Uluslararası Balkan Kongresi

advertisement
 Bu metin 28 – 29 Nisan 2014 tarihlerinde Kocaeli Üniversitesinde düzenlenen “Uluslararası Balkan Kongresi” başlıklı konferansta sunulan tebliğdir.
This paper was presented in International Balkan Congress that took place at
Kocaeli University, Turkey on April 28.29, 2011.
21. Yüzyılda Yeni Güvenlik Anlayışları ve Yaklaşımları
Atilla Sandıklı*, Bilgehan Emeklier**
Giriş
20. yüzyıl, dünya tarihinin gördüğü en kanlı yüzyıllardan biri olma özelliğini
taşımaktadır. I. ve II. Dünya Savaşlarında ölen milyonlarca insan, Hiroşima ve
Nagazaki’ye atılan atom bombasının on binlerce sivilin hayatına mâl olması ve
gelecek nesillerin yaşamını tehdit etmesi ve ardından yaşanan Soğuk Savaş, 20.
yüzyıl tarihini özetler niteliktedir. Sadece savaş ve çatışmalarla değil küresel
ekonomik ve siyasi krizlerle, askeri-politik kamplaşmalarla ve ideolojik-jeopolitik
bloklaşmayla geçen yüzyıl, dünya tarihi açısından fırtınalı gelişmelerin yaşandığı bir
yüzyıl olarak siyasi tarih literatüründe yerini almıştır. Söz konusu olaylardan da
anlaşılacağı üzere, geçtiğimiz yüzyılın dönüm noktalarını kriz ve savaşlar
oluşturmuştur.1
Tehdit, risk, kriz ve tehlikenin egemen olduğu 20. yüzyılın uluslararası
sistemini ve ortamını Hobbes’un “insan insanın kurdudur” önermesiyle açıkladığı
“doğal yaşam hali” teziyle; temel aktörler olan hegemonik devletlerin ilişkilerini ise
Makyavel’in “amaca giden her yol mübahtır” düşüncesiyle betimlemek biraz abartılı
olsa da yanlış olmayacaktır. Tarihi akış içersinde Tchuydides, Machiavelli ve
Hobbes ile süregelen siyasi düşünce çizgisinin, 20. yüzyılın savaş, çatışma ve kriz
odaklı güvenlik anlayışını etkilediği söylenebilir. Bu bağlamda vurgulanması
gereken husus, 20. yüzyılın teorik ve pratik çerçevede güvenliği sağlayamadığı ve
literatüre “buhranlar veya bunalımlar yüzyılı” olarak geçebileceğidir.
20. yüzyılda güvenliğin tesisi konusunda başarısız olunması, içinde
bulunduğumuz yüzyıldaki güvenlik sorunsalını daha da önemli kılmakta ve
güvensizliğin nasıl çözümleneceğine dair öne sürülen teorik ve metodolojik
yaklaşımları gündeme taşımaktadır. 21. yüzyıla, 11 Eylül saldırıları gibi küresel
güvenlik-güvensizlik ikilemini ortaya koyan örneklemlerle girilse de, kuramsal
düzlemde yeni yüzyılın yeni güvenlik anlayışı ve yaklaşımlarının nasıl olacağı merak
konusudur. 11 Eylül tecrübesi nedeniyle uluslararası alandaki uygulamalarda beliren
umutsuzluklar, akademik sahada ileri sürülecek yeni güvenlik tezleriyle belki
ötelenecek; daha da önemlisi değer-bağımlı ve çok boyutlu bir güvenlik
paradigmasıyla umuda dönüştürülebilecektir. Bu anlamda çalışmanın amacı, ilk
çeyreğinde bulunduğumuz 21. yüzyılın eleştirel ve alternatif güvenlik yaklaşımlarını
anlamlandırmak, açıklamak ve bu kuramsal çerçevenin günümüz güvenlik
problematiğine uygulamada ne denli çözüm getirebileceğini tartışmaktır.
Yeni güvenlik anlayışı ve bakış açılarına odaklanan bu çalışma iki ana
bölümden oluşmaktadır. Đlk bölümde “yeni” nin “eski”yle anlaşılır ve anlamlı hale
geldiği önermesinden yola çıkılarak geleneksel güvenlik yaklaşımı, ikinci bölümde
ise inşa süreci 1990’lı yıllarda başlayan ve süregelen “yeni” güvenlik anlayışı
incelenmektedir. Çalışmanın, uluslararası ilişkiler teorileri üzerinden güvenlik
yaklaşımlarına yönelmesi; gerek zihniyet parametrelerinde -az da olsa- meydana
*
Doç. Dr., BĐLGESAM
BĐLGESAM
1
Hüsamettin Đnaç, Ümit Güner, “Avrupa ve Amerikan Güvenlik Çatışmaları Bağlamında Türk Dış
Politikası”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:6, No:1, 2006, s.132.
**
21
gelen değişimi ortaya koyması, gerekse de -henüz doğrudan sahaya yansımasa dadeğişip-dönüşen
güvenlik
konseptinin
karar
alma
mekanizmalarınca
uygulanabilirliğini göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
1. Soğuk Savaş Dönemi Güvenlik Yaklaşımları
Pratik-teori bağımlılığının ve etkileşiminin açıkça gözlemlenebildiği
uluslararası ilişkiler disiplinindeki kavramsal ve kuramsal yaklaşımlar; sistemin
yapısından, uluslararası konjonktürden, dönemin koşullarından, sistemdeki aktör
sayısından, aktörlerin niteliği ile niceliğinden ve aktörlerin birbirleriyle ilişkilerinden
doğrudan etkilenmektedir. Uluslararası ilişkilerin en temel olgularından ve
kavramlarından olan güvenliğe ilişkin 1945-1990 dönemindeki çalışmalarda
gözlemlenen durağanlığın, monotonluğun ve tekdüzeliğin, Soğuk Savaş
konjonktürünün statik iki kutuplu yapısıyla paralellik arz etmesi yukarıdaki savı
destekler bir argüman görünümündedir. Đki kutuplu sistemdeki güvenlik çalışmaları,
Soğuk Savaş yıllarının hakim teorisi realizm ve neo-realizmin etkisi altında ortaya
çıkmış ve şekillenmiştir. Liberal düşünce ve neo-Marksist yaklaşımlar, 1960’ların
sonlarında ve 1970’lerdeki detant (yumuşama) döneminde klasik güvenlik anlayışını
her ne kadar sorgulamaya açmış ve bu düzlemde güvenlik çalışmalarında bir geçiş
dönemini simgelemişse de, iki bloklu yapının egemen güvenlik paradigması realist
ve neo-realist düşüncenin ana varsayımlarıyla belirlenmiştir. Ontolojik çerçevesini
realist ve neo-realist kuramın çizdiği geleneksel güvenlik paradigması; realist tezlerin
temel argümanlarını yansıtır şekilde devlet-merkezli, ulusal güvenlik endeksli, güç özellikle de askeri güç- eksenli homojen bir öze sahiptir. Klasik realizm ve neorealizmin tekelinde var olan ve bu temel karakteristiğiyle iki kutuplu sistemin
hegemonik ve statükocu kimliğini ve pratiğini çok net biçimde resmeden geleneksel
güvenlik anlayışı, Soğuk Savaş yıllarının güvenlik paradigması olarak literatürdeki
yerini almıştır.
1.1. Geleneksel Güvenlik Paradigması ve Sınırlandırılmış Güvenlik Anlayışı:
Realist ve Neo-realist Teorinin Güvenlik Perspektifi
Klasik realist teorisyenler aslında doğrudan bir güvenlik kuramı ortaya
koymamışlar; ancak uluslararası politikaya dair öne sürdükleri savlar ve yaptıkları
kavramsallaştırmalarla daha sonra ortaya çıkan güvenlik literatürüne ciddi ve dolaylı
bir katkıda bulunmuşlardır. Öyle ki realizm, tezleriyle II. Dünya Savaşı’nın ardından
disiplinin egemen teorisi olmanın yanı sıra klasik güvenlik terminolojisinin
oluşumunda da başat bir rol oynamıştır. Söz konusu teorik ve metodolojik katkıyla
birlikte realizmin en dikkat çekici boyutlarından biri de, güvenlik perspektifini
sürekli bir “güvensizlik” veya “güvende olmama durumu” üzerinden tanımlama
çabası olmuştur.
Realizmin güvensizliğe atfen tasarladığı güvenlik anlayışının anahtar
kavramlarından biri; “insan doğasının kötü olduğu” ön kabulünden hareketle
uluslararası politikayı açıklamada kullandığı “anarşi” metaforudur. Uluslararası
ortamı anarşi üzerinden betimleyen realizm, uluslararası ilişkileri temel aktör
biçiminde değerlendirdiği ulus-devlet yapıları arasındaki güç ve çıkar mücadelesine
indirgemektedir. Güç eksenli “ulusal çıkar” tanımlaması yapan realistlere göre
devletler, amaçlarını ve potansiyel çıkarlarını kinetiğe dönüştürebilmek için yeterli
ve gerekli güce sahip olmak zorundadır. Makyavelist bir zihniyetle gücü neredeyse
başlı başına bir amaç haline getiren realist düşünürlerin birçoğu, ulusal güç
22
öğelerinin nicel/maddi ve nitel/manevi unsurlardan oluştuğunu her ne kadar kabul
etse de devletin kapasitesini yine de askeri güçle özdeş tutmaktadır. Realist
teorisyenlerin hemen hepsine göre, devletler yeterli ve gerekli ulusal güce sahip
olabilmek için sürekli askeri hazırlık içinde olmak durumundadır; zira devletlerin
varlıklarını sürdürebilmelerinin ve ulusal güvenliklerini sağlayabilmelerinin en
önemli unsuru askeri güçleridir.2
Realist kurama göre anarşi ve güvensizliğin devamlılık kazandığı bir
uluslararası arenada güvende olmanın birincil koşulu ve yolu, güç ve kapasite
artırımıdır. Analiz birimi olarak ele aldıkları devletlerin rasyonel ve
yekpare/bütüncül (unitary) yapılar olduğu ön kabulünden hareket eden realistler,
ulusal gücü artırma imkan ve kabiliyetine sahip tek aktör olarak ulus-devletleri
görmektedirler. Bu açıdan bakıldığında, realizmin sürekli atıfta bulunduğu “ulusal
güvenlik” kavramsallaştırmasından algıladığı güvenlik türü, devletin güvenliğidir.
Başka bir ifadeyle realist paradigma, devlet eksenli bir güvenlik perspektifi inşa
ederek ulusal güvenlik vurgusu üzerinden ulusun/toplumun ve açıkça belirtmese de
bireyin güvenliğini devletin güvenliğine bağımlı kılmaktadır. Üstelik devletin
güvenliğinin ulusun (ve dolaylı yoldan bireyin-toplumun) güvenliğiyle eş tutularak
devlet-bağımlı bir güvenlik projeksiyonu sunulması, savaş ve çatışma olguları
üzerinde ısrarla duran realizmin çalışmalarında ön plana çıkardığı “güvensiz ortam”
temasıyla da sürekli bir biçimde meşrulaştırılmaktadır. Böylece realist çalışmaların,
devletlerarasındaki mevcut veya potansiyel çatışma alanlarına odaklanarak
güvensizliğe yaptığı vurgu, devlet egemenliği ve toprak bütünlüğü söylemleriyle
güvenliği devletin bekasına indirgeyen yaklaşımı daha anlamlı hale getirmektedir.
