¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ¿mH Eskiden hocanın insan hayatında ve toplumda ayrı ve özel bir yeri vardı. İtibarı vardı. Saygı duyulur, saygı ile anılırdı. Hocalık, istenilen, imrenilen bir meslekti. ilkesiyle öğrenme sürecinin sonsuz olduğuna ve insanın da bilgiye doyumsuz olması gerektiğine dikkat çeker. ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Aslı hâce idi, sonra hoca oldu, ardından hoca kelimesini kullanmak zül addedildi. Öğretmen oldu hoca. Son zamanlarda hoca kavramı da ele ayağa düştü, şimdilerde herkes birbirine hocam diye hitap ediyor. Minibüs şoförüne, pazardaki seyyar satıcıya hoca deniliyor. Saygı için mi, hayır; birbirlerinden bir şeyler öğrenildiği için mi, hayır. Belki de kavramın iyice içini boşaltmak için. Öten yandan hocaları, Peygamberin yolunu izleyen peygamber varisleri olarak gördüğümüzde hem hocaların, hem de onlara öğrenci olanların ciddi sorumluluklarının olduğu kolayca anlaşılır. Bu iki yönlü sorumluluğa dikkat çeken Kur’ân şöyle der: Andolsun ki o gün, hem kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız, hem de gönderilen elçilere soracağız. (7/6) Peygamberlerin ümmetlerine, davetçilerin muhatap oldukları kimselere, hocaların öğrencilerine soracağız: Sizleri doğruya, iyiye, güzele, hayra, yararlı olana çağıran davetçilere karşı ne yaptınız? Onları ne kadar dinlediniz ve onları ne kadar ciddiye aldınız? Allah, onlara seslenerek: “Elçilere ne cevap verdiniz?” dediği gün! (28/65) ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH İlmin kapısı Hz. Ali, bana bir harf öğretenin kölesi olurum diyor. İlmin değerini gerçek anlamda ilim adamı anlar elbet. İlim, Alîm olan, ilim kaynağı Yüce Yaratıcının ahlakı ile ahlaklanma sürecidir. İnsan, sürekli öğrenen ve öğrendikçe kemale eren kimsedir. İnsanı, önce Yüce Yaratıcı eğitmiş, ona bilmediklerini O öğretmiş ve onu O terbiye etmiştir. Buna göre insanın ilk ve en büyük öğretmeni Yüce Yaratıcıdır. Ardından Peygamberler insanlığın başöğretmenleridir. Onlar, Yüce Allah’tan aldıkları en doğru ve en faydalı bilgileri insanlara aktarmışlar ve onları kemale taşımak için çırpınmışlardır. Ben muallim olarak gönderildim buyuran Peygamberimiz de insanlığın baş mimarı, başöğretmenidir. Gerçek hoca, bu büyük hocalarla irtibatlı olan, onların yolunu izleyen kimsedir. Doğduğu andan itibaren öğrenmeye başlayan insanın ilk öğretmenleri anne babasıdır. Sonra diğer hocaları gelir. Kur’ân, Her bilenin üstünde, bir daha iyi bilen vardır (12/76) Sonra peygamberlere, davetçilere ve hoca konumunda olanlara da soracağız: Komunuzun hakkını ne kadar verdiniz? Size teslim olan, size bel bağlayan insanlara doğruları anlatabildiniz mi? Onlara yararlı olabildiniz mi? Allah, Elçileri toplayacağı gün: “Size ne cevap verildi?” der. “Bizim bilgimiz yok, derler, gizlileri bilen yalnız sensin, sen!” (5/109) Bu vesile ile Âdem’den Hatem’e tüm peygamberleri ve onların yolunda giden tüm hocaları saygı ile anıyor, hocalığın peygamber mesleği olduğunu bir kez daha hatırlatırken, onları senede bir gün değil her zaman hatırlamamızın gerekli olduğunu söylüyoruz. Onları hatırlamak da kuru kuruya onları anmak değil, onlara her zaman saygı duymak, onların bize aktardığı güzellikleri yaşamak ve yaşatmakla gerçekleşir diyerek yazımıza son veriyoruz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Ekim Sayı: Zalimler İçin Yaşasın Cehennem II 4 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından Serdar TAŞAR Rahmet İzleri Oku Ama… 9 Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR İlim İrfan Bütünlüğü 10 Salih AYDIN Musa KARACA Prof. Dr. Ali AKPINAR Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 13 Hikmet Damlası Hür Yürekli Gençler 14 Nureddin YILDIZ Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 Fatih Sultan SEMİZ Talha AKA Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR 6 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Prof. Dr. Mustafa Ağırman İçtihadi Şehadetle Taçlandıran Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: " # Müçtehit: Ebu Hanife 26 ! Dr. İhsan ŞENOCAK $ ! % $ & ' ( ) * & ' + , " - # ( # “Levlâke” Rivayeti ve . Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: ! 0 . . “Nur-u Muhammedî” Meselesi 36 / ! . . / Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: ! 0 . 1 2 3 5 / / 4 Rabb’ın Terbiyesi 48 3 ! 1 3 / / Kelime-İ Tevhid Ve Fatiha Suresi 51 Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 Allah’a Güvenmek ve Tevekkül 54 Kanatları Kırılan Çocuklar… 59 6 7 ' ' 7 ( & 7 : # & ( ' ; + ) ( ' # - & ( ) 8 & $ M. Emin KARABACAK Nereye Gidiyor(sun)uz? Aylık Süreli Yayın Abdullatif ACAR Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR [email protected] www.burhandergisi.com Ahmet YAŞAR 3 Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL 1 ( % ( " # # ) : ( ' ( % ( # " 8 & ( 8 , - , & " & < ( # ' ( 7 # 7 < ' 7 6 & ) & 6 7 # ' & 9 # ' ( ' ) & = 6 + & 8 ' # ) ( " ( # ' # # ' " ( 7 - # ( ' ) # ( 7 - ) 9 ' > # # ' > & & 9 ' ' ? # < 8 - Semavi Reçetemiz Rafta! 62 Bahattin ELÇİ İslam ve Kültürel Gereksinimler 66 Mehmet CURA Burhan Çocuk 70 Musa KARACA " ' ) < ( " # ' ( ' 4 6 Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından Rahmet İzleri Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK 8 Hür Yürekli Gençler Nureddin YILDIZ 48 Rabb’ın Terbiyesi Ahmet YAŞAR 38 Allah’a Güvenmek ve Tevekkül Abdullatif ACAR Zâlimler İçin Yaşasın Cehennem II Prof. Dr. Mustafa Ağırman Hak ile bâtılın mücadelesi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s)’in çocukları ile başladı. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bu mücâdele kıyâmete kadar devam edecektir. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır. Hak çizgide yerini alanlar bu imtihanı kazanacak bâtıl yolda yürüyenler de imtihanı kaybedeceklerdir. Hayat, sonu cennet veya cehennem ile sonuçlanan bir yürüyüştür. Herkes cennetini veya cehennemini bu dünyadan alıp gidecektir. Cennete, Allah’a inanan ve onun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçanlar giderken; cehennemi de zâlimler, kâfirler, fâsıklar, âsiler ve ahlaksızlar dolduracaktır. Bugün dünyada bir zulüm düzeni hâkimdir. Firavun ve Kârun koalisyonunun zulmü kasıp kavurmaktadır dünyayı. Acaba bu böyle devam edip gidecek midir? Bu sorunun cevabını alabilmek için kitabımız Kur’ân-ı Kerime müracaat ediyoruz. Kur’ân bize bu dünyaya çok sayıda zâlimin gelip gittiğini haber veriyor. Bugünkü zâlimlerin sonlarının 4 da çok acıklı ve insanlar için de çok ibretli olacağını haber veriyor kitabımız ve şöyle buyuruyor: “Zulmedenler, hangi dönüşe (hangi âkıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (eş-Şuarâ sûresi, 26/227) Yıllar önce bir Nemrûd gelmiş bu dünyaya. Saltanatını insanlara zulüm aracı olarak kullanmış; şımarmış ve ilahlık taslamış, Hz. İbrahim ile tartışmış; yenilince de onu ateşe atmaya karar vermiş. Böyledir zâlimler, yenilgiyi kabul etmezler. Büyük ateşler yakılmış ve Hz. İbrahim atılmış bu ateşlerin içine. Yüce Allah ateşe “yakma!” diye emir vermiş. İbrahim de çıkmış ateşin içinden sağ ve sâlim olarak. Çevredeki insanlar korkularından dolayı Nemrûd’un yanında yer almışlar. Bu mucizeyi gördükten sonra yine ayrılmamışlar onun yanından. Yüce Allah, Nemrûd’u bir sinek ile helâk etmiş; çevresindeki insanlar da unutulmuş gitmişlerdir. Hz. İbrahim ise hayır ile yâd edilmekte ve kıyâmete kadar da hayır ile yâd edilecektir. Ekim Nemrûd’dan çok sonralar bir Firavun gelmiş bu dünyaya. Hz. Mûsâ ile mücâdele etmiş. O da Nemrûd gibi ilahlığını ilan etmiş. Çok zulmetmiş insanlara. Mazlûm insanların erkek çocuklarını onların gözleri önünde boğazlatmış; aşağılamış onları. Hz. Mûsâ’nın safına geçenlerin el ve ayaklarını kestirmiş; zulmün boyutlarını alabildiğine genişletmiş. Firavun ve veziri Hâmân, zulümleri ile Kârûn da parası ve paraya tapması ile meşhur olmuş. Yaptıkları zulüm ile hiç kimsenin kendilerinin karşısına çıkamayacağını zanneden bu hâinlerin sonu çok perişan olmuş. Yüce Allah bunları zulümleri içerisinde kıskıvrak yakalayıvermiş. Kârûn, bütün zenginlikleri ile toprağın içine gömülürken Firavun da denizde boğulmaktan kurtaramamış kendisini. Her ikisi de rezil olmuş; kıyâmete kadarda devam edecek bu rezillikleri ve bu rezillikleriyle anılacaklar. Herkes gülüyor onların üzerine; alay konusu oldular çünkü. Bu dünyadan bir Ebû Cehil, bir Ebû Leheb ve onlara yardımcı olan nice müşrik gelip geçmiş. Yaptıkları işkencelerle Hz. Peygamber’i ve Müslümanları incitmişler ama neticede kendileri helâk olmuş; Hz. Peygamber ve Müslümanlar zafere erişmişler. İslam dünyasını ve özellikle 1258 yılında Bağdat’ı yakıp yıkan Moğol sürüsü tarihe karışmış, yok olmuş. Ama Bağdat yerinde duruyor. İşgalciler geberip gitmiş; asıl yerli halk topraklarının sâkinleri olarak duruyor. Zulüm âbâd olmaz. Zâlimin iki yakası bir arya gelmez. Bütün bunları Amerikalıların Irak’ta, Yahudilerin Filistin’de, zâlim Esed’in Suriye’de, Sırplar’ın Bosna’da, Rusların Çeçenistan’da, Çin’in Doğu Türkistan’da ve dünya zalimlerinin Afganistan’da yaptıkları zulümlerden dolayı yazıyorum. Müslümanlar, Amerikanın hedefinin yalnız Bağdat veya Basra olmadığını bilmeliler. Onların asıl hedefi İslâm dünyasının doğal kaynaklarını sömürmekle birlikte İstanbul, Şam, Kudüs, Kahire, Mekke ve Medine’dir. İsrâil’in hedefi Gazze değil, Anadolu’dur. Bu zâlimler, İslâm’ı yeryüzünden söküp atmak istiyorlar. Ekim Firavun ve Kârûn gibi güçlerine ve paralarına güveniyorlar. Müslümanları birbirine düşürerek kendilerini sağlama almak istiyorlar. Bunu yaparken de derenin taşı ile derenin kuşunu vuruyor ve bizi birbirimize kırdırıyorlar. Bunun için de câhil, ahmak, şuursuz ve büyük sözü dinlemeyen genç Müslümanları maşa olarak kullanıyorlar. Bütün dünya zâlimleri biz Müslümanları yok etmek için hesaplar yapıyorlar. Zâlimlerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı vardır ve Allah, hesabında yanılmayandır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde zâlimlere meyletmememiz için bizleri uyarıyor ve şöyle buyuruyor: “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (ondan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd sûresi, 11/113) Bugün birçok Müslüman tarafından bu uyarıya kulak verilmediğini görüyoruz. Bu bizi üzüyor. Her zamankinden daha uyanık olmalıyız. “ılımlı İslâm’ın gündeme getirildiği şu günlerde daha radikal ve daha gelenekçi olmalıyız. Kâfirlere, zâlimlere ve fâsıklara karşı daha şiddetli, daha onurlu, daha izzetli bir tavır sergilemeliyiz. Dilimizden mazlumlar için duâ, zalimler için de bedduâ eksik olmamalı. Ama sadece duâ ve bedduâ ile yetinmemeliyiz. Yapmamız gerekenleri eksiksiz noksansız yapmalıyız. İslâm’ın derdini kendi derdimizin önüne almadığımız müddetçe gerçek mümin olamayacağımızın şuurunda olmalıyız. Hz. İbrahim’in yanında değil Nemrûd’un yanında, Hz Mûsâ’nın yanında değil Firavunun yanında, Hz. Peygamber’in yanında değil Ebû Cehil ve Ebû Leheb’in yanında yer alanlar nasıl kendilerine yazık ettilerse, nasıl dünyalarını ve âhiretlerini kaybettilerse bugün Amerikanın ve diğer zâlimlerin yanında yer alanlar da kendilerine aynı şekilde yazık etmiş olacaklardır. Aklımızı başımıza toplayalım ve Yüce Allah’ın şu emrine kulak verelim: “Ey inananlar! Allah’tan hakkıyla korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe sûresi, 9/119) 5 Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından Rahmet İzleri Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK 8 yılı 2 6 7 2 di 6 6/Mila i ursuz r c m i ğ a y “H için r. Hz. ölgesi i t b ş i z a m c l di Hi kayde 0 k a r a l o nda 50 ı s a f e bir yıl rd , ber, bi eblağı m m a r g i y b a Pe tarınd in u t r a n i ekke’n M ı n a altın d üşm nan in anki d u l m u a b z o de et için y i re gön m e u z r ü h k a m lma dağıtı a ebsût, n ı M r l a e l , n î sa ahs .” (Ser r i t ş i . derm X, 92) 6 Allah kendi mülkünde bozgunculuk yapılmasını istememektedir. Bu ilke genelde bütün ilâhi dinler özelde de İslam Dini için geçerlidir. “Allah bütün âlemlerin Rabb’idir.” (Fâtiha, 1/1) ilâhi gerçeğinin bir gereği olarak İslam, sadece Müslümanlara değil; herkese karşı iyi davranmayı ve herkesin hakkını gözetmeyi temel ilke olarak kabul etmiştir. “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” (Bakara, 2/60) diyen ve fesat çıkaranları lânetleyen (R’ad, 13/25) ve onları sevgisinden mahrum edeceğini (Kasas, 28/77)söyleyen İslam’ın gayesi yeryüzünde huzuru sağlamaktır. İslam’ın kitabı Yüce Kur’an-ı Kerim bir insanı haksız yere öldürenin bütün insanlığı öldürmüş gibi olacağını (Mâide, 5/32), günah ve düşmanlık konusunda değil; iyilik ve takvada yardımlaşmak gerektiğini (Mâide, 5/2) bildirmektedir. İslam’ın Peygamber’inin (s.a.v.) ise “komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiği, onlara ikramda bulunduğu, ikramlarını kabul ettiği, saygılı davrandı- Ekim ğı, hatta cenazeleri geçerken ayağa kalktığı” (İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s.77) bilinmektedir. Hatta Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Harb” ismini “Barış” diye değiştirdiği gibi insanları isyana götüren “Şi’bu’d Dalâlet” (sapıklık geçidi) ismini “Şi’bu’l-Hüdâ” (Hüdâ geçidi) diye ve “çorak” anlamına gelen “Afire” ismini “Hadire” (Yeşillik) (Ebû Dâvûd, Edeb, 62) ile “sert yer” anlamına gelen “Hazn” ismini “Sehl” olarak (Buhârî, Edeb, 107-108; Ebû Dâvûd, Edeb, 62) değiştirmiştir. Yine o ittatsiz “kadın anlamına” gelen “Âsiye” ismini “güzel kadın” anlamına gelen “Cemile” ile değiştirmiştir. (Müslim, Edeb, 14; Ebû Dâvûd, Edeb, 62; Tirmizî, Edeb, 66). Hayatında şiddete ve şiddet çağrışımı yapacak kelimelere dahi izin vermeyen Rasûlüllah’ın (s.a.v.) hayatından bazı rahmet yansımaları: O, Rahmet Peygamberidir “Hicri 6/Miladi 627-628 yılı Hicaz bölgesi için yağmursuz bir yıl olarak kaydedilmiştir. Hz. Peygamber, bir defasında 500 altın dinar tutarında bir meblağı, o zamanki düşmanı Mekke’nin mahrumiyet içinde bulunan insanlarına dağıtılmak üzere göndermiştir.” (Serahsî, el-Mebsût, X, 92). Hz. Âişe annemiz, Rasûlüllah’a (s.a.v.) sorar: “Ey Allah’ın Peygamber’i! Uhud’dan daha çetin bir gün yaşadın mı? Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle cevaplandırır: “Evet, ondan daha çetinini Akabe ile biten süreçte yaşadım. O gün bana hepsinden ağır geldi. Taif’e gidip oradaki insanları İslam’a davet etmiştim de onlar reddetmişlerdi. Bunun üzerine çok üzüldüm. Nereye gi- deceğimi bilemez bir halde Karn-i Salib’e gelinceye kadar şaşkın şaşkın yürüdüm. Oraya geldiğimde bir bulutun beni gölgelediğini fark ettim. Bir melek bana “Onların sana ne yaptıklarını Rabbin bilmektedir bundan dolayı beni sana gönderdi. Eğer sen istersen şu iki dağı onların başlarına geçireceğim” dedi. Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiştir: “Hayır. Belki Allah’ın soyundan, kendisine şirk koşmayan ve yalnızca ona ibadet eden kimseler getirir.” (Buhârî, Bedi’l-halk, 7; Müslim, Cihad ve Siyer, 111). Taif’liler, Hz Peygamber’i taşa tutmuşlar, o kadar ki ayakkabısı ayaklarından sızan kanla dolmuş, Peygamber bitap kalarak yere çömeldikçe zorla kaldırarak taşlamaya devam etmişlerdir. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) bu zor şartlar altında dahi kendisine eziyet edenlerin aleyhlerine değil de ıslahları için dua etmesi onun ümmetine olan engin sevgisi ve merhametinin bir eseridir. Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. (Enbiyâ, 21/107). Hz. Peygamber ilk vahyi aldığı zaman eşi onu şöyle diyerek teselli etmektedir yani peygamberlik vazifesini almadan eşinin gözünde Rasûlüllah’ın (s.a.v.) durumu şudur: “Allah’a yemin olsun ki, Allah seni mahzun etmez. Sen yakınlarını gözetir, düşkünlere yardım eder, misafire ikram edersin. Hak sahiplerinin hakkını gözetirsin.” (Buhârî, Bedyü’l-Vahyi, 3; Müslim, İmân, 252). Mekkelilerin baskısından yılan Müslümanlar Habeşistan’a sığınmışlardı. Mekkeliler Habeşistan’a bir heyet göndererek kral Necaşi’den sığınmacıların sınırdışı edilmesini istediler. Fakat kral Mekkelilerin bu talebini Rasûlüllah’ın (s.a.v.) amcaoğlu Ca’fer’in (r.a.) şu konuşmasından sonra şiddetle reddetmiştir. Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Habeş kralının huzurunda Rasûlüllah’ın (s.a.v.) hakkında söylediği sözler dikkat çekicidir: İslam’ın Peygamber’inin (s.a.v.) ise “komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiği, onlara ikramda bulunduğu, ikramlarını kabul ettiği, saygılı davrandığı, hatta cenazeleri geçerken ayağa kalktığı” (İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s.77) bilinmektedir. Ekim 7 Hz. Peygamber ilk vahyi aldığı zaman eşi onu şöyle diyerek teselli etmektedir yani peygamberlik vazifesini almadan eşinin gözünde Rasûlüllah’ın (s.a.v.) durumu şudur: “Allah’a yemin olsun ki, Allah seni mahzun etmez. Sen yakınlarını gözetir, düşkünlere yardım eder, misafire ikram edersin. Hak sahiplerinin hakkını gözetirsin.” (Buhârî, Bedyü’l-Vahyi, 3; Müslim, İmân, 252). “Ey kral! Biz cahil bir kavimdik. Putlara tapıyor, murdar et yiyip çirkin işler yapıyorduk. Akrabalarla ilişkilerimizi kesiyor, komşuluğun gereklerini yerine getirmiyorduk. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı eziyordu. İşte biz böyle bir ortamda bulunuyorken Allah bize içimizden soyunu-sopunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve temizliğini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. Bu peygamber bizleri Allah’ı bir tanımaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya davet etti. Bize atalarımızın ve bizim Allah’tan başka tapmakta olduğumuz ilahları bırakmamızı söyledi. Doğru söylemeyi, emanete hıyânet etmemeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşu haklarına riâyet etmeyi, haramlardan ve kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bize çirkin işlerin hepsini yasakladı. Bizleri yalancı şahitlik etmekten, yetimlerin mallarını yiyip namuslu kadınlara iftira etmekten alıkoydu. Allah’a kulluk yapıp hiç bir şeyi O’na ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti.” (İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebebiyye, I, 336). Rasûlüllah’a (s.a.v.) uzun süre hizmet eden Enes b. Malik şöyle bir olay anlatmaktadır: Rasûlüllah (s.a.v.) ahlak yönünden insânların en güzeli idi. (Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim sıralarda) bir gün beni bir ihtiyaç (için bir yere) gönder(miş i)di. Ben de (o günkü çocukluğun verdiği bir sorumsuzlukla): “Vallahi ben (bu işe) gitmem” dedim, oysa içimde Allah’ın Peygamber’inin emrettiği işe gitmek (niyeti) vardı. Derken çıktım (bu iş için yola koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara tesadüf ettim (onlarla birlikte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir süre sonra) bir de baktım ki; Rasûlüllah (s.a.v.) arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor. (Bana): “Ey Enescik, sana dediğim yere gitsen ya” dedi. (Ben de): “Evet ya Rasûlellah (şimdi) gidiyorum” dedim. Hz. Enes (rivayetine devam ederek) dedi ki: Allah’a yemin olsun, ben kendisine yedi ya da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım bir işten dolayı 8 “niye böyle yaptın?” yapmadığım bir işten dolayı da “niye böyle yapmadın?” dediğini bilmiyorum.” (Müslim, Fedâil, 54; Ebû Dâvûd, Edeb, 1). O, Barış ve Hoşgörü Peygamberidir Hz. Peygamber bir hadislerinde “Hoşgörülü ol ki, hoşgörülesin” (İbn Hanbel, el-Müsned, I, 248) buyurmuştur. Namazda konuşan bir sahabi, olaya diğer sahabilerin aşırı tepkisi ve Rasûlüllah’ın (s.a.v) hoşgörüsü hakkında şöyle demektedir: “Annem babam Rasûlüllah’a feda olsun! Ne ondan önce ne de ondan sonra Rasûlüllah kadar iyi terbiye eden bir öğretmen görmedim. Beni bu hatamdan dolayı azarlamadı, dövmedi, sövmedi. Sadece bir kenara çekti ve şöyle uyarıda bulundu: “Namazda dünya kelamı konuşulmaz. Namazda sadece tesbih, tekbir ve Kur’an okunur.” (Müslim, Mesâcid, 33). Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir zamanda bedevî, küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Bedevînin bu hiç beklenmedik davranışı karşısında ashab telâşa kapıldı. Kimi oturduğu yerden “Yapma, etme!” diye bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar. Duruma hemen müdâhale eden Rasûlüllah’ın (s.a.v.): “Bırakın, adam işini bitirsin” buyurduktan sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi. Sonra sahabilere: “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil” diyerek yatıştırdı. (Buhârî, Vudu’, 57, 58, Edeb, 80; Müslim, Taharet, 98- 100). Selam ve dua ile… Ekim Fatih Sultan SEMİZ Oku Ama… Dünyayı değiştiren yüz kişi diye meşhur olmuş kitapları hepiniz biliyorsunuzdur. Büyük yanlışlar içeren bu kitapların en büyük yanlışı ise isminden kaynaklanıyor. Bu dünyayı yüz kişi değiştirmedi kardeşim, bir kişi değiştirdi. O da Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’dir. merdivenlerini silmekten gurur duyan anneler. Camilerden daha fazla bankalar. Peki bu kadar sorunun mevcut olduğu Arap Yarımadası’nda Allah Azze ve Celle, putları kırın diye mi ilk emri indirdi? Kadınlara iyi davranın onlar bir çiçektir diye mi geldi ilk emir? Yoksa Bu o kadar büyük bir değişimdir ki ahirete irtihal ettiğinden beri bütün şer güçlerin O’nun kurduğu sistemi değiştirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Tabi ki kıyamete kadar sonuçsuz kalacak bu çabalar, onları için cehennemle sonuçlanacaktır. Şimdi Peygamber Aleyhisselam’ın yaptığı bu inkılaplara bir bakalım: 1- Çocuklarını diri diri gömen adamları merhamet pınarına çevirdi. Başkasının günahına ağlayacak hale getirdi. 2- Fuhşun yaygın olduğu bir toplumu, gözü harama kayarsa bir ömür gözyaşı ile temizlemek için yemin eden adamlar haline getirdi. çocuklar masumdur onları gömmeyin diye mi? Herkes dursun ve düşünsün lütfen bu kadar sorunların arasından Allah Azze ve Celle hiçbirini seçmiyor ama ne buyuruyor? Oku diye emir buyuruyor. Çünkü bu saydığımız bütün kötü işlerin hepsi cehalet ürünüdür. Bir yerde kara kalpli insanlar varsa bunun nedeni cehalettir. Bir yerde mide bulandıran hadiseler meydana geliyorsa bu cehalet ürünüdür. Bir yerde büyüklere saygı gösterilmiyorsa bu cehalet ürünüdür. Peki bu okuma emrini şöyle anlayabilir miyiz? Her önüne geleni oku. Oku da nasıl okursan oku. Kimin adıyla okursan oku. Ayetin devamına baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. Oku 3- Küresel sömürü sistemi olan faizi, ayaklarının altına aldı. ama her önüne geleni değil, O’nun onayladıklarını oku. Oku ama düz bir okuma ile değil tefekkür ederek, düşünerek oku. Oku ama “Yaradan 4- Şeytan olarak tanımlanan kadının ayaklarına cenneti serdi. Tabi ki anne olmak kaydıyla. Rabb’inin Adıyla” oku. Zaten O’nun istediklerini, O’nun istediği şekilde ve O’nun adıyla okumadıktan sonra cehalet ortadan kalma- Bu listenin uzayıp gideceği malumunuzdur. Biz yacaktır. Kalkacak olsaydı biz Asr-ı Saadet’i tekrar burada kesip asıl meselemize gelmek istiyorum. Bü- yaşayabilirdik. Çünkü o zaman kemiklere, deri tün bu değişimin nereden başladı, nasıl başladı bu parçalarına yazılan Kur’an-ı Kerim sahabenin sorunun cevabı bizim için çok önem arz ediyor. Zira hayatını değiştirdiği halde bugün camiler ve o gün ki şartların hepsi ne yazık ki günümüzde de mevcut. Toprağa olmasa da televizyona diri diri gömülen çocuklar. Şeytan olarak görülmese de dondurmasından, araba lastiğine kadar alakasız bütün konularda cinsel bir obje olarak kullanılan kadınlar. Kendi evini temizlemeyi ar vesilesi sayarken, sırf para için başkasının evler Kur’an-ı Kerim dolu olduğu halde biz Ekim her geçen gün merkezden uzaklaşıyoruz. Eğer bu gidişe dur demek istiyorsak başlayacağımız yer belli. Ve unutmayalım: İlk emri OKU olan Allah Teala’nın ilk sorusu da OKUDUN MU olacaktır. 