antlaşması, Atatürkçü Düşünce, C. I, S. 1, Temmuz 1994, s. 11
20
SOYSAL, İsmail; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), TTK, Ankara 2000, s.
34
24
Türkiye dışındaki devletlerin gemilerine kapalı olması gerekiyordu. Ukrayna ve
Gürcistan da aynı görüşteydi.21
Müttefik Devletlere göre; savaş ve barış zamanında ticaret gemilerinin geçişi
serbest olacak, savaş zamanında Türkiye savaşa katılsın veya katılmasın tarafsız
gemiler serbestçe geçecek, boğazlarda serbestliği engelleyebilecek askeri nitelikte
hiçbir kara ya da deniz tesisi bulunmayacak, Karadeniz ve Çanakkale boğazları
askerden arındırılacak, İstanbul ve çevresinde başkentin ihtiyaçlarını karşılayabilecek
en çok 10 bin kişilik bir kuvvet bulundurulacaktı.22
Türk Heyeti’nin görüşü Misak-ı Milli’ye uygundu: “…İstanbul şehriyle
Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırılardan korunmuş olmalıdır. Bu ilke
saklı kalmak şartıyla Akdeniz (Çanakkale) ve Karadeniz Boğazları’nın dünya
ticaretine ve uluslar arası ticarete açık tutulmasına ilişkin bizimle bütün öteki
devletlerin oybirliğiyle verecekleri karar geçerli olacaktır.”23
Karadeniz’e
sahili
bulunan
Bulgaristan,
Karadeniz’in
askerden
arındırılmasını, boğazlarda Tuna’da olduğu gibi gidiş gelişin sağlanması için bir
komisyon
oluşturulmasını;
Romanya,
Karadeniz’in
kapanmamasının
kendi
ekonomisi açısından önemini belirterek, askerden arındırılmasını, gemilerin
boğazlardan serbestçe geçişini ve boğazlarda uluslar arası bir rejim kurulması yani
İtilâf kuvvetlerinin bulunmasını istiyordu.
24
Ancak, Lozan’da boğazlar konusunda
esas olarak Sovyet Rusya’nın, müttefiklerin ve Türklerin görüşü çatışmıştı.
21
22
KARACAN; a. g. e, s. 172
MERAY, Seha L.(Çev.); Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler, Tkm. I, C. I, Ktp I., Yapı
Kredi Yayınları, 2. B., İstanbul 2001, s. 160-161
23
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp I , s. 133
24
KARACAN; a. g. e, s. 203-204; MERAY; a. g. e, s. 136-137
25
Boğazlar meselesi, Lozan’ın birinci döneminde yoğun olarak görüşülmüş ve
büyük oranda anlaşmaya varılmıştır. Bu konuda müttefiklerin konferans kesilmeden
önce sundukları tasarı olumlu karşılanmış, 8 Mart 1923 tarihli teklifte de , olduğu
gibi muhafaza edilmiştir. İkinci dönemde bu tasarı üzerinden hareket edilerek sonuca
ulaşılmıştır.
Lozan Barış Antlaşması ile boğazlar Türkiye’ye verildi. Gidiş geliş serbest
olacak ve Milletler Cemiyeti denetiminde, başkanının Türk olduğu uluslar arası bir
komisyon tarafından düzenlenecekti. Boğazların her iki yakası da askerden
arındırılacak.
Antlaşma Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandıktan 6 hafta
sonra işgal kuvvetleri İstanbul’dan gideceklerdi. Kuvvetler, 2 Ekim 1923’de
İstanbul’dan ayrıldılar.
Kıbrıs Türk basınında, Lozan Konferansı’nda tartışılan boğazlar sorunu
uzunca bir süre önemli gündem maddesi olarak algılanmamış, özellikle Haziran
1923’ten itibaren boğazların tahliyesi konusu gündeme taşınmıştır:
“İstanbul’un ne zaman tahliye edileceği konusunda gazetecilerin yönelttiği
soruya General Pelle müttefiklerin bu konuda birlikte hareket edeceklerini,
tahliyenin zamanı ve ne kadar süreceğinin henüz belli olmadığını, Türk
delegeleri ile bu konuda uzlaşılacağını ümit ettiğini belitti.”25
“Türkiye’de işgal edilen yerlerin tahliyesinin nasıl olacağını şimdiden tahmin
etmek mümkün değildir. Ancak bazı toplantılarda müttefiklerin fikirlerine
bakılırsa tahliyenin aşamalı şekilde olacağı ve Gelibolu Yarımadası’nın
tahliyesinin en sona bırakılacağı, barış antlaşması hükümleri uygulanıncaya
kadar müttefiklerin bazı yerleri rehin olarak işgale devam edecekleri
söylenebilir. Delegelerimizin aşamalı tahliyeyi kabul etmesi şüphelidir.”26
25
Hakikat, 23 Haziran 1923, No: 141, “İstanbul Ne Vakit Tahliye Edilecek”
26
Hakikat, 23 Haziran 1923, No: 141, “İstanbul ve Çanakkale’nin Tahliyesi Meselesi”
26
Görüşmelerde İsmet Paşa, İstanbul ve Çanakkale’nin tahliye tarihini
belirlemek için Sir Rumbold’la görüşme teşebbüsünde bulunmuştur.27
Lozan’dan gelen haberlere göre barış antlaşmasının tüm maddeleri gözden
geçirilmiştir. İstanbul, Gelibolu ve Çanakkale’nin tahliyesi diğer maddelerin
çözümüne bağlıdır. Müttefikler tahliye konusunda kendi aralarında görüşmeler
yapmışlardır. Delegeler, barış antlaşmasının müttefiklerden birinin onaylamasının
ardından
tahliyenin
gerçekleşebileceği
üzerinde
durmaktadırlar.Türkiye’nin
imtiyazlar meselesinde fedakarlıkta bulunabilmesinin de boğazların tahliyesine bağlı
olduğu yorumu yapılmaktadır.28
Sir Horace Rumbold’un 17 Temmuz 1923’te sunduğu, Müttefik kuvvetlerince
işgal edilmiş bulunan Türk topraklarının boşaltılmasına ilişkin protokole göre;
“Lozan’da kararlaştırılan barış antlaşması ile öteki senetlerin Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde
onaylanmış
olduğu,
müttefik
devletlerin
İstanbul’daki
yüksek
komiserlerine bildirilir bildirilmez, sözü geçen devletler işgal etmekte oldukları
toprakların boşaltılması işlemlerine başlayacaklardır. Bu işlemler, Çanakkale
Boğazı’nda, Marmara Denizi’nde ve Karadeniz Boğazı’nda durmakta olan İngiliz,
Fransız ve İtalyan savaş gemilerinin de çekilmelerini kapsayacak.”29tır.
Meclis ve Mustafa Kemal Paşa adına Ali Fuat Paşa’nın da bulunduğu, Rauf
Bey’in başkanlığını yaptığı Bakanlar kurulunda, konu uzun uzun görüşülmüştü.
Sonuçta İstanbul ve boğazların tahliyesinin geciktirilmesinin hiçbir şekilde kabul
27
Hakikat, 7 Temmuz 1923, No: 143, “İsmet Paşa Hazretlerinin Teşebbüsü”
28
Hakikat, 14 Temmuz 1923, No: 144, “Nihayet talebimizin kabul edileceğini umuyoruz.” ; Hakikat,
14 Temmuz 1923, No: 144, “Fransızlar Israr Ediyorlar”
29
MERAY; a. g. e, Tkm II, C. I, Ktp. II, s. 196
27
edilemeyeceğine karar verilmiş, karar, İsmet Paşa’ya gönderilerek tahliyenin
geciktirilmesi kesin olarak reddedilmesi istenmiştir.30
“İtilaf devletleriyle imzalanan tahliye protokolünden sonra İstanbul’daki
askeri birliklerin geri çekilmesini kabul ettiler. Ancak ileri sürdükleri şarta
göre, önce Anadolu’da bulunan birlikler, ardından İstanbul ve en son da
Çanakkale ve Gelibolu’daki askeri birlikler geri çekilerek işgal sona
erecekti.”31
Journal gazetesine göre Rusya’nın Roma temsilcisin boğazlar mukavelesinin
onaylanması hakkında verdiği beyanatta; Rusya’nın hiçbir sorumluluk kabul
etmediğini belirtiyordu. Bu nokta, davet eden devletlere de iletilmiş ve Rusya’nın
bunu imzalamasının tek sebebi, Batılı devletlerin Rusya hükümetini onaylaması
amacını gütmesiydi.32
Times’dan bildirilen habere göre, hafta sonunda 4 bin İngiliz askerinin
gitmesiyle başlayan İstanbul’un tahliyesi “Türkiye’nin ve belki de bütün Şark’ın
tarihinde yeni bir devrin, bir faslın açıldığına harici ve göze görünür bir
alamettir…Yunanlıların savaşta hezimete uğramaları, Avrupa devletlerinin kendi
aralarındaki anlaşmazlıkları Lozan Muahedesini meydana getirdi. Bu muahedename,
Türkiye’ye cihanda şimdiye kadar hiç işgal etmediği bir mevki bahş eyledi.
Müttefiklerden hiçbirinin Türkiye’nin göstereceği direnme karşısında barışı tehlikeye
koyamayacakları konusundaki tutumlarını çok becerikli bir şekilde kullandı ve
önemli bir siyasi zafer kazandı. Milliyetperver Türkler, kapitülasyonlar ile ticaret ve
maliye işlerine kendilerini bağlayan bağı kopardılar… Türklerin büyük kısmının
düşüncesi ekalliyetlerden ve Avrupa müdahalesinden kurtularak kendi gelecekleriyle
30
Hakikat, 21 Temmuz 1923, No: 145, “Ankara Tahliyenin Tehirini Redde Karar Verdi”
31
Hakikat, 18 Ağustos 1923, No: 148, “Tahliye Nasıl Olacak”; İngiliz, Fransız ve İtalyan Kuvvetleri
işgal ettikleri Türk topraklarının boşaltılmasına ilişkin 24 Temmuz 1923’te imzalanan protokol
uyarınca, 17 Temmuz’da Rombold’un sunduğu şartlar kabul edildi. MERAY; a. g. e, Tkm. II, C. II , s.
109
28
rahatça yaşamaktır. Fakat irfan ve zeka sahibi olan lider kadro, bu devirde dünyadan
tecritle rahatça yaşamanın birbiriyle uyuşmayan iki tabir olduğunu bilmelidir. Bu
yola gitmek Türkiye için felaket olur…”33
İtilaf donanmalarının İstanbul’dan ayrılışı 3 ay sonra Kıbrıs gazetelerine
yansıdı: “İstanbul gazetelerinden okunduğuna göre İstanbul’daki yabancılara ait
savaş gemileri limandan ayrıldılar.”34
2. Kıbrıs
Kıbrıs, Osmanlı Devleti tarafından 1878’de İngiltere’ye kiralandı. 1881’de
Mısır’ın işgal edilmesiyle İngiltere için stratejik önemini yitirdi ve İngiltere adadaki
faaliyetlerini sınırlandırarak yatırım yapmamaya başladı. Osmanlı Devleti’ne olan
kirayı ödemek için halktan ağır vergiler aldı. Kıbrıs’ın ekonomik gelişmesi oldukça
ağırlaştı. Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na Almanların yanında katıldığından, 5
Kasım 1914’te İngiltere Kıbrıs’ı ilhak etti ve Yunanistan’a kendi yanında savaşa
katıldığı taktirde Kıbrıs’ı vermeyi vaat etti. Savaşa girmekten kaçınan Yunanistan
daha sonra İngilizlerin yanında savaşa girmesine rağmen çok geç olduğu söylenerek
Kıbrıs Yunanistan’a verilmedi. 35
İngiltere I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti ile savaş halinde olduğundan,
Kıbrıs Türklerine kuşkuyla bakmış ve bu durum toplumda korkuya neden olmuştu.
Enosis akımının 1919’da kızışması, Kıbrıs Türklerinin durumunu daha da zorlaştırdı.
32
33
Hakikat, 8 Eylül 1923, No: 151, “Niçin Tasdik Etmiş”
Hakikat, 20 Teşrin-i Evvel 1923, No: 156, “Türkiye’deki Yeni Tarih Faslı”
34
Hakikat, 5 Kanun-ı Sani 1924, No: 167, “Ecnebi Gemileri Gitti”
35
KIZILYÜREK, Niyazi; Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler, Işık Kitabevi Yay., 2. B. Lefkoşa
2001, s. 33,37
29
Buna rağmen Kurtuluş Savaşı’na aralarında para toplayarak yardımda bulundular.36
Hatta, çok sayıda Kıbrıslı Türk savaşa katıldı ve üst düzey görevlerde bulundu.37
Kurtuluş
Savaşı’nda
kazanılan
başarı
Kıbrıs
Türklerinde
sevinçle
karşılanmasına rağmen, bu sevinç adanın Türk yönetimine devredileceği umuduyla
bütünleşemedi. 38
Türkiye, Lozan Konferansı’nda Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu kabul
ettiğinden bu konu tartışılmadan karara bağlandı. Antlaşmanın 20. ve 21. maddeleri
Kıbrıs ve Kıbrıs Türk halkı ile ilgilidir:
“Madde 20: Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından Kıbrıs’ın 5 Kasım
1914’te ilan olunan ilhakı tanıdığını beyan eder.
Madde 21: 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs adasında yerleşmiş olan Türk
uyrukları, yerel yasanın belirttiği koşullara göre, İngiltere uyrukluğuna
geçecek ve böylece Türk uyrukluğunu yitireceklerdir. Bununla birlikte, bu
Türkler, isterlerse, bu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlanarak iki
yıllık bir süre içinde, Türk uyrukluğunu seçebileceklerdir. Bu durumda seçme
haklarını kullandıkları günü izleyen on iki ay içinde Kıbrıs adasından
ayrılmak zorunda kalacaklardır.
İşbu antlaşmanın yürürlüğe konulması günü Kıbrıs adasında yerleşmiş
bulunup da yerel yasanın belirttiği koşullara uyularak yapılan istem üzerine, o
gün İngiltere uyrukluğunu edinmiş ya da edinmek üzere bulunmuş olan Türk
uyrukları da bu nedenle Türk uyrukluğunu yitireceklerdir.
Kıbrıs Hükümeti, Türkiye Hükümetinin izni olmaksızın Türk uyrukluğundan
başka bir uyrukluğu edinmiş olan kimselere İngiltere uyrukluğu tanımayı
reddetmek yetkisine sahip olacaktır.”39
36
ÖKSÜZ, Hikmet; “Lozan’dan Sonra Kıbrıs Türklerinin Anavatan’a Göçleri”, Tarih ve Toplum,
C. 31, S. 187, Temmuz 1999, s. 36
37
İSMAİL, Sabahattin; BİRİNCİ, Ergin; Atatürk Dönemi’nde Türkiye-Kıbrıs İlişkileri 1919-1938,
KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı Yayınları, 1. B., Lefkoşa 1989, s. 42-47
38
ÖKSÜZ, Hikmet; a. g. e, s. 36
39
SOYSAL, İsmail; a. g. e, C. I., s. 99-100
30
Kıbrıs Türk basınında, konuyla ilgili 7 Nisan 1923’te çıkan haberde, 8 Mart
1923 tarihli Türk tekliflerine dair bilgi verilmektedir. Burada, Türkiye’nin barış
isteğini herkese ispat ettiği, Avrupa’nın da aynı çabayı göstermesi gerektiği
belirtilerek,
Avrupa
devletlerinin,
Ankara’nın
gereğinden
fazla
gösterdiği
itilafperverlik sayesinde daha fazla kazanç elde etmeye çalışabileceği üzerinde
duruluyor. Teklifte, Kıbrıs’la ilgili maddenin, halkın isteklerinden uzak olduğu
vurgulanarak yaşanılan üzüntü dile getiriliyordu:
“….Dünyanın en büyük zaferlerini kazanacak derecede harikalar göstermiş
olan Heyet-i Vekilemiz tarafından ahiren verilen bu ümide verdiğimiz teklifat
maalesef misak-ı millimizin manasını hakkıyla tevaffuk etmemiş olduğundan
emel-i millimiz de bi-hak tatmin edilmemiş oluyor!”40
Atina’daki Elefteros Tipos gazetesinden alındığı belirtilen haberde,
Kıbrıslıların [Rumlar] Venizelos’a, Lozan’da Kıbrıs meselesinin idaresini kendisine
emanet etme isteklerini haber vermek amacıyla
bir temsilci gönderdiklerini
bildirmektedir. Ancak Venizelos
Kıbrıslıları temsil etmeyi kesinlikle kabul
etmediğini belirterek cevabının
basında yayınlanmasını istemiştir.41 Kıbrıslı
Rumların Enosis faaliyetleri çerçevesindeki bu hareketleri Venizelos’tan karşılık
görmedi. Bu dönemde Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesine ilişkin haberler
gazetelerde sıkça yer alıyordu. Minister Guardiyan gazetesinde, Yunanistan’ın
Kıbrıs’ı alması durumunda, İtalya’nın da Rodos’u alması gerektiği yorumu
yapılmıştı.42
40
Ankebut, 7 Nisan 1923, No: 131
41
Hakikat, 14 Temmuz 1923, No: 144, “Venizelos ve Kıbrıs”
42
Hakikat, 21 Temmuz 1923, No: 145, “Kıbrıs Hakkında”
31
Lozan Barış Antlaşmasının imzalanması Kıbrıs’ta büyük sevinçle karşılandı.
Antlaşmanın imzalandığını bildiren telgrafın ardından, adanın çeşitli yerlerinde
kutlamalar yapıldı. Larnaka’da yapılan kutlamada büyük coşku vardı:
“…Şerefli bayrağımız dalgalanıyor ve halaskar kumandanlarımızın
fotoğrafları çiçekler arasında kulüplerin balkonlarını süslüyor. Memlekette
bulunan üç kulübün müdavimleri birleşerek alkışlar arasında büyük
kıraathaneye gittiler.”
Mağusa’daki kutlamaları İslam müesseseleri, Türk ve esnaf kulüpleri
düzenledi.
Kışla meydanında yapılan kutlamada, Dava Vekili Mithat Bey bir
konuşma yaparak, Türkiye’deki milli hareketin safhalarını anlattı. Türklerin çok
önemli ve şerefli bir barış antlaşması imzalamalarına rağmen, Kıbrıs’taki İslam
ahalisinin mağdur edildiği üzerinde durdu. Bu mağduriyetin doğal olduğuna da
değinerek, Kıbrıslı Türklerin görevlerinin varlıklarını korumak olduğunu belirtti.
Mağusa’daki etkinlikler ertesi gün de sürdü ve Mağusa Naib ve Katibi İbrahim
Hakkı Efendi’nin duasıyla kurbanlar kesildi. 43
Kıbrıs Türk halkı, Türkiye adına antlaşmanın yapılmasını sevinçle
karşılamasına rağmen kendi ihtiyaçlarını tatminden uzak olduğunu düşünüyordu:
“Senelerden
beri
çektiğimiz
sıkıntıları,
akıttığımız
gözyaşlarını
kesinlikle
değiştirmedi. Büyük ümitlerle sulhü bekleyenlerin yüzlerinde ümitsizlik ve yas
görülüyor.” Buna rağmen Türkiye’nin elinden geleni yaptığı söylenerek anavatana
olan güven ve bağlılık ifade ediliyordu:
“Bizi esaretten kurtarmak için canlarını esirgememiş dindaş ve
kardeşlerimiz her türlü ihtimali hesaba katarken Kıbrıs Müslümanlarını da
hesaba dahil ettiklerini biliyoruz. Ancak umduklarımız çıkmadı ve kurtuluş
gününü göremedik. Bizim derdimize çare bulunamadı. Ancak elde ettiğimiz
43
Hakikat, 4 Ağustos 1923, No: 146, “Mağusa’da Sulh Şenlikleri”
32
zaferlerden dolayı iftihar etmemek mümkün değil. Milletimizin meydana
getirdiği bağımsız hükümet çok önemlidir. Lozan’da yapılan antlaşma
hükümetimize doğrudan ulaşabilmek için önümüzdeki engelleri
kaldırmamışsa da anavatanla aramızdaki istibdat zincirlerini koparabilmek
için önemli bir durumdur. Milletimizin bu zaferi bize de buradaki
dertlerimizin tedavisi için çalışmaya başlamak imkanını verdi. Kıbrıs ile
Anadolu arasındaki din ve millet bağları koparılamaz. Bu bağlarımızı daha
da kuvvetlendirmeliyiz.”44
Kıbrıslı Türkler, Lozan kararını şaşkınlıkla karşılamamış ve adada, Kıbrıs’ın
tekrar Türkiye’ye verilebileceği yönünde bir inanç oluşmamıştı. Bunda, İngiliz
egemenliğinin etkisi küçümsenemezdi. Lozan Konferansı’nın Kıbrıs’la ilgili kararı
halkta, zaten kötü olan ekonomik durumunun daha da kötüleşeceği inancını doğurdu.
Bu nedenle halkın bir kısmı hemen anavatana göç etmeyi düşünürken, bir kısmı da
varolan kötü ekonomiyi düzelterek anavatan ile olan bağların korunmasına
çalışacaktı.
3. Mübadele
Balkanlarda ulusçuluk akımının etkisiyle bağımsızlığını elde eden uluslar,
ulusal
egemenliklerini
çalışıyorlardı. Bu
pekiştirmek
için
ülke
nüfusunu
homojenleştirmeye
durum, imparatorluğun eski topraklarından Anadolu’ya Türk-
Müslüman göçünün başlamasına yol açtı.45 Balkan Savaşları, Yunanistan’ın aldığı
yerlerdeki Türkler ile, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Rumların anavatan
bildikleri karşı tarafa göç etme eğilimini doğurmuştu. Türkiye ile Yunanistan
arasında nüfus mübadelesi, I. Dünya savaşı yıllarında düşünülmüştü. Yunanistan’ın
44
Hakikat, 6 Teşrin-i Evvel 1923, No: 154, “Sulh ve Biz”
45
ARI, Kemal; Büyük Mübadele-Türkiye’ye Zorunlu Göç(1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
3. B., İstanbul 2003 , s. 15
33
“megali idea” siyasetinden dolayı, Türk ve Rum halkları arasındaki ilişkiler eski
sıcaklığını yitirince mübadele kaçınılmaz oldu. 46
Lozan Konferansı’nda mübadele sorunu, birinci komisyonun, mübadele alt
komisyonunda görüşüldü. Yunanistan mübadelenin isteğe bağlı, Türkiye ise zorunlu
olması görüşündeydi. Komisyonda eğilimin zorunlu mübadeleden yana olmasından
dolayı Türkiye’nin isteği kabul edildi. 10 Ocak 1923’teki görüşmede, İstanbul ve
Batı Trakya’daki nüfusun mübadele edilmeyeceği ilkesi de kabul edildi.47
Konferansta, 30 Ocak 1923’te Türk ve Yunan delegelerince “Türk-Yunan
Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme Ve Protokol” imzalandı. Buna göre; Türk
topraklarında yerleşmiş olan Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan
topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukları, 1 Mayıs 1923
tarihinden başlayarak zorunlu mübadeleye başlayacaktır. Bu madde İstanbul’da
oturan Rumlar (30 Ekim 1918’den önce yerleşmiş ve İstanbul’da oturanlar) ile Batı
Trakya’da oturan Müslümanları kapsamayacaktır. Göç ettirilecekler her çeşit taşınır
mallarını yanlarında götürebileceklerdi; taşınmazlar üzerindeki mülkiyet hakları ile
alacakları da saklı tutulacaktı. Bu mülklerden kamulaştırılmış olanlara yeniden değer
biçilecekti. İlke olarak bir göçmene gittiği yerde, ayrıldığı ülkede bırakılmış olduğu
mallara eşdeğerde ve nitelikte mal verilecekti. Sözleşmede değişimi denetlemek ve
göçü kolaylaştırıcı önlemleri almak için karma bir komisyon, “Muhtelit Mübadele
Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştı. Komisyon, Türk ve Yunan taraflarının 4’er
delegesi dışında, I. Dünya Savaşı’na girmemiş devletler arasından Milletler Cemiyeti
46
TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi (Yeni Türkiye’nin Oluşumu 1923-1938), C. III, Bölüm
I, Bilgi Yay., 1. B., Temmuz 1995, s. 83
47
MERAY; a. g. e, s. 323
34
tarafından seçilecek 3 üyeden oluşacaktı. Komisyonun giderleri belirlenecek orana
göre iki tarafça saptanacaktı.48
Türkiye’ye gelecek göçmenlerin nakil ve yerleştirilmeleri için, 13 Ekim
1923’te Mübadele İmar Ve İskan Bakanlığı kurularak, 8 Kasım 1923’te “Mübadele
İmar Ve İskan Kanunu” çıkarıldı. Mustafa Necati bakanlığın başına getirilerek
bütçeden 6.095.083 lira ödenek ayrıldı.49
Sözleşme, Lozan Antlaşmasının imzalanması ile yürürlüğe girdi.50
Basında yer alan haberlere göre; Yunanistan’a sevk edilmeyen Rum
muhacirlerinin miktarı 25 bine ulaşmıştı.51 Yunan hükümeti müttefik devletlere
verdiği notada; Anadolu’dan az sayıda Rum muhacir kabul edebileceğini bildirdi.
Makedonya’dan 25 bin muhacir göndereceğini ve buna karşılık Anadolu’dan ancak 5
bin Rum muhacir kabul edilebileceğini belirtiyordu. Ayrıca, Türkiye diğer
muhacirleri de Yunanistan’a sevk edecek olursa o miktarda Müslüman’ın
Yunanistan’dan ihraç edilmek ihtiyacı doğacağı da bildirilmişti.52 Gelecek
muhacirlere, Rumlar tarafından terk edilmiş malların, Yunanistan’da bırakacağı
mallara karşılık olarak dağıtılması öngörülmesine
rağmen Türk hükümetinin
antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra yasal olarak bu mallarla ilgili bir tasarrufu
48
Tam metin için bknz. SOYSAL, İsmail; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, 1. Cilt (1920-1945),
T.T.K, Ankara 2000, s. 185-191
49
TURAN, a.g.e, s. 84
50
Tahiderosus gazetesine göre mübadele mukavelesi, Lozan Muahedesi’nin onaylanmasından bir ay
sonra uygulamaya konulacaktı. Hakikat, 8 Eylül 1923, No: 151, “Mübadele Ne Zaman Başlayacak”
51
Ankebut, 24 Mart 1923, No: 129
52
Ankebut, 31 Mart 1923, No: 130
35
olmadı. Malların bir kısmı kimi fırsatçılar tarafından “fuzuli işgal” edildi. Bir kısım
mallar Lozan’da imzalanan sözleşmenin yürürlüğe girmesine kadar Maliye
Vekaletinin tasarrufunda olup, açık artırma ile satılmış, “icara” verilmiş veya
fırsatçıların eline geçmişti.53 Hakikat’te çıkan habere göre İstanbul dışındaki
yerlerde Rumlar mübadeleye tabi olacaklarından Rumlara ait emlak ve arazinin
müzayede ile satılacağı için bu konuda gerekli emirnameler çıkarılmıştı. Bu malların
satışı Tasfiye Komisyonu tarafından yapılacak ve komisyonun olmadığı yerlerde de
Meclis idareleri aracılığıyla gerçekleştirilecekti. Müzayede süreleri kısa olacak ve
Müslüman müşterilere bazı yardımlarda bulunulacaktı.54 Terk edilmiş mallardan
göçmenlere 50 dönümü geçmemek üzere arazi dağıtılacaktı.55
Özellikle basında Türk-Yunan ilişkilerine gölge düşürecek nitelikte ve
mübadele edilecek Türklere baskı yapıldığına dair çıkan haberler siyasi çevrelerde ve
kamuoyunda etkili olmuş ve ilişkileri gerginleştirmişti. Onbinlerce insan
mübadelenin uygulamasını beklemeden başta Selanik olmak üzere Yunanistan’ın
kıyı kentlerine toplanmıştı. Türkiye’nin bu durumda hızlı davranarak göçmenleri
Türkiye’ye sevk etmesi gerekiyordu.56 Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun aldığı
karara göre göçmenlerin taşınmasına önce liman kentlerinden başlanacak, daha sonra
iç bölgelerdeki köy, kasaba ve kentlere geçilecekti.57
53
ARI; a. g. e, s. 10
54
Hakikat, 11 Ağustos 1923, No: 147, “Rumların Emvali Satılacak”; Arı, komisyonun adını Tahliye
Komisyonu olarak vermektedir. ARI; a.g.e, s. 154
55
Hakikat, 3 Teşrin-i Sani 1923, No: 138, “Muhacirlere Arazi Tevzifi”
56
ARI; a.g.e, s. 21, 22
57
ARI; a.g.e, s. 77
36
“Selanik’ten gelen mülteciler İzmir’e yerleştirilmişti. Bunlar, Selanik’te
bulunan Müslümanların mübadeleden vazgeçtiklerini talep ettiklerine dair
çıkan haberlerin aslı olmadığını söylüyorlar. Söylenenlere göre, Selanik’e
tayin olunan firarilerden Hulusi, oradaki Müslüman ahaliye Yunanlılar kadar
zulüm yapıyor. Evkaf-ı İslamiye icar bedeliyatının tümünü topluyor, bütün
Müslüman evlerini Rum ve Ermeni göçmenleriyle dolduruyordu.”58
“Yunanistan’da bulunan İslam Muhacirler, kendilerin ilgilendiren konuları
görüşmek için bir kongre düzenleyeceklerdir.”59
Arnavutluk’taki Müslümanlar mübadeleye tabi olmayacaklardı. Muhtelit
Mübadele Heyeti son toplantısında Epir’deki İslam Arnavutlarının mübadeleye tabi
olup olmayacaklarını görüşmüştü. Mübadele Heyetine başkanlık eden Dr. Rüştü Bey,
Türkiye’nin ancak Türk göçmenleri iskan edebileceğini, Arnavutların mübadeleye
tabi tutulmayacaklarını söyledi. Yunan temsilcileri de bu noktaya katılıyordu.60
Yunan Hükümeti’nin valiliklere gönderdiği talimatla Müslümanların Yunanistan’dan
ayrılırken beraberlerinde götürecekleri eşyayı bildirmeleri, buğday ve altın naklinin
yasak olduğu dile getiriliyor.61 Oysa sözleşmeye göre göçmenler, her türlü taşınabilir
mallarını kısıtlama olmaksızın beraberlerinde götürebilirlerdi.
Türkiye İmar Vekaleti mart sonuna kadar Yunanistan’dan 200 bin muhacirin
Anadolu’ya nakline karar vermiştir. Vekalet bu konuda yeni tedbirler ve gerekli
düzenlemeleri yapmaktadır.62 Kış mevsimi gelmeden göçmenlerin yerlerine
yerleştirilmeleri amaçlanıyordu. Gerek İstanbul ve Anadolu’daki mübadeleye tabi
Rumların ve gerek Yunanistan’dan gelecek Müslümanların Teşrin-i evvele kadar
mahallerine sevkleri ve mübadelenin sona ermesi kararlaştırılmıştı.63
58
Hakikat, 18 Ağustos 1923, No: 148
59
Hakikat, 8 Eylül 1923, No: 151, “Yunanistan Müslümanlarının Kongresi”
60
Hakikat, 10 Teşrin-i sani 1923, No: 159, “Arnavutlar Mübadeleye Tabi Olmayacaklar”
61
Hakikat, 22 Eylül 1923, No: 153, “Buğday ve Altın Nakli Memnudur”
62
Hakikat, 2 Şubat 1924, No: 171
63
Hakikat, 14 Haziran 1924, No: 188
37
Muhacirlerin iskanına dahil olan başvekaletin tamimi bütün kolordulara tebliğ
edilmiştir. İsmet Paşa meseleyi bizzat takip edecektir. Bütün muhacirlerin yakında
yerleşmiş olacağı düşünülmektedir. Bu konuda hükümet tutumunu katılaştırarak
ilgisiz olan memurların işlerine son verecekti.64 Saruhan Mebusu Sabri Bey meclise
teklif
ettiği
kanın
tasarısında
açıkta
kalan
muhacirlerin
kıştan
evvel
yerleştirilmelerini ve hükümete 10 milyon ödenek verilmesini talep etmektedir.65
Göç edenlerin sayısı hakkında gazetelerde çok sayıda haber çıkıyordu. İkamet
tezkeresi almak için yapılan başvurulara bakıldığında İstanbul’da bulunan
yabancıların sayısı 20 bin civarındaydı.66 Ètablis meselesinin67 çözümüne
bakılmaksızın Kasım 1924’ün başında mübadeleye tabi
İstanbul Rumlarının
nakillerine başlanması için imar vekili, Tevfik Rüştü Beye başvurmuştu.68 Emlak ve
arazinin değerinin biçilmesi için ilk incelemenin Girit’te yapılmasına karar
verilmişti.69
Yunanistan’da mübadeleye tabi olan İslamlar’dan, ilk mübadele edilen
Midilli Müslümanları oldu. Bunlar Ayvalık’a nakledildiler. Bu konu hakkında
Amerika Yakın Doğu Muavenet Heyeti temsilcisinin makamına verdiği raporda:
“Tahliye ve nakl olunan İslamların miktarı 7024 kişidir. Bunlar beraberlerinde 1820
baş hayvan getirdiler. Yunanlılar bu muhacirlerin üzerlerindeki altınları almak
istemişlerse de heyetimizin temsilcisi bunu engelledi. Ancak İslamların nakli
64
Hakikat, 6 Teşrin-i Evvel 1924, No: 204
65
Hakikat, 17 Teşrin-i Sani 1924, No: 210
66
Hakikat, 10 Teşrin-i Sani 1923, No: 159, “İstanbul’da Ne Kadar Ecnebi Var!”
67
Türkiye ile Yunanistan arsında çıkan “établis sorunu” İstanbul kent sınırının hangi bölgeye göre
saptanacağı hakkındaydı. ARI; a.g.e, s. 87
68
Hakikat, 6 Teşrin-i sani 1924, No: 204
69
Hakikat, 10 Teşrin-i Sani 1923, No: 159, “Girit’teki İslam Emlakinin Kıymeti Takdir Edilecek”
38
esnasında meydana gelen en dikkat çekici olay, geçen sene Yunanlıların İzmir’den
zorla getirdikleri 20 kadar Müslüman kızın feryatları oldu. Bunlar, Yunanlılar
tarafından gayri ahlaki maksatlarla zorla Midilli’de alıkonuldular. Bunların feryatları
herkesi etkiledi.” yer almıştı. Bu suretle mübadelenin başlangıcında Yunanlıların
İzmir’de yaptıkları facianın izlerine rastlanılmaya başlanmıştı.70 Makedonya’dan
120 bin Müslüman’ın hicreti hakkında emirler verildi.71
İmar ve İskan Vekaleti’nin düzenlediği istatistiklere göre Nisan ayı zarfında
58 bin muhacir Türkiye’ye gelmişti.72 Mayıs sonuna kadar Rumeli’den 64 bin
muhacir gelecekti.73 Türkiye’ye gelecek muhacirlerle gidecek Rumlar’ın miktarı
hesaplanmıştı. Buna göre Türkiye’ye geleceklerin adedi 400 bin küsur olup eylüle
kadar tamamen gelmiş olacaklardı. Gidecek Rumların adedi 150 bindir. Teşrin-i
evvele kadar çeşitli yerlerdeki Rumlar hareket etmiş olacaklardır. En son
İstanbul’dakiler sevk edilecekti.74
Bulgaristan’daki “Lotru” gazetesi verdiği haberde Bulgar hükümetinin,
İstanbul’da Türkiye’ye karşı düşman bir Bulgar komitesinin mevcudiyetini
yalanladığını bildiriyordu. Ayrıca “Şarki Türkiyeli” Bulgarların mesken ve yurtlarına
geri dönülmesine izin verilmesini, Türkiye’de kalmış olan 150 Bulgar’ın dahi
vaziyeti iyi olduğunu ve Bulgaristan’daki Türklerin mükemmel bir hayat
geçirdiklerini yazıyordu. Türk Hükümetinin, Türkiye Bulgarları meselesinden evvel
70
Hakikat, 17 Teşrin-i Sani 1923, No: 160, “Ankara Muavenet Heyetinin Raporu”
71
Hakikat, 10 Teşrin-i sani 1923, No: 159, “120 Bin Muhacirin Sevki”
72
Hakikat, 24 Mayıs 1924, No: 185
73
Hakikat, 19 Nisan 1924, No: 181
74
Hakikat, 31 Mayıs 1924, No: 186
39
Bulgaristan’daki Evkaf-ı İslamiye meselesinin
halli hususunda ısrar ettiği
belirtiliyordu.75
Mübadeleye tabi olup da Türklerle evlenmiş olan Rum kadınların diğerleri
gibi memleketten ihraçları yalnız Müslümanlığı kabul edenlerin istisna edilmesi
vekalet tarafından merkeze bağlı yerlere bir tamimde gönderilmişti. Aynı tamimde
Türk aileler nezdinde bulunan Rum çocukların istendiği taktirde teslimi
bildiriliyordu. Mübadeleden istisna edilebilmek için çocukların reşit olmaması
lazımdı.76
Mübadeleye tabi oldukları halde bazı Rumlar Türkiye’den ayrılmak
istemiyordu.77
Bunlardan
saklı
bulunanlar
dahiliye
vekaletinden
polislere
bildirilmişti.78
Ankara’dan mübadele edilmek üzere 750 kişilik Rum kafile İstanbul’a
gitmişti.79 1 Eylül 1924 tarihine kadar Türkiye’ye sevk edilmiş olan Müslümanların
miktarı 355 bin kişiye ulaşmıştı. Yunanistan’da daha 60 bin Müslüman vardı. Bunlar
da Teşrin-i evvel nihayetine kadar sevk edileceklerdi. Şimdiye kadar Türkiye’den
Yunanistan’a sevk edilen Rumların miktarı 60 bin kadardı. Bugün Anadolu’da
mübadele edilecek daha 80 bin Rum mevcuttur. Bu miktara, İstanbul’da mübadeleye
tabi olan Rumlar dahil değildi.80
Selanik’te toplanmış olan 7 bin muhaciri almak için üç vapur tahsis edilmişti.