Öte yandan realist teorinin güvenlik anlayışındaki bir diğer önemli nokta,
devlet lehine tek-taraflı bağımlı kılınan güvenliğin askeri güç ve stratejiye denk
tutulmasıdır. Bu nedenle realist analizlerde askeri-stratejik konular ve bunlara ilişkin
politikalar ön plana çıkmaktadır. Realist düşünürler, askeri güç ve kapasiteye
verdikleri önemin bir tezahürü olarak, devletlerin uluslararası arenada karşılaştıkları
sorunları ve uluslararası ilişkiler gündemini hiyerarşik-piramidal bir sıralamayla
irdelemektedirler. Buradan hareketle birincil politika-ikincil politika ayrımına
giderek üçgenin en tepesine ulusal güvenliği, yani güç-merkezli askeri güvenliği ve
stratejik konuları yerleştirmektedirler. Bir başka ifadeyle realistlere göre, devletin
bekası için elzem görülen askeri-stratejik konular (ulusal güvenlik) birincil politikayı
(high politics); ekonomik, sosyal ve kültürel konular ise ikincil politikayı (low
politics) meydana getirmektedir.
Klasik güvenlik çalışmalarına belki de en fazla katkı sağlayan teorik
yaklaşım, güvenliğe odaklanarak ortaya doğrudan bir güvenlik kuramı koyan neorealizm olmuştur. Nitekim Stephen M. Walt’un, neo-realist teorinin disiplinde ortaya
çıktığı 1970’li yılları “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı” olarak betimlemesi; neorealizmin güvenlik alanındaki merkezi konumunu göstermesi bakımından arz
etmektedir.3 Bu bağlamda neo-realizmin “güvenlik ikilemi” (security dilemma)4
2
Mustafa Aydın, “Uluslararası Đlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası
Đlişkiler Dergisi, Cilt: 1, Sayı:1, 2004, s. 39.
3
Stephen M. Walt, The Renaissance of Security Studies (Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı) adlı
makalesinde güvenlik çalışmalarının ilk dalgasının II. Dünya Savaşı ile birlikte oluşturulduğunu (ki
bunu güvenlik alanındaki “Altın Çağ”ın ilk basamağı olarak nitelendirir) belirtmekte ve güvenlik
literatürünün bundan sonraki sürecini dönemlere ayırarak kavramsallaştırmaktadır. Söz konusu
dönemselleştirmeye istinaden 1955-1965 yıllarını “Altın Çağ”; yaklaşık 1960’ların ortasından
23
kavramı, Soğuk Savaş konjonktüründe devletlerin nükleer ve konvansiyonel
silahlanma pratiğini özetleyen bir model olarak literatürdeki yerini almıştır. Güvenlik
ikilemine göre devletler, uluslararası ilişkileri “sıfır toplamlı bir oyun” biçiminde
algıladıklarından uluslararası arenadaki davranış kalıplarını “nisbi kazanç”5
varsayımına dayandırarak kurgulamaktadırlar. Dolayısıyla neo-realizmde devletlerin
güvenlikleri bu bağımlı değişkenlerin bileşkesiyle sağlanabilmektedir.
Tümdengelimci neo-realist güvenlik anlayışı, anarşi olgusu üzerinden
rekabetçi ve çatışmacı bir güvenlik perspektifi öngörse de, gerçekte işbirliği sürecini
de yadsımamaktadır. Ancak Kenneth Waltz ve John Mearsheimer gibi “karamsar”
neo-realistler6, işbirliğini devletlerin birbirlerini aldatma ihtimali ve göreli kazançlara
yönelik ilgisiyle bağımlı tutarak işbirliği yapmanın sınırlılığını ön plana
çıkarmaktadır. Buna rağmen, neo-realist teorisyenler işbirliği yerine ittifaklar,
bilhassa da askeri ittifaklar yoluyla güvenliğin tesis edilebileceği üzerinde
durmaktadır. Özellikle de Waltz gibi güçten ziyade güvenliği önceleyen
“savunmacı/defansif” (defensive) neo-realistler;7 devletlerin birincil amaçlarının güç
kazanmak değil varlıklarını korumak olduğunu öne sürmektedirler. Böylece her
devlet mevcut güçlerini devam ettirerek, yani statükocu davranış modeliyle hareket
ederek sistemdeki konumunu sürdürecek ve bu sürecin sonunda uluslararası sistemde
ortaya çıkan güç dengesiyle güvenliğini sağlamış olacaktır. Başka bir deyişle güç
dengesi, sistemin düzenleyici mekanizması biçiminde işlev görerek istikrarı
sağlayacak ve sistemik güvenlik, devletlerin güvenliğini de beraberinde getirecektir.
1970’lerin ortasına kadar olan dönemi “Altın Çağ’ın sona erişi”; 1970’lerin ortasından, özellikle de
1970’in sonlarından itibarenki süreci de “Rönesans” olarak nitelendirmektedir. Makalenin Türkçesi
için bkz. Stephen M. Walt, “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı”, Avrasya Dosyası (Güvenlik
Bilimleri Özel), Cilt: 9, No:2, 2003, s. 71-106.
4
Güvenlik ikilemi modeline göre, bir devletin güvenliğini sağlamaya yönelik faaliyetleri mevcut ya
da potansiyel düşmanlarının güvenliğini tehdit etmekte ve tehlikeye sokmaktadır. A devletinin mutlak
güvenliği B devletinin mutlak güvensizliği anlamına geldiğinden, bu durum devletleri güvensizlik
sarmalına itmekte ve devletler arasında güven bunalımına neden olmaktadır. Bu konuda bkz. Tayyar
Arı, Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 198. Soğuk Savaş sırasında Batı
bloğunda yer almalarına rağmen, birbirini tehdit biçiminde algılayan Türkiye ve Yunanistan’ın
silahlanma yarışı, güvenlik ikilemi modeline güzel bir örneklem oluşturmaktadır.
5
Klasik ve neo-realist teorinin temel varsayımlarından biri olan “nisbi (göreli) kazanç”a göre
devletlerin işbirliği yapmaları, birbirinin kazançlarını mukayese etmelerine bağlıdır. Ancak hem
realizm hem de neo-realizm devletler arasındaki ilişkileri “sıfır toplamlı oyun” olarak savladıkları için
birinin “kazancı”, diğerinin “kaybı” anlamına gelmektedir. Buna göre A devletinin mutlak kazancı
aynı zamanda B devletinin mutlak kaybı olarak algılandığından, bu devletler birbiriyle işbirliğine
yanaşmazlar. Söz konusu sava göre örneğin olası bir işbirliğinde A devleti +2 kazanıyorsa B devleti
de -2 kaybedeceğinden (ya da tersi), iki devlet de işbirliğinden kaçınır.
6
Waltz ve Mearsheimer örneklerinde olduğu gibi devletlerin işbirliği yapmalarına yönelik karamsar
görüşlerin yanı sıra, iyimser görüşler de mevcuttur. “Koşulcu realistler” de denilen Charles Glaser gibi
iyimser neo-realistlerin, karamsar neo-realistlere (standart yapısal realizm) karşı çıktıkları noktalar
için bkz. John Baylis, Uluslararası Đlişkilerde Güvenlik Kavramı”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi,
Cilt:5, No:18, 2008, s. 75-76.
7
Waltz’un da öne sürdüğü gibi “savunmacı/defansif” (defensive) neo-realist teorisyenler, daha çok
gücün daha az güvenliğe, yani bir bakıma güvensizliğe neden olacağını savlamaktadırlar. Buradan
hareketle uluslararası sistemin, hükmetmek isteyen devletleri değil, statükoyu koruyan devletleri
ödüllendirdiğini vurgulamaktadırlar. En etkini John Mearsheimer’ın olduğu
“saldırmacı/hücumcu/ofansif” (offensive) neo-realist düşünürler ise, devletlerin sistemdeki
güvenliklerini, elde edebilecekleri kadar çok güçle (ki güç maddi, özellikle de askeri kabiliyet olarak
tanımlanmaktadır) sağlayabileceklerini ve bu nedenle revizyonist devletlerin daha güvenli olduklarını
varsaymaktadırlar. Neo-realist paradigmadaki söz konusu kavramsal ayrışma için bkz. Chris Brown,
Kirsten Ainley, Uluslararası Đlişkileri Anlamak, Çev: Arzu Oyacıoğlu, Yayınodası Yayınları, Đstanbul,
2008, s. 39.
24
Kısacası, uluslararası platformdaki aktörlerin davranış ve güvenliklerini belirleyen
yapı, sistemdir. Görüldüğü üzere klasik realizmden farklı olarak neo-realizm, ulusdevlet yapılarının güvenliği yanında sistemin güvenliğini de (uluslararası-küresel
güvenlik) göz önünde bulundurarak güvenlik halkasını genişletmiş ve güvenlik
literatürüne yeni bir boyut kazandırmıştır.
Neo-realizmin güvenlik yaklaşımını realizmden farklılaştıran ve klasik
güvenlik terminolojisini az da olsa zenginleştiren bir başka unsur, neo-realist
düşünürlerin analizlerine ekonomik faktörü eklemleme çabasıdır. Bu düzlemde
Waltz, askeri-stratejik konuların yanı sıra ekonominin de artık güvenlik ve
uluslararası ilişkiler gündeminde belirleyici bir rol oynadığını belirterek, bir bakıma
ekonomik güvenlik üzerinde durmuştur. Neo-realistlerin uluslararası ekonomipolitiği, çalışmalarına dahil etmelerinde uluslararası pratik etkili olmuştur. Zira
Vietnam Savaşı, hedefe ulaşmada tek aracın askeri güç ve kapasite olmadığını
gösterirken; 1973 ve 1979 petrol şokları, uluslararası politika yapım sürecinde
bundan sonra ekonomik parametrelerin de hesaplanması gerektiğini çok net bir
biçimde ortaya koymuştur. Fakat neo-realizm, ekonomi-politiği her ne kadar
literatüre eklemlemeye çalışsa da, askeri-stratejik konulara odaklanarak ağırlık
merkezini sabit tutmuştur. Dolayısıyla bu perspektiften değerlendirildiğinde neorealizmin uluslararası ekonomi-politik meselelerle ilgilenmesine rağmen, aslında
askeri-stratejik ve politik sorunların önceliğini tekrar ve yeniden kurmaya çalıştığı
söylenebilir.8
Kısacası klasik realizm ve neo-realizmin ana varsayımları ve temel tezleri,
geleneksel güvenlik paradigmasını meydana getirmiştir. Söz konusu paradigma,
ulusal güvenlik kavramını büyük ölçüde askeri açıdan tanımlayarak 1945-1990
yıllarının güvenlik literatürüne hakim olmuştur. Klasik güvenlik paradigmasının
temel ilgi alanı, devletlerin bekalarına yönelik tehditlerle mücadele etmeleri amacıyla
geliştirmeleri gereken askeri imkan, kabiliyet, kapasite ve stratejilerdir.9 Realist
güvenlik perspektifi üzerine tasarlanan ve Soğuk Savaş konjonktürü boyunca egemen
olan tehdit odaklı klasik güvenlik paradigması, “iki süper güç arasındaki çekişmenin
doğrudan silahlı çatışmaya dönüşmemesi durumu” şeklinde özetlenebilecek “sınırlı”
ve “dar” bir anlayışa dayanmıştır. Klasik yaklaşımın dar ve sınırlı çerçevede
oluşturduğu güvenlik konseptinde, konjonktürel ve sistemik değişkenlerin de büyük
bir payı vardır. Zira Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu uluslararası yapı ve
konjonktür, güvenliğin -daha doğrusu güvensizliğin- genelde bloklar özelde ise ABD
ve SSCB arasına sıkışmasına ve güvenlik pratiğinin rekabet-çatışma eksenli
gelişmesine sebebiyet vererek paradigmanın da dar ve sınırlı tutulmasına zemin
hazırlamıştır. O kadar ki, Soğuk Savaş yılları boyunca güvenliğin askeri ve hatta
nükleer olmayan boyutları gündeme gelmemiş, getirilmemiş, getirilememiştir.10
Geleneksel güvenlik anlayışının bu dar ve sınırlı yapısı klasik güvenlik
formülasyonunun da çerçevesini çizmiştir: Tehdit = kapasite x niyet. Ancak bu
formül, teoride değilse bile uygulamada büyük sorunlar içermektedir. Zira niyet,
Hobbesiyen bir anlayışla çoğu zaman “kötü” olarak varsayıldığından tehdit
hesaplamaları kapasite üzerinden yapılmakta ve söz konusu güvenlik yaklaşımı,
8
Mustafa Aydın, a.g.e, s. 47.