9 İlim İrfan Bütünlüğü Prof. Dr. Ali AKPINAR Peygamberimizin sıkça okuduğu iki dua cümlesi şöyledir: “Allah’ım, senden faydalı ilim isterim…” [1] , “Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım…” [2] elde et m i l i i ve i enmey r ğ , bilim ö o , k m a â c l “İs , an k eder i v kullan ş e e t c i n i y r e ye m i u yerli n istediğ o , n r ı i ’ t n e â ’ n r u yö lış retir. K ğ ö a ut yan h d a ı y y a n m ağa laif/dur s a in kul p ç i , r m a i l l ç i a .” üflî am s e d eğildir r d e ı r a l yerl ın lgi yığ i b n a l nı 10 Peki, nedir faydalı ve faydasız ilim? Faydalı ilim, kişinin hem kendisine, hem de başkalarına yararı olan; ona dünya ve âhiret mutluluğu sağlayan ilimdir. Dinî ilimler bile bazen faydasız olabilir. Şayet kişi ilmini doğru temellere oturtmazsa, bilgisini sapmak ve başkalarını saptırmak, dini tahrif etmek için kullanırsa o zaman o bilgileri faydasız olmakla kalmaz, hem kendine hem başkalarına zarar vermiş olur. Kur’ân’ın soluyan köpeğe benzettiği ilim sahibi kimse böyle biridir. “Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli Ekim böyledir.” [3] Âyette geçen bu kişinin Hz. Musa (a.s.) döneminde yaşamış, kendisine Kitap bilgisi verilmiş Bel’am adlı kişi olduğu rivâyet edilir. Bu kişinin bilgileri dinî bilgilerdir. Ancak o, bilgilerini dini yaşama, dini anlatma ve dini tanıtma için kullanmamış; tam tersine ilmî konumunu Allah’ın peygamberine karşı çıkma uğruna kullanmıştır. Sonunda bu kişi, kaybedenlerden olmuştur. Âyette bu özelliğe sahip olan kişilerin soluyan köpeğe benzetilmesi oldukça düşündürücüdür. Soluyan köpek… Aslında her canlı solur. Ancak genellikle diğer canlılar koşup yorulduklarında yahut susadıklarında solurlar. Ancak köpek her hâlükârda solur. Yorulduğunda soluduğu gibi, dinlenirken de solur; susadığında soluduğu gibi, susamadığı zamanlarda da solur. Köpeğin dili bir karış dışarıda soluması, son derece ürkütücüdür. Bir de köpeğin çoğu zaman boş ve anlamsız işlerde koşturup kendisini yorması vardır. İlmiyle amel etmeyenlerin durumu da böyledir. Onların o ilmi elde etmek için koşturup yorulmaları boş ve anlamsızdır. Çünkü onlar, o ilimlerden faydalanmamış, ilimlerinin hayrını görememiş kimselerdir. Benzer şekilde Tevrat bilgilerini öğrendikleri halde, onların gereklerini yerine getirmeyenler Kur’ân’da kitap yüklü eşeklere benzetilir. [4] Sırtında cilt cilt kitap taşıyan bir eşek, yükünün kitap mı yoksa saman mı olduğunu fark edemez. Eşek için yük, sadece bir ağırlıktır. Hatta öyle durumlar olur ki bir eşek, sırtında yiyeceğini taşır, ancak ondan yararlanamaz, aç kalır. Bilgiyi elde ettikleri halde gereğini yerine getirmeyenlerin durumu da böyledir. Önce İlim ve Gerçek Âlim İlim, bilmek; irfân ise tanımaktır. İslâm, mâlumât sahibi olmayı değil, bilgiyi içselleştirip gereğini yerine getirmeyi hedefler. İşte bu, ilmin irfân boyutudur. Tabii ki irfân boyutunun gerçekleşebilmesi için bilgilenmeye ihtiyaç vardır. İlim olmadan irfân olmaz. Bunun için Kur’ân’ın ilk emri, “Yaratan Rabbin adıyla oku”dur.[5] Dolayısıyla din, oku emriyle başlamıştır. Bu, İslâm’ın bilgilenmeye verdiği önemi gösterir. Buna göre Müslüman önce neye inanacağını, ne yapıp yapmayacağını, nasıl yapacağını öğrenmelidir. Bilgisizce yapılan bir eylem, şuursuzca yapılmış olacağından eksik yahut yanlış olacaktır. Gerçek ilim adamlarını tanımlayan bir âyet şöyledir: “Allah’tan ancak âlimler korkar.”[6] Yüce Allah’ı isim ve sıfatlarıyla, erişilmez kudretiyle lâyığı ile tanıyan ilim adamları, O’nu gereği gibi tanırlar, O’nu tazim ederler, O’ndan sakınırlar, O’na karşı sorumluklarını yerine getirirler. Yüce Allah’ı tanıma konusunda mesâfe kateden, O’na lâyık kul olma konusunda ilerlemiş olur. Nitekim bu konuda Peygamberimiz, “Ben, sizin Allah’ı en iyi bilen/en iyi tanıyanınızım. Bu yüzden O’ndan en fazla sakınanınız da benim.”[7] buyurmuştur. Kur’ân’ın belirttiğimiz âyetine göre gerçek âlim, Yüce Allah’ı lâyığı ile tanıyan ve O’na karşı sorumluklarını yerine getirendir. İlmi ile kibri, inkârı, isyanı artan kimse gerçek ilim adamı değildir. Aslında her insan Yüce Allah’tan korkmalı, O’nu hesaba katarak yaşamalıdır. Bunun lâyığıyla gerçekleşebilmesi ise, ilim sahibi olmaya bağlıdır. Âyet, gerçek anlamda ilmin, sahibini Yüce Yaratıcıyı tanımaya, O’na inanmaya ve O’nu hesaba katarak yaşamaya götüreceğine de vurgu yapmaktadır. Demek ki yalnızca bilmek yeterli görülmemektedir. Önemli olan doğru bilgiyi, doğru yerde kullanmak ve gereğini yerine getirmektir. Bunun için “Gerçek âlim, yalnızca ilmî birikimiyle değil eylem güzelliği ile âlimdir.” denilmiştir. İşte o zaman irfâna kavuşulmuş olur. Peygamberimizin sıkça okuduğu iki dua cümlesi şöyledir: “Allah’ım, senden faydalı ilim isterim…” Ekim [1] , “Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım…” [2] 11 “Yaratan Rabbinin Adıyla Oku” Kur’ân’ın hedeflediği ilim adamlarından olabilmek için, öncelikle şu hususlara dikkat edilmesi gerekir: 1. İlim, Allah için olmalı, O’nun rızâsını kazanmak için edinilmelidir. Allah’ın rızâsını kazanma uğruna edinilen ilim, sahibine ibadet sevabı kazandırır. Bu yüzden İslâm’ın ilk emri, yalnızca oku değil, “Yaratan Rabbin adıyla oku.”dur. 2. İnsan, öncelikle ne öğreneceğine dikkat etmelidir. Çünkü insanın bilgi edinme zaman ve imkânları sınırlıdır. Bu sınırlı zaman ve imkânları en verimli bir şekilde kullanabilmek için önceliklerin doğru tespiti son derece önemlidir. Bugün çevremizde o kadar çok insan vardır ki, lüzumsuz o kadar çok şeyi bilir, ancak kendisine lazım olacak pek çok şeyden habersizdir. Sözgelimi bir kütüphane dolusu kitap okumuş nice insanın, okuduğu kitap listesi içerisine Allah’ın kelâmı Kur’ân yer almaz! 3. Doğru bilgiye ulaşmak için, temel kaynaklara başvurmak gereklidir. İlmin kaynakları kitabî de olabilir, canlı kaynaklar da olabilir. 4. Tek başına bilmek yeterli değildir. Önemli olan bilgiyi doğru yerde kullanabilmek, hayata geçirebilmektir. 5. İslâm, durağan bilgi sahibi olmayı istemez, bilgiyi aktif hale getirmeyi ister. 6. Bilginin harekete geçebilmesi, onun eyleme dönüşebilmesi için, sürekli onun yenilenmeye ve beslenmeye ihtiyacı vardır. 7. Bilginin sınırı, öğrenmenin sonu yoktur. Bütün her şeyi bilen engin bilgi sahibi ancak Yüce Allah’tır. Bunun için İslâm insanı, beşikten mezara kadar ilim yolcusudur. 8. Gerçek bilgi, sahibini kemâle taşır, onu olgunlaştırıp tevâzu sahibi yapar. Bunun için Ben âlimim, her şeyi bilirim diyen kimse aslında câhilin ta kendisidir. 12 9. İslâm’da bilginin hangi çeşit olduğuna bakılmaz, bilginin doğru yerde kullanılıp kullanılmadığına bakılır. Bazen dinî bilgi, insanın azıp sapmasına, pozitif bilimler ise doğru yolu bulmasına vesîle olabilir. 10. Aslında dinin hedeflerine hizmet için kullanılan her bilgi dinî bir özelliğe sahiptir. Dine aykırı olarak kullanılan, dinle ilgili bilgiler bile aslında din dışıdır. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: İslâm, öğrenmeyi ve ilim elde etmeyi teşvik eder, ancak o, bilimi yönetir, onu yerli yerince kullanmayı da öğretir. Kur’ân’ın istediği ilim, pasif/durağan yahut yanlış yerlerde süflî amaçlar için kullanılan bilgi yığınları değildir. İslâm, hayra dönüşen aktif ilmi ve onun istikâmet yolunda bütün kâinatın hayır ve yararına kullanılmasını ister. İlim, insana Yüce Yaratıcı ve diğer varlıklar nezdinde değer kazandıran bir araçtır. O, doğru yerde kullanılırsa sahibine dünya ve âhirette izzet ve saâdet kazandırır. Aksi takdirde o, sahibi üzerinde bir yüktür, ağır bir vebâldir. Bizim kültürümüzde gerçek ilim adamı, ilmi arttıkça ahlakî güzellikleri, olgunluk ve tevâzuu artan kimselerdir. Söyleyen ne güzel söylemiştir: İlim elinde çıra/Yak da Mevlâ’yı ara. Bilmek olmak değildir/Olmaya bak olmaya! Yûnus Emre İşte olmak için bilmek gerekir, bilmek ise olmak için olmalıdır. İlmiyle olanlara ne mutlu! Kaynaklar [1] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlim, I, 626. [2] İbn Abdilberr, a.g.e., I, 622. [3] 7/A’râf, 176. [4] Bkz. 62/Cuma, 5. [5] 96/Alak, 1. [6] 35/Fâtır, 28. [7] Buhari, İman, 13 Ekim Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Ariflerin Manevi Kanatları Ey Kardeşim, ârifin havf, recâ, muhabbet ve şevk olmak üzere dört kanadı vardır. Dikkat et. Havf kanadıyla o korkulardan emin olur. Recâ kanadıyla istek ve arzulardan, muhabbet kanadıyla neş’e ve hüzünden kurtulur. Şevk kanadıyla da, kendisini ölüm ve felaketin felaketin korkusundan kurtarır. O, bu hususlarda müsterihtir. Muhakkak ki, Allah Teala Kur’an-ı Ker’im’inde onları: “Resule indirileni duydukları zaman, tanış çıktıklarından dolayı, onların gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün”1 ve “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ı zikretimekten alıkoyamaz”2 âyetleriyle vasıflandırmıştır. Allah Teâlâ, kullarından birinin kalbine rahmet ve Iütfuyla nazar ettiği zaman, o kulundan gaflet perdesini kaldırır ve kudretinin inceliklerini gösterir. İşte o zaman, mutlaka üç durumdan birisi olur. Ya hakim olup halk onunla Allah’a ulaşır, ya lisanına vekil olup böylece dehşet ve hayret içinde donup kalır. Ya da Hakkın hicabı içinde mestur, kabzası içinde mahfûz kalır ve Allah’a olan gayretinden dolayı başkaları onu göremez. Ekim 13 Hür Yürekli Gençler Nureddin YILDIZ Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdüli’llahi Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve selleme âla seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn. Değerli kardeşler, Yarım kilo kadar gelen bir güvercin - sapasağlam kanatları, gagası, her şeyi sağlam olan bir güvercin- ayağına bir kilo bir taş bağlandığı zaman ne kadar uçabilir? Bu soruyu cevaplandırmak için test etmeye gerek yok. Kendisi yarım kilo olan güvercin yarım kilo da kaldıramaz. Ayağına on gram, yirmi gram bir şey takılırsa ya da gagasına on beş-yirmi gramlık bir ceviz takarsa onu götürür götürürse. Kimse ağarlığından fazlasını kaldıramaz. Güvercin de kaldıramaz. Kardeşler, Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anhaya Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz “Mus’ab, Yesrib’e git, onlara dini öğret.” dediği 14 zaman ayağına kilogramlarca yük bağlanmış olsaydı sıçrayıp gidemez ve bugün ezanları okunan bir Medine diye gözümüzde bir şey olmazdı. Ashabı kiramın gençlerinin de ihtiyarlarının da avantajları cahiliye döneminden kalan bağlantılarını kökten kopararak mü’min olmalarıdır. Hür mü’min olarak yaşadılar. Mus’ab örneğinden yüzlercesine kadar ashabın üzerinde bunu görüyoruz. “Şimdi mi gideyim ya Resûlellah, hafta sonu mu geleceğim, buradaki imtihanlara geri geleceğim değil mi? İşte, kız kardeşimin düğünü vardı, nişana da geleceğim değil mi?” deseydi, yani ayağında kilolarca yük olsaydı Yesrib yoluna çıkamazdı o. “Mus’ab, sen Yesrib’e git.” deyince “Lebbeyke ya Resûlellah.” dedi, başka bir şey demedi. Ashaptan duyarsınız, “Buyur.” demezler. Mesela filan, diye çağırdın mı -Arapçası ( ) buyur, evet, demektir- ashap ne diyor? “Lebeyke ya Resûlellah.” Baş üstüne demek, baş üstüne. “Ağabeyimin düğününe geleceğim değil mi? İmtihanlara yetişeceğim değil mi?” diyen birini abdeste de gönderemez- Ekim sin. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellemin kızıyla evli olan Osman, Habeşistan’a gitti “Git.” denilince. “Kızını özlersin ya Resûlellah, yoksa ben giderdim de, işte sana kız hasreti çektirmek istemiyorum.” demedi. “Lebbeyke ya Resûlellah, lebbeyke.” gidemez onun. Kanatlanmak hürriyet işidir. Güvercinin kanatları var, gagası var, ayakları var, görünüşte sapasağlam güvercin ama kanatlarının kaldıracağı kapasiteden daha fazla yük taşıyor. Ayakları bağlı. Kardeşler, Lebbeyk sözü, hür adam lafıdır. Bunu hür insan söyler. Hürriyeti olmayanın söyleyebileceği, vaat edebileceği bir şeyi yoktur. Allah ashabı kiramdan da kıyamete kadar onların peşinden gidecek ayak sahibi, yürüyen mü’minlerden de razı olsun. Müthiş bir himmet göstererek, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek hürriyet noktasına ulaşarak iş yaptılar. “Lebbeyke ya Resûlellah.” Bu kadar. Baş üstüne ya Resûlellah, baş üstüne, buyur. Hiçbir tanesi riyakârlık olsun, sempatik görüneyim diye “Anam, babam sana feda olsun ya Resûlellah.” demediler. Üzülmeyecek olsa Peygamber, analarını babalarını kurbanlık koç gibi Peygamber’in önüne getireceklerdi, hazırdılar ona. Laf olsun diye baş göz üstüne edebiyatı değil öyle. Hür adamlar. Ebu Bekir radıyallahu anh Mekke fethedildiği gün babasını tuttu yakasından: “Gel, Resulûllah’ın önüne diz çökeceksin.” dedi. Doksan yaşlarında bembeyaz saçı sakalıyla babasını Peygamber aleyhisselamın önüne getirtti, Efendimiz aleyhisselam onu görünce de “Ebu Bekir, biz ayağına giderdik bunun, bu yaşlı adamı niye buraya getirdin?” dedi. “Hakkıdır, gelecek, diz çökecek ya Resûlellah.” dedi. Hür adam, hür! Ana-baba bağını bile çözmüş Allah’ın önünde. Bugünkü nesiller Allah’ın dinini ashabı kiramdan daha kapsamlı ve geniş bir şekilde bildikleri hâlde, yedi yaşında sekiz yaşında hafız oldukları hâlde, on yaşına gelmeden Ebu Hureyre’nin kırk yaşında öğrendiği ilmihâl bilgilerini öğrendikleri hâlde, cennet/cehennemle ilgili felsefe yapacak kadar ilim sahibi oldukları hâlde evinden camiye bile gitmeye neden fırsat bulamıyor? Çünkü elli altmış kiloluk vücuduna tonlarca zincirle yük bağlanmış. Hür değil! Bir genç kız, bir genç delikanlı hür olmadıktan sonra yüreği Allah’a kanatlanıp Bir örnek olarak kendi hatıramı anlatmak istiyorum. Bir gün bir çiçek çok hoşuma gitti. Satıcısına “Bu büyür mü?” dedim. “Bu mevsimlik çiçektir, bir hafta sonra üç katı olur.” dedi. “Bunu hemen bana ver.” dedim. Fiyatını bile pazarlık etmeden aldım, eve götürdüm. Bir hafta, üç hafta geçti, çiçek büyümedi. Aynı çiçek. Sinirlendim bir pazar zamanı tekrar gittim. “Sen bunu, çiçeği bana büyüyecek diye verdin. Hiç büyümedi.” dedim. “Ağabey, sen bunun saksısını değiştirmişsin.” dedi. “Değiştirdim tabi, bakıyorum çiçeğe.” dedim. “Ben sana bunu bir avuç saksıda verdim. Sen bunu koca iki kiloluk saksıya koymuşsun, gübre koymuşsun, toprak doldurmuşsun. Zavallı çiçek kökleriyle uğraşıyor sana çiçek veremiyor ki. Ben bunu küçücük bir saksıya koydum, kökleri gidecek yer bulamayınca ışık tarafına doğru büyüyordu. Sen bozmuşsun bunun düzenini.” dedi. “Ben buna hizmet ettim. Gübre koydum, hususi toprak.” dedim. “Onun için büyümüyor tabi.” dedi. Bunu ben bir kenara not ettim. Şu çiş bezi bile ütülenen çocukları neden Allah’a salamadık bunu bundan anladım ben. Kaka yaptıkları bezleri bile ütüleniyor çocukların artık. Ayaklarına Ağrı Dağı kadar yük bağladık çocukların. Hafız da etsen hafızlık kanat, fıkıh bilgisi kanat. Her şey var çocukta. Hafız, âlim... Küçük yaşta, ashabı kiram Mekke fethedildikten sonra bile umreye gidemediler. Umre göremediler. Bizim çocuklarımız büluğ çağına gelmeden umre yapıyorlar, hac yapıyorlar ama ayaklarında okulu, çeyizi, akrabası, düğünleri, nişanları... Her biri bir dağ kadar yük var çocuklarımızın ayaklarında. Hür değil çocuk. Kadir gecesi dua törenleri yaparsın sen. Tespih namazını bile bir imama ücret vererek kıldırmak zorundasın sen. Çünkü on beş defa aynı şeyi bir makine ile saymadan söyleyecek kadar boş kafa yok ki. Bin tane hesap... Ekim 15 Hür değil. Ha vize vermediği için bir devlet, Mekke’ye Medine’ye gidememişsin ha sen hasta olduğun için gidememişsin. İki türlü de sen hür değilsin. Yani bir neslin Allah’a doğru kanatlanması Şeriat’ı, İslam’ı, dini yaşaması Rabb’i için can verecek hâle gelmesi sadece Yahudi’nin ve dünya siyonizminin baskısı, işkencesiyle olmuyor. Analar, Müslüman analar, Müslüman babalar da çocuklarını dünyaya köle edip ayaklarına dünyayı ta bebeklik günlerinden itibaren, dünya putunu ayaklarına bağladıkları için bir türlü bir gece teheccütte “Sana geliyorum Rabb’im.” diyemezler. Diyemezsin ki, bunu nasıl diyeceksin. Edebiyatını yaparsın. Kadir gecesi dua törenleri yaparsın sen. Tespih namazını bile bir imama ücret vererek kıldırmak zorundasın sen. Çünkü on beş defa aynı şeyi bir makine ile saymadan söyleyecek kadar boş kafa yok ki. Bin tane hesap... Alışmış, bilgisayardan başka bir şeyle de saymayı da bilmiyor. Namazda bilgisayarla da tespih saymak caiz değil. Bir imama “Sen önde ne yaparsan yap, biz seni görmüyoruz, on beş defa söyleyeceksen söyle, biz de arkandayız.” diyor. Caizdir, değildir, bakamazsın. Tespih namazı sevap, bunu biliyor, “Bir yakalayayım şu sevabı.” diyor ama yirmi dakika on beş defa şurada, on beş defa rükûda on defa şurada “Subhanellah” diyecek kadar sayı sayacak kadar kafa kalmamış ki. Bütün kafa hep ayaklarda, ayaklar ellerde, eller gözlerde, hep organlar birbirlerinin ters yerine konmuş. Bir insan düşün, gözü ayaklarının üzerine konmuş. Ayak parmakları da alnına konmuş. Böyle acayip bir mahluk düşün. Gözü ayağında bir insan nasıl yürür? Bu hâle geldikten sonra çocukların İmam Hatip lisesine gitmelerinin, Kur’an kursunda okumalarının da çok bir anlamı yok. Neden? Sen istediğin kadar kanat tak. Güvercinin ayağında koca bir teneke bağlı. Çırpınıp duruyor hayvancağız uçacağım diye. En sonunda ya ayağı kopacak ya da tüyleri dökülecek, berbat olup gidecek. İşte böyle. Hafız olduğu hâlde, İmam Hatip tahsili gördüğü hâlde, ana-babası Müslüman insanlar olduğu hâlde, hatta çarşaflı/peçeli/güzel kıyafetli annelerin çocuğu olduğu hâlde nur yuvası gibi evlerden komik komik hayatlar yaşayan zalim insanların çıkmasının, gençlerin harap olmasının nedeni budur. Gençlerimiz işte ayaklarına bağlı yüklerden dolayı ç ırpınıyor, çırpını- 16 yor; sadece tüyleri dökülüyor. Kaldırması mümkün değil o yükü. Ashabı kiram -Allah onlardan razı olsunönce cahiliyeyi, putları ve bütün melanetleri sıfırlayıp Resulûllah’ın huzuruna geldiler. Resûlullah aleyhisselam Ebu Talib’e “Amca iman et, bir kelime söyle kurtul, bir kelime amca, amca! Sen bir ‘Lailaheillellah’ de gerisi bana kalsın, ben seni şefaat edeceğim.” dedi. Ebu Talib’in niye bir kelime söyleyemediğinin sırrı nereden çıktı? “Yeğenim sonra ben ölünce kadınlar diyecek ki: ‘Ölümden korktu da Ebu Talip iman etti.’ Dedirtmem ben bunu, biz soylu bir aileyiz.” Bütün yükleri atamadığı için o sevgili yeğeninin bir hatırını tutup da şöyle bir “Lailaheillellah” diyemedi. Demek ki komşular ne diyecek, baldız ne diyecek, diye bunları kafandan atamadıkça sen Muhammed aleyhisselam kapında diz çökse de iman edemiyorsun. Hür nesil yetiştirmek lazım. Hür nesil. Allah’tan başkasında gözü olmayacak. Cennetten başka hiçbir ödülü kabul etmeyecek bir nesil, nesildir. “Hafız ol sana araba alayım.” dediği zaman babası “Yazıklar olsun baba! Kur’an’ın karşılığı bir araba mıdır?” diyen bir nesil: “Buyur ya Resûlellah, lebbeyke ya Resûlellah.” der. Elif cüzüne geçince bisiklet; Kur’an’a geçince, hafız olunca araba, bir de biraz daha iyi Kur’an okursa evlendirdin. Eee, cenneti ne zaman vereceksin? Cennete bir şey kalmadı. Yapacak bir şeyi yok. Küçük hedefli, küçük adımlı insanlar yüzünden Allah’ın muhteşem zekâlarla, muhteşem imkânlarla yarattığı çocuklarımızın hayatını maalesef heder ediyoruz. Normalde çocuğun elli santim ayağı olur, babasının da yüz santim ayağı olur diyelim. Baba elinden Ekim tutarken çocuğun, yürüdüğü zaman çocuk onu engeller. On dakikada gideceği yere, çocukla yürüdüğü için yirmi dakikada gider. Şimdi ahir zamana geldik, çocuklar Rabb’lerine koşmak istiyor, babalar, anneler engelliyor. “Dur! Dur! Dur! Dur! Dur!” diyor. Anneler, babalar çocuklarına yalvarması lazımken, “Yavrum şöyle elin ayağın kirlenmeden tertemiz gel, seni evlendirelim de harama dokunmadan Allah için bir evlilik yap.” demeleri lazımken çocuk: “Beni İstanbul’a gönderdiniz, rezil bir yer İstanbul’da üniversiteler. Evlendirin beni çabuk.” diyor. Anne-baba “Sus! Duymasın akraba. Sen daha üniversiteyi bitirmedin, askere gitmedin nasıl evleneceksin?” diyor. Çocuğun ayağı uzun, yüz santimlik; babanın ayağı yirmi santimlik. “Biz üniversiteyi feda ettik baş örtüsü için.” dedirtemezsin bir sahabiye. Vallahi üniversite değil, İbrahim aleyhisselamın elleriyle yaptığı Kâbe’nin bulunduğu Mekke’yi bile arkalarına bakmadan bırakıp gittiler. “Rabb’im senin için Kâbe bile feda olsun.” dediler. Üniversite bırakmış! Biz üniversiteyi baş örtüsü uğruna terk etmişiz. Maşallah. Allah nazardan korusun. Hiç de örneğimiz yoktu ya bizim. Şu hadisi şerifi Buharî’den ve Müslim’den naklediyorum. Hikâye kitaplarından değil. Masal değil. Yüzde yüz Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellemin sözlerini toplayan muhteşem iki kaynağımızdan naklediyorum. Ebu Musa el-Eş’ari radıyallahu anhla ilgili -şu sesi güzel, Kur’an okuyan sahabi- Ebu Bureyde isimli sahabi diyor ki: “Ebu Musa el-Eş’ari bize Demek ki komşuşöyle bir şey anlattı bir gün, dedi ki: Sonunda ister babanın ayalar ne diyecek, baldız ‘Bir seferinde Resulûllah sallalğı küçük olsun, ister çocuğun ayağı lahu aleyhi ve sellemle beraber küçük olsun kimse yol alamıyor bu ne diyecek, diye buncihada çıkmıştık. Zatürrik’a desefer. Hür nesil değil yaşadığımız ları kafandan atamanen bir cihada çıktık. Altı kişi zamanın nesli. Zincirli. Bilgisayar dıkça sen Muhammed bir bineğimiz vardı.’ (Ebu Musa zincirliyor, internet zincirliyor, telealeyhisselam kapında el-Eş’ari ve arkadaşları, altı kivizyon zincirliyor, çevre zincirliyor, diz çökse de iman edeşilik bir gruplarmış. Altı kişiye onlarca zincir var ayağında zavallıbir deve düşmüş. Gidecekleri nın. Kazara bir tanesi şöyle bir himmiyorsun. yol dört yüz kilometre. Sıcakmet edip bu zincirleri kırıp “Allahu lık elli-elli beş derece. Ağustos Ekber” deyip yola çıkacak olsa onu ayında gidiyorlar böyle bir savahemen bloke ediyorlar. Kötü bir örşa. Sonunda diyor altı kişi yürünek çünkü. Çünkü esirler arasında bir kişinin serbest yürümesi ters. Esirlerin içinde herke- yorlar. İşte demek ki günde üç saat deve biniyor, gerisini yürüyerek gidiyorlar. Gece zaten sin zincirli olması lazım. mola veriyorlar, gece yol almıyorlar.)” Kardeşler, Allah, ashabı kiramdan razı olsun. Kıyamete kadar Kur’an’ın şahitliğiyle Allah’ın, Peygamber’inin şahit olduğu sahneler yazarak bize örnek olup gittiler. “İslam nasıl olur, şu asırda nasıl olur, bu asırda nasıl olur?” diye bir reklama hiçbir zaman ihtiyaç bırakmadılar. İslam; böyle elinde bir Kur’an var, Allah bir kitap indirmiş, bunu nasıl pratiğe dökeceğiz, diye derdi olan bir din değil. Ashabı kiram ihtiyarlarıyla, kadınlarıyla, gençleriyle yüzde yüz “Kur’an böyle yaşanır.” deyip gittiler. Peygamber aleyhisselam için, dinleri için aklımızı zorlayacak işler yaptılar. “Olur mu bu kadar canım, bu kadarı fazla.” dedirtecek işler yaptılar. Sonra da onu kalkıp pazarlık konusu yapmadılar. Ekim Diyor ki Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh: “Ayaklarımız yandı, tırnaklarımız döküldü ayaklarımızdan.” Kavrulmuş ayakları, yanınca ayağı ayak tırnakları dökülmüş yürümekten. “Herkes üzerindeki gömleğini çıkarıp ayağına sardı böyle. Sargı bezi gibi yaptık.” diyor. Çünkü yara ayakları, tırnakları bir insanın ne zaman dökülür ayağından? Böyle ayağını da sarmış. “Ya Resûlellah biraz mola versek, çok ayaklarımız yandı.” demek yok ama. Neden? Hür adam çünkü. Ayağındaki zincire değil, ayağına bile bağlı değil. Onlardan bir tanesi kolu yarıdan koptuğunu anlayınca, kol böyle kopmuş derisi tutuyor. Ayağıyla basmış, koparmış kolunu. “Senin için Resulûllah’tan geri kalamam.” demiş! Hür adam hür. 17 Elinden tutana bağlı olmak başka bir şey. Kendi koluna, ayağına bağlı değil! Allah onlardan razı olsun. “Tırnaklarımız koptu yerlerinden.” diyor Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh. Ayaklarına gömleklerini çıkarmışlar, gömleğiyle ayaklarını dolamışlar ve “Cihattan geri kalmadık.” dedikten sonra Ebu Buredye diyor ki: “Ebu Musa radıyallahu anh böyle anlattı, işte böyle oldu.” diyor. Karşısındaki gençlere anlatıyor, “Bu konuşma bitince de yüzü kıpkırmızı oldu.” diyor. “Allah için yaptığımız bir işi anlattık, olmadı bu iş. Bozuldu.” diyor. Hür adama bak sen, Allah be. Hür adama bak be. Derdine bak. “Allah için yapılmış bir işi size anlatmayacaktık, olmadı bu iş.” diyor. Hâlbuki ne nostaljik hatıra ya! Allah! Ne nostaljik! “Filan şubat günü bizim şöyle tayinimiz çıkacaktı da işte itiraz etmedik filan.” Aman Allah’ım! Ah be. Ah ashabı kiram ne iz bıraktınız ya. Ebu Bekir radıyallahu anhı gömerken Ömer mezarının başında durmuş “Ah Ebu Bekir, peşinden zor gidilecek bir çığır açtın. Başımıza dert oldun.” demiş. Yani seni nasıl taklit edip yetişeceğiz şimdi? Biz bu ashabı kiram neslini nasıl taklit ederiz? Ayağımızda dağlar, nehirler, diplomalar, belgeler, törenler, videolar... Milyonlarca denecek kadar zincir var ayağımızda. Hepsini yırtıp atıyorsun, anayı babayı a şamıyorsun. Yırtıp atıyorsun, arkadaşı atamıyorsun. Kur’an kursu arkadaşını, okul arkadaşını aşamıyorsun. Onlar, anayı babayı getirip Resulûllah’ın önüne kurbanlık olarak getirdiler. “Sana anam babam feda olsun ya Resûlellah.” Dediler ve o hürriyetle de bir kanatlandılar ki ölenlerini Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem “Şimdi cennetlerde uçarken görüyorum.” dedi. Demek ki en son Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem vefat etseydi herhâlde hepsinin cennette kaç numaralı dairelerde kaldıklarını bile bize haber verecekti. Hürriyete muhtacız. Dünyanın esir etmediği, kâğıtların zincirlemediği ve sözlerin kulaklara kurşun gibi girmeye cesaret edemediği bir hürriyet ortamında yaşamaya mecburuz. Çocuklarımızı karşımıza alıp: “Yavrum! Allah’tan kork. Benden bile bir daha korkma.” diyecek baba ve anne olmak zorundayız. “Yavrum ben bile Rabb’imin Şeriat’ına aykırı bir şey söylersem annen olarak beni çiğneyebilirsin.” diyen analar hür analardır, onlar hür çocuk doğururlar Allah’ın izniyle. “Ay, kız nediyecek komşular?” diye başlayan bir anneden doğandan bu Ümmet ne hayır görecek? Komşuyu ilahlaştırmış, insanların ne diyeceğini ilahlaştırmış bir ailenin çocuğu putperest Ebu Cehil’in çocuğundan daha ağır şartlar altında büyüdüğü için belki Ebu Cehil’in... Belki değil olmuş bitmiş. Ebu Cehil’in oğlu İkrime radıyallahu anh müthiş bir şahadetle Rabbine kavuştu ama bizim namaz kılınan, tespih namazı bile kılınan (!) evlerimizden Rabb’imize uçacak, kanatlanacak çocuklar bir türlü yetiştiremiyoruz. Hür değil, hür değil. Bir tarafından ablası asılıyor, bir tarafından komşuları asılıyor, öbür tarafından nişanlısı asılıyor, herkes asılıyor. Zavallının kanatları, tüyleri dökülüyor, perişan oluyor. Rabb’imiz ise fıtrat üzere yarattığı, hür yarattığı gençlerin hür kalmasını istiyor. Kardeşler, Bu şu demek değildir: Çocuklarımız okul okumasın, üniversite okumasın, hep ortada amele olarak kalsınlar, diplomasız ameleler bizim çocuklarımız olsun! Her hâlde böyle demiyoruz.