Aynı vapurla Selanik’te tutuklu bulunan ve mübadeleye tabi olan Türklerden 354
75
Hakikat, 6 Haziran 1924, No: 187
76
Hakikat, 21 Temmuz 1924, No: 193
77
ARI; a.g.e, s. 87
78
Hakikat, 31 Mayıs 1926, No: 279
79
Hakikat, 25 Ağustos 1924, No: 198
80
Hakikat, 1 Eylül 1924, No: 199
40
tutuklu İstanbul’a getirilecekti.81 Kesriye’de 14 bin, Kozani’de 4 bin, Kayalar’da 18
bin, Florina’da 10 bin, Karacaova’da 16 bin, Siroz havalisinde 10 bin, Karaferie’de 2
bin, Çamlık’ta 10 bin muhacir kalmıştır. Selanik’te muhacirlerin miktarı henüz
bilinmiyordu.82 Ankara’dan alınan haberlere göre Yunanistan’da nakledilecek 10
bine yakın muhacir kalmıştı. Bunun 5700ü Karacaovalı’dır. Selanik’te bulunan
İstanbul, Ankara, Trabzon ve bahr-ı cedid vapurlarıyla on güne kadar
Karacaovalıların ve ardından da 4700 küsur Selanik muhacirinin nakline
başlanacaktı.83
Yunan delegesi ile Tevfik Rüştü Bey arasıda yapılan görüşme sonucunda
mübadele esaslarında anlaşma sağlanmıştı. Buna göre, gayri mübadil olan Türklerin
sahip oldukları emlak kendilerine iade edilecektir. Fakat bu emlakın birikmiş
varidatının iade edilmesinden vazgeçilmişti. Değer biçme esasları yapılarak établis
kelimesi takdir edilerek sebep olduğu sorun ortaya çıkarıldı. Metropolitler
mübadeleden tamamen istisna edilmişlerdir. Tevfik Rüştü Bey ile “Eksidaris”
arasında kararlaştırılan bu itilafname Hariciye Vekilimiz tarafından heyet-i vekileye
arz edildiği gibi “Eksidaris” tarafından şifre ile Atina’ya bildirilmişti.84 Yugoslavya,
Bulgaristan, Kıbrıs ve diğer memleketlerden şimdiye kadar 400 bin kişi Türkiye’ye
göç etmek istemişti. Bunlardan 200 bin kişinin kabulüne karar verildi. Bunlar
özellikle hali vakti yerinde olanlardı. Kıbrıs mübadeleye tabi olmamasına rağmen
81
Hakikat, 28 Temmuz 1924, No: 194
82
Hakikat, 4 Ağustos 1924, No: 195
83
Hakikat, 29 Eylül 1924, No: 203
84
Hakikat, 13 Nisan 1925, No: 231
41
buradan Türkiye’ye hicret etmek isteyen 20 bin muhacirin Adana, Mersin,
Antalya’da iskan edilmeleri düşünülmekteydi.85
Mübadele sonucunda Türkiye’den Yunanistan’a 1.250.000 gitmiş, buna
karşılık Türkiye’ye yaklaşık 500 bin Müslüman gelmişti. Bunlardan 1.000.000’a
yakın Rum mübadele edilmeyi beklemeden kaçıp gitmişti. Arı, rakamların kesin
olmadığı, araştırmacıların da bu konuda birbirini tutmayan rakamlar verdiği üzerinde
durmaktadır.86
Mübadele sorunundan dolayı Türkiye ile Yunanistan arsında yıllardan beri
olan gerginliğin barış yoluyla çözümlenmesi için Yunanistan’ın, Türkiye’ye göç
eden Türklere “emlakî bedeli olarak” yarım milyon İngiliz Lirası tazminat vermesi
mübadele delegeleri tarafından teklif edilerek iki hükümet tarafından kabul edildiği
bilinmektedir. Yabancı gazeteler iki ülke arasında ittifak oluştuğunu “bile”
yazmışlardı. Son günlerde Yunan hükümetinin kabul edilmeyen bazı teklifler ileri
sürmesi uzlaşmadan vazgeçmiş olduğu izlenimini veriyor. Bu teklif İmparatorluk
zamanında pasaportlarıyla İstanbul’dan çıkmış “firari Rumların” geri dönmelerine
izin verilerek mallarının kendilerine iadesi idi. Yunanistan’ın göçmen Türklere
vereceği yarım milyon liraya denk geleceğinden Türkiye bunu kabul etmedi. Böylece
mesele eski haline döndü. Acaba şimdi ne olacak? Türkiye hükümeti gazetelerin
yazdığı gibi İstanbul’daki Yunan tebaasına mülkünü verecek mi? Yunanistan’ın
Lahey Adalet Mahkemesi’ne başvurma teklifini Türkiye’nin reddetmesi ve
İstanbul’daki Yunan tebaasının malının tespiti Türkiye’nin bu “son çareye”
yöneleceğini gösteriyor. “İstanbul’da Yunan tebaası malına kavuştuğu gün, Yunan
Hükümeti yelkenleri suya düşürecek ve senelerden beri sürüncemede kalan mübadele
85
Hakikat, 7 Haziran 1926, No: 280
42
meselesi de sonuçlanmış olacaktır.” Seyf, Rum mallarının verilmesi taraftarı olup,
Yunan tebaasına mülkünü geri vermenin en kestirme yol olduğu görüşündeydi.87
4. Bulgarlar
Ülke ve askerlik işleri komisyonu, Trakya sınırıyla ilgili ilk toplantısını 22
Kasım 1922’de yaptı. Müttefik devletlerin Türk tarafına teklifleri şu olmuştur: Doğu
Trakya için Meriç sınır kabul edilecek, sınırlarda tarafsız bölge oluşturulacak,
demiryolları uluslar arası duruma getirilecekti. Türk tarafının istekleri ise; Trakya
sınırının 29 Nisan 1913 tarihli İstanbul Antlaşması’nın 7. maddesinde belirtilen sınır
olmalıdır. Tarafsız bölge egemenlik hakkımıza zarar vermemek koşuluyla kabul
edilebilir. Bulgaristan’a Ege Denizi’nde bir çıkış noktası verilmeli, demiryollarının
Bulgarlar ve Türkler tarafından faydalanılmasını sağlamak için uluslar arası bir
komisyon oluşturulmalı, Batı Trakya’nın geleceği yapılacak olan halk oyuyla
belirlenmelidir.88 Bulgaristan, Batı Trakya’nın Müttefiklerin elinde kalmasını ve bu
devletlerin burada demiryollarının geçeceği ve kıyılarında bir yanda Batı’nın büyük
uygar devletleriyle denizaşırı devletlerin öte yandan Bulgaristan ile komşuların
Romanya, Yugoslavya, Ukrayna ve öteki devletlerin ihracat ve ithalat ticaretine
hizmet edecek limanlar yapacağı tarafsızlandırılmış bir bölge haline getirilecek bir
rejim kurulmasını istiyor. Bunu da Neuilly Antlaşması’nın 48. maddesine
dayandırıyordu.89
86
ARI; a. g. e, s. 8
87
Seyf, 12 Ağustos 1929, No: 1-1138, “Siyasi İşler”
88
KARACAN; a. g. e, s. 123, 124
89
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 20
43
Bulgar temsilci Stancioff, 26 Ocak 1923 tarihli oturumda devletlerin
hazırladığı Dedeağaç’a ilişkin sözleşme tasarısındaki teklifi, Bulgaristan’ın uzun
süreli kiralama yoluyla Ege Denizi kıyısında bir toprak parçası elde edebilmesi
ilkesine dayandığından kabul etmemişti.90 Konferansın ikinci döneminde de
gündemde olan bu konu çözüme kavuşmadı. Bulgar temsilcisi 11 Temmuz 1923
tarihli oturumda, sorunun yakın bir gelecekte çözümleneceğini ümit ettiğini
belirterek konferansta konunun tartışılmasına son vermişti.91
Kıbrıs Türk basınında konuyla ilgili olarak Bulgar Başvekili Stancioff’un
yorumlarına yer verilmektedir. Stancioff, seçimler dolayısıyla yaptığı konuşmada
mahrec [çıkış yeri] meselesinin ne olursa olsun Bulgaristan lehinde halledileceğini
belirtiyordu: “Eskimiş bir hal alan adalar mahrecimiz meselesinin yeniden
incelenmesi için Lozan Konferansı’na davet edildik. Bu mesele millet ve memleket
iktisadiyatıyla ilgili, önemli bir meseledir.”92
Stancioff, ülkesinin iç ve dış siyaseti hakkındaki açıklamasında, Neuilly
Antlaşması’nın 48. maddesinin Bulgaristan’a Adalar Denizi’nde birden fazla mahreç
vaat ettiği üzerinde durmuş ve sert bir tutum takınarak “Akdeniz’e çıkmamıza kim
mani olursa o bizim düşmanımızdır. Biz, yabancı topraklarından geçen bir mahrece
razı olmayacağız.” demiştir. Türk-Yunan Antlaşması ile Karaağaç’ın Türklere
90
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp. II, s. 387
91
MERAY; a.g.e, Tkm. II, C. I, Ktp. II, s. 133
92
Ankebut, 5 Mayıs 1923, No: 135
44
verilmesini memnuniyetsizlikle karşılamış ve Türklere karşı bazı manevi
taahhütlerden vazgeçtikleri üzerinde durmuştur:93
“…Türklerin bu toprak parçası ile ne yapacağını aklım bir türlü almıyor.
Türkiye maziye geri dönmek istiyorsa yazıktır. Biz Türklerle beraber
savaştık, dost kalmak istiyoruz. Ancak bu durumda bu mümkün
olamayacak... Harici siyasetimiz Ferdinand’ın elinde değildir. Hakimiyet
milletindir… Ek olarak şunu söyleyeyim ki mahrec meselesi hakkında ilgili
devletler bize bazı toprak parçaları verme teklifinde bulundular. Ancak
Meclis-i Vükela kararıyla bu, şiddetle reddedilmiştir.”
Hakikat, delegelerin Karaağaç’tan transit olarak geçecek eşya konusunu ve
Bulgarlar’a Adalar Denizi’nde verilecek çıkış noktası meselelerini inceledikleri
haberlerini veriyordu.94
5. Adalar
İtalya, Trablusgarp Savaşı’nda beklemediği bir direnişle karşılaşınca,
Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak için savaşı Ege Denizi’ne kaydırmaya karar
vermiş ve Oniki Ada’yı işgal etmişti. Karadağ’ın, 8 Ekim 1912’de Osmanlı
Devleti’ne savaş açması ile başlayan Balkan Savaşları, Osmanlı’yı İtalya ile barış
yapmaya zorladı. 15-18 Ekim 1912 de yapılan Ouchy Antlaşması ile Oniki Ada,
geçici olarak İtalya’ya verildi. Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’deki
askerlerini çekmesinden sonra İtalya’nın da adalardan çekilmesi öngörülüyordu.95
İmroz ve Bozcaada Çanakkale Boğazı’nın girişine yakınlığı, Meis adası da Asya
kıyısına yakınlığı yüzünden Türkiye’ye bırakılmıştı. Diğer adalar Yunanistan’a
93
Hakikat,7 Temmuz 1923, No: 143, “Karaağaç’ın Terki ve Bulgarların Vaziyeti”
94
Hakikat, 16 Haziran 1923, No: 140, “Karaağaç’tan Transit ve Bulgarlara Mahreç Meselesi”
95
KÜÇÜK, Cevdet; “Ege Adalarında Türk Egemenliği Dönemi”, Ege’de Temel Sorun, Egemenliği
Tartışmalı Adalar, Yay. Haz. Ali Kurumahmut, TTK, Ankara 1998, s. 38, 41
45
verilmişti.96 Balkan Savaşları sonunda yapılan 14 Şubat tarihli Londra Konferansı ile
Yunan işgali altındaki İmroz, Bozcaada ve Meis Adası Türkiye’ye iade ediliyor,
işgalindeki Ege adaları ise Yunanistan’a veriliyordu. Oniki Adaya ait herhangi bir
kayıt bulunmuyordu.97
Lozan müzakerelerinde adalar sorunu ilk kez, 22 Kasım 1922 tarihli
oturumda gündeme geldi. Türkiye; küçük ve yakın adalarla İmroz, Bozcaada ve
Semadirek’in kendisine verilmesini, diğer adaların askerden arındırılmasını, tarafsız
ya da bağımsız duruma getirilmesini talep ediyordu. İsmet Paşa, İmroz ve
Bozcaada’yı Londra Konferansı kararına dayanarak, Semadirek’i de boğaz karşısında
olduğu için istiyordu.98 Büyük devletlerce Yunanistan’a bırakılan Limni, Midilli,
Sakız, Sisam ve Nikarya adalarının askerden arındırılması talep ediliyordu.99 29
Kasım 1922 tarihli alt komisyon raporunda adaların askerden arındırılması
gerektiğini ancak, bunun nasıl olacağı konusunda henüz anlaşma sağlanamadığı
belirtiliyordu.100
Adalar
hakkında
yapılan
görüşmeler
sonucunda,
adaların
askerden
arındırılması meselesi komisyona havale edildi. Ayrıca, Bozcaada ve İmroz
üzerindeki egemenlik işi, bu adalarla Semadirek, Sakız, Midilli, Sisam ve Nikarya
adalarının askerden arındırılması, boğazlar sorunu konuşulacağı zaman toplanacak
uzmanlar komisyonuna bırakılacaktı.
96
MERAY; a.g.e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 102
97
KÜÇÜK, Cevdet; a.g.e, s. 52
98
KARACAN; a.g.e, s. 131
99
MERAY; a.g.e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 100
100
KARACAN; a.g.e, s. 132
46
İsmet Paşa, bu konudaki egemenlik çekincelerini ortaya koydu ve diğer
adalara ait itirazların projeye kaydedilmesini istedi. Askerden arındırma hakkındaki
alt komisyon kararı, Türk çekinceleriyle kabul olundu. İmroz ve Bozcaada’nın Türk
olarak kalması kabul edildi. Merkezdeki adaların askerden arındırılması ve
kendilerine mahalli bir idare verilmesi noktasında anlaşıldı.101
Devletlerin, Lozan Konferansı’nın 31 Ocak 1923 oturumunda sundukları
antlaşma tasarısının 13., 14. ve 15. maddeleri adalarla ilgiliydi. 13. maddeye göre
Yunanistan Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında hiçbir deniz üssü ve istihkam
yapmayacak, adalardaki Yunan askeri kuvvetleri de sınırlı sayıda bulunacaktı. 14.
madde, Türk egemenliğinde kalan İmroz ve Bozcaada’da kurulacak özel bir yönetim
ile adadaki Müslüman olmayan yerel halka can ve mal güvenliği açısından gerekli
bütün güvencenin sağlanmasını öngörüyordu. Ayrıca, Rum ve Türk halklarının
mübadelesi bu iki ada halkına uygulanmayacaktı. 10215. madde ise Türkiye’nin İtalya
yararına haklarından vazgeçeceği adaları belirliyordu:103 Stampalya, Rodos, Kalki,
Skarpanto, Kazos, Piskopis, Miziros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lispsos, Limni ve
İstanköy adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve Meis adası.104
101
102
a.g.e, s. 134
Antlaşmada da aynen yer alan bu madde Türkler tarafından kabul edilince Yunanistan,
Bozcaada’dan göç ettirilmiş olan bazı Türklerin adaya dönmelerine izin vermiştir. Hakikat, 14
Temmuz 1923, No: 144
103
104
MERAY; a.g.e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 56, 57
“Dehsace Ru” gazetesi Meis adası meselesinde İtalya’nın ısrarlı olduğunu ve Türkiye’nin bu
konudaki hareket tarzının İtalyanların besledikleri dostluk siyasetine halel getirebileceğini yazıyordu.
Ankebut, 21 Nisan 1923, no: 133
47
İsmet Paşa, 25 Nisan 1925 tarihli oturumda Meis adasının Türk karasuları
içinde olduğunu, 18 Ekim 1912 tarihli Ouchy Antlaşması ile Türkiye’ye verildiğini
ileri sürerek müttefik devletlerin teklifine karşı itirazını belirtti.105
8 Mart 1923 tarihli Türk tekliflerinde de bu maddeler olduğu gibi tutularak,
15. maddeye Meis adasının Türk egemenliği altında kalması isteği eklendi.106
Müttefik devletler bu şartı kabul etmediler. İsmet Paşa, 4 Haziran 1923 tarihli
oturumda dünya barışının kurulmasını sağlamak amacıyla Meis adası konusundaki
çekincelerini geri çekmeyi kabul etti.107
Lozan Antlaşmasında, adalar konusunda, Meis adasının İtalya’nın elinde
kalması da dahil olmak üzere, müttefik devletlerin 31 Ocak’ta sundukları tasarı
maddeleri kabul edildi.
Atina kaynaklı habere göre; On iki Ada meselelerini tedkik etmek üzere
İngiltere Hariciye Nezareti yüksek memurlarından biri Atina’ya gelmişti. İngiliz
gazeteleri On iki Ada hakkında Yunanistan’a müsaid surette idare-i lisan ediyor.
İtalya’nın On iki Ada’nın iadesini reddetmeyeceği söyleniyor ve ayrıca taraflar
arasında tam bir birlik olduğu da rivayet ediliyordu.108
Elefterya gazetesi, yakın doğuda “esrarengiz bir dumanlamadan” bahsederek,
Türklerin, sulhe eğilimli olduklarına dair beyanat vermelerine rağmen, Kemal’in
105
MERAY; a.g.e, Tkm. II, C. I, Ktp. I, s. 13
106
MERAY, a.g.e, Tkm. I, C. IV, s. 30
107
MERAY, a.g.e, Tkm. II, C. I, Ktp. I, s. 152
108
Hakikat, 5 Kanun-ı Sani 1924, No: 167, “Oniki Ada Meselesi ”
48
verdiği nota ile Oniki Adaları İtalya’dan talep etmelerinin çelişkili bir durum
olduğunu ileri sürüyordu:
“Yani Kemaliler, Lozan Konferansı’nda istediklerine ve orada kabul
ettiklerine daha ilave etmektedirler. Bu olaylarda gizlilik var. Bir taraftan
Türk-İngiliz itilafı, diğer taraftan Musul’da düşmanca hareket. Bir yandan
Fransa ile Kemal arasında dostluk diğer taraftan Suriye hudutlarında önemli
çarpışmalar ve Fransız tayyarecilerden esir almalar. Bir taraftan İtalya ile
Kemal arasında ortak çalışmalar, diğer taraftan Oniki Adalar için Kemal
tarafından hak kazanma davası.”
Gazete, İtalya’nın Oniki Adayı Yunan Hükümeti’ne vermeyi bile kabul
etmezken, Türk hükümetinin talebini şaşkınlıkla karşılıyor. Bu “muammayı” da
ancak savaşın halledebileceği üzerinde duruyordu.109
Antlaşmanın imzalanmasından sonra sert bit tutum takınan İtalya hükümeti,
Venizelos’un Oniki Ada hakkındaki bütün teşebbüsünü reddetmiş ve bu meselenin
Lozan Antlaşması ile halledilmiş olduğunu bildirmiştir.110
İtalya, Yunan Hükümeti’ne karşı olan tutumunu yumuşatarak, Oniki Ada
konusunda fikir alışverişinde bulunmak arzusunda olduğunu Yunan hükümetine
bildirmişti.111
Tan gazetesinin verdiği haberde; Lozan’ın tasdikinden sonra, İtalya’nın Oniki
Adayı yakın bir zamanda ilhak edeceği tahmini yapılmakta ve “Journal Dinalya”nın
bu konudan bahsederken, “İtalya Rodos’ta 12 sene müddetle icra ettiği hüsn-i idareyi
109
Ankebut, 31 Mart 1923, No: 130
110
Hakikat, 9 Şubat 1924, No: 172
111
Hakikat, 21 Haziran 1924, No: 189
49
kaybetmemektedir.” demektedir.112 Yunan Hükümeti bu konuda İtalya’yı büyük
devletler ve Cemiyet-i Akvam nezdinde şiddetle protesto etmeyi düşünmektedir.113
Oniki ada grubuna dahil olan Rodos’ta yayınlanmakta olan “Rodos Postası”
adlı gazete, Oniki Adanın İtalya’ya ilhak edildiğini belirterek, bu adalara İtalyan
adaları adını vermektedir.114 Adaların ilhakından sonra İtaya buralara yatırım
yapmaya başlamıştır: “Rodos’tan bildirildiğine göre İtalya hükümeti işgali altında
bulunan adalarda yol, telgraf ve telefon tesisatı için 95 milyon İtalyan Frangı tahsis
etmiştir. Bunun dışında daha önemli işler için ayrıca 5 milyon İtalyan Frangı tahsisatı
kabul edildi.”115
Roma’dan gelen telgraflara göre İtalya hükümeti, Oniki Ada meselesi
hakkında Yunanistan ile fikir alışverişinde bulunulmasına muhalefet etmektedir. Bu
konudaki
gelişmeler İtalya ile Yunanistan arasında yeni ticaret mukavelesi
imzalanacağı sırada meydana gelmiştir.116
Daily Mail gazetesinin diplomasi muhabiri, Türk hükümetinin İtalya’dan
Oniki Ada ile Kastillorizu adasının askerlikten tecrit edilmesini talep edeceğini
bildirmişti. “Türkiye’nin bu talebi, İtalya tarafından Türkiye hakkında büyütüldüğü
beyan edilen samimi hissiyata bir nişan olacağını belirtiyor.” denilerek İtalya’nın,
112
Hakikat, 15 Eylül 1924, No: 201
113
Hakikat, 29 Eylül 1924, No: 203
114
Hakikat, 30 Teşrin-i Sani 1924, No: 208
115
Hakikat, 2 Şubat 1925, No: 221
116
Hakikat, 22 Kanun-ı Evvel 1924, No: 215
50
Türkiye’nin samimiyetini büyüttüğünü ve bu talebin de buna cevap olacağı üzerinde
durulmak isteniyor.117
Adalar konusunda konferansta en çok tartışma konusu olan Meis adası ile
Oniki Ada, Kıbrıs Türk basınında sıkça yer almış ve bu konuda gerek Türkiye,
gerekse Avrupa gazetelerinin haberlerine geniş oranda yer verilmişti. Kıbrıs’ın da
Osmanlı’dan kopmuş bir ada olması, Ege adalarının statüleriyle ilgili gelişmelerle
ilgilenmelerine yol açmıştı. Basın, haberleri verirken yorum yapmaktan kaçınmış ve
olayları olduğu gibi, aldığı alıntılarla bildirmiştir.
6. Genel Af Meselesi
Lozan Konferansının 9 Ocak 1923 tarihli oturumunda genel affın mümkün
olduğunca geniş tutulması gerektiği ilkesi üzerinde anlaşıldı.118 Genel af konusunda
Türk temsilci heyetinin önem verdiği nokta af tedbirlerinin savaşta Türk tarafına
yardımda bulunmuş olan müttefik uyruklarına da uygulanmasıdır.119 Venizelos,
genel af konusunda Müttefik temsilci heyetlerince sunulan tasarının bir noktada
sınırlanmasını istedi: “Yunan askerlerinin Yunanistan’da ve Müslümanların
Türkiye’de düzenli orduda hizmet ettikleri sırada kanunlara ve nizamlara aykırı
olarak işledikleri suçlar genel affın dışında kalmalıdır.” Büyük devletler siyasal
konularda affı hükümsüz bırakmamak için Venizelos’un teklifini kabul edilebilir
nitelikte bulmadılar.120
117
Hakikat, 7 Temmuz 1924, No: 191
118
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 297
119
a.g.e, s. 298
120
a. g. e, s. 299
51
Lozan Antlaşmasını takiben imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli “Genel Affa
İlişkin Bildiri ve Protokol”121 gereğince 1 Ağustos 1914-20 Kasım 1922 tarihleri
arasında askeri ve siyasi nitelikte suçlardan sanık ve mahkum Türkler ve İtilaf
devletleri tebaasından kişilerin, hükümetçe belirlenen 150 kişilik liste hariç olmak
üzere, affı hakkındaki kanun Büyük millet Meclisi’nde kabul edildi.122
Basında genel affa ilişkin olarak çıkan haberde, delegeler heyeti
müşavirlerinden biri, “muahedeye göre devletlerin antlaşmayı onaylamalarını
beklemeksizin 150 kişilik liste hariç olmak üzere diğerlerinin affı icab ettiğini”
söyledi. Hükümet hem bu listeyi, hem de genel affı en yakın zamanda ilan
edecektir.123
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 26 Aralık 1923’te bazı suçlar dışında
Umumi Af Kanunu kabul edildi.124
“Kanun gereğince tutukluların tahliyelerine başlanmıştı:
İstanbul vilayeti ve buna bağlı yerlerdeki hapishanelerden tahliye edilen
mahbusun miktarı 485’e ulaştığı İstanbul Vilayetince dahiliye vekaletine
bildirilmiştir.”125
“Avf-ı umumi kanunu 3. Kolordu’ya tebliğ olunmuştur. Bunun üzerine
kolorduda cezasını tamamlayan tutuklu askerlerden 3 zabitle 10 nefer tahliye
edilmiştir”.126
Avf-ı umumi ilanı hakkında Erzurum mebusu Salih Efendi tarafından verilen
teklif TBMM’de müzakere ile reddedilmiştir.127
121
Protokol metni için bknz. MERAY; a.g.e, Tkm. II, C. II, s. 92, 93
122
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (1918-1938), T. T.K,
2. B., Ankara 1988 , s. 413
123
Hakikat, 15 Eylül 1923, No: 152, “Avf-ı Umumi İlanı Tehir Etmeyecek”
124
KOCATÜRK; a. g. e, s. 405
125
Hakikat, 2 Şubat 1924, No: 171
126
Hakikat, 9 Şubat 1924, No: 172
127
Ankebut, 5 Mayıs 1923, No: 135
52
Hükümetin aldığı karara göre isyan hareketine katılan ve ordu için tehlikeli
sayılan 50 kişilik zabit genel aftan istisna edilecekti.128
Türkiye Büyük Millet Meclisi 16 Nisan 1924 gizli oturumunda Lozan
Antlaşması gereğince ilan olunacak genel aftan hariç tutulacak ve hükümetçe
hazırlanan 150 kişilik liste görüşülmüştü. 22-23 Nisan 1924 tarihli gizli oturumda
görüşmelere devam edilmiş ve Heyet-i Vekile tarafından düzenlenen
liste bazı
değişikliklerle kabul edilmişti.129
TBMM’de 28 Mayıs 1927’de, söz konusu 150 kişilik listede isimleri yazılı
kişilerin Türkiye tabiiyetinden çıkarılmaları hakkında kanun kabul edildi. Ancak 29
Haziran 1938’de kabul edilen af kanunuyla 150’liklerin yurda girişlerine izin
verilmiştir.130
7. Azınlıklar
İtilaf Devletleri, Lozan Konferansı’nda 15 Aralık 1922 tarihli oturumda
azınlıklarla ilgili olarak sundukları tasarının 8. maddesinde “Türk hükümetinin,
Türkiye’de soy, din, dil azınlıklarının her biri için…din, hayır ve öğrenim işlerinde
özerklik tanımayı ve bu özerkliğe dokunmamayı kabul eder.” demişti. Türk Heyeti
Başkanı Dr. Rıza Nur, bunu kesinlikle kabul etmeyerek Türkiye’de sadece din
azınlıklarının bulunduğunu, soy ve dil azınlıklarının bulunmadığını belirtmişti. Bu
nedenle de soy ve dil azınlıklarının korunması gibi bir ilkenin kabul edilmeyeceği
üzerinde durmuştu. Konferansta Türk Heyeti, Türkiye’de sadece Müslüman olmayan
azınlıklar olduğunu, bunlara da I. Dünya Savaşı sonunda diğer barış antlaşmalarında
öngörülen bütün azınlık hakları da tanınacaktı. 9 Ocak 1923’teki toplantıda Lord
128
Hakikat, 9 Şubat 1924, No: 172
129
KOCATÜRK; a. g. e, s. 412
130
a. g. e, s. 466, 621
53
Curzon’un başkanlığındaki Ülke ve Askerlik İşleri Komisyonu, Türkiye’de
Müslüman azınlık olmadığını, koruma tedbirlerinin sadece Müslüman olmayan
(Rum, Ermeni, Musevi) azınlıklara tanınmasını kabul etti.131
Lozan Antlaşması’nın 37-45. maddeleri Türkiye’de yaşayan azınlıkların
korunmasına ilişkindi. Buna göre, Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk
uyrukları, Müslümanların yararlandıkları aynı yurttaşlık haklarıyla siyasal haklardan
yararlanacaklardır. Hem hukuk bakımından hem de uygulamada öteki Türk
uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır.
“…Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla,
dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim
kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini
serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konusunda eşit
hakka sahip olacaklardır (Madde 40).”
“ Genel eğitim konusunda Türk Hükümeti, Müslüman olmayan uyrukların
önemli bir oranda oturmakta oldukları il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarının
çocuklarına ilk okullarda ana dilleriyle öğretimde bulunulmasını sağlamak
bakımından, uygun düşen kolaylıkları gösterecektir. Bu hüküm, Türk
Hükümetinin, söz konusu okullarda Türk dilinin öğrenimini zorunlu
kılmasına engel olmayacaktır…(Madde 41)”132
Azınlıkların kişisel hukuklarında veya aile hayatlarında onların kendi görenek
ve gelenekleri göz önüne alınacak, bunlar azınlık temsilcilerinin de katılacağı bir
karma komisyonda düzenlenecekti. Anlaşmazlık çıktığında Milletler Cemiyeti
arabuluculuk yapacaktı.133 Antlaşmanın 45. maddesi, Türkiye’nin Müslüman
olmayan azınlıklarına tanınmış olan hakların, Yunanistan’ca da kendi ülkesinde
bulunan Müslüman azınlığa da tanınmasını öngörüyordu.134 Hakikat’te çıkan haberde
131
ŞİMŞİR, Bilâl N.; “Lozan ve Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu”, 70. Yılında Lozan Barış Antlaşması
Uluslar arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara 1994, s. 31-33
132
MERAY; a.g.e, Tkm. II, C. II, s. 11, 12
133
TURAN; a.g.e, C. V, s. 289
134
MERAY; a.g.e, Tkm. II, C. II, s. 13
54
Yunan Hükümeti’nin Lozan Antlaşması’nın azınlıklar hakkındaki maddelerine göre
Batı Türkiye Müslümanlarının maarif teşkilatına ait bir kanun hazırladığını
bildirmektedir.135
Türkiye’de
yaşayan
azınlıkların
sahip
olacakları
hukuk
Lozan
Antlaşması’nda belirlenmişti. Burada onların aile hukuku konusunda örf ve
adetlerine göre hüküm verilmesi mevcuttu. Lozan Antlaşması uygulanmaya
başlayınca, Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklar, hükümete yaptıkları başvuruyla
kendilerine verilen Ekalliyetler hukukundan feragat ettiklerini sebepleriyle birlikte
belirttiler. Adliye vekaleti de bunların feragatnamelerini aşağıdaki tezkire ile
Başvekalete göndermiştir. Bu tezkerede; “ TBMM’de Türk Medeni Kanununun
kabulü dolayısıyla, Musevi Ermeni, Ermeni Protestani, Rum Ortodoks ve Ermeni
Katolik Cemaatleri Adliye vekaletine müracaat ettiler. Burada; Lozan’ın 42.
maddesinde kendilerine ait kanunun gerekli olmadığı bildiriliyor, Türk Medeni
Kanununun bütün hükümlerinin Türk vatandaşlarına olduğu gibi kendilerine de
uygulanmasını “ısrarla talep ve rica” etmektedirler. Bu konu, İstanbul’da konuyla
ilgili dairede, Kavanin Komisyonundan gelen mazbatalarda da yer almakta ve kanun
layihası hazırlanmasına gerek görülmediği bildirilmektedir. Adliye Vekaleti bu
isteğin geçirilmesinde bir mahzur görmemektedir. Vekalet, saltanat devrinden gelen
“sakat bir ananenin” sona ererek devlet kanunlarında bir birlik oluşturulmasını
memnuniyetle karşılıyordu. Bildirilen bu sebeplerle Türk Medeni kanununun aile
hukuku ve şahsi statü kısımları azınlıklara da uygulanacak ve “Ekalliyetler İhzar
Kavanin Komisyonları”nın görevlerine son verilecekti.136
135
Hakikat, 28 Temmuz 1924, No: 194
136
Doğru yol, 7 Haziran 1926, No:308
55
B. Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi ile İktisat Sorunları
1. Kapitülasyonlar
Kapitülasyon, Osmanlı toprakları üzerinde sürekli veya geçici olarak
yaşamakta bulunan yabancı devletler vatandaşlarından, özellikle Müslüman
olmayanlara bağışlanmış ayrıcalık, bağışıklık ve bunlara ilişkin izin ve hakların
tümünü ifade etmektedir.137 Osmanlı Devleti’nde kapitülasyonlar ilk defa 16.
yüzyılda verilmeye başlanmıştı. İlk anlaşma 1535’te Kanuni Sultan Süleyman ile
Fransa Kralı I. François arasında imzalanmıştı. Yabancılara verilen imtiyazlar I.
Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Sultan Vahdettin 9 Eylül 1914’te kapitülasyonların 1
Ekim’den itibaren yürürlükten kaldırılacağını belirtmişse de Fransa, İngiltere ve
Sovyet Rusya uluslar arası nitelik taşıyan bir antlaşmanın tek taraflı olarak
yürürlükten kaldırılamayacağını söyleyerek buna karşı çıktılar. Sevr Antlaşması’nda
kapitülasyonları korunması söz konusuydu. Kapitülasyonlarla yabancılara eğitim,
vergi yargı ve daha pek çok konuda imtiyazlar tanımaktaydı. Bütün kapitülasyonların
amacı, ülkedeki çoğunluğun, emperyalizmin himayesindeki bir azınlık tarafından
sömürülmesine imkan sağlamaktı.138
Lozan Konferansı’nda bu mesele, İtalya’nın başkanlık ettiği İkinci
Komisyon’un alanı içine girmekteydi. Konferansta, kapitülasyonlar konusunda
müttefik devletlerin tezi şu idi: “Kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldığından
bunun hükmü yoktur. İki taraflı antlaşmalar, ancak iki tarafın da isteğiyle
137
ÇOKER, Fahri; Kapitülasyonlar ve Lozan, IX. Türk Tarih Kongresi’nden Ayrı Basım, TTK,
Ankara 1989, s. 1664, 1665
138
YERASİMOS, Stefanos; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, C. III, Çev. Babür Kuzucu, Belge
Yay. 7. B., İstanbul 2001, s. 66
56
kaldırılabilir. Bu nedenle kapitülasyonlar hala geçerlidir. Kapitülasyonlardan ancak
onlara bedel olacak, tarafların müzakere edeceği teminlerle vazgeçilebilir.Türk
mahkemeleri, Türk hakimleri Türk kanunları güven vermekten uzak olduğundan
yabancıların davalarına yabancı hakimlerin bakması bir zorunluluktur. Bir kanundan
diğer kanuna geçmek için bir geçiş süreci gerekmektedir. Japonya buna örnek olarak
gösterilebilir.
Kapitülasyonlara
dayanarak
ülkeye
gelip
sermaye
yatırmış
yabancıların hakları birdenbire kaldırılamaz.” Bu konudaki Türk tezi ise şöyledir:
Kapitülasyonların verildiği zamana göre durum ve şartlar değişti. Bu nedenle o
günkü şartlara göre verilen kapitülasyonlar artık sürdürülemez. Çağdaş devlet
anlayışına ters düşen kapitülasyonların kaldırılmasında Türkiye ısrarlıdır. Ayrıca
kapitülasyonlar başka şekil ve adlarla da devam edemez.139
Kapitülasyonlar konusunda katılımcı olsun veya olmasın her devletin çıkarı
olduğundan toplantılar çok zorlu geçmişti. Yapılan görüşmeler sonucunda 28. madde
ile kapitülasyonların her bakımdan kaldırılması kabul edilmişti.
Lozan Konferansı kesinti döneminde, 17 Şubat-4 Mart tarihleri arasında İzmir
İktisat Kongresi toplanmış ve kongrede Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomisinin
alacağı biçim belirlenmişti. Yabancı sermayeye karşı olunmadığı, kanunlar
ölçüsünde kabul edilebileceği üzerinde duruldu. 8 Nisan 1923’te Chester Projesi’nin
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylanması dış kamu oyuna, yeni Türkiye’nin
yabancı sermayeye karşı düşmanca bir tavır almayacağının bir delili olarak
gösteriliyordu.140
139
BİLSEL; a.g.e, s. 97-98
140
BORATAV, Korkut; 100 Soruda Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, 1. B., İstanbul 1974,
s. 44
57
Kıbrıs Türk basınında, Lozan sonrası Türkiye’de yabancıların faaliyetlerine
yönelik çeşitli haberler yer almıştı.
New York Herald gazetesi, Türk hükümetinin, projenin gerektirdiği
teşebbüslerde bulunacak Amerika sermayelerine gerekli teminatı vermesi gerektiği
üzerinde durarak, gerekli teminat verildiği taktirde Amerika bankerlerinden oluşan
bir grubun Türkiye’ye yardımda bulunacağını belirtiyordu.141 22 Eylül 1923 tarihli
Hakikat gazetesinde Chester imtiyazını almış olan Kenedy Chester’ın, memur ve
mühendislerle birlikte Türkiye’ye hareket ettiği bildiriliyordu.142
Bu dönemde yabancı sermaye, yeni kurulan devlet ile ilişkilerini geliştirmek
için atılımlarda bulunuyordu. Bunlar, Osmanlı döneminde sahip oldukları
ayrıcalıkları, yeniden temin etme çabası içerisindeydiler. Mudanya yoluyla
Ankara’ya giden İngiliz şirketleri
üyeleri Türk hükümetinden çeşitli isteklerde
bulunmuşlardı:143 “I. Dünya Savaşı’ndan önceki imtiyazların ve savaş sonrası
yapılan onarımın onaylanması, durumlarının yeni şartlara uygun hale getirilmesi,
savaş nedeniyle kullanamadıkları süreye eşit bir sürenin imtiyazlarına eklenmesi ve
savaş sırasındaki zararlarının tazmin edilmesi.”