John Baylis, a.g.e, s. 73.
10
Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, SAREM, Cilt:
8, Sayı: 14, 2010, s. 73-74.
9
25
aktörleri ister istemez “güvensizlik sarmalına” götürmektedir. Nitekim Soğuk Savaş
yıllarında hem ABD hem de SSCB ulusal güvenlik hesaplarını sadece birbirlerinin
kapasitelerine dayandırmışlar ve dolayısıyla birbirlerini sürekli güvensizliğe
itmişlerdir.11
1.2. Klasik Güvenlik Paradigmasının Sorgulanması ve Geçiş Dönemi Güvenlik
Yaklaşımları: Liberal Kuramlar ve Neo-Marksist Yaklaşımların Güvenlik
Anlayışları
Sistemin kendi içinde değişim geçirdiği 1960’lı ve 1970’li yılların
uluslararası atmosferindeki görece ılımlı hava literatüre de yansımıştır. Yapısal,
süreçsel ve teorik anlamda bir nebze geçiş dönemini simgeleyen zaman diliminde
ileri sürülen kuramsal yaklaşımlar, klasik güvenlik anlayışının sorgulanmasını
gündeme getirmiştir. Felsefi ve tarihi arka planını liberal düşünceden alan
fonksiyonalizm, pluralizm ve transnasyonalizm ile Marksist teoriden alan neoMarksist (Kuzey-Güney, Merkez-Çevre) yaklaşımlar, ortaya koydukları düşüncelerle
realist teorinin güvenlik perspektifine alternatif model üreten kuramsal çalışmalar
olarak ön plana çıkmıştır. Sözkonusu teorik yaklaşımlar, realizmin gücünü ve
hegemonyasını kıramasalar da getirdikleri eleştiri ve önerilerle Soğuk Savaş
sonrasındaki eleştirel güvenlik yaklaşımlarına ve yeni güvenlik anlayışına uygun
teorik zemin hazırlamışlardır.
Avrupa bütünleşmesi özelinde inşa edilen bir kuram olarak fonksiyonalizm;
devlet ve entegrasyon arasındaki hassas ilişkiyi güvenlik olgusu bağlamında
açıklamaktadır. Zira; yüzyıllar boyu birbirleriyle çatışma içinde yaşamış ve
birbirlerini tehdit olarak konumlandıran toplumların işbirliğine yönelmesi, güvenlik
sorunsalının çözümüne ilişkin somut bir referans noktası olmuştur. Fonksiyonalizm
kuramı; ulus devlet eleştirisini, teknik konuların önemine vurguyu, siyasal
kaygılardan uzak işlevsel uluslararası örgütlerin ön plana çıkarılmasını, ulusdevletlerin belli fonksiyonlarla donatılmış bu kurumlara yetki devrini, bir alanda
başlayan fonksiyonel örgütlenmenin diğer alanlara da yansımasını ve siyasi sektörün
elimine edilerek kalıcı barışın kurulduğu “Dünya Toplumu” yaratılmasını içeren bir
model ortaya koymuştur.12
Fonksiyonalizmin güvenlik ve barışı tesis etme yöntemi, güvenlik
kapsamındaki siyasi konuları devre dışı bırakıp, diğer alanlarda (ulaşım, iletişim,
teknoloji vb.) işbirliğini yaygınlaştırarak, karşılıklı güven oluşturulması
biçimindedir. Böylece, karşılıklı bağımlılığın ve diğer alanlardaki işbirliğinin
sağladığı güven hissi, aktörler arasındaki buzdan duvarları çözebilir ve aralarındaki
etkileşim, tıpkı Almanya-Fransa örneğinde olduğu gibi siyasi güvenlik kapsamındaki
konularda da işbirliğine uzanabilir. Fonksiyonalizmin literatüre katkısı genelde
karşılıklı bağımlılık ve işbirliği vurgusuyla pluralist ve transnasyonalist kuramların
önünü açması, özelde ise somut bir örnek üzerinden güvenlik sorunsalının
çözümlenmesine ilişkin yöntem ve araçları paylaşması olmuştur.
Pluralizm ve transnasyonalizm öncelikle devlet-merkezli realist paradigmaya
karşı çıkarak, aktör çeşitliliği üzerinde durmaktadır. Devletlerin gerek ulusal
11
Pınar Bilgin, a.g.e, s. 78.
Sinem Akgül Açıkmeşe, “Uluslararası Đlişkiler Işığında Avrupa Bütünleşmesi”, Uluslararası
Đlişkiler Dergisi, Cilt: 1, No: 1, 2004, s. 6.
12
26
(bireyler, bürokrasi, hükümet, baskı ve çıkar grupları gibi) gerekse de uluslararası
(uluslaraşırı ve uluslararası kurumlar, çok uluslu şirketler, sivil toplum örgütleri gibi)
düzlemde tek başına bütüncül bir aktör olmadığını ileri sürerek, öngördükleri çokaktörlü pluralist yapıda sadece devlete atfedilen klasik ulusal güvenlik anlayışını
eleştirmektedir. Bu açıdan bakıldığında devletin-aktörün güvenliğinden değil,
aktörlerin güvenliğinden bahsetmek daha doğru olacaktır. Üstelik John Burton’ın
“örümcek ağı” modeliyle anlamlandırmaya çalıştığı uluslararası ilişkilerin iç içe
geçmişliği ve karmaşıklığı, yani “karmaşık karşılıklı bağımlılık” olgusu, askeri gücü
merkezi konuma yerleştiren geleneksel güvenlik anlayışının hiyerarşik yapılanmasını
da sonlandırmıştır. Kaldı ki birincil-ikincil politika ayrımının kalktığı bir uluslararası
ilişkiler gündeminde, askeri-stratejik güvenlik meselelerinin yanına siyasal,
ekonomik, ticari, mali, kültürel, teknolojik, bilimsel alanların eklemlendiği geniş bir
konu çeşitliliği vardır. Nitekim Joseph Nye’ın sert güç (hard power)-yumuşak güç
(soft power)13 ayrımına dayanan tipolojisinde askeri-ekonomik güç (sert güç) kadar;
yaşam tarzı, evrensel ve kültürel değerler, siyasal-demokratik normlar ile liberal
kurum ve kurallara, bir başka deyişle yumuşak güce önem atfetmesi,14 günümüz
güvenlik konseptinin çok boyutluluğunu gösteren bir yaklaşımı temsil etmektedir.
Ayrıca pluralist ve transnasyonalist düşünürlere göre bilişim sistemindeki
gelişmelerin aktörler arası iletişim ve etkileşimi artırdığı küresel bir ortamda
belirsizlik ve güvensizlik azalarak işbirliği yapmanın faydası artmaktadır. Karşılıklı
bağımlılığın çatışma riskini azaltacağını savlayan kuramcılar, işbirliği ve uzlaşma
zeminine dayanan işbirliği eksenli bir güvenlik yaklaşımı öne sürmektedir. Zira
çatışma ve anarşinin bertaraf edilmesi için çoğulcu demokratik kurumların varlığını
ve dayanışmacı biçimlerini öneren Robert O. Keohane;15 küresel ısınma ve finansal
krizler gibi küresel güvenlik sorunsallarına vurgu yaparak gerek aktör gerekse de
konu bağlamında küresel yönetişime dikkat çeken James Rosenau16 gibi teorisyenler,
güvenliği işbirliği çerçevesinde irdeleyen pluralist ve transnasyonalistler olarak öne
çıkmaktadır. Söz konusu düşünürlerin güvenlik çalışmalarına katkısı, çatışma yerine
işbirliği odaklı bir güvenlik anlayışı getirmeleri olmuştur.
Buna karşın bağımlılığın karşılıklılık mantığını reddederek bu olgunun
işteşliği yerine tek taraflılığını ele alan neo-Marksist yaklaşımlar, bağımlılık tezleri
üzerinde durmaktadır. Geleneksel Marksist teorinin alt yapıya yerleştirdiği ekonomik
faktörleri analizlerinin merkezine alan neo-Marksist kuramcılar; ekonomi eksenli bir
güvenlik perspektifi sunarak bağımlılığı, ekonomi-politik gelişmişlik veya
gelişmemişlik/azgelişmişlik üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktadırlar. Analiz
düzeyi olarak inceledikleri sistem çözümlemelerini yapısal bir problematiğe
dayandırarak kapitalist sistemin, güvensizlik sarmalına sebebiyet verdiğini ileri
sürmüşlerdir. Neo-Marksist düşünürler, Marksizmin burjuva-proletarya dikotomisi
ekseninde savladığı sınıf mücadelesi sorunsalını bir bakıma yeniden üreterek
uluslararası ilişkiler ve sistem okumalarını merkez-çevre tipolojisi üzerinden
kurgulamışlardır. Bu bağlamda asıl çatışmanın Doğu ve Batı arasında değil, metropol
ve uydu, gelişmiş ve azgelişmiş, merkez ve çevre; başka bir ifadeyle Kuzey ve
13
Nye’ın bu kavramsal çerçevede ABD dış politikasını eleştirel bir açıdan inceleyen çalışması
hakkında bkz. Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev: Gürol Koca, Literatür Yayınları,
Đstanbul, 2003.
14
Aynı yerde, s. 10-15.