( ) “Kimse dünyadaki nasibini de unutmasın.” En güçlü diplomaların sahibi olsun çocuklarımız. Bana gençler “Hangi fakülteye girmemi uygun görürsün?” diye sorduklarında “En yüksek puan fakültesi.” diyorum. Öyle bir fakülte yok. Yok tabi. En yüksek puanı al mü’minlerin yüzü gülsün, senin iffetin duyulsun. Öyle dershane reklamı için çıkma. “Ben ‘Bismillah’ ile yola çıkmış bir genç olduğum için en yüksek puanı aldım.” de, ondan sonra da fıtratına/ kabiliyetine uygun bir fakülteye gir eğer Allah’ın Şeriat’ını çiğnemeyeceksen orada. Allah, ashabı kiramdan razı olsun. Kıyamete kadar Kur’an’ın şahitliğiyle Allah’ın, Peygamber’inin şahit olduğu sahneler yazarak bize örnek olup gittiler. “İslam nasıl olur, şu asırda nasıl olur, bu asırda nasıl olur?” diye bir reklama hiçbir zaman ihtiyaç bırakmadılar. 18 Ekim Biz hür genç istiyoruz. Örneğimiz olan, Resulûl- denince çoban kılıklarıyla karşılarına dikilip de “Biz lah sallallahu aleyhi ve sellemin bize örnek gösterdi- Allah’a kulluğa geldik, kula kulluktan kurtaraği gençler, sahabisi hür insanlardılar. Sad bin Ebi cağız sizi, Allah’a kul olacaksınız.” diye onları Vakkas nasıl geçti anasının karşısına, “Bin kafan çoban olarak görenlerin karşısında sultanlar gibi koolsa binini de intiharla koparsan ana, bırak- nuştular. Allah onlardan razı olsun. Ellerini buruştumam Resulûllah’ı.” dedi. Hürriyet, bambaşka bir rup “Burs istemeye geldik.” Demediler. “Yardım şey. Ayağı bağlı güvercin uçamaz. Sadece çırpınır, istemeye geldik.” demediler. çırpındıkça da tüyü dökülür. Tüyü döküldükçe de Onlardan bir delikanlı bir gün, bindiği atı için ölüme koşar. Hürriyet, sadece filanca Budistlerin filanca mü’minleri kesmesi ya da onları bir çadır kullandığı kamçısı yere düştü. Bir arkadaşı da aldı kentte muhasara altına almaları değildir. Evet, bu kamçıyı verecek uzatıp eline almadı. “Ya buyur, hürriyeti engellemektir. Ama biri seni görünen bir kamçı senin.” “ Almam. At onu yere.” dedi. zincirle bağlamadığı hâlde, alnına silahı dayayıp da Attı, indi atından, aldı kamçıyı, tekrar çıktı dedi ki: “Kıpırdamayacaksın bir yere!” demediği hâlde sen “Resulûllah bize buyurmuştu ki -aleyhissalatu ve selam- “Kimseden bir şey camiye çıkamıyorsan, sen Rabb’in almayın.” “Ben ki atımın kamiçin yollara dökülemiyorsan, çısı da olsa kimseden almam Allah için harcayacak üç günAshabı kiram ihtionu. Ben Resulûllah’tan duybeş gün zaman bulmaya fırsayarlarıyla, kadınlarıyla, dum bunu.” demiş. Eh be. eh be! tın olmuyorsa, ayağında zincir gençleriyle yüzde yüz Böyle talebe bulursun da yüz olmadığı hâlde alnına silah da“Kur’an böyle yaşanır.” yirmi bin tane, onlarla dünyalar yanmadığı hâlde sen bir esirdeyip gittiler. Peygamfethedilmez mi? Bu talebe yola sin! Sen de eşinden korkup bir ber aleyhisselam için, dinçıktığı zaman cennetin kapısına adım gidemiyorsan, hep mazeretleleri için aklımızı zorlayacak varmadan mola verilir mi hiç? rin oluyorsa, hep seni Allah için bir işler yaptılar. “Olur mu işe çağırdıklarında “Evde bir rabu kadar canım, bu kaDaha okula kaydını yaptırdıhatsızlık var hani.” diye hep evin darı fazla.” dedirtecek ğı gün hemen eline kâğıtlar, kimlik hasta oluyorsa senin, bahanen hazır işler yaptılar. belgelerini alıp burs için müracaata oluyorsa sen doğal esirsin. Yaratılıştan esaret var sende. Engelli! Allah, ashabı kiramdan razı olsun. Bize bu işi hiçbir şekilde kimseyle tartışmaya fırsat vermeyecek kadar güzel örneklerle bu dünyadan gittiler. Hür nesil olarak gittiler. Peygamber’inin - aleyhissalatu vesselam- bir mütercime ihtiyacı olduğunu duyar duymaz on yedi günde yabancı bir dil öğrenip Peygamberi’n önüne gelerek “Ya Resûlellah, mütercime ihtiyacın vardı ya ben hazırım, sana İbranice tercüme yaparım buyur ya Resûlellah.” dediler. Onlar da dil kursuna gitmek için bir sürü kredi, burs aradılar ama Peygamberlerinin ihtiyacı var diye. Öyle altı ay şuraya buraya dil kursuna gitmeye vakitleri yoktu. Altı ayda altı ülke fethetti adamlar. Hür adam çünkü. Hür adam. Yalın ayak ellerinde bir bastonda Rüstem’in karşısına geçtiler de “Ne arıyorsunuz siz bu topraklarda, ne işiniz var burada çoban herifler? Siz bu saraya nasıl girdiniz çoban adamlar?” Ekim başlayana bak, bir de kendi atının kamçısı yere düşünce onu veren birisinden almayacak kadar insana el uzatmama ruhuyla büyütülmüş bir delikanlıya bak. Örnek nesil, mübarek nesil. Kur’an boşuna övmemiş ki bunları. Övüyorsa Kur’an, ( “ ) رﴈ ﷲ ﻋﻨﮭــﻢAllah onlardan memnun.” diyorsa Kur’an, böyle olmuş bu demek ki. Kardeşler, anneler, babalar, bir vakıfta/bir dernekte/bir okulda/bir medresede/bir dershanede görev yapan mü’minler, Mü’minlerin çocuklarını, ümmeti Muhammed’in yavrularını, Allah’tan başkasının önünde secde etmeyecek, sadece Allah’ı dinleyecek kıvamda büyütün. Üç yaşındaki çocuklara el öptürmeye alıştırmayın hemen. Her el öpüş bir eğiliş tarzıdır. Öpmesinler ellerimizi. Caizdir ama bu zamanda caiz değildir. El öpmeye, burs almaya alışmış öğrenciden, çocuktan daha sonra bu Ümmet istifade edemiyor. O bursu/krediyi sonra hediye olarak tekrar istiyor. Evet, el öpmek caizdir. Büyüklerin eli öpülür. Lakin hele biz bir ara verelim 19 bu el öpme işine. Dik duran, “Rabb’im, Kudüs kurtulmadıkça gülmek bana haram olsun.” diyen Salahaddin yetiştirelim biraz da. “Resulûllah sağ değilse, bu hayat bana haram olsun.” diyen Nesibelerimiz olsun bir miktar da. “Tek bir açık kadın, harama düşmüş kadın varken bu ziyafetler bana haram olsun.” diyen, ümmete adanmış k ızlarımız da olsun. Çocuklarımıza ilk defa doğar doğmaz ezan okuttuğumuzdaki sırrı yakalayalım. Minarelerin çocukları olsun çocuklarımız. Anneler, babalar, Çocuklarımızı sevelim. Öğretmenler, muallimler, Çocuklarımızı okutalım. Vakıf görevlilerimiz, Çocuklarımızı yetiştirelim ama bizim için değil, bizim için değil. Anne-baba, çocuğunun mürüvveti ne zamandır biliyor musun? Sana onun şahadet haberi geldiği zaman “Rabb’im hamdolsun, mürüvvetini gördüm çocuğumun.” diyeceksin. Ne demek? “Sayesinde cennete gireceğim bir amel yaptı çocuğum.” demek. Yürüyen Kur’an, yaşayan sahabi olduğu zaman çocuğun, şükür secdelerine kapanıp “Rabb’im sana hamdolsun, bana da bir Zeyd nasip ettin. Bir Ammar da benim oldu. On yedi günde Peygamber’in hatırı için dil öğrenip, kapısına gelip ‘Kullan beni ya Resûlellah.’ diyen bir çocuğun babasıyım/annesiyim.” diye şükretmeye başlayalım. Hocaefendi, Senin vakfındaki gençler, derneğindeki gençler arttığı zaman değil mahalledeki camide sabah namazında gençlerin sayısı arttığı zaman mutluluk hisset sen. Çünkü İslam kimsenin vakfı, kimsenin tarikatı, kimsenin cemaati değildir. Senin tarikatın, milyon sayıya ulaşsa, yedi milyar insanın beş milyarı senin tarikatından, vakfından, cemaatinden olsa ümmeti Muhammed olarak topluca bununla övünülmediği sürece kim kazandı bundan? Taşeron firmanın zen- ginliğinden ana firmanın kazancı mı oluyormuş? Bizi Allah şu dinin taşeron firmaları yapsa bu bile yeter bizim için. Kimsenin tarikatı, vakfı, cemaati İslam değildir. “İslam’ın hizmetkârıyız. Kapısının paspaslarıyız, inşallah.” diye şükretmemiz gerekiyor. Hür nesil istiyoruz. Hür! Cemaatine, vakfına, anasına, babasına değil Allah’a bağlanmış nesil istiyoruz. Hani hür bir çocuk vardı ya onu asacakları zaman “İster misin Muhammed senin yerinde olsun?” dendiğinde ne demişti: “Vallahi Muhammed’in ayağına bir diken batacak da ben kurtulacaksam onu da istemem, asın beni!” Ve asmışlardı onu da, Cebrail gelip Peygamber’ine o şehadeti muştu etmişti. Öyle hem dinden kimseye mangalda kül bırakmayacaksın; senin şeyhin, hocan, vakıf başkanın, cemaat başkanın dünyada kerametleriyle dünyanın mamur olduğu biri olacak ama Allah için fedakârlığa gelince hep sen bir kitaptan bir kılıf bulacaksın. Hep senin mazeretin göklerden hazır indirilmiş olacak. Hiç sıkıntıya düşmeye gerek yok. Kardeşler, Burada müthiş bir ayıbımız var. Çocuklarımızı Allah’a adıyoruz ama kapımızda besliyoruz. Çocuklar Allah’ın. Vakıflar Allah rızası için. Camiler Allah rızası için ama yemler, sütler hep bizim kapıya akı- Sen Rabb’in için yollara dökülemiyorsan, Allah için harcayacak üç gün-beş gün zaman bulmaya fırsatın olmuyorsa, ayağında zincir olmadığı hâlde alnına silah dayanmadığı hâlde sen bir esirsin! 20 Ekim yor! Ne acayip! Projelere hep Allah’ın, ürünler hep bizim kapıda! Bu melekleri güldürmekten başka bir işe yaramaz. Melekler bu hikâyeleri bizden önce de çok dinlediler. Kardeşler, olduysa. “Yeni ev yapmış, henüz çatısını kapatıyor ve birkaç gün sonra da yeni evine taşınacak olan varsa onlar da ayrılsın. Koyun sürüsü olup da sürüsünde yakında doğum yapacak, yavrulayacak koyunlar olanlar da ayrılsın. Siz geri gidin, siz ordumda bulunmayın. Ben aklı karısında, yaptığı evinde, yavrulayacak koyununda olmayanlarla Allah’a gideceğim.” demiş ve yola devam etmişler. Yine Buharî’den ve Müslim’den bir hadisi şerifi -kıyamet günü “Bu hadisi duymamış mıydın?” denecek- bir risk olarak sizlere aktarmak istiyorum. Ama dikkat ediyorum ve dikkatinizi çekiyorum. Üç engelliyi geri bırakmış, üç günahkârı değil Rabb’imiz: “Sen Ebu Hureyre’nin hadisini duy- ama. Helal nikâhlanmış, bugün yarın gerdeği var. Ev muştun değil mi?” der kıyamet günü. Bu sözü de yapmış helal parasıyla, yeni taşınacak evine. Taksibu hadisi şerifi de derdi olmayan yani “Ben doğur- ti bitecek, evine taşınacak ve koyunları kuzulayacak dum, büyütüyorum. Her ana gibi, adamın. Günah değil. Onlara “Bu baba gibi ben de anayım babaordudan çıkın.” demiş. Sonra yım.” diyene anlatmıyorum. “Karyoluna devam etmişler. UlaşacaklaHani hür bir çocuk deşim, vakfı ben kurmadım. rı yere gittiklerinde ikindi vakti bitvardı ya onu asacakları Medreseyi de ben kurmadım. mek üzereymiş. Bugünkü literatürle zaman “İster misin Muİşim yoktu zaten. Diyanet de en akşam yedide oluyor diyelim. Dört hammed senin yerinde düşük puanla aldığı için beni gibi, beş gibi o şehre ulaşmışlar. Yaolsun?” dendiğinde ne buraya memur yaptılar. Ben ne nındakiler demişler ki: “Biz burademişti: “Vallahi Muyapayım. Sekizde geliyorum ya çok kötü bir saatte geldik. hammed’in ayağına bir beşte gidiyorum. Hadi selamun Şimdi bu savaşı akşama kadar diken batacak da ben aleykum.” diyene de anlatmıyobitiremezsek gece konaklarken kurtulacaksam onu da rum. Mangalda kül bırakmayanlara bu adamlar bizi burada imha istemem, asın beni!” Ve anlatıyorum. Hani büyük toplantılar ederler, mağlup oluruz. Şimdi asmışlardı yapıp İslam için çalışman, her doğurbaşlasak akşam oldu yetiştireduğu çocuğu Allah’a adayan anneler meyeceğiz. Ne yarına kadar bubabalar olarak mangalda kül, meyrada mola verebiliriz ne de savadanda at bırakmayan yiğitler için... Başta ben, ben de mangalda kül bırakmıyorum ama şı bitirebiliriz durum kötü.” Elini güneşe doğru kim mangalda kül bırakmıyorsa, meydandaki atların uzatmış o peygamber. (Bu, Buharî ve Müslim’de hahepsi önünden yel olup gidiyorsa şimdi bakın Pey- distir.) “Bak ey güneş.” demiş. “Sen de Allah’ın gamber aleyhissalatu vesselam ne buyuruyor. memurusun, ben de memuruyum. Önüme engel olma dur, dönme bu dünyada!” demiş. Sonra Ebu Hureyre radıyallahu anhtan Buharî ve da “Bismillah.” deyip emretmiş ve fetih müyesser Müslim kaynaklı bir hadisi şerif dinliyoruz. Buyuruyor olup geri gelmişler. ki aleyhissalatu vesselam: “Eski peygamberlerden bir tanesi bir küfür diyarına cihat etmek için Güneş... Güneş... Seyrini durdurdu! Kaordu kurdu.” Peygamber aleyhisselam anlatıyor. Bir dında, kocada, ev taksitinde gözü olmayan ordu uğpeygamberi anlatıyor. İsmini vermiyor peygamberin runa! Vakıf mı kuruyorsun? Al, peygamberden örnek ama bir peygamber ordu kurmuş. İşte A şehrine giişte. Bir mahallede cami mi yapacaksın? Derneğinde decekler kendi bulundukları yerden. Diyelim ki şehir kalesinin sınırına kadar gelince orduyu toplamış bir yeni evlenecek, karısında gözü olan biri olmasın. Ev taşın üstüne çıkmış, demiş ki: “Hey ordu! Beni din- taksiti ödeyen biri olmasın. Kuzulama derdi olan koleyin. Nişanlanmış, yakında nikâhlanıp gerde- yunları olan bir çoban alma. Yürekleri hür, yüreği ğe girecekler geri çıksın.” Yani hazır, evlenecek kadına/eve takılmamış insanlarla yola çık, Alhanımıyla, işte gün sayıyor, düğünü var. “Onlar lah seninle olsun. Senin için Güneş’i bile durgeri çıksın.” demiş. Birkaç kişi ayrılmışlar veya ne durur Allah o zaman. Ekim 21 Kardeşler, Hadisi Buharî ve Müslim’den Hadis okuyoruz. Tahmin, felsefe yapmıyoruz. Hepimiz için, her anne-baba için... Dertli anne-babaysan... Her muallim için, hoca için, dertli isen... Her vakıfçı için, dernekçi için, dertli isen... Sen “Herkes yapıyor ben de yapayım.” değil de “Rabb’imin dinine hizmet olacak.” diye yapıyorsan buyur. Geri kalışımızın, evlerdeki tesirsizliğimizin, çocuklarımıza bile sözümüzün geçmeyişinin temel sıkıntısına Resulûllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz işaret ediyor. Ne dedi peygamber? “Bugün, yarın karısıyla birleşecek olan geri gitsin. Evini yeni bitirmiş, taksiti bitmiş, çatısını örtecek olan da geri gitsin. Koyunları kuzulayacak olanlar geri gitsin.” Neden? Bunlar günahkâr insanlar değil, hırsız değil, zina yapmıyorlar ama kafası takılı bir yere. Peygambere kafası Allah’tan başkasına takılmamış biri lazım. Bisiklete bile kafası takılmamış olsun. Çikolataya kafası takılmamış olsun. Peki, bir dakika. Bu kolay mı bu kadar? Canım kolay değil tabi. Bak, peygamberin ordusundan bile “Geri çık.” denenler olmuş. Elbette kolay değil. Doğurmaktan zor, büyütmek. Konuşmaktan zor, yapmak. Bir kere sen bana son beş toplantını söyle. Akraba toplantını, vakıf toplantını, cami derneği toplantını. Son beş toplantıyı örnek alalım. Son beş bayramlaşma töreninizi örnek alalım. Geri dön, bu son beş buluşmadaki gündemini bana söyle. Bayramda buluştunuz, neler konuştunuz? Hatta ve hatta en son akrabanın cenazesinde taziyeye gitmiştin ya, buradaki konuşmayı bana bir özetler misin? Hani ilk başta ağlama numaralarından sonra sohbet açılmıştı hani. Bu konuşmayı bir görelim. Bak, kafalarda neler var ama ayrılırken Allah’tan neler istiyorsun? Dervişin fikriyle zikri arasında bağlantı var. “Selamun aleykum.” “Aleykum selam.” “Filan yerdeki ev kaça satıldı?” “E şu kadara satıldı.” “Pahalı satılmış ve aleykum selam.” Öbür meclis: “Selamun aleykum.” “Aleykum selam.” “Hangi okula verdiniz çocuğu? O okulun puanı kaç?” “Bu çocuk kaç yaşında Rabb’i için ne kadar hazır?” Böyle bir soru yok. Zaten sen bunu iyi bir koleje verdin mi kendiliğinden mücahit olup Usame olacak, -radıyallahu anh- bitti. O okul otomatik bunu yapıyor. Gerçi okul on beş-yirmi bin lira alıyor ama cihatta ona silah alıp verecekler, kılıç yapacaklar, onun için. Ticaret yok ortada. Niye kendi kendimizi aldatmaktan zevk alıyoruz ki? Deve kuşuna iftira ediyorlar biliyor musunuz? Zavallı hayvan başını kuma sokmazmış aslında. Hayvan kaşınmak için kuma sürtündüğünde güya başını kuma sokuyor. Kendi ayıbımızı devenin kuşuna benzettik! Neden biz bile bile tuzağa düştüğümüzü anladığımız hâlde bir geri dönüşle “Rabb’im çok yanıldık artık senin kapındayız.” deme cesareti gösteremiyoruz? Her şeyden vazgeçtik. Her şeyden vazgeçtik. Yirmi senedir inşaatından beri bu dernek bulunduğu hâlde -imam efendisi, cemaati dâhil- “Bu cemaatin son bir ayda sayısı kaç arttı?” diye sorulduğu duyulmuş bir dernek toplantısı var mı camilerde? Rabb’imiz ( “ ) امنــﺎ ﻳﻌﻤــﺮ ﻣﺴــﺎﺟﺪ ﷲAllah’ın mescitlerini ihya eden, imar edenler...” dediği ayetinde biz “Kâbe’nin suyunu taşıyoruz, inşaatını yapıyoruz.” diyen müşriklere karşı dikkat ediniz, Mekkeli müşrikler Peygamber aleyhisselamın karşısına Bir gün sıvasını, öbür gün badanasını gelin evi gibi cami süslüyorsun, milletten de para topla. Ondan sonra nakkaşları çağır. Hat yazısı yazmışsın. Alimallah Müslümanlar, bir Allah kulu gösterin bana, hafız olduğu hâlde camilerin kubbelerinde yazan yazıları okuyabilmiş birini gösterin bana. 22 Ekim çıkıp “Sen bizi ne zannettin?” deyip “Sen bizi ne zannettin ya! Biz İbrahim aleyhisselamdan beri Kâbe’nin inşaatını yapıyoruz. Hacıların suyunu taşıyoruz. Buraları süpürüyoruz sen bizi gâvur mu zannettin?” demeye getirince Rabb’imiz ne cevap verdi onlara: ( َ َاﻟﺼﻼ َا َﻣ َﻘﺄ ا َة ى اﻟ ﱠﺰك َآتَ و َ َة ﱠ ِ ِ َ )و ِ ِر اﻵخ ِ ْﻣ َﻮﻳْـBunlar -yani ـﺲ م ُ ُر ْﻣـ َﻊ ا ي َ ﻧﱠــﻢ ِإ َ ـﺎل و ِ ّا ب َ َن آم ْ َن م ِ ّ ﷲ َدا َﺟـ sizin kastettiğiniz camiyi süpürmek, tuğlalarını yapmak, ampullerini değiştirmek,- bunlar Ebu Cehil’in de yaptığı işlerdi. Nitekim övündü Ebu Cehil. Biz Kâbe’yi, camiyi değil ya, mescit değil, Kâbe’yi- ayakta tutan adamız. Her gelen hacıya su veriyoruz, sen ne zannediyorsun? Caminin önüne su koymuş, su içiriyormuş. Cami derneğinin vazifesi bu mu? Yazıklar olsun. Camilerin betonlarına harcanan paralar, gençlere rüşvet olarak verilseydi de camilerimiz tavanlarından su aktığı hâlde, kar içeri fırtınayla dolduğu hâlde... Halı bile yok, çakıl, çakıl! Enes ibni Malik’in alnına batan o çakıllarda namaz kılan imam efendiler “Müslümanlar, sıkışın iki tane genç dışarıda kaldı ya etmeyin.” diye, “Ne zaman namaza başlayacağım?” diye sıkışacak olsalardı keşke. Ama hürriyetten söz ediyoruz. Caminin betonu, caminin imamını da müezzinini de dernek görevlilerini de esir etmiş. Çocuğun kılık kıyafeti anne-babayı esir etmiş. Hürriyet yok. Kendi kendimize bağladığımız zincirler bunlar. Kim? Düşman bize bağlamadı bu zincirleri. Biz Rabb’imize dönüp önce kendimiz sonra da çoluk çocuğumuzun hür yetişmelerini isteyeceğiz. Kızlarımız için de geçerli, erkeklerimiz için geçerli, büyüklerimiz için geçerli, hepimiz için geçerli bu. Herkes bir saymaya kalksa kaç zincirle bağlıyız, alimallah insanın ufku dağılır. Bu kadar zincirle bağlandıktan sonra kim kurtaracak bizi? Müşrikler öğle yaptılar da AlKırk sekiz senelik lah Teâlâ “Sizin olsun suyunuz hafızım, on dakika düşünya. Bu imar böyle olmaz.” bumeden okuyamıyorum yurdu. Üstelik zemzem dağıtıyorburada ne yazıyor diye. lardı gelenlere. Bir cami derneği, Okunmak için yazılsadece kalfa gibi inşaat yapmak için mamış ki zaten. “Öbür kurulmuş bir dernek değildir. Ben camilerin derneği çok şöyle bir cami derneği istiyorum: aktif, onlar iskele kurBeş toplantıdır toplanıyorlar “Kardurup şöyle bir boya deşler, son bir senede iki yüz yaptılar. Biz de Müslügence ulaştık hâlâ iki yüz üçünİşte, Ebu Talib’e tekrar dönümanız, biz de cami dercü genci bulamadık. Bu gençleyoruz. “Yavrum senin anlattığın neğiyiz!” ri nereden toplayacağız?” Topdin benim hoşuma gitmedi.” lanıyorlar, “Filan numaralı evde demedi. “Ya, arkamdan ne derher hâlde namaz kılmayan biri ler, dedikodu yaparlar.” dedi. Bu var, bunun için bu ay çalışacağız.” diyorlar. putu kıramadığın için de sana yalvaran Muhammed Onu kurtarıyorlar, imam efendi diyor ki: “Geçen aleyhisselam da olsa iman edemiyorun işte. Çocuk burada bakkala gelen başı tam örtülmemiş yetiştiren anne-baba da kaç tane bu puttan var hem bir hanım efendi gördüm.” O cami cemaati onu de modern modern? Zavallı Ebu Talib “Dışarıda kurtarmaya çalışıyorlar. Eee. ( ) امنــﺎ ﻳﻌﻤــﺮ ﻣﺴــﺎﺟﺪ ﷲDer- kadınlar ne der?” diye merak ediyordu. Şimdi mesaj bombardımanına tutar seni komşular. Telefonun nek, dernek toplantısı bunlar. kilitlenir mesajdan “Bu çocuğu niye böyle helak Bir gün sıvasını, öbür gün badanasını ettiniz?” diye. Hür değiliz kardeşim. Komşularıgelin evi gibi cami süslüyorsun, milletten de mız bizi esir ediyor. Akrabalarımız esir ediyor. para topla. Ondan sonra nakkaşları çağır. Hat Çocuğu teyzesi esir ediyor, dayısı esir ediyor, yazısı yazmışsın. Alimallah Müslümanlar, bir amcası esir ediyor. Hür olmayandan da kulluk Allah kulu gösterin bana, hafız olduğu hâlde olmuyor. camilerin kubbelerinde yazan yazıları okuyaİbni Abbas radıyallahu anhuma sadece bilmiş birini gösterin bana. Kırk sekiz senelik hafızım, on dakika düşünmeden okuyamıyorum bu- dokuz veya on yaşındaydı asla on bir yaşında rada ne yazıyor diye. Okunmak için yazılmamış değildi. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem onu ki zaten. “Öbür camilerin derneği çok aktif, elinden tuttu devesinin arkasına koydu şöyle bir şeonlar iskele kurdurup şöyle bir boya yaptılar. hir turu yaptırdı ona. Bir işleri yoktu. “Gel yavrum Biz de Müslümanız, biz de cami derneğiyiz!” seni gezdireyim.” dedi. En fazla on yaşında. En Ekim 23 fazla on yaşında. Çünkü Efendi’miz vefat ettiğinde on yaşındaydı. Bu konuşmada ihtimal iki üç sene önce olmuştur, belki de yedi yaşındaydı. Devesinin arkasına koydu onu. Kuzeni diyelim. Kuzen oluyor Efendi’miz aleyhisselamın. Yürürken dedi ki: “Yavrum sana bir şeyler söyleyeceğim bunları hiç unutma!” “Buyur ya Resûlellah.” dedi. (Uzun bir konuşma, bir cümlesini alacağız.) “Yavrum.” dedi. “Allah senin için bir şeyi yazmadıysa eğer, kaderde yoksa bütün insanlık onu sana vermek için uğraşsalar kimse sana bir şey veremez. Çünkü Allah’ın yazı yazdığı kalem kurudu, bitti artık. Kader bitti yani yazıldı. Aynı şekilde Allah sana bir şeyi yazdıysa kaderinde bunu yiyeceksin bu olacak diye yazdıysa bütün insanlık karşınsa çıksa ‘Bunu ibni Abbas’a vermeyeceğiz.’ deseler, engelleyemezler. Allah yazdı çünkü. Böyle bil yavrum tamam mı?” “Lebbeyke ya Resûlellah, tabi tamam.” Kardeşler, Yorumuna geçmeden önce örnek vereceğim. “Harici” denen bir grup, daha önce onun adamı oldukları hâlde on beş bin kişi birleşip Ali bin Ebi Talip radıyallahu anha karşı savaş açtılar. Onlar da güya Müslüman’dılar. Ama Resulûllah’ın damadına, Ümmet’in halifesine baş kaldırdılar, daha takvayız diye. Ali’den daha Müslüman! Kafa böyle, şimdi de var bu kafalar, kıyamete kadar da olacak. Ali radıyallahu anh dedi ki: “Bu adamlarla savaşacağız, bunlar da namaz kılıyorlar, acıyorum bunlara. Birisi gidip bunlara nasihat etse belki geri dönerler.” Dediler ki: “Bunların içine insan salınmaz ki. Yamyam gibi adamlar.” (Nitekim Ali’yi öldürdüler sonunda. Allah için şehit ettiler Ali’yi. Allah için ama.) Bunların içine insan salınmaz, çünkü sağ ç ıkılmaz buradan. İbni Abbas dedi ki: “Ben gider konuşurum merak etmeyin.” Dedi ki ona Ali bin Ebi Talib: “Nereye gidiyorsun sen? Bu deli adamları görüyorsun.” İbni Abbas dedi ki: “Bana Resulûllah demişti ki: ‘Allah’ın sana yazmadığı bir şeyi insanlık sana getiremez merak etme sen.’ Ben ona iman ettim.” On beş bin kişi nedir ki? ‘Bismillah.’ dedi, gitti. İman, hürriyete bak sen. Hürriyete bak. Akşam çocuğu dışarı salsana göreyim. Markete göndersene akşam. Hürriyete bak hürriyete. Girdi, konuştu, Allah da diline bereket verdi, yarıdan fazlası istiğfar edip geri geldiler. E, sen böyle bir defa hür olursan dilinde de bereket olur konuştuğunda da bereket olur. Sıkıntımız kendi kendimize kilitlediğimiz zincirlerden oluşuyor. Bu zincirler okul, diploma, komşu hatta ve hatta yersiz ve Sünnet’e uygun olmayan ibadetler... Evet. Bilerek, tekrar ederek söylüyorum. Sünne’te uygun olmayan yersiz, lüzumsuz ibadetler de zincir olur. Ümmeti Muhammed’i, kan gövdeyi götürüyor. Ümmet’imizin şerefi/izzeti sokaklarda ayaklar altına alınıyor. Sen kendi kendine “Şu kadar sure okuyacağım.” diyorsun. Dört bin dört yüz Yasin okuyacakmış hem de bir abdestle! Bu zinciri kendi kendine bağlıyorsun. Her sene umre kaçırmaz, takva adam, oğlu internet umresi yapıyor, o Kâbe umresi yapıyor! Bir Müslüman gencecik kızını beş yüz kilometre ötelik bir şehirde üniversite okumak için gönderecek, evde de gece kalkıp teheccüt kılacak, ben de onun iyi Müslüman olduğuna inanacağım. Kimse akşam namazında çocuğunu camiye göndermeye cesaret edemiyor; fitne, fesat, can tehlikesi büyük şehirlerde. Gencecik kız üniversitede, üstelik ikinci eğitimde, akşam dokuz buçukta-onda eve gelecek. Kendi kendini aldatıyorsun. Zincirini yedi defa kapatmışsın sen üstelik açılmasın diye. Bazı ibadetleri de şeytan yaptırıyor, teşvik ediyor. Nasıl olsa ağlattı mı seni coşuyorsun sen. Ashabı kiram neden vakit bulamadılar dört bin dört yüz Yasin okumaya? Niye Halid ibni Velid beş tane sure ezberleyemedi bu dünyada? Hürriyet başka bir şey kardeşler. Hendek Muhasarası esnasında Efendi’miz sallallahu aleyhi ve sellemin Medine’si müşrikler tarafından kuşatıldı, şehrin etrafına hendek kazıldı İbni Abbas dedi ki: “Ben gider konuşurum merak etmeyin.” Dedi ki ona Ali bin Ebi Talib: “Nereye gidiyorsun sen? Bu deli adamları görüyorsun.” İbni Abbas dedi ki: “Bana Resulûllah demişti ki: ‘Allah’ın sana yazmadığı bir şeyi insanlık sana getiremez merak etme sen.’ Ben ona iman ettim.” On beş bin kişi nedir ki? ‘Bismillah.’ dedi, gitti. 24 Ekim onun için buna Hendek Savaşı deniyor. Düşman on Tamam.” Ziyafete çağırıyor nasıl olsa. Ziyafete çağıbin kişi idi. Ve müthiş silahlanmışlar, bütün rıyor. Lebbeyke ya Resûlellah. Allah onlardan razı olçevre kabileler birleşmişler. Bu şekilde Medi- sun. Göklerde kanatlandılar. Zincirsiz, taşlara bağlanne’yi kuşattılar. Ashabı kiram yaklaşık elli gün kadar mamış, kaldırımlara kilitlenmemiş ayakları oldukları bir zaman aç sefil kaldılar. Çevre kuşatıldı, yiyecek için “Ben mi ya Resûlellah.” Yok! “Ben değil bitti. (Bildiğiniz gibi Efendimiz aleyhisselamın muci- mi ya Resûlellah? Ben değil mi?” zesi ile bir gün doydular.) Böyle büyük bir zahmet, müthiş bir soğuk, ayaz bir gecede Efendi’miz sallallaŞu Rahman suresini müşriklerden birisine okuhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bu düşmanın son sun bir taneniz deyince -Mekke’de ses soluk müşdurumu nedir bunu öğrenmemiz lazım.” Bu riklerin sesi soluğu zaten- İbni Mesud kalkmış “Ben ne demek? Teyakkuzda, ateşler yakmış, saldırokurum ya Resûlellah!” demiş. “Ya otur aşağı. mak için bekleyen on bin askerin içine girecek Sen bir deri bir kemiksin zaten. Ne edeceksin biri, komutanları ile buluşacak, yarın saldırıp ki sen?” demişler. “Ben okurum.” demiş. “İbni saldırmayacaklarını öğrenecek. Bu çizgi filmde Mesud sen çok zayıfsın. Bari deliolur, Roma filminde de olur, gerçekkanlı birini gönderelim.” “Beni te çok zor bu. Hani gidip dürbünle merak etme ya Resûlellah.” Girdi, konuştu, bakıp “Bir hareketlilik gördüm demiş. Gitmiş Ebu Cehil’i bulmuş, Allah da diline bereket orada.” filan demek kolay. “İçine “Otur sana son inen sureyi verdi, yarıdan fazlası git düşmanın, komutanı ile kookuyacağım.” demiş. Oturmuş, o nuş gel.” diyor. İnanılır, yapılır bir istiğfar edip geri gelda ne diyecek merak ediyor. ( َــﺐ ْ َاﻧَﻴ şey mi? Ama ne oldu “Huzeyfe! diler. E, sen böyle bir ِ ال ُ َه ﻟﱠــﻢ َ ع َاﻧ َﻨــﺲ ْ اﻹ َﻗَﻠَــﺦ َ آﻧْــ ُﺮ ْق ال َ ﻟﱠــﻢ َ ع ُﻧَــ ْﻢ Kalk.” dedi. “Lebbeyke ya Resûdefa hür olursan dilinح ﺮ اﻟــ ) Okumuş. “Beni bununla mı lellah.” “Git bak ne yapıyor Ebu ﱠ de de bereket olur komeşgul ettin?” demiş, patlatmış Süfyan.” dedi. Huzeyfe, “Kalknuştuğunda da bereket bir tokat, İbni Mesud’un kulak zarı tım, gittim.” diyor. Ebu Süfyan olur. dediği komutanları öbür tarafın. On patlamış. Kanlar akarak Efendi’mize bin koruması olan adamın yanına gelmiş “Ya Resûlellah kötü çıktı. oturmuş. Ateşler yakmışlar, çadırlarda Şansım yaver gitmedi.” dememiş. halaylar çekiyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Bakmış ne “Okudum, duydu ya Resûlellah.” demiş. Hür var ne yok. Konuşmuş onunla. Geri gelmiş, diyor ki: adam hür. Kulak ne ki? Rahman suresinin iki ayetini “Dizlerimin bağı çözüldü gerçi ama...” Fena ben müşriklere okuyayım, kulak feda olsun. Feda olkorkmuş. Biraz riskli bir iş yaptığı için fena korkmuş! sun kulaklar. Diller feda olsun. “Ya Resûlellah, onların da kaçacak zamanları yok, fena. Durumları iyi değil.” demiş. “Kalk Aynı ibni Mesud Resulûllah’tan karşılığını aldı Huzeyfe!” Hür adamı kaldırdı. Hür çünkü. ama. Bir gün hurma ağacına çıkmış, hurma alıyor. Eteğini de rüzgâr uçurmuş, ayaklarını göstermiş. Uykuyla zincirlenmiş birini sabah namazına kalAyakları görünüyor, alttaki sahabiler de espri yapıdıramazsın. Biz, hürriyet sorunu yaşıyoruz. Kendimiz yorlar. “Arkadaşlar hangisi dal, hangisi ayak bu sorunu yaşadığımız için çocuklarımıza da hürriyet bunların?” (Çok cılız. Bir deri bir kemik. İşte kırk sorunu yaşatıyoruz. Emanet alıp “Bunu yetiştirip kiloluk bir sahabi herhâlde.) Gülününce o da “Ne Ümmeti Muhammed’e kazandıracağız.” dediklerimizi de yeri geliyor bu hürriyet sorunu ile karşı gülüyorsunuz?” demiş. “Şey dallara basma falan.” demiş, espri yapmışlar. Efendi’miz buyurkarşıya getiriyoruz. muş ki: “O güldüğünüz ayaklar var ya kıyamet günü her biri Uhud Dağı’ndan daha ağır olaKardeşler, Bu Ümmet’in ilk nesli hür yürekli bir nesildi. cak Allah’ın terazisinde.” Çünkü o ayak kilitsiz Allah onlardan razı olsun. “Kalk Huzeyfe.” “Ben ayak, zincirsiz ayak. Ebu Cehil’e Kur’an okunacağı mi ya Resûlellah! Ben mi? Bu kadar gençler zaman “Ben varım.” diyen hür adam o. Allah onvar burada. Şey, ben aslında Yasin okuyorum lardan razı olsun. şimdi.” diyebilirdi! “Lebbeyke ya Resûlellah. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin. Ekim 25 İçtihadi Şehadetle Taçlandıran Müçtehit: Ebu Hanife Dr. İhsan ŞENOCAK n asında m l o k yo erilmin fetva v “Eğer e y e s im dım k ay a s a çin sel i r a l korkm n nsa etva, i da F . m i i mana d mezd d i c a [24] en ban k r u r.” l i o d e t k met eme k yük l u l u l sorum 26 Adı, Numan… Sabit b. Zûta’nın oğlu…[1] Asıl itibariyle “Numan”, vücuda hayat veren kan demek. Bu yüzdendir ki, bazıları onu “ruh” diye de anlamlandırmaktadır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) “Numan”adını almasına daha sonra üstleneceği vazife itibariyle bakıldığında görülmektedir ki O, fıkhın büyük üstadı olması hasebiyle vücuttaki kan gibidir. “Numan”ın “Nimet” kelimesinden türediği kabul edilirse bu takdirde anlam, “Allah Teala’nın kullarına nimeti” demek olur.[2] Çözüme kavuşturduğu meseleler noktasından bakıldığında, Onun ümmet için ne derece büyük bir nimet olduğu ortadadır. Künyesi Künyesi, Ebu Hanîfe’dir. Künye, “Hak dine meyleden kişi” anlamına gelen “Hanîf” kelimesinin müennes formudur. “Hanife” adında bir kızının olduğu, bu yüzden “Hanife’nin babası” anlamında Ebu Hanife diye anıldığı söylense de Ekim Onun Hammad’tan başka çocuğunun olmadığı kesindir. Bu yüzden künyenin birinci seçenekle irtibatlı olması güçlü bir ihtimaldir. Nisbesi Nisbesi hakkında farklı rivayetler vardır. Kumaş satmasından dolayı kendisine; ipek kumaş satan kişi anlamında “Hazzaz”[3] dendiği gibi, doğup büyüdüğü şehir olan Kûfe’ye nisbetle “Kûfi” de denmektedir. Dedesi Zûta’nın Benû Teymillah b. Sa’lebe’nin mevlası olması hasebiyle “Teymî” nisbesiyle de anıldığı bilinmektedir.[4] Ebu Hanife’nin (r.a.) asıl itibariyle nereli olduğu noktasında farklı rivayetler vardır. Kaynaklarda Kabil, Babil, Nesa, Tirmiz ve Enbar şehirlerinin adı geçmektedir. Sirac el-Hindi, Ebu Hanife’nin nisbesiyle alakalı farklı rivayetlerin şu şekilde telfik edilebileceğini söylemektedir: Dedesi Kabil’dendir. Sonra sırasıyla Nesa ve Tirmiz’e gitmiştir. Ya da babası Tirmiz’de doğmuş, Enbar’da yetişmiştir.[5] Daha sonra Kûfe’ye gitmiş; Orada görüştüğü Hz. Ali (r.a.), nesline dua etmiştir.[6] Kölelik İddiası Emevi saltanatıyla birlikte insanları değerlendirmede dikkate alınan kriterler kısmen değişikliğe uğradı. Kimi zaman aslen Arap olmayan alimler, kimi zaman da neseplerinde kölelik bulunan fukaha dışlandı. Ne var ki tabiun dönemi fakihlerinin en meşhurları mevali (aslen Arap olmayanlar) idi.[7] Hişam b. Abdilmelik ile Ata arasında geçen şu konuşma hem kavmiyetçiliği teşhir etmekte, hem de büyük fakihlerin mevali olduklarını belgelemektedir. Hişam’ın şehir fakihlerinin milliyetleriyle alakalı sorduğu sorulara Ata şu şekilde cevap vermiştir: Medine fakihini sorarsan o, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın mevlası Nafi’dir. Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yeman fakihi Tavus b. Keysan, Yemame fakihi Yahya b. Ebi Kesir, Şam fakihi Mekhul, Cezire fakihi Meymun b. Mihran, Horasan fakihi Dahhak b. Müzahim, Basra fakihleri Hasan Basri ve İbn Sirin, bunların tamamı mevalidir. Hiçbiri Arap değildir. Yalnızca Kûfe fakihi Nehai Arap’tır. Hişam’ın bu fotoğraf karşısındaki yorumu ilginçtir: “Neredeyse canım çıkacaktı. Hiç biri için Arap’tır demiyorsun.”[8] Ekim Ebu Hanife (r.a.) Arap değildir. Fakat Arap olmaması atalarında köle olduğu anlamına gelmez. Bu noktadaki nakiller doğru bilgiyi yansıtmamaktadır. Nitekim torunu İsmail b. Hammad nesebini belirtirken “Ben Merzuban (sınır muhafızı) oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan oğlu, Hammad oğlu İsmail” der ve yemin ederek atalarında kölelik bulunmadığını söylerdi.[9] Muhammed Zahid Kevseri (r.a.) İsmail b. Hammad’ın ifadesinin Ebu Hanife’nin (r.a.) atalarının durumunu aydınlığa çıkarmada yegane referans olduğuna vurgu yapar. Kevseri’nin bu vurgusunda etkili olan unsur İsmail b. Hammad’ın adaletidir. Zira Muhammed b. Abdillah el-Ensari “Hz. Ömer devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi birisi tayin edilmemiştir.” deyince, kendisine “Bu süreç içerisinde Basra’da kadılık yapan Hasan Basri’de mi?” diye sorulmuş, “Vallahi alim, zahit, abid ve vera sahibi biri olarak Hasan Basri de değil” diye mukabelede bulunmuştur.[10] İslam’da insanların kıymetlendirilmesinde yegane ölçü takvadır. Allah Teala katında en üstün olan insan, en müttaki olan kuldur.[11] Allah Resulü (s.a.v.) de mazilerinde kölelik olan sahabileri yeri geldiğinde diğerlerinden daha önde tutmuştur. Selman-ı Farisi’yi Ehl-i Beyti’nden kabul etmiştir. O (s.a.v.) Bilal’i kendisine sırdaş edinirken amcası Ebu Leheb’i çevresinden uzak tutmuştur.[12] Bu tavrı muhkem kılma adına bir çok adım da atmıştır. Mesela büyük sahabilerin görev aldığı bir orduya baş kumandan olarak köle Zeyd. b. Harise’nin (r.a.) oğlu Usame’yi (r.a.) atamıştır. 27 Doğumu Yaygın olan kabule göre İmam-ı Azam (r.a.) Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında Kûfe’de hicri 80 yılında dünyaya gelmiştir.[13] Fakat allame Kevseri, Bedruddin el-Ayni’nin Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumuyla alakalı 61, 70, ve 80 olmak üzere üç farklı tarih rivayet ettiğini bildirdikten sonra farklı mütalaaları da dikkate alarak Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumunun Hicri 70 yılına tekabül ettiğini tercihe şayan görür.[14] Bu durumda Ebu Hanife (r.a.) 150 yılında ahirete irtihal ettiğinde 70 değil, 80 yaşında olmaktadır. İlk yılları Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanife (r.a.) ömrünün uzunca bir bölümünü bu şehirde geçirdi. İlk olarak baba mesleği ticaretle ilgilendi. Ömer b. Hureys caddesinde meşhur bir dükkanı vardı. Ticarette son derece güvenilirdi, kimseyi aldatmazdı. Öyle ki ipek borsasında kısa zamanda -bütün dokumacılar nezdinde- saygın bir yer edindi.[15] Ortağı, kusurlu bir kumaşı, müşteriye sehven hatasını belirtmeden satınca, satılan kumaşın da içerisinde yer aldığı ticari eşyaların tamamının parasını sadaka olarak dağıttı. Dağıtılan malın değeri o zaman için büyük bir meblağ olan 30 bin dirheme tekabul etmekte idi. Gafil davranan ortağından da ayrıldı.[16] Zamanla ticareti genişledi, büyüdü, kendisine ait bir ipek dokuma atölyesi oldu. Yanında çok sayıda işçi çalıştı. Şemaili Ebu Hanife’nin (r.a.) akıcı bir dili, güçlü bir mantık örgüsü vardı. Sesi, kulağa hoş gelirdi. Kumraldı. Güzel yüzlü ve görünüşlü, temiz giyimliydi. Hoş bir kokusu vardı. O kadar ki, kokusundan Onun geldiği anlaşılırdı. Ebu Yusuf Onu (r.a.) vasf ederken şunları söylemektedir: “Ebu Hanife orta boyda idi; Ne kısa, ne de uzundu. Yaşadığı asırda mantık ve söz söylemede Onun üzerine kimse yoktu.”[17] Takvası Ebu Hanife (r.a.), zahit, muttaki, abid bir müçtehitti. Yahya el-Kattan diyor ki; “İmam-ı Azam’ın (r.a.) yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu anlaşılırdı.”[18] Haram işleme endişesi Onu eritir-bitirirdi. Şüphe endişesiyle bir çok helali terk etmişti.[19] Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına “Bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını” sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.[20] Yezid b. Harun’un anlattığı şu anekdot Onun (r.a.) şüpheden ne derece uzak durduğunu açık bir şekilde belgelemektedir: “Bir gün Ebu Hanife’yi (r.a.) birisinin kapsında güneşin altında otururken gördüm. ‘Ey Ebu Hanife! Gölgeye gitsen ya’ dedim. ‘Evin sahibinden alacağım var. Bu yüzden evinin avlusuna ait gölgede oturmayı hoş görmüyorum.’[21] dedi. Konuyla alakalı bir başka rivayete göre, evin duvarının gölgesinde oturmanın alacaktan kaynaklanan bir menfaat olabileceğini, bununda “menfaat temin eden her borç faizdir.” hadisi- Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33] 28 Ekim di. Meclisinde oturan birine para verecekse, herkes dağılıncaya kadar ona oturmasını emreder, huzurda kimse kalmayınca tasaddukta bulunurdu. Hasan b. Ziyad naklediyor: “Ebu Hanife, onunla aynı meclisi paylaşan birinin üzerinde eski-püskü elbiseler gördü. Diğer insanlar ayrılıp gidinceye kadar adama oturmasını emretti. Herkes ayrıldı, adam tek kaldı; Ebu Mekki b. İbrahim, “Kûfelilerle birlikte ol- Hanife, seccadeyi kaldırıp altındakini almasını söyledum; onlar içerisinde Ebu Hanife’den daha di. Adam, seccadeyi kaldırdı altında tam bin dirhem vera’ sahibi birini göremedim.” demektedir. [23] vardı. Buyurdu ki: “Bu parayı al, onunla kıyafetlerini yenile.”[27] Eğer sadakayı evlere ulaştıracaksa Takvası, fetvasına da hakimdi. “İfta”yı zaruret gece havanın kararmasını, insanların istirahate çekilgördüğünden yapmaktaydı. Nitekim şöyle demekte- mesini bekler, tanınmaması için de yüzünü gözünü dir: “Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım sarar, sırtında taşıdığı nevaleyi önceden tespit ettiği evlere bırakır-dönerdi. Eğer yardım kimseye fetva vermezdim. Fetva, edeceği kişiler ilim ehli iseler buna insanlar için selamet olurken Talebelerinin yüayrı bir özen gösterirdi. Bu noktada bana ciddi manada sorumluluk Kays b. Rebi’ şunları nakletmektedir: [24] reklerine tevazuyu kayüklemektedir.” “Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’a ticaret zıyabilmek için de şöyle mallarını gönderir, karşılığında ise Yaşadığı devrin devlet adamderdi: “Bu meselenin değişik şeyler satın alır, Kûfe’ye geları, hakkaniyete riayet etmediklerinçözülememesi Ebu tirtirdi. Bir yıl içinde bu mal transfeden onların gönderdiği hediyeleri kaHanife’nin işlediği bir rinden biriken kârları toplar, onunla bul etmezdi. Hapsedildiği günler oğlu alimlerin yiyecek, giyecek gibi bütün günahtan dolayıdır.” Hammad’a şu meyanda bir haber ihtiyaçlarını satın alır, sonra kârdan İstiğfar eder, kalkar abgöndermişti: “Yavrum! Aylık gıda geri kalan bakiyeyi ihtiyaç malları harcamam, biri bulamaç, biri dest alır, iki rekat namaz ile birlikte alimlere gönderirdi. Onlar de ekmek için olmak üzere iki kılardı. Mesele hemen hediyeyi kabul ederken eziklik hisdirhemdir. Hükümetin bütçesinçözülürdü. setmesin diye şöyle derdi: “Parayı den yemek zorunda kalmamam ihtiyaçlarınızı karşılamak için hariçin bu parayı bana göndermede cayın. Karşılığında ise sadece Allah acele et.”[25] Teala’ya hamd edin. Ben size malımdan değil, Allah Teala’nın sizin hakkınızda bana ihsan ettiği şeyden Teklif edilen kadılığı ve hazine bakanlığını redveriyorum. Bunlar Ebu Hanife’nin eli vesile kılınarak detmesinin nedeni Allah korkusuydu. Halka zulmesizin ticari mallarınızdan doğan kârlardır.[28] den idareler altında İslam’a göre hükmedememekten endişe ettiğinden dolayı memurluğu kabul etmekten İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasına hayran imtina etti. Ahirette verilecek cezadansa dünyadaki olanlardan Mis’ar b. Kidam diyor ki; “O kendisi ya ezayı tercih etti. da ailesi için giyecek, meyve ya da başka bir şey satın almadan önce bunların aynılarını Sadaka-Hediye Telakkisi alimler için satın alırdı.”[29] nin kapsamına gireceğini söylediği mervidir. Bu hadisenin asıl ilginç olan boyutu ise, Ebu Hanife’nin bu duruşu insanlar için gerekli görmemesidir. O (r.a.), bu noktada şöyle demektedir: “Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.”[22] Ebu Hanife (r.a.) malı sanki tasadduk etmek için kazanırdı. Ebu Yusuf (r.a.) onun cömertliğini anlatırken şöyle der: “Kendisinden bir şey istenir istenmez onu hemen karşılardı.[26] Asrının tanıkları, Ebu Hanife kadar cömert başka biriyle karşılaşmadıklarını söylerler. İnfak ederken insanların şahsiyetlerini yaralamamaya özen gösterir- Ekim Devlet adamlarının gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. İnsanlar kendisine hediye verdiğinde ise Sünnet’i ihlal etmemek için kabul eder fakat karşılığında kat kat ihsanda bulunurdu. Nitekim sevenlerinden biri kendisine hediye verince, o kişiyi ihsana boğdu. Bunun üzerine adam: “Eğer böyle yapacağınızı bilseydim size hediye vermezdim.” şeklinde serzenişte bulundu. Ebu Hanife (r.a.) 29 adama böyle dememesini tembihledikten sonra şu hadisi okudu:[30] “Kim Allah’tan yardım talep ederek sizden sığınma isterse sıkıntısını giderin. Kim Allah’ın adını anarak bir şey isterse ism-i celalin hakkı için ona verin, kim sizi davet ederse (şer’i bir mani olmadığı müddetçe) davete gidin, kim size sözlü ya da fiili iyilikte bulunursa aynı şekilde ona iyilikte bulunun. Eğer hediye edecek mal cinsinden bir şey bulamazsanız size iyilikte bulunan kişi için, onun hakkını ödediğinize kanaat getirinceye kadar ona dua edin.”[31] İbadet Hayatı Ebu Hanife (r.a.) çok ibadet ederdi. Kûfe dahil civardaki bütün şehirlerde Onun gece boyu namaz kıldığı dilden dile dolaşmaktaydı. Muhammed el-Leysi, Kûfe’ye gelip halka “şehrin en abidi kimdir?” diye sorduğunda insanlar onu Ebu Hanife’ye yönlendirmişlerdi. el-Leysi yaşlılığında tekrar Kûfe’ye gidip halka “Şehrin en fakihi kimdir?” diye sorduğunda yine kendisine Ebu Hanife gösterilmişti.[32] Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33] İmam-ı Azam (r.a.) geceleri uyumazdı. Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu.[34] Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “İmam-ı Azam ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine ‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince bana; ‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor.’ dedi.[35] Ebu Hanife (r.a.) gece boyu kıldığı namazlarda Kur’an’ın tamamını bir rekatta hatmederdi. Onun bir gecede Kur’an’ı Kerim’i hatmetmesi Efendimiz’in (s.a.v.) Abdullah b. Amr’a üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmeyi yasaklamasına aykırı değildir. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) kısa zamanda hatmi uygun görmemesinden maksat anlayarak okumayı ihlal etmektir. Zira el-Müsned[36] ve dört Sünen’de[37] nakledildiğine göre Efendimiz (s.a.v), “Kur’an’ı üç günden az sürede okuyan, onu fıkhedemez” buyurmuştur. Ayrıca Kur’an’ı üç günde hatmetme konusunda izin isteyen Sa’d b. el-Münzir isimli sahabiye (r.a) de izin vermiştir.[38] Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’an okumaya getirdiği sınır anlama merkezli olmasaydı Ebu Hanife’den (r.a.) önce Osman b. Affan, Temim ed-Dari, Saîd b. Cübeyr[39] gibi sahabe ve tabiunun büyükleri bir rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmezlerdi. Çünkü bunlar sınırlama ile alakalı hadisleri anlama ekseninde tefsir etmişlerdi. Ebu Hanife’nin bir gecede Kur’an-ı Kerim’i hatmetmesini zaman mikyasında imkansız görmek de, meseleden bihaber olunduğunu ortaya koyar. Zira 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da bazı camilerde Kadir geceleri teravih namazlarında Kur’an’ı Kerim hatmedilirdi. Ebu Hanife (r.a.) Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda “Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.”[40] ayetini kıraat ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını okuyana kadar aynı yeri tekrar etti.[41] Yine bir yatsı sonrası kıldığı namazda “Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.”[42] ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti okudu.[43] Ebu Hanife (r.a.) bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur geri kalan vakitlerini ders ve ibadetle doldururdu. Söylenenleri teyit etme noktasında çağının tanıklarından Misar b. Kidam şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife’ye mescidinde iken vardım. Sabah namazını kılıyordu. Sonra ders halkasına oturdu, dersi öğle na- İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. 30 Ekim mazına kadar devam etti. Namazı kıldı, tekrar derSiyasi Duruşu se oturdu. İkindiye kadar devam etti. Sonra ikindiyi Ebu Hanife (r.a.) hayatının 52 yılını Emevi, 18 kıldı, ardından akşama kadar ders okuttu. Sonra akşamı kıldı. Yatsıya kadar derse devam etti. Onu bu yılını da Abbasi idaresi altında geçirdi. İki İslam dev[47] halde görünce kendi kendime şöyle dedim: “Ebu leti gördü. Ne var ki ikisi de Ona zulmetti. Hanife bu ders yoğunluğu içerisinde ne zaEbu Hanife (r.a.) hayatının hiçbir döneminman kendini ibadete veriyor?” Gece boyu onu de zalimlere dost olmadı. Emevilere baş kaldıran izlemeye karar verdim. İnsanlar istirahate çekilince, Hz. Ali (r.a.) neslinin yanında yer aldı. Onları, mescide geçti fecre kadar namaz kıldı. Sonra Abbasilere karşı olan mücadelelerinde de destekledi. evine döndü. Ders elbiselerini giydi. Tekrar mescide Zeyd b. Ali’nin hicri 121 yılında Hişam b. Abdi’l-Medönüp sabah namazını kıldı. Namazdan sonra derlik’e karşı başlattığı ayaklanmayı Allah Resulü’nün se oturdu. İlk günkü gibi namaz vakitleri hariç ders (s.a.v.) Bedir’deki çıkışına benzetti. Kendisine niçin okutmaya devam etti. Gece olup insanlar istirahate fiili olarak Zeyd b. Ali’nin yanında yer almadığı soçekilince yine fecre kadar namaz kıldı. Sonraki gün rulduğunda ise, şöyle dedi: “Yanımda ve geceler de aynı şekilde devam etti. insanlara ait emanetler vardı. Onu bu halde görünce kendi kendime İbn Ebi Leyla’ya onları almasını karar verdim: “Ölüm bizi ayırıncateklif ettim, fakat kabul etmedi. ya kadar Ebu Hanife (r.a.) ile birO halde bilinmeyen bir yerde O sadece Kûfe’nin likte olacağım.”[44] Misar söylediği ölüp emanetlerin zayi olmasıngibi yaptı; Ebu Hanife’nin mescidinde değil, bütün ümmetin dan korktum.” Yine rivayet edilir başı secdede iken ruhunu Allah Azze ki, İmam Azam (r.a.) benzer bir sorufakihiydi. Bu yüzden ve Celle’ye teslim etti.[45] ya; “İnsanların onu ataları gibi Halife, Ebu Hanife’ye karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu. Ebu Hanife (r.a.) ilmi, ibadetle desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde yetersiz kaldığında namaza sığınırdı. Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi: “Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.[46] yalnız bırakmayacaklarına kanaat getirseydim mutlaka onunla birlikte cihat ederdim. Çünkü O, müminlerin gerçek imamıdır. Fiili olarak olmasa da malımla ona yardım ettim.”[48] Ebu Hanife Emeviler’in İslam’ı temsil hakkına sahip olmadıklarına kesin bir şekilde inandığından onlara baş kaldıranları mali açıdan destekledi. Fakat gerek yukarıdaki gerekçeler gerekse de ehl-i hakkın başkaldırıda başarılı olamayıp Müslüman kanı akıtılmasına sebep olacağını bildiğinden fiili olarak bu nevi oluşumların içerisinde yer almadı. Emevilere karşı yapılan başkaldırılara netice itibariyle bakıldığında Ebu Hanife’nin ne derece feraset sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Zeyd b. Ali 122’de, oğlu Yahya 125’de, Yahya’nın oğlu Abdullah da 130 yılında Emeviler tarafından şehit edilmiştir.[49] ÇİLESİ İmam Azam’a yapılan işkenceler yaşadığı dönemlere göre iki başlık altında toplanır. İlki Emevi Devlet Başkanı Mervan b. Muhammed’in Irak valisi İbn Hubeyre zamanında ikincisi ise Abbasiler dönemindedir. Ekim 31 Emevi Dönemi İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fakihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi Hind’i vilayete çağırarak her birine devlet idaresinde önemli görevler verdi. Vilayete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü Onun eline vermek istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmam-ı Azam bu görevi kabul etmekten istinkaf etti. İbn Hubeyre kabul etmemesi durumunda Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fakihler araya girip görevi kabul etmesi için Ebu Hanife’ye baskı yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit bir işi talep etse onu dahi kabul etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rıza gösterebilirim. O benden başını vuracağı bir adamın idam fermanını yazmamı isteyecek ben de buna onay vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki, asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim.” Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fakihlere: “Ebu Hanifeyi bırakın; O doğru söylüyor.” dedi. Vali, Ebu Hanife’nin sağlam iradesi karşısında çaresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabul ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi. Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hala ilk durduğu yerdeydi; Vali ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idaresinde görev almak, caminin direklerini saymayı bile kabullenmem.” demeye devam ediyordu. İbn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla “O bir defalık ölümdür.