Kilisli yabancı sermayesi, barışın hemen ardından Türkiye’de iş yapmak için
hazırlanıyorlardı. Daha barış antlaşması imzalanmadan İngiliz bankaları, uzman
heyetlerle olabilecek imtiyaz koşullarına göre bu meseleyi incelemekteydiler.144
Times’ın verdiği haberde, Türkiye’de yabancı sermayenin gerekliliği
üzerinde durularak Türklerin buna muhtaç oldukları ileri sürülüyordu: “Türkler
141
Ankebut, 28 Nisan 1923, No: 134
142
Hakikat, 22 Eylül 1923, No: 153
143
Hakikat, 7 Haziran 1923, No: 139, “İngiliz Şirketleri Hükümetimizden Ne İstiyor? ”
58
ekalliyetlerden borçlanmadan memleketin ticari ve sınai
hayat pompasını
yürütemez. Ellerinde kalan doğal kaynaklarını çalıştırmak için gereken tecrübeden,
teşkilattan ve hatta harbin meydana getirdiği tahribatı bile tamirden uzaktırlar.”
Yabancıların
da
ancak
paralarının
teminatı
oldukça
borç
verebilecekleri
belirtiliyor.145
Osmanlı Bankası’nın146 imtiyaz süresi 6 Ağustos 1925 tarihinde son
bulacağından Osmanlı Bankası direktörü Mösyö “İsteğ”, bankanın hükümet bankası
haline getirilmesi için hükümete bazı tekliflerde bulunacaktı.147 İstanbul Maliye
Vekaleti Banka Komiseri, Aral Bey vasıtasıyla Osmanlı Bankası’na bildirimde
bulundu. Bankanın evrak ve vesaitten hiç olmazsa halk ile alakadar olan kısmının
Türkçe’ye çevrilmesini talep etti. Maliye vekaletinin bu talebi yerinde olup yalnız
büyük sermayedar memleketlerde değil, şark ve garbda istisnasız her memlekette
bankalar, bulundukları memleketin resmi dilini kabul etmekte, halkı ilgilendiren
bütün vesika ve defterlerin bir kısmını yerel dil ile tutmaktadır. Bundan dolayı yalnız
Osmanlı Bankası’nın değil bütün bankaların maliye vekaletinin bu talebine uymaları
144
Hakikat, 14 Temmuz 1923, No: 144, “Memleketimize Gelecek Sermayeler”
145
Hakikat, 20 Teşrin-i Evvel 1923, No: 156
146
Osmanlı Bankası, 1863’te Fransız sermayesinin de katılımıyla, İngiliz-Fransız sermayesi
ortaklığında bir devlet bankası halini almıştı. Banka, devletin “hazine sarraflığı” görevini üstlenmişti.
Babıali’ye yıllık %6 faizli ve en çok 500.000 İngiliz lirası tutarında kredi açmayı taahhüt ediyordu.
1875’te bankanın imtiyaz süresi uzatılıp yetkileri genişletildi. Osmanlı Bankası kurulduğu günden
itibaren Osmanlı mali ve iktisadi yaşamına etkin bir şekilde katılmış ve devlet borçlarında bu
bankanın katkıda bulunmadığı borç hemen hemen yok gibidir. Osmanlı Bankası’nın imtiyaz süresi
1925’te sona ermişti. Cumhuriyet hükümeti Osmanlı Bankası’nı fesh etmemiş, ama devlet bankası
kimliğini de sürdürmemişti. 10 Mart 1924’te imzalanan sözleşmeyle bankanın imtiyaz süresi 1 Mart
1935’e kadar, 5 Haziran 1933’te imzalanan sözleşme ile de 1 Mart 1952’ye kadar uzatılmıştı.
TOPRAK, Zafer; “Osmanlı Bankası ve Tarihten İzler”, Toplumsal Tarih, C. 9, S. 50, İstanbul 1998,
s. 20-22
147
Hakikat, 8 Kanun-ı Evvel 1923, No: 163, “Osmanlı Bankası”
59
zorunludur. Bu durumun özellikle Osmanlı Bankası için geçerli olması gerektiği
üzerinde durularak bankanın hükümet ile ilişkilerinden bahsediliyor:148
“…Osmanlı Bankası memlekette bankalar bankası makamındadır. Devletle
sıkı alakası bulunan imtiyazlı bir müessesedir. 341 Ağustos’unda nihayet
bulacak olan imtiyazın yenilenmesi için cumhuriyet hükümeti ile müzakerata
girişmiş, hükümetten yardım görmüş ve banka ile hükümet arasında uygun bir
ödeme tarzı bulunarak keyfiyet-i meclisin nazar-ı tasdikine arz olunmuştur.
Osmanlı Bankası bu memlekette devamı arzu eylediğine göre hükümetle
samimi hareket etmek, ahalinin milli hislerini okşayacak surette muamele
etmek mecburiyetindedir. Bundan dolayı eski mukaveleye bağlanmayarak
hükümet diğer bankalarda da aynı yolu takip etmelidir.”
“Lozan
antlaşmasında,
yabancılar
lehine
olan
bazı
hükümlerden
kurtuluyoruz.” başlıklı Milliyet’ten aktarılan haberde Lozan’da imzalanan Ticaret ve
Yerleşme sözleşmesine değiniliyordu. Ticaret Sözleşmesi 5 yıllık, Yerleşme ve Yargı
Sözleşmesi ise 7 yıllık bir süreyi kapsıyordu. Bu sözleşmeler, onaylanması için
TBMM’ye sunulmuş, İktisat Encümeninde incelendikten sonra Heyet-i Umumiye’ye
sevk olunmuştu. İktisat Encümeninin bu sözleşme hakkında hazırladığı tutanakta
dikkat çekici noktalar olduğu belirtilerek bazı kısımlarından alıntı yapılıyordu: 149
“Lozan Ticaret Mukavelesi geçen sene Ağustos’unda son bulmasına rağmen,
ikamet mukavelesinin bitmesine bir yıl daha var. Lozan’da kabul edilen
ikamet mukavelesi, Lozan’dan önce yabancıların, memleketimizde ikamet
ettiklerinden dolayı sahip oldukları ve kapitülasyonlar denilen imtiyazların
kaldırılması diğer devletlerle eşit bir durumda yapıldı. Ancak,
memleketimizde yapılacak zorunlu borçlanma ve servet üzerinden istisnai
olarak alınabilecek kısımlar konusunda yabancıların istisna tutulacaklarına
dair hükümler olduğundan onların da bir an evvel kaldırılması,
hükümetimizin kayıtsız şartsız vatandaşlar ve ecnebiler hakkında eşit
bulunduğundan devletlerarası senetlere bağlı olduğunun görülmesi, geçmişi
tam olarak unutulmuş bir hale koymayı ifade ediyor. Bu da istenen bir
durumdu.”
Sözleşmede bu hususlar dikkate alınarak vatandaşlarla yabancılar hakkında
aynı muameleyi yapabilmek amaçlanmıştı. Lozan Antlaşması tebaaya verilen
senetler konusunda ecnebiler lehine kazanılan hakkı taşıyan bir fıkrayı içerdiği halde
148
Hakikat, 24 Teşrin-i Sani 1924, No: 211
60
bu bile sözleşmeye alınmamıştı. Antlaşmada kabotajla vatandaşlara verilen diğer
meselelerin Türklere ait olduğu açıklanarak, kara sularında olan cankurtaran gibi
hizmetleri yalnız Türklerin yapacağı ve Marmara denizinin de Türklerin
karasularından sayıldığı bildirilmekteydi.
Yabancı konsolosluk mahkemelerinin kapitülasyonlara dayanan kaza hakları
Lozan’la kesin olarak kaldırılmıştı. Lozan’ın yürürlüğe girmesi dolayısıyla İstanbul
İngiliz Konsoloshanesindeki birinci derecede mahkeme ve tali mahkeme
faaliyetlerini tatil etmiştir. Hakim Mister Linten Torb Perşembe günü Londra’ya
gitti. Konsoloshane katibi burada kalarak mevcut işleri tavsiye edecektir. Mister Torb
daha sonra başka bir sıfatla İstanbul’a geri dönecektir.150
Kaldırılmış İstanbul Hükümeti, Osmanlı Bankası ve Düyun-u Umumiye’den
2 milyon 200 bin avans almış ve ödenmesi gereken 2 milyon kağıt liralık bir kısım
kalmıştı. Maliye Vekaleti, Osmanlı Bankası ile yapılan antlaşma sonucu avansı
ödemiştir.
Osmanlı Bankası’nda tutulan 397.278 altın lira hükümetimize
verilmiştir.151
2. Osmanlı Borçları
Lozan Barış Konferansı’nda borçlar sorunu üçüncü komisyonun mali ve
iktisat sorunları alt komisyonunda görüşüldü. Türk heyeti 27-28 Kasım 1922 tarihli
oturumda, eski Osmanlı İmparatorluğu borçlarının, bu imparatorluğun topraklarından
parça almış devletler arasında bölüştürülmesi üzerinde durmuştu. Türkiye Büyük
millet Meclisi Hükümeti bu borçtan kendisine düşen payı tanımaktaydı. Ayrıca,
gerek Dünya Savaşı sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde
149
Birlik, 7 Haziran 1930, No: 319
150
Hakikat, 1 Eylül 1924, No: 199
151
Hakikat, 21 Temmuz 1923, No: 145, “Altınlarımızı Aldık”
61
kurulmuş devletlere, gerekse daha önce bu imparatorluktan toprak alarak kendilerine
katmış bulunan devletlere yükletilecek borç tutarının kendisini hiçbir bakımdan
ilgilendirmediğini düşünmekteydi.152 5 Aralık 1922 tarihli oturumda Türk Temsilci
Heyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletler arasında yalnız yıllık
taksitlerin değil, borç ana parasını da bölüştürülmesi gerektiğini belirtmişti. Böyle
olunca Türkiye, Osmanlı’nın mirasçısı değil, ardıl devletlerden biri oluyordu. Ardıl
devletlerin sayısı kadar ayrı ayrı borç yaratılması söz konusuydu. Bombard, bu
bölüştürme biçimine, borç senetlerini ellerinde bulunduranların karşı çıkmakta haklı
olacaklarını, çünkü onların sadece Osmanlı ile sözleşme yaptıklarını söyledi.153
Fransa Baş delegesi Barrère, Osmanlı Devlet borcunun statüsünün Muharrem
Kararnamesi154 ile saptandığını ve devletlere bildirildiğini, bunun devletlerin
güvencesi altında olduğunu, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan ülkelerin borcun
bölüşümüne katılacaklarını belirtmişti.155 13 Ocak 1923 tarihli oturumda borcun,
Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan ülkeler arasında bölüştürülmesi noktasında
anlaşıldı. Ancak bunun nasıl olacağına ilişkin görüş ayrılığı vardı. Türk Heyeti,
bölüştürülecek borcun toplam tutarının 30 Ekim 1918’deki borç toplamı olması
görüşündeydi.156 Bombard, müttefik devletlerin, ayrılmış ülkelerin yıllık taksitlerini
152
MERAY; a. g. e, Tkm. I. C. III, s. 3, 6
153
a. g. e, s. 181
154
Osmanlı hükümetiyle, alacaklıların vekilleri arasında Eylül-Aralık 1881 döneminde yapılan
görüşmeler sonucunda varılan antlaşma, hükümetçe, 28 Muharrem 1299’a rastladığından kararname
“Muharrem Kararnamesi” adını aldı. Kararname ile, Osmanlı’nın bazı gelirleri “mutlak ve değişmez”
olarak 13 Ocak 1882 gününden itibaren kararnamede geçen borçların ödenmesine ayrılıyordu.
Kurulan “Düyun-ı Umumiye Osmaniye-i Meclis-i İdaresi”, hamiller adına, Osmanlı gelir ve maddi
kaynaklarını toplamak, yönetmek ve muhafaza etmek görevlerini üstleniyordu. MERAY; a.g.e, Tkm.
I. C. III, s. 9; YERASİMOS; a. g. e, C. II, s. 281-285
155
MERAY; a.g.e, Tkm. I. C. III, s. 16
156
a. g. e, s. 28
62
yükümlenmesine başlangıç olmak üzere
1 Mart 1920 tarihini saptadıklarını
belirtti.157 Yunanistan bu konuda kendi payına düşen borcu üzerine almayı
reddetmemekle birlikte, katılma ölçüsünün adalet ve hak gözetirlik ilkeleri uyarınca
saptanmasını istemişti.158
Borçlar konusunda taraflar arasında çok uzun tartışmalar yaşanmış ve ilk
etapta bir sonuca varılamamıştı. Konferansın ikinci döneminde de, taraflar
görüşlerinde ısrarlı olmuş ve konferansın çıkmaza girmesine neden olunmuşsa da
uzun uğraşlar sonucu mutabakat sağlanmıştı. 24 Temmuz’da imzalanan antlaşmanın
46-57. maddeleri borçlarla ilgiliydi. Buna göre; Osmanlı devlet borcu, kendisinden
ayrılan devletler arasında bölüşülecekti. Türkiye, belirtilen tarihlerden itibaren
(Lozan’ın 12. maddesindeki adalara ilişkin 14 Kasım 1914’ten başlayarak, 15.
maddede belirtilen adalara ilişkin 17 Ekim 1812’den başlayarak) öteki devletlere
yükletilmiş katılma paylarından hiçbir şekilde sorumlu olmayacaktır (46. madde).
Osmanlı Devlet Borcu (Düyun-ı Umumiye-i Osmaniye) Meclisi, Lozan’ın yürürlüğe
girişinden itibaren üç aylık bir süre içinde devletlere düşen yıllık taksitlerin tutarını
saptayarak, ilgili devletlere bildirecektir. Bu devletler, Osmanlı Borcu Meclisi’nin
çalışmalarını izlemek üzere İstanbul’a temsilci gönderebilecekti. Çıkabilecek
herhangi bir anlaşmazlık, Cemiyet-i Akvam’a sevk edilebilecekti (47. madde).
Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan Asya’daki topraklar üzerinde yeni kurulmuş
devletlerin ve antlaşmanın 46. maddesinde belirtilen toprağı kendisine katan devletin
borçlu oldukları yıllık taksitler 1 Mart 1920 tarihinden itibaren ödenmeye
başlanacaktır. (53. madde)159
157
a. g. e, s. 33
158
a. g. e, s. 59
159
a. g. e, Tkm. II, C. II, s. 13-17
63
Yunanistan’ın Düyun-ı Umumiye’ye katılma derecesi hakkında ortaya çıkan
anlaşmazlık, Hakikat’e yansımıştı. Lozan’dan gelen telgrafta, Yunan delegesi
Michalopoulos ile Fransa delegesi Bargeton’un bu konudaki görüşleri bildirilmişti.
Yunanlıların gümrük gelirleri esası üzerinden hisseye katılmayı talep edecekleri
belirtilerek Venizelos’un bu konuyla bizzat ilgileneceği üzerinde durulmuştu.160
Osmanlı döneminde yapılan borç sözleşmelerinde, İstanbul’da Osmanlı altını,
Londra’da İngiliz şilini, Paris’te Fransız Frangı yazılıydı. Alacaklıların, kuponları bu
paralardan hangisi ile isterlerse alma hakları vardı. Burada amaç, alacaklıların,
bulundukları şehirde paralarını alarak zahmet ve masraftan kurtulmalarını
sağlamaktı. Dünya Savaşının, altın para ile kağıt para arasında büyük fark
oluşturması, alacaklıların paralarını Londra’dan almalarına neden olmuştu. Böylece
kupon faizlerinin yanı sıra büyük spekülasyon karları da sağlamaktaydılar. Türk
Heyeti Lozan’da, ödemenin İngiliz lirası ile değil, Fransız Frangı ile yapılmasını
önermişti. Zaten borçların %90’ı Fransız Frangı ile alınmıştı.161 Fransız Düyun-ı
Umumiye temsilcileri, faizlerin İngiliz lirası olarak ödenmesi konusundaki
isteklerinde ısrar ederek diğer hamilleri de kendileri gibi düşünmeye ikna etmeye
çalışıyorlardı.162 Müttefikler, Fransız Frangı ile ödemeyi kabul etmeyince bir türlü
uzlaşma sağlanamamış ve buhran ortaya çıkmıştı:163
“Faizler konusunda ortaya çıkan “buhran” devam ediyor. Fransız delegeler
heyeti görüşlerinde ısrar ederek, bunların kabul edilmemesi durumunda
konferansı terk edebilecekleri tehdidinde bulunuyorlar. İngiliz delegeler
heyeti ise bu sorunun çözümü ile birlikte sulhün yapılmasını hızlandırmak
için görevlerini yerine getireceğini bildirdi.”
160
Hakikat, 26 Mayıs 1923, No: 137, “Düyun-ı Umumiye ve Yunanistan”
161
KARACAN; a.g.e, s. 338-542
162
Hakikat, 16 Haziran 1923, No: 140, “Fransız Dainler İngiliz Lirası İstemekte Katiyen Musırr”
163
Hakikat, 23 Haziran 1923, No: 141, “Faizler Meselesinde Fransızların Israrı ve Tehtidi”
64
Müttefikler, borçların faizlerinin , Türkiye tarafından altın olarak ve yıllık 10
milyon yerine 36 milyon ödenmesi üzerinde ısrar ediyorlardı.164 Fransızlar, kuponlar
meselesinin çözümlenmesi için Türkiye’nin mevcut sözleşmeleri onaylamasını ve
Barıştan sonra Düyun-ı Umumiye hamilleri ile adilane itilâfnameler yapılmasını
öneriyorlardı.165
Fransızlar
İstanbul’un
tahliyesi
meselesini
bir
baskı
aracı
olarak
kullanıyorlardı.166 Güya barışı hızlandırmak için kuponlar meselesini muahededen
ayırarak ileride müzakere edilmesini istiyorlar ve ilerideki görüşmeleri teminat için
de İstanbul üzerindeki işgalin devamına taraftar oluyorlardı.167 İsmet Paşa
müttefiklerin bu tutumuna itiraz ederek böyle görüşme tarzını doğru bulmadığını
belirtmişti. 168
Sorun çözümlendikten sonra “Andrenar Divi”, başyazarı olduğu ve Türk
düşmanı olarak bilinen gazetesinde, yazdığı makale ile Lozan Konferansı’nı
değerlendirdi:169
“Yarı resmi hükümet gazeteleri antlaşmaya şüphesiz sevineceklerdir. Lozan
zaten Ankara Antlaşması’nın mantıki bir sonucudur. Fransa Lozan’da,
teslimiyetini sunarak doğudaki maddi ve manevi menfaatlerini ihmal ediyor.
İngiltere geçen sene İncil’i göze karşı göz, dişe karşı diş diye tercüme
ederken şimdiki durum ne oluyor? “İngilizler madem ki bizi terk ediyorlar biz
de onlara Çanakkale’de refakat etmekten vazgeçiyoruz.” dediğimizde
Poincare, Franklin Bouillon’un tavsiyesiyle Çanakkale’de bir zafer
kazanılmış gibi davranılarak buradaki kuvvetlerin acilen tahliyesini gündeme
getirmiştir. Yunanlıların doğuda terk ettikleri müttefikler, Lozan’da İsmet
Paşa ile birleşerek buna karşılık verdiler. Sonuçta Türkiye’de işgal etmekte
olduğumuz bütün araziyi kaybediyoruz. 148 gün süren Lozan Konferansı’nın
bütün safhalarını takip etmiş ve her şeyi gören biri olarak meslektaşımız
164
Hakikat, 30 Haziran 1923, No: 142, “Hangi Noktalarda İnat ve Israr Ediyorlar”
165
Hakikat, 14 Temmuz 1923, No: 144, “Kuponlar Hakkında Fransızların Yeni Formülü”
166
KARACAN; a.g.e, s. 566
167
Hakikat, 21 Temmuz 1923, No: 145
168
KARACAN; a. g. e, s. 567
169
Hakikat, 8 Eylül 1923, No: 151, “Türk Düşmanı Andrenar Divi’nin Bir Makalesi”
65
“Lakrosel” Deba [Journal dés Debats] gazetesinde şöyle diyor: Fransa bu
konferansta hiçbir şey kazanmamış olmakla birlikte, diğer katılımcılar
karşısında da hakları gasp edilerek, ezilmiş olarak çıktı. Diğerleri
konferanstan daha iyi durumda çıktılar. Büyük çoğunluğu Fransız olan
Osmanlı senetlerinin hamilleri “mahv ve harab” olacaktır. Vatandaşlarımız
feda edildi. Antlaşmada bunlardan hiç bahsedilmiyor. Türkler bu hamillere
olan borçlarını keyifleri istedikleri gibi ödeyebileceklerdi. Hamiller, kuponlar
Avusturya kronu ve kağıt mark olarak ödenmezse kendilerini şanslı
hissedeceklerdir.”
3. Tazminat
Lozan Konferansı’nda tazminat konusu üçüncü komisyonda görüşülmüştü.
Türk Temsilci Heyeti, savaşan devletlerin sivil uyruklarına doğrudan doğruya
verilmiş zararların karşılıklı olarak tazminata konu olması gerektiğini belirtmişti.
Böylece Osmanlı İmparatorluğu ordularınca zarara uğratılan bu uyrukların zararları
imparatorluğa ardıl devletlerce giderilecektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti kendi payına düşeni ödeyecektir. Ayrıca Yunan ordusunca Mondros’tan
İzmir’in işgaline ve bu ordunun kesin bozguna uğratılışına kadar yapılan yakıp
yıkmalar tümüyle onarılmalı ve ödenmeliydi.170 Yunan Heyeti buna karşılık, Yunan
ordusunun Anadolu’da yaptığı yakıp yıkmaların sorumluluğunu Türklere yüklemekte
ve zarar gören evlerin Rum ve Ermenilere ait olduğunu ileri sürmekteydi.171
Konferansın birinci döneminde müttefikler Türkiye’den zarar ve ziyana
karşılık olarak 15 milyon Osmanlı Lirası istemekte olup savaş tazminatından
vazgeçmişlerdi. Ancak İsmet Paşa, Türkiye’nin tazminat veya hasar adıyla hiçbir
şey ödemeyeceğini belirtmişti.172 Türk Heyeti, Viyana Bankası’nda müttefiklerce el
170
MERAY; a.g.e, Tkm. I, C. III, s. 7
171
a. g. e, s. 159, 160
172
KARACAN; a.g.e, s. 258
66
konan 5 milyon altın lira ile İngiltere’ye bedelleri verilmiş drenotların iadesinden
vazgeçerek takas yapılmasına razı olmuştu.173
Müttefiklerin sundukları antlaşma tasarısının 58. maddesi tamiratla ilgiliydi:
“Yunanistan ile Türkiye, tebaalarına karşı yapılan zarar ve ziyanın tediyesinden
karşılıklı feragat ederler.” Türk karşı teklifi ise şuydu: “Yunan ordu ve memurlarının
Anadolu’da yaptıkları zarar ve ziyanın tamiri Türk ve Yunan Hükümetleri arasında
halledilecektir. Anlaşma sağlanamadığı taktirde Yunanistan’ın ödeyeceği miktar
hakem vasıtasıyla belirlenecektir.”174 Konferans kesintiye uğradığında bu konu
henüz çözüme kavuşmamıştı. Kesinti döneminde taraflar arasındaki görüşmeler
devam etti. Venizelos ve Lord Curzon’un görüşmesinden sonra Türk-Yunan tazminat
meselesinin müttefiklerin cevabının dışında bırakılmıştı.175
Daily Expres’ten bildirilen haberde Türkler tazminat talebinde ısrar ettikleri
taktirde Yunan Hükümetinin nasıl hareket edeceği belirtiliyordu. Buna göre
Venizelos’a verilen talimatta, 350 milyon İngiliz lirası talep etmesi isteniyordu.
Bunun 150 milyonu Dünya Savaşı sırasına Yunanlıların uğradıkları zarar, 70
milyonu “müttefiklerin emriyle yapılan” İzmir’in işgal masrafı, 18 milyonu
Türkiye’de tutuklanan askerlerin masrafı, 80 milyonu da göçmenlerin uğradıkları
zarar ve ziyandan oluşmaktaydı. Yunanlıların talep ettikleri Türklerin talep
ettiklerinden fazla ise de Türkler bu konudaki taleplerinden vazgeçtikleri taktirde
Yunanlılar da vazgeçecekti. 176
173
a. g. e, s. 307
174
a. g. e, s. 462
175
Ankebut, 21 Nisan 1923, No: 133
176
Ankebut, 28 Nisan 1923, No: 134
67
Müttefikler Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın tamirat parası vermesi prensibini
kabul etmişti.177 Ancak Venizelos ve İsmet Paşa’nın yaptığı özel görüşmelerde bir
sonuca ulaşılamamıştı. Yunanistan meselenin ne hakem yoluyla, ne de Milletler
Cemiyeti ve Lahey Adalet Divanı aracılığıyla çözümünü kabul etmişti.178 Mesele
çıkmaza girince müttefikler tamirat konusunu kapatmak için Yunanistan’ın
Karaağaç’ı Türkiye’ye bırakmasını önermişlerdi. 26 Mayıs 1923 tarihli gizli
toplantıda Türk Heyeti Karaağaç’ı tazminata karşılık olarak kabul etti.179
Hakikat’te çıkan haberde Türkiye’nin Yunanistan’dan 1 milyar 350 milyon
liralık tamirat masrafı almasına engel olunduğunu, bu nedenle ülkenin en bereketli
kısmının tamiratının Türkiye’ye yüklendiğini belirtiyordu.180
Türkiye ile Yunanistan arasında tamirat konusunda yapılan antlaşmada
Yunanlılar bazı esasları kabul ettiler. Buna göre; Türkiye ile Yunanistan Mondros
Mütarekesi’nden sonra el koydukları gemileri karşılıklı olarak iade edecekler,
Anadolu’da ecnebilerin uğradığı zarar ve ziyanlar Yunanlılar tarafından tazmin
edilecek, Türk tebaasına ait olup da Yunanlılar tarafından savaş vergisi olarak alınan
her türlü mal, mülk, para ve mücevherat sahiplerine iade edilecek, Anadolu’da zarar
görmüş olan demiryolları Yunanlılar tarafından tamir edilecek, Türk tabiiyeti
altındaki yabancı sermayeli şirketlerin Yunan işgalinden gördükleri zarar ve ziyanlar
tazmin edilecekti.181
177
KARACAN; a. g. e, s. 459
178
a. g. e, s. 462
179
a. g. e, s. 468, 469
180
Hakikat, 30 Haziran 1923, No: 142
181
Hakikat, 7 Temmuz 1923, No: 143, “Yunanlıların Kabul Ettikleri Esasat”
68
Londra’daki “Obsorne” gazetesi Karaağaç’ın Türkiye’ye verilmesi ile TürkYunan arasındaki tazminat meselesinin iyi bir şekilde çözüldüğünü ve taraflar
arasındaki anlaşmazlığın ortadan kalktığını belirtiyordu.182
İngiltere’de Ticaret İdaresi Reisi Avam kamarasında verdiği beyanatta,
Türkiye’ye ait 5 milyon İngiliz liralık vapur bedellerinden kendilerine tazminat
verilmesini isteyenlerin taleplerini bir komisyonun incelediğini söyledi. 10 Kanun-ı
Sani 1920’ye kadar olan zararlar bu şekilde tazmin edileceğini, bundan sonraki
zararlar için Lozan Antlaşmasının onaylanmasını bekleyerek oradaki vasıtalardan
yararlanmak gerekeceğini belirtmişti.183
1925 yılına ait haberde, Lozan Antlaşması’nın tazminat konusundaki
kararından bahsedilerek oluşturulan tazminat komisyonlarına değiniliyordu:184
“Lozan Muahedesinin müzakeresi esnasında harb-i umumide İtilaf Devletleri
tebaasının Türkiye’deki zarar ve ziyanlarından bahsedilmiş ve bizden
tazminat talep olunmuştu. Fakat müzaherat sonradan başka bir mecraya
girmiş ve İngiltere’ye savaştan önce sipariş ettiğimiz Reşadiye drenotu ile
diğer gemiler için ödemiş olduğumuz miktarın -ki 12 milyon lira kadar
tutmaktadır- İngiliz, Fransız, İtalyan tebaalarının zarar ve ziyanlarına karşılık
bize adem-i tediyesi kabul edilmişti. Bu suretle adı geçen devletler kendi
tebaalarına karşı zarar ve ziyanlarını ödemek üzere taahhüt etmiş
bulunuyorlar. Lozan Muahedenamesi gereğince merkezi Paris’te olmak üzere
oluşturulan tazminat komisyonları faaliyete başlamıştır.”
Türkiye’de zarar gören ecnebi tebaasına verilecek olan tazminatı taksim için
görevlendirilen İngiliz Murahhası Mister Karl, Fransız Murahhası Mösyö Clemencau
ve İtalyan Delegesi Kumandan “Seriperi” Larnaka’ya uğrayan Pierre Loti vapurunda
olduklarından karaya çıkmışlar ve baş hakim “Sir Nedilton”, Komiser ve “Mister
Amirayla”
tarafından karşılanmışlardı.
Komisyon Beyrut’a hareket ederek
182
Hakikat, 21 Temmuz 1923, No: 145, “Türkiye Meselesinin Halli”
183
Hakikat, 8 Kanun-ı Evvel 1923, No: 163, “İngiliz Tazminat Talepleri”
184
Hakikat, 30 Mart 1925, No: 229
69
görevlerine başlayacatır. Öğrenildiğine göre İngiliz Hükümeti Sultan Osman ve
Reşadiye drenotlarına karşılık olarak önceden ödenilen 5 milyon liradan İngiltere’nin
hesabına isabet eden miktarı Türkiye’de zarar gören tebaasına tahsis etmeye karar
vermiştir. Harp sırasında Anadolu’ya sevk edilmiş olan İngiliz tebaasına beşer bin
lira tazminat verilecektir.185
185
Hakikat, 6 Nisan 1925, No: 230
70
II. LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI SONRASI KAMUOYUNA
YANSIYAN SORUNLAR
A. Kıbrıs
Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’den ayrılmış ülkelerde yerleşmiş Türk
uyrukları hukukça ve
yerel yasanın öngördüğü şartlarla, ülke hangi devlete
bırakılmışsa o devletin uyruğu olacaktı (30. madde). Bu kimseler antlaşmanın
yürürlüğe iriş tarihinden itibaren iki yıllık bir süre içinde Türk uyrukluğunu
seçebileceklerdir.186
Lozan’da imzalanan Mübadele Sözleşmesi, halkların karşılıklı değişimini
öngörüyordu. Mübadeleye tabi olacakların taşınma, beslenme, barınma ve
yerleşmesine ilişkin 23 Ekim 1923’te hazırlanan tasarı TBMM’ye sunuldu.
“Mübadele İmar ve İskan Kanunu” adlı yasa, 8 Kasım 1923’te mecliste kabul
edildi.187 Kıbrıs’taki Türkler hem Lozan’daki sözleşmeye tabi değillerdi hem de 8
Kasım tarihli kanunda da bunlara ilişkin bir karar yoktu. Ancak Lozan, ada
Türkleri’nin seçme hakkını kullanarak göç edebileceklerini öngördüğünden
antlaşmanın onaylanmasından sonra Türkiye’ye yoğun göç faaliyetleri başlamıştı.
Antlaşmaya göre adadaki Türk uyrukları ya İngiliz uyruğuna geçecek ya da
antlaşmanın onaylanmasından sonra iki yıllık bir süre içinde Türk uyruğunu
seçebilecekti. Türk uyruğunu tercih ederek seçme haklarını kullandıkları günden
itibaren 12 ay inde Kıbrıs adasından ayrılmak zorundaydılar (21. madde). İngiltere
uyruğunu edinmiş veya edinmek üzere [başvurmuş] olan Türk uyruğunu yitirecekti.
186
MERAY; a. g. e, Tkm. II, C. II, s. 9
187
ARI; a.g.e, s. 33
71
Antlaşmanın, 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girmesi ile iki yıllık sürenin
başlaması, göç faaliyetlerinin de yoğunlaşması anlamına geliyordu.hakikat’te 25
Ağustos’ta yer alan haberde son hafta içerisinde Mağusa limanından 42 kişilik bir
kafilenin göç ederek Mersin’e gittiği bildiriliyor.188
1924 yılında göç eden Türkler’in bir kısmı Konya’ya gitmişlerdi. Ancak
sözleşme ve kanundaki durum, zor durumda kalmalarına neden olmuştu. Bu konuyla
ilgili çıkan haberde İstanbul’dan geri dönen İskele Müderrisi Hulusi Efendi’nin
izlenimlerine yer verilmişti. İskele’de Büyük Camii’de yaptığı konuşmada Hulusi
Efendi’nin, buradan gidenlerin durumunun perişanlığından bahs ederek cemaat
üzerinde kötü etki yaptığı belirtilmiş, halkta “mili hükümet” hakkında kötü bir
izlenim uyandırıldığı ileri sürülmüştü: “…Gönül arzu ederdi ki müderris fenalığından
bahsederken köylü kardeşlerimizin ekonomik durumlarını ve iç siyasetimizi idare
eden şahsiyetlerin takip eylemekte oldukları siyaset programının hakkımızda hayırlı
olup olmadığından da bahs ederek anavatan geçinmek için gerekli olanı temine koşan
kardeşlerimizin gitmekte haklı olup olmadıklarını izah eylesin…” Gazete, halkın
kötü yaşayışları hakkındaki şikayetleri dinlenmeden “Şimdi gidilmemeli, zamanı
değildir. Bilahare gitmek daha hayırlıdır.” demenin rehberlik olmadığını söylüyor.
Hulusi Efendi halkı yanlış yollara sürüklemekle, göç hazırlıklarının yarıda
kesilmesine neden olmakla suçlanıyor. Söylediği sözlerle maksatlı davranmakta,
memlekete “saadet yerine zaruret ve sefalet” getirmekte olduğu ileri sürülüyor.189
188
Hakikat, 25 Ağustos 1924, No:198
189
Hakikat, 29 Eylül 1924, No: 203
72
Kıbrıs’tan olan göç, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından 2 Aralık
1924’te yapılan toplantıda 1188 numaralı kanunnameyle düzene konuldu. Böylece
milli sınırlara sığınanlara nasıl davranılacağı tespit edilmiş oldu. Haziran 1925’te
göçü düzenlemek için adada Türk Konsolosluğu kurularak, Asaf Bey Konsolos
olarak atandı.190
Türkiye’ye göç etme konusu basında çok tartışma konusu olmuştu. Göç edip
etmemek, ne zaman göç edileceği Kıbrıs’taki ekonomik durum ile Türkiye’nin
göçmenlere olan tavrı basında geniş bir şekilde yer almıştı. Kıbrıs Türk basınının, bu
sorulara verilecek cevaplar konusunda tam bir birlik içerisinde olmayıp, çok değişik
yorumlar dile getirildiği görülüyor.
Kıbrıs’ta 1920’li yılların sonuna doğru Türk halkı ikiye bölünmüştü. Bir
tarafta dini cemaat özelliklerini taşıyan İngiliz’e bağlı “Evkafçılar”, diğer tarafta ise
Türkiye
Cumhuriyeti’ne
bağlı
milliyetçi
özellikler
taşıyan
“Halkçılar”.
Konsolosluğun kurulmasından sonra halkçılar Türkiye ile yakın ilişkilerde
bulundular.191
Hakikat’te çıkan haberde memlekette uyanmanın başladığı günden beri
yüksek sınıfı işgal edenlerin mevkilerini korumak için herhangi bir kuvvetin önünde
baş eğebildiklerinden bahsediliyor. Yapılan bu hareket, memleketteki esaret
durumunu uzatmaktan başka bir işe yaramıyor denilerek bir kısım halkın İngiliz
yönetiminin hizmetinde olduğu anlatılıyordu. Bu durumda halkın ihtiyacı olan siyasi
cesarettir: “…Fakat memleket için terakki ve tekamülü temin eyleyecek olan cesaret-
190
ÖKSÜZ; a.g.m, s. 36, 37
73
i siyasiye kuru bir sözden öteye geçmemektedir. Senelerden beri yapılan tecrübeler,
devam eden bu cesaretsizliğin ekserinin zararına olduğu kanaatini husule getirmiş
olduğundan son zamanlarda umumun şikayeti ve hoşnutsuzluğuna sebep
olmuştur…” Bu hoşnutsuzluk herkesin zihninde muhaceret fikrini oluşturdu. Bunun
en büyük delili son bir sene zarfında Kıbrıs’tan hicret edip geri dönenlerin “zayiat ve
sefaleti” göz önünde olduğu halde “millet aşkıyla süslenmiş olan yürekler zerre kadar
müteessir olmayarak cumhuriyet idaremize ilticaya acele etmiş olmalarıdır. Zavallı
Kıbrıslılar, gerçi İrfan Bey192’in dedikleri gibi müstakbel ve tarafsız bir idarede
yaşamaktadırlar.”193
Hakikat, adadaki hoşnutsuzluğu yaratanların gazeteciler değil memleketin
efendi geçinenleri olduğunu vurgulayarak gençlerin çabalarının bu kişiler tarafından
engellendiğini ileri sürüyor. Elli senelik bir tecrübe ile burada bir kitle meydana
getirmeye imkan yoktur: “Bizim kanaatimize göre bu memlekette İslam unsuru için
rakip düşman tarafından iki imkan bırakılmıştır. Birincisi burada kalıp kahrolmuş
aşağılanmış olarak yaşamak. İkincisi de hicret etmek. İşte hamiyetsiz ve kimsesiz
kalan dünkü reaya, bu günkü millet-i hakimenin! hedefi olmakta olan din
kardaşlarımız bu sebepten dolayı ikinciyi tercih ettiler. Bu, hiç şüphe yoktur ki
binlerle milletdaşımıza yakın bir zamanda esaretten kurtulma imkanı hazırlayacak ve
halkın bu vaziyeti karşısında kayıtsız hareket eden muhteremler hakkında milletten
191
MÜMTAZ, Hüseyin; “Kıbrıs Tarihi’nden Bir İnsan Portresi”, Tarih ve Toplum, C. 31, S. 187,
1999, s. 13
192
İrfan Bey ile Musa İrfan’ın kastedildiği tahmin edilmektedir. Musa İrfan Bey Evkaf Murahhaslığı
görevini yapmış, 1925’te ölümü üzerine yerine İngilizlere yakınlığıyla tanınan Mehmet Münir Bey
atanmıştı. MÜMTAZ; a.g.m, s. 12
193
Hakikat, 20 Temmuz 1925, No: 243
74
çıkacak söz bir kelime-i teminden başka bir şey olmayacaktır.”194 Türkiye’ye göç
etmek, adadaki esaretten kurtulmak anlamında savunuluyordu.