15
Robert O. Keohane, “Uluslararası Toplumda Egemenlik”, içinde: Küresel Dönüşümler, Haz: David
Held, Anthony McGrew, Phoenix Yayınları, Ankara, 2008, s.190-191.
16
James Rosenau, “Yeni Bir Küresel Düzende Yönetişim”, içinde: Küresel Dönüşümler, s. 113-114.
27
Güney arasında yaşandığını öne sürmüşlerdir. “Kuzeyin güvenliği=Güneyin
güvensizliği” şeklinde özetlenebilecek güvenlik-güvensizlik paradoksunun Kuzey ve
Güney arasına sıkışmışlığını varsayan neo-Marksist yaklaşımın en somut savlarını ve
tezlerini, Johan Galtung’un “Yapısal Emperyalizm”17 ve Immanuel Wallerstein’ın
“Dünya Sistemi”18 kuramlarında görmek mümkündür. Coğrafya-mekân temel
alınarak askeri-ideolojik eksende ortaya konulan jeopolitik yaklaşımların yerine,
ekonomi-politik ekseninde sosyo-ekonomik analizler öne süren neo-Marksist
çalışmaların; klasik güvenlik anlayışına getirdiği yeni bakış açısının ekonomik
güvenlik modeli olduğu ifade edilebilir. Bu yönüyle söz konusu kuramsal perspektif,
günümüz yeni güvenlik anlayışının ve eleştirel-alternatif güvenlik yaklaşımlarının
öncüsü sayılabilir.
2- Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Çalışmalarında Değişim-Dönüşüm: Yeni
Güvenlik Anlayışı
Soğuk Savaş yıllarındaki gibi sistemde eğer ikili güç dengesi oluşturabilecek
bir “biz” ve “öteki” dengesi varsa ittifak/işbirliği ve tehdit tanımlamaları daha kolay
yapılabilmekte; benzer algı ve beklentideki aktörler farklı kamplarda yer alarak
ilişkilerini bu kutuplaşma üzerinden sürdürebilmektedir. Fakat sistem, Soğuk Savaş
sonrasındaki gibi karmaşıklaştıkça oyuncuların güvenlik algılamalarını, birbirlerinin
farklılığı üzerinden tanımlamaları da artmaktadır.19 Benzerlik ve farklılıkların eş
zamanlı olarak iç içe girdiği ve arttığı 21. yüzyıl küresel sisteminde güvenlik ve
tehdit tanımlamaları da çeşitlenmektedir. Güvenliğin genişlemesi, çeşitlenmesi ve
derinleşmesi geleneksel güvenlik literatürünü ciddi biçimde tehdit etmekte; kim için,
ne için, nereye kadar ve nasıl güvenlik soruları çerçevesinde alternatif güvenlik
çalışmaları gündeme gelmektedir. Postpozitivist kuramlar olarak da bilinen eleştirel,
postmodern, feminist ve konstrüktivist kuramların güvenlik anlayışları, eleştirel
yaklaşımlar çerçevesinde klasik güvenlik paradigmasını sorgularken; doğrudan
güvenlik çalışmaları yapan ve güvenliğe ilişkin ortaya ciddi tezler koyan Kopenhag
Ekolü yeni güvenlik anlayışı inşa etmeye çalışmaktadır.
2.1. Güvenliğin Resminin Yeniden Çizilmesi: Eleştirel Yaklaşımlar
Eleştirel Okul, tıpkı modernitenin tek tipleştirdiği yaşam ve insan modelinde
olduğu gibi, uluslararası ilişkiler disiplininde de realizmin tek-tip merkez kavramlar
üzerine inşa edilmiş tek-tip bir dünya ile diğer olguları tahakküm altına aldığı
eleştirisinden yola çıkmaktadır.20 Dolayısıyla kurama göre, disiplinin temel
parametrelerinden birini teşkil eden güvenlik de aynı biçimde kartezyen, batılı,
rasyonel bir erkek figürüyle imgelenen modern devletin tekeli altındadır. Bu
çerçevede, “modern devletin bekası=güvenlik=yurttaşların güvenliği” şeklindeki
formülasyon, tüm şiddeti meşrulaştıran, diğer olgu ve olayları maskeleyen bir boyuta
17
Johan Galtung’un merkez-çevre hakkındaki düşünceleri için bkz. Johan Galtung, “Emperyalizmin
Yapısal Teorisi-Kısım 1, çev: Birgül Demirtaş-Coşkun, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:2,
2004, s. 25-46 ve Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 2, çev: Birgül DemirtaşCoşkun, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:3, 2004, s. 37-66.
18
Immanuel Wallerstein’ın modern dünya sisteminin analizine ilişkin temel tezlerini özetleyen bir
çalışma için bkz. Elçin Aktoprak, “Immanuel Wallerstein: Sosyal Bilimlere Yeniden Bakmak”,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:4, 2004, s. 23-58; özellikle bkz. s. 24-44.
19
Beril Dedeoğlu, “Yeniden Güvenlik Topluluğu: Benzerliklerin Karşılıklı Bağımlılığından
Farklılıkların Birlikteliğine”, Uluslararası Đlişkiler, Cilt:1, No:4, 2004, s. 2.
20
Richard K. Ashley, “Political Realism and Human Interests”, International Studies Quarterly, Cilt:
25, No: 2, Symposium in Honor of Hans J.Morgenthau, 1981, s. 204-205.
28
ulaşmıştır. Oysaki kökeninde devlet, yurttaşları için güvenlik üreten bir araçtır.21
Eleştirel Okul bu doğrultuda, sistemin hegemon aktörünün gölgesi altında kalmış
birey ve toplum güvenliğini, güvenlik incelemelerinde ön plana çıkarmakta;
teorilerin kurucuları tarafından dayatılan söz ve imgelerin hegemonun çıkarlarına
hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Devlet güvenliği/ulusal güvenlik, birey ve
toplum güvenliği ile eş tutulduğundan; sistemin, hegemonun ya da devletin
güvenliğini sağlamak adına bireysel güvenlik ve özgürlükler yok sayılabilmektedir.
Eleştirel teori; bireysel özgürlükler ve birey güvenliğinin yeniden tesisi için devlet
ile toplumsal gruplar ve bireyler arasında iletişimsel ussallığın modernitenin
metalaştırıcı araçsal ussallığının yerini alarak, kamu alanının canlandırılması ve ister
ulus devlet içinde isterse uluslararası ilişkilerde olsun demokratik düzenin bireylerin
hayatına sirayet edecek bir biçimde işletilmesi gerektiğini savunmaktadır.22
Postmodern kuramcılar, modernitenin ötekileştirici doğası üzerinden yola
çıkarak, uluslararası ilişkiler düşüncesinin temel kavramları arasındaki hiyerarşik
düzeni vurgulamaktadırlar: Savaş/barış, dost/düşman, düzen/anarşi, yerli/yabancı,
merkez/çevre.23 Karşıtlıklar üzerine kurulu sistemde küreselleşme ile birlikte, tüm bu
kavram ve olgular iç içe geçmekte, daha çok karşılaşmakta ve birbirlerine daha
bağımlı hale gelmektedir. Bu doğrultuda, zaman-mekan sıkışması neticesinde
kimliksel farklılıklar, her gün bir pota içinde erirken çatışmakta; iletişim devrimiyle
kimlikler ve önyargılar bir yandan daha çok ayyuka çıkarken diğer yandan uzlaşma
zemini aranmakta; klasik realist söylem ve imgeler belirsizlikler dünyasında
otoritesini korumaya çalışmaktadır. Postmodern kuramcılar bu çelişkiler
çerçevesinde güvenliği yorumlayarak, Batı merkezli sistemin birey güvenliğini her
açıdan sarstığını vurgulamakta ve ayrıca bugün konuşulan “güvenlik” olgusunun
Batı’yı öncelediğini savlamaktadır. Örneğin uluslararası göç yeni dünya düzeninin
güvenlik ajandasında en üst sıralarda yer almaktadır. Oysa burada toplumsal
güvenlik vurgusu altında hiyerarşik olarak üst sırada bulunan ve öncelenen göç alan
ülkelerin toplumsal güvenliğidir; ardından ise göç etmek durumunda kalan
toplumların güvenliği gelmektedir.
Diğer yandan, postmodernistler dijital çağda savaşın kanlı gerçeğinden
uzaklaşılarak, savaşın bilgisayar oyununa dönüştürüldüğünü vurgulamaktadır.24 Yeni
teknolojiler, dijital savaşlarda simule edilirken, sadece bir mouse ve klavyenin yeterli
olması, savaş sırasında insani boyutun ve insan güvenliğinin tümüyle kaçırılmasına
ve şiddeti uygulayanın tümüyle yabancılaşmasına neden olmaktadır. Yanı sıra,
iletişim devrimiyle birlikte savaşlar ve devlet tekeli dışında da insan güvenliği her an
her yerden gelebilecek tehditlerle karşı karşıyadır. Bugün, Şangay’daki bir hacker
Đstanbul’daki bir bilgisayara saldırıda bulunabilir ya da GDO’lu bir ürün dünyanın
21
Pınar Bilgin,“Individual and Societal Dimensions of Security”, International Studies Review, Cilt:
5, No: 2, 2003, s. 203.
22
Fuat Keyman, “Eleştirel Düşünce: Đletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark”, içinde: Devlet, Sistem,
Kimlik, der: Atila Eralp, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2007, s. 234.
23
Trobjorn L. Knutsen, Uluslararası Đlişkiler Teorisi Tarihi, çev: Mehmet Özay, Açılım Kitap,
Đstanbul, 2006, s. 367.
24
Bu konuda bkz. James Der Derian, “The Simulation Syndrome: From War Games to Game Wars”,
Social Text, No: 24, 1990, s. 187-192.
29
bir diğer bölgesindeki insanların genetik kodlarını etkileyebilir; artık coğrafi
uzaklıkların ve sınırların önemi büyük ölçüde azalmıştır.25
Uluslararası ilişkiler literatürüne hızlı bir giriş yapan feminist uluslararası
ilişkiler kuramı, disiplinin merkezi olgularını ve epistemolojik temellerini cinsiyet
dikotomisi üzerinden eleştirmektedir. Buna göre mevcut uluslararası ilişkiler sistemi,
hiç çocuğun doğmadığı ve hiç kimsenin ölmediği devletlerden oluşan sanal bir yapı
olduğu26 ve realizmin güvenlik çalışmalarında anarşik ve tehlikeli bir dünyada
devletin bekası için gerekli olan güç, otonomi ve rasyonalite gibi olgular da, “ideal
erkek” tipi üzerine kurgulandığı noktasında yeniden sorgulamaya açılmıştır.27
Bu bağlamda feminist güvenlik yaklaşımı; realist anlayışın reddi, soyut
sistematik söylemin sorgulanması, kadınları günlük yaşamları ve güvenlik arasında
güçlü bir bağın mevcudiyetinin bilinmesi, hakim devlet anlayışının eleştirisi ve
dönüşüme uğrayan şiddetin yapısal olduğunun kabulü üzerine kurulmuştur.28 Direkt
şiddet, devletler ve onların uluslararası çatışmaları üzerine odaklanırken; yapısal
şiddet, sosyal grup ve bireylerin güvensizliği ile ekolojik tehditlerin yarattığı dünya
güvensizliğini içermektedir.29 Bu tanımlamadan hareketle, uluslararası sistemdeki
erkek merkezli kurgu dahilinde gerçekleşen direkt şiddet, yapısal şiddeti
kökleştirmiştir. Feminist kuramın güvenlik anlayışına göre yapısal şiddetin çıktıları,
sistem tarafından görünmez kılınan/varsayılan kadınların güvenliğini tehdit etmekte
ve gündelik yaşamlarının her alanına sirayet etmektedir.
Bu doğrultuda, feminist uluslararası ilişkiler kuramı çok boyutlu bir
yaklaşımla güvenliği, başta ekolojik, fiziksel ve yapısal olmak üzere tüm
kapsamlarıyla şiddetin azalması olarak ifade etmektedir.30 Feminist kuramcılar için
güvensizliğin tanımı; başta cinsiyet, sınıf ve ırk olmak üzere tüm yapısal
eşitsizliklerin etkileridir.31 Nitekim BM’nin Irak boykot kararında cezalandırılan,
“anne ve ailenin taşıyıcısı” olarak kadınlar olmuştur. Aynı şekilde 1993’ün sonunda
yaklaşık olarak 18 milyon mültecinin %80’ini kadın ve çocuklar teşkil etmektedir.
Latin Amerika’da kredi programlarından sadece %7-11 arası bir oranda kadınlar
yararlanmaktayken, Afrika’da tarımsal üretimin %80’ini gerçekleştiren kadınlar,
tarım kredilerinin sadece %1’den yararlanmaktadırlar.32
Bunun yanı sıra, kadın imgesinin bilinçaltında savaşları, yaptırım kararlarını
ve müdahaleleri meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanıldığı örnekler söz konusudur.
25
Johan Eriksson and Giampiero Giacomello, “The Information Revolution, Security, and
International Relations: (IR) Relevant Theory?”, International Political Science Review, Cilt: 27, No:
3, 2006, s. 233-234.
26
Özlem Tür, Çiğdem Aydın Koyuncu, “Feminist Uluslararası Đlişkiler Yaklaşımı: Temelleri,
Gelişimi, Katkı ve Sorunları”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt: 7, No: 26, 2010, s. 8.
27
J. Ann Tickner, “Feminist Responses to International Security Studies”, Peace Review 16:1, 2004,
s. 44.
28
Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası Đlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar
Demeti”, Alternatif Politika, Cilt: 1, No: 1, 2009, s. 23.
29
J. Ann Tickner, “Introducing Feminist Perspectives into Peace and World Security Courses”,
Women's Studies Quarterly, Cilt: 23, No: 3-4, 1995, s. 48.
30
J. Ann Tickner, “You Just Don't Understand: Troubled Engagements between Feminists and IR
Theorists”, International Studies Quarterly, Cilt: 41, No: 4, 1997, s. 624.
31
J. Ann Tickner, “What Is Your Research Program? Some Feminist Answers to International
Relations Methodological Questions”, International Studies Quarterly, Cilt: 49, No: 1, 2005, s. 6.
32
J. Ann Tickner, “You Just Don't Understand: Troubled Engagements between Feminists and IR
Theorists”, s. 625-626.
30
Nitekim 11 Eylül’den sonra medya; yardım bekleyen burkalı kadın figürlerine yer
verirken, aslında ABD’nin kurtarıcı bir erkek figürü olarak algılara yerleşmesini
sağlamıştır. Taliban yönetiminde kadınlar, kısıtlamalar altında adeta hapis hayatı
yaşamaktayken Taliban’ın devrilmesinden sonra da kadınlar için pek bir şeyin
değişmediğini söylemek mümkündür. Zira Afganistan’ın kırsal bölgelerinde
kadınların halen büyük bir bölümü aynı hayatı yaşamaya devam etmektedir.
Kadınlar, savaşın içinde her gün güvensizlik duygusuyla yüzleşmekte, aşırı fakirlik
altında yaşamaktadır. Birçok kadın savaş sırasında ailelerini yitirmiştir.33
Güvenlik üzerine çalışan feminist kuramcıların Bosna Savaşında yüzbinlerce
kadının tecavüze uğraması34 ve tüm hayatları boyunca izlerini taşıyacakları
güvensizlik duygusu içine çekilmelerine yaptıkları güçlü vurguyla erkek egemen
uluslararası ilişkiler kuramlarını sorgulamaya açmaları; başta insan güvenliği olmak
üzere devlet dışı tüm güvenlik alanlarının tartışılmaya açılmasına ve “görünür”
kılınmasına destek olmuştur. Bu doğrultuda, feminist perspektiflerin literatüre en
büyük katkısı, gender (toplumsal cinsiyet) dikotomisi üzerinden aslında biz/onlar
ayrımının su yüzüne çıkarılmasına ve uluslararası çatışmalarda “diğerleri” üzerine
düşünülmesine imkan vermesidir ki böylece harmoni içinde yaşayan bir dünyaya
ulaşmanın ilk adımı atılabilir.35
Đstikrarı ve düzeni anlatmakta son derece muktedir olan makro teorilerin;
Soğuk Savaş sonrası sistemin çoğulcu ve parçalanmış resmini yorumlayamaması ve
değişimi açıklamada yetersiz kalması literatürde yeni bir kan arayışına neden
olmuştur. Pozitivizm ile postmodernizm; realizm ile liberalizm arasında bir ara
kuram olarak karşımıza çıkan konstrüktivizm; küreselleşmenin yarattığı ikilemlerin,
krizlerin, değişim ve dönüşümlerin, çarpışma ve birleşmelerin açıklanmasında
oldukça ön plana çıkmıştır. Çünkü konstrüktivizm uluslararası ilişkileri güç ya da
piyasa etkileşimi gibi maddi yapılar yerine fikirler, normlar, kültürler ve algılamalar
sayesinde oluşan sosyal yapılar ekseninde değerlendirmektedir.
Süper güçlerin karşılıklı etkileşimi içinde cereyan eden ve güvenliğin salt
“kapasite x niyet = tehdit” kurgusu çerçevesinde değerlendirildiği bir dünyaya, 19921995 arasında 200.000 kişinin öldüğü Bosna; 1995’te 500.000’den fazla kişinin
öldüğü Ruanda ve yeni doğan beş çocuktan birinin ancak 5 yaşına kadar yaşama
ihtimaline sahip olduğu Afganistan36 tecrübeleri; güvenliğin süper güçlerin
güvenliğine indirgenemeyecek kadar geniş ve derin, sadece maddi öğeler ve güç
mücadeleleriyle açıklanamayacak kadar toplumsal hafıza, kimlik, algılama, inanç ve
normları da barındıran çok boyutlu bir kavram olduğunu hatırlatmıştır. Güney
Afrika’da Apartheid rejiminin kaldırılması, çeşitli silahların yasaklanması, köleliğin
kaldırılması ve bazı rejimlerin sonlanması gibi olumlu gelişmeler de aktarılan ve
içselleştirilen normlar kanalıyla güvenliğin yeniden tesis edilebileceğini ortaya koyan
pozitif örnekler olmuştur.37 Konstrüktivizmin sosyal gerçeklere ilişkin vurgusu işte
33
J. Ann Tickner, “On The Frontlines or Sidelines of Knowledge and Power? Feminist Practices of
Responsible Scholarship”, International Studies Review, No: 8, 2006, s. 390.
34
“Kadınlara yönelik tecavüz, savaş dönemlerinde rutin bir cezalandırma yöntemidir”; bu konuda bkz.
Muhittin Ataman, a.g.e, s. 26.
35
J. Ann Tickner, “Introducing Feminist Perspectives into Peace and World Security Courses”, s. 55.
36
Steve Smith, “Singing Our World into Existence: International Theory and September 11”,
International Studies Quarterly, Cilt: 8, No:3, 2004, s. 508-509.
37
M. Finnemore and K. Sikking, “International Norm Dynamics and Political Change”, International
Organization, Cilt: 52, No: 4, 1998, s. 890.
31
tam da bu noktada başlar. Kuram yalnızca güvenliği ele almasa da, sosyal yapı,
normlar ve kimlikler ile güvenlik arasında kurduğu bağıntı, konstrüktivizmi güvenlik
yaklaşımlarında ön plana çıkarır. Dünya politikaları, toplumsal bellek ve
algılamalarla bugünü yorumlayan sosyal öznelerin etkileşiminin bir ürünüdür.38 Bu
kapsamda, konstürüktivizmin uluslararası ilişkiler bulmacasında kimlik, norm,
algılama ve önyargılar gibi parçaları daha iyi birleştiren sosyal gerçekliklere vurgu
yapması, Soğuk Savaş döneminde dondurulan başka bir ifadeyle “güvenlik-dışı”
bırakılan ve/veya yok sayılan olguları (cinsiyet, kimlik, göç, insan hakları, refah
toplumu vb.) güvenlik gündeminde üst sıralara taşımıştır.
Bir devletin askeri güvenlik kapasitesinin ne ifade ettiği tıpkı Wendt’in kült
haline gelmiş “Đngiltere’nin 500 nükleer silahının ABD için Kuzey Kore’nin 5
nükleer silahından daha az tehlikeli olduğu” örneğindeki gibi39; o ülkenin düşman ya
da dost ülke şeklinde algılanmasına istinaden yani kimlikler zemininde
ötekileştirmeye bağlı olarak değişiklik arz eder. Çünkü özne ve yapı karşılıklı olarak
birbirini yeniden inşa eder; özneler kuralları, kurallar özneleri biçimlendirir ve sosyal
dünya, sosyal dünyanın şekillendirdiği insanlar tarafından şekillendirilir.40
Görüldüğü gibi, inançlar, önyargılar, normlar ve kimlikler dünya politikalarının
sosyal yapısını oluşturan kurallar bütünüdür. Zira, toplumların kimliklerine aidiyet
duygularını güçlendirecek biçimde birbiri hakkında önyargı oluşturmaları ve bu
önyargıların peşinden gitmeleri insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Joseph de
Maistre’in, “Hayatım boyunca Fransızlar, Đtalyanlar, Ruslar gördüm; Montesquieu
sayesinde, Acem bile olunabileceğini biliyorum ama hiç insanla karşılaşmadım”
cümlesi; kimliklerin ve öteki kimliklere ilişkin oluşmuş sosyal duvarların içinde
bulunduğumuz yapıyı bir labirente çevirdiğini anlatır niteliktedir. Nitekim bu
labirent; 21. yüzyıl dünyasında daha önce hiç bir zaman diliminde olmadığı kadar
karşılaşmaların, çarpışmaların ve duvarların aşılmasının sancısını çekmektedir.41 Bu
sancılı ortamda, güvenliğin sadece devletler arası olmaktan çıkarak toplumlar arası
ve özneler arası boyutları da içeren bir yapı-söküme uğradığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
Modernitenin sancılarını yaşayan insan, içinde bulunduğu kaotik dünyada
kendini korumak, güvenli hissetmek ve öz varlığını garanti altına almak için
kimliğini ve grup aidiyetini ön plana çıkarmaktadır. Çünkü kimlikler, insana kim
olduğunu ve diğerlerinin kimler olduğunu söyler ve insan içinde bulunduğu
belirsizlikte benliğini bilmenin gücüne erişir. Zira en temel insani gereksinimler;
güvenlik, kimlik ve bunun tanınmasıyken, çoğunlukla çatışma ve krizlerin temelinde
bu gereksinimlerin tanınmasının bir şekilde engellenmesi, baskı altına alınması ya da
reddedilmesi gibi ihtimaller yatmaktadır. Bu durum, sorunların müzakere
edilebilirliğini sekteye uğratır.42 Nitekim Wendt, bir ülkenin kendi güvenliğini
38
Brian Frederking, “Constructing Post-Cold War Collective Security”, The American Political
Science Review, Cilt: 97, No: 3, 2003, s. 364.