Mübadele ile Türkiye’ye göç eden göçmenler arasında en yaygın hastalık
sıtmaydı. Mübadele İmar ve İskan Vekaleti, 1924 yılının başında sıtma ile savaşa
başlayabildi.195
Birlik gazetesinin 14 Ağustos 1925 tarihli nüshasında “muhaceret vaziyeti”
namıyla yazılmış bir makalede, Anadolu’nun sıtmalı olduğu işitilmekte olduğundan
bahsederek Kıbrıs’tan hicret edecek Türklerin uyanık bulunmalarını tavsiye
etmektedir. Bu haberi veren Hakikat, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti Kıbrıs’tan
hicret edecek olan Türklere Anadolu'da
sıtmalı mıntıkalar tahsis etmediği gibi
sıtmalı gideceklerin tedaviyatı için acil tedbirler alınacağını belirtmektedir.196
Türkiye Konsolosluğu, “Lozan Muahedesi gereğince hakk-ı hıyarını
kullanarak Türkiye’ye hicret etmek üzere mürur tezkeresi alanlardan 12 ay ya da
daha az müddet Kıbrıs’ta kalmayı arzu edenlerle Kıbrıs’ta ikamet eden ve muntazam
pasaporta sahip olan bütün Türkiye tebaasının şehbenderliğe müracaatla tabiiyet
alem ve haberi almaları lüzumu” verdiği gazete ilanıyla duyurmuştu.197
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Kıbrıs’tan gelen tepkilerle, 2 Kanun-ı Evvel
1340 (1925) tarihinde 1188 kararnameye ek olarak yeni bir kararname kabul etti.
Buna göre Lozan Antlaşması’nın “Araziye Müteallik Ahkam” faslının 21. maddesi
194
Hakikat, 27 Temmuz 1925, No: 244
195
ARI; a. g. e, s. 150
196
Hakikat, 24 Ağustos 1925, No: 248
197
Hakikat, 23 Teşrin-i Sani 1925, No: 257
75
gereğince Türkiye’ye göç etmek isteyen ve harekete hazır bulundukları anlaşılan ve
nüfusu 20 bin olarak tahmin edilen Kıbrıs Müslümanlarının sevk ve iskan masrafları
kendilerine ait olmak üzere geldikleri coğrafyanın özellikleri ve iktisadi yapıları göz
önünde tutularak yerleştirilmeleri tespit edildi: Kozan 3000, Muğla 3000, Cebel-i
Bereket 3000, Adana 3000, Mersin 2000, Silifke 3000, Antalya 3000. bu
göçmenlerden yardıma ihtiyacı olanlara yardım etme imkanı bulunduğu taktirde –
hükümete yük getirmeyecek şekilde- fakirlik dereceleri dikkate alınarak yardımda
bulunulacaktı. Buna göre yakın akrabaları bulunanlara bir hane ve yeter miktarda
arazi verilecekti. Hükümet emrindeki arazi hariç boş, sahipsiz ve bekletilmekte olan
araziye borçlanma suretiyle göçmenlerin iskanı sağlanacaktı.198
Türkiye Hükümeti, Anadolu’ya göç edecek olan Kıbrıslılara yardım etme
kararını
Kıbrıs’taki konsolosluğa bildirdi. Bakanlar kurulunun verdiği karara göre
fakir olan göçmenlere devlet arazisinden tarla ve ev tahsis edilecekti. Söz, seçme
hakkının sona ermek üzere olduğu bir dönemde “ana hükümetin” Kıbrıslılara
gösterdiği şefkat ve ilgiye teşekkür ederek, cumhuriyet hükümetine mutluluk ve
esenlik diliyordu.199
Türkiye hükümetinin, Kıbrıslı Türkler’den Anadolu’ya göç edeceklere
yapacağı yardım ve koruma konusundaki
kararları, gazetenin muhaceret
meselesinden tekrar bahsetmesine neden oldu. Bu konuda basın ikiye bölündü. Söz,
bundan önceki yazılarında göç edeceklerin yanı sıra adada birçok Türk
vatandaşımızın kalacağını ve adanın tamamıyla tahliyesinin mümkün olmadığını
198
ÖKSÜZ; a.g.m, s. 37
199
Söz, 13 Şubat 1926, No: 227, “Heyet-i Vekilenin Kıbrıslılar Hakkındaki Mühim Bir Kararı”
76
belirtmişti.
Şimdi söz konusu olan mesele göç etmek zorunda olanlara yardım
etmektir. Türkiye hükümeti mültecileri iskan için bir takım mıntıkalar ayırarak
sevkiyatı sağlamak için gereken memurları seçti. Bunların faydası Türkiye’ye
yetişebilenler içindir. Adadan göç edecekler için düzenli sevki sağlayacak bir teşkilat
oluşturulmazsa büyük zorlukla karşılanacaktır. Söz, bu konuda şu öneriyi sunuyor:
Her kazada bir heyet oluşturularak kazadan hicret edecek kimselerin isimleri,
meşguliyetleri, mali durumları kayıt ve tesbit edilerek toplu halde sevk edilmesini
sağlamak. Bunlar yapıldığı taktirde Türkiye’deki teşkilata paralel hareket edilir ve
her şey daha düzenli olur. Karpaz’da Muallim Celal ve Şevket Efendiler tarafından
yapılan teşebbüsle200 Karpaz’dan göç edeceklerin listeleri düzenlendi. Eğer kaza ve
nahiye merkezlerinde böyle bir oluşum meydana getirilirse ve hazırlanacak
kimselerin belirlenen herhangi bir İskele’den sevkleri temin olunursa hem vakit zay
olmaz, hem de birçok kimse lüzumsuz yere zarar görmemiş olur. Türkiye’nin
Kıbrıslılar için ayırdığı iskan mıntıkaları: Cebel-i Bereket, Kozan, Adana, Mersin,
Silifke, Antalya ve Muğla’dır. Kıbrıs’tan sevk olunacak her kafile hangi mıntıkaya
gideceğini bilmeli ve doğrudan oraya sevk edilmelidir. Yoksa halk kendi haline
bırakılırsa her giden yine Mersin’e çıkacak ve birçok yanlışlıklara meydan verilmiş
olacaktır. “Ümit ederiz ki adada kalmak ve yaşayabilmek için muhtaç olduğumuz
teşkilatı meydana getirme konusundaki başarısızlığımızı kaçarken olsun üzerimizden
200
Mağusa Kaleburnu Rüştiyesi Baş Muallimi Ahmet Celal, Başvekil İsmet Paşa’ya 15 Teşrin-i Sani
1925’te yazdığı mektupta Anadolu’ya göç etme sebeplerini belirtmişti. Mektupta Osmanlı Yönetimi,
Kıbrıs’ı İngiltere’ye bırakması ve ada Türklerini esir duruma getirmesiyle suçlanıyordu. İsmet
Paşa’nın, Lozan’da bunu kalbi sızlayarak kabul ettiğine inandıklarını, Lozan antlaşmasına koyulmuş
Türklerin anavatana göç etmesine imkan veren maddeyi sevinçle karşıladıklarını, bu vesile ile Kıbrıs
Türklerinin büyük çoğunluklarının göçe hazırlandıklarını söylüyor. Celal, İsmet Paşa’nın Türkleri bir
araya getirme konusunda, Manisa’da vermiş olduğu nutukta söylediklerine dayanmaktaydı. ÖKSÜZ;
a.g.m, s. 37
77
atarız.” denilerek halkın ne derece kopuk olduğu belirtiliyordu.201 Adadan göç etme,
teşkilatlanamamanın getirdiği bir boşluğun milleti ayırması yani cemaat fikrinin
Türkler için tam anlamıyla bütünleştirici etkisinin olmayışındandı. Bunun temelinde
birçok sebep yatmaktaydı. İngilizlerin, böl yönet politikasını adada etkin bir şekilde
uygulamaları, ağır vergilerden dolayı ekonomilerinin bozuk oluşu gibi.
Söz, “Sihirli Düğüm” başlıklı yazıda Kıbrıs’ın İngiltere’ye kiralanma
durumundan bahisle, İngiltere’nin ada halkı üzerindeki ayrılıkçı politikalarına işaret
etmektedir:202
“Büyük Britanya ile Bab-ı Ali arasında yapılan” Kıbrıs ahitnamesi” adada
sihir etkisi yaparak Kıbrıs Türk Cemaatini günden güne zayıflatmış ve
harabeye sevk etmiştir. “Sihirli düğüm” olarak nitelendirilen bu durum gün
geçtikçe kuvvetleşiyor, pekleşiyor ve Kıbrıs Türkü’nü boğacak bir hal ortaya
çıkarıyor. Kıbrıs Rum Cemaati milli duygularının tesiriyle bu kör düğümü
hafiflettiler. Rum mütefekkirleri ve siyasileri kendi cemaatlerinin hukuku için
giriştikleri uzum mücadeleden sonra hükümeti kendi görüşlerine
yakınlaştırmayı başardılar. Hükümet yerlilerden önemli görevlere memur
olarak atamaya başlarken203 Rum Cemaatini daima başta bulundurmuş,
Ermeni ve Maronitleri düşünmüş ama hiçbir suretle Kıbrıs Türklerini
hatırlamak istememiştir. Türkler sihirli düğümün arasına kısılıp boğulmaya
layıkmış gibi bu senelerce devam etti. İngiliz idaresi döneminde Türk halkı ve
temsilcileri hükümete baş eğerek sadakat gösterdiler…”
Özellikle memur atamalarında Türklere büyük haksızlık yapıldığı belirtilerek
Rum ve Ermenilere ayrıcalık gösterildiği üzerinde duruluyor:204
201
Söz, 20 Şubat 1926, No: 228, “Yine Muhaceret Meselesi”
202
Söz, 1 Mayıs 1926, No: 238
203
Osmanlı Döneminde geleneğe uygun olarak Türkler devlet ve toprak, Hıristiyanlar ise ticaret
üzerinde egemen olmuşlardı. KIZILYÜREK, Niyazi; Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler, Işık
Kitabevi Yay., 2. B., Lefkoşa 2001, s. 29
204
Söz, 1 Mayıs 1926, No: 238
78
“…Türkler, önemli görevlere yerli memur atanmasına başlanmışken bunun
muhtariyet idaresine doğru gittiğini söyleyerek Yunan idaresine ulaşacak bu
durumun kendileri için ne derece tehlikeli olacağını belirttiler. Ancak bunları
dikkate alınmadı. Rumlardan iki kumandan, savcı muavini yapılmış,
Maronitler’den bir kumandan ve posta müdür muavini tayin edilmesine
rağmen Türklerden kimse hükümette yüksek görevlere atanmadı. Hükümetin
de bildiği gibi, vilayet tercümanlığı Türklere özgü bir görevdir. Bu görev hep
Türklere verilmişti. Türkler dilekçe ve kanunları tercüme etmekle
mükelleftiler. Ermeni Türkçe’si anlaşılmaz bir halde olup, yapılan
tercümelerin anlaşılması İngilizce ve Rumca’dan daha zordur. Bu şikayetlere
rağmen vilayet tercüman muavinliğine yine bir Ermeni atandı. Bu, Türk
hukuk ve mevcudiyetine ağır bir darbedir.Türk memurları görevlerini ciddi
olarak yerine getrdikelrine göre Ermeni tayininin nedeni nedir? Eğer sihirli
düğümün tesiri ise beter olsun… Rumlar için aynı durum olsaydı onlar buna
izin verir miydi? Onlar için kabul edilmeyen şey niçin bize uygulanıyor?
Aynı durum mahkeme kayıt memurları için de geçerlidir. Ermenilerden biri
bu göreve atanıyor. Ermenilerin Türkler adına hareket etmesi ve mevki sahibi
olması nedenidir?...”
Gazete, Kavanin azasından bu hareketi protesto ve cemaatin hukukunu
müdafaa etmesini beklemektedir.
Türkiye’ye göç edenlerden gelen haberler, hükümetin ilgili davrandığı, halkın
rahatı için uğraşıldığını gösteriyordu. Göç, başlangıçtaki gibi gelişigüzel değil artık
düzenli ve planlı yapılıyordu:205
“Göç eden vatandaşlarımızın bazılarından gelen özel mektuplarda belirtildiği
üzere iskan dairesi bunlara son zamanlarda daha çok önem vermeye başlamış
ve ayrılan mıntıkalarda kendilerine tarla ve ev vererek birleştirilmelerine
çalışmıştı. Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs’tan gidecek olanlardan bahçecilik ve
portakalcılık ile uğraşan kimselerin de bulunacağını dikkate alarak Cebel-i
Bereket vilayetinin Dörtyol kazasında 300 aileye ev ve portakal bahçesi
vermeye karar verdi. Bu karar Kıbrıs Şehbenderliğine bildirilerek bu özellikte
göç edeceklerin doğruca Mersin’e gönderilmeleri belirtildi… Büyük Millet
Meclisi azalarına, hükümete şükranlarımızı gönderirken bu konuda hükümet
nezdinde teşebbüste bulunarak Kıbrıs Türklerine himaye ve muaveneti temine
çalışan Konsolos Asaf Bey Efendiye de teşekkür ederiz.”
205
Söz, 15 Mayıs 1926, No: 239
79
Ahmet Raşid, Doğru Yol gazetesinde “Cezire Türklüğü’nün Akıbeti” başlıklı
makalesinde dört asıra yakındır adada olan Türklerin zorluklarla dolu yaşantısına
değinerek istikbalin karanlık olduğunu söylüyordu:206
“Türklerin bu hale gelmeleri adadaki hakimiyetlerini muhafaza edememe ve
eldeki mirası israf etmelerindendir. Durum böyle olunca kurtuluş ümidinde
bulunmak da zordur. Cezire Türklüğünü bu duruma getiren nedir? Artık bu
sorulara cevap aramak faydasızdır. Çünkü öldükten sonra dirilmek mucizesi
Kıbrıs Türklüğü için uzak bir ihtimaldir. Yangın saçağı sardıktan sonra onu
söndürmeye çalışmak sadece biraz daha yorulup yıpranmak anlamına gelir.
Kaldı ki ada Türklüğünü kurtarmaya teşebbüs eden hiçbir gözle görülen
hareket de yoktur. Herkes kendi “nefs-i kaydına düşerek cemaat hayatı
endişesinden çoktan uzaklaşmıştır.” Cemaat dağılmıştır.”
Raşid cemaatin bu hale “kendi, arzusuyla ve bilerek” gelmediğini belirtiyor.
Cemaati bu hale getiren içimizde hala yaşıyor olan düşmandır. “Onu söküp atacak
kuvvet ve kabiliyetten mahrumuz.” Son çare üç-dört yüz sene önce gelinen yere geri
dönmektir. “Burada kalmak felaketine uğrayanlar için gelecek çok müthiş akıbetleri
sağlıyor” diyerek Raşid adada kesinlikle kalınmaması gerektiğini vurguluyor. Burada
kalanlar belki bir lokma ekmek bulabileceklerdir. Ancak sadece bundan ibaret
olmayan hayatta çok önemli hisler, fikirler vardır. Kıbrıs Türkü bu maneviyata veda
etmeden Kıbrıs’ta bir dakika bile huzur bulamayacağından adada bir Türk
mevcudiyetinin hiçbir manası kalmamıştır. “Maddi ve manevi dağılma içerisinde
olan bir halk için insanlığını kurtarmaya çalışmak artık bir vazife olmuştur.” diyen
Raşid, çok karamsar bir tablo çizerek halkın bir kısmının yaşamanın yollarını
aradığını, bir kısmının ise “hakikatin somurtkan çehresinden korkarak bir takım
hayallerle kendini avuttuğunu” belirtiyor ve bunların hem kendini hem de evladını
kurban edeceği üzerinde duruyor.
206
Doğru Yol, 24 Mayıs 1926, No: 306
80
Türklerin, Lozan’ın yürürlüğe girişinden itibaren, iki yıllık süre içinde seçme
hakkını kullanmaları gerekiyordu. Gazetelerde bu sürenin bitiş tarihine dair
hatırlatıcı nitelikte haberler çıkmıştı. “Lozan’ın Türk Cemaatine verdiği hakk-ı hıyar
müddeti bir hafta sonra bitecektir.” diye ilan vererek Türkiye konsolosluğu ve
mahalli hükümet bunu halka hatırlatmıştır.207
“Lefkoşa Komiserliği tarafından 16 Haziran 1926’da yayınlanan bir bildiride
halka, seçme süresinin son bulacağı tarih hatırlatılıyordu. Buna göre; 5 Kasım
1915’de Kıbrıs’ta yerleşik olarak İngiliz tabiiyetini kazanmış olan Türk
tebaaları Lozan Antlaşması kararı gereğince 6 Ağustos 1926 gününe kadar
seçme haklarını kullanmaları gerekiyordu.” 208
“Lozan Muahedenamesinin 21. maddesi gereğince bütün Kıbrıs Türklerine
bahş edilen hakk-ı hıyar müddeti 6 Ağustos 1926 tarihinde son bulacağını ve
Türkiye tebaası olmak için hakk-ı hıyarını kullanarak şehbenderlikten mürur
tezkeresi alacakların mürur tezkerelerinin veriliş tarihinden itibaren 12 ay
daha Kıbrıs’ta kalabilecekleri cihetle Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetini
seçeceklerin 6 Ağustos tarihine kadar şehbenderliğe müracaatla mürur
tezkeresi almaları ve bu tarihten sonra olacak müracaatların dikkate
alınmayacağı ilan olunur. 20 Haziran 1926.”209
Söz’deki haberde 31 Temmuz 1926’ya kadar seçme hakkını kullananların
miktarı, aileleri de dahil olmak üzere 15 bine ulaşmıştı.210
Seçme hakkı süresinin bitişi hakkında yapılan değerlendirmeye bakıldığında
gazetelerin ikiye bölündüğü göze çarpmaktadır. Söz gazetesi, göç etmeyi
savunmanın yanı sıra, adada kalanların teşkilatlanıp varlıklarını sürdürmeleri için de
çeşitli seçenekler öne sürüyor. Söz, adadaki Türk cemaatini 4’e ayırıyor: -Emlak,
arazi ve servet sahipleri.-Yüksek mevkide hükümet dairelerinde çalışanlar.- Serbest
207
Söz, 31 Temmuz 1926, No: 249
208
Doğru yol, 21 Haziran 1926, No: 310, “Muhaceret Hakkında Hükümet İlanı”
209
Hakikat, 23 Teşrin-i Sani 1926, No: 284; Türkiye Şehbenderliğinin verdiği bu ilan birkaç defa
gazetede yayınlanmıştı.
210
Söz, 31 Temmuz 1926, No: 249
81
meslek sahipleri, sanatkar ve esnaf. – Amele sınıfı. Üçüncü sınıfın çoğu muhtaç bir
durumda huzursuz bir hayat sürmektedir. Hali vakti yerinde kaç esnafımız
gösterilebilir? Esnaf, cemaatten ihtiyaç duyduğu korumayı da görmüyor. Halkın
çoğunluğunun dahil olduğu amele sınıfı ancak günü kurtarabilen işsiz kesimdir. Bu
sınıf dünyanın her yerinde, özellikler medeni ülkelerde teşkilatlanarak hükümetlere
isteklerini kabul ettiriyorlar. Ülkede teşkilatlanmayan ve
cemaati tarafından
korunmayan esnaf ve amelelerin en çok göç eden sınıf olması bundandır. “Varı yoğu
elinden giden, sermaye ve serveti tüketen bir cemaatin burada göreceği sefalet,
hakirlik ve açlık değil de nedir?” denilerek Anadolu’ya göç edilmesi haklı
çıkarılmaya çalışılıyor. Bunlar, Anadolu’da muhtaç oldukları himayeyi ve hürriyeti
göreceklerinden göç etmek için hiç tereddüt göstermiyorlar. Söz, adada kalanlara
seslenerek, buradaki kabus dolu hayata daha ne kadar katlanacaklarını soruyor.
“Adadaki hayatımızı sürdürmek istiyorsak devamlı teşkilatlanmalıyız. Geçen
haftadan beri yayınlamaya başladığımız Filistin Cemaat-i İslamiye Teşkilatı bizim
için örnek olamaz mı? İyi niyetle oluşturulan böyle bir teşkilat, hükümetten de destek
görür. Her esnaf sınıfı da kendine ait bir teşkilat oluşturursa burada kalanların refaha
kavuşması kaçınılmaz olur. Bir an önce birleşerek adadaki durumumuzu düzeltmeye
çalışmalıyız. Yoksa buradaki varlığımız ortadan kalkacak.”211
Adadan göç etmek için başvuranların sayısına dair Birlik’te çıkan haberde, 67 bin kişilik bir miktardan bahsedilmekte ve adada kalacak Türklerin 55 bin kişi
civarında olduğu iddia edilmektedir: “… Sürenin bitiminden 2-3 gün evveline dair
yapılan incelemeye göre, bu süreye kadar şehbenderlikten çıkarılan mürur
211
Söz, 7 Ağustos 1926, No: 247, “Yaşamaya Azim Etmişler”
82
tezkerelerinin adedi 3 bine bile ulaşmadı. Bu miktarın önemli bir kısmı aile için
çıkarıldığından adada Türkiye şehbenderliği kurulduğu tarihten itibaren en fazla 6-7
bin kişinin Türk tabiiyeti için hakk-ı hıyarını kullandığı görülür. Bu miktar adanın
Türk kitlesini sarsacak bir derecede değildir. Yani bu kişiler bir sene içinde Kıbrıs’ı
terk etseler de adada 55 bin kişilik Türk kitlesi kalacaktır.” Birlik, göç etmek için
müracaat edecekler arasında şimdiden bile pişmanlık baş gösterdiğini, çünkü bazı
öğretmenlerin halkı kandırarak göç etmeye teşvik ettiği ileri sürülüyor: “…Çünkü
bazı köylerde köy muallimlerinin şaşırtmasına kapılarak belge dolduran köylüler,
aldatıldıklarını anlar anlamaz yaptıkları hareketten pişman oldular. Bundan dolayı
hakk-ı hıyarını kullananların bir kısmının 12 ay zarfında adayı terk etmeyecekleri
anlaşılıyor…” Lozan’a göre seçme hakkını kullananlar 12 ay içinde adayı terk
edecekti.
Birlik’e
göre
bu
sürede
bu
şartı
yerine
getirmeyenler
adada
kalabileceklerdi: “Maddeyi böyle yorumlayıp hakkını kullanmasına rağmen adadan
ayrılmak istemeyen kimseleri nasıl ve hangi kanuna dayanarak adadan çıkaracakları
sorulmalıdır.” Seçme hakkı kullanımı siyasi bir sözleşme olduğundan devletlerin
bunu, suçluları iade antlaşmalarına göre hareket ederek halletmeleri gerekiyordu.
Tüm bu düşüncelere rağmen adada 57-58 bin ve belki de daha fazla bir Türk
kitlesi kalacak. Bu da adadaki göçün ana kitle ile ilgili olmadığını gösteriyor.” Birlik
gazetesine göre adayı terk etmek için sağlam bir sebep yoktur: “…Ailevi ve tahsil
sebepleriyle gidenler dışında yüksek gelir maksadıyla gidenlerin içinde bulunulan
ekonomik buhranda bir kazanç elde edebileceğini düşünmüyoruz. Bu kimselerin
ferdi hareketi Kıbrıs’taki asıl kitleyi etkilediği zaman bunlar vicdanen rahat
olabilecekler mi? Kıbrıs’a Türklüğü ve Müslümanlığı sokmak için canlarını feda
83
eden on binlerce Türkün ruhları karşısında utanma duyacaklar mı?... Girit’teki
Müslümanlar Rum çeteleri ve Yunan idaresinden usandıkları halde her tülü sıkıntıya
göğüs gererek asıl kitleyi muhafaza ettiler. Adana Ermenileri ancak cemaatin verdiği
bir kararla hicret ettiler…” Makalede asıl incelenmek istenen nokta, adada
kalacakların hükümete karşı nasıl bir hareket tarzı takip ederek fayda göreceğidir.
Emperyalist devletlerin politikalarına bakıldığında çoğunluğa karşı azınlığı tutarak
dengeyi sağladıkları görülüyor: “İngiltere sömürge ve dominyonları da bu siyasetle
idare edilir. Hind’de Müslüman ekalliyeti, Filistin’de Yahudi ekalliyeti ve Mısır’da
Kıpti ekalliyeti sürekli, hükümetin koruyuculuğunda, yardımcılığında oldular. Biz bu
nazik hükümet hikmetini hiçbir zaman anlayamadık ve bu yüzden birçok
şey
kaybettik. Bizim siyasetimiz menfaatimiz namına hükümetle müzaheret oldu.” Türk
ricali eleştirilerek, bunların şimdiye kadar körü körüne hükümetçilik siyaseti takip
ettiği, hükümetin de bunu görerek son zamanlarda Türklere karşı ihmalkar
davrandığı belirtiliyor. Hükümet bir yandan Türklerin yardımını beklerken, diğer
yandan Türklerin pek tabii hukukuna karşı kayıtsız davranıyor. “Sen beni tut, ama
ben seni tutmak mecburiyetinde değilim.” demek istiyor. Bu duruma Afrika zencileri
bile tahammül edemezken adanın eski hakimi olan Türkler bu kadar alçalamazlar.
Şimdiye kadar halkı temsil eden 3-5 kişi böyle bir siyaseti kendilerine yakıştırmış
olabilirler. Fakat halk, hiçbir zaman bu siyasete taraftar olmadı. Söz gazetesinin de
değindiği memur görevlendirilmesi meselesinden bahsedilerek diğer cemaatleri
yanında Türklere yapılan haksızlık vurgulanıyor: “…İngiliz lisanını bilen yüzlerce
Türk olmasına rağmen hükümet bir kez olsun vilayet tercümanlığına bir Türk tayin
etmeyi düşünmedi… Polis kumandanlığı meselesinde de hükümet ya pek saf kalpli
davranıyor ya da Türkleri gereğinden fazla ihmal ediyor. Rum kumandanların
84
idaresindeki Türk polisler zor durumdadır. “Arap darılır Arap yer değneği, efendi,
darılır Arap yer değneği.” Atasözü bu durum için uygundur. Hükümet Türk
polislerinin feryatlarını duymuyor. Biz eminiz ki Türk polislerinin bir kısmının hakkı hıyarını ulanarak vazifelerini terk etmeleri yalnız hissiyata ait bir şey değildir…”
Birlik, Kıbrıs Türklerinin adada zayıf bir azınlık olduğunu ve haklarını korumak
hususunda fazla kıskanç davranmak zorunda olduklarını, hakkını destekleyen kuvveti
daima başlarının üstünde tutacaklarını savunuyor.212
Birlik, Ahmet Cevdet’in İkdam’daki makalesini yayınladı. Ahmet Cevdet,
Kıbrıs’tan göç edilmesine şiddetle karşı olup bunu hiçbir şekilde haklı görmüyordu:
“Kıbrıslıların bazıları göçe hazırlanıyor ve bir takım öğretmenler köyleri gezerek
pasaport vermek için halktan 5’er şilin topluyorlarmış. Kıbrıs’tan Anadolu’ya hicret,
Anadolu’dan yine Anadolu’ya hicret etmektir! Adanın, Anadolu’nun bir parçası
olduğuna şüphe yoktur.” Ahmet Cevdet’e göre bazı muhaceretler haklı görülebilir.
Ancak Kıbrıs bunlardan değildir. Adanın stratejik öneminin yanı sıra mevcut Yunan
tehlikesi Kıbrıs’ta önemli bir Türk varlığını gerekli kılıyordu: “Buradaki Türklerin
adada kalması, çoğalması, çalışarak servet sahibi olması Türkiye’nin yararınadır.
Adanın Rumlara kalması, oranın bir gün Yunanistan’a geçeceği anlamına gelir.
Midilli ve Sakız’ın Yunanistan’a ait olması bizim için ne kadar tehlikeli ise Kıbrıs içi
de aynı durum geçerlidir. Oradaki Müslümanları göç ettirecek bir neden
göremiyoruz. Bundan ne fayda elde edecekler. Eğer oradaki Türklere “arazilerini
almak için” zulüm ve işkence edilmiş olsaydı göç etme nedenleri olurdu. Ancak
böyle bir durum söz konusu değil.” Kıbrıs’ın toprak ve iklim açısından çok elverişli
212
Birlik, 7 Ağustos 1926, No: 128, “Yeni Devre”
85
olması burada ziraat yapabilen insanların halk edebilmesini sağlıyor. Orada ne
medeniyetler doğup büyümüştür. Adadaki Müslümanların gözlerini açacak uyanık
rehberler olsaydı Türkler için çok bereketli bir yer olurdu. Ancak bu yapılamadı.
Nedensiz olarak göçe kalkışmak ailenin, servetin ve sağlığın harab olmasına yol
açar.” Ahmet Cevdet örnek vererek yüz seneden beri Türkiye’ye olan göçlerden
bahsediyor: “Bu göçleri dikkate alarak bunların miktarını tahmin edelim. Sonra
bugün memleketimizdeki nüfusun miktarını hesaplayalım. O milyonlarla halktan
bugün ne kaldı? İstanbul’un eski mahallelerine bir bakın, Türklerin oradan
çekilmekle ne zarar etmiş olduklarını görürsünüz. Kıymetli yerleri bırakıp kıymetsiz
yerlerde yaşamaya başladılar. Bugün Sırbistan’dan geldiği sanılan birtakım
göçmenler Sirkeci civarında bekliyorlar. Gece, gündüz istasyon çevresinde
yatıyorlar. Ben oradan tramvaya bineceğim için bu insanların halini görünce için için
ağlıyorum. Kim bilir kaç tanesi hastalanıp ölecektir. İşte bu durum muhaceretin
belasıdır. Türkler bu duruma tepki göstermiyor, hiç kahır duymuyorlar. Fakat yine de
“millicilik” diye bağırırız. Kıbrıs Türklerinin adada kalmalarında milli bir menfaat
görüyorum.” diyen Ahmet Cevdet aksi taktirde memleketin zarar göreceğini
söylüyor.213
Adada kalma taraftarı olan Birlik, Lozan’ın imza ve onaylanmasından sonra
63 bin kişilik Kıbrıs Türkü’nün maddi ve manevi büyük zarara uğrayarak bir
kısmının adayı terk ettiğini, kalanların ise gidenler kadar yaşam mücadelesi vermek
zorunda olduğu üzerinde duruyor. Gidenlerin evini, eşyasını yok pahasına satması
Kıbrıs Türkünün “vücudundan parçalar kopmaya” başlamıştı. Her iki taraf için de
86
asıl önemli olan çalışma ve yaşama azminin gerekliliğidir. Ahmet Cevdet’in de
belirttiği gibi Kıbrıs, konumu itibariyle önemli olup burada yaşamak isteyen Türklere
de önemli görevler düşmekteydi: “Geçmişi unutmak ve kararlı bir şekilde hareket
etmek. Hepimiz el ele vererek kazanç yollarında düşüncelerimizi toplamalı, istiklal
için çizdiğimiz programı büyük çaba göstererek uygulamalıyız. İnsanın ömrü
sınırlandırılmış değildir. Bu ömrü devam ettirme aracı olan çalışmanın, bir amacı
olmalıdır. Bugün bulduğunu yiyen, yarın evinin merteklerini söküp satmayı ve
alacağı parayı düğün ve eğlence gibi fuzuli zevklere harcayan kişiler, hayatını
ümitsizlik ile çürütenlerdir. Bunlar hayatta başarılı olamazlar. Eğer hayata karışarak
her ferdin refah içinde yaşayacağı bir cemaat olmak istersek evimizin nerede
olduğunu bilmeli ve etrafını çiçeklerle donatmalıyız… Fırsat oldukça “dişten ve
tırnaktan” artırarak açıklarımızı kapatmaya çalışmalıyız. Kısaca ölmeyecek gibi
çalışmalı ve hazırlanmalıyız.”214 Halk tutumluluğa, birliğe, vatanına bağlı ve çalışkan
olmaya davet ediliyor. Birlik gazetesi, göçün gerekçe ve sonuçlarına bireysel değil
devlet ve millet açısından bakmaya çalışıyor. Yani uzun vadede Kıbrıs’ın Türkiye
için önemini kavrayıp, burada güçlü bir Türk varlığının gerekliliğine siyasi açıdan
dikkat çekiyor. Diğer gazeteler de anavatanın önemini vurgulamalarına rağmen bu
konuda Birlik’e göre biraz daha bireyci düşünüyorlardı. Türkiye’nin o dönemdeki
nüfus ihtiyacı nedeniyle göçü teşvik etmesinin yanı sıra İngiliz baskısının bölücü
etkisinin insanları böyle düşünmeye ittiği söylenebilir.
İkiye bölünen basın, göç konusu ile uzun süre uğraştı. Bir kısım gazetecinin,
adada kalanları yok saymakta oldukları ileri sürülüyordu: “…Memlekette kalanlar
213
Birlik, 14 Ağustos 1926, No: 129, “Ağustos Tarihli İkdam Refikimizin Bir Baş Makalesi-Kıbrıs
Türkleri”
87
akıllı ve mantıklı olarak bakılırsa hakir görülecek bir durumda değildirler. Bu varlığı
inkar eden gazeteciler anlaşılan cemiyeti görmüyor. Bir gazeteci halkı etkilemek
isterse fikirlerinin kaynağını halkın kalbinde bulmalıdır. Bunun tersi olan fikirler
cemiyetin malı değildir. Bunların kıymeti, hakikatle karşılaştıkları vakit belli olur.
Burada madem bir İslam çoğunluğu var, gazeteci olarak bu mevcudiyetin
ihtiyaçlarını, ekonomideki yorgunluklarının belirtmemiz gerekir…” Gazetecilerin
görevi halkı doğru şekilde yönlendirmek olduğu ileri sürülerek bunun da adadaki
Türk varlığının devamını savunmak anlamına geldiği belirtiliyordu:
“... Hayal aleminden maddi aleme giren öncelikle muharrir olmalıdır. Halka,
siz burada kalacak olanlar perişan olacaksınız demek mantık yapmak değildir.
Bu söz fikri ve dimağı korunmuş bir muharririn can çekişerek lakırdı sarf
etmesine benzer. Biz gazeteciler şimdiki durumla ilgilenmeliyiz. Geçmişte
sefalet çekmiş olmamız, gelecekte de aynısı olacağı anlamına gelmez. Bu
beyhude feylesofluk yapmaktır. Böyle hayali feylesoflar da zamanın en
korkunç şahıslarıdır… Memleketin refahı için çalışan her doğru fikir, doğru
yolu takibe savaşmalıdır. Yanlış fikirlerde ısrar edenler halkı tehdit edenlerdir
ki çağdaş hükümet teşkilatı kimseye bu hakkı vermemiştir……Bugün
cemiyetin ihtiyacı ne ise onu düşünmek en doğru harekettir. Siz gitmediniz, o
halde sefalet çekmeye perişan olmaya, aç kalmaya mahkumsunuz demek,
benim kafam işlemiyor, hakikati göremiyorum demektir. Bundan dolayı yerel
basının, burada yaşayacak bir varlığın maddi ve manevi ihtiyaçlarını görerek
söylemesini isteriz. İsteriz ki gazeteci yazacağını bilsin, halkı tehdit etmesin.
Bundan sonra yapılan tehtidat iktidarın mevcudiyetsizliğini gösterir…”215
Adadan göç edenlerle kalanların sayısı hakkında gazetelerde farklı rakamlar
verilmekteydi. Birlik, göç edenlerin sayısının, kalan asıl kitleyi etkilemeyecek kadar
az olduğu üzerinde durmuştu. Konsolosun Kıbrıs’a geldiği günden 6 Ağustos
1926’ya kadar seçme hakkını kullanarak Türk uyrukluğunu kazananların miktarının
9310’a ulaştığı belirtiliyor. Adada o tarihte bulunan Türk nüfusuna dayanarak,
214
Birlik, 14 Ağustos 1926, No: 129, “Hala Muhaceret Mi?”
215
Birlik, 21 Ağustos 1926, No: 130, “Hakk-ı hıyarlarını İstimal Edenler 9310 Nüfustur”
88
“çömlek hesabı” ile ileriki yıllarda nüfusun göstereceği seyir tahmin edilmeye
çalışılıyor:
“…1921’de adada yapılan nüfus sayımında genel Türk nüfusu 61.338 idi216.
1924 senesi sonunda tahmini nüfus –ölüm ve doğum listesinden anlaşıldığına
göre- 63.894’e ulaştığı resmen sabittir. Demek ki Türk nüfusu 3 senede 2.456
kişi artmıştır. Her seneye 819 kişi düşüyor. 1925 ve 1926 senelerini de
böylece karşılaştırırsak 1924 senesi sonunda mevcut olan 93.894 Türk nüfusa
1638 nüfus daha ilave etmeliyiz. 1926 sonunda adada mevcut Türk nüfusunun
toplamı 65.532 olması gerekir. Hakk-ı hıyarlarını kullanan 9310 nüfus, genel
olarak adayı terk etmiş olsalar bile adada kalacak Türk nüfusu 56.222’den
aşağı olmayacak. Kaldı ki hakk-ı hıyarlarını kullananların bir çoğunun adada
kalacağı muhakkaktır. Bunlar arasında şimdiden epeyi pişmanlık baş
göstermiştir. Şehbender Beyin adadaki teftişlerinden önce hakk-ı hıyarlarını
kullanarak adayı terk edenlerden birçokları geri dönmüşlerse de yaklaşık
1000 kadar nüfusun geri döndüğü tahmin edilmektedir. 9310’da bir kısmının
pişman olacağını farz etsek bile –ki durum bize fazla olacağını şimdiden
gösteriyor- Türkiye’de kalan 1000 kadar nüfus çıkarılınca 56.222’ye 2000
daha ilave etmek gerekir. Şu halde adada kalacak Türk nüfusunun 58.000’den
aşağı olmayacağı ortadadır…”
Bu hesabın yapılmasındaki amaç, gidecek ve kalacak olan ada Türklerine
meselenin aslını bildirerek, nüfusun 45 bine düştüğünü iddia edenlere yanlış hesap
yaptıklarını anlatmaktı. Birlik, gidecek olanlara “hayırlı selametler ile anavatana
faydalı birer parça olarak refah ve saadetle yaşamalarını” diliyordu. Aynı anlayışın
kalacak olanlara da gösterilmesi gerektiğini belirtiyordu: “… Bizi rencide edecek acı
ve ağır sözler, sebepsiz kalp kırmaktan başka sonuç vermez. Kanayan bir yarayı
eşmenin ne faydası vardır? Biz yarım asırdan beri biriken dertlerimizi ortaya dökerek
yaymaya ve çarelerini araştırıp bulmaya çalışacağız. Gücümüzün yettiği kadar bu
konuda kalem dolaştırmaya, bütün dert ve ihtiyaçlarımızı resmi idare mevkiinde
bulunanlarımıza duyurtmaya ve çareler araştırmaya karar verdik. Faydasız sözler
216
1921 Nüfus Sayımına göre adada 51.339 Türk vardı. 1931 sayımında bu sayı 64.245’e yükselmişti.
ALASYA, Halil Fikret; Tarihte Kıbrıs, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi, Ankara Şubat
1988, s. 136
89
etrafında kaybedecek vaktimiz yoktur. Yeter ki bütün cemaatimiz bu konuda bize
yardımcı olsunlar ve kıymetli düşünceleriyle bizi aydınlatsınlar…”217
Lozan’da Kıbrıs Türklerinin durumunu belirleyen 21. madde gazete
tarafından birçok kez yayınlanmasına rağmen son zamanlarda yapılan bazı yayınlar
bu maddeye tekrar değinilme gereğini doğurdu. Burada sadece maddenin, seçme
hakkını kullananların durumlarını belirleyen kısımları ile ilgilenilecektir. Çünkü
seçme hakkı müddeti geçti. Antlaşmanın seçme hakkını kullananlar hakkındaki
fıkrası şöyledir: “Seçme hakkını kullanacaklar, 12 ay içinde adayı terk etmek
zorundadırlar.” Bazı sabit fikirli insanlar [Birlik kastediliyor] bu açık ifadeyi
değiştirmeye çalışıyorlar. “Halk, dolambaçlı fikirlerle, mugalatalarla hakikatten
uzaklaştırılmak
isteniyor.”
denilerek
memleketin
sefalet
ve
felakete
sürüklenmesinden, halkı yanlış yönlendiren bu kişiler sorumlu tutuluyor. Lozan
Antlaşması ile ada İngiliz toprağı haline getirildi. Adada kalanların hepsi İngiliz
tabiiyetinde sayıldı. Antlaşma, bir “istisna” yaparak, önceden tabiiyeti altında
bulundukları devletin tabiiyetini koruma konusunda halka seçme hakkı veriyor.