39
Alexander Wendt, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt: 20, No: 1,
1995, s. 73.
40
Brian Frederking, a.g.e, s. 364.
41
K. Anthony Appiah, “Kimlik, Sahicilik, Hayatta Kalma: Çokkültürlü Toplumlar ve Toplumsal
Yeniden Üretim”, içinde: Çok Kültürcülük: Tanınma Politikası, yayına hazırlayan: Amy Gutmann,
Yapıkredi Yayınları, Đstanbul, 2010, s. 163.
42
Ömer Göksel Đşyar, “Uluslararası Đlişkilerde Krizlerin Tanımlanması ve Yönetimi”, içinde: Değişen
Dünyada Uluslararası Đlişkiler, editör: Đdris Bal, Lalezar Kitabevi, Ankara, 2008, s. 265-266.
32
artırırken diğerlerinin güvenliğini tehdit etmesi ve/veya azaltması43 olarak ifade
edilen güvenlik ikilemi olgusunu, devletlerin birbirlerinin çıkarları ve niyetleri
üzerine inşa ettikleri intersübjektif algılama ve kabullerin sosyal yapısı olarak
açıklar.44 Örneğin, Đran nükleer krizinde olduğu gibi karşılıklı algılama ve önyargılar,
toplumsal benliğe yerleşmiş mağduriyet hissi ve çift taraflı güvensizlik hali gibi
olgular, çözüm arayışlarına ket vurmaktadır. Kimlik ve güvenlik arasındaki bağıntı,
küreselleşmenin Orta Doğu’da yarattığı çözülmeyle beraber farklı devletlerde
yaşayan Şii toplumlar arasındaki etkileşimin artması ile de örneklendirilebilir.
Kısacası, konstrüktivizmin güvenlik yaklaşımının literatüre en önemli katkısı
“Medeniyetler Çatışması” tezinin tartışıldığı günümüz dünyasında geleneksel
olguların dışına çıkarak, kimlik ile çatışma-güvenlik arasındaki bağıntıyı
açıklamasıdır.
2.2. Kopenhag Ekolü
1990’larda güvenliğin çok boyutluluğunu ön plana çıkarak kavramsal
güvenlik çalışmalarında önemli bir kırılma yaratan ve ayrıca 21. yüzyıl güvenlik
çalışmalarının merkezi haline gelen Kopenhag Ekolü, güvenliği; devletlerin ve
toplumların tehditlerden kurtulma arayışları ve rakip güçlere karşı bağımsız
kimliklerini ve işlevsel bütünlüklerini koruma yetenekleri olarak tanımlamıştır.45
Böylece, güvenlik salt devlet tekelinde irdelenen bir olgu olmaktan çıkmış;46 anarşik
sistem dahilindeki güvenlik tanımlamalarına toplum boyutu da eklenmiştir. Zira,
güvenliğin ve refahın sağlanması, 21. yüzyılın iç içe geçmiş yapısında ve ortaya
çıkan risk toplumunda, ulusal ve uluslararası düzeyde devlet-toplum-birey ekseninde
aksiyon alımını gerektirmektedir. Bu ikisi arasındaki karmaşık dengenin kurulması
oldukça önemlidir.47 Bir diğer önemli nokta da, bu iki düzey arasındaki gerek
etkileşim gerekse işbirliğinden bireyin güvenliğinin nasıl etkilendiğidir.
Öncelikle Kopenhag ekolünün yeni güvenlik literatürüne kazandırdığı önemli
bir kavramsallaştırma, “güvenlikleştirme”dir. Barry Buzan ile birlikte ekolün önde
gelen teorisyenlerinden Ole Waever’ın öne sürdüğü güvenlikleştirme; bir şeyin ya da
bir konunun değerli olduğu kabul edilen bir öznenin varlığına yönelik bir
tehdit/tehlike biçiminde kurgulanması ve bu kurgulamanın, normal siyasi sürecin
dışına çıkılarak alınan istisnai tedbirleri desteklemek için kullanılmasıdır. Bu
doğrultuda güvenlikleştirme girişimleri; tamamen başarılı olabilir, sınırlı bir başarı
sağlayabilir ya da başarısızlığa uğrayabilir. Örneğin Soğuk Savaş konjonktüründe
Batı bloğundaki komünist/Sovyet tehdidi güvenlikleştirme girişimi olarak yaygın bir
başarı ve süreklilik sağlamış; ABD’nin Irak’ı tehditleştirmeye yönelik son girişimi
43
Charles L. Glaser, “The Security Dilemma Revisited”, World Politics, Cilt: 50, No: 1, 1997, s. 174.
Alexander Wendt, a.g.e, s. 73. Wendt kuramını ortaya koyarken, güvenlik ikileminin Tanrının karar
ve uygulamalarından kaynaklı olmadığını, deneyimlerin ve inançların bir sonucu olduğunu vurgular;
aynı yerde, s. 77.
45
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs,
Cilt: 67, No: 3, 1991, s. 433.
46
Güvenlik Vestfalyan düzende, rejimin, ülke sınırlarının ve egemenliğinin korunmasını ifade
etmekte, fiziki boyutta bir korumayı kapsamakta ve iç-dış güvenlik (Sosyal düzenin korunması ve
egemenliğin bekası tek çatı altında değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımda medeniyetler ve sivil toplum
arka plana atılmıştır. Oysa güvenlik yalnızca rejimin ve sosyal düzenin fiziki korumasıyla eş
tutulamaz; Sven Bislev, “Globalization, State Transformation, and Public Security”, International
Political Science Review, Cilt: 25, No: 3, 2004, s. 282-283.
47
Barry Buzan, “Peace, Power and Security: Contending Concepts in the Study of International
Relations”, Journal Of Peace Search, Cilt: 21, No: 2, 1989, s. 121.
44
33
sınırlı bir başarı kazanmış, ABD’de kamuoyunun Vietnam Savaşı’na yönelik
desteğinin sağlanması girişimi ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır.48
Waever’ın güvenlik çalışmalarına kattığı bir diğer yenilik de,
güvenlikleştirme kavramının anti-tezi olarak düşünülebilecek “güvenlik
dışılaştırma”dır. Güvenlik dışılaştırma, daha önce tehdit olarak kabul edilen bir şeyin
ya da bir konunun artık tehdit olarak inşa edilmemesidir. Bir anlamda
güvenlikleştirme alanının dışına çıkarmayı/çıkarılmayı ifade eden güvenlik
dışılaştırmaya verilecek en somut örnek, Soğuk Savaşın sona ermesidir. Soğuk Savaş
döneminde güvenlik çemberinin içine alınan birçok şey, başka bir ifadeyle
güvenlikleştirilen birçok konu SSCB’nin dağılmasıyla son bulmuş ve böylece
güvenlik dışılaştırılmıştır.49
Öte yandan güvenlikleştirme kuramı, söylemsel ve siyasal bir süreçtir.
Dolayısıyla güvenlikleştirme bu süreçte intersübjektif bir anlamda kurgulanmaktadır.
Yani yukarıda da belirtildiği üzere aslında güvenlikleştirmeden anlaşılan; siyasi bir
topluluk içersinde bir şeyin, referans nesnesinin varlığını tehdit ettiği ve bu tehditle
mücadele için acil ve olağanüstü önlemlerin alınması sürecidir. Güvenlikleştirme
kuramındaki bir diğer önemli kavram “referans nesnesi” ise, tehdit edildiği
düşünülen ve “yaşamak zorunda olduğu” ileri sürülen şey; örneğin devlet, çevre veya
liberal değerlerdir. Güvenlikleştirmeyi yapan özne, başka bir deyişle
“güvenlikleştiren aktör”, belli bir referans nesnesine yönelik varoluşsal tehdit
olduğunu iddia eden -konuşma eylemi- ve böylece çoğunlukla aktör tarafından
gerçekleştirilen olağanüstü önlemleri meşrulaştıran taraftır. Güvenlikleştirmedeki
edilgen taraf ise, “kamuoyu”dur; yani konuşmanın başarılı olması, başka bir deyişle
olağanüstü önlemlerin alınabilmesi için ikna edilmesi gerekenlerdir.50
Kopenhag Ekolünün, güvenliğin özne-nesne-süreç bağıntısını kurduğu
güvenlikleştirme kavramının yanı sıra literatüre bir diğer önemli katkısı, muğlak, ucu
açık ve göreceli bir kavram olan güvenliği tek boyutluluktan kurtararak, çok boyutlu
bir zemine taşımasıdır. Okulun öncülerinden Barry Buzan, New Patterns of Global
Security in the Twenty-First Century başlıklı makalesinde, güvenliği beş kapsamlı bir
kategorizasyonda -askeri, siyasal, toplumsal, ekonomik ve çevre güvenliği olmak
üzere -inceleyerek, güvenlik çalışmalarında önemli bir dönüm noktası yaratmıştır.
Siyasal güvenlik, devletlerin organizasyonel istikrarı, hükümet sistemleri ve
onlara meşruluk veren ideolojilerle ilgilidir. Buzan’a göre iki kutuplu sistemde SSCB
ve ABD süper güçlerinin oluşturdukları kamplaşmaya bağlı olarak buzdağının
ardında bırakılan çevre ülkelerin ya da üçüncü dünya ülkelerinin siyasi güvenliği,
Soğuk Savaş’ın bitişiyle beraber gün yüzüne çıkmıştır. Soğuk Savaş sonrası üçüncü
dünya ülkerinde özellikle Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan siyasi gelişmeler, siyasal
Đslam’ın ön plana çıkması, dekolonize olan ancak refaha erişemeyen ülkelerin siyasal
talepleri; indirgenmiş ya da tek bir bloka özgülenmiş bir siyasal güvenlik anlayışının
48
Barry Buzan, “Askeri Güvenliğin Değişen Gündemi”, çev: Burcu Yavuz, Uluslararası Đlişkiler
Dergisi, Cilt:5, No:18, 2008, s. 108.
49
Aynı yerde, s. 108.
50
Ole Waever, “Toplumsal Güvenliğin Değişen Gündemi”, çev: Birgül Demirtaş Coşkun,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:5, No:18, 2008, s. 152.