Ancak, bu hakkın kullanılışı başka bir şarta bağlandı. O da seçme hakkını kullananlar
adayı terk edecektir. Kıbrıs hükümeti bu insanları adadan çıkarmak hakkına sahiptir.
Türkiye hükümeti de tabiiyetine dahil olanları istemekte de her zaman haklıdır. Tabi
ki uygulamada iki devletin nasıl hareket edeceklerini şimdiden tahmin edemeyiz.
Gazete bu makale ile maddenin ne anlama geldiğini açıkça
ortaya koymayı
amaçlıyor. Çünkü bazı kişiler, seçme hakkı kullanılmasına rağmen adada
kalınabileceğini ileri sürüyorlardı. Bunlara niye Türk tabiiyetini seçmedikleri
soruluyor. “Bu kişilerin amacı halkı oyalayarak belki de bazı makamlara karşı hoş
217
Birlik, 21 Ağustos 1926, No: 130
90
görünme çabasıdır.”denilerek bunlardan gerekli açıklama isteniyor. Eğer bu kişilerin
dediği doğru ise her Türk, Türk tabiiyetinde kalarak anavatana olan siyasi bağlılığını
korurdu. Ancak “Ne kadar inkar ederlerse etsinler ada Türklüğünün cılız bir
mevcudiyete sahip olduğunu onlar da kabul ederler.”218
6 Ağustos’tan sonra gideceklerin sayısının kesinleşmiş olması Türk
hükümetinin planlı nakil işine girişmesini sağladı. Türk tabiiyetini kabul ederek
Türkiye’ye göç edeceklere, “cumhuriyet hükümeti” tarafından bir vapur kiralanarak
Kıbrıs’a gönderildiği müjdelenmektedir. Karpaz’dan hareket edecek olan bu vapur,
çok kalabalık olan ilk muhaceret kafilesini nakledecekti. Bu kafile, Silifke’ye
götürülerek orada iskân edilecekti. Gazetenin araştırmalarına göre, göç edecekler
birleşerek kafile oluştururlarsa eşyalarıyla birlikte ücretsiz olarak nakilleri
yapılacaktı. “Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti’ne minnettarız.”denilerek buna aracı
olan Konsolos Asaf Beyefendinin Kıbrıs Türkü için bir “halaskar” olduğu
belirtiliyordu.219
Mehmet Remzi “Emr-i Vaki Karşısında” adlı makalesinde Lozan’ın
imzalanmasında sonra Türklerin içinde bulundukları durumu anlatıyor. Türkler,
antlaşmadan sonra oluşan yeni durum karşısında alacakları vaziyeti kararlaştırmak
için cemaat olarak birlikte hareket etmeli ve gerekli çalışmaları yapmalıdırlar. Üç yıl
önce söylenen bu düşünceler şimdi cemaatin karşısında bir sorun olarak duruyor.
Geçmişi bilmeyenler, geleceği de göremezler. Mehmet Remzi, cemaatin süslü
kelimelerle, yanlış ifadelerle kandırıldığını ve gerçeği görmesinin engellendiği
218
Doğru yol, 26 Ağustos 1926, No: 315, “Lozan Muahedesi’nin 21. maddesi”
219
Doğru Yol, 26 Ağustos 1926, No: 315, “Bir Tebşir”
91
üzerinde durarak bu süre içinde adadaki diğer unsurların faaliyetlerinden bahsediyor.
Bunlar, içinde bulunulan zamanın önemini kavramış ve davalarını dinletmek için
İngiltere’ye heyetler göndererek yasal yollara başvurdular. Bu üç sene zarfında Rum
vatandaşlarının gayretleriyle devlet idaresinde önemli değişiklikler olmuş ve
hükümette kendi amaçlarına ulaşabilecek önemli mevkiler elde etmişler. Şimdi
önemsiz gibi görünen bu durumun, yakın bir gelecekte ne derece önemli olduğu
anlaşılacaktır. Ne yazık ki Türkler’de mevki sahibi olanlar bu faaliyetleri
küçümsediler ve hiçbir girişimde bulunmadılar. Bu kimseler, Türk cemaatinin de
hakları olduğunu hükümete telkin etmeye çalışan Türkleri
aşırılıkla suçlayarak
cemaat teşkilatına karşı olan teşebbüslerinin de neticesiz kalması için bütün kuvvet
ve nüfuzlarını da kullandılar. “Hükümet-i mahalliyenin vakit vakit neşr ettiği
beyannameler ve ilannamelerde Türkçe’nin Rumca’dan sonra yazılmasını şikayet
edenlerin cemaat teşkilatın cezr-i esasatına itiraz edenler olduğunu gördükçe insanın
yas ve hezimetten kahr olacağı geliyor. Bu ukala takımının zaman zaman bize de dil
uzatması, bizi halkı tehdit etmekle suçlaması kadar gülünç ve haksız bir nazariye
olamaz. Bu kesim halkı oyalamakta ve meşru hakkımızı son savunma fırsatlarını
kaçırmamız için bütün dil açıklıklarını ve mantıklarını kullanarak bizi uyutmaya
çalışıyorlar. Resmi dairelerde Ermeni ve Maronitler’in işgal ettikleri yerlerin önemi
kavransa, hiç olmazsa Türklere has görevlerden bahsederek hükümet nezdinde
önemli faaliyetlerde bulunmaya gerek duyarlardı. Biz, ileri sürdüklerimizi
sebepleriyle birlikte açıklarken niye hala daha aşırı milliyetçilikle itham
ediliyoruz?bir gazetenin esas görevi mensup olduğu cemaatin hukukunu iyi bir
şekilde ifade etmektir. İstanbul’un en eski gazetelerinden birinde Türk milletinin pek
kıymetli ve tecrübeli bir yazarı, Kıbrıs Türklerinden bahsederken buradan göç
92
edenleri haksız buluyor ve bunun sebeplerini araştırmadan aleyhimize hüküm ve
karar veriyor. Biz ne kadar talihsiz insanlarmışız ki, en haklı davalarda bile yan
tarafımızda bulunmalarını özlediğimiz kimseler daima karşı tarafta bulunuyor ve
kanlı göz yaşlarımıza önem vermeyerek yaralı kalplerimize bir hançer deha
saplamaktan sakınmıyorlar.” diyen Mehmet Remzi, “Kıbrıs Türklerinin köksüz bir
ağaç gibi yaşayabileceğine inananların ve bunun için bizi ikna etmeye çalışanların,
doğa kanunlarına aykırı olan bu görüşlerini kabul edecek kadar saf değiliz.” diye
ekliyor ve İkdam yazarı Ahmet Cevdet’e karşılık vermiş oluyor.220
Ahmet Raşid, Birlik gazetesinde geçen hafta hakk-ı hıyar konusunda yazılan
yazıların yanlış olduğunu belirterek buna cevap olarak bu yazıyı yazdığını söylüyor:
“… Bu konu hakkında şimdiye kadar çok yazı yazıldı. Biz muhaceretin
lüzumunda, Birlik gazetesi ise lüzum olmadığında ısrar ettik. Hangi tarafın
haklı olduğunu ancak zaman gösterecek. Hakk-ı hıyar müddetinin
bitmesinden sonra bu hakkını kullananları yollarından alıkoymanın hükmünü
anlayamıyoruz. Birlik’in bu yayınına rağmen adada 15 bine yakın Türk
kardeşimiz Türk tabiiyetini kabul ettiler. Bu hakkın kullanımı onlar için bir
kabahat olmadığı gibi , bu doğal bir şeydir. Birlik, yaptığı yayınlarla gidecek
olanların da, gidecek yerdeki mutluluklarından şüpheye düşmelerini
sağlamakta ve iki taraflı bir felakete düşmelerini hazırlamaktadır… Bu
adamlar adada kalsa da memleket ve Türk mevcudiyeti için ne faydaları
olacak?”
Raşid’e göre, Birlikçiler miktar ve adede çok önem vermektedirler. “Uzun
seneler zarfında benliğini ve her şeyini kaybetmeye terk edilen ve kendisine hiçbir
kıymet verilmeyen halk şimdi mi kıymetli oldu? Şimdiye kadar sahip olamadığımız
maddi ve manevi kuvvete bu insanlar da kalırsa sahip olacak mıyız?” denilerek
“Kaçan tavşanın büyük olması” atasözünün bunu anlattığı belirtiliyor. Birlikçiler,
adada kalma teşviklerini yaparken burada yaşama çarelerini de göstermelidirler. Ne
220
Söz, 11 Eylül 1926, 6
93
yazık ki bu yönde bir hareket yok. Bu da Birlikçilerin memleketi tanımadıklarını,
halkın kötü durumunu bilmediklerini gösteriyor. Eğer Birlikçiler düğün masraflarını
kısmakla bu halkın burada yaşayabilme çarelerini bulduklarına ve bununla her işin
bittiğine inanıyorlarsa bir o fikirde değiliz. “Dikkat ediyorum ki bu bahis açıldı mı
hep ecdaddan, hakk-ı fetihten bahsediliyor. Mezar ve camilerin kudsiyet ve
uluvviyetlerinden dem vuruluyor. Nazarları mazi cezb etmiş hallin ve istikbalin
mahuf muzalim tecellisinden haberdar görünen yok. Cemaat fenaya doğru gidiyor.
Alttan tutup kaldıracak ne ölüler ne de mukaddesattır.” denilerek halkın yaralarını
tedavi edecek merhemi kimin hazırlayacağı soruluyor. Bu durumda herkes kendi
haline bırakılmalıdır. Raşid, hakk-ı hıyar konusuna değinerek bunun tanımını
yapıyor. “Hakk-ı hıyar, diğer bir devlete terk edilen memleket halkına evvelki
metbuu ile yeni metbuundan dilediğini tercih hususunda bahş edilen bir haktır.
Hukuk-ı beynelmilel bunu, halkın istemediği bir devlet tabiiyetine icbar edilmemesi
için temin ve teyit etmiştir. Bu hakkı kullananlar da artık tercih ettiği devletin
vatandaşı olacağından bunu ada Türklerine uygularsak meseleyi daha iyi açıklamış
oluruz: Hakkı-ı hıyarını kullanan o dakikadan itibaren resmen Türk tabiiyetine girer.
Gitmek ve gitmemek
meselesinin bu konuyla bir ilgisi yoktur. Tabiiyete girmiş
kimseler bundan çıkmak isterse Türkiye tabiiyet kanununa göre hareket edeceklerdi.
Kişi, hakk-ı hıyarını kullanıp Türk tebaasına geçerse artık bu muameleyi görür.
Birlikçilerin bu açıklamadan sonra en büyük tehlikeyi görerek onun ağır mesuliyeti
altına girme cesaretini bulamayacakları ümit ediliyor.221
Raşid, adada Türk kitlesinin arasındaki derin ikililikten söz ederek, bu derin
uçurumun sebeplerini arayıp bulmayı gelecek nesillere ve tarihe bir borç olarak
94
görüyor. Raşid’e göre Türkleri birbirinden ayıran en önemli sebepler, geçmişten beri
aynı uğursuz tesirleri vücuda getiren sebeplerden başka değildir. Bunlar mevki ve
nüfuz meselesi, menfaat meselesi gibi sebeplerdir. Birbirimizin küçük bir meziyet ve
muvaffakiyetini görmeye tahammül edemiyor ve onu gayri meşru ve meşru
vasıtalarla söndürmeye teşebbüs ediyoruz. İki taraf arasındaki sürtüşme baş kadılığa
ve evkaf dairesine de yansıdı. Bugün ortadaki müftü meseleleri, şeri mahkemeler
evkaf, lise vs. meseleler hep aynı halet-i ruhiyenin mahsulüdür. O ezeli hükümranlık
duygusunun milletin kalbinde açtığı yaralardır. “Hakiki hedef de evkaf dairesini
rakibimiz cemaatin başına çıkarmak ve kitleyi bu kuvvetin elinde esir ve zebun etme
gayretidir.” diyerek Raşid, cemaati kuvvetsiz bırakarak adadan ayrılmaya teşvik
etmekte birkaç kişinin menfaati olduğunu belirtiyor. Cemaat suikast karşısında meşru
müdafaa halindedir. Bunun için kavganın asıl müsebbibi olarak evkaf dairesini
tanımak mecburiyetindeyiz.
Bunu birçok sebebi vardır. Cemaat olarak samimi
davranıp bizi felakete sürükleyen sebepleri görerek onlardan kurtulmamız gerekir.
Evkaf makamını kendi, menfaatleri için kullanan bu kişiler cemaatin menfaatini
düşünseydi aramızdaki derin uçurum kolaylıkla kapanırdı. Müftü, kadı, evkaf ve lise
meseleleri uygun şekilde halledilerek cemaat derin bir nefes alırdı. Bu kesimi
cemaatin hukuk ve hürriyetine hangi yol ve vasıta ile ikna etmek mümkün olabilir?
Raşid, evkafın sadece kendi işini yaparak, nüfuz ve iktidarından cemaat lehine
feragat ederek bu ikililiğe son verebileceği üzerinde duruyor. Evkaf idaresinin
cemaat ile birlikte el ele verip hareket etmesi bugün amaçlanan, özlenen şeydir. İşte
hastalığın kaynağı bu konudur. Raşid bu makaledeki fikirlerinin gerçeği yansıttığını
ve gerçek dururken başka şeylerle uğraşmayı abes gördüğünü belirtiyor. Hakikat
221
Söz, 25 Eylül 1926, No: 254
95
gazetesi muharririnin bir tür ağız kalabalığından başka bir şey olmayan neşriyatına
cevap olarak en uygun yol bunu bulduğunu belirtiyor.222
B. Musul
I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı için yapılan
gizli antlaşmalardan biri olan Sykes-Picot Antlaşması (12 Ekim 1915) İngiltere ile
Fransa arasında yapılmış ve Irak’ın İngilizlere verilmesini öngörüyordu. Mondros
Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalandığında Türk birliklerinin elinde olan
Musul, ateşkese aykırı olarak 3 Kasım’da İngilizlerce işgal edildi. Musul’un, ateşkes
çizgisinin üstünde olması ve ateşkesin yürürlüğe girmesinden sonra işgal edilmesi
büyük bir sorun yaratmıştı. Erzurum Kongresi’nde Musul ve yöresinin, Türkiye’nin
30 Ekim 1918 tarihli sınırları içinde olduğu belirtilmişti. Son Osmanlı Mebusan
Meclisi’nde 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli’de Mondros’un imzalandığı
gün, düşman ordusunun işgali altında bulunan ve halkın çoğunluğunu Araplar’ın
oluşturduğu yerler için halk oylamasına gidilmesi kabul edilirken, Musul ve yöresi
Türkiye’nin bir parçası sayılarak böyle bir oylamanın dışında tutulmuştu.223 Lozan
Konferansında 23 Ocak 1923 oturumunda İsmet Paşa, Musul’un etnografik, siyasal,
tarihi, coğrafi, ekonomik, ve askeri nedenlerle bir başka devlete bırakılmayacağını
savunmuştu.224 Lord Curzon Musul’un, Irak’ın bir parçası olduğunu ileri sürerek geri
vermeyeceklerini belirtti. Curzon gerçekte, petrol yataklarını ellerinden çıkarmak
222
Masum Millet, 13 Eylül 1931, No: 22
223
TURAN; a. g. e, C. III, Bölüm I, s. 151, 152
224
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp. I, s. 344
96
istemiyordu.225 İsmet Paşa, Musul’un verilmeyeceği yönünde direnince Curzon
durumun Milletler Cemiyeti’ne aktarılmasını istedi. Ancak İsmet Paşa bunun
Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini de kabul etmeyince Curzon meselenin barıştan
sonra Türkiye ile İngiltere arasında görüşülerek çözümlenmesini kabul eder.226
Lozan görüşmeleri 4 Şubat’ta kesintiye uğramış, heyet yurda dönmüştü.
Sorun, Türküye Büyük Millet Meclisi’nde büyük tartışmalara yol açtı. Hükümet 27
Şubat 1924’te yapılan gizli oturumda Türk delegasyonunu “Musul’u satmakla”
suçlamıştı. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı konuşmada İngilizlerle sorunu çözmeye
çalıştıklarını, bundan sonuç alınmazsa savaştan da çekinmeyeceklerini belirtmişti.227
Müttefik Devletler konferans kesilmeden önce sundukları tasarıda Irak
sınırının, Milletler Cemiyeti’nin alacağı kararla belirlenmesini talep ediyorlardı.228
Türkiye ise Irak ile olan sınırını imzalanacak antlaşmanın yürürlüğe girmesinden
itibaren 12 aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm
yoluyla saptanmasını; anlaşmaya varılmazsa sorunun Milletler Cemiyeti’ne
taşınmasını öngörmüştü.229 Ancak Lozan’ın ikinci döneminde yapılan görüşmelerde
de kalıcı bir çözüme varılamadı. Barış antlaşmasının 3. maddesinin 2. bendi Türkiye
ile Irak arasındaki sınırın nasıl çözümleneceğine ilişkindi:230
“Türkiye ile Irak arasındaki sınır, iş bu antlaşmanın yürürlüğe girişinden
başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir
225
TURAN; a.g.e, C. III, Bölüm I , s. 152
226
KARACAN; a.g.e, s. 266
227
TURAN; a. g .e, s. 152
228
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. I, Ktp. II, s. 54
229
MERAY; a. g. e, Tkm. I, C. IV, s. 29
230
MERAY; a. g. e, Tkm. II, C. II , s. 3
97
çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında bir
anlaşmaya
varılamazsa,
anlaşmazlık
Milletler
Cemiyeti
Meclisine
götürülecektir. Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve
İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki
durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka
bir harekette bulunmayı karşılıklı olarak yükümlenirler.”
Musul sorununun İngiltere ile Türkiye arasında çözümü için İstanbul’da 19
Mayıs 1924’te Haliç Konferansı toplandı. Türkiye’yi TBMM Başkanı Fethi Okyar,
İngiltere’yi de Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox başkanlığındaki heyetler temsil
etti. Türk Hükümetinin Okyar’a verdiği talimatta, üçte ikisi Türk olan Musul’un
coğrafi yönden de Türkiye’nin devamı sayılması gerektiği belirtilerek sınırlar
saptanmıştı; -Kabul edilebilir sınır, Kelgir- Salahiye-Cebelihamrin-Vadiitartar-Sincar
üzerinden geçen çizgi olabilir. Süleymaniye, Kerkük ve Musul kentlerini yeter
sınırlarla Türkiye’de bırakan ve Dicle vadisinden ulaşımı sağlayan bir çözüm kabul
edilebilir. Türkiye’nin istediği toprak ve sınır çizgisi saptanınca, petrollerde ortak
çıkarları koruyan bir uyuşma ortamı doğabilir. Okyar, açılış konuşmasında Musul’un
Türkiye için öneminden bahsederek Türk ve Kürtlerin ortak bir cumhuriyet
kurduklarını, Musul’un da halk oylaması ile katılmak istediği tarafı belirlemesi
gerektiği üzerinde durdu.
İngilizler, Musul ilindeki Hıristiyanları Türkiye aleyhinde kışkırtarak Hakkari
yöresindeki Nasturileri koruma altına almaya çalışmışlardı. Petrol kaynağı olan
Musul’u elden çıkarmak için her yöntemi denemişlerdi.
İngiltere’nin aşırı istekleri, Hakkari ilinden toprak talep etmeleri konferansın
5 Haziran’da kesilmesine yol açtı. Lozan’a göre iki devlet arasında çözümlenemediği
taktirde sorunun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesi gerekiyordu. İngiltere, 6 Ağustos
98
1924’te Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. Türkiye Cemiyete üye olmamasına rağmen,
üye olmayan devletler de başvurabilirdi. 20 Eylül’de başlayan görüşmelerde Türk
Heyetine Fethi Okyar başkanlık ediyordu. Türkiye, Musul konusunda halkoyuna
başvurulması gerektiğini, İngiltere ise okuma yazma bilmeyen bir yörede
halkoylaması yapılamayacağını ileri sürerek sorunun yalnızca Türkiye-Irak sınırının
saptanmasından ibaret olduğunu savunmuşlardı. İngiltere, saldırgan hareketlerine
devam etmiş, Nasturi ayaklanmasına olan desteğini artırmış ve 22-23 Eylül 1924’te
Şiransikale’yi bombalamıştı. Bu hareketler Türk-İngiliz ilişkilerinin gerginleşmesine
yol açtı.
Milletler Cemiyeti Konseyi 30 Eylül’de ilk aşamada aldığı kararda durumun
bozulmaması ve 3 kişilik bir komisyon oluşturularak sorunun yerinde incelenmesi
gerektiğini belirtmişti. Konsey, komisyona Türkiye ve İngiltere’nin yardımcı
olmalarını istedi. Türkiye, uzmanlardan oluşan bir kurulun Musul’a gönderilmesine
karar vermiş ve bunun güvenliğini sağlamak için bir askeri birlik görevlendirmişti.
İngilizler bunu engellemek isteyince iki taraf arasında çarpışmalar başladı. Bu
nedenle Türkiye, Milletler Cemiyeti’nden Türkiye-Irak arasında geçici bir sınır
çizgisinin belirlenmesini istedi. Cemiyet, 29 Ekim 1924’te olağanüstü toplanarak, iki
taraf askerlerinin o gün bulundukları çizgiyi geçici sınır ilan etti. “Brüksel Sınırı”
denilen bu saptamaya taraflar, uyacaklarını kabul ettiler.
Bölgedeki karışıklıklardan yaralanarak Türkiye’ye isteklerini kabul ettirmeye
çalışan İngiltere, Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait Ayaklanmasını desteklemişti.
İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Lindsay’ın Dışişleri bakanına gönderdiği
rapor, güdülen siyaseti çok iyi açıklıyordu: “Son birkaç ay içinde ortaya çıkan
99
kışkırtmalardan sonra Majestelerinin hükümeti, bütün kozları ele geçirmiş ve dilediği
kartı oynayabilecek duruma gelmiştir. Ancak sorunun yalnızca sınır düzeltilmesi ile
sınırlı tutulmaması gerekiyor… ”
Milletler Cemiyeti Soruşturma komisyonu, 16 Temmuz 1925’te verdiği
raporda, Musul halkının bağımsız kalma isteği halkoyuna başvurulacaksa buna
oybirliğiyle karar verilmesi, Musul’un Irak’ın bir parçası olması, Irak’ın 25 yıllığına
İngiltere’nin mandası altına konması, Brüksel çizgisinin Türkiye-Irak sınırı kabul
edilmesi yer alıyordu. Bu öneriler, İngiltere’nin, egemen olduğu Milletler
Cemiyeti’nde arzu ettiği kararı aldırtmasına olanak verecek nitelikteydi. Tevfik
Rüştü Aras rapor üzerine yaptığı açıklamada, Musul’un Irak’a bağlanamayacağını ve
ve oradaki Türk egemenliği hukuksal olarak sürdüğünden bir “vekalet ” sistemine
gitmeye olanak bulunmadığını belirtmişti. İngiltere, Türk görüşüne karşı çıkınca
Konsey 19 Eylül 1925’te yöntem hakkında Uluslar arası Sürekli Adalet Divanı’nın
görüşünün alınmasına karar vermişti. Lahey’deki Adalet Divanı’ndan şunlar
sorulmuştu: ozan’ın 3. maddesine göre Milletler Cemiyeti’nin alacağı kararın
niteliği, bunun bir hakem kararı gibi bağlayıcı olup olmadığı ve Türkiye ve İngiltere
temsilcilerinin yapılacak oylamaya katılıp katılamayacakları. Türkiye, sorunun siyasi
olup
hukuki
olmadığını
belirterek
Divan’ın
çalışmalarına
katılmayacağını
açıklamıştı. Lahey Adalet Divanı, 21 Kasım 1925’te şu kararları almıştı: Milletler
Cemiyeti kuruluş ilkelerine göre, aslında bağlayıcı karar alamaz. Ancak taraflar
Lozan Antlaşmasıyla Cemiyete bağlayıcı karar alma yetkisini vermişlerdir. Bu
nedenle Musul konusunda bağlayıcı karar alınabilir. Cemiyet konseyinde kararların
oybirliği ile alınması gerekir. Ancak ilgili tarafların temsilcilerinin oyları dikkate
alınmaz.
100
Tevfik Rüştü Aras 8 Aralık 1925 tarihli toplantıda Türkiye’nin oyu
sayılmadıkça Türkiye’nin Milletler Cemiyeti Konseyi’nde istediği kararı oybirliği ile
çıkaracağının belli olduğunu, Lahey Adalet Divanı’nın kararının Milletler Cemiyeti
Kuruluş Anlaşması hükümlerine aykırı olduğunu belirtmişse de bu görüş kabul
görmemiş ve Türk Heyeti görüşmeden çekilmişti. 16 Aralık 1925’te toplanan
Milletler Cemiyeti Konseyi Soruşturma Komisyonu’nun önerileri doğrultusunda
kararlar aldı. Buna göre; Brüksel çizgisi sınır kabul edilmiş, Musul yöresi Irak’a
bırakılmış, Irak’taki İngiltere mandasının 25 yıl sürmesi uygun görülmüştü. Milletler
Cemiyeti Konseyi Lozan’ın 16. maddesiyle Türkiye’nin kendi sınırları ötesindeki
topraklardan zaten vazgeçmiş olduğu yolunda yorum yapmıştı.
Türkiye, Musul Sorununu çözebilmek için gerekirse savaşa girilmesini
düşünmüşse de sonu olmayan bir maceraya atılmak yerine görüşmeler yoluyla
çözüme ulaşmayı tercih etti. Türkiye ve İngiltere arasında başlayan ikili
görüşmelerde İngiltere’yi Türkiye Büyükelçisi Sir Ronald Lindsay, Türkiye’yi ise
Tevfik Rüştü Aras temsil etti.
İngiltere ile Irak 13 Ocak 1926’da imzaladıkları antlaşmada, ileride
bağımsızlık verilecek bir krallık sayıldığı için görüşmelere
Irak’ın da katılması
kararı alınmıştı. Irak adına Savunma Vekili Albay Nuri Sait seçilmişti.231
Yapılan görüşmeler sonucunda “Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında TürkIrak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması” yani “Ankara Antlaşması” 5
Haziran 1926’da imzalandı. Antlaşmayı Türkiye adına Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü
Bey, İngiltere adına Türkiye Büyükelçisi Ronald Charles Lindsay, Irak adına
231
TURAN; a. g. e, C. III, Bölüm I, s. 151-160
101
Savunma Bakanı Nuri Said Paşa imzaladı.232 Buna göre; Türkiye-Irak Sınırı Brüksel
çizgisine göre saptanmış olmakla birlikte küçük bir değişiklik yapılmıştı. Sınırın
yerinde belirlenmesi için üç devletin temsilcilerinden oluşan bir komisyon
kurulacaktı. İsviçre, tarafsız bir devlet olarak komisyona katılabilecekti. İyi
komşuluğun başlaması ve sürdürülebilmesi için eşkıyalığı önleyici ve sınır
güvenliğini sağlayıcı maddeler yer alıyordu. Antlaşmanın 14. maddesine göre Irak,
belirlenen yerlerden elde edeceği gelirin %10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye
ödeyecekti. Bu yerler şunlardı: Turkish Petroleum Kumpanyası, aynı sözleşmeye
göre petrol ihraç edebilecek olan ortaklıklar ya da kişiler ve kurulacak olan yan
ortaklıklar.233
Kıbrıs Türk basınında Musul Sorunu oldukça ilgi görmüş ve çok sayıda haber
sık sık basında yer almıştı.
San Remo Konferansı ile Irak’ın manda idaresi İngiltere’ye verilmişti.
İngiltere, Irak milliyetçiliği karşısında Irak’ta manda rejimini uygulamaktan
vazgeçmiş ve ilişkilerinin antlaşmalar aracılığıyla düzenlemek istemişti. 10 Ekim
1922’de Irak’la imzalanan antlaşmaya göre Irak’a iç ve dış işlerinin idaresinde geniş
yetkiler verilmişti.234 Times’ın Bağdat’tan verdiği bilgiye göre, İngilizlerle Irak’ın
yaptığı Irak Antlaşması, Irak’ın Cemiyet-i Akvam’a kabulüne veya Türkiye ile
yapılan barışın onaylanmasından 4 sene sonrasına kadar yürürlükte olmaya devam
edeceğine dair 30 Nisan’da bir protokol imzalanmış ve 5 Mayıs’ta da bütün Irak’ta
232
KAYMAZ, İhsan Şerif; Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı Tarihsel-Siyasal
Bir İnceleme, Otopsi Yay., 1. B., İstanbul Ağustos 2003 , s. 593
233
TURAN; a. g. e, C. III, Bölüm I, s. 151-160
234
ARMAOĞLU, Fahir; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), Alkım Yay. 13. B., Ankara, s. 201,
202
102
ilan
edilmiştir.235
İngiltere
Sömürgeler
Bakanı
İngiltere’nin
Irak’ı
Lozan
Muahedesinden 4 sene sonra tahliye edeceğini beyan etmiştir.236 Irak ile İngiltere
arasında 13 Ocak 1926’da yeni bir antlaşma imzalanarak geçerlilik süresinin
konseyin isteği üzerine 4 yıldan 25 yıla çıkartılmasına karar verilmişti.237
Times gazetesinin Bağdat muhabiri Musul sorunu hakkında yazdığı bir
mektupta Musul’un coğrafya ve nüfusu hakkında uzun bilgiler verdikten sonra Irak
ile Musul’un birleşmesi gerektiğinden bahs etti. Muhabire, Musul nüfusunun
çoğunluğunun Arap ve Kürt olduğunu ileri sürerek Musul’un Irak için öneminden
bahsediyor: “Irak gibi zayıf bir devletin Türkiye’ye karşı kuvvetli ve savunması
kolay bir sınırı olmalıdır. Revandiz, dört askeri yolun ortasında olması açısından
askeri açıdan çok önemlidir.” Süleymaniye’de Şeyh Mahmud’un “müstakbel bir Kürt
devleti” kurduğunu belirterek “Musul sorunu çözümlendikten sonra Irak hükümeti ile
de bu küçük mesele halledilecektir” denilmiş ve Kürdistan üzerinde durulmuştur.
Muhabir, Avrupa’da İsviçre’de olduğu gibi Asya’da da müstakil bir Kürdistan
oluşturulmasına İngiltere’nin yardım etmesini istiyor.238
İngiltere, Musul sorununun yoğun olarak görüşüldüğü zamanlarda bölgede
çeşitli ayaklanmaları kışkırtarak ortalığı karıştırmış ve kendi lehlerine uygun ortam
yaratabilmeyi başarmıştı. Basın yoluyla da faaliyetlerini destekleme yoluna gitmişti.
Yusuf Kemal Bey, 11 Ocak 1924’te İngiltere’nin Londra temsilciliğine atandı.
Times, verdiği haberde Yusuf Kemal Bey’in İngiltere ile Musul konusunda görüşme
235
Hakikat, 26 Mayıs 1923, No: 137, “Irak Muahedesinin Müddeti ”
236
Hakikat, 19 Nisan 1924, No: 181
237
KAYMAZ; a. g. e, s. 570
238
Hakikat, 22 Kanun-ı Evvel 1923, No: 165, “Times’ın Bağdat Muhabirinin Beyanatı”
103
izninin olduğunu belirtiyor. Gazete, özel istihbaratına dayanarak konunun esasen
Türkiye ile İngiltere arasında olduğunu yazıyor.239
Hakikat’te, İstanbul’daki Haliç Konferansı’nda İngiltere’yi delege olarak Sir
Percy Cox’un temsil edeceği haberi yer almıştı.240 Konferansta Heyet-i Vekile, Türk
Heyeti’ne verilecek talimata karar vermişti. Buna göre Musul Vilayeti’nin eski
sınırıyla, Musul’un iadesi istenecektir.241
Haliç Konferansı’nda 5 Haziran’da görüşülmesi ertesi günkü gazetelere
yansımıştı: “Telgraf ajanslarının aldıkları tebligat ve yabancı yayınlar gösteriyor ki
Musul meselesi bir hafta evvel aldığı şekli yine muhafaza etmektedir. Heyet-i
murahhasamıza başkanlık eden Ali Fethi Bey Efendi’nin verdiği meşru taleplerimiz
neticesiz münakaşa olunup gidiyor.” İngilizler Lozan’da Musul Meselesi ile
doğrudan ilgili olan bir devletti. Haberde İngilizlerin tüm inatçılıklarına rağmen Türk
heyetinin siyaseti ihlal edilmemek kaydıyla her yardımda bulundukları belirtilerek
Türkiye’nin barış konferansına katılmaktaki amacının milli mevcudiyet ve hukuku
tasdik ettirerek Musul üzerindeki hakimiyetinde kararlı olduğunu bildirilmişti. İngiliz
delegelerinin Lozan’da ısrarlı oldukları ve bu tutumlarını şimdi de sürdürerek
çözümü engelledikleri ileri sürülüyor:242
“…İngiliz delegeleri de eski ısrarlarından dönmeyerek Musul’da sakin ve
küçük bir ekalliyet teşkil eden Yezidi, Nesturi ve Keldaniler’in terk
edilmeyeceğini! yüzümüze karşı söylemekten çekinmemişlerdi. Musul
meselesi gibi kolay bir meselede İngilizlerin aldığı vaziyetler bizde derin bir
kanaat meydana getirmiştir. Bu da sulhün büsbütün ertelenmesine veyahud
239
Hakikat, 26 Kanun-ı Sani 1924, No: 170, “Musul Müzakeratı Başlamış”
240
Hakikat, 26 Nisan 1924, No: 182
241
Hakikat, 3 Mayıs 1924, No: 183
242
Hakikat, 6 Haziran 1924, No: 187
104
başka türlü bir şekilde çözümlenmesine meydan vermekti… işte vaktiyle bu
kadar zor safhalar geçirmiş olan Musul meselesi maalesef iki haftadan beri
devam eden görüşmelerden sonra bile bir çözüme yaklaşmadı…”
Musul sorunu, çözümlenmedikçe Türkiye büyük sorunlarla karşılaşacaktı:243
“…Musul meselesi statiko denilen mühim bir şekilde kaldıkça hiçbir zaman
dıştaki sıkıntılardan kurtulamayacağız. Bu nedenle de gelirlerimizi her zaman
ordumuza tahsis ederek saldırılara karşı hazırlanmaya mecbur kalacağız.
Halbuki bu vaziyet içinde yaşayan milletler hiçbir zaman mutlu ve zengin
olamamışlardır. Bundan dolayı Musul meselesi bizim için istikbal meselesi
olmuştur. Ümit ve temenni ederiz ki milli hudutlarımız dahilinde Türk olarak
kalmasını istediğimiz Musul’umuz pek yakında Türk hakimiyetine terk
edilecektir…”
İstanbul’daki Musul görüşmelerinin sonuçsuz kalması, Irak’ın içişlerine de
yansımış ve mecliste belirsizliğin verdiği kaygı baş göstermişti:244
“Bağdat’tan Times gazetesine yazıldığına göre İstanbul’da Musul
görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine 9 Kürt aza Meclis-i ayan
müzakeratına katılmamıştır. Musul mebusları hudud meselesinin pek mühim
olduğunu söylemektedirler. Diğer bazı mebuslar İngiltere’nin mutlaka
Musul’un Irak ile birleşmesin yardım edeceğine inandıklarını söylüyorlar.
Fakat muahedenin tasdiki için daha fazla fedakarlık istiyorlar. Muhalifler
Şeyh Ahmet, Davut ve Selim... Bunların hareketine amil olan sebep İngiltere
ve Hükümet-i hazıraya karşı arzlardır. Hükümet kuvvetsizdir. Muahede
taraftarları dahi ağızlarını açmaktan korkuyorlar. Mister Macdonald’ın
Cemiyet-i Akvam mektubu birçokları tarafından memnuniyetle
karşılanmıştır. Herkes şimdiki çıkmaz yerine mandater usul idaresini tercih
etmektedir.”