34
mümkün olmadığını ve siyasal güvenliğin sanılanın aksine ne denli toplumsal
güvenliğe bağlı olduğunu ortaya koymuştur.51
Buzan, askeri güvenliği devletlerin saldırı-savunma yetenekleri ve
birbirlerinin niyetlerini algılamalarıyla açıklamaktadır. Buna göre Soğuk Savaş
sonrasında nükleer silahların azaltılmasına dönük girişimlerde nükleer silaha sahip
olan ve olmayan devletler arasındaki tansiyon52, sistem boyutunda askeri güvenliği
tartışmanın ne kadar algılamalara bağlı ve sübjektif olduğunu ortaya koymuştur. Bu
tanımlamalardan hareketle Buzan’ın realist bir terminoloji olan askeri ve siyasal
güvenliği, güvenlik tanımının içinde ayrıştırarak, askeri ve siyasal güvenliğin
merkeziliğini sorgulamaya açtığı ve diğer güvenlik alanlarıyla aralarındaki girift ağı
ortaya koyduğu söylenebilir.
Ekonomik güvenlik, devletlerin kaynaklara ulaşımı, finans ve pazarlara
erişimi ile refah ve güçlerinin sürdürülmesi ile ilgilidir. Toplumsal güvenlik ise,
değişimin kabul edilebilir şartları dahilinde geleneklerin, dini ve ulusal kimliklerin,
dil ve kültür birliğinin yeniden üretilmesi konusunda toplumun yeniden üretim
biçimlerine ilişkindir. Küreselleşmenin güvenlik açısından devletlerden daha çok
toplumları etkilediği görüşünü savunan Kopenhag ekolü53, daha çok birey ve kimlikkültür değerlerini de kapsayan toplum güvenliğini öncelemekte; toplumsal güvenlik
kapsamında çevreden merkeze göç ile rakip kimlikler arasındaki çatışmalara yer
vermektedir.54 Ayrıca, toplumsal güvenliğe yapılan bu vurgu, devlet merkezli
güvenlik anlayışının yadsıdığı “kimlikleri olan ancak egemenlikleri olmayan”
toplumların görünür kılınmasını sağlamıştır.55 Son olarak, çevresel güvenlik,
insanlığın bağımlı olduğu bir destek sistemi olarak lokal ve küresel biyosferin
korunması ile ilgilidir.
Barry Buzan tarafından askeri, siyasal, ekonomik, toplumsal ve çevresel
güvenlik olarak tasnif edilen güvenlik kavramının söz konusu boyutlarının
birbirinden bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir.56 Örneğin, ekonomik güvenliğin
uluslararası güvenlik zincirinin kilit halkalarından biri olduğu söylenebilir. Zira
Buzan’a göre liberal uluslararası ekonomi, uluslararası güvenlik sisteminin
oluşturulması için gerekli bir faktördür. Çünkü bu bağımlılık savaşların geniş
alanlara yayılımının önüne geçebilir ve böylece devletler güç kullanımından sakınır.
Nitekim liberal ekonomik sistem devletlerarası güç kullanımını sınırlandırırken,
merkantilist ekonomi güç kullanımını teşvik etmektedir.57 Burada üzerinde önemle
durulması gereken nokta ise, fakir ülkelerin sisteme nasıl kazandırılacağıdır. Çünkü
51
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, s. 439-441.
Aynı yerde, s. 443.
53
Toplumsal güvenlik kavramının Kopenhang Ekolü’nden çıkmış olması şaşırtıcı değildir. Bunun
nedeni, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’ta Avrupa Birliği ve küreselleşme neticesinde kültürel
kimliğin kaybına dair bir güvenlik algılamasının yerleşmiş olması ile açıklanabilir; Dario Battissela,
Théories des Rélations Internationales, Presses de Sciences Po, Paris, 2003, s. 451.
54
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, s. 447.
55
Barry Buzan, Ole Waever, “Slippery? Contradictory? Sociologically Untenable? The Copenhagen
School Replies”, Review of International Studies, Cilt: 23, No: 2, 1997, s. 242.
56
Barry Buzan, op.cit., s. 433.
57
Barry Buzan, “Economic Structure and International Security: The Limits of the Liberal Case”,
International Organization, Vol: 38, No: 4, 1988, s. 597.
52
35
çevrede kalan zayıf ve güçsüz ülkeler güç kullanımına yönelebilir ve ülke içinde iç
çatışmalar artabilir.58
Diğer yandan, askeri güvenliği sağlama uğruna yapılan harcamalar, ekonomik
istikrarsızlığı ve krizleri beraberinde getirebilir. Ekonomik güvenlikteki bu sarsıntı
ise toplumsal güvenliğe doğrudan sirayet eder ve toplumsal çalkantıyı beraberinde
getirebilir. Her ne kadar diğer güvenlik alanlarının yanında daha az bir önem
atfedilse de çevre güvenliği tüm güvenlik alanlarını hiç umulmadık bir anda derin bir
kaosa sürükleyebilir. Nitekim “Doğanın-ekolojinin 11 Eylül’ü” olarak
nitelendirilebilecek Japonya depremi, deprem sonrasında meydana gelen tsunami
felaketi ve ardından gelen nükleer tehlike, Japon ekonomisini ve toplumsal hayatını
oldukça etkilemiş; nükleer çalışmaların yeniden sorgulanmasına neden olmuş ve
çevre güvenliğinin ne denli yaşamsal olduğunu gözler önüne sermiştir.
Kopenhag Ekolü’nün bir diğer öncüsü Ole Waever, güvenlik çeşitlemeleri içinde
merkezi konuma toplumsal güvenliği oturtarak, bu güvenlik çeşitlerinin birbirleri
arasındaki etkileşimi açığa çıkarmaktadır. Waever’a göre toplumsal güvenlik, bir
kimliği algılanan bir tehdide karşı savunmaktır ki burada “devlet ötesi” ve “biz
kimlikleri”ni vurgulayan bir güvenlik tanımlaması söz konusudur.59 Birey ve
toplumun güvenliğinin devletin güvenliğinin ötesinde olduğu Güney Afrika
Cumhuriyeti örneğiyle aktarılabilir. Nitekim apartheid rejimi boyunca beyaz azınlık
dışındaki halkın büyük çoğunluğu karar alma mekanizmalarının dışına itilerek ulusal
güvenlik arayışlarında söz sahibi olamamış ve kronik bir güvensizlik hali içinde
yaşamlarını idame ettirmişlerdir. Görüldüğü gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin
güvenliği tüm halk için aynı anlamı taşımamıştır.60
Güvenlik çalışmalarının bir diğer kırılma noktası, özgürlük-güvenlik
arasındaki bağıntıyı güvenlik çalışmalarının merkezine yerleştiren Ken Booth’un
öncülüğünde gerçekleşmiştir. Ken Booth, Security and Emancipation başlıklı
makalesinde, dünya politikalarını belirleyen kelimeler ve imgelerden yola çıkıp
içinde bulunduğumuz iç içe geçmiş yapısal dönüşümü vurgulayarak, realizmin
entelektüel hegemonyası altında şekillenen geleneksel güvenlik düşüncesini ve
üzerinde yeniden şekillenen güvenlik çalışmalarını sorgulamaya açmıştır.61 Đster
yerel isterse de uluslararası düzlemde olsun, güvenlik alanları genişlemiş ve
derinleşmiştir. Tehditlerin yokluğu anlamına gelen geleneksel güvenlik tanımı
çerçevesinde tüm bu yeni güvenlik alanları incelenebilir ancak Ken Booth’un
yaklaşımındaki farklılık; güvenliğin sadece “tehditlerin yokluğu” anlamındaki
geleneksel kavramsallaştırmasının dışına çıkarak, özgürleşmeyi de içine dahil eden
bir tanımlama ortaya koymasında saklıdır. Nitekim, ona göre güvenlik, gelecekle
ilgili beklentilerin garanti altına alınabilmesi veya isteklerin gerçekleştirilmesi
önündeki engellerin kaldırılmasıdır.
Bu bağlamda, güvenlik ve özgürleşme arasındaki ilişkiyi ön plana çıkaran
Ken Booth’un ifadesi ile özgürleşme; “bireyler ve gruplar olarak insanların özgürce
58
Aynı yerde, s. 617.
Ole Waever, “Toplumsal Güvenliğin Değişen Gündemi”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt: 5,
Sayı: 18, 2008, s. 153-155.
60
Ken Booth, Peter Vale, “Security in Southern Africa: After Apartheid, beyond Realism”,
International Affairs, Cilt: 71, No: 2, 1995, s. 287.
61
Ken Booth, “Security and Emancipation”, Review of International Studies, Cilt: 17, No:4, 1991, s.
318.
59
36
seçtikleri şeyleri yapmasını engelleyen fiziksel ve insani kısıtlamalardan
kurtulması”dır. Nitekim savaş, savaş tehdidi, yoksulluk, politik kısıtlamalar ve eğitim
sorunları bu fiziksel ve insani kısıtlamalardan sadece birkaçıdır.62 Dolayısıyla, ona
göre, özgürleşme ve güvenlik bir madalyonun iki yüzüdür ve biri diğeriyle
anlamlıdır.63 Bu tespit, ne özgür ne de güvende olan Irak toplumunu yansıtır
niteliktedir. Zira özgürleşmesi hedeflenen bir toplumun tüm güvenliği derinden
sarsılmıştır. Bir başka örnek ise, devlet güvenliğinin sağlanması adına sıkı kontrol
koşulları altında yaşayan toplumların, özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla, “güvende ama
özgürlüğünü arayan yabancılaşmış toplum”lara dönüşmesidir. Görüldüğü gibi
güvenlik, Ken Booth’a göre güç ve düzen değil, özgürleşmedir.64 Özgürleşme ise
hakların karşılıklılığı fikridir. “Benim özgürlüğüm senin özgürlüğüne bağlı” ve aynı
biçimde “herkes özgür olana kadar ben de özgür değilim” cümleleri; bu bağlamda
sınırları kaldırabilir ve ayrışmalar ile ötekileştirmelerin önüne geçerek bütünleşmeyi
sağlayabilir.65 Sonuç olarak, Ken Booth, birey güvenliğini öncelerken, birey
güvenliğini derinleştirmiş ve kapsamlı bir boyuta taşımıştır.
Sonuç
Soğuk Savaşın sona ermesi, küreselleşme olgusu ve 11 Eylül saldırıları
aktörlerin risk ve tehdit algılamalarını derinden etkilemiştir. Kitle imha silahlarının
(KĐS) yaygınlaşması (nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar), KĐS’leri atma
vasıtalarının gelişmesi (balistik füzeler, uçaklar vs.), terörizmin küreselleşmesi ve
uluslararası terörist eylemlerde KĐS’lerin kullanılma olasılığının artması, bölgesel
etnik ve dinsel kimlik çatışmaları, ayaklanmalar ve bölünmeler, otoriter yönetimlerin
halklarına karşı şiddet uygulamaları, uluslararası organize suçlar, yasa dışı göçler,
uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, çevre sorunları ve salgın hastalıklar gibi daha
çoğaltılabilecek birçok örnek; tehdit algılamalarının değiştiğini ve çeşitlendiğini
göstermektedir.