Cemiyet-i Akvam Musul Meselesini görüşmek üzere 39 Ağustos’ta toplantı
yapmıştı. Belçika nazırı “Hecenis” Cemiyete başkanlık etmişti.245 Türk Heyeti
verdiği muhtırada, Türkiye’nin Musul üzerindeki hukuki egemenliğini genel oylara
[halk oyu] başvurulmasını talep etti.246
243
Hakikat, 6 Haziran 1924, No: 187
244
Hakikat, 28 Haziran 1924, No: 190
245
Hakikat, 8 Eylül 1924, No: 200
246
Hakikat, 29 Eylül1924, No: 203
105
Musul hakkında Hakimiyet-i Milliye’de yazılan makalede, Hindistan’a
uygulanan siyasetin Türklere uygulanamayacağı belirtiliyor. “Cemiyet-i Akvam’ca
Musul Meselesi ancak komisyona havale suretiyle karar verilebilir. Bu zaman
zarfında Cemiyet-i Akvam tarafeyn hükümetler arasında meselenin halli için fırsat
bırakmış oluyor.” Gazete İngiliz siyasetinin asla değişmediğini söyleyerek
İngilizler’in Musul’da, Hindistan’da uygulamak istedikleri siyaseti izah ederek şu
satırları yazıyor: “Fakat Musul’da, Hindistan’da İngilizler tarafından uygulanmak
istenen siyasetin Türklere uygulanamayacağı hakikati nihayet Macdonald tarafından
anlaşılacaktır.”247
Times’ın verdiği haberde Cemiyet-i Akvam Meclisi tarafından çizilen
sınırdan [Brüksel Sınırı] bahsederek, bu hududun aşağı yukarı Musul Vilayeti
hududu olduğunu, yalnız Arap tarafında hududun azacık şimaline geçtiği
bildirmektedir. Türk karargahı olan “Cal”, bu hududun güneyinde kalmıştı.248
Vatan Gazetesi, Musul Sorunu’nun Lozan’dan itibaren olan seyrini
irdeleyerek, tarafların tezleri üzerinde duruyor. Buna göre, meselenin çözümü kolay
gibi görünse de gerçekte çok derin olduğunu belirtiyor:249
“Türkiye, Musul Vilayeti’ni kendi arazisine ait sayıyor ve onun Anadolu’dan
ayrılamayacak bir parça olarak gördüğünü birçok delille ileri sürüyordu.
İngiltere’ye göre Musul, Irak hükümetinin açılımı ve ilerlemesi için
gereklidir. İngiltere ayrıca bazı siyasi sebeplerle beraber, Musul’da bulunan
petrol kuyularını terk etmek istemiyor. İddialar böyle olunca çözüm kolay bir
mesele gibi görünüyordu. Türkiye’nin talebi araziye, İngiltere’nin ise
ekonomik alana aitti. Arazi Türkiye’de kalıp ekonomik ayrıcalıklar
247
Hakikat, 17 Teşrin-i Sani 1924, No:210
248
Hakikat, 17 Teşrin-i Sani 1924, No: 210
249
Vatan, 13 Kanun-ı Sani 1925, No: 280, “Musul Meselesi”
106
İngiltere’ye verilirse sorun çözülebilirdi. Ancak sorun, derin sebeplerden
oluşuyordu.”250
İngiltere, Cemiyet-i Akvam’ın vereceği kararın geçerli olmasını istemesine
rağmen, Türkiye burada alınan bir kararın İngiltere’nin lehine olacağını ileri sürerek
kabul etmedi. İngiltere, bunun üzerine
Cemiyet-i Akvam’ın yetkisi konusundaki
anlaşmazlığı Lahey Adalet Mahkemesi’ne başvurarak gidermeyi teklif etti..
Türkiye’ye göre, Lahey Adalet Mahkemesi’nin Cemiyet-i Akvam’ın yetkisini
belirlemeye yetkisi yoktu. Cemiyet-i Akvam, yapılan görüşmelerden sonra
İngilizler’in bakış açısına uygun bir karar verdi. Buna göre; Musul kıtası Irak
hükümetine “ilhak” edilecek, Irak üzerinde İngiltere hükümetinin mandası 25 seneye
çıkarılacak, barışın korunması için İngiltere hükümeti, Türkiye’yi razı edecek.
Türkiye tabii ki böyle bir hükmü kabul etmez. Cemiyet-i Akvam tarafından alınan bu
kararın geçerli olması için, bunu yerine getirme ve uygulama kudreti olması gerekir.
“Cemiyet-i Akvam’ın ise böyle bir kudret ve vasıtası yoktur.” Gazeteye göre
Türkiye’nin sulh istediğine ve harb ateşini alevlemek istemeyeceğine şüphe yoktur.
Sorun iki devlet arasında halledilmelidir. “Şurası muhakkaktır ki İngiltere hükümeti
sulhün muhafazası endişesiyle titreyen Cemiyet-i Akvam’dan kendi lehine karar
çıkartması, sulhü muhafaza etmek şartıyla olmuştur.” Böyle bir karar iki devlet
arasında
yapılacak
müzakerede
İngiltere’nin
büyük
miktarda
fedakarlık
yapmamasına yardımcı olacaktı.251
250
Burada okuyucuların iki devlet arasındaki müzakerelerin ayrıntılarını bildiği belirtiliyor. Daha
önceki müzakereler, zamanında verilen açıklama ve telgraf haberleriyle ayrıntılı olarak aktarılmış.
Bunlar ne yazık ki elimizde yok.
251
Vatan, 13 Kanun-ı Sani 1925, No: 280
107
Cemiyet-i Akvam’ın kararından sonra Times gazetesi, Musul hakkında bir
baş makale yayınladı. Haberde kararın bazı kısıntıları içermekle birlikte genel olarak
İngiliz bakış açısına uygun düştüğü, ancak bunun oybirliği ile alındığının
unutulmaması gerektiği belirtiliyor. Cemiyet-i Akvam’ın kararı ve “Brüksel Hattı”
konusunda bilgi verilerek İngiltere’nin Irak üzerinde 25 sene mandasını koruması
tavsiyesi üzerine yorum yapılıyor:252
“Tahkikat komisyonu, Musul Vilayeti Irak sınırları içinde kaldığı taktirde,
İngiltere Hükümeti’nin bu yeni devlet üzerinde 25 sene mandasını muhafaza
etmesini tavsiye etmişti. Cemiyet-i Akvam meclisi her nedense bu keyfi
müddete asıldı kaldı. Irak, 1950 gibi geniş bir istikbale kadar İngiltere’ye tabi
olarak yaşayacaktı. Fakat asrın renkli oyunlar tarzında görünen inkılapların
hangi rengi alacağını kim bilebilir? Cemiyet-i akvam bu 25 seneyi mutlak
tayin etmedi. Mister Ameri Irak davasını savunurken, İngiltere’nin Irak’ta
kalmak istemesinin nedeninin kendi kendini yönetebilecek dereceye
gelmesini temin etmek olduğunu ve bu isteğin gerçekleşmesinin ne kadar
zaman alacağını kestirmenin zor olduğunu söylüyor. Fakat son iki sene
zarfında elde edilen tecrübeden anlaşılıyor ki bu seneler, sanıldığından da az
olacak. Cemiyet-i Akvam Irak hükümetinin bu süresini kesin olarak
belirlemeyerek önemli bir hakkı korumuş oluyor. Bu hesabca Irak Devleti 25
seneden az bir zamanda Cemiyet-i Akvam’a dahil olabilecektir. Bu suretle
Irak’ın tam bağımsızlığını elde edilmiş olacaktır. Bunun sonucunda da İngiliz
mandası görevini yerine getirmiş olacak ve Irak’ın mesuliyetinden azad
olmuş olacaktır.”
Ancak önemli olan bu 25 sene değil, hazirana kadar olan 6 aylık süredir. Sir
Austen Chamberlain, Cemiyet-i Akvam kararından sonra verdiği beyanatta,
İngiltere’nin bundan sonra Türkiye ile müzakereye girişmekten hususi bir haz
duyacağını, Irak’ta üstlendiği vazifenin gerekliliğiyle Türkiye’nin herhangi bir
teklifine önem vereceğini belirtiyor. Ayrıca “Cemiyetin kararı askeri, ırki ve iktisadi
sebeplerden dolayı Musul Vilayeti’ni içine almayan yeni ve bağımsız Irak devletini
oluşturarak bunu yaşatmanın mümkün olmadığını savunan İngiliz davasının
anlayışını doğrulamış oluyor. Musul’un Türkiye’ye ait olduğu tezini bugün uluslar
252
Vatan, 23 Kanun-ı Sani 1925, No: 281, “Musul-Son Hafta”
108
arası en büyük mahkeme mahkum etmiş bulunuyor. Bundan böyle müstakil bir Irak
devletini himaye ile inkişafa ulaştırmak yolundaki vazifemiz kolaylaştırılmış oldu.”
Fakat Sir Austen Chamberlain’ın açıkça söylemek istediği şudur ki; “Bu kararı
Türkiye’ye karşı kazanılmış siyasi bir zafer olarak kullanmaya kalkışmak
İngiltere’nin arzularının en sonunda gelir.
Bu kararın bizce en büyük kıymeti,
Türkiye
müzakerelere
ile
vasıtasız
olarak
dostane
girişmek
imkanının
hazırlanmasından ibarettir.” Chamberlain, Türklerin Anadolu’daki mücadelesine
olan saygısını, Lozan’a bakışını ve gelecekteki İngiliz politikasını şu cümlelerle
açıklıyor:253
“Türk milleti çok felaketler görmüş ve yalnız kalmıştır. Bu felaket ve
yalnızlık günlerinde Anadolu’da kendilerine mahsus bir politika takibine
koyuldular ve “bazı kusurlarıyla beraber” Türk milletini canlandırmak ve
yaşatmak yolunda azim ve cesaret gösterdiler. Böyle bir maceraya hürmet
etmek lazımdır. Mandamız altındaki memleketlerde takip ettiğimiz idare
usulü muvaffak oldukça Büyük Britanya’nın Asya’daki haysiyeti tamir
olunuyor. İngiltere, günden güne Asya milletlerinin yeni emelleriyle itilaf
ediyor. Uzun ve acı felaketlerden sonra milletin yaşamasını temin için
Türklerin sarf ettikleri mesaiye karşı akil İngiliz samimiyeti Türk milletinden
esirgenmemelidir. Bazı hatalara ve önemsiz şüphelere pek o kadar
aldırmamalıyız. Çünkü bunlar yalnızlık ve kimsesizlik günleriyle ilgilidir.
Büyük Britanya için yeni Türkiye ile samimi ilişki tesis etmek yolunda istekli
bir teşebbüs zamanıdır. Bu netice şöyle böyle İsviçre kollarından birisinin
kenarında bir otelde yüzeysel bir görüşme[Lozan Barış Antlaşması] ile elde
edilemez. Akıllı ve şark ahvaline vakıf bir İngiliz’i, yeni Türkiye Devletinin
ızdırap içinde kıvrana kıvrana meydana gelmekte olduğu Ankara şehrine
mümkün olduğunca kısa bir sürede göndermeliyiz ki orada “Kürdistan’ın
muhtariyet idaresini”, iktisadi ve siyasi anlaşmazlıkları ağır ağır ve selamet
fikriyle konuşarak çözümlesin. Hepsinden önemlisi Irak’da üstlendiğimiz
vazife ile yeni Irak devletinin kurulmasını istiyorsak bu Türkiye’yi felce
uğratmak istediğimiz anlamına kesinlikle gelmiyor. Aksine biz Türkiye’nin
yaşamasını ve mutlu olmasını istiyoruz.”
Musul’da Türk hukukunun müdafaası amacıyla Musul, Kerkük ve
Süleymaniyeliler tarafından Musul Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla bir cemiyet
253
Vatan, 23 Kanun-ı Sani 1925, No: 281
109
oluşturuldu. Yakında ilk toplantısını yapacak olan cemiyet vilayetlerde de şubeler
açarak genel bir kongre yapılmasına çalışacaktı.254
1925 yılının başında Milletler Cemiyeti Soruşturma Komisyonu bölgedeki
incelemelerini bitirmek üzereydi. Hakikat’teki haberde heyetin yakında Musul’dan
Bağdat’a, Bağdat’tan Beyrut yoluyla İstanbul’a döneceği belirtilerek Komisyon’un
İngilizlerin tedbirlerine rağmen ahalinin Türkiye’nin lehinde birçok tezahürata şahit
olduğu üzerinde duruluyor.255 Komisyonun yaptığı incelemede yapılan görüşmeler,
işgal güçleri ve Irak yönetimine duyulan korkudan etkilenmişti. Rapor’da
Süleymaniye’de görüşülen tanıkların tümünün oybirliğiyle Irak’la birleşmekten yana
görüş bildirdikleri ve Komisyon’un bu bildirimlerin serbestçe yapıldığına içtenlikle
inandığı belirtilmektedir. Komisyona göre, Süleymaniye’nin Irak’la birleşme isteği
siyasi değil, ekonomik nedenlere dayanıyordu.256 Buna karşın basında çıkan haber,
komisyonun raporuyla tezatlık taşıyordu:257
“Musul, Kerkük ve Süleymaniye Vilayetleri ahalisi ile eşraf ve aşiretlerin
reisleri ve halk temsilcilerinden 700’e yakın imza ile Cemiyet-i Akvam’a bir
mazbata gönderilmiştir. Bu mazbatada ahalinin, Musul vilayetinin Türkiye’ye
ilhakını arzu ettiklerini ve bu arzularının süratle gerçekleşmesini talep ettiler.
Mazbatada aynı zamanda bütün Musul havalisinin dahi bu emel ve arzuyu
besledikleri ve Musul’un Irakla ilgili ve alakası olmadığı, kıtanın Türkiye’ye
ait olduğu beyan edilmektedir.”
Cenevre’den bildirilen haberde, Musul’dan geri dönen Cemiyet-i Akvam
Soruşturma Komisyonu’nun İskenderiye’ye ulaştığı belirtiliyor. Komisyon mayıs
254
Hakikat, 23 Şubat 1925, No: 224
255
Hakikat, 2 Mart 1925, No: 225
256
KAYMAZ; a. g. e, s. 461
257
Hakikat, 13 Nisan 1925, No: 231
110
zarfında raporlarını hazırlayarak, haziranda Cemiyet-i Akvam Meclisi dairesine
takdim edecektir.258
Gazetelerde Musul meselesinin halli için Türkiye ile İngiltere arasında bazı
müzakerelerden bahsediliyor. Daily Mail gazetesi, hükümetimizin İngiltere’ye bir
teklifte bulunduğunu iddia etmektedir:259
“Türkiye, Musul şehri ile Musul Vilayetinin güneyindeki kısmının kendisine
ilhakına karşılık olarak nüfus ve menafi itibariyle Arap nüfuzuna tabi olan
daha güneydeki araziye ilişmeyeceğine dair bir beyanname vermeyi teklif
etti. Türkiye, Musul’un güneyinden geçecek hatt-ı hudut için sınırsız bir
müddetle teminat vermeyi vaat ediyor. Türkiye’nin içte, iki limanı arasında
inşası tasavvur olunan muhtelif uzun demiryollarının inşası İngiliz
şirketlerine verilecektir.”
Londra’da yayınlanan West Minister gazetesinin siyasi muhabirinin güvenilir
bir kaynaktan aldığı habere göre Musul sorunu hakkında incelemede bulunarak
Cenevre’ye geri dönen Soruşturma Komisyonu’nun kanaati, İngiliz görüşünü
tamamen memnun edecek yönde değildir:260
“Heyet-i Tahkikat’ın bütün Musul mıntıkasını Türkiye’ye terk edeceğini
söylemek dürüst olmazsa da mezkur komisyon tarafında tahdit edilen
hududun İngiltere tarafından mandası altındaki Irak için arzu ettiği şeyleri
vermesi muhtemeldir. Güvenilir istihbaratın doğruladığına göre bu haber
gerçek çıkarsa İngiltere Cemiyet-i Akvam’ın kararına riayet edecektir. Ancak
Heyet-i Tahkikat’ın kararı istisnai bir mahiyeti haiz olduğundan meseleye son
şeklini ancak Cemiyet-i Akvam Meclisi verebilecektir.”
Soruşturma Komisyonu, 16 Temmuz’da verdiği raporda Musul halkının
bağımsız kalma isteğini vurgulamış, halkoyuna oybirliği ile karar verilmesini
öngörmüştü. Bu öneri, Türkiye’nin savunduğu tezi göz ardı etmemiş gibi görünse de
258
Hakikat, 13 Nisan 1925, No: 231
259
Hakikat, 13 Nisan 1925, No: 231
260
Hakikat, 11 Mayıs 1925, No: 234
111
oylamada İngiltere muhalif olacağından Milletler Cemiyeti’nde oybirliği ile karar
verilmesine olanak yoktu.261
Milletler Cemiyeti Soruşturma Komisyonu raporunu açıkladıktan sonra
Konsey kararına kadar (Aralık 1925) geçen sürede Türk Dışişlerinin faaliyetleri ve
raporun yorumları basında şöyle yer almıştı: “Bu komisyon ilgili hükümetlerin
mütekabil nokta-i nazarlarını mümkün mertebe uzlaştıracak bir mukavele
oluşturulmasını teklif etmektedir.” 262
Cemiyet-i
Akvam
Eylül’de
yapacağı
toplantıda
Musul
Raporu’nu
görüşecekti. Bu görüşmelere Türk Hükümeti adına Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü,
Paris Elçisi Fethi, usbak [bundan öncekinden evvelki] Dışişleri Bakanı Şükrü Kaya,
Bern Elçisi Münir Beylerin katılması bekleniyor. Toplantıya çeşitli devletlerin
üniversite heyetleri de davet edildi. Türkiye adına hukuk fakültesinden bir heyet
gidecekti.263 Türk Dışişleri Bakanlığı, bu toplantıya önceden hazırlanmaya
başlayarak, çeşitli çalışmalarla Musul sorunundaki durumunu kendi lehine çevirmeye
çalışacaktı. Musul konusunda Türkiye’nin bakış açısını içeren belgeler toplanarak
“kırmızı kitap” olarak yayınlanacaktı. Amaç, “Cemiyet-i Akvam ve Avrupa efkar-ı
umumiyesini” aydınlatmaktı.264 Hakikat’te
10 Ağustos’ta çıkan haberde kırmızı
kitabın basıldığı ve dağıtılmaya başlanacağı söylenmekteydi.265 kitabın birkaç
261
TURAN; a. g. e., C. III, Bölüm I, s. 157
262
Rapor gazetece olumlu karşılanmıştı. Hakikat, 10 Ağustos 1925, No:246
263
Hakikat, 3 Ağustos 1925, No: 245
264
Hakikat, 18 Mayıs 1925, No: 235
265
Hakikat, 10 Ağustos 1925, No: 246
112
nüshası Dışişleri delegesi Nusret Bey tarafından İngiliz Elçiliğine verilmiştir. Kitap
320 sayfa olup bin nüsha basılmıştır. Kırmızı kitap yalnız Fransızca’dır.266
“Hariciye Vekaleti Musul hazırlığı hummalı bir devreye girmiştir. Hariciye
Vekaleti, Musul Meselesinin Cenevre toplantısındaki görüşmelerin özetini
yapmıştır. Bunda, iki tarafın Musul üzerindeki coğrafi, etnografi, iktisadi,
askeri nokta-i nazarları tesbit edilmiştir. Aynı zamanda Lord Curzon’un İsmet
Paşa’ya 29 Kanun-ı Evvel 1922’de yazdığı uzun bir mektup da tercüme
edilmiştir. Curzon burada hükümetin Musul üzerindeki nokta-i nazarına
cevap vererek anlaşma teklif etmekte ve asıl bilhassa Süleymaniye ahalisinin
hiç Türklerle alakadar olmadığını, burada Türklere rast gelinmediğini ve
Musul’un emin ve selameti namına arz-ı iltihak lazım geldiğini
söylemektedir.”267
Musul Mebusu Nuri Bey, Hakimiyet-i Milliye’de yayınladığı makalede
“Times”ın Musul hakkında mütalaalarını reddetmekte ve Musul için en tabii
hududun Cebel-i Hemzin olduğunu söylemektedir.268
Hakikat, Tahkik Komisyonu tarafından Cemiyet-i Akvam Meclisine verilen
raporun en dikkat çekici noktasının “Musul Meselesinin arazi taksimi suretiyle ilgili
olan kısmıdır” olduğunu ileri sürüyor. Gazete, Tahkik Komisyonu Musul ahalisinin
menfaat noktasından Irak’ı, hissiyat noktasından Türkiye’yi istediklerini kaydederek
kavgalı olan arazinin ya Irak’a, Türkiye’ye verilmesinde dolayısıyla zorluk olduğunu
üstü kapalı olarak belirterek, Türkiye ile İngiltere’nin menfaat ve emniyetlerini
sağlamak için arazinin taksiminden bahsediyor. Eğer Musul’un taksimi esası kabul
edilirse Küçük Zap nehrinin muvafık bir hudut olacağını söylüyor. Küçük Zap nehri
Musul ile Erbil’i Türkiye’ye, Süleymaniye ile Kerkük’ü de Irak’a terk etmektedir.269
266
Hakikat, 24 Ağustos 1925, No: 248
267
Hakikat, 24 Ağustos 1925, No: 248
268
Hakikat, 7 Eylül 1925, No: 249
269
Hakikat, 7 Eylül 1925, No: 249
113
Musul meselesini müzakere edecek olan Cemiyet-i Akvam’ın 2 Eylül tarihli
toplantısında hükümetimizi temsil edecek heyette şunlar bulunuyordu: Baş delege
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey, Delege Bern Elçisi Münir Bey, Müşavir Belgrad
Mümessili Hikmet Bey ve Cevat Paşa, Heyet-i Kitabiyyat Kalem Mahsus Müdürü
Hamid, Baş Katip Suat ve Katip Vedat Kemal Beyler’den oluşuyordu.270
“Journal Dojdinev” yayınladığı bir makalede Musul Meselesi’nin İngiliz
Efkar-ı Umumiyesini alakadar ettiğini yazarak “İngiliz Delege Heyeti İngiltere’nin
Irak üzerindeki uzun bir müddet için vekalet kabul edip etmeyeceğini Cenevre’de
beyan edecektir.” demekte ve Cemiyet-i Akvam manda tarzında karar vermeyeceğini
ileri sürmektedir.271
Tevfik Rüştü Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 9 Ocak 1926 günlü
toplantısında “Musul Vilayeti üzerindeki Türkiye hukuku hükümrânisi hiçbir suretle
talik edilmemiştir. O tamamiyle mahfuzdur.” diyerek Türkiye’nin Musul üzerindeki
egemenlik hakkındaki görüşünü açıklamıştı.272 Tan gazetesinin Londra muhabirinin
bildirdiğine göre İngiltere Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain Türk elçisi Fethi
Bey’i kabul etmiş ve bu görüşme sırasında Fethi Bey Musul Meselesi’nin Cemiyet-i
Akvam tarafından hallinden sonra muallakta kalan bazı meselelerin tasviyesi için
İngiltere tarafından yapılan teklife hükümet mensuplarının “Türkiye, Musul
Vilayeti’nin çok cenubunda bir sınır hattı üretmek için mevcut düşünceleri muhafaza
etmektedir.” dediğini belirterek bunun, Türkiye’nin İngiltere ile doğrudan doğruya
ilişkilere girişmek arzusunda, memnuniyet verici bir cevap olduğu üzerinde duruyor.
270
Hakikat, 7 Eylül 1925, No: 249
271
Hakikat, 14 Eylül 1925, No: 250
272
KAYMAZ; a. g. e, s. 570
114
İkili görüşmeler, Tevfik Rüştü Bey’le İngiltere Türkiye Büyükelçisi Ronald Charles
Lindsay arasında 22-24-25 Ocak 1926 tarihlerinde Ankara’da yapıldı. Hakikat’te yer
alan haberde Türkiye ve İngiltere’nin görüşmelerdeki düşünceleri belirtilmişti:
“…Türkiye Musul Vilayeti’nin büyük kısmını istiyor. İngiltere ise vilayetin doğu
kısmını Kürtlerle meskun havalide hududu düzelterek Türkiye’nin imaratına sarf
edilmek üzere İngiltere’den 10 milyon İngiliz lirası miktarında bir borç akd etmesine
amade bulunmaktadır…” Görüşmelerde kötümser olunmaması gerektiği üzerinde
durularak “West Nestergard”ın bu konudaki yorumuna yer verilmişti: “Türkiye,
Cemiyet-i Akvam’ın kararı mevcut değilmiş gibi hareket etmekte, İngiltere ise ancak
önemsiz bir hudut düzeltmesine razı olmaktadır. Bundan dolayı tarafların bakış
açılarındaki farklılık aynı miktardadır.”273
Ankara görüşmeleri hakkında Hakikat’te çıkan haberde Hakimiyet-i
Milliye’deki baş makaleye yer veriliyor. Buna göre Musul sorununun birinci
safhasının Haliç Konferansı, ikinci safhasının Cemiyet-i Akvam kararıyla son
bulduğu söylenerek, her iki safhada İngiliz “tahakkümünün ve hırsının” çözümü
engellediği belirtiliyor: “Cemiyet-i Akvam’ın kararı İngiliz efkar-ı umumiyesinde
bile bir yığın endişe yaratmış olduğundan [Başbakan Stanley] Baldwin’in bizimle
yeniden müzakereye girişerek barışçı olduğunu bize telkin etmek istemesi de üçüncü
safhanın başladığını gösteriyor. Bunu yaparken müzakerelere esas olacak uygun bir
zemin oluşturamadı. Musul’u faalen
elinde tuttuğu için ilk müsbet teklif
İngiltere’den gelmedi. Halbuki İngiltere bize Cemiyet-i Akvam kararı esas olmak
üzere görüşelim diyor. Cemiyet-i Akvam’ın kararı esas olunca görüşecek bir şey
kalır mı?”. Türk milletinin barışa açık olduğu vurgulanarak içte yaptığı ıslahat ve
273
Hakikat, 25 Kanun-ı Sani 1926, No: 264
115
inkılapları bırakarak bunlarla uğraşmayacağı ve ipi ilk koparacak olan olmayacağı
üzerinde duruyor.274
Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’ın kararına yönelik ilk tepkisi, Sovyetler
Birliği ile dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalaması oldu. Antlaşma, Konsey’in
kararını açıkladığı 16 Aralık 1925 tarihinin ertesi günü 17 Aralık’ta Paris’te Tevfik
Rüştü Bey’le Çiçerin arasında imzalandı.275 Cenevre’deki Tribune de Genéve
gazetesi Musul’un Irak’a ilhak kararının, bu antlaşmanın imzalanmasını sağladığını
belirtmişti. Musul’un Türk olduğunun kabul edilmeyen bir fikir olduğu söylenerek
Sovyet yayılmacılığı karşısında batı diplomasisinin hareketi eleştiriliyor:276
“Kendinizi Türklerin yerine koyduğunuzda bu durumun getireceği tehlikeleri
görmek için Bolşevikliğin Çin’deki yükselişini dikkate almak yeterlidir.
Rusya Asya’daki başarısına doğru yürümektedir. Garp diplomasisi vahim bir
hata yapmıştır. Eğer, Musul Meselesi’nin hal çaresi Türkiye ile Rusya’yı
birleştirmiş olmasaydı Bolşevikliğin Çin hududunda durdurulması için
Japonlar’a güvenilebilirdi. Avrupa devletleri buna nasıl dur diyebilirler?
Avrupa’nın hiçbir hadisenin önüne geçemeyecek kadar aciz ve fütur içinde
kalmayacağını ümit ederiz.”
Ankara görüşmeleri hakkında Cumhuriyet’te çıkan haberde meselenin ulaştığı
son safha hakkında bilgi veriliyor. Sir Lindsay, Tevfik Rüştü Bey’le görüşmüştü.
Sızan bilgilere göre Lindsay’ın Londra ve Londra’nın Bağdat ile olan uzun
haberleşmelerine bakılırsa müzakereler iyiye doğru gitmektedir. Prensip meseleleri
büyük oranda halledilerek esas noktalar ile ayrıntıların görüşülmesine devam
edilmektedir. Tahminlere göre görüşmeler en çok iki hafta sürecektir. Gerek Hariciye
274
Hakikat, 25 Kanun-ı Sani 1926, No: 264
275
KAYMAZ; a.g.e, s. 567
276
Hakikat, 15 Şubat 1926, No: 267
116
Nezareti ve gerek İngiliz Sefareti çevrelerinden edinilen izlenimler, neticenin
“müsbet ve kati” olacağı merkezindedir.277
Ankara’dan İstanbul gazetelerine verilen bilgiye göre Musul Meselesi
çözümlenmiştir. Ayrıntıların, İngiliz elçisi Sir Lindzey’in İstanbul’dan Ankara’ya
geri dönerek halledileceği belirtilerek, durumun ümit verici olduğu ve müzakerelerin
çabuk biteceği söyleniyor.278 27 Mayıs’ta yapılan görüşmelerde ikili nihai metin
üzerinde görüştü.
Lozan’dan sonra belirsiz kalan ve Türkiye ile İngiltere’nin sıkı ve samimi
ilişkilerde bulunmalarını engelleyen Musul Meselesi, tarafların iyi niyetli tutumları
sayesinde çözülmek üzeredir. Türkiye basınında yayınlanan Sir Linsay’ın beyanatına
göre esasat kısmen halledilmiş, emniyet ve hudud meselelerinin de tamamıyla
halledilmesi yakındır. “Dünya çapında bir kuvvet ve kudrete sahip olan İngiltere ile
Asya’nın hakiki ve kuvvetli bir kapıcısı Türkiye arasındaki anlaşmazlık
Yakındoğu’daki ticarete önemli etkiler yapıyor.” Bu nedenle çözüm yaklaştıkça
herkeste memnuniyet meydana gelmekte ve anlaşmazlığın bir an önce çözümü
temenni edilmektedir: “Bizim gibi Türklüğün bölünemeyen bir kısmı olup da
İngiltere idaresinde kısılıp kalanlar için iki hükümet arasında yapılacak antlaşmadan
duyacağımız haz ve sevinçin sonu yoktur. Çünkü bu suretle milletimize karşı
gösterdiğimiz manevi hissi bile çok görerek jurnal verenlerin bundan sonra tacizine
gerek kalmayacak ve her medeni insanın sahip olması gereken milli duygularımızın
bizi birliğe teşkil ettiğini söylemeye cesaret bulamayacaklardır.” İki devlet anlaşarak
kör düğümü çözdükleri taktirde yakın bir gelecekte her alanda karşılıklı ekonomik
277
Doğru yol, 17 Mayıs 1926, No: 305, “Musul Meselesi-Müsbet ve Kati Neticeye Doğru”
117
teşebbüslerde bulunulabilecektir. “Türkiye yöneticilerini bu meselenin çözümünde
gösterdikleri başarıdan dolayı taktir ederiz. Çünkü Türkiye gösterdiği soğukkanlılıkla
hakkını savunmayı kudsi bir gaye olarak gördüğünü bütün dünyaya isbat etti.
Türkiye bütün kuvvetini ülkesinin inkişaf ve imaratına vererek, yakın ve uzak her
hükümet ve milletle hoş geçinmeyi istediğini gösterdi.”denilerek Osmanlı politikası
eleştirilmişti: “Asırlardan beri şöhret düşkünü sultanlar, izledikleri hedefsiz ve kör
siyaset yüzünden Türk milleti çok zarar görmüş ve kuvvetinin önemli bir kısmı zay
olmuştur.” Milli Mücadele’nin Türkiye’yi yabancı unsurlardan ve boş fikirlerden
temizlediği ve medeni milletler sırasında şerefli bir mevki temin ettiği vurgulanarak
“istikbalde takip olunacak siyaseti tarif ve tespit etmekle bütün hareketlerinde
samimi olduklarını ispat ettiler…Biz bu adamların eseri önünde hürmetle baş eğer ve
başarılarının devamını dileriz.” deniliyor.279
Hakikat’ten verilen haberde, Musul görüşmelerinin iyi bir şekilde sürdüğü
belirtilerek, Musul Vilayeti’nde yoğun bir Türk ve Kürt çoğunluğunun bilinen bir
gerçek olduğu vurgulanıyor. Musul’un Irak ile olan ilişkileri hem ırkî hem de coğrafî
açıdan irdeleniyor:280
“Musul vilayetinin Irak ile hiçbir ilgisi yoktur. Irak ahalisi Arap’tır. Irak
hükümeti de Arap hükümetidir. Irak denilen kıta binlerce seneden beri
coğrafya hudutlarını tayin ve tespit ettiğinden Şattülrahim’in Dicle’ye
mensup olduğu taktirdeki “Opis” harabelerinden Fırat sahasında Remadiye
kasabasına ve 34 Arad dirhesinde cenupta Basra körfezine kadar olan kıtadan
ibarettir. Musul vilayetinin %80’ini Türk ve Kürtler teşkil eder. Menafisi
Araplarla Keldaniler, Asuriler ve Yahudilerden mürekkeptir. Arapların akıllı
olduklarını söylemek bile gereksizdir. Bu Arapların büyük çoğunluğu Bedevi
olup hiçbir arazi ve emlaka sahip değildirler. Yalnız Kerkük sancağında
bulunanlar ziraatla uğraşır. Musul’da emlak ve arazi sahibi bir kısım vardır.
278
279
280
Doğru yol, 24 Mayıs 1926, No: 306, “Musul Meselesi”
Söz, 29 Mayıs 1926, No: 241, “Düğüm Çözülüyor”
Hakikat, 31 Mayıs 1926, No: 279
118
Ancak Musul’un büyük kısmını oluşturan “Ligua” ahalisinin Türk oldukları
ve Türkçe konuştuklarını da açıklamaya gerek yoktur.” Gazete, İngilizler’in
bu düşünceye katılarak anlaşmazlığın çözüleceğini ümit etmektedir.
Milliyet’ten alınan bilgilere göre Musul sorunu her an imzalanarak çözüme
kavuşabilecektir. Başbakan İsmet Paşa geçen hafta ilk defa olarak Büyükelçi Sir
Lindsay’ı ziyaret etti. Görüşmelerde arazi meseleleri hemen hemen halledilmiş,
petrol ve emniyet işleri kalmıştı. Musul sorununun bir petrol meselesi olduğu nihayet
anlaşılmıştır denilerek bunun üzerinde duruluyor: “…İngiltere dışişlerine mensub
birinin iddiasına göre Musul görüşmelerinde Türkiye’nin Irak petrollerinden ne
miktarda istifade edeceği halledildi. Türkiye petrollerden bir hisse istedi. İngiliz
delegesi petrollerin önceden taksim edildiğini söyleyerek Türkiye’ye petrol hissesine
karşılık olarak para teklif etti. Ancak bu kabul edilmedi…”281
Manchester Guardiyan gazetesinin 22 Mayıs tarihli nüshasına göre
Türkiye’nin bu teklifi de tatmin edilmedi ve Irak petrollerinden Irak hükümetine ait
olan hissesinden Türkiye’ye bir hisse verilmesine karar verildi. Yani mesele bir
İngiliz-Türk meselesi iken Türkiye-Irak meselesi halini aldı. Bu nedenle görüşmenin
son safhasına İngiliz heyetinden askeri müşavir olarak yarı resmi bir durumda Irak
müşahidi olarak “Mister Cardin” katılacak. Ancak muahedeyi imza için Ankara’ya
Cardin’le beraber Irak hükümetinden ileri gelen birinin gelmesi kesindir. Bunun kim
olduğu bilinemiyor. Türkiye-Irak arasında imzalanacak olan antlaşmaya, İran ve
Türkiye arasındaki antlaşmanın maddelerine paralel bir takım maddelerin ekleneceği
haber alınıyor.282
281
Söz, 5 Haziran 1926, No: 244; Doğru Yol, 7 Haziran 1926, No: 308, “Musul Meselesi”
282
Söz, 5 Haziran 1926, No: 244
119
Birlik gazetesi uzlaşılamayan tek meselenin petrol olduğu haberini vererek
devletlerin taleplerini belirtmektedir:
“İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikalılardan oluşan bir şirket tarafından
işletilen petrollerden Türkiye Hükümeti de bir hisse talep ediyor. İngiltere
bunu kabul ettiğinden dolayı kendi hissesine düşen miktardan vermek
zorunda kaldı. Petrol şirketleri bu duruma itiraz ederek İngiltere’nin
Türkiye’ye ya toptan ya da her sene belirli miktarda bir parayı vermesini
teklif ettiler. Türkiye, Musul kaynaklarından sahip olduğu hissesini satmak
istemediğini dolayısıyla parayı kabul etmeyeceğini söyledi.”
Görüşmeler, bu anlaşmazlık nedeniyle uzadı. Ancak buna da bir çözüm
bulunduğu söyleniyor. Bağdat’tan verilen habere göre antlaşma onaylanmak üzere
Irak Mebusan Meclisi’ne verilecektir. Fransız gazetelerinin Cenevre’den aldığı
bilgiye göre kaleme alınıp imzalanacağı gözüyle bakılan antlaşmada 4 esas nokta
bulunuyor. –Türkiye lehine hudud sınırlaması yapılacaktır. Musul şehri dahil olmasa
da, stratejik açıdan Türkiye’ye önemli faydalar sağlanacaktır.-Türkiye, İngiltere ve
Irak bir adem-i tecavüz antlaşmasıyla birbirlerine bağlı olacaklar. Buna İran da
katılabilecektir.-Türkiye iktisadi bir mukavele ile Musul’daki servet kaynağından
yararlanabilecektir. – Türkiye bir an önce Cemiyet-i Akvam’a kabulünü isteyecektir.
26 tarihli Anadolu Ajansının Ankara’dan verdiği habere göre müzakerelere devam
edilmektedir.283
Kıbrıs’ta yayınlanmakta olan gazeteler günlük olmadığından antlaşmanın
imzalanması birkaç gün sonra basına yansıyabilmişti:284
“Türkiye ile Irak arasında Musul’a ait itilafnamenin imzası için Irak
Hükümeti tarafından Irak Müdafaa-i Milliye Nazırı Nuri Paşa El-seyyid ile
Irak Harbiye Müdürü Süleyman Bey El-fettah gönderilmişlerdir. Bunlar acil
olarak İngiliz Sefiri tarafından Ankara’ya davet edildikleri için uçak ile
283
Birlik, 5 Haziran 1926, No: 120, “Musul Meselesi”
284
Doğru Yol, 7 Haziran 1926, No: 308, “Irak Murahhasları”
120
hareket etmişler ve Atina’dan sonra trenle Ankara’ya gitmişlerdir. Musul
itilafı bunlarla Türkiye Hariciye Vekili arasında imza edilmiştir. Mukavele
Brüksel Hattı’nı içine alıyor. Ancak bir noktada Türkiye lehine değişiklik
yapıldı. Türkiye-Irak hattının her iki tarafında 75 kilometrelik askerden
arındırılmış bir bölge olacaktır. Türkiye,Irak petrollerinden Irak hükümetine
ayrılan hissenin aşrını alıyor.”