Bugün büyük güçler arasında zayiat ve tahribata neden olabilecek savaş
ihtimalinin azaldığı söylenebilirse de, etnik ve dini kimlikli bölgesel çatışmalar
varlığını hala korumaktadır. Üstelik terör örgütlerinin, herhangi bir zamanda
dünyanın herhangi bir yerinde eylem yapabilecek olanak ve yeteneğe sahip olmaları,
günümüzdeki tehditlerin zaman ve mekan tanımaz niteliklerini göstermesi
bakımından önem arz etmektedir.
Risk ve tehditlerin çeşitlenip derinleşen gündemi, güvenlik kavramının
değişimini beraberinde getirmiş; güvenlik kavramının değişip-dönüşen yapısıyla
birlikte güvenliğin boyutları ve kapsamı da genişlemiştir. Savaş, silahlı çatışma ve
kuvvet kullanma halleri dışında ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitim
alanları da güvenliğin kapsamına dahil olmuştur. Başka bir ifadeyle güvenlik olgusu
da bir bakıma küreselleşmiştir. Bu bağlamda bölgesel ekonomik krizlerin küresel
etkileri insanların yaşam koşullarını ve refahını doğrudan etkilediğinden ekonomi,
güvenlik konularına eklemlenmekte (ekonomik güvenlik); enerji ve su kaynakları ile
bu kaynaklara ulaşım yollarının güvenliği ön plana çıkmakta (enerji güvenliği);
gezegenin güvenliği kapsamında çevre, hava ve su kaynaklarının kirlenmesinin
62
Aynı yerde, s. 319.
Dario Battissela, a.g.e., s. 455.
64
Ken Booth, a.g.e, s. 319.
65
Ken Booth, a.g.e, s. 322.
63
37
engellenmesi gündeme gelmekte (ekolojik güvenlik); AIDS gibi insan varlığını ciddi
biçimde tehdit eden ve yeni çıkan birçok bulaşıcı hastalık güvenlik kavramı içinde
yorumlanmakta (sağlık güvenliği); küreselleşmeyle birlikte sosyo-kültür ve eğitim
alanlarında yaşanan değişim süreci kimlik algılamalarının (toplum güvenliği)
güvenlik olgusundaki önemini arttırmaktadır.
Bütün bu farklı güvenlik algılamaları ve kaygıları, bir yandan güvenliğin
bütünselliğini ortaya koyarken diğer yandan da geleneksel güvenlik paradigmasının
işlevselliğini ve sorun-çözme yeteneğini sorgulanır hale getirmektedir. Bu açıdan
değerlendirildiğinde gerek liberal ve neo-Marksist kuramlar gerek postpozitivist
eleştirel yaklaşımlar gerekse de Kopenhag ekolü ileri sürdüğü çok boyutlu güvenlik
perspektifleriyle, hem yeni güvenlik anlayışının bütünselliğini ve çeşitliliğini
göstermekte hem de klasik paradigmaya alternatif bir güvenlik modeli sunmaktadır.
Bu çerçevede günümüzde devlet öncelikli güvenlik algılamasından insan/birey ve
toplum odaklı güvenlik algılamasına geçilmekte; böylece güvenlik boyutu, ulus ve
ülke güvenliğinden uluslararası güvenlik şeklinde tanımlanan bölgesel ve küresel
güvenlik anlayışına kaymaktadır.
Buradan hareketle 21. yüzyılda güvenlik, sadece askeri bir kavram olmaktan
çıkarak büyük ölçüde siyasi ve sosyolojik bir kavram haline gelmektedir. Güvenliğin
askeri boyutunun önemi her geçen gün biraz daha azalırken ekolojik, ekonomik ve
sosyolojik boyutlarının önemi artmaktadır. Özgürlük, demokrasi, ekonomik refah ve
gelir bölüşümünde adalet gibi kavramların güvenlik olgusuyla ilişkilendirilip, bu
konulara güvenlik çalışmalarında yer verilmesi yeni güvenlik paradigmasının politik
ve sosyo-ekonomik kimliğini yansıtmaktadır. Nitekim 21. yüzyılın çok boyutlu bu
güvenlik anlayışının en somut izlerini, coğrafi bir alt-sistem olan Balkanlar ile ilgili
düzenlenen bu kongredeki, konu ve konulardaki aktör çeşitliliğinde görmek
mümkündür.
Kaynakça
Alexander Wendt, “Constructing International Politics”, International Security, Cilt:
20, No: 1, 1995.
Barry Buzan, “Askeri Güvenliğin Değişen Gündemi”, çev: Burcu Yavuz,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:5, No:18, 2008.
Barry Buzan, “Economic Structure and International Security: The Limits of the
Liberal Case”, International Organization, Vol: 38, No: 4, 1988.
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”,
International Affairs, Cilt: 67, No: 3, 1991.
Barry Buzan, “Peace, Power and Security: Contending Concepts in the Study of
International Relations”, Journal Of Peace Search, Cilt: 21, No: 2, 1989.
Barry Buzan, Ole Waever, “Slippery? Contradictory? Sociologically Untenable? The
Copenhagen School Replies”, Review of International Studies, Cilt: 23, No: 2, 1997.
Brian Frederking, “Constructing Post-Cold War Collective Security”, The American
Political Science Review, Cilt: 97, No: 3, 2003.
38
Charles L. Glaser, “The Security Dilemma Revisited”, World Politics, Cilt: 50, No:
1, 1997.
Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası Đlişkileri Anlamak, Çev: Arzu Oyacıoğlu,
Yayınodası Yayınları, Đstanbul, 2008.
Dario Battissela, Théories des Rélations Internationales, Presses de Sciences Po,
Paris, 2003.
Elçin Aktoprak, “Immanuel Wallerstein: Sosyal Bilimlere Yeniden Bakmak”,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:4, 2004.
Fuat Keyman, “Eleştirel Düşünce: Đletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark”, içinde:
Devlet, Sistem, Kimlik, der: Atila Eralp, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2007.
Hüsamettin Đnaç, Ümit Güner, “Avrupa ve Amerikan Güvenlik Çatışmaları
Bağlamında Türk Dış Politikası”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:6, No:1,
2006.
Đbrahim Mazlum, “Çevre ve Güvenlik Đlişkisine Tanımsal Bir Yaklaşım”,
Uluslararası Đlşkilerde Sınır Tanımıyan Sorunlar, der: Ayhan Kaya, Günay Göksu
Özdoğan, Bağlam Yayınları, Đstanbul, 2003.
J. Ann Tickner, “Feminist Responses to International Security Studies”, Peace
Review, 16:1, 2004.
J. Ann Tickner, “Introducing Feminist Perspectives into Peace and World Security
Courses”, Women's Studies Quarterly, Cilt: 23, No: 3-4, 1995.
J. Ann Tickner, “On The Frontlines or Sidelines of Knowledge and Power? Feminist
Practices of Responsible Scholarship”, International Studies Review, No: 8, 2006.
J. Ann Tickner, “What Is Your Research Program? Some Feminist Answers to
International Relations Methodological Questions”, International Studies Quarterly,
Cilt: 49, No: 1, 2005.
J. Ann Tickner, “You Just Don't Understand: Troubled Engagements between
Feminists and IR Theorists”, International Studies Quarterly, Cilt: 41, No: 4, 1997.
James Der Derian, “The Simulation Syndrome: From War Games to Game Wars”,
Social Text, No: 24, 1990.
James Rosenau, “Yeni Bir Küresel Düzende Yönetişim”, içinde: Küresel
Dönüşümler, Haz: David Held, Anthony McGrew, Phoenix Yayınları, Ankara, 2008.
Johan Eriksson and Giampiero Giacomello, “The Information Revolution, Security,
and International Relations: (IR) Relevant Theory?”, International Political Science
Review, Cilt: 27, No: 3, 2006.
Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 1, çev: Birgül DemirtaşCoşkun, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:2, 2004.
39
Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 2, çev: Birgül DemirtaşCoşkun, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:1, No:3, 2004.
John Baylis, Uluslararası Đlişkilerde Güvenlik Kavramı”, Uluslararası Đlişkiler
Dergisi, (Güvenlik Özel Sayı), Cilt:5, No:18, 2008.
Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev: Gürol Koca, Literatür Yayınları,
Đstanbul, 2003.
K. Anthony Appiah, “Kimlik, Sahicilik, Hayatta Kalma: Çokkültürlü Toplumlar ve
Toplumsal Yeniden Üretim”, içinde: Çok Kültürcülük: Tanınma Politikası, yayına
hazırlayan: Amy Gutmann, Yapıkredi Yayınları, Đstanbul, 2010.
Ken Booth, “Security and Emancipation”, Review of International Studies, Cilt: 17,
No:4, 1991
Ken Booth, Peter Vale, “Security in Southern Africa: After Apartheid, beyond
Realism”, International Affairs, Cilt: 71, No: 2, 1995.
Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası Đlişkiler Teorilerine Alternatif
Yaklaşımlar Demeti”, Alternatif Politika, Cilt: 1, No: 1, 2009.
Ole Waever, “Toplumsal Güvenliğin Değişen Gündemi”, çev: Birgül Demirtaş
Coşkun, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt:5, No:18, 2008.
Ömer Göksel Đşyar, “Uluslararası Đlişkilerde Krizlerin Tanımlanması ve Yönetimi”,
içinde: Değişen Dünyada Uluslararası Đlişkiler, editör: Đdris Bal, Lalezar Kitabevi,
Ankara, 2008.
Özlem Tür, Çiğdem Aydın Koyuncu, “Feminist Uluslararası Đlişkiler Yaklaşımı:
Temelleri, Gelişimi, Katkı ve Sorunları”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt: 7, No:
26, 2010, s. 8.
Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”,
SAREM Cilt: 8, Sayı: 14, 2010.
Pınar Bilgin,“Individual and Societal Dimensions of Security”, International Studies
Review, Cilt: 5, No: 2, 2003.
Richard K. Ashley, “Political Realism and Human Interests”, International Studies
Quarterly, Cilt: 25, No: 2, Symposium in Honor of Hans J.Morgenthau, 1981.
Robert O. Keohane, “Uluslararası Toplumda Egemenlik”, içinde: Küresel
Dönüşümler, Haz: David Held, Anthony McGrew, Phoenix Yayınları, Ankara, 2008.
Sinem Akgül Açıkmeşe, “Uluslararası Đlişkiler Işığında Avrupa Bütünleşmesi”,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt: 1, No:1, 2004.
Stephen M. Walt, “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı”, Avrasya Dosyası (Güvenlik
Bilimleri Özel), Cilt: 9, No:2, 2003.
40
Steve Smith, “Singing Our World into Existence: International Theory and
September 11”, International Studies Quarterly, Cilt: 8, No:3, 2004.
Sven Bislev, “Globalization, State Transformation, and Public Security”,
International Political Science Review, Cilt: 25, No: 3, 2004.
Tayyar Arı, Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004.
Trobjorn L. Knutsen, Uluslararası Đlişkiler Teorisi Tarihi, çev: Mehmet Özay, Açılım
Kitap, Đstanbul, 2006.
41
Download