Birlik gazetesi verdiği haberde Musul müzakereleri sırasında esas olarak üç
meselenin görüşüldüğü vurgulanarak bunların çözüm süreçleri kısaca ele alınıyor:285
“– Brüksel Hattı,- Irak’ta emniyet meselesi, -Petrollerden Türkiye’ye
verilecek hisse. Türkiye Brüksel Hattı’nı esas olarak kabul ettiğinden bu
mesele halledildi. Türkiye ile İran arasında yapılan itilaf nameye paralel
olarak ikinci mesele de çözüme kavuştu. En çetin mesele petrol meselesi
oldu. İlgili devletler 24 yıldan beri bunun peşinde koşmuşlar ve en nihayet I.
Dünya savaşından sonra Türkiye’yi hesaba katmayarak kendi aralarında
taksim etmişlerdi. Ancak bu yapılaşma meseleyi bitirmeyerek Mart 1925’te
Irak hükümeti ile Turkish Petroleum Şirketi arasında bir mukavele ile
halledilmişti. Bu şirket, 1 milyar İngiliz lirası sermayeli uluslar arası bir
şirkettir. Başlıca 4 gruba ayrılır.- Anglo Persian Petrol Şirketi, -İngiltere’nin
kontrolü altında bulunan Royal Dutch Petrol Şirketi, -Standard Oil ile 6
müttefik Amerika Şirketi,- 65 Fransız Petrol Şirketi. Irak’a arazi sahibi
sıfatıyla ihraç edilecek petrolden hisse verilecek. Irak, sermayedar sıfatıyla
değil, arazi sahibi sıfatıyla hisse alacağından Türkiye’nin de aynı sıfatla
katılımı kabul edildi.”
Antlaşma ile Musul’da tespit edilen sınır, önceden Cemiyet-i Akvam’ın tespit
ettiği ve Brüksel Hattı denilen sınırdan çok az farklıdır. Ancak yapılan antlaşma,
güney vilayetlerinin emniyetini sağlama ve ovadan 75 kilometrelik askerden
arındırılmış bir arazinin ayrılması, Türkiye ile Irak arasında emniyet sözleşmesinin
yapılaması ve petrollerden hisse ayrılması Türkiye için hiç de küçümsenmeyecek bir
başarıdır. Türkiye burada barışın sağlanması için büyük fedakarlık gösterdi. Yazıda,
yalnız İngiltere Hükümetinin değil, bütün dünyanın Türkiye’nin bu fedakarlığını
285
Birlik, 12 Haziran 1926, No: 121
121
taktir edeceği ve artık macera değil, barış içinde yaşayacak bir Türkiye hükümeti
olduğunu anlayacağı ümit edilmektedir.286
Musul itilafı hakkında yorumda bulunan Daily Telegraph gazetesi, Türkiye
hükümetinin akilane ve Türk menfaatine uygun hareket etmiş olduğunu yazmakta ve
“Mezkur hükümet bu hareketi sayesinde kendisini gayet iyi bir mevkiye getirmiştir
ki bu mevki sayesinde Mustafa Kemal Paşa ve rüfekasının gaye-i ittihaz ettikleri,
memleketin yeniden imar ve inşası emrine bütün mesaisini hasr etmeye muktedir
olabilecektir.” demektedir.287
Cemiyet-i Akvam meclisinde yapılan genel heyet toplantısında Sir Austen
Chamberlain Türkiye-Irak hududunda yapılan hafif düzeltmenin kabulünü talep
etmiş ve bir beyanatta bulunmuştu. Burada, Türkiye tarafından El-Amun’dan
Şüvefa’ya giden yolun Türkiye toprağı dahilinde bırakılmış olduğunu ve hududun
kesin olarak belirlenmesi için bir komisyon oluşturulduğu hakkında alınan kararı
söylemiştir. Chamberlain ardından, Cemiyet-i Akvam meclisinin Büyük Britanya ile
Türkiye’yi, Musul sorununu
kendi aralarında halletmeye davet etmiş olduğunu
hatırlattı. Chamberlain, muahede metnini kayıt ve onay için Cemiyet-i akvam genel
sekreterliğine verileceğini söyledi. Meclis azası, uzun ve çetin bir kavganın bu
suretle sona ermiş olmasından memnuniyet duymuştur.288
CHF’de 6 Haziran 1926’da yapılan uzun ve tartışmalı toplantıda, antlaşmaya
ciddi bir karşı çıkış olmasına rağmen ertesi gün sınırlı bir katılımla toplanan Türkiye
286
Birlik, 12 Haziran 1926, No: 121, “Musul Meselesinin Neticesi”
287
Doğru Yol, 21 Haziran 1926, No: 310, “İngiliz Gazetelerinin Mütalaatı”
288
Doğru Yol, 21 Haziran 1926, No: 310, “Mister Chamberlain Meclis-i Akvam’da İzahat Vermiş”
122
Büyük Millet Meclisi antlaşmayı onayladı. Irak Meclisi 14 Haziran 1926, İngiliz
Avam Kamarası da 18 Haziran 1926’da antlaşmayı onaylamıştı.289
Londra’dan bildirilen haberde, Türkiye ile yapılan muahede hakkında
Hariciye Nazırının parlamento müsteşarı Mister Loker Laminson yaptığı yorumda;290
“Türkiye hükümeti ile yapılan müzakerelerin başarıyla sonuçlandığı ve 5
Haziran’da antlaşmanın imzalandığını açıkladığım için kendimi bahtiyar
addediyorum. Muahedede son dakikada bazı değişiklikler yapıldığından tam
metni meclise sunma durumunda değilim. Ancak itilafname bir an önce
parlamentonun tasdikine sunulacaktır. Muahede müzakerelerinde iki devlet
temsilcileri anlayışlı davrandılar. Bu, iki devlet arasındaki geleneksel
dostluğun canlandırılmasına hizmet etmiştir.” demiştir.
Antlaşma ile Türkiye, Musul’u kaybetmesine rağmen basın denetim altında
olduğundan olumsuz bir tepki görmedi. Resmi değerlendirmeler de kısa ve yüzeysel
ifadelerle geçiştirilmişti.291 Kıbrıs Türk basınına bakıldığında bu dönemde resmi
sansür
olmamasına
karşın
Kıbrıs’ın
İngiltere’nin
elinde
olması
yapılan
değerlendirmelere de yansımıştı. Basın Türkiye gazetelerinden Musul haberlerini
aldığından eleştirel bir yaklaşımın Türkiye gazetelerine yansımaması Kıbrıs’ın bakış
açısını
doğrudan
etkilemişti.
Gazeteler,
Musul
konusunda
Türk
tezini
desteklemelerine rağmen yeni kurulan cumhuriyeti tehlikeye atacak kadar önemli
görmemekteydiler. Türkiye bu konuda çok büyük fedakarlıklar yapmıştı. Asıl önemli
olan kurulan düzeni devam ettirerek barışı korumaktı. Tüm dünya ve Avrupa
devletleri Türkiye’nin bu fedakarlığını inkar edemezlerdi. İngiltere ile Türkiye
arasında sorunun çözümü, süreç içerisinde sürekli temenni edilmişti.
289
KAYMAZ; a. g. e, s. 594, 595
290
Doğru Yol, 21 Haziran 1926, No: 310, “Musul Muahedesi Avam Kamarası’nda”
123
C. Osmanlı Borçları
Lozan Antlaşması’nda borçların hangi devletler arasında bölüşüleceği
belirlenmiş olmasına rağmen, ana paranın borçlu devletler arasında nasıl
bölüşüleceğine karar verilmemişti. Buna, bir Türk temsilcisinin de katılımıyla
Paris’te toplanacak komisyon karar verecekti. Borçların yıllık taksitlerini Düyun-ı
umumiye yönetimi açıklayacaktı.
Düyun-ı umumiye 6 Kasım 1924’te yıllık taksitleri açıkladı. İlgili devletlerin
bir kısmı itiraz ettiğinden uluslar arası hakemliğe başvuruldu. Eugène Borel hakem
seçilmişti. 18 Haziran 1925’te açıklanan hakem kararına göre Osmanlı borçlarından
Türkiye’ye “84.597.495” altun lira pay düşmüştü. Bu, tüm borçların 2/3’ü demekti.
Yıllık ödenecek miktar, “5.809.312.96” Türk lirasıydı. Bir süre sonra ödemelerin
hangi para ile yapılacağı sorunu ortaya çıktığından 1929 yılına kadar ödemeler
durdurulmuştu. 13 Haziran 1928’de yapılan yeni bir antlaşma ile borcun Türk lirası
olarak ödenmesi kararlaştırıldı ve eski Düyun-ı Umumiye yönetimine son verildi.
Bunun yerine “Eski Osmanlı İmparatorluğunun Paylaştırılan Genel Borçları Kurulu”
adını taşıyan Paris merkezli yeni bir uluslar arası kurul oluşturuldu. 1929’da
ödemeler başladığına dünyada ekonomik bunalım ortaya çıkmış ve bu ödemelerde
yeni güçlükler yaratmıştı. 22 Haziran 1933’te yapılan yeni bir antlaşma ile
Türkiye’nin ödeyeceği taksitler 700.000 altun Türk lirasına indirildi. Yıllık ödemeler
20 yıl sürmüş, 25 Mayıs 1954’te son taksit ödenerek Türkiye’nin Osmanlı borcu
kapanmıştı.292
Times gazetesinin haberine göre Türk Hükümeti kağıt para ve borç
meselelerini görüşmekteydi. Yılda 2 milyon Türk lirasının tedavülden kaldırılması ve
291
KAYMAZ; a.g.e, s. 594
292
TURAN; a. g. e, C. III, Bölüm I, s. 261
124
borç
için
bu
dereceye
25
milyon
ödenmesinden
bahsediliyordu.
Lozan
Muahedesi’nde Türkiye kaybettiği toprağa karşılık olarak borcunun % 40’ından
kurtulmuştu. Savaş öncesinde 143 milyon İngiliz vadesinde olan borcu, 86 milyona
düşmüştür ki bu da önemli bir miktar değildi.293
Basındaki
haberlerde
Düyun-ı
umumiye
Meclisi’nin
çalışmalarına
değinilmişti. Suriye’de yayınlanan bir tamimde, Düyun-ı Umumiye dairelerinin
İstanbul ile haberleşmeyi kestiği bildirildi. Bir seneye kadar muamelat, Fransızca ve
Arapça yapılacağından Türk memurlarının bu dilleri öğrenmeleri gerektiği uyarısı
yapıldı.294 Times’ın yazdığı haberde, Düyun-ı Umumiye Meclisi resmen hükümete
müracaat etmiş ve Anadolu’daki Düyun-ı Umumiye gelirlerine ne zaman el
konulabileceğini, sormuştu.. Times muhabiri dainlerin asıl endişesinin Türk
hükümetinin ayırdıkları meblağın ödemesini sağlamak olduğunu söylüyordu: “Türk
hükümeti en acil imaret ve iskan işleri için bile gereken parayı bulmaktan acizdir.”
Muhabir, Türk hükümetinin Düyun-ı Umumiye’ye karşı barışçı davranmasını tavsiye
ederek Londra piyasasının Türkiye için pek vahim olacağını söylüyordu.295
Sırbistan’ın bakış açısının yayınlandığı haberde Sırbistan temsilcisi Mösyö
Jivkoviç’in sözlerine yer verilmişti: Jivkoviç Türkiye ile Sırbistan arasında hiçbir
itilaf noktası kalmadığını söyleyerek belirsiz kalan tek meselenin Düyun-ı Umumiye
olduğunu belirtiyordu: “Bilindiği gibi biz Lozan’da Düyun-ı Umumiye’nin taksimini
kabul etmediğimizden muahedeyi imzalamadık. Biz bu meselenin 1913 senesinde
Londra’da toplanmış olan konferansta halledilmiş olduğunu düşünüyoruz. Bundan
dolayı antlaşmayı imzalamaktansa meseleyi Türkiye ile aramızda halletmeyi uygun
293
Hakikat, 6 Teşrin-i evvel 1923, No: 154, “Ne Kadar Borcumuz Var?”
294
Hakikat, 13 Teşrin-i Evvel 1923, No: 155, “Türk Memurlarına İhtar”
295
Hakikat, 20 Teşrin-i Evvel 1923, No: 156
125
gördük.” Jivkoviç, iki hükümet arasında siyasi ilişkilerin oluşturulması için hiçbir
teşebbüs yapılmadığını da ekliyordu.296
Avam Kamarası’nda Düyun-ı Umumiye ile ilgili yapılan bazı görüşmeler
basına yansımıştı. Times gazetesinde çıkan haberde Mister Macdonald, Düyun-ı
Umumiye’nin kendisine tahsis edilen varidatını istimlakten mahrum edildiğini
bildirmişti. Filistin’deki Düyun-ı Umumiye şubeleri hakkında Macdonald, Filistin
Hükümeti’nin bu şubeleri kapatamadığını söyledi. Ayrıca kendilerine tahsis edilen
varidatı istimlak ederek ve Osmanlı Düyun-ı Umumiyesi hakkında kesin bir karara
varılıncaya kadar bankaya yatırmakta olduklarını belirtmişti.297
Avam Kamarasında Hariciye Müsteşarı Mister “Pansoni” Düyun-ı Umumiye
konusundaki sorular üzerine verdiği beyanatta, Fransızların Suriye’yi işgal ettikten
sonra Düyun-ı Umumiye’ye tahsis edilen varidat hakkında İngilizlerin hiçbir
malumatı olmadığını bildirdi. Türkiye hükümeti hamillerine danışmaksızın Düyun-ı
Umumiye’nin vaziyetini değiştirdi. Anlaşıldığına göre Düyun-ı Umumiye Meclisi,
Türk hükümeti ile bu mesele hakkında haberleşmektedir. Eğer bu haberleşme bir
sonuç vermezse İngiliz hükümeti diğer hükümetler ile görüşerek bir karara
varacaktı.298
Avam Kamarasında azadan biri baş vekilden, Zağlul Paşa ile yapılan
görüşmede Osmanlı Düyun-ı Umumiye’sinden bahs edilip edilmediğini sormuştu.
Mister Macdonald da verdiği cevapta Zağlul Paşa’ya bir muhtıra vererek onun da
buna cevap verdiğini belirtmişti.299
296
Hakikat, 15 Kanun-ı Evvel 1923, No: 164, “Türkiye ve Sırbistan”
297
Hakikat, 14 Haziran 1924, No: 188
298
Hakikat, 21 Haziran 1924, No: 189
299
Hakikat, 24 Teşrin-i Sani 1924, No: 211
126
Lozan görüşmeleri sırasında kuponlar meselesinde, Türkiye ile Fransa
arasında anlaşmazlık yaşanmıştı. Konunun daha sonra iki devlet arasında çözümüne
karar verildi. Ankara’da Musul görüşmeleri sürerken, Paris’te de Türk delegeler ile
Düyun-ı Umumiye’de bulunan alacaklı temsilcileriyle görüşmeler başladı. Alınan
haberlere göre taraflar arasında antlaşma sağlanamadığından Türk delegeleri geri
dönmeye karar verdi. Türk delegelerin geri dönme sebebi hakkında herhangi bir bilgi
alınamadı. Yakında Ankara’ya gidecek olan Türk delegelerinden Zekai Beyin
açıklaması
dönme
sebebini
gösterecekti.
Doğru
Yol,
taraflar
arasındaki
haberleşmenin devam edeceğini tahmin ediyor ve kesinti sebebi tam olarak
bilinmemesine karşın, bazı ihtimaller de göz ardı edilmiyordu. Buna göre; kesinti
sebebi olarak Düyun-ı Umumiye faizleri için Dainler Vekillerinin yıllık 2 buçuk
milyon lira talep etmesi ve Türk tarafının yalnız 1 milyon lira ödenmesinin teklif
edilmesi görülüyordu.300
D. Kabotaj
Kabotaj hakkı, bir devletin kendi limanları arsında yük ve yolcu taşıma
anlamına gelmektedir. İç ulaşım demek olan bu hak, ulusal ticaretin gelişmesi ve
ulusal ekonominin güçlenmesine önemli katkı sağlamaktadır. Bu da, devletlerin bu
hakkı yabancı bandıralı gemilere ve uyruklarına yasaklamasına veya sınırlandırmalar
getirmesine neden olmaktadır. Osmanlı döneminde yabancılar kapitülasyonları
ellerinde bulundurduklarından limanlar arasındaki ticaret de buna dahildi. I. Dünya
Savaşı’nda kapitülasyonlar tek taraflı kaldırılmışsa da bunların yabancı devletin de
300
Doğru Yol, 24 Mayıs 1926, No: 306, “Kuponlar Meselesi”
127
kabul ettiği şekliyle kaldırılması Lozan Antlaşması ile olmuştu. Bu antlaşmanın 24
Temmuz 1923 tarihli Ticaret Sözleşmesi’nin 9. maddesi kabotajla ilgiliydi:301
“Türkiye, aynı konuda kendisine karşılıklı işlemde bulunulması şartıyla, Türk
bayrağını taşıyan gemilere uygulamakta olduğuna eşit bir işlemi, ya da
herhangi bir başka devlete uygulamakta olduğu ya da uygulayabileceği daha
elverişli bir işlemi, öteki bağıtlı devletlerin gemilerine uygulamayı
yükümlenir. Türkiye, öteki bağıtlı devletlerden her birine karşı ve öteki
bağıtlı devletlerden her biri de Türkiye’ye karşı Türkiye’ye karşı balık
avcılığını, deniz kabotajını…kendi ulusal bayrağının tekelinde tutma hakkını
saklı bulundurmaktadır.”
Bu madde ile devlet kendi lehine kabotaj yasağı koymamış, ilgili devletler
kabotaj seferlerini kendi bayraklarını taşıyan gemilerle yapma hakkını saklı
tutmuşlardı. Bu durumda kabotaj yasağı konulmadıkça yabancı gemiler Türk
limanları arasında yük ve yolcu taşıyabileceklerdi.302
Lozan’da Türk heyeti, antlaşmanın yürürlüğe gireceği tarihten itibaren
kabotajın Türk milli bayrağına mahsus olunacağını, bu durumda 1923 yılı başında
Türkiye’de hizmette bulunan yabancı şirketlerin 1923 yılı sonuna kadar işlerini
devam ettirebileceklerini belirtmişti.303
Hakikat’te çıkan haberde, Lozan’a göre 30 Kanun-i evvelden sonra
Türkiye’de kabotaj hakkının Türklere ait olduğu zaten bilinen bir şey olduğu
vurgulanarak İngiliz gazetelerinin haberlerine yer verilmişti. İngilizler, kurtarma
vapurlarının kabotaja dahil olmadıklarını iddia ediyorlardı. Morning Post gazetesi
İngiliz temsilcisi Mister Anderson ‘un bu konuda şiddetli teşebbüslerde bulunduğu
bildiriliyordu.304
301
MERAY; a. g. e, Tkm. II, C. II, s. 77, 78
302
ÇAĞA, Tahir; “Türkiye’de Deniz Kabotajı Tekeli”, Lozan’ın 50. Yılına Armağan, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul 1978, s. 76
303
ÇAĞA; a. g. e, s. 81
304
Hakikat, 26 Kanun-ı Sani 1924, No: 170, “Kabotaj Hakkı ve Muhallis Vapurları”
128
815 sayılı kanundan önce 20 Şubat 1924’te kabul edilen “Türkler ve Türk
Şirketleri Tarafından Satın Alınan Buharlı Gemilerin Gümrük Vergisinden
İstisnasına Dair Kanun ”un ikinci maddesinde “Kabotaj hakkından istifade
maksadıyla muvazaalı olarak milli bayrak altına girmiş olduğu bilmuhakeme
tahakkuk eden sefain hükümet tarafından müsadere edilir.” yer almıştı.305
Çağa, Türk bayrağı taşıyan gemilerin kapitülasyonlar devrinde de Türk
limanları arasında yük ve yolcu taşıdıklarından kabotaj hakkının “bayrağımıza
intikal” veya “hükümetçe Türklere naklinden” söz edilemeyeceğini belirterek
Lozan’da Türk bayrağı taşıyan gemiler lehine kabotaj tekelinin kurulduğu zan ve
kabul edilerek, gerçekte olmayan kabotaj yasağı hakkında yapılan teklifin meclisçe
de kabul edildiğini vurguluyordu.306 Bu konuda gazetede çıkan haberde yabancı
bandıralı gemilerin memleketin yararına çalışmaktan uzak olacakları üzerinde
durularak bu konuda yapılacak muamele Ankara’dan sorulmuştu. Ankara’da yapılan
görüşmeler sonucunda Hariciye Vekaleti, İstanbul Vilayetine gönderdiği açıklamada
Lozan’ın 9. maddesinden bahsederek bu hükmün ne anlama geldiğini anlatıyordu:
“bu madde ile tabamıza hasr olunan cihet, yalnız kendi limanlarımız arasında eşya ve
yolcu nakliyatından ibaret olup yoksa bizim limanlarla ecnebi memleket limanları
arasında
seyrüsefer
nakliyat
hususatı
değildir.
Bundan
dolayı
adalardan
limanlarımıza gelecek olan ecnebi bandırasına sahip yelkenli kayıklar sadece
İtalya’nın idaresi, altında bulunan adalarla bizim sularımız arasında seyrüsefer
ediyorlarsa bunların seferleri kabotaj mefhumuna dahil olmadığından men’i kabil
değildir. Fakat adalardan geldikten sonra bizim sahillerimiz arasında seyrüsefer
305
ÇAĞA; a. g. m, s. 83
306
a. g. m, s. 84
129
eylemeye ve yolcu, eşya nakletmeye kalkışanları kabil olamayacağından hususun
derhal yasaklanması gerekecektir.”307
1921’de imzalanan Barcelona Sözleşmesi ile devletlerin kabotaj yasağı
koyma yetkisine sahip oldukları kabul edilmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
19 Nisan 1926’da “Türkiye Sahillerinde Deniz Nakliyatı ve Limanlarla Karasuları
İçinde Sanat ve Ticaret Yapma Hakkında Kanun” adlı 815 sayılı yasa kabul edildi.
Kabotaj yasası adı verilen bu yasa Türk karasularında, Marmara’da ve Türkiye’deki
nehirlerde ve göllerde gemi bulundurmak ve bunlarla ulaşımı düzenlemek, ticaret
yapmak hakkını yalnız Türk vatandaşlarına tanımaktaydı.308
Türkiye sahillerinden deniz nakliyatı “kabotaj” ve limanlarla kara suları
dahilinde hükümetçe hazırlanıp adliye encümeninde düzeltilen kanunun sureti
şudur:309
“Türkiye sahillerinin bir noktasından diğerine mal ve yolcu nakletmek ve
sahillerde limanlar dahilinde veya arasında her hangi mahiyette olursa olsun
bilcümle liman hizmetini ika etmek yalnız Türkiye sancağına sahip gemilere
aittir. Ecnebi gemileri ancak ecnebi memleketlerinden almış oldukları yolcu
ve yükü Türk limanlarına ihraç ederler ve Türk liman ve limanlarından ecnebi
liman ve limanlarına gidecek yolcu ve yükü de alırlar. -Kara suları dahilinde
balık, istiridye, midye, sünger, inci, mercan, sedef vs. gibi; kum, çakıl vs.
ihracı ve gerek deniz yüzünde ve gerek deniz altında mevcut kazazede
gemilerin ihraç ve tahliyesi, dalgıçlık, arayıcılık, deniz bakkallığı ve bütün
Türk vesait ve merakip-i bahriyesi durumunda kapudanlık, çerhicilik, katip,
taifelik ve amelelik vs. icrası ve iskele rıhtım hamallığı ve çeşitli deniz
esnaflığı icrası Türkiye tebaasına aittir. -Hükümetin muvaffakken ve hiçbir
hiçbir hak temin etmemek şartıyla ecnebi gemilerinin icra-yı sanat etmelerine
ve Türk tahsiliye gemilerinde ecnebi mütehassıs, kaptan ve taife istihdamına
müsaade edebilir. -Birinci madde hükmüne muhalif olarak Türkiye limanları
arasında kabotaj hakkını ihlal eden yabancı gemilere bin liradan on liraya
kadar nakdi ceza uygulanacak ve bu maddenin ikinci fıkrası gereğince
Türkiye limanlarından yük ve yolcu almak ve çıkarmaktan 6 aydan 1 seneye
307
Hakikat, 16 Şubat 1924, No: 173
308
TURAN; a. g. e, C. III, Bölüm I, s. 227
309
Hakikat, 3 Mayıs 1926, No: 276
130
kadar men olurlar. İş bu kanun ahkamı 1 Temmuz 1926 tarihinden
itibarendir.”
Söz’de, kanunun yürürlüğe konulması ile Türkiye-Kıbrıs arasındaki nakil
işlerinin alacağı şekilden bahsediliyor:310
“Temmuzun başından beri kabotaj hakkının milli bayrağa katıldığını Türk
basınından memnuniyetle okuduk. Seyr ü seferi düzene koymak zorunda olan
Türk Vapur Kumpanyalarının Kıbrıs’a da uğrayacaklarını ümit ediyoruz.
Kıbrıs’ın şimdiye kadar Türkiye ile olan ticaret ve nakil işleri yabancı
şirketler tarafından yapılmaktaydı. Mersin’e kadar gelen Türk gemilerinin
Kıbrıs’a uğramasının şirketin yararına olacağını düşünüyoruz. Özellikle
adadan taşınacak binlerce göçmeni yabancı bandıralarına muhtaç bırakmamak
gerekir.”
310
Söz, 31 Temmuz 1926, No: 249, “Kabotaj Hakkı”
131
III. DIŞ TEPKİLER
Bilindiği gibi Amerika Lozan Konferansı’na gözlemci sıfatıyla katılmıştı.
Türkiye ile Amerika arasında Lozan’da 16 Ağustos 1923’te bir dostluk ve ticaret
antlaşması imzalandı. İsmet Paşa ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Lozan
Konferansı’ndaki temsilcisi Joseph Grew arasında imzalanan bu antlaşma, iki devlet
arasındaki diplomatik ve ticari ilişkilerin kurulmasını amaçlıyordu. Bu antlaşma,
Türkiye ile Avrupalı devletler arasında imzalanan Lozan Antlaşması’nın uzantısı
olarak görüldü. Antlaşma, ABD resmi çevrelerinde ve kamuoyunda büyük
tartışmalara yol açtı. Bu nedenle onaylanması gecikmiş
ve 1927’de ABD
Senatosunca reddedilmişti. 1923’te başlayan tartışmalar 1923’a kadar sürdü. Senato,
1923’de bu antlaşma ile hemen hemen aynı hükümleri içeren yeni bir antlaşmayı
kabul etti.311
16 Ağustos tarihli antlaşma ile ABD, kapitülasyonların kaldırılmasını,
bunların yerine yeni bir ticari, hukuki ve diplomatik çerçeve konulmasını kabul
ediyordu. Bu antlaşma Türkiye’de Lozan Antlaşması ile birlikte kolayca
onaylanmasına rağmen ABD’de durum böyle olmadı. Antlaşmanın koşullarını
eleştirenler ve Türkiye ile ilişki kurulmasına karşı olanlar antlaşmayı hemen şiddetle
protesto etmeye başladılar. Buna karşın Türk Hükümeti ile ilişkileri destekleyen
sesler de artmıştı.312 Amerikan temsilcisi Grew, Türkiye’ye çok fazla taviz
verildiğini düşünüyordu. Senatoda ve halk arasındaki muhalifler antlaşmayı,
kapitülasyonlar ile Türkiye’deki Hıristiyanların korunması konusunda eleştirerek,
311
LİPPE, Johh M. Vander; “Öteki Lozan Antlaşması: Amerikan Kamuoyu ve Resmi
Çevrelerinde Türk-Amerikan İlişkileri Tartışması”, 70. Yılında Lozan Barış Antlaşması Uluslar
arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara 1994, s. 61
312
LİPPE; a. g. e, s. 73
132
ticari çıkarların ABD’nin Hıristiyanlara karşı taşıması gerektiğini düşündükleri
ahlaki sorumluluk pahasına korumakla suçlanıyordu. Muhalifler arasında ABD’nin
eski Osmanlı Büyükelçisi Henry Morgenthau, Senatör William King ve Senatör
Claude Swanson yer alıyordu. Resmi çevreler dışında Protestan Episkopal
Kilisesi’nden bir grup piskopos, Türkiye ilişki kurulmasına siyasal gerekçelerle karşı
çıkan yurttaşlar ve çeşitli gruplar bulunuyordu. Kamuoyunda ise ABD’nin
Almanya’daki eski Büyükelçisi James Gerard, David Hunter Miller ve New York’lu
avukat Vahan Cardashian muhalefetin sözcülüğünü yapıyordu.313 Amerikan
Cumhurbaşkanı
Coolidge,
kongre
meclisinde
verdiği
beyanatta
Düyun-ı
Umumiye’nin feshini kabul etmediklerini ve borçların İngiliz borcu hakkında
uygulanmış esaslar dairesinde tasfiyesine karşı olmadıklarını belirtmişti.314
Antlaşmayı destekleyenler ABD’nin Lozan Antlaşması çerçevesinde Avrupa
Devletleriyle aynı haklara sahip olduğunu ve daha uygun koşulların elde
edilemeyeceğini ileri sürüyorlardı. ABD’nin Hıristiyanları ancak güç kullanarak
koruyabileceğini, bununsa izolasyonist politika tercihlerine aykırı olduğu gibi
bölgede maliyeti yüksek askeri yükümlülükler üstlenmeyi de gerektirdiğini
söylüyorlardı. Ayrıca antlaşmayla yalnızca ticari girişimler değil Türkiye’de bulunan
tüm Amerikalıların ve Amerikan kurumlarının meşru çıkarları korunmaktaydı.315 Bu
cephede Dışişleri Bakanı Charles Hughes, ardılı Frank Kellog, Joseph Grew, Mark
Bristol yer alıyordu. Senatoda ise 1925’te Dış İlişkiler Komisyonu başkanı olan
Senatör William Borah, bulunuyordu. Türkiye’de çıkarı olan Amerikan işadamları ve
313
a. g. e, s. 75
314
Hakikat, 22 Kanun-ı Evvel 1923, No: 165
315
LİPPE; a. g. e, s. 74
133
kuruluşları, Ortadoğu’da etkinlik gösteren Amerikan misyonerlik ve eğitim
kurumları da antlaşmayı destekleyenler arasındaydı.316
Basında bu konuda yer alan haberlere bakıldığında Amerikan kamuoyundaki
tartışmaların sıkça işlendiği görülmektedir. Hakikatte çıkan haberde Chester
imtiyazından317 bahsedilerek Türk-Amerikan ekonomik ilişkilerine değiniliyor:318
“Araştırma için Ankara’ya gelen Mister Markson Chester imtiyazının
uygulanmama nedeni olarak Amerikalıların imtiyaz işlerindeki
tecrübesizliklerini gösteriyor. Markson’a göre bu imtiyaz İngilizlere
verilseydi mutlaka bunda başarılı olacaklardı. İmtiyazın neticesi, İngilizlerle
Fransızların Türkiye’deki iktisadi rekabetlerine son vererek Amerikalıların
aleyhinde işbirliği yapmaları oldu. “İngiliz ve Fransızlar Amerikalılardan %5
faizle borç alarak Türkiye’de % 10 faiz temin eden işlere girdiler. Yani
Amerika sermayesi karşısında yine Fransızların elindeki Amerika sermayesi
rağbet gördü.” Mister Markson, Chester imtiyazı konusundaki
başarısızlıklarına rağmen Amerikalıların Türkiye’de iktisadi faaliyetlerde
bulunmalarını teşvik ederek ve Türklerin Amerikalılar hakkındaki
tevcihlerinin hala olduğunu belirtiyor.”
Antlaşmanın onaylanma sürecinde Amerikan Senatosunda uzun süreli
tartışmalar olmuştu. Çıkan haberde kamuoyundaki taraflaşmalar üzerinde duruldu:319
316
a. g. e, s. 74
317
Chester İmtiyazı: Doğu Anadolu’da yaklaşık olarak 4300 kilometre uzunluğunda bir demiryolu
döşenecek, Musul’u da içine alacak olan bu hat, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki bazı limanları da
içeriyordu. Chester Şirketi, demiryolunun iki yanında 40 kilometrelik bir alanda tüm madenleri
işletme hakkına
ve gerekli gördüğü taktirde yeni demiryollarını yapma ve işletme hakkına 99
seneliğine sahip olacaktı. Amerika’nın Osmanlı döneminden beri üzerinde durduğu bu imtiyaz,
1907’de ortaya çıkmasına rağmen Mebusan Meclisi’nde onaylanmayınca yürürlüğe giremedi. Proje,
kurulan yeni Türk devletine de sunularak 9 Nisan 1923’te TBMM’de kabul edildi. Bu durum Türk
kamuoyunda ve Lozan görüşmelerinde tepkiyle karşılanmış, İngiltere ve Fransa sermayedarları da eşit
rekabet şartlarının getirilmesini istemişti. Musul Türkiye’de kalmayınca Chester grubu Türkiye’deki
maden yataklarını cazip bulmamış ve sözleşmeyi uygulamaktan uzak durmuştu. İLHAN, Murat;
Türkiye’de Demiryolları ve Demiryolları Politikası, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004, s. 34-39
318
Hakikat, 17 Kanun-ı Sani 1924, No: 169, “Amerikalı Muharrir Mister Markson’un Şayan-ı Dikkat
Bir Makalesi”
319
Hakikat, 26 Kanun-ı Sani 1924, No: 170, “Amerika’da Muahedemiz Lehine Bir Cereyan”
134
“Amerika’nın Lozan antlaşmasını ne zaman onaylayacağı henüz
bilinmiyordu. Amerika’da anayasaya göre antlaşmayı sadece Ayan Meclisi
[Senato] onaylama yetkisine sahipti. Amerika’da bu antlaşmanın onaylanması
aleyhinde bulunanlar gibi, antlaşmaya taraftar olanlar da çoktu. New York’ta
antlaşmanın onaylanması lehinde propaganda yapmak için bir komite
oluşturuldu. Komitede Amerika’nın İstanbul Elçiliği tanınmış müsteşarı
Mister Filip Brown, Robert Kolej öğretmenlerinden Mister Lorens Moor ve
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da bulunan Amerika Şark Muavenet
Heyeti’nin reisi Miss Billing bulunuyordu.”
Amerika’nın tanınmış yazarlarından biri Ankara’da Yeni Gün gazetesi ile
yaptığı röportajda, Türkiye’nin yeni demokrasi sistemi üç sebepten dolayı dünyanın
ilgisini çektiğini belirtti: “Türkiye birçok zorluğa karşı gelerek kendine bir vatan
temin edebildi ve Amerika’dakine benzer bir demokrasi sistemi oluşturdu. Askeri ve
siyesi bir şahsiyet olan Mustafa Kemal Paşa’nın dehası sonucu olarak Türkiye bütün
ilgiyi üzerine çekti. Türkiye’yi Mustafa Kemal’in dehası ortaya çıkarmıştı. Hayata
karışan Türk kadınlarının, özellikle Latife ve Halide hanımlar Amerika’da büyük ilgi
uyandırmıştı.” Yazara göre Türkiye savaşta olduğu gibi sonrasındaki barış ve iktisadi
devrelerinde de büyük rekorlar elde edebilecek durumdadır. İktisadi olarak
Türkiye’nin ayağa kalkması için tek çare “açık kapı” diye tabir edilen siyasettir.
Chester projesi Türkiye-Amerikan ilişkilerinin ilk adımı olup Amerikalılar, Chester
Projesine iyi bir şekilde vakıf olursa, onun getireceği büyük menfaatleri görerek
şerefleneceklerdir. Bugün dünyada en önemli iş, iktisadi hayatın geri dönmesidir.
Avrupa’nın bugün iktisadi uçurumda olmasının nedeni Fransa’nın Ruhr’da
bulunmasıyla ekonomi ve siyasetin birbirine karıştırılmasıdır. Avrupa’daki
konferanslara diplomatların yerine ekonomi uzmanları gönderilinceye kadar,
Avrupa’da iktisadi sulh oluşturulamayacaktır. “Ankara’ya gelme sebebim, burasının
bugün dünyanın en anlamlı ve tarihi noktası olmasındandır. Ankara bir gün
dünyadaki barış için uluslar arası demokrasinin yolu üzerinde olacaktır. Burada
135
görüştüğüm Rauf Bey, Amerika’nın ruh halini çok iyi anlıyor. Avrupa’nın Türkiye
hakkındaki düşüncelerine gelince; İngiltere’de Türk demokrasisinin başarılı olup
olamayacağı konusunda birbirine zıt iki taraf var. Bununla beraber Türkiye hiçbir
yerde
yeterince
anlaşılamadı.
Ben
Türkiye’yi
Amerika’da
tanıtabilmeyi
amaçlıyorum.” diyen yazar Türk demokrasisine de hayran olduğunu söylüyor.320
New York’tan bildirilen haberde, Amerika Yakındoğu Ticaret Odası’nın
Amerika’ya geri dönem İstanbul Ataşesi Gillespie şerefine verilen yemekte
Gillespie’nin sözlerine yer verildi. Gillespie, Türkiye’nin Amerika ile olan ticari
ilişkilerinden bahsedilerek Anadolu’nun 1918’den beri ilk defa olarak dünyaya
açıldığı için mamulat-ı sınaiye muhtaç olduğu üzerinde durdu: “Türkiye çiftçi
memleketi olduğu için ziraat aletlerine muhtaç ve talip bir ülkedir. Bütün bunlar
Amerika tüccarı için yeni açılmış fırsatlardır. Almanya ve Çekoslovakya’nın
İstanbul’da temsilcileri vardır ve Türklere çok elverişli şartlar sunuyorlar. Bu nedenle
Amerika Yakındoğu’da bu ülkelerin ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalacak.
Ancak Türkler, Amerikalılara karşı pek müsaitdirler. Amerika tüccarı ve
sermayesinin Türkiye’de iş sahası vardır. Yakındoğu’daki uzun seyahatinden dönem
Mister İraf Sarfoson’un sözleri dikkat çekicidir:“Bugün dünyanın en şayan-ı dikkat
adamı Mustafa Kemal Paşa’dır. Bugün Avrupa’da üç mühim şahsiyet vardır: Lenin,
Musollini ve Mustafa Kemal Paşa. Bu üç büyük şahsiyetin de en büyüğü Kemal
Paşa’dır. Mustafa Kemal Paşa Türkiye’yi kurtarmakla kalmamış, şarkta dünyanın en
demokratik hükümetlerinden birini tesis etmiştir.”321
320
Hakikat, 4 Ağustos 1923, No: 146, “Genç Türkiye Hakkında”
321
Diğer makalelerde de vurgulandığı gibi Türk devletinin demokratikliği üzerinde durulup kurulan
düzen taktir ediliyor. Ardından da ekonomik faaliyetlerin gerekliliğinden bahsediliyor. Amerika
sermayesinin Anadolu’da yer edinme çabasına açık bir örnek olan makale, Lozan sonrası yabancı
136
Morning Post gazetesinin Washington özel muhabirinin bildirdiğine göre
Cumhurbaşkanı Mister Coolidge, Lozan Muahedesi’nin 4 Mart’tan evvel tasdik
edilmesini talep etmiştir. Muahedenin tasdikinin ardından Türkiye ile Amerika
arasında siyasi ilişkiler tekrar tesis edilecektir.322
Ankara’dan bildirilen haberde, istihbarata göre Türkiye ile Birleşik Devletler
arasında yapılan muahedenin Amerika ayanınca tasdiki elde edildiğinden Türkiye
Hükümeti şimdiden Amerika ile mal ticaretinden, Lozan’da kararlaştırılan esaslara
göre gümrük alınması kararlaştırıldı.323
Amerikan Elçiliği baş katibi ve konsolosu “Mister Hek” Lozan muahedesinin
tasdiki hakkında beyanatta bulundu. Buna göre “Hek”, muahede aleyhinde çalışanlar
meyanında Morgenthau
ve Gerard gibi önemli şahsiyetlerin mevcut olduğunu,
Demokrat Fırkasının muahedeyi tasdike eğilim gösterdiğini, hariciye encümeni
muahedeyi kabul etmiş ise de çoğunluk oluşturmadan meclise sevk edemeyeceğini
söyledi. “Bundan dolayı muahede meclise sevk edilse de onaylanamazdı. Cemiyet-i
Akvam meselesi bile karara bağlanmadı. Amerika’da muahedat Ayan Meclisi’nden
geçerek yürürlüğe girdiği halde gümrük vs. gibi şeyler meclis-i mebusan tarafından
müzakere ile bir karara bağlanabilir. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin
Amerika emtiasına gösterdiği en ziyade mahzar müsademat muamelesine Ankara da
aynı suretle mukabele gösterecektir.”Türkiye’nin gümrük tarifesini artırması halinde
olabilecekler üzerinde duruluyor: “Sekiz misli gümrük tarifesi uygulandığı taktirde
Amerika da aynı muameleyi uygulayacak reis-i cumhur yetkisi vardır. Dikkat edilirse
sermayenin tutumuna ilişkin fikir edinme açısından önemlidir. Hakikat, 1 Kanun-ı Evvel 1923, No:
162, “Amerika’da Türkiye Lehine Nutuklar”
322
Hakikat, 9 Şubat 1925, No: 222
323
Hakikat, 9 Mart 1925, No: 226
137
Amerika’da Türkiye’ye yapılan ihracatın en önemlisini un ve buğday oluşturur.
Anadolu üretiminin Amerika üretimine ihtiyaç göstermeyecek raddeye vasıl olması
sebebiyle un ve buğday nakli dahil edilmezse Amerika’dan olan ithalata karşın
Türkiye’nin Amerika’ya ihracatı daha fazladır. Amerika’dan otomobil, traktör vs.
ithalatına karşı Türkiye’den tütün, incir, üzüm, palamut ve kemik vs. ihraç
etmektedir. Türkiye’den Amerika’ya üç misli ihracat yapılmaktadır. Amerika’nın bu
günkü gümrük resmi harb-i umumiden öncekinden aşağıdır. Şayet Türkiye’deki
gümrük resmi artarsa Amerikan tüccarları Rusya’dan vs. memleketlerden tütün vs.
alabilirler.”324
Protestan Episkopal Kilisesi, antlaşma aleyhindeki faaliyetlerini sürdürerek
Senato nezdinde protestoda bulunmuştu. 1926 ilkbaharında New York Episkopal
Kilisesi Piskoposu Joseph Manning’in önderlik ettiği 110 piskopos Senatoya
başvurarak Amerika’nın Hıristiyan’ca duygularının Lozan Antlaşmasının mevcut
şekliyle onaylanmasına karşı olduğunu bildirdiler.325 Hakikat’te çıkan haberde
piskoposların sayısı farklı olarak yer almıştı:326
“Chicago Tribune’ün Washington muhabirinin bildirdiğine göre Birleşik
Devletler Protestan Episkopal Kilisesine mensup 10-15 piskopos tarafından
bütün meclis-i ayan azasına gönderilen protesto namenin bir nüshası da ayanı hariciye encümeni reisi Mister Borah’a gönderilmiştir. Borah, verdiği
beyanatta Lozan Muahedesinin kabul edilebilir ve yapılabilecek en iyi
muahede olduğunu, Türkiye’deki Amerikan tebaası tarafından da iyi bir
nazarla bakıldığını beyan etmiştir. Burah, protesto nameyi tanzim eden
piskoposların reisi Piskopos Manning’e göndermiş olduğu bir cevap namede
Türkiye’nin Hıristiyan bir devlet olmamasından dolayı Lozan’ın ilgası
iddiasının katiyen akıl ve fikrin kabul edemeyeceği bir şey olduğunu beyan
eylemiştir.”
324
Hakikat, 22 Şubat 1926, No: 268
325
LİPPE; a. g. e, s. 79
326
Hakikat, 26 Nisan 1926, No: 275
138
Verilen bilgiye göre Amerikan meclis-i ayanı Lozan Muahedesinin
müzakeresine başlamıştır. Muahedenin bu defaki müzakeresinde tasdik edileceği
ümit edilmektedir.327
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra bütün delegeler oradan
ayrılmış, ancak Türk delegeleri orada kalarak Amerika ile olan müzakerelere devam
ediyorlardı. Avrupa basını Lozan Konferansı’nın sonucu hakkında makaleler
yayınlıyorlardı.328 Kıbrıs Türk basınında gerek kutlama mahiyetinde, gerek
antlaşmanın onaylanma sürecine, gerekse antlaşma hakkında yabancı basında çıkan
haberlerden alıntılar yapılmıştı.
Deba (Journal dés Debats) gazetesinin muhabirine göre, Türkler Lozan’da
müttefiklerin aralarındaki anlaşmazlıklardan faydalandılar. Başarılarını buna
borçludurlar. Görünüşe göre bu garip siyasetin iflası ancak bugün pek geç olarak
dikkate alınıyor. Bunun içindir ki Paris, Roma ve Londra’da antlaşmanın
imzalanması için acele edilmiyor. Müttefik devletler Lozan’dan eğer zaferle çıkmış
olsalardı, ilk konferanstaki baş delegeler de imza için Lozan’a kesin olarak gelirdi.
İkinci konferans baş delegelerinin görevi çok zor oldu. Bunlar uzaktan idare
edildiklerinden serbestçe karar veremediler. Ancak bu sınırlı imkanlara rağmen yüne
de iyi sonuçlar alabildiler. Mesela, 4 Şubat’tan daha iyi bir adliye formülü kabul
edilmesini General Pelle’ye borçluyuz. Pelle, Sir Horas Rumbold ile iyi bir
işbirliğine girdi. Ancak bunda pek geç kalındı.329
Hakikat’e göre, barışın hem milli hem de dini bayramlarla karışması güzel bir
gelecek için hayırlı bir işarettir. İsmet Paşa savaş meydanında gösterdiği başarıyı
327
Hakikat, 23 Teşrin-i Sani 1925, No: 257
328
Hakikat, 11 Ağustos 1923, No: 147
329
Hakikat, 11 Ağustos 1923, No: 147, “Sulh ve Deba”
139
siyasi alanda da gösterdi. Türk milleti barış antlaşmasına kadar gelen süreçte
dünyada
şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde büyük fedakarlıklar göstererek
önemli bir zafer elde etti. Gazete, dünya savaşından önce Türklerin durumundan
bahsederek kötü
bir tablo çiziyor: “Trablusgarp ve Balkan yenilgileri,
kapitülasyonların götürdükleri, ülke içindeki yabancıların tutumları haysiyetimizi
yıpratmış ve çok ağır darbeler vermiştir. İttihat Terakki Erkanı, tamamen mahvolmak
yerine hakikaten istiklaline sahip ve hükümet kurmak için derhal ehven-i şer add
olunan tarafı ilzam ile harb-i umumiye girmekte tereddüt göstermediler. Savaştan
beklenilen Almanlarla birlikte galip gelerek, kapitülasyonlardan kurtulmak
kaybedilen toprakları elde ederek siyasi bir bütünlük sağlamaktı. Aksini düşünmeyi
kimse istemiyordu. Ya Trablusgarp ve Balkan Harbleri ile kırılan, paçavraya dönen
milli şeref ve istiklal kurtarılacak, ya da tamamen yok olunup gidilecekti. Bir milletin
hayatını belirleyecek olan oyun başladı. Zarlar atıldı. Ama hesap doğru çıkmayınca
kaybedildi. Türk milleti ve İslam ailesine ait son hükümetin ikraz saatinin geldiğine
kanaat getirildi ve saat çalmaya başladı.” Ancak bütün dünyanın hayretleri önünde
bu saatin yelkovanı birdenbire yön değiştirdi. Büyük devletlerin Anadolu’da verdiği
idam hükmüne itiraz eden bir kuvvet doğduğu belirtildi. Milli Mücadele’den
bahsedilerek I. Dünya Savaşı’nın sonucuna değiniliyor: “Bu kuvvet dünya savaşını
kaybettiğini kabul etmekle birlikte, kaybettiği toprak ve istiklalini geri isteyen bir
milletti. Türkleri büsbütün yıkmak ve ezmek isteyen devletler en doğru zamanı
bulduklarına inanıyorlardı. Vatandaşların bir kısmı buna karşı konulamayacağını
düşünmekte ise de asıl halk başını koltuğunun altına alarak savaş meydanına koştu.
Bu açıklamalardan sonra biz, şimdiye kadar söylenmemiş bir doğruyu ortaya atarak
diyeceğiz ki hadisatın bu surette ceryan etmesi, cihan harbinden mağluben
140
çıkmaklığımız hakkımızda pek ziyade hayırlı olmuştur. Harb senetlerini, Almanların
bizi sömürge olarak köle ve uşak halinde görmek istemelerini unutmamalıyız. Eğer
dünya savaşı Almanların zaferiyle son bulmuş olsaydı, bizim de zafer kazanmış
olduğumuz hiç dikkate alınmayacaktı ve Almanlar tarafından vücudumuza saplanan
çivilerin yol açtığı çürümelerin çaresi bulunamayacaktı. Cihan harbi yenilgisi bizi
Almanlar’dan kurtardı. Galibiyetimiz de diğer istilacılardan kurtulmamıza yol
açtı.”330
Mısır’daki Haremeyn-i Şerifeyn Müdafaa Merkezi “Türkiye’nin kazandığı
askeri zaferlerden sonra ,imzaladığı barış antlaşması bütün İslam aleminde sevinçle
karşılandı. Allah İslam alemine Türk milletinin eksikliğini göstermesin.” diyerek
Türkiye’yi başarısından dolayı tebrik ediyor.331
“Büyük kardeş ve rehber milletin Sevr esaretnamesini yırtarak barış
antlaşmasını imzalaması istiklallerini kazanma konusunda bütün Türklere örnek
olacaktır” diyen Azerbaycan Türkleri adına Resulzade Mehmet Emin, Türkleri elde
ettikleri askeri zaferin ardından Lozan’da imzalana antlaşma dolayısıyla TBMM
Reisi Gazi Mustafa Kemal paşa’yı ve Meclisi tebrik ediyor.332
Lozan’da Türkiye-Romanya yakınlaşması olmuş, konferans tamamlanmadan
iki devlet arasında yarı resmi diplomatik ilişkiler kurulmuştu. İsmet Paşa,
konferansın kesintiye uğraması ile Bükreş üzerinden Türkiye’ye dönmüştü. Türkler
Romanya’da sıcak bir kabul görmüştü. İsmet Paşa sonradan, “Her yerde
temsilcilerimiz kötü kabul gördü. Türk temsilcisini dostça kabul eden tek ülke
330
Hakikat, 18 Ağustos 1923, No: 148, “Sulh İçinde”
331
Hakikat, 8 Eylül 1923, No: 151, “Mısırlı Kardaşlarımız Sulhumuzu Tebrik Ediyor”
332
Hakikat, 11 Ağustos 1923, No: 147, “Azerbaycanlılar’ın Tebrikatı ”
141
Romanya oldu.” demişti.333 Romanya’nın resmi çevrelerinden edinilen izlenime göre
Türkiye ile sıkı bir dostluk oluşturulmaya çalışılıyor. Konferans
Romanya
muhalefeti, yakın bir zamanda dostluğun temennisini dilemekle beraber büyükelçilik
için, barış antlaşmasının Romanya Mebusan Meclisinde
buluyordu. Türkiye’yi
onaylanmasını gerekli
Bükreş’te resmi olarak Cevat Bey temsil etmekteydi.334
Romanya ile Türkiye arasında 17 Ekim 1933’te Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması
imzalanmıştı.335
Morning post’un haberine göre, Londra’da “Lord Edward Glifmen”in
başkanlık ettiği Yakındoğu ve Ortadoğu hakkında bir toplantı yapıldı. “Glifmen”
nutkunda, Lozan Konferansı’nın sonuçlanmasından dolayı kendilerini tebrik
ettiklerini ve Türklerle İngilizlerin anlaşmasını amaç edindiklerinden buna
ulaştıklarını söyledi. Yakındoğu’da kırk sene ikamet eden Frank Vitol, Türklerin
İngilizleri hala taktir ettiğini ve Türklerin elde ettikleri sonuçlardan dolayı memnun
olduklarını söylüyor. Türkler bir tek İngilizlere mağlup oldular. Vitol “Türklere
namuskarane ve adaletli muamele etmiş olsaydık beş on sene sonra mazide olduğu
kadar şarkda hakim olurduk.” diyor.336
İngiltere Başvekili Mister Baldwin siyasi durum hakkında verdiği durum
hakkında Lozan’a değinerek bunun sadece İngilizlerin menfaatini korumadığını
Yakındoğu’da da bozuk olan birkaç örfiye ve diniyyenin uzlaştırılmasına sebep
333
MAXİM, Mihai; “Lozan Konferansı ve Romanya”, 70. Yılında Lozan Barış Antlaşması Uluslar
arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara 1994, s. 49
334
Hakikat, 15 Eylül 1923, No: 152
335
SOYSAL; a. g. e, s. 446
336
Hakikat, 25 Ağustos 1923, No: 149, “İngiltere’de Sulh Nasıl Telakki Edildi?”
142
oluyor. Lozan, devamlı bir sükunet sağlamasının yanı sıra ekonomik durumun
esaslarını da ortaya koyuyor.337
Birkaç haftadan beri İngiltere’nin Umum müstemlekeleri mümessilleri
Londra’da bir imparatorluk konferansı yapıyorlar. Morning Post gazetesi,
konferansta Şark meselesine değinildiğini bildiriyor. Buna göre, müstemleke
mümessilleri Türkiye ile sulh akd edildiğinden dolayı memnun olduklarını beyan
ettiler. Ayrıca İngiltere için siyasi, askeri ve mali endişeler de ortadan kalkıyor.
Özellikle imparatorluğun birçok yerinde bulunan Müslüman İngiliz tebaasının
istekleri de tatmin edilmiş oluyordu.338
Tan
gazetesinin,
İngiltere’nin
İslam
alemindeki
entrikalı
siyasetini
aydınlatmak için yayınladığı makale İngiliz çevrelerinde tepkiye yol açtı. Daily
Telegrapf gazetesinin diplomasi muhabiri buna cevaben diyor ki:339
“Refikimiz Tan gazetesinin Lozan Muahedesinin derhal tasdikini gerekçe
göstererek Türkiye ve Mısır’da İngiliz ve İtalyan entrikalarına dayanarak
yaptığı yayın İngiliz muhalefetinde esefle karşılandı. Tan’ın hayali olarak
nitelendi. İngiltere hükümeti öteden beri hilafet meselesine karşı İngiliz
İmparatorluğu dahilindeki Müslümanların inançlarını müdafaa zımnında
beyan etmek bir vazife olarak hissetseler bile daima son derece tarafsız
olmuşlardı. Hicaz Kralı Hüseyin’in Kuveyt konferansının dışında bırakıldığı
iddiası dahi esas değildir. Kral Hüseyin ilk defa bu konferansa davet edilmiş
ve şimdi iki hükümdar oğlu ile iyi ilişkilerde bulunmaktadır. Bu Mısır
hilafetinin desteklemesi esnasında İngiltere’den ziyada İtalya kastedilmekte
ve bugün İtalya bir miktar Mısır arazisinin kendisine terki hakkında
görüşmelerde bulunmaktadır…”
Times’dan okunduğuna göre Avam Kamarası’nda “Mister Omiziger”
tarafından verilen gensoruya cevaben hariciye müsteşarı “Mister Bunsoti" beyanatta
337
Hakikat, 20 Teşrin-i Evvel 1923, No: 156, “Mister Baldwin”
338
Hakikat, 8 Kanun-ı Evvel 1923, No: 163, “Lozan Sulhü”
339
Hakikat, 2 Şubat 1924, No: 171
143
bulunarak Lozan Muahedesinin onaylanmasının ne zaman biteceğine dair şimdilik
söz verilemeyeceğini belirtmişti.340
Lozan Antlaşmasının onaylanması meselesi hakkında İngiltere ile Kanada
arasında yapılan haberleşme İngiliz gazeteleri tarafından yayınlanmıştı.. Buna göre
antlaşmanın onaylanması İngiltere ile Kanada arasındaki ilişkilerin mühim
olmasından ileri gelmektedir. Kanada hükümeti, İngiliz hükümetine yazdığı bir
notada Lozan’a davet edilmediğinden antlaşmayı onaylamayacağını bildirmiştir.
İngilizlere göre bir sömürgenin uluslar arası bir konferansa davet edilmesi lazım
değildir. Hariç ile ilişkide İngiltere, Umum İngiliz İmparatorluğu temsil etmektedir.
Mesele İngilizler için çok önemlidir. Çünkü şimdiye kadar dominyonlar içişlerinde
tamamen müstakil idiler. Yalnız hariçle ilişkilerde İngiltere’ye bağlı idiler. Şimdi bu
meselede istiklallerini ilan ederlerse tamamen müstakil devlet olacaklardır. Times
gazetesi bu mesele hakkında yazdığı bir baş makalede diyor ki: “İngiltere önemli bir
teşkilat maddesiyle karşılaşmıştır. Britanya İmparatorluğu dışa karşı birlik mi değil
midir? Yani böyle imparatorluk var mıdır, yok mudur? Bu imparatorluğu teşkil eden
devletler kendi başlarına hariçle ilişkide bulunabilirler mi, bulunamazlar mı?” Times,
bu suallere verilecek cevaba göre İngiliz İmparatorluğunun mevcut olup olmadığının
anlaşılacağını bildiriyor.341
İngiltere Başvekili Mister Macdonald, Avam Kamarası’nda İngiltere
hükümetinin Lozan Muahedesini henüz tasdik etmediğini, muahedenin yalnız
Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Japonya tarafından tasdik olunduğunu söylemiştir.342
340
Hakikat, 6 Haziran 1924, No: 187
341
Hakikat, 14 Temmuz 1924, No: 192
342
Hakikat, 14 Temmuz 1924, No: 192
144
Hakikat’teki Lozan’ın onaylanmasına dair
yapılan yorumda,
Lozan
Antlaşmasının onaylanması imza edildikten tam 1 sene 10 gün sonra yürürlüğe
girdiği belirtilerek; “Hakikatte faalen
mütarekeden beri sulh tesis etmiş ise de
hükmen sulhün tarihi 6 Ağustos 1924’tür. Çünkü düvel-i muazzama ile aramızdaki
savaşa son veren muahedenin yürürlüğe girdiği tarih asıl bu tarihtir. Muahede
yürürlüğe girmeden önce hükümsüz kalan Sevr Muahedesinden pek farklı değildi.
Muhtelif devletlerin meclis-i mebusanları tarafından tasdiki bile önemsiz idi. Çünkü
devletler istedikleri zaman sözlerinden geri dönebilirlerdi. Muahedenin ne suretle
yürürlüğe gireceği sonuncu maddesinde belirtilmiştir.” denilmişti.343
Hakimiyet-i Milliye’den alınan makalede Yunanistan’dan sonra Romanya’nın
da barış antlaşmasını tartışmasız kabul ettiği haber veriliyor. Antlaşma bütün insanlık
için bir barış dönemi mahiyetindedir. Son asrın dünya siyasetinde etkili bir rol
oynayan Balkanları da kapsayan bu barış karşısında devletlerin tutumuna bakılacak
olursa; İngiltere, hükümet oluşturacak formülü tesbit etmekle meşguldür.
Britanya’nın antlaşmanın kabulü hakkında kötü niyetli olmasını gerektiren bir durum
yoktur. Aksine, İstanbul limanındaki savaş gemilerinin kararlaştırılan zamandan
evvel çekilmesi için gösterilen çaba, hilal-i ahmer cemiyetinin Hindistan’a
gönderilmesi konusunda hükümetimize verilen cevap ve İstanbul’daki İngiliz
temsilcisinin beyanatı bizim açımızdan iyilikperver hususlardır. Fransa hükümetinin
Lozan Antlaşmasını parlamentoda müzakere etmesi memnuniyet verici bir
durumdur. İtalya’nın da bir an evvel bu önemli görevi yerine getirmesi bekleniyor.
Amerika ile olan temaslar memnuniyet vericidir. Kara gün dostumuz ve samimi
komşumuz olan Rusya ile de ticaret mukavelenamesinin bir an önce yapılması
343
Hakikat, 25 Ağustos 1924, No: 198
145
gerekiyor. Lehistan ile olan ilişkilere de değinilerek yeni temel üzerinde samimi bir
oluşum başlangıcından söz ediliyor.344
Ermeniler Lozan Antlaşması’nı hiçbir şekilde olumlu karşılamamıştı.
Morning Post gazetesi’ne göre Paris’te bulunan Ermeni Cumhuriyeti Heyeti, Sevr
muahedesini Türkiye ile imzalayan devletlere bir nota göndererek Sevr’in Lozan ile
değiştirilmesini şiddetle protesto ettiler. Sevr’in bir dereceye kadar Ermenilerin
menfaatini temin eylediği halde Lozan’ın Ermeniler’den hiç bahsetmediğini beyan
ettiler.345
344
Hakikat, 5 Kanun-i Sani 1924, No: 167, “Harici Vaziyetimiz”
345
Hakikat, 15 Eylül 1923, No: 152, “Ermeniler Sulh Muahedesini Protesto Ediyorlar”
146
SONUÇ
Kıbrıs adası, Osmanlı Dönemi’nde İngiltere’ye kiralanmasına rağmen, ada
Türkleri Türkiye ile bağlarını koparmayarak sömürge yönetimine rağmen, Kurtuluş
Savaşı’nda, Anadolu’ya yardımlarıyla destek olmuşlardı. Türkiye’deki gelişmeler
adadan her zaman izlenmiş, Lozan Konferansı da yakından takip edilmişti.
I. Bölümde Lozan Konferansı sırasındaki gelişmelerin basına yansıması
işlendi. Burada özellikle, Hakikat ve Ankebut gazetelerinden yararlanıldı. Türkiye
gazetelerinden Tan ve Hakimiyet-i Milliye’den alıntılar yapıldı. Konferans
konularından özellikle adalar ve mübadele konularının kamuoyunun ilgisini çektiği
görülmektedir. Bu konular hakkında daha çok gelişmeler aktarılmış ve yorum
yapılmamıştı. Kıbrıs’ın da Osmanlı’dan kopan, Türk nüfusuna sahip bir ada oluşu,
bu konularla daha fazla ilgilenme nedenlerini açıklamaktadır.
II. Bölümde Lozan sonrası kamuoyuna yansıyan sorunlar üzerinde duruldu.
Hakikat’in yanı sıra Doğru Yol, Birlik ve Söz gazetelerinden yararlanıldı. Özellikle
Musul konusu, basında oldukça sık yer almıştı. Basında çıkan haberlere bakıldığında
“Türkiye’nin elinden geleni yaptığı” düşüncesinin hakim olduğu görülüyordu.
Musul, kaybedilmiş olsa da Türkiye, gerekeni yapmıştı. Basına göre, hiçbir şey yeni
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye atacak kadar önemli değildi. Kaymaz,346
Türkiye basınının bu dönemde denetim altında olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre
Devlet, Musul’u kaybetmesine rağmen çok fazla olumsuz tepki görmemiş, resmi
değerlendirmeler de kısa ve yüzeysel bir şekilde geçiştirilmişti. Kıbrıs basını, Musul
gelişmelerini Türkiye gazetelerinden izlediğinden eleştirel bir yaklaşımın Türkiye
gazetelerine yansımaması, Kıbrıs’ın bakış açısını da doğrudan etkilemiş olabilir.
346
KAYMAZ; a.g.e, s. 594
147
Basında Musul sorunu, Türkiye ve İngiltere arasındaki samimi ilişkileri engelleyici
bir unsur olarak görülüyordu. İki devlet arasındaki ilişkilerin iyi olması, Kıbrıs Türk
halkı açısından arzu edilen bir durumdu. Ayrıca bu sorun çözülmedikçe, Türkiye’nin
dıştaki sıkıntılarından hiçbir zaman kurtulamayacağı üzerinde duruluyordu.
III. Bölümde Lozan Antlaşması’nın onaylanma sürecince devletlerin tepkileri
aktarılmaya çalışıldı. Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında Lozan’da
imzalanan antlaşmanın, Amerikan kamuoyundaki yansıması ve Lozan hakkında,
devletlerin genel değerlendirmelerine yer verildi.
Kamuoyunda geniş yer bulan önemli bir konu da Kıbrıs’tı. Lozan Antlaşması
ile ada ve ada Türklerinin durumları saptanmıştı. Antlaşma, isteyenlerin Türk
tabiiyetini tercih ederek
göç edebilmesini içermekteydi. Kıbrıs Türklerinin
mübadeleye tabi olmayışı seçme hakkı konusunun, basın tarafından çok çeşitli
yorumlanmasına neden olmuştu.. Basın, seçme hakkını nasıl kullanacağı konusunda
ikiye bölünmüşü. Lozan Antlaşması, Türkiye adına sevinçle karşılanmış, halk
kutlamalar yaparak kurbanlar kesmişse de kendileri açısından durumun pek de iyi
olmadığını düşünüyorlardı. Ada Türklerinin anavatana olan bağlılıkları, Türkiye’yi
Lozan kararından dolayı suçlamamalarını ve bu durumda bile Türkiye’ye nasıl
yardımcı olabilecekleri konusunu tartışmalarına neden olmuştu. Bir kısım gazeteler,
adadaki yaşamın Türkler için bittiğini belirterek Türkiye’ye göç edilmesini
savunurken, bir kısmı ise Türkiye’ye ancak, adadaki Türk varlığını koruyarak ve
güçlendirerek yardımcı olunabileceğini düşünmekteydi. Hakikat ve Doğru Yol
gazetesi, adada kalacak olanları aşağılayıcı, kötü bir durumun beklediğini belirterek
göç edilmesini savunmaktaydılar. Birlik gazetesi, Anadolu’ya göç edilmesine karşı
148
olmakla birlikte, Kıbrıs Türk halkının bir birlik oluşturarak ve çok çalışarak adada
tutunması gerektiğini savunuyordu.
Adadan gitmek isteyenler, anavatana bir an önce kavuşmak isteğiyle, Türkiye
Cumhuriyeti’nden
yardım
istemişlerdi.
Mübadeleye
tabi
olmayan
Kıbrıslı
Türkleri’nin göçü için başlangıçta herhangi bir karar alınmamışsa da gelen istekler
doğrultusunda çıkarılan kararlarla göçün sistemli bir şekilde yapılması sağlandı. Yeni
kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlet oluşturma yolunda
Türk nüfusunu bir araya toplama çabası içerisinde olup Kıbrıslı Türklerin göçünü
teşvik etmişti. Bu dönemde pek çok kişi Kıbrıs’tan Türkiye’ye göç etti. Mustafa
Kemal, göç edenlerin fazla olduğunu, adadaki Türklerin, kısa sürede orayı
boşaltacaklarını görünce, geçici bir süre için göçün durdurulmasını sağlamıştı. Bu
dönemde, Kıbrıslı pek çok öğrencinin Türkiye’de okutulması desteklenmişti.347
Türkiye, büyük mücadeleler verilerek kurulmuş yeni bir devletti. Kuruluşunu
tamamlamaya çalışırken dikkatini kendi iç gelişmelerine yoğunlaştırması, bu
dönemde Kıbrıs’a, Yunanistan’a oranla daha az ilgi göstermesine neden olmuştu.
Lozan sonrası başlayan göç devam etmiş ve adadaki Türk nüfusu ile Rum nüfusu
arasındaki fark da gittikçe, Rumların lehine değişmişti.
149
ÖZET
Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti
ile müttefikler arasında yapılacak barış antlaşması için Lozan’da konferans toplandı.
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922’de başladı. Görüşülen konular, bir
imparatorluğun tasfiyesini ve yeni bir ulusal devletin kurulmasını kapsadığından
taraflar arasında çok çetin mücadeleler oldu. Görüşmeler çıkmaza girince, 4 Şubat’ta
konferans kesintiye uğradı. 23 Nisan 1923’te görüşmeler tekrar başladı ve 24
Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı.
Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye, Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu
resmen kabul ediyordu. Kıbrıslı Türkler, konferans süresince gelişmeleri yakından
takip etti. Özellikle Musul, adalar, mübadele gibi konular daha çok dikkat çekti.
Yapılan antlaşma, Türkiye adına sevinçle karşılanmasına rağmen, Kıbrıs Türk halkı
açısından durum farklıydı.
Lozan’ın Kıbrıs hakkındaki kararı halk tarafından değişik şekillerde
yorumlandı. Bu dönemde Türkiye’ye göç edilmesi, basında sıkça tartışma konusu
oldu. Halkın bir kısmı adada kalmayı, bir kısmı ise anavatan olarak bildikleri Türkiye
Cumhuriyeti’ne göç etmeyi tercih etti. Adada kalanlar, oradaki Türk varlığının
gerekliliği üzerinde durarak anavatana böyle yardımcı olacaklarını düşünüyorlardı.
Gidenler ise, yaşam koşullarının kötü olmasını sebep göstererek gidişlerini haklı
çıkartmaya çalışmışlardı. Cumhuriyetin, Türk nüfusunu bir araya getirme düşüncesi
göçü teşvik etmesine neden olmuştu. Lozan sonrası başlayan göç sonraki yıllarda da
aşama aşama devam etmiş ve adadaki Türk nüfusunun sayısı gittikçe azalmıştır.
347
YURDAKUL, Şevket; “Atatürk Kıbrıslıları ve Kıbrıs’ı Çok Severdi”, Kıbrıs Dün-BugünYarın,
150
ABSTRACT
As a result of the National Turkish War of Independence, a conference was
assembled at Lausanne for the peace solemn Treaty between the Turkish National
Assembly and the Allies.
Lausanne Conference was started on 20 November 1922. There was
intractable struggles between the sides because the topics discussed was including
elimination of an empire and establishment of a new government. After the
negotiations reached a deadlock, conference was interrupted on 4th of February.
Negotiations were started again on 23 April 1923 and Lausanne Peace Treaty signed
on 24 July 1923.
With this Lausanne Peace Treaty, Turkey was officially accepting that Cyprus
is belonging to England. Turkish Cypriots were following the treaty included during
the conference closely. Especially the subjects like Musul, Islands, and Exchange
took more attention. Although in the name of Turkey, the treaty was accepted with
joy it was different for Turkish Cypriots.
The judgement given by the Lausanne had received different comments from
the public. The topic ‘Migration to Turkey’ was a frequently discussed subject in the
press during this period. Some of the people preferred to stay in the island where as
some of them preferred to migrate to Republic of Turkey as they believe that it is
their motherland. The remaining people staying at the island dwelt upon the necessity
of existence of Turks in the island, which will be helpful for the motherland. On the
other hand the people migrated trying to justify their migration by indicating bad
quality of life. The idea of republic which is bringing all the Turks together caused to
Haz. Derviş Manizade, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları, İstanbul 1975, s. 19, 20
151
encourage migration. The migration started after Lausanne was continued step by
step in the following years and the Turkish population was gradually decreased in the
island.
152
KAYNAKÇA
1. Kitaplar
ALASYA, Halil Fikret; Tarihte Kıbrıs, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Merkezi,
Ankara Şubat 1988
ARI, Kemal; Büyük Mübadele-Türkiye’ye Zorunlu Göç(1923-1925), Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 3. B., İstanbul 2003
ARMAOĞLU, Fahir; 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), Alkım Yay. 13. B.,
Ankara
ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk-Söylev, 4. B., T.T.K, Ankara 1999
BİLSEL, Cemil; Lozan, C. II, Ahmet İhsan Matbaası, 1933
BORATAV, Korkut; 100 Soruda Türkiye’de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, 1. B.,
İstanbul 1974
İLHAN, Murat; Türkiye’de Demiryolları ve Demiryolları Politikası, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara
2004
İSMAİL, Sabahattin; BİRİNCİ, Ergin; Atatürk Dönemi’nde Türkiye-Kıbrıs İlişkileri
1919-1938, KKTC Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı Yayınları, 1. B., Lefkoşa 1989
KARACAN, Ali Naci; Lozan, Milliyet Yay., Tarih Kitapları Dizisi, 2. B., Temmuz
1971
KAYMAZ, İhsan Şerif; Musul Sorunu, Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı
Tarihsel-Siyasal Bir İnceleme, Otopsi Yay., 1. B., İstanbul, Ağustos 2003
KIZILYÜREK, Niyazi; Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler, Işık Kitabevi Yay., 2.
B., Lefkoşa 2001
KOCATÜRK, Utkan; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (19181938), T.T.K, 2. B., Ankara 1988
153
MERAY, Seha L.(Çev.); Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler, Tkm. I, C. I,
Ktp 1; Tkm. I, C. I, Ktp. 2; Tkm. I., C. II; Tkm. I, C. III; Tkm. I, C. IV; Tkm. II, C. I,
Ktp. 1; Tkm. II, C. I, Ktp. 2; Tkm. II, C. II, Yapı Kredi Yayınları, 2. B., İstanbul
2001
TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi, C. V, 1. B., Bilgi Yayınevi, İstanbul 2002
TURAN, Şerafettin; Türk Devrim Tarihi, Yeni Türkiye’nin Oluşumu(1923-1938) C.
III, 1. Bölüm, Bilgi Yayınevi, 1. B., İstanbul Temmuz 1995
SOYSAL, İsmail; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, I. Cilt (1920-1945), T.T.K,
Ankara 2000
ŞİMŞİR, Bilâl N; Lozan Telgrafları I (1922-1923), T.T.K, Ankara 1990
ÜNLÜ, Cemalettin; Kıbrıs’ta Basın Olayı (1878-1981), Basın-Yayın Genel
Müdürlüğü
YERASİMOS, Stefanos; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, C. II, Çev. Babür Kuzucu,
Belge Yay. 7. baskı, İstanbul 2001
2. Makaleler
ÇAĞA, Tahir; “Türkiye’de Deniz Kabotajı Tekeli”, Lozan’ın 50. Yılına Armağan,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul 1978
ÇOKER, Fahri; “Kapitülasyonlar ve Lozan”, IX. Türk Tarih Kongresi’nden Ayrı
Basım, TTK, Ankara 1989
ERGİL, Doğu; “Boğazlar Üzerinde Bitmeyen Kavga (1923-1976)”, Lozan’ın 50.
Yılına Armağan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul 1978
KÜÇÜK, Cevdet; “Ege Adalarında Türk Egemenliği Dönemi”, Ege’de Temel Sorun,
Egemenliği Tartışmalı Adalar, Yay. Haz. Ali Kurumahmut, TTK, Ankara 1998
154
LİPPE, Johh M. Vander; “Öteki Lozan Antlaşması: Amerikan Kamuoyu ve Resmi
Çevrelerinde Türk-Amerikan İlişkileri Tartışması”, 70. Yılında Lozan Barış
Antlaşması Uluslar arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara 1994
MAXİM, Mihai; “Romanya’nın Lozan Konferansı’ndaki Yeri”, 70. Yılında Lozan
Barış Antlaşması Uluslar arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara
1994
MÜMTAZ, Hüseyin; “Kıbrıs Tarihi’nden Bir İnsan Portresi”, Tarih ve Toplum, C.
31, S. 187, 1999
ÖKSÜZ, Hikmet; “Lozan’dan Sonra Kıbrıs Türklerinin Anavatan’a Göçleri”, Tarih
ve Toplum,C. 31, S. 187, Temmuz 1999
SONYEL, Salahi R.; “İngiliz Yönetiminde Kıbrıs Türklerinin Varlık Savaşımı
(1878-1960)”, Belleten, C. 59, S. 224, Ankara 1995
ŞİMŞİR, Bilâl N.; “Lozan Antlaşması”, Atatürkçü Düşünce, C. 1, S. 1, Temmuz
1994
ŞİMŞİR, Bilâl N.; “Lozan ve Çağdaş Türkiye’nin Doğuşu”, 70. Yılında Lozan Barış
Antlaşması Uluslar arası Semineri (25-26 Ekim 1993), İnönü Vakfı, Ankara 1994
TOPRAK, Zafer; “Osmanlı Bankası ve Tarihten İzler”, Toplumsal Tarih,C. 9, S. 50,
İstanbul 1998
YURDAKUL, Şevket; “Atatürk Kıbrıslıları ve Kıbrıs’ı Çok Severdi”, Kıbrıs DünBugün Yarın, Haz. Derviş Manizade, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları, İstanbul
1975
3. Gazeteler:
Ankebut
Birlik
155
Doğru Yol
Hakikat
Masum Millet
Seyf
Söz
Vatan
156
Download