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine vali başına yirmi kırbaç vurdu. İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. Bu ifadeler üzerine İbn Hubeyre cellada kırbaçlamayı bırakmasını ima etti. Ebu Hanife dayak sonrası geceyi zindanda geçirdi. Sabah kalktığında aldığı darbelerden dolayı yüzü-gözü şişmişti. İbn Hubeyre o gece rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Allah Resulü (s.a.v.) ona: “Allah’tan korkmuyor musun?! Ümmetimden birini suçsuz yere dövüyor ve tehdit ediyorsun.”[50] diye çıkıştı. Rüyadan ve İmam’ın kararlılığından etkilenen İbn Hubeyre arkadaşları ile istişare etmesi için tahliyesine emir verdi. Hapisten çıkınca atına bindi ve Mekke’ye gitti (h. 130). Abbasi Devleti kuruluncaya kadar orada ikamet etti. Ebu Cafer el-Mansur zamanında Kûfe’ye geri döndü[51] (h. 137).[52] Abbasi Dönemi Ebu Hanife (r.a.) Abbasi Devleti’nin kurulmasını heyacanla karşıladı. İnanıyordu ki, yapılan zulümler son bulacaktı. Bu yüzden Ebu’l-Abbas es-Seffah Kûfe’ye gelip alimleri kendisine biat etmeye çağırdığında Ebu Hanife meclisteki alimler adına söz alıp söyle demişti: “Devlet idaresini Allah Resulü’nün (s.a.v.) akrabalarına nasip eden, zalimlerin zulmünü üzerimizden kaldıran, dillerimize hakkı hakim kılan Allah Teala’ya hamd olsun. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. Kıyamete Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atıldı. 32 Ekim kadar bu ahde sadık kalacağız. Rabbim, Efendimiz’in (s.a.v.) akrabalarını başımızdan eksik etmesin.”[53] Zulme karşı hep hakkı müdafaa eden O büyük irade (r.a.) herkesin suküt ettiği bir anda nasıl ortaya çıkıp Abbasilere ilk biat eden kişi idiyse, Onların haktan ayrıldığı zaman da ilk uyarıcıları oldu. Dersleri esnasında konu siyasi hadiselerin tahlilini gerektirdiğinde çekinmeden Abbasilerin Hz. Ali (r.a.) çocuklarına yaptığı zulmü sorguladı. Hayatını tehlikeye atarak hakkı tutup kaldırdı. sur isyancılara uygulanacak cezayı görüşmek üzere ulemayı saraya davet etti. Onlara Musul halkının – önceden- kendisine biat ettiklerini, isyan etmeleri durumunda kanlarının helal olacağını söylediklerini hatırlattı. Mansur, valisine isyan eden Musul halkını öldürmenin meşru olduğunu savunuyor, ulemadan da bu kararı onaylamalarını istiyordu. Mecliste bulunan alimler, “Eğer onları bağışlarsan affeden bir devlet adamı olursun; Yok eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir.” dediler. Mansur, susarak fetvaya katılmadığını beyan eden Ebu Hanife’ye (r.a.) “Sen ne dersin Ey Üstat!” diye sordu. İmam-ı Azam: Mansur’un hafiyeleri, büyük bir aksiyon ada– Musul halkı sana sahip olmamı duruşuyla siyasi hayatı sorguladıkları bir şeyi (canlarını) helal kıldı. yan Ebu Hanife’nin her hareketini Mesela bir kadın nikahı kıyılmaksızın takibe aldı. Onu cezalandırmak için Halife tutuklu oldukendisi ile bir erkeğin cinsel ilişkiye şartların oluşmasını gözlüyorlardı. ğu günlerde Ebu Hanife’yi girmesini mubah kılsa bu caiz midir? Bağdat’ın inşa edilmeye başlaması (r.a.) tekrar sarayına çağıriyi bir fırsat oldu. Halife, Ebu Hanitarak kadılığı kabul-edip -Hayır. fe’ye (r.a.) yeni şehirde kadılık teklif etmeyeceğini sordu. Ebu etti. Fakat O, bu görevden imtina etti. Hanife: – İşte bunun gibi Musul halkıMansur hangi düzeyde olursa olsun nın da canlarını helal kılma yetkileri Ebu Hanife’nin (r.a.) bürokraside – Allah devlet başyoktur. görev almasında kararlıydı. Bunun kanını ıslah etsin. Ben üzerine Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’ın bu göreve layık değilim Bu konuşma üzerine Mansur, müteahhitliğini kabul etti. O biliyordiyorum ya! Ebu Hanife ve diğer iki alime Bağdu ki, Mansur vazifeleri reddetmesi dat’tan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini halinde boynunu vuracaktı. Müteemretti.[54] ahhitliği kadılığa tercih ederek haksız kararlara meşruiyet vermekten kendiAbbasi Devleti bütün hafiyeleriyle ilmin muhni korumuş oldu. kem kalesini takip altına aldı. Her ifadesi kayda geçiMansur’un devlet idaresindeki zulmü arttık- rilip devletin ilgili birimlerine aktarıldı. Bütün bunlar ça Ebu Hanife hususi dünyasına çekildi. Fakat ders olurken O (r.a.) gerek ders takririnde gerekse de iftahalkasında müstebit idareyi tenkit etmekten de geri sında hakikati söylemekten geri durmadı. Kûfe kadısı durmadı. Tam bu esnada Musul halkı isyan etti. Man- İbn Ebi Leyla’nın verdiği hükümleri tenkit etmekten çekinmedi.[55] İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza et(tir)ti. Ebu Hanife (r.a.) Onun kendisine karşı olan tutumunu anlatırken şöyle demektedir: “İbn Ebi Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.”[56] Yani haksız yere öldürülmeme cevaz verdi. Vefatı Ebu Hanife’nin (r.a.) mazlumlardan yana tavır alması siyasi iradeyi ciddi anlamda rahatsız etmekte Ekim 33 idi. Fakat açıkça Ona tavır alamıyorlardı. Çünkü adı, civardaki bütün şehirlerde hayırla anılıyordu. Alimler, en müşkil meseleleri çözmesi için Ona getiriyorlardı. O sadece Kûfe’nin değil, bütün ümmetin fakihiydi. Bu yüzden Halife, Ebu Hanife’ye karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu. Bu çerçevede Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince hapse atıldı. Halife adamlarını cezaevine gönderip, isteğini kabul etmesi durumunda Onu serbest bırakacağını ve Ona ikramlarda bulunacağını söyledi. Fakat Ebu Hanife (r.a.) ilk görüşüne sadık kaldı. Bunun üzerine Halife, her gün çarşıya çıkarılmasını ve milletin huzurunda Ona on kırbaç vurulmasını emretti. [58] Bu durum 12 gün devam etti. Onardan toplam 120 kırbaç vuruldu.[59] Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi (r.a.) tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sordu. Ebu Hanife: – Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya! – Yalan söylüyorsun. Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim.” Mansur her iki şıkkıyla hakikati ortaya koyan bu cevabı kabul etmedi. Ebu Hanife’yi tekrar cezaevine gönderdi.[60] Sahih olan görüşe göre İmam-ı Azam Hazretleri ahirete irtihal edinceye kadar zindanda kal- dı. Öleceğini hissedince secdeye kapandı ve ruhunu secde halinde Allah Azze ve Celle’ye teslim etti.[61] İnsanlık tarihinin bu en büyük imamı (Sahabe devri istisna) ahirete irtihal ettiğinde takvim hicri 150 tarihini göstermekte idi.[62] Bağdat’ın doğusunda gasp edilmemiş temiz bir yer olan Hayzurân kabristanlığına gömülmeyi vasiyet etmişti. O, bu duruşuyla, hediyelerini, makamlarını kabul etmediği zalimlerin gasbettikleri arazilerde de kalamayacağını ilan etti. Halife Mansur, İmam-ı Azam’ın vasiyetini işitince istemeyerek de olsa şöyle mırıldandı: “Ey Ebu Hanife! Diri ve ölü olduğun halde senin hakkında beni kim mazur görür?”[63] Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64] Ebu Hanife’nin tekfin ve techizinde bizzat görev alan Abdullah b. Vakıd o günü özetlerken şunları naklediyor: “Ebu Hanife’yi Hasan b. Umâre yıkadı. Ben de su döktüm. Bedeni zayıftı. İbadet ve Allah yolunda gayret onu eritmişti. Hasan yıkama işini bitirince Ebu Hanife’nin bazı özel- Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64] 34 Ekim liklerini anlattı. Herkesi ağlattı. Naşı omuzlara alındığında öylesine muazzam bir durum oluştu ki, o günkünden daha fazla ağlayan insan görmedim.[65] Hatime Sefihler anlayamadıklarından, alimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslam adına meşrulaştırmadığından Ona zulmetti. Sokaklarda milletin huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbiTr şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti. Muhkem iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi. Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves Onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin dense idi yaptığı amelin üzerinde daha fazla bir ibadet yapamazdı.” Çünkü boş anı yoktu.[66] İlim onunla bereketlendi; Yeniden irfana dönüştü. Mücadele dolu hayatını en son şehadetle taçlandırdı. Dipnotlar: [1] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarihu Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 446; İbn Kuteybe, Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire, y., s. 490; Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 74; Şihabuddin Ahmed İbn Hacer el-Mekki, el-Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 37. [2] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 41. [3] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446. [4] Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, el-Mecruhûn mine’l-Muhaddisin ve’z-Zuafa’i ve’l-Metrukin, Daru’l-Ma’rife, ty., s. III, 63; el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.. [5] et-Temimi, a.g.e., I, 75. [6] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 448; et-Temimi, a.g.e., I, 75. [7] Mevali, Mevla kelimesinin çoğuludur. Burada Arap olmayan anla- Ekim mında kullanılmaktadır. [8] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebî Hanife, (Kerderi’nin Menakibi ile birlikte), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, I, 12. [9] et-Temimi, a.g.e., I, 75. [10] Muhammed Zahid el-Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum, (Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 22. [11] Kur’an, Hucurat(49): 13. [12] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 11. [13] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 10. [14] Bkz. Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, s. 3132. [15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446. [16] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85-6. [17] el-Bağdadi, a.g.e., XV, [18] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482. [19] Huseyin Saymeri, Ahbaru Ebi Hanife ve Ashabihi, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ty., s. 33. [20] İbn Hacer, a.g.e., s. 85. [21] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85. [22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85. [23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85. [24] Saymeri, a.g.e., s. 34. [25] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 87. [26] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494. [27] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494. [28] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 493. [29] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 83. [30] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 84. [31] Ebu Davud, Zekat 38, 1669. [32] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482. [33] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 483. [34] et-Temimi, a.g.e., I, 100. [35] et-Temimi, a.g.e., I, 100. [36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 164. [37] Ebû Dâvûd, Ramadân, 8-9; Tirmizî, Kur’ân, 11; Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, V, 25; İbn Mâce, İkâme, 178. [38] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VI, 51. [39] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 215; et-Temimi, a.g.e., I, 101; Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Ebu Bekir Sifil, İmam Ebu Hanife ve Kur’an’ın Kısa Sürede Hatmi 1-2-3, Milli Gazate, 29-30-31 Ekim 2005. [40] Kur’an, Tur(52): 27. [41] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76. [42] Kur’an, Kamer(54): 46. [43] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76; et-Temimi, a.g.e., I, 102. [44] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; et-Temimi, a.g.e., I, 100. [45] ed-Temimi, a.g.e., I, 101. [46] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s.79. [47] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu- Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 31. [48] Ebu Zehre, a.g.e., s. 31. [49] İbnü’l-Esir, el-Kamil, V, 122-130; Ebu Zehre, a.g.e., s. 32. [50] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 274. [51] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 276. [52] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1). [53] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 151. [54] Ebu Zehre, a.g.e., s. 40-41. [55] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43. [56] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43. [57] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 429. [58] Kerderi, a. g.e., II, 299. [59] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433. [60] et-Temimi, a.g.e., I, 105. [61] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 442. [62] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 126. [63] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127. [64] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127. [65] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433-4. [66] Saymeri, a.g.e., s. 36; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 78 35 “Levlâke” Rivayeti ve “Nur-u Muhammedî” Meselesi Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” anlamındaki söz üzerinde dururken bu sözün “hadis” olarak sabit olmadığını, ancak anlamının doğru olduğunu söyleyen alimler bulunduğunu biliyoruz. k detme d e r a l ıy önyarg bakıle ” y n e i l ç e i k Mes nlama de a “ , l i ğ etinin de y e a r v i e r z ü ke” selesi“Levlâ e a d m n ” ı î ed dığ ; hamm u ündür M k u m r ü u “N ım ul izah k a ssların a m n e k d e nin etm e izah ir. l y ö b lmelid ü r hatta ö g olarak gereği Ali el-Karî, el-Mevridu’r-Revî fi’l-Mevlidi’n-Nebevî isimli risalesinde konuyla ilgili oldukça dikkat çekici şeyler söyler. Evvela “Adem su ile çamur arasındayken ben nebi idim” rivayetini zikredip, “Her ne kadar bazı Hadis hafızları, “Bu rivayeti bu lafızla bulamadık” demişse de, manası sahih tariklerle gelmiştir.” Bu çerçevede el-Karî, “Adem ruh ile ceset arasındayken ben nebi idim” hadisini ve bu anlamdaki birkaç rivayeti zikreder. Tam bu aşamada sorulması gereken kritik soru şudur: Hz. Adem (a.s)’ın yaratılış sürecinin henüz tamamlanmadığı bir aşamada Efendimiz (s.a.v)’in “nebi/peygamber” oluşu ne anlama gelmektedir? Bu soruya “Efendimiz (s.a.v) Allah Teala’nın ilminde peygamber olduğunu anlat- 36 Ekim mak istemiştir” şeklinde cevap vermek açıklayıcı değildir. Zira Allah Teala’nın ilminde peygamber olmak bakımından Efendimiz (s.a.v)’le diğer peygamberler arasında herhangi bir fark yoktur. O halde Efendimiz (s.a.v) bu ifadeyle daha farklı, daha “özel” bir şey anlatıyor olmalıdır. Ali l-Karî bu soruya cevap teşkil edebilecek izahı İmam es-Sübkî’den şöyle nakleder: “Ruhlar bedenlerden önce yaratılmıştır. Efendimiz (s.a.v), “Ben nebi idim” sözüyle, ruh-i şerifine veya hakikatlerinden bir hakikate işaret etmektedir ki, onları Allah’tan ve lütfuyla muttali kıldığı kimse(ler) den başkası bilmez. Sonra Allah Teala, o hakikatten dilediği şeyi dilediği vakitte (dildiğine) verir. İşte Efendimiz (s.a.v)’in hakikati, Allah Teala’nın Hz. Adem (a.s)’ın hilkati sürecinde ona verdiği nübüvvet vasfı olabilir ki, o hakikati, O’nun nübüvvetine hazır bir şekilde yaratmış ve ona o vakit nübüvvet vasfı vermiştir. O bu suretle nebi olmuş ve melekler ve başka varlıklar O’nun ind-i ilahîde ne yüce bir mevkie sahip olduğunu bilsin diye adı Arş’a yazılmıştır. Binaenaleyh her ne kadar o hakikatle muttasıf mübarek bedeni daha sonra yaratılmış ise de, Efendimiz (s.a.v)’in hakikati o vakitten beri mevcuttur. O’na nübüvvet, hikmet ve hakikatinin diğer vasıflarının verilmesi işi de o zaman tamamlanmıştır. O’nun kemalatı bedeni yaratıldıktan sonraya bırakılmayıp kendisine önceden verilmiştir. Tehir edilen, O’nun bedensel oluşumu ve dünyaya en mükemmel şekilde gelene kadar temiz sulblerde ve rahimlerde nakledilmesidir –Allah’ın salat ve selamı üzerini olsun–. “Bahse konu rivayetin, Efendimiz (s.a.v)’in peygamber olacağının Allah Teala tarafından bilindiğini anlattığını söyleyenler, yukarıda anlattığımız manaya vakıf olamayanlardır. Çünkü Allah Teala’nın ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. Hz. Adem (a.s)’ın hilkatinin henüz tamamlanmadığı bir vakitte Efendimiz (s.a.v)’in peygamberlik vasfına sahip olduğu ifadesinin, O’nun nübüvvetinin o vakit sabit olduğu şeklinde anlaşılması gerekir. Aksi halde Efendimiz (s.a.v)’in nübüvvetinin zikredilmesinin özel bir anlamı olmazdı. Zira bütün peygamberler Allah Teala’nın ilminde peygamberdirler!” Daha sonra el-Karî, Sahîhu’l-Buhârî şarihi el-Kastallânî’den şu nakilde bulunur: “Bize Ebû Sehl el-Kattân’ın Emâlî’sinden bir cüz zımnında, onun Sehl b. Sâlih el-Hindânî’den nakli olarak şöyle rivayet edildi: “Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali’ye (İmam Muhammed el-Bâkır, E.S), “Peygamberlerin sonuncusu olarak gönderilmişken Hz. Muhammed (s.a.v) nasıl oluyor da diğer peygamberlerden önce geliyor?” diye sordum. Şöyle dedi: “Allah Teala ademoğullarının zürriyetlerini, kendilerini kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda Hz. Muhammed, “Evet (Sen bizim Rabbimizsin)” diyenlerin ilkiydi.” Ali el-Karî’nin, “Hakikat-i Muhammediyye” konusunda İmam es-Sübkî’den yaptığı alıntıyı gördük. Ali el-Karî, o alıntının ardından el-Kastallânî’den iktibas ettiği ifadelerle konuyu anlatmaya devam ediyordu. Söz konusu iktibasa devam edeceğim. Ama önce İmam Takiyüddîn es-Sübkî’den yaptığı alıntı üzerinde bir miktar durmak istiyorum. el-Karî’nin alıntıladığı ifadeler, İmam es-Sübkî’nin Fetâvâ’sında geçiyor. Ancak el-Karî’nin, alıntıyı harfi harfine değil, bazı tasarruflarla ve muhtasar olarak aktardığı anlaşılıyor. İmam es-Sübkî’nin konuyla ilgili tespitleri son derece önemli olduğu için olduğu gibi aktarmakta büyük fayda var. Aynı şekilde Hz. Peygamber (S.A.V.), O’nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla birlikte Hz. Peygamber (S.A.V.) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı.” Ekim 37 İmam es-Sübkî, konu hakkında söylediklerini, “Hem Allah vaktiyle Peygamberlerin şöyle misakını almıştır: ‘Celalim hakkı için size kitap ve hikmetten her ne verdimse, sonra size beraberinizdekini tasdik eden bir Resul geldiğinde ona mutlaka iman edeceksiniz ve kesinlikle ona yardımda bulunacaksınız, buna ikrar verdiniz mi ve bunun üzerine ağır ahdimi boynunuza aldınız mı?’ buyurdu. ‘Ikrar verdik’ dediler, ‘Öyle ise, buyurdu, şahit olun ben de sizinle beraber şahitlerdenim” mealindeki ayet üzerine bina etmektedir. Tefsirlerin hemen tamamında bu ayette kastedilen “Resul”ün Efendimiz (S.A.V.) olduğunun zikredildiğini görüyoruz. Gerçekten de ayette, Peygamberler tarihinden bildiğimin, okuduğumuz durumun tam tersini gösteren bu muhteva var. Normalde her peygamber (nebi), kendisinden önce gönderilmiş peygamberin (resulün) getirdiği kitap ve şeriatı ihya/tecdid ile ona tabi olurken, bu ayette önce gelen peygamberden, kendisinden sonra gelecek peygambere ittiba ve yardım etmesi emredilmektedir. Kendisinden bu ahdin alındığı peygamberler arasında Hz. Âdem (A.S.)’ın da bulunduğu bedihîdir. Dolayısıyla O’nun da Efendimiz (S.A.V.)’e tebeiyeti bahis konusu olmaktadır. Bu hususu akılda tutarak İmam es-Sübkî’nin söylediklerine geçelim: “Burada Hz. Peygamber (S.A.V.)’in derecesini yükseltme ve kadrini yüceltme bulunduğu açıktır. Bunun yanında, söz konusu ayet şunu anlatmaktadır: O, öbür peygamberlerin zamanında geldiği takdirde, onlara da gönderilmiş olacaktır. Bu suretle O’nun nübüvvet ve risaleti, Hz. Âdem (A.S.)’den kıyamet gününe kadar gelecek bütün mahlûkata şamil olacak, bütün peygamberler ve ümmetleri de O’nun ümmeti olacaktır. Bu durumda Efendimiz (S.A.V.)’in, ‘Ben bütün insanlara gönderildim’ sözü sadece kendi zamanından başlayarak kıyamete kadar gelecek olanlara yönelik değildir; bilakis onlardan öncesine de şamildir.” Böylece, “Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim” hadisinin anlamı da tebeyyün etmiş olmaktadır. Bu hadisi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, peygamber olacağının Allah Teala’nın ilminde mevcut bulunmasıyla açıklayanlar bu noktaya vakıf olamayanlardır. Çünkü Allah Teala’nın ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in o vakit peygamber olmakla tavsif edilmesi, o vaktin O’nun peygamberliğini sabit olmasını gerektirir. Bu sebeple Hz. Âdem (A.S.), O’nun adını Arş’ta “Muhammedun Resûlullâh” şeklinde görmüştür. Hz. Âdem (A.S.) “ruh ile beden arasında”yken, yani yaratılış süreci tamamlanmamışken Efendimiz (S.A.V.)’in peygamber olması ne demektir? O süreçte Efendimiz (S.A.V.)’in ne ruhu ne bedeni varlık âlemine çıkarılmıştır! Böyleyken “nübüvvet” vasfının mahalli neresidir? Konuyla ilgili olarak İmam es-Sübkî’den alıntıya devam ediyoruz: “(…) Dolayısıyla bunun (Efendimiz (S.A.V.)’in nübüvvetinin, E.S.) kaçınılmaz olarak o vakit mana olarak sabit bulunmuş olması gerekir. Bundan maksat Efendimiz (S.A.V.)’in nübüvvetinin ilm-i ilahîde “ile- Hz. Peygamber (S.A.V.) mahlûkatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O’nun kemalinden daha büyük bir kemal ve O’nun mevkiinden daha şerefli bir mevki söz konusu değildir. Bu kemalin, daha Hz. Âdem (A.S.) yaratılmadan önce yüce Allah’ın dilemesiyle Hz. Peygamber (S.A.V.) için hâsıl olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz. 38 Ekim ride olacak” bir husus olarak bilinmesi olsaydı, Hz. Âdem (A.S.) ruh ile beden arasındayken O’nun nebi olmasının herhangi bir hususiyeti olmazdı. Çünkü Allah Teala o vakit de daha önce de (sadece O’nun değil, E.S.) bütün peygamberlerin peygamber olacağını bilmekteydi. Bu itibarla, burada Efendimiz (S.A.V.)’e mahsus bir durum bulunduğunu kaçınılmaz olarak söylemek durumundayız. Efendimiz (S.A.V.), ümmetine, kendisinin Allah Teala katındaki yüce mevkiini bildirmek için ve böylece ümmeti için bir hayır hâsıl olsun diye bu durumu böylece haber vermiştir. tine Allah Teala, Hz. Âdem (A.S.)’ı yaratmadan önce o vasfı vermiş olabilir. Şöyle ki: O’nun hakikatini, O’nun nübüvvetine elverişli/hazır şekilde yaratmış ve bu vasfı o hakikate nüfuz ettirmiştir (ifâda). Efendimiz (S.A.V.) bu şekilde nebi olmuş ve ismi Arş’a yazılmıştır. Allah Teala O’nun, yüce katındaki değerini kendilerine bildirmek için meleklerine ve başkalarına O’nun risaletini haber vermiştir. Şu halde her ne kadar İnübüvvet’le muttasıf mübarek bedeni daha sonra var edilmiş ise de, Efendimiz (S.A.V.)’in hakikati o vakit mevcut idi. O’nun hakikatinin, ilahî hazretten kendisine bahşedilen o yüce vasıflara sahip olması, Eğer, burada Efendimiz (S.A.V.)’in kadrinin o vakit hâsıl olmuş bir durumdu. Peygamber olarak nasıl olup da (diğer peygamberler için söz konusu gönderilişi ve tebliğ, O’nun mübarek bedeninin –ki tebliğ vazifesi bedeninin var ediliolmayan) bir şekilde yüce olduğunu şiyle hâsıl olacaktır– tekâmülünün anlamak istiyorum. Zira ‘nübüvvet’ tamamlanması için geriye bırakılbir vasıftır ve bu vasıfla muttasıf olan İnsanlar bu ilmin mıştır. O’na Allah Teala cihetinden kişinin (Efendimiz (S.A.V.)’in, E.S) fibahşedilen ve mübarek zatının ve ilen mevcut olması ve 40 yaşına ulaşkonusu olan şey zuhur hakikatinin (nübüvvete) elverişli/ mış olması gerekir. Bu durumda nasıl ettiğinde, Hz. Peygamhazır olması cihetinden sahip ololuyor da O, var edilmeden ve risaber (S.A.V.)’in nübüduğu özelliklerin tamamı önceden letle görevlendirilmeden önce ‘peyvvetini, Cibril (A.S.) verilmiştir; bunlarda daha sonraya gamberlik’le tevsif ediliyor? Eğer bu bırakılan herhangi bir husus yoktur. durumda O’nun ‘peygamber’ olarak kendisine ilk vahyi geAynı şekilde O’nun ‘nübüvvet’ vastavsif edilmesi doğruysa, aynı durum tirdiği zaman kendilefına hazır olması, kendisine kitap, diğer peygamberler için de geçerli rine ulaşan bilgi vasıhüküm ve nübüvvet verilmesi de olur, denecek olursa şöyle derim: böyledir. Sonraya bırakılansa O’nun tasıyla bildiler. tekevvünü ve dünyaya gelene kadar Allah Teala’nın ruhları beden(atalarının sulbünde nesilden nesile) lerden önce yarattığı bize bildirilnakledilişidir… miştir. Efendimiz (S.A.V.)’in ‘… nebi idim’ sözü, ruh-u şerifine ve ‘hakikat’ine işaret olaAllah Teala bu yüce mevkii, O’na, hiç şüphebilir. Bizim aklımız ‘hakikat’leri tanımaktan acizdir; onları ancak Yaratıcı ve bir de O’nun ilahî bir nurla siz O’nu var ettikten sonra da dilediği gibi verebilirdi. desteklediği kimseler bilir. Öte yandan Allah Teala o Şüphe yok ki Allah Teala, olan her şeyi ezelde bilhakikatlerden dilediği her bir hakikati dilediği zaman mektedir. Bizler O’nun bu ilmini, aklî ve şer’î deliller (dilediği kimseye) verir. Efendimiz (S.A.V.)’in hakika- vasıtasıyla biliyoruz. İnsanlar bu ilmin konusu olan şey zuhur ettiğinde, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in nübüvvetini, Cibril (A.S.) kendisine ilk vahyi getirdiği zaman kendilerine ulaşan bilgi vasıtasıyla bildiler. Bu, Allah Teala’nın malumatı cümlesinden olarak, kendisiyle muttasıf bir mahalde kudretinin, iradesinin ve ihtiyarının eserlerinden biri olarak işlediği fiillerden bir fiildir.” Rivayet tefsirlerinde, 7/el-A’râf, 172 ayetinin tefsiri sadedinde bu konudaki rivayetleri topluca görmek mümkündür. Ruhların bedenlerden 2 bin sene önce yaratıldığını ifade eden hadis çok zayıftır. İbn Abbâs (ra.)’dan nakledilen ve ruhların bedenlerden Ekim 39 4 binsene önce yaratıldığını anlatan rivayet ise batıl/asılsızdır. Bkz. İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye, 116. İbnu’l-Kayyım Kitâbu’r-Rûh’ta (210 vd.) ruhların bedenlerden sonra yaratıldığı görüşünü savunmuşsa da, el-Aclûnî Keşfu’l-Hafâ’da, “el-Ervâh cunûdun mücennede…” rivayeti üzerinde dururken ruhların bedenlerden önce yaratıldığı görüşünün tercihe şayan olduğunu söylemiş, hatta İbn Hazm’ın, bu konuda icma bulunduğunu söylediğini nakletmiştir. İbn Hazm’ın buradaki “icma”yla, “ekseriyetin ittifakı”nı kasdettiğini söylemenin isabetli olacağı açıktır. Zira konu hakkında ihtilaf bulunduğu malumdur. İmam es-Sübkî’nin konu hakkındaki ifadelerine alıntılamaya devam ediyoruz: “Bunlar iki mertebedir ki, ilki bürhanla bilinir; ikincisi ise gören gözlere ayandır. Bu iki mertebe arasında yüce Allah’ın fiillerinden oluşan ve O’nun ihtiyarıyla meydana gelen vasıtalar vardır. Bunlardan bir kısmı meydana geldiğinde, bir kısmı ise daha sonra mahlûkatın bir kısmına zahir olur. Yine bunlardan bir kısmı da vardır ki, mahlûkattan herhangi birisine zahir olmasa da, onunla söz konusu mahal için bir kemal hâsıl olur. Bu da ikiye ayrılır: Yaratıldığında bu mahalle mukarin olan kemal ve daha sonra hâsıl olan kemal. Bunun bilgisi bize ancak haber-i sadık ile gelmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) mahlûkatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O’nun kemalinden daha büyük bir kemal ve O’nun mevkiinden daha şerefli bir mevki söz konusu değildir. Bu kemalin, daha Hz. Âdem (A.S.) yaratılmadan önce yüce Allah’ın dilemesiyle Hz. Peygamber (S.A.V.) için hâsıl olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz. Allah Teala o vakit Hz. Peygamber (S.A.V.)’e nübüvvet vermiş; daha sonra da O’nun kendilerinden daha mukaddem olduğunu, dolayısıyla kendilerinin de nebisi ve resulü olduğunu bilsinler diye peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misaklar almıştır. Bu misaklarda istihlaf (sonra gönderilme) manası da vardır. Bu sebeple ayette geçen ‘le tü’mimünne’ ve ‘le tensurunne’ kelimelerinde ‘yemin lâmı’ (lâmu’l-kasem) yer almıştır. (…) Bu anlatılanları anladıysan öğrenmiş bulunuyorsun ki Hz. Peygamber (S.A.V.), ‘peygamberlerin peygamberi’dir. Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O’nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır. Eğer O, Âdem, Nûh, İbrahîm, Mûsa, İsâ (aleyhimüsselamdan biri) zamanında gelmiş olsaydı onlara da, ümmetlerine de O’na iman ve yardım etmek vacip olurdu. Allah Teala onlardan bu suretle misak almıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (S.A.V.)’in onlara yönelik nübüvvet ve risaleti, kendisi için hâsıl olmuş bir manadır. Söz konusu nübüvvet ve risaletin semeresi (somut neticesi), onların bir araya gelmesine bağlıdır. Bunun zamanda geriye bırakılmış olması onların mevcudiyetiyle ilgilidir; yoksa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu sıfatlarla muttasıf olmamasıyla değil. Fiilin varlığının, fiilin mahalli tarafından kabul edilmesine bağlı olmasıyla failin ehliyetine bağlı olması arasında fark vardır. Konumuz bakımından söyleyecek olursak, burada failin ehliyetiyle ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şerefli zatıyla ilgili herhangi bir mesele yoktur. Mesele, (O’na iman ve yardım edecekleri konusunda kendilerinden misak alınan) peygamberlerin yaşadığı zaman dilimi ile ilgilidir. Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (A.S.) zatında aziz bir peygamber olduğu halde, ahir zamanda -bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi bir ferdi olarak değil- O’nun şeriatıyla amel eden bir peygamber olarak gelecektir. Evet, O, ancak Hz. Peygamber (S.A.V.)’e ittiba edecek olması hasebiyle bu ümmetin bir ferdidir; ancak O, doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel ederek Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatıyla hüküm verecektir. Hz. Peygamber Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (A.S.) zatında aziz bir peygamber olduğu halde, ahir zamanda -bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi bir ferdi olarak değil- O’nun şeriatıyla amel eden bir peygamber olarak gelecektir. 40 Ekim (S.A.V.)’in şeriatında mevcut emir olsun, nehiy olsun bütün hükümler ümmetin diğer fertlerine müteveccih olduğu gibi O’na da müteveccihtir. Ancak bu durumda da O aziz bir peygamberdir; bu vasfında herhangi bir noksanlık bulunması söz konusu değildir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (S.A.V.), O’nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla birlikte Hz. Peygamber (S.A.V.) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı.” Bu açıklama, manası bize gizli kalan iki hadisin beyanını da oluşturur. Bunlardan ilki, ‘Ben bütün insanlara gönderildim’ hadisidir. Bizler bu hadisin, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in zamanından kıyamete kadar gelecek olan insanları anlattığını zannederdik. Bu açıklamayla ortaya çıkmış oldu ki, hadisteki ‘bütün insanlar’dan maksat, başından sonuna bütün bir insanlıktır. Diğeri ise, ‘Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim’ hadisidir. Bizler zannederdik ki, buradaki ‘ben peygamberdim’ ifadesi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, ‘Allah Teala’nın ilminde’ peygamber olduğunu anlatıyor. Oysa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu ifadesi, yukarıdan beri açıkladığımız veçhile, bunİmam es-Sübkî’nin konu hakdan daha fazlasını anlatmaktadır. “… Bu sebeple Hz. kında söylediklerini tamamlayalım: Peygamber (S.A.V.)’in O’nun bedeninin var edildinübüvvet ve risaleti (di“… Bu sebeple Hz. Peygamber ği ve kırk yaşına vardığı durum ile ğer peygamberlere göre) (S.A.V.)’in nübüvvet ve risaleti (diğer bundan önceki zamanlardaki durum daha umumî, daha şupeygamberlere göre) daha umumî, arasındaki fark, tebliğe muhatap mullü ve daha büyüktür. daha şumullü ve daha büyüktür. olanlar ve O’nun sözlerini duymaO’nun şeriatı, diğer peyO’nun şeriatı, diğer peygamberlerin ya/dinlemeye ehliyetleri bakımıngamberlerin şeriatlarıyla şeriatlarıyla temel noktalarda ittifak dandır; yoksa bizzat Hz. Peygamtemel noktalarda ittifak halindedir. Çünkü temel hususlar ber (S.A.V.)’in kendisi bakımından (peygamberden peygambere ve şerihalindedir. Çünkü temel değildir. O’nun sözlerini duymaya/ attan şeriata) değişmez. İhtilafın söz hususlar (peygamberden dinlemeye ehil olsalardı, onlar bakıkonusu olabileceği fer’î konularda mından da bir fark olmayacaktı. peygambere ve şeriattan Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatının şeriata) değişmez. Hükümler, kimi durumlarda diğerlerine tekaddümü ise ya tahsis hükme elverişli mahal (hükmün muveya nesh kabilindendir. Yahut tahhatabı, E.S) bakımından, kimi durumsis de nesh de söz konusu değildir; Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatı, geçmiş zamanlarda o ümmetlere larda da fiil işlemek suretiyle tasarrufta bulunan fail nispetle peygamberlerinin kendilerine getirdiği şeriat- bakımından birtakım şartlara bağlanır. Sadedinde tır. Bu (bizim içinde bulunduğumuz) zaman diliminde bulunduğumuz meselede hüküm, ona elverişli mahal ve bize nispetle de bu şeriattır. Muhatapların ve za- bakımından şarta bağlanmıştır. O mahal, peygamber manların değişmesiyle hükümlerde de değişiklik olur. tebliğine muhatap olan insanlar, onların, ilahî teklifi/ hitabı dinlemeye/duymaya elverişli/hazır olmaları ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, onlara kendi lisanlarıyla hitap eden mübarek bedenidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse, evlilik çağındaki kızı kendisine denk birini bulduğunda onu evlendirmesi için birini vekil tayin eder. Böyle bir tevkil (vekil tayini) sahihtir. Söz konusu kişi, vekil tayin edilmeye ehildir ve vekâleti sabittir. Vekilin tasarrufu, kıza denk birisinin bulunmasıyla hâsıl olacaktır. Böyle bir kişi ise ancak aradan bir müddet geçtikten sonra bulunabilecektir. Bunun böyle olması, ne vekâletin sıhhatine, ne de vekil tayinindeki ehliyete menfi anlamda tesir eder. Vallâhu a’lem.” Ekim 41 “Hakikat-ı Muhammediyye” meselesinin izahında son derece önemli olduğu için İmam es-Sübkî’nin ifadelerini baştan sona aktarmayı uygun buldum. İmam es-Sübkî’nin, Ali el-Karî tarafından kısaca ve anlam olarak aktarılan görüşlerini –önemine binaen– kendi ifadeleriyle ve tam olarak aktardıktan sonra Ali el-Karî’nin söylediklerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. el-Karî, İmam es-Sübkî’nin, daha önce geçen, “(…) Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O’nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır” tarzındaki ifadesini zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: “Ben derim ki: İmam Fahuddîn er-Râzî’nin, ‘Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indirenin şanı yücedir’ (25/el-Furkân, 1.) ayeti hakkında söyledikleri de bu sözleri teyit etmektedir: ‘(Buradaki ‘âlemler’ ifadesi) melekleri ve diğer varlıkları da kapsamına alır.’ Şöyle der: ‘Abdürrezzâk, Câbir b. Abdillah el-Ensârî (R.A.)’den senetli olarak şöyle rivayet etmiştir: ‘Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun; bana Allah Teala’nın eşyayı (mahlûkatı) yaratmadan evvel ilk olarak yarattığı şeyi haber ver’ dedim. ‘Ey Câbir’ buyurdu, ‘Allah, eşyayı (mahlukatı) yaratmadan önce, kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı. O nur, Allah’ın kudretiyle, Allah’ın dilediği gibi deveran etmeye başladı. O vakit henüz ne Levh (Levh-i Mahfuz) ne Kalem; ne Cennet ne Cehennem; ne melek ne yer ne gök, ne güneş ne ay, ne insan ne cin vardı. Allah, mahlûkatı yaratmayı murat ettiği zaman o nuru 4 parçaya ayırdı. Birinci parçadan Kalem’i, ikinci parçadan Levh (Levh-i Mahfuz)’i, üçüncü parçadan Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı da dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan Hamele-i Arş’ı (Arş’ı taşıyan melekleri), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan Cennet ve Cehennem’i yarattı. Son- ra bu dördüncü kısmı da dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan mü’minlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçadan kalplerinin nurunu –ki bu, ‘ma’riifetullah’tır–, üçüncü parçadan dillerinin nurunu yarattı ki bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh’ sözünde ifadesini bulan Tevhit’tir… (Müslim, “Kader”, 16.) Ben (Ali el-Karî) derim ki: Yüce Allah’ın şu kavl-i ilahîsi de bu manaya işaret etmektedir: ‘Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı, sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça (kandil) da sanki bir inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nispeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nur üstüne nurdur, Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur. Allah insanlar için meseller irâd eder. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” ( 24/en-Nûr, 35.) Ulema, Nur-u Muhammedî’den sonra ilk yaratılan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. “Allah Teala, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene Ulema, Nur-u Muhammedî’den sonra ilk yaratılan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. “Allah Teala, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkatın takdiratını tayin buyurdu. O vakit Arş su üzerindeydi” hadisinden hareketle ilk yaratılan şeyin Arş olduğu söylenmiştir. 42 Ekim önce mahlûkatın takdiratını tayin buyurdu. O vakit Arş su üzerindeydi” hadisinden hareketle ilk yaratılan şeyin Arş olduğu söylenmiştir. ra Arş ve sonra da Kalem yaratılmıştır. İlk yaratılan şey konusunda Hz. Peygamberin (S.A.V.) nurundan başkasının zikredildiği rivayetler de vardır. Yine şöyle rivayet edilmiştir: `Allah Teala Âdem’i yarattığı zaman bu nuru onun sırtına koydu. Nur alnında parlıyordu. Sonra Allah Teala onu, mülkünün tahtına kaldırdı ve meleklerinin omuzlarına yükledi. Sonra da melekûtunun harikuladeliklerini seyretmesi için onu semavatta dolandırmalarını emir buyurdu.’ Ali el-Karî’nin bu ifadesi, İmam Fahruddîn er-Râzî’den yaptığı alıntının devam ettiğini, ancak arada bazı ifadelerin atlandığını anlatır. Burada alıntılanan ifadeleri İmam er-Râzî’nin et-Tefsîru’l-Kebîr’inde bulamadım. Bir başka eserinde geçiyor olabilir. Abdürrezzâk es-San’ânî’nin el-Musannef’’ine ait olduğu söylenen bu rivayet, bu eserde mevcut Ca’fer b. Muhammed (İmam Ca’fer es-Sâdık, değildir. Evet bu eserin baş tarafı kayıptır; henüz bulunamamıştır. Bulunabilmiş olsaydı tahkik etme E.S) şöyle demiştir: O nur, Hz. Âdem’in başında imkânımız olurdu. İba b. Abdillah b. Mâni’ el-Him- yüz yıl durdu. Bacağında ve ayaklarında yüz yıl durdu. Sonra Allah Teala ona, yerî tarafından 1425/2005 yılında bütün mahlûkatın isimlerini öğ“el-Cüz’ü’l-Mefkûd mine’l-Cüz’i’l-İ`Allah Teala Âdem’i retti. Sonra da meleklere, ona – vvel mine’l-Musannef” adıyla neşyarattığı zaman bu tıpkı Hz. Yusuf’un kardeşlerinin redilen bir çalışma olmuş, ancak nuru onun sırtına koysecdesi gibi– ta’zim ve tahiyye bunun “müzevver” (uydurma) bir du. Nur alnında parlı(selamlama) secdesinde –ibaret seccüz olduğu, “Meacmû’ fî Keşfi Hakîyordu. Sonra Allah Teala desi değil!– bulunmalarını emir kati’l-Cüz’i’l-Mefkûd el-Mez’ûm min onu, mülkünün tahtına buyurdu. Hakikatte kendisine Musannefi Abdirrezzâk” adlı kolektif kaldırdı ve meleklerinin secde edilen, Allah Teala’dır. çalışmada ortaya konulmuştur. omuzlarına yükledi. Bu durumda Hz. Âdem, kıble mesabesindedir. “Bu rivayet şu hususu sarih olaSonra da melekûtunun rak ifade etmektedir: Takdir (mahlûharikuladeliklerini seyİbn Abbâs (R.A.)’dan şöyle katın mukadderatının tayin ve yazılretmesi için onu semadediği rivayet edilmiştir: Bu duması) Arş’ın yaratılmasından sonra, vatta dolandırmalarını rum, Cuma günü zeval vaktinKalem’in ilk yaratıldığı esnada vaki emir buyurdu.’ den ikindi vaktine kadar devam olmuştur. Zira Ubâde b. Es-Sâmit etti. Sonra Allah Teala Hz. Âdem (R.A.)’ten Hz. Peygamberin (S.A.V.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: `Allah’ın ilk için, sol kaburga kemiklerinden birisinden eşi yarattığı şey Kalem’dir. (Kalem’i yaratınca Al- Havva’yı yarattı. O sırada Hz. Âdem uyuyordu. lah Teala ona) `Yaz’ buyurdu. Kalem, `Ne ya- Ona `Havva’ denmesi, hayat sahibi bir canlızayım?’ dedi. Allah Teala, `Her şeyin miktarı- dan yaratılmış olması sebebiyledir. Hz. Âdem nı/kaderini yaz’ buyurdu. Bunu et-Tirmizî rivayet (A.S.) uyanıp da onu görünce, ondan dolayı kendisine bir sekinet geldi. Elini ona doğru etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. uzattı. Melekler, `Yavaş ol ey Âdem!’ dediler. Ancak Ebû Rezîn el-Ukaylî rivayeti olarak ge- Hz. Âdem, `Niçin?’ dedi, Allah Teala onu belen ve İmam Ahmed ve et-Tirmizî tarafından –sahih nim için yarattı?” olduğu belirtilerek– nakledilen bir başka sahih hadis“Melekler, “Mehrini verene kadar (ona te suyun Arş’tan önce yaratıldığı ifade buyrulmuştur. Yüce Allah’ın, `Arş’ı su üzerindeydi’ kavl-i el süremezsin)” dediler. Âdem, “Onun mehri ilahisinde de bu duruma işaret ve delalet var- nedir?” diye sordu; “Muhammed’e üç kere sadır. es-Süddî müteaddit senedlerle şöyle riva- lat-u selam getirmendir” dediler.” yet etmiştir: Allah Teala, sudan önce hiçbir “İbnu’l-Cevzî, Salâtu’l-İhvân adlı kitabında mahluku yaratmamıştır. şöyle zikreder: “Hz. Âdem, Hz. Havvâ’ya yaklaşBütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, ilk yaratı- mak isteyince, Havvâ ondan mehir istedi. Bulan şey Nur-u Muhammedî’dir. Ondan sonra su, son- nun üzerine Hz. Âdem, “Ya Rabbi! Ona (mehir Ekim 43 olarak) ne vereyim?” dedi. Allah Teala şöyle buyurdu: “Ey Âdem! Habibim Muhammed b. Abdillah’a yirmi kere salat-u selam getir.” Ben (Ali el-Karî) derim ki: Bir önceki rivayetteki “üç salat-u selam” mehr-i mu’accel (mehrin hemen verilen kısmı), sonraki rivayetteki “yirmi salat-u selam” sadak-ı muahhar (mehr-i müeccel/bilahare verilmesi kararlaştırılan mehir) olabilir. “Ömer b. el-Hattâb (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Âdem (cennetteki yasak ağacın meyvesini yemek suretiyle) hata işleyince , “Ya Rabbi! Muhammed hakkı için beni bağışlamanı diliyorum” dedi. Yüce Allah, “Ey Âdem! Muhammed’i nasıl/ nereden bildin? Ben onu henüz yaratmadım!” buyurdu. Âdem şöyle cevap verdi: “Beni elinle yarattığın ve bana ruhundan üflediğin zaman ya Rabbi, başımı kaldırdım ve Arş’ın sütunlarında “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki sen, mahlukatın sana en sevgili olanından başkasını kendi isminin yanına koymazsın.” Allah Teala, “Doğru söyledin ey Âdem” buyurdu, “çünkü O benim için mahlukatın en sevgilisidir O’nun hakkı için benden niyazda bulunmuş olman sebebiyle seni bağışladım. Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.” Bu hadisi el-Beyhakî, Delâil’inde Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem rivayeti olarak nakletmiş ve “Bu rivayetin naklinde, seneddeki Abdurrahman tek kalmıştır” demiştir. Bu rivayeti el-Hâkim de rivayet ve tashih etmiş ; keza et-Taberânî de rivayet etmiş ve sonunda şu ilaveye yer vermiştir: “Ve O, senin soyundan gelecek olan peygamberlerin sonuncusudur.” “İbn Asâkir’in naklettiği Selmân (r.a) rivayetinde şöyle gelmiştir: “Cibrîl (a.s), Hz. Peygamber (s.av)’e inerek, “Rabbin, “İbrahim’i “halil” edindiysem, seni “habib” edindim. Benim nezdimde senden daha değerli bir varlık yaratma- dım. Dünya ve içindekileri, kendilerine senin benim nezdimdeki değer ve mevkiini öğretmek için yarattım. Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım” buyuruyor”dedi.” Ali el-Karî’nin konuyla ilgili olarak söyledikleri burada sona eriyor. Efendimiz (s.a.v.) ile ilgili diğer şayan-ı dikkat hususlara muttali olmak isteyenler el-Mevridu’r-Revî’ye müracaat etmelidir. “Levlâke” rıvayeti ve “Nur-u Muhammedî” meselesi hakkında şu ana kadar yazdıklarımın, bir kısım okuyucular tarafından “Tasavvuf ehlinin malum asılsız/temelsiz iddiaları” olarak algılandığının/okunduğunun farkındayım. Hemen belirteyim ki, bu algı tarzı, hakikate ulaşmak için araştırma/ inceleme yapmanın önündeki en önemli engeldir. Meseleye böyle bakan okuyuculara, biraz daha sabretmelerini tavsiye edeceğim. El-Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, V. 489. el-Beyhakî’nin bu rivayeti naklettikten sonra söyledikleri tam olarak şöyledir: “Bu rivayetin bu şekilde naklinde Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem tek kalmıştır. Bu zat zayıftır. Vallâhu a’lem.” El-Hâkim de bu rivayeti bu zat kanalıyla nakletmiştir. Bkz. el-Müstedrek, II, 672. ‘Adetleri üzere hareket eden güneşi ve ayı size musahhar kıldı ve geceyi ve gündüzü sizin emrinize verdi. Ve istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi; öyle ki, Allah’ın nimetini saysanız, bitiremezsiniz’ (14/İbrâhîm, 33.) 44 Ekim Meseleyi “felsefî iddialar” olarak değil, rivayetler esasında irdelenen bir mesele olarak alırsak, ilgili rivayetler hakkındaki yorumların da gereği gibi izah ve tatmin edici olmaktan uzak olduğunu da görebiliriz. Yukarda İmam Takiyüddîn es-Sübkî’nin altını çizdiği bir husus vardı: “Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim” hadisinde ifade buyurulan meseleyi nasıl anlamak gerekir? Bunun, “Allah Teala’nın ilminde” veya “Levh-i Mahfuz’da peygamberdi” şeklinde anlaşılması gerektiğini söylemek izah edici olmaktan uzaktır. Zira aynı şey (“Allah Teala’nın ilminde” veya “Levh-i Mahfuz’da” peygamber olma durumu) diğer peygamberler için de geçerlidir. Dolayısıyla burada Efendimiz (s.a.v)’e özgü bir durum bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Denebilir ki: “Efendimiz (s.a.v)’in bu cevabında O’na özgü bir durumun ifade edildiğini düşünmek şart değildir. Efendimiz (s.a.v) burada sorunun sadece kendisini ilgilendiren yönünü cevaplandırmıştır. Dolayısıyla O’nun bu cevabından “Nur-u Muhammedî” veya “Hakikat-ı Muhammediyye” çıkmaz. Bu itiraza şöyle mukabele ederiz: Efendimiz (s.a.v)’in peygamberlik vasfına sahip kılındığı zamanı anlatmak için Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılış sürecini özellikle zikretmiş olması elbette anlamsız değildir. Buradan anlaşılması gereken şudur: Efendimiz (s.a.v) ne zaman peygamber olduğu sorusuna, ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s)’ı bahse konu ederek cevap vermektedir. “Kâinat yaratılış sürecinde şu aşamadayken” gibi bir cevap vermek yerine, peygamberlik Ekim vasfına sahip oluşunu ilk insanın ve ilk peygamberin yaratılış süreciyle ilişkilendirerek anlatması, peygamberlik vasfında da, yaratılış hakikatinde de Hz. Âdem (a.s)’dan, dolayısıyla bütün insanlıktan mukaddem olduğunu ifade eder. “Ben yaratılış itibariyle peygamberlerin ilki, gönderiliş (zamanı) itibariyle sonuncusuyum”) hadisi de bu izah tarzını teyit etmektedir. Efendimiz (s.a.v)’in yaratılış itibariyle “peygamberlerin” ilki olması, aynı zamanda “insanların” da ilki olması demektir. Zira ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Meseleye “inkâr etmek/reddetmek” gibi bir önyargıyla değil, gerçekten “anlamak için” bakıldığında ortaya farklı bir neticenin çıkacağını çarpıcı biçimde gösteren bazı alıntılara yer vereceğim: “… Rivayet edildiğine göre Allah Teala O’nun (Efendimizin) ismini Arş’ın üzerine ve Cennet’in kapılarının, kubbelerinin, (ağaçların) yapraklarının üzerine yazmıştır. O zaman (Hz. Âdem yaratılış sürecinde ruh ve beden arasındayken, E.S) O’nun şanının yükseltildiğini, zikrinin yüceltildiğini anlatan ve bu konudaki sahih hadislere uygun düşen pek çok hadis rivayet edilmiştir. el-Müsned’de yer alan şu Meysere el-Fecr hadisi daha önce geçmişti: O’na, ‘Ne zaman peygamber oldun?’ diye sorulduğunda, ‘Âdem ruh ile beden arasındayken’ buyurmuştur. Bunu Ebu’l-Hüseyin b. Bişrân, Şeyh Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî yoluyla –onun el-Vefâ bi Fedâili’l-Mustafâ’sından naklen– (…) Abdullah b. Savfân-Meysere tarikiyle Meysere (R.A.)’ın, ‘Ya Resullallah! Ne zaman peygamber oldun?’ diye sordum, şöyle buyurdu: ‘Allah Teala arzı yarattığında, göğe yönelip, göğü yedi kat olarak tesviye ettiğinde ve Arş’ı yarattığında, Arş’ın kaidesine ‘Muhammed Allah’ın resulüdür; enbiyanın sonuncusudur’ diye yazdı. Allah, Âdem ve Havva’yı iskân ettiği Cennet’i yarattı ve ismimi kapılara, yapraklara, kubbelere, köşklere yazdı. O vakit Âdem ruh ile beden arasındaydı. Allah ona can verip dirilttiği zaman Arş’a baktı ve ismimi gördü. Allah ona, ‘O senin çocuklarının/neslinin seyyididir’ diye haber verdi. Şeytan onları aldatınca tevbe ettiler ve benim ismimle istişfa’da bulundular (benim vasıtamla bağışlanma talep ettiler).’ 45 Hafız Ebu Nu’aym da Delâilu’n-Nübüvve isimli eserinde yine Şeyh Ebu’l-Ferec yoluyla (…) Ömer b. el-Hattâb’dan şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu: ‘Âdem o hatayı işleyince başını kaldırdı ve Ya Rabbi! Muhammed hakkı için beni bağışla dedi. Kendisine, Muhammed nedir? Muhammed kimdir? diye vahyedildi. Şöyle cevap verdi: Ya Rabbi! Sen benim hilkatimi tamam edince başımı Arş’ına doğru kaldırdım ve orada, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki O, senin yarattıklarının içinde senin katında en değerli olanıdır. Zira O’nun ismini kendi isminle birlikte yazmıştın. Allah Teala şöyle buyurdu: Evet. Seni bağışladım. O, senin soyundandır ve peygamberlerin sonuncusudur. O olmasaydı, seni yaratmazdım.’ Bu hadis, bir önceki rivayeti teyit eder ve bu iki rivayet, konuyla ilgili sahih hadislerin tefsiri gibidir. … Âdem’in bedeninin yaratılmasıyla kendisine ruh üflenmesi arasında Allah Teala O’nun zikrini yüceltmiş ve kendisini mele-i a’lada ilan etmiştir. Nitekim Meysere el-Fecr (…) ve el-Irbâd b. Sâriye (…) hadislerinde de bu husus nakledilmiştir… … Hz. Muhammed (S.A.V.), Âdemoğullarının seyyidi ve Allah Teala nezdinde mahlûkatın en efdali, değerlisidir. Allah Teala’nın âlemi O’nun için/O’nun hürmetine yarattığını veya O olmasaydı Arş’ın da Kürsi’nin de semanın da arzın da güneşin de ayın da yaratılmayacak olduğunu söyleyenler de bu sebeple söylemişlerdir. Ancak bu, Hz. Peygamber (S.A.V.)’den ne sahih ne de zayıf olarak nakledilmiş bir hadis değildir. (…) Ancak bu sözün şu suretle sahih bir tefsirini yapmak mümkündür.” “… Bu söz (Allah Teala âlemi Hz. Peygamberin hürmetine/O’nun için yarattığını söylemek, E.S), ‘Göklerde ve yerde olanları si- zin emrinize musahhar kılmıştır.’ (31/Lokmân, 20.) ‘Emriyle denizde yürümesi için size gemileri musahhar kıldı ve nehirleri de sizin hizmetinize verdi.’ ( 14/İbrâhîm, 32.) ‘Adetleri üzere hareket eden güneşi ve ayı size musahhar kıldı ve geceyi ve gündüzü sizin emrinize verdi. Ve istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi; öyle ki, Allah’ın nimetini saysanız, bitiremezsiniz’ (14/İbrâhîm, 33.) gibi mahlûkatın Âdemoğulları için yaratıldığını ifade eden ayetlerde anlatılan durum gibi açıklanabilir. Malumdur ki, bunlarda, zikredilen hikmetlerden/sebeplerden başka, büyük, hatta onlardan daha büyük hikmetler de vardır. Bu ayetlerde ise, Âdemoğlunun zikredilen mahlûkattaki menfaati ve ona nimet olarak veriliş veçhi dikkate sunulmuştur. Herhangi bir şey hakkında ‘şunun için yaptı’ denildiğinde, bu, o işte başka bir hikmet bulunmamasını gerektirmez. Aynı şekilde, ‘Şu olmasaydı, bu yaratılmazdı’ şeklindeki söz de, o konuda başka büyük hikmetler bulunmamasını icap ettirmez. Aksine bu söz şunu söylemeyi gerektirir: Hz. Muhammed (S.A.V.) Âdemoğullarının salihlerinin en efdali olduğuna ve O’nun yaratılışı arzu edilen bir gaye, son derece büyük bir hikmet ve diğerlerinden daha büyük bir maksat olduğuna göre, hilkatin tamamlığı ve kemalin nihayeti de Hz. Muhammed (S.A.V.) ile olacaktır. (…) O (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: ‘Âdem (yaratılış sürecinde) balçığı içinde (balçık halinde) yeryüzü- “Hani Rabbin: Âdemoğullarının bellerinden zürriyyetlerini almış, onları nefislerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye işhad etmiş, onlar da ‘evet’ demişlerdi, ‘şâhidiz’. Kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz!” ( 7/el-A’râf, 172.) 46 Ekim ne atıldığı zaman (balcık halindeyken ve kendisine henüz ruh üflenmemişken) ben Allah Teala katında peygamberlerin sonuncusu olarak yazılmıştım.’ Yani benim peygamberliğim, Âdem (A.S.) yaratıldığında kendisine ruh üflenmeden önce yazıldı ve izhar edildi. Bu, tıpkı Allah Teala’nın, cenin anne karnındayken onun rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı olacağını bahtiyar mı olacağını henüz kendisine ruh üflenmeden yazması gibidir. İnsan mahlûkatın hatemi ve sonuncusu olduğuna ve mahlûkatın özelliklerine bünyesinde toplayan varlık olduğuna göre, insanın üstünü, mutlak anlamda mahlûkatın da üstünüdür. (İnsanın diğer mahlûkatın özü ve en üstünü olması gibi) Hz. Muhammed (S.A.V.) de bu varlığın (insanın) en üstünü, bu değirmen taşının mili ve varlıklar toplamının aksamı olduğuna göre, mahlûkatta gayelerin gayesi mesabesindedir. Bu itibarla, ‘Bütün mevcudat O’nun için/hürmetine yaratılmıştır; O olmasaydı kâinat yaratılmazdı’ dense inkâr olunmaz…” Yukarı da devam eden bu sözlerin kime ait olduğunu sizin tahminlerinize bırakacağım. Hadisin buradakine yakın lafızlarla rivayeti için bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 127-8. Denebilir ki: “Kur’an’da Efendimizin (S.A.V.), kendisine vahiy gelmeden önce, ‘Kitap nedir, iman nedir bilmediği’ , ‘yolunu şaşırmış bir halde olduğu’ (42/eş-Şûrâ, 52) (93/ ed-Duhâ, 7) haber verilmektedir. Bu ve benzeri nasslar, Efendimizin (S.A.V.) ‘peygamberlik’ vasfını ancak 40 yaşında haiz olabildiğini açık biçimde göstermektedir. Eğer Efendimiz (S.A.V.), Hz. Âdem’e (A.S.) henüz ruh üfürülmeden önce peygamber olmuş olsaydı, Kur’an tarafından bu şekilde zikredilmesi söz konusu olmazdı. Bu durumda O’nun Hz. Âdem (A.S.) yaratılış sürecini tamamlamadan önce peygamber olduğunu söylemek mümkün değildir.” Bu itiraza şöyle mukabele ederiz: Nur-u Muhammedî meselesini kabul edenler, Efendimizin (S.A.V.) kâinat yaratılmadan önce bildiğimiz anlamda peygamberliğin bütün vasıflarını üzerinde taşıyacak şekilde peygamber olduğunu ileri sürmüyor. O aşamada Efendimizin (S.A.V.) “hakikati”nin var olduğunu söylüyor. Esasen yaratılışın o aşamasında henüz kendisine peygamber gönderilecek muhatap mevcut olmadığı için bildiğimiz anlamda “peygamberlik” de söz konusu olmayacaktır tabii olarak. Ekim Bu itibarla o aşamada “vahiy alan ve bu vahyi muhataplarına tebliğ eden” Muhammed b. Abdillah’dan (S.A.V.) değil, O’nun “hakikatinden” söz edilmektedir. Efendimizin (S.A.V.) ruh ve beden olarak, Muhammed b. Abdillah olarak peygamberlik misyonu ancak dünyayı teşrifinin üzerinden 40 yıl geçtikten sonra söz konusu olacaktır. Meseleyi bir başka açıdan şöyle izah edebiliriz: Hiç birimiz “Elestü bi Rabbikum?” sorusuna muhatap olduğumuzu ve bu soruya “belâ/evet” cevabı verdiğimizi hatırlamıyoruz. Oysa Kur’an’da bu meselenin zikrediliş tarzı son derece enteresandır: “Hani Rabbin: Âdemoğullarının bellerinden zürriyyetlerini almış, onları nefislerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye işhad etmiş, onlar da ‘evet’ demişlerdi, ‘şâhidiz’. Kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz!” ( 7/el-A’râf, 172.) Burada soy-sop sahibi her insandan alınan “misak”tan söz edilmektedir. Bu misak, biz, ruh ve bedenden müteşekkil “insan”lar olduğumuz halde mi bizden alındı? Buna “evet” demek mümkün değil. Zira her birimiz bu dünyaya birer ana-baba vesilesiyle geldik. Dünyaya ilk geldiğimizde mükellef bile değildik. Bebeklik ve çocukluk çağlarından geçerek mükellef olduğumuz yaşlara geldik. O halde soralım: “Elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunun muhataplarının ontolojik varlıkları hakkında ne söyleyebiliriz? Üstelik orada verdiğimiz ve dahi hiç birimizin hatırlamadığı o ahit, bu dünyada inkâr üzere yaşayanlar için kıyamet günü aleyhde bir “hüccet” olacak. Hakikat-ı Muhammediye meselesini peşinen reddedenler öncelikle “Elest bezminde, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna, ‘Belâ/evet’ cevabını verenler kimlerdi?” sorusunun tatminkâr bir cevabını vermek durumundadırlar. Özellikle de ruhların bedenlerden sonra yaratıldığını söyleyen İbnu’l-Kayyım’ı ve hocası İbn Teymiyye’yi takliden Hakikat-ı Muhammediyye meselesinde peşinci red tavrı takınanlar için bu ilmî bir mecburiyettir. Sonuç olarak deriz ki: Meseleye önyargıyla reddetmek üzere değil, “anlamak için” bakıldığında “Levlâke” rivayetinin de “Nur-u Muhammedî” meselesinin de makul izahı mümkündür; hatta böyle izah etmek nassların gereği olarak görülmelidir. Vallahu a’lem. 47 Rabb’ın Terbiyesi Ahmet YAŞAR İslâmda İnanç Ve İbadet Anlayışı ününü t ü b n nı hayatı ır. n a s n i izamıd n t Din, a y ha ren bir d e her tü a t n ı ğ ı iha t ap r ı için y s a z ı ıyla bi r s â h n a l â l A şm n geni e t e k dir. e gereği lü har n i n i ve d ibadet 48 Allah Teâlâ Hazretlerine ebedî hamd, sayısız ve sonsuz şükürler olsun ki bizlere hayat nimetini ihsan ederek bir araya gelmemizi nasip etmiştir. Bu vesile ile Allah Teâlâ, varlığını hakkıyla tanımayı, yaratılış gayemize ulaştıracak olan vazifelerimizi îfa ederek itaatte kusur etmemeye gayret ederek son nefesimizi verip Cemâl-i İlâhiye kavuşmayı hepimize nasip etsin. Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir hadis-i şerifinde “Cennetin ortasında yer isteyen, bana çok salâtü selâm getirsin,” buyurmuştur. Bundan dolayı duaya olan ihtiyacımız kadar âhirette hatırlanmamız için Resûlullah’a çok salâvat-ı şerife getirmeye de ihtiyacımız vardır. Eğer bizler dünya hayatında Resûlullah’ı hatırlamazsak, kıyametin dar zamanında da Resûlullah tarafından hatırlanmamız ve şefaatine nâil olmamız mümkün olmayabilir. Ekim Bir meclise oturduğunuz ve kalktığınız, yolda birbirinizi gördüğünüz zaman selâm vererek salatü selâm getirmeniz günahlarınızın affına da inşaallah vesile olur. Rabb olarak Allah’ı kabul edip, Allah Teâlâ’nın hukukuna razı olduğunu sözlü olarak ifade etmek çok kolaydır. Çünkü insanlar darda kaldığı zaman hemen Allah’ı hatırlarlar. Bu durumdaki bir anlayışa sahip olmamak için “Acaba ben Allah’ı kâmil mânâda Rabb kabul edip, O’nun Rabb’lığını içime sindirebildim mi? diye tefekkür ederek nefsimizi murakabe etmeliyiz. Bilmeliyiz ki, Allah’ı Rabb kabul etmek sözle yerine getirilebilecek bir şey değildir. Allah Teâlâ’yı Rabb kabul etmek, O’nun bütün emir ve yasaklarını, insanlar ve mahlûkat arasındaki hukukunu gönülden ve severek kabul etmekle mümkündür. Bunun dışındaki bütün anlayış ve davranışlar Cenâb-ı Allah’ı kâmil manada Rabb olarak kabul etmemek ve cenneti kaybederek cehenneme talip olmak demektir. mağlup olarak, nefsini Rabb makamına koyarsa, dünya ve âhiretini helâk edenlerden olur. Sahip olduğu akıl nimetiyle Allah’ı Rabb olarak kabul etmeyen nankör insanlar, âhirette, bütün nimetler gibi akıl nimetini de kendisine bahşeden ve onu doğru kullanması için nebi ve resûller vasıtasıyla kitaplar göndererek kendisini ikaz ve irşad eden Allah Teâlâ’nın Rabb’lığını mecburen kabul edecektir. Muttakî ilim ehli, yaptıkları tebliğ ve irşad faaliyeti ile sizlerin böyle bir mecburiyetle veya kişilerin ve zümrelerin baskılarıyla değil gönüllü olarak Allah Teâlâ’nın Rabb’lığını kabul etmeniz için gayret sarfediyorlar. Allah Teâlâ’nın bizlere gönderdiği kitaptaki hükümler kalbinize asla ağırlık vermemelidir, şâyet bu hükümler kalbinize ağırlık verirse, derhal tevbe ederek inancınızı gözden geçiriniz. Çünkü bu hâl münafıklık alâmeti olup insanın şirke sürüklenme sürecini hızlandırarak sonunda küfre gitmesine sebep olabilir. Bundan dolayı itikadî meselelerimize çok dikkat etmeliyiz. Çünkü söz ve davranış olarak Allah Teâlâ’nın hukukunu kabul edemiyorsak veya bu hukukun doğruluğundan şüphe duyuyorsak, “Allah’ı Rabb olarak kabul ettim, Rabb’lığından râzıyım,” dememiz hiçbir mânâ ifade etmez. Münafıkların insanlardan çekinerek veya gösteriş için namazı zorla kılması, zekâtı istemeyerek vermesi gibi diğer ibadetleri de gönülsüz olarak, kerhen yapması onu nifaktan kurtarmaz. İnsanı nifaktan kurtaracak olan amel, doğruluğuna inanılarak gönül rızası ile yapılan salih amellerdir. Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, “Rabb” terbiye edici demektir. İnsanı en güzel terbiye edecek olan ise sadece Allah Teâlâ’dır. Bunun için insan öncelikle Allah’ı Rabb yani terbiye edici olarak kabul etmelidir. Eğer insan nefsinin istek ve arzularına Gözün Allah Teâlâ’nın istediklerine bakarsa, kulağın Allah Teâlâ’nın istediklerini dinlerse, vücudun Allah Teâlâ’nın rızasına uygun bir hayat yaşarsa Âlemlerin Rabb’ını terbiyeci ve İslâm’ı da din olarak kabul etmiş olursun. Gözün Allah Teâlâ’nın istediklerine bakarsa, kulağın Allah Teâlâ’nın istediklerini dinlerse, vücudun Allah Teâlâ’nın rızasına uygun bir hayat yaşarsa Âlemlerin Rabb’ını terbiyeci ve İslâm’ı da din olarak kabul etmiş olursun. Ekim 49 Çünkü Cenâb-ı Allah bize din olarak İslâm’ı seçtiğini Kur’anı-ı Kerim’de açıkça beyan buyurmuştur. Bunun için “müslümanım” demekle yetinmeyeceğiz. Allah Teâlâ’nın gönderdiklerinden razı olduğumuzu ve her emredilene itaat edeceğimizi, İslâm’ı hayatımıza tatbik ederek ispat edeceğiz. Dinimizde hiç kimseye “müslüman ol!” diye bir zorlama yoktur. Kendi rızanla İslâm’ı din, Allah‘ı Rabb olarak kabul edip emredilene razı olarak itaat etmeli ve hayatını bu itaate göre tanzim etmelisin. Dini sadece namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden ibaret görmemeliyiz. Din, insan hayatının bütününü ihata eden bir hayat nizamıdır. Allah rızası için yaptığın her türlü hareket en geniş mânâsıyla bir ibadet ve dinin gereğidir. Bunun içine aile hayatından sosyal hayata, ziyaretten ticarete, ilim tahsilinden tebliğe, çevre sevgisinden hayvan sevgisine kadar düşünebildiğiniz her şey girer. Çünkü onları da, seni de yaratan ve bir nizam içerisinde yaşamanızı sağlayan Âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ Hazretleridir. Ey mü’min! Din olarak İslâm’ı kabul ettikten sonra, müslüman gibi yaşamayı da kendi rızanla kabul edeceksin. Başkasının seni zorlamasına sebebiyet vermeyecek ve bütün gücünle tevhid ilmini tahsile başlayarak sahip olduğun imkânları sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacaksın. Öldürülmek veya âzaların kaybı gibi tehditlerle karşı karşıya kaldığın zaman İslâm’ın bazı hükümlerini zâhiren terk edebilir veya reddetmiş görünebilirsin. Bu müslümanlara tanınmış bir kolaylıktır. Âzimet ise zorlama ve tehditler karşısında dahi İslâm’ın dışındaki bütün teklif ve düşünceleri reddetmektir. Bir müslüman öldürülme dahil her türlü tehdit karşısında kalbden inkârda bulunmak, zina yapmak ve adam öldürmek hakkına asla sahip değildir. Kişi kendi hayatını kurtarmak için dahi olsa bu emirlere asla itaat edemez. Kişi eğer İslâm’ı yaşarsa Allah Teâlâ’nın istediği gibi yaşamış ve Allah’ı Rabb olarak kabul etmiş sayılır. Allah’ı Rabb olarak kabul etmeyenler hesap günü asla mü’min ve müslüman olarak kabul edilmezler. 50 Hz. Muhammed’i Nebi ve Resûl olarak kabul etmek; hayatını, Resûlullah’ın hayatına uygun olarak tanzim ederek O’nu her şeyden çok sevmekle mümkün olur. Eğer bu şekil bir inanç içerisindeysen O’nun tebliğini kabul etmiş sayılırsın. Aksi halde sözlerin hiçbir mânâ ifâde etmez ve sen bunun farkına varmadan boşu boşuna oyalanarak ömrünün nasıl tükendiğini fark etmeden kendini hesap için Âlemlerin Rabb’ının huzurunda bulursun. Ne acınacak bir hâl! Yâ Rabb! Sen bizleri bu hâlden muhafaza buyur. Allah’ı Rabb kabul edersen İslâm’ı yaşarsın, İslâm’ı yaşamak için Allah’ın Resulü Hz. Muhammed Efendimiz senin için en güzel örnektir. Cennetin zirvesine ulaşman için; varlığının her zerresine İslâm’ın hükmetmesi için çalışmalısın. İslâm’ı kâmil mânâda yaşamak ancak mü’minler topluluğu içerisinde mümkündür. Çünkü Kur’an hükümlerinin çoğu bir toplum halinde yaşamamızı bizlere emretmektedir. Fert olarak İslâm’ı yaşamak istesek, birçok sıkıntılarla karşı karşıya kalabileceğimiz gibi bütün emir ve yasakları yaşama imkânına da sahip olamayız. Bu sebeple İslâm’ın daha iyi anlaşılıp yaşanabilmesi ve bir mü’minler topluluğunun oluşması için en tez zamanda tevhid ilminin tahsiline başlamalıyız. Bunun ardından sahip olduğumuz tevhid düşüncesinden bütün insanların istifade edebilmeleri için tebliğ vazifemizi noksansız olarak yerine getirmek için çalışmalıyız. Amel-i salih olan bütün bu gayretlerimiz neticesinde inşaallah dünya ve âhiretin huzur ve saadetine kavuşuruz. El Fatiha. Ekim Kelime-İ Tevhid Ve Fatiha Suresi Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR bizi mize, i b b a R ma 0 kere 4 e d ulaştır n a n Gü u l yo te nların a y i teakip t s ü i m ı Hır z a in, nam s k eceğim e r c i e g e diy n liği pa bir u r aksın. v c A a l n o e r b be le bera r e l n e sırat-ı n diy i n ’ i ğ im a Birli caba k Avrup a u n u duğ i kim ol a t iz kim s b ü , i m h a S ebilir? y e l y !!! ö s yoruz? ı r ı d n ka Ekim Etrafımıza dikkatlice bakarsak, kâinatın biz insanlar için yaratıldığını görüyoruz. Dağlar, taşlar, ovalar, bağlar, galaksi, samanyolu hemen hepsi bizim için yaratılmış. Bizim emrimize verilmiş, bize musahhar kılınmış. Kâinat bizim için yaratılmış da pekiyi biz kim için yaratılmışız. Bizi yaratan bunun cevabını bizzat kendisi vermiş, biz de Allah için yaratılmışız. Zariyat suresi 56. ayeti bunu açık seçik bir şekilde beyan etmektedir. Hz.Adem (A.S.)’dan beri bütün peygamberler, bu kulluk görevini O’nu bilip tanıma O’na ibadet etme görevini hem kendileri yerine getirmiş hem de bütün insanlığa örnek olmuşlardır. Allah için yaratılma görevini; kulluk etme, tanıma, ibadet etme, boyun eğme şeklinde ifade edebiliriz. Bütün insanlar “La İlahe İllallah” davasıyla yani tevhidle yükümlüdürler. “Allah’tan başka ilah yoktur” düsturu aynı zamanda imanımızın bir gereğidir. Biz, Müslümanlığımızı bu düsturla belirlemiş oluruz. Bütün peygamberler tevhidi ger- 51 çekleştirmek üzere gönderilmişlerdir. Mesela, Adem (A.S.)’ın ümmeti “La ilahe illallah, Adem Safiyullah”, derken İbrahim (A.S.)’ın ümmeti “La ilahe illallah, İbrahim Halılullah” demekle emrolunmuştur. Musa (A.S.)In ümmeti “La ilahe illallah, Musa Kelimulllah”derken, İsa (A.S.) ümmeti “La ilahe illallah, İsa Ruhullah” denmesi istenmiştir. Dikkat edilirse bütün peygamberler ve ümmetleri tevhidle yani LA İLAHE İLLALLAH’la mümin olmuşlardır. Nihayet Muhammed (S.A.S.) gelince “La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” söyleyerek ve inanarak Müslüman ve mümin olunmuştur. Bütün hepsinde değişmeyen ölçü “La ilahe illallah” yani tevhid, değişen ölçü ise şeriatlardır. Yani, değişen dünyevi ölçülerdir. Dünya nizamına ait değerledir. Şunu söylemeliyim ki sadece “La ilahe illallah” söylemek insanı müslüman yapmaz mutlaka Muhammedun Rasulullah denmelidir ki tevhidimiz tamamlansın. “Rasulullah” ifadesi, Peygamberimizin dünya nizamı getirdiğini, şeriatının var olduğunu ifade eden “kitap getiren peygamber” anlamına gelmektedir. Faraza, şöyle bir şey söylenebilir. “La ilahe illallah diyen cennete girer” hadisini nasıl anlamamız gerekir? sorusunun cevabı ise bize “La ilahe illallah”ı öğreten Muhammed (S.A.S.)dır. Biz zaten La ilahe illallah derken aynı zamanda “Muhammedun Rasulullah”ı onun zımnında zaten söylüyoruz. Buradan dinlerarası diyalog fitnesine asla bir kapı aralanamaz. Çünkü Hz.Muhammed (S.A.S.) geldikten sonra dünyaya gelen herkes O’nun ümmetidir. O’nun zamanındaki ve günümüzdeki Yahudiler ve Hırıstiyanlar O’na inanmaya ve O’nu tasdik etmeye mecburdur. Yoksa cennete giremeyeceklerdir. Birçok ayet ve Beyyine suresi, bunu apaçık beyan etmektedir. Biraz da “la ilahe” kelimelerini incelersek, şunları söyleyebiliriz. “Hiçbir ilah yoktur” diye Türkçeye çevireceğiz bu ifade “ilah” kelimesinin anlamlarını bilmemizi gerektirir. “İlah” lügatte “o şey, o kimse” anlamına geldiği halde ıstılahta (terminoloji) birçok anlama gelmektedir. Bunların dört tanesi çok önemlidir. Birinci manası ibadet edilecek kimse, ikinci manası yardım talep edilecek kimse, üçüncü manası rızası gözetilecek kimse, dördüncü manası ise hüküm koyucu kimse anlamına gelmektedir. Böyle olunca ilah kelimesinin bu manalarını “la ilahe illallah”a yerleştirirsek şöyle olur. Allahtan başka ibadet edilecek, yardım talep edilecek, rızası gözetilecek, hüküm koyacak hiç kimse yoktur. İbadet etmek; emrini yerine getirmek yasağından kaçmak anlamına geldiğini hepimiz bilmekteyiz. Böyle olunca biz ancak Allah’ın emrini yerine getirir, ancak O’nun yasağından kaçarız. Sadece O’ndan yardım isteriz. Sadece O’nun rızasını gözetiriz. Hüküm koyucu olarak sadece O’nu biliriz. Rabbimiz “Allah’tan başkasının hükmetme yetkisi mi var!” (Yusuf,40) ifadesiyle hükmetmenin, hakimiyetin yalnızca kendisine ait olduğunu ferman buyurmaktadır. Namazlarımızda sıklıkla okuduğumuz Nas suresinde Rabbimizin Yaratan, Yaşatan ve Yöneten olduğunu ikrar etmekteyiz. Bir papağan kuşu alsak, ona kelime tevhidi (La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah) öğretsek, Papağan Müslüman olur mu? Olmaz. Neden olmaz? Çünkü söylediği sözün manasını bilmiyor da ondan. Çevremize ve kendimize bir bakarsak kelime-i tevhidi, ilah ve rasul kelimelerinin anlamlarıyla inanarak ve içine sindirmiş olarak kaç mümin görürüz? Dinimiz bütünlük arz eden bir dindir. Yani külliyet ifade eder. Cüz’iyyeti kabul etmez, reddeder. “Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara,85) 52 Ekim Dinimiz bütünlük arz eden bir dindir. Yani külliyet ifade eder. Cüz’iyyeti kabul etmez, reddeder. “Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara,85) tehdidiyle Rabbimiz bizi uyarmaktadır. Bilindiği üzere Kur’an’da ortalama 480 ahkâm ayeti mevcuttur. Bunların 250 tanesi ibadetlerimizle ilgili, 200 tanesi muamelat dediğimiz siyasi, sosyal, iktisadi, uluslararası vb. hukukla ilgili, 30 tanesi ceza ile ilgili. Dinimizi sadece iman ve ahlakla ilgili göstermek 480 ahkâm ayetini inkâr etmek gibidir. Allah Teala inanç esaslarımızdan tutun da ibadetimize, hukukumuza, ahlakımıza kısaca her şeyimize karışmıştır. Zaten karışmasa “ilah” olamazdı. O’nun şanına yakışmazdı. Namazlarımızda okuduğumuz hem de mecburen okuduğumuz Fatiha sûresinde, sünnetleriyle beraber kılıyorsak günde 40 kere okuduğumuz bu sûrede, “ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden yardım dileriz” ayetlerini okumaktayız. Görüldüğü üzere ilah kelimesinin iki anlamını; ibadet edilecek ve yardım talep edilecek kimse anlamını günde kırk kere söylemekteyiz. Yani tevhidimizle ibadetimizi bir arada idrak etmekteyiz. Yine Fatiha sûresine bakacak olursak Rabbimiz Bize, “Biz” dedirtiyor. Biz, ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım dileriz, diyerek bizim “cemaat” olduğumuzu ilan ediyoruz. Tek başımıza kılsak ta (münferit), cemaatle kılsak ta “BİZ” diyoruz. Bu ne anlama gelir biliyor musunuz? Ya Rabbi BİZ “İslam Cemaati” olarak senin huzurundayız. Biz, bir ve beraberiz. Ve seninle karşı karşıyayız. Adeta yüz yüzeyiz. Lebbeyk Ya Rabbi, diyoruz. Daha sonra Rabbimizden ilk duamız ve ilk niyazımız bize öğretiliyor. O da “sırat-ı müstakım” “dosdoğru yol” ve o yola ulaşmamız talep ettiriliyor. Bizi sırat-ı müstakıme hidayet et. Biz oraya ulaştır Ya Rabbi. O yol ki nimet verdiklerinin yolu. Nimet verdikleri Fatiha’da sayılmıyor Nisa, 69’da nimet verilenler sayılıyor. Onlarda Nebiler, Sıddıklar, Şehitler ve Salihler. Yani biz günde 40 kere Ya Rabbi, bizi nimet verdiklerinin yoluna, Nebilerin, Sıddıkların, Şehitlerin ve Salihlerin yoluna ulaştır niyazında bulunuyoruz. Bakın yine BİZ dedirtiliyoruz. Allah bize “ben” değil “biz” dedirtiyor. Dolayısıyla sürekli cemaat vurgusuyla karşı karşıyayız. Fatiha’nın sonuna geldiğimizde ise Bizi Gazaba uğrayanların ve Sapıtanların yoluna değil, nimet verdiklerinin yoluna ulaştır dua- Ekim sıyla tamamlattırıyor. Bilindiği üzere birçok ayetin ve hadisin nokta tespitiyle Gazaba uğrayanlar, Yahudiler, Sapıtanlar ise Hıristiyanlardır. Yani “istikamet duası” yaptırılıyor, bir nevi “yol duası” diyebileceğimiz, biz kulların Rabbimizden istediğimiz belki ilk duamız istikamet duasıdır, yol duasıdır. Nimet verilenlerle beraber olma duasıdır. Yahudi ve Hıristiyanların yoluna değil nimet verilenlerin yoluna Nebi, Sıddık, Şehit ve Salihlerin yoluna ulaşma duasıyla Rabbimiz ilk duamızı yaptırtıyor. Burada sadece Yahudiler ve Hıritiyanların yolu değil, vahiy dışı heva ve heves sistemleri, ….izmler ve rejimlerin kastedildiği de izahtan vareste olsa gerektir. Çünkü şu anda dünyada sadece Yahudilik ve Hıristıyanlık yok. Bütün Kur’an dışı, vahiy dışı ne kadar sistem varsa hepsi kastedilmiştir. Ama bu ikisinin kökü ve kökeni olduğu için zikredilmiş, İlahi irade diğerlerini “tağut, şeytan ve heva” olarak değerlendirmiştir. Yani bizler Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sakındırılırken, hepsinden sakınmamız istenmiştir. Sırası gelmişken şunu da belirtelim. Avrupa Birliği, Hıristiyan Birliğidir. Hıristiyanların yoluna girme, onlarla bir ve beraber olma istek ve arzusudur. Günde 40 kere Rabbimize, bizi Hıristiyanların yoluna ulaştırma diyeceksin, namazı müteakipte ben Avrupa birliğine gireceğim diyenlerle beraber olacaksın. Avrupa Birliği’nin sırat-ı müstakim olduğunu acaba kim söyleyebilir? Sahi, biz kimi kandırıyoruz?!!! 53 Allah’a Güvenmek ve Tevekkül Abdullatif ACAR Neden Tevekkül Etmeliyiz? Tevekkül, Allah’a güvenmek, bağlanmak, O’nun rızasına dayanmak, O’ndan gelen her şeyi gönül rahatlığı içerisinde karşılamaktır. En güvenilir makam, ilmi ve merhameti sonsuz, bütün noksanlıklardan münezzeh olan, her şeyin kudretini elinde bulunduran Allah’dır. O’nu vekil kabul eden, O’na sığınan O’nun emrinde kul olan hiç bir şeyden mahrum olmaz. O’ndan uzak olan, hiç bir şeye kavuşamaz, hiç bir şeyden emin olamaz. Güvenilir bir ortamda hayat sürmek, huzur ve mutluluğu yakalamak, kayatsız ve şartsız bir şekilde Allah’a bağlanmakla mümkündür. Bugün insanların mutlu ve huzurlu olamamalarının arkasında tevekkülün ve teslimiyetin eksikliği yatmaktadır. İnsan, mahlukat içerisinde en mükerrem ve müşerref varlıktır. Ancak bu onun 54 mutlak mükemmelliği anlamına gelmez. İşte insan hep burada aldanır. Kendisini varlık aynasında, her şeyden üstün, her şeyi halladebileceği, herşeye yeteceği bir varlık olarak görür, hataya düşer. Sahip olduğu dünyaya tutunmaya çalışır. Ömür bitmeyecek, malk mülk tükenmeyecek, evlad-ı iyal bırakmayacak zanneder. Kendi benliğine dönüp baktığında, bencilce kendini değerlendirdiğinde acizliyini görmek, nice eksiklerinin olduğunu anlamak yerine, sahip olduklarını ön plana çıkarıp Allah’ı unutur. Yüce Allah bu hususta insanları uyarıyor: “Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır”. (Şura 36) Akıllı insan; dünyanın kulu, nefsinin kölesi olup onların altında ezilen, dünya meşgalelerine dalıp her aklının yetmediği, gücünün çatmadığı, mantığının tartmadığı yerde, karşılaştığı sorunların altında inil- Ekim tilerle, üflerle, püflerle, eyvahlarla kaygı ve telaşlarla, isyanlarla hayatını zindan eden, zayi eden değil; Akıllı insan, şu koskocaman dünyanın başı boş olmadığını, mutlaka bir hikmet üzere yaratıldığını bilip kendisinin ise bu alemde gücünün yettiği yerde yetkili, etkili, yeryüzünün en mükemmel varlığı, halifesi, görev ve sorumluluk sahibi, yetmediği yerde,adeta boşlukta hayata tutunmaya çalışan, kaderinin önünde bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenen, uçsuz bucaksız bu alemin içerisinde cisim olarak bir nokta kadar küçük, korkuları dağlar kadar büyük, ihtiyaçları sınırsız bilip, korktuğundan emin, umduğuna nail olmak için yüce Yaratıcıyı vekil olarak kabul eden, her şeyi ona havale edip, ona bırakan insandır. Vekil olarak Allah ne güzeldir. Ne sağlam bir kabı, ne emniyetli yerdir. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Kim sırf Allah’a güvenirse Allah, ona her türlü desteği yetiştirir ve ummadığı yerden rızkını sağlar, kim sırf dünyaya yönelirse Allah onu dünyaya havale eder.”( Taberani) Yüce Allah’da bir ayetinde: “Müminler Allah’a tevekkül etsinler” (ibrahim,11) buyuruyor. Başka bir ayeti kerimede ise: “Eğer Mümin iseniz Allah’a tevekkül edin.” (Maide,23) buyurarak inanmış bir insanın başka şeylere dayanıp güvenmesini, fani şeylerden medet ummasını yasaklamış, hikmetsiz hiç bir işinin olmadığı, insanı koruyup kollayan, onun ebedi saadetini isteyen Allah’a güvenmesini emir buyurmuştur. Bildirildiğine göre İbrahim aleyhisselam mancılıkla ateşe atıldığı zaman, yanına Cebrail (a.s.) gelerek: insanın kendi kendine yaptığı zalimliktir, Allah’dan gayrısına bel bağlamaktır. Sebeplerin bittiği yerde “Allah bana yeter diyebilmektir” asıl olan. Evet, Allah’dan gayrısına dayanmak ve güvenmek, insanı aldatır, insanı anlamsız kuruntularla meşgul eder. Fani olan insan baki olan şeylere heveslidir. Güçsüz olanın sığınağı güçlü olandan taraftır. İhtiyaçlı olan variyetli olanın kapısan da umduğunu bulur. Yetersiz olan yetirecek olana, merhamet dilenen merhametli olana ram olmak ister. İşte insan bunun için Allah’la mütmain olur. Allah’dan gayrı fani şeyler, tatmin vesilesi değil hüsran sebebidir. Gerçek hüküm sahibi Allah’ın takdirinin önüne hiçbir şey geçemez; onun ol dediğinin dışında bir yaprak dahi yerinden kımıldamaz, olma dediğine de kimsenin gücü yetmez. Yüce Allah, Davut aleyhisselam’a şöyle vahyetti: “Yarattıklarıma değilde bana güvenen kula, bütün yer ve gök ehli ile karşısına dikilse bile çıkış yolu gösteririm.” Ne, mal mülk huzur vesilesi ne de evlad-ı iyal, makam mevki, övünme ve güvenme sebebidir. Eğer öyle olsaydı hayattayken üzerlerine tirtir titredikleri mal- mülklerini öldüklerinde bırakıp gitmezlerdi insanlar. Ya da zenginler, biten ömürlerinin bir dakikalarını geri getirmek için bütün mallarını mülklerini ortaya dökerlerdi de ömürlerini azda olsa uzatırlardı. Dertlerinin çaresini bulamayan, servetleri kendilerine yetmeyen, hastalıklarla boğuşan o kadar variyet arasında kuru bir ekmeye talim eden nice insanlar var değil mi? Ya! güvendiği, zamanın da öve öve bitiremediği, ihtiyarlandıklarında, evlatları, kendilerini kapının önüne koyduğunda “güvendiğim dağlara karyağdı” diyen babalara , analara ne demeli? “Bir şey istiyormusun”? diye sorar, Hz. ibrahim (a.s.) de ateşe atıldığı zaman söylediği: “Allah bana yeter, O, ne ne güzel vekildir” sözüne bağlı kalarak Cebrail’a(a.s.): “Senden hiçbir dileğim yok.” diye cevap verir. İbrahim aleyhisselamın gözü Allah’dan gayrı bir şey görmüyordu, ilahi müşadeye dalmıştı. teslimiyetin zevk denizinde yüzüyor, huzur ikliminde gül bahçesi umuyordu, öyle olmadımı ki. Yakan, ateş değil Ekim Yediği arkasında yemediği önünde olan, bir gün villasında intihar haberini okuduğumuz, şan şöhret sahiplerinden nasıl dersler çıkarmalıyız bir düşünelim!? Bu dünyada insanın sahip olduğu şeyler çoğaldıkça huzuru azalıyor, rahatı kaçıyor, düzeni bozuluyor. Çünkü o fani şeyler, gönülden isteniyor, çok seviliyor, onlara sonsuz güven bağlanıyor. Ve neticede insanı o şeyler taşıyamıyor. Bunlara güvenmeyi Yüce Allah örümcek ağına sığınmaya benzetiyor bir ayetinde. 55 Ayağınızı sağlam yere basmalısınız. Tutunacak dalınız kuran, sığınılacak limanınız islamın emirleri olmalı. Allah, sevgileriniz başı olmalı, onun sevdiği, razı olduğu amelleri işlemelisiniz. Sevdiğin O olunca sevenin de O olur. O sevince de her şey senin hizmetine verilir. O sevince her şey sana sevimli gelir, “ kahrında hoş lutfunda hoş” dersin o zaman. O olunca gam olmaz, keder olmaz, O olunca, güvendiğin dağlara kar yağmaz. Sen dünyanın değil, dünya senin peşine sürüklenir. Mütevekkilin yükü hafif, gönlü rahat, hayatı huzurla doludur. Allah buyuruyor ki: “( Ey Muhammed) Karar verip azmettiğin zaman, Allah’a dayan, muhakkak ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(Ali imran, 159) Zünnün-i Mısri, tevekkülün ne olduğunu soran birisine şöyle demiştir: “Tevekkül, mal- mülk ve diğer bütün itimat ettiğin şeyi kalbinden söküp atman ve sadece Allah’a itimat etmendir.” soruyu soran kişi biraz daha izahat isteyincede şöyle cevap vermiştir: “ Tevekkül, nefsini Rab olma konumundan çıkarıp kul olma konumuna sokmandır.” Evet, tevekkül kayıtsız ve şartsız bir şekilde Allah’a güvenmektir. Bu, hem sebepleri yerine getirirken hemde sebeplerden sonra güveni ifade eder. Yoksa biz hakkımızdaki bir şeyin şermi hayırmı olduğunu bilemeyiz. Şer gördüğümümüz şey hayır, hayır gördüğümüz şeyler şer olabilir. Nasıl bir gayret içerisinde olursak olalım her halukarda niyetlerimiz hayırlı olanın tarafında olmalı. Buda Allah’a gerçek bir teslimiyetle mümkündür. Hakkımızda gerçekleşen mükedderatın bize bakan zahiri yönüne bakıp tevekküldeki durumumuzu gevşetmemeliyiz. Allah’a gerçek manada bir güven, itirazssız bir teslimiyet her şeyi insanın hayrına döndürebilir. Burada ki asıl olan şey, başımıza gelen şeylerin neticelerinin ne olduğu değil, bize faydasının dokunup dokunmadığıdır. Olayların zahiri yönleri sadece imtihan sebebidir. Bazen şükürsüzlük tevekkülsüzlüktür bazen de sabırsızlık... 56 Peyganberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki. “Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır, zira her işi onun için hayırdır. Bu durum sadece Mümine mahsustur. O’na menmun edeceği bir şey gelse şükreder kazanır, bir zarar dokunsa sabreder yine kazanır.”( Müslim,7692) Ebu Turap en- Nahşebi de tevekkülün şartlarını şöyle sıralamıştır: - Bedenin tamamen kulluğa hasredilmesi, - Kalbin tamamen rububiyyete bağlı olması, - Allah tarafından verilen her şeyin yeterli olacağına güvenip sukun içerisinde olmak, -Allah’ın verdiğine şukretmek vermediğinede sabretmek.( uşeyri risalesi) Yine İbrahim Hakkı Hazretleri de, Arif-i billah bir bakışla mütevekkil bir duruşla gerçek bir teslimiyetle Allah’a güvenmenin nasıl olması gerektiğini ne güzel ifade etmiştir: Hak şerleri hayreyler Zannetmeki gayreyler Arif olan seyreyler Görelim mevlam neyler Neylerse güzel eyler. Sebepler ve tevekkül Tasavvuf büyüklerinden birisine, tevekkül nedir,? diye sorulduğunda, en anlaşılır ve etkili bir şekilde şu cevabı vermiştir: “Tevekkül, on bin lira paran varken bir kuruş borcun olduğu zaman, o bir kuruş borcu ödemeden yani borçlu olarak ölmekten emin olmaman ve on bin lira borcun olup da bunu ödeyecek tek kuruşun olmadığı durumda da Allah tarafından senin borcunun ödeneceğinden ümit kesmemendir” Şu alemde her şeyin bir düzen ve nizam içerisinde cereyan ettiğini görüyoruz. Ancak bu olaylar sebep ve sonuçlar çercevesinde cereyan ediyor; hiç bir olay olmasınki belli bir sebebe bağlanmasın, biz buna, Allah’ın koyduğu kanun yani sünnetüllah diyoruz. Allah koyduğu kanunlarla kendini bağlamaz çünkü o gerçek hüküm sahibidir, isterse sebepsizde yaratır herşeyi. Ancak biz, onun kanunlarrına uy- Ekim Yüce Allah, Davut aleyhisselam’a şöyle vahyetti: “Yarattıklarıma değilde bana güvenen kula, bütün yer ve gök ehli ile karşısına dikilse bile çıkış yolu gösteririm.” makla mükellefiz, gerçek bir tevekkül sebepleri devre dışı bırakarak olmaz, yani Allah’ın emrine, kanununa muhalefet ederek O’na güvenmiş olunamaz. Tam aksine elimizden geleni yerine getirip neticesini teslimiyetle Allah’dan beklemeliyiz. Sebepleri, mutlak bir neticeye ulaşmak olarak düşünmekte başka bir hataya düşmek olur; “Ben yaptım olmadı, niye şöyle sonuçlanmadı da böyle oldu, halbuki elimden geleni yapmıştım” demek, tevekkülü tam anlamıyla özümsememekten kaynaklanır. Böyle bir anlayış sebepleri, Allah’ın kudretinin önüne geçirmek olur. Evet, sebeplerle onun kapısını vururuz, iserse açar o kapıyı isterse açmaz. Zünnün-i Mısri şöyle buyurmuşur bununla alakalı: Tevekkül, kendi başına tedbir almayı bırakman, kendine ait herhangi bir gücün, kuvvetin bulunduğunu içinden söküp atmandır. Doğrusu, insan içinde bulunduğun her halin, Allah tarafından görülüp bilindiği kanaatinde olmadıkça tevekküle ulaşamaz. Tedbirsiz tevekkül olmaz Enes b. Malikden gelen bir rivayete göre, bir adam Hz. Peygamber(s.a.v.)’in yanına gelir ve “Ey Allah’ın Peygamberi! Devemi bağlayıp ta mı yoksa serbest bırakıp ta mı Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorar. Peygamberimizde(s.a.v.) şöyle cevap verir: “Hayır! önce deveni bağla sonra tevekkül et.” (Tirmizi, Kıyame,60) Peygamberimiz(s.a.v.), bizlere sözleriyle, yaşantısıyla her konuda örnek olduğu gibi tevekkül konusunda da eşi ve benzeri olmayan bir örnek olmuştur. Onda ki Allah’a olan tevekkül derinliği, dünyayı karşısına alacak kadar büyüklükte idi; Amcası aracılığıyla, dünya da sahip olacağı her şey karşılığında, bu davasından vazgeçmesi teklifi kendisine iletildiğinde: “Ey Amcam Allah’a yemin ederim ki ayı bir eli- Ekim me göneşi de öteki elime verseler yinede bu davadan vazgeçmem” cevabını, korkusuzca vermiştir. Tedbirde kusur etmez elinden geleni yaptıktan sonra işin sonucundan da son derece emin olurdu. Allah’ın bu dini tamamlayacağına, kendilerine yardım edeceğine güveni tamdı. Hz. Ebu bekirle hicret ederken müşrikleri yanıltmak için farklı yol izlemesi, sevr mağarasına saklanması, onun sebeplere ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Hicret esnasında, sevr mağarasında saklandıkları bir zamanda müşrikler, tam mağaranın kapısına geldiklerinde mağaranın kapısını örünceklerin ağ bağladığını görüp, burada kimsenin olamayacağını zannedip, geri dönmüşlerdi. Ancak Hz. Ebu bekir bu kadar yaklaşmalarından tedirgin olduğundan peygamberimiz “korkma, gam yeme Allah bizimle beraberdir” diye onu tezkin etmiştir. Sebeplerle samimi bir tevekkül, sebepsiz dahi Allah’ın yardımına vesiledir. Sevr mağarasının kapısının bir an örüncek ağlarıyla örülmesi bunun göstergesidir. Yine peygamberimiz(s.a.v.)’in uykusundan faydalanıp bir bedevinin ağaca asılı kılıcı alıp peyganberimize hucum ederek “Benim elimden seni kim kurtaracak” dediğinde hiç tereddütsüz “Allah” diyen peygamberimiz (s.a.v.)’in bu teslimiyeti karşısında, bedevinin elinden kılıcın aniden düşmesi Allah’ın başka bir yardımıdır. Medine şehrinin etrafını hendeklerle kazması tedbir açısından başka bir örnektir. Evet, O’nun hayatı tedbirlerle bu vesileyle Allah’ın kendisine ulaştırdığı yardımlarla doludur. Hiç bir zaman “Ben Allah’ın Resülüyüm, Allah bana, bu dinini tamamlamak için, sebepsizde yardım eder” demedi. O zaman, görev ve sorumluluğun ne anlamı olurdu. İmtihan için gönderildiğimizi nasıl izah edebilirdik. Evet, tedbirsiz tevekkül olmaz, öncelikle insanın görevi, üzerine düşeni yerine getirmesi, iradesini saf dışı bırakmadan gayret etmesidir. Miskin miskin oturmak, hiçbir şey yapmadan Allah’dan bir şeyler beklemek asla uygun değildir. İslam böyle birşeyi kabul etmez. Gayretsiz rahmet, zahmetsiz nimet olmaz. Çalışıp çabalamadan Allah’dan bir şey beklemek, kendi 57 işini Allah’ın yapmasını istemektir. Halbuki Allah sana bir irade vermiş, güç, kuvvet vermiş, sen isteyeceksin, filiyata dökeceksin, duanı kavli duayla tamamlayacaksın, sonucuna da razı olacaksın. Bir insan yırtıcı bir hayvanla karşılaşsa, tedbir almadan, ben Allaha tevekkül ettim, nasıl olsa Allah beni korur diyebilir mi? Elbet isterse korur, Ancak tedbir alamayanı Allah korumaz, tohumu toprağa atacaksın, bakımını yapıp suyunu vereceksin o tohum başak verirse sebeplerini yerine getirdiğin için Allah senin duanı kabul etti demektir. Vermezse de şunu bil ki, sebepleri yerine getirmek sadece istemektir. Hastalandıysan işini yapacaksın şifa bulmak için, hastahaneye gidecek, gerekli tedaviyi yaptıracaksın, ilacını kullanıp talimatları uygulayacaksın, “şifanda hoş hastalığında” deyip sabır ve şükrünü ifa edeceksin. Hz. Ömer, hiçbir işle meşgül olmayan, boş boş oturan bir gurubun yanından geçerken onlara soruyor: “Sizler kimlersiniz, burada boşu boşuna niye oturuyorsunuz.” onlar: “Biz mü tevekkilleriz” diye cevap verdiklerinde Hz. Ömer: “Hayır sizler mütevekkiller değil hazır yiyicilersiniz, mütevekkiller, tohumu toprağa atıp sonra Allah’a tevekkül edenlerdir.” Hayatın her alanıyla ilgili tevekkül söz konusu olduğu gibi ibadet hususundada tevekkül gereklidir. Hatta bu Allah’a güvenin en önemli göstergesidir. Nasıl ki bu dünyada çalışmadan, para kazanmak geçimini temin etmek, karnını doyurmak mümkün değilse ebedi alemi kazanmakta ibadetsiz mümkün değildir. “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur”(Necm,39). Ahiretin nasıl kazanılacağınıda yüce Allah bizlere göstermiştir. Hazır cennetciler olmamalıyız. Allah’a yakınlaşacak gayretlerden uzak olanlar ne yüzle O’ndan mükafat talep edecekler, rızasını umacaklar.Tevbe etmeden af talep edilmez, zekat vermeden mal temizlenmez, duası olmayanın icabeti olmaz. Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Kısacası, ibadet sebebine yapışmadan, ibadet tohumu hayat tarlasına atmadan biz Allah’a güveniyoruz, biz mütevekkilleriz, Allah bizi affeder, O merhamet eder, atmadığımız tohumu rıza başağı şeklinde lutfeder, diyebilirmiyiz. 58 Öksürmeden dahi olmuyor Şöyle bir hikaye anlatılır: vaktiyle medresede okuyan öğrencilerden biri demiş: Allah’u Teala Kur’an’ı Kerim’inde rızıkla ilgili: “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı Allah’ın üzerinedir”(Hud,6) buyuruyor. “O zaman benim çalışmama ne gerek var, tevekkül edeyim o rızık gelir beni bulur” demiş. Arkadaşları bunun yanlış olduğunu söylüyorsalarda öğrenci yi ikna edemiyorlar. Sabah yemek için arkadaşları sıraya girip çorba alıyorlarken bu bir köşede bekliyor, sessizce. “nasıl olsa rızık beni gelir bulur” diyor. Ahçı, sıra bittiğinde, herkes yemeyini aldıktan sonra bağırıyor “yemek almayan var mı”? diye. Ancak bu öğrenci öyle sessizce bekliyor bir kenarda. Öğle yemeyi geliyor yine yemek sırası bittiğinde ahçı: aynı şekilde yemek almayan varmı diye bağırıyor. Aynı düşünceyle, güya kendisine gelecek rızkı bekleyen öğrenci bakıyorki hiçbir şey getiren yok. Ancak aç kalmıştır artık. Akşam yemeyi olduğunda. Ahçının aynı seslenişi karşısında yine aç kalacağından korkan bu öğrenci bu sefer beni fark etsin diye öksürüyor. Aşçı: “Ne öksürüyorsun yemek almadınsa tabağını al ve gelde yemek vereyim karnını doyur” dediğinde, güya mütevekkil, öğrenci hemen tabağını alıp gidip yemeyini alıyor. Kendisini gözlemleyen arkadaşlarına dönerek: “Allah rızkımızı vereceğini bildirmiş ancak öksürmeden de vermiyor.” diyor. Evet, öksürmeden vermiyor. Öksürmekle de olmuyor. Olmayacağını herkes de biliyor ve uyarıyor, yapman gerekenler hatırlatılıyor. Bir çocuğun ağlaması karnının doyması, altının temizlenmesi, sancısının dindirilmesi için yeterli, yapacağı başka şeyi yoktur, gücü ona yeter. Merhametli annesi duyar ve ihtiyacını acilen giderir. Ancak delikanlının yapacağıyla çocuğun, ihtiyarın yapacağı bir değildir. Gücünün yettiğince terleyecek, yorulacak, elinden geleni ertelemeyeceksin. Hem ahiretini hem dünyanı yapacaksın ahirette kalacağın kadar ahirete dünyada kalacağın kadar dünyaya çalışacaksın o zaman gerçek bir tevekülle ve teslimiyetle Allaha kul olmuş olur, onun rızasına kavuşursun. Allah bizi bize bırakmasın, rızasına nail eylesin. (Amin) Ekim Kanatları Kırılan Çocuklar… M. Emin KARABACAK cu e yoru v n u z i kler, u a kend r n Kelebe o s en r. adeled c ü ıkarla m ç n a bir d za h, ıyla ko r a a Alla l a d b k a ça r a i ol ak neden n ğlayac u a n s ı Bu n ı ar uçmal n ı r larının a l s a k on k a ve bac vreyi e kanat u b n esi içi gelişm ıştır. yaratm Ekim İnsanlara yardım etmeyi millet olarak çok severiz. Bazen üzerimize vazife olmayan görevleri de kendimize yükleyerek, sırf iyilik olsun diye insanlara yardım etmeye çalışırız. Bunu bazen o kadar abartırız ki, birileri çocuğumuza laf söz söylemesin diye onun adına onun işlerini de yaparız. Tabi ki iyilik yapma adına yapılan bu yardımlar, aslında karşı taraf için bir kötülüktür. Bu davranış, karşıdaki insanın fiziksel ve ruhsal gelişimine zarar da verebilir. Bazı anne babalar, çocuklarına yardımcı olup onların işlerini kolaylaştırma adına yaptıkları birçok davranışın çocuklarının kişiliklerine nasıl zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir. Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar. 59 Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır. Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar. Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar. Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna: “Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler. Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.” Bu hikâye, çoğu anne babanın çocuklarını eğitirken kullandığı yöntemin ne kadar hatalı olduğunu gösteren güzel bir hikâyedir. İşte bu duruma bazı örnekler: Terleyecekler ya da hasta olacaklar diye koşmalarına mı izin verdik? Erken yürümeleri için örümceklere mi bindirmedik? Üzeri pislenir ya da mikrop kapar diye sokağa çıkmalarını mı yasaklamadık? Sokaktaki arkadaşlarıyla oynamaları yerine evi oyuncaklarla mı doldurmadık? Çocukları dışarı gönderirken hasta olur diye çocuğa kat kat elbiseler giydirerek onun hareketlerini mi kısıtlamadık? Yolda giderken elimizden tutmak istemeyen ve kendi başına yürümek isteyen çocuğa izin mi verdik? Ona dokunma, bunu elleme, oraya gitme, şunu yapma gibi söylemlerimizle çocukların gelişimlerini mi engellemedik? Çocuklar Kişilik Özürlüsü Olmasın! Çocukların büyüme aşamasındaki eğitimleri, kelebeklerin kozadan çıkış aşamasına benzemektedir. Bizler çocuklara ne kadar müdahale edersek çocukların kişisel gelişimlerine de o kadar set koymuş oluruz. Anne baba olarak, kelebeğin kozadan rahatça çıkabilmesi için ona yardım eden bu çocuk gibi çocuklarında kendi başlarına yapabilecekleri işleri yaparak, onlara nasıl zarar verdiğimizi fark edemiyoruz. Olmadık yer ve zamanlarda çocuklara o kadar müdahale ederiz ki, bu işten ne biz ne de çocuk hoşnut olur. Hayatımız çocuğa müdahale etmek ve çocuğun peşinden koşmakla geçerken, çocuğun hayatı da ister istemez bizimkinden farklı geçmez. Almanya’da yapılan bir araştırmada, 2 yaşlarındaki çocuklarını parkta oynatan Türk ve Alman aileler, yaklaşık bir saat boyunca gözlemlenir. Bir saatin sonunda Türk ailesi parkta oynayan çocuğuna 14 defa müdahale ederken, Alman ailesi 4 defa müdahale etmiştir. Onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir. 60 Ekim Çocuklarımızı eğitirken ve yetiştirirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekerler. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman hayatlarını bağımlı bir kişi olarak sürdürürler. Bu çocuklar, toplumsal hayata karıştıklarında kendi başlarına sorumluluk almaktan korkar hale gelirler. Bu çocuklar büyüyüp okula başladıkları zaman; ders çalışmayan ve sorumluluk almaktan korkan, kendine güvensiz, pasif bir öğrenci olarak karşımıza çıkarlar. Bu durumu gören aile; “Hocam bu çocuğun her şeyi tam olduğu halde neden ders çalışmıyor?” diye hayıflanmaya başlarlar. Tüm istekleri anında karşılanan, her şeyi dört dörtlük yapılan, kendimize bağımlı olarak yetiştirdiğimiz bu çocuklar, ders çalışmaya da istekli olmazlar. Bu çocuklar tek başlarına ödev yapamazlar ve öğretmenin anlattığı dersi kolay anlayamazlar. Birinci sınıfa başlayıp da annesini günlerce sınıfta oturtup, onun gitmesine izin vermeyen çok çocuk vardır. Hatta imkânı olsa okula da anne babalarını göndermek isterler. Gerçi imkân olsa çocuğunun adına sınava girecek anne baba da çoktur. Yemeyip yedirdiğimiz, giymeyip giydirdiğimiz bu çocuklar bırakın ders çalışmayı; biraz daha büyüyünce sorumsuz ve üzerine fazla gidilince de asi bir çocuk olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü küçük yaşlarda arkası toplanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman da arkalarını toplayacak birilerini ararlar. Bu tip çocuklar toplum içinde kendi görevlerini tek başlarına yapamayacak kadar aciz duruma düşerler. Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden sorumluluk almaya da istekli olamazlar. Bu çocuklar, büyüdükleri zaman hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olurlar. Peki, bu çocuklar için neler yapılmalı? 1. Bağımsız kişilik konusunda çocuğa uygun model olunmalı. Ekim 2. Çocukların yapması gerekenler onlar adına yapılmamalı. 3. Çocukların arkasını toplama yerine, kendisinin toplaması öğretilmeli. 4. Çocukların hayatlarına fazla müdahale edilmemeli. 5. Çocukların kendi kararlarını kendilerinin almaları teşvik edilmeli. 6. Çocuklar sorumluluk alma konusunda cesaretlendirilmeli, yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilmeli. 7. Çocukların bağımlı kişilik olmalarına sebep olacak, hal ve davranışları pekiştirilmemeli. 8. Çocukların kendilerine güven açısından benlik saygıları yükseltilmeli. 9. Çocuklara yardım adı altında sorumluluk alanlarına girilmemeli. 10. Çocukların okulla ilgili görev ve sorumluluklarına rehberlik dışında yardım edilmemeli. 11. Çocukların hata yapabileceklerini kabullenmeli ve onlara bu hatalarını düzeltmeleri için fırsatlar verilmeli. 12. Çocukların yaşlarına uygun olumlu davranışlarına rehberlik yapılmalı. 13. Çocuklara bağımsız kişilik sergileme konusunda olumlu geri bildirimler verilmeli. 61 Nereye Gidiyor(sun)uz? Semavi Reçetemiz Rafta! Bahattin ELÇİ Başta terör ve bölücülük olmak üzere yaşadığımız tüm maddi ve manevi sorunlarımızın çözümü konusunda yönteme ilişkin muhtelif görüşler, fikirler tartışılıp duruyor… in nenler i d e i l ve lbaşka n a t ’ nzer.A h e b a t Alla u ,ankeb u m sağlam u r n e r du i g e am layetin e v lu “İsl r n ı u ’ z u lah h li, vela,güven B m A e ; k r h olu mu girmiş yuvaa n k ” e ı c y a m r rü Sa a ek de ö m r i ınmay g ğ ı e s n i a t y ye ra ye ve o e m r i ?!t sına g or mu y i m e benz 62 İleri sürülen görüşlerden hangisi doğru, isabetli? hangileri yanlış? Konuyu sağlıklı bir şekilde tahlil edebilmek için önce sorunların nedenlerini bilmemiz, bulmamız gerekiyor. Öyle ya… Sebepler aleminde yaşamıyor muyuz? Öyleyse hemen konuya girelim. Terör ve bölücülük belalarının nedenleri nelerdir? Nelerin sonucudur bunlar? Sonuçların nedenlerini, cevaplarını, çözüm ve çarelerini nerede aramalıyız? Hangi pencereden bakacağız ki tespit ve çözümlerimiz doğru olsun? “Bana göre” diye başlarsak herkes “benim görüşüm doğru, seninki yanlış” diyecektir. Peki bunlar zıt olduğuna göre doğrusu hangisi? Kim haklı? Kim doğru? Hak ne? Doğru ne? Kime göre!? Zincirleme olarak bu bizi çıkmaza, çözümsüzlüğe götürür… O halde her şeyin olduğu gibi; Ekim doğru-yanlış, iyi-kötü, dost-düşman, yararlı-zararlı, güzel-çirkin, adalet-zulüm…her şeyin bir ölçüsü(mizan) olmak zorunluluğu ortaya çıkıyor ki insanların ihtilafları son bulabilsin, doğruya ulaşılabilsin…Burada iki ölçü söz konusu olur özetle: makaslanmamış mıdır?(Ölüm cezasını kaldırarak, cinayetleri önlemek mümkün mü? “Bir insanı insanı öldürmek, tüm insanları öldürmek gibi” değil mi?) Evet, maalesef şu anda İslam parça parçadır. Biz de böyle parçalandık; parça parçayız… Ya Allah(c.c) Teala’nın elçileri aracılığıyla insanlara semadan gönderdiği(vahiy); Ya da buna aykırı olarak insanların kendi akıl ve nefsine uyarak koyacakları ölçü (heva)… Kur’an’a göre dost kim? Düşman kim? ABD’ye göre kim düşman? Kim dost? -Her tanımlama bir sınırlamadır aynı zamanda… Allah’ın dini İslam’ı tanımlama hak ve yetkisi kimlere verilmiştir ki? Konuyu(sorunları) çözmek için, “Müslüman” olduğumuzdan tercihimiz bellidir: hakkında ihtilaf ettiğimiz tüm sorunları Kur’an ve Sünnete götürmeliyiz. Cevapları da, nedenleri de, çözümleri de vahiyde (İSLAM’da) arayacak ve bulacağız… İşte biz bu konuyu Müslümanca bakarak tahlil etmeye çalışacağız… Biz elbette “Müslüman” (Allah’a teslim) olarak düşünecek, inanacak ve itaat etmeye çalışacağız… Biliyoruz ki, bir konuda Allah ve Elçisi bir söz söylemişse, o konuda bir Müslümana söz hakkı yoktur, “Duyduk ve itaat ettik!” demek düşer… Çünkü biz Müslümanlardanız, Elhamdülillah!.. İşte vahiyden tespitler:t -“Başımıza gelenler ellerimizle işlediğimizdendir.” -“Allah’a ve Resulüne muhalefet edenler zillete düşerler”… Herkesin kendisini tanımlama hak ve özgürlüğünün kabul gördüğü bir dönemde Müslümanlardan başkasının Allah’ın dini İslam’ı tanımlaması ne kadar doğrudur? Bunun gibi laik devletin, Allah’ın dini olan İslam’ı tanımlaması, bölmesi, sınırlarını çizmesi ne kadar doğrudur? Bu hak ve yetki nereden, kimden gelmektedir? Kimin haddine?! İşte bizim ülkemizde yürürlükte olan “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” la dinin çerçevesi çizilmemiş midir? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faaliyet alanı, devletin belirlediği, sınırlandırdığı alandır. Başka bir ifadeyle İslam’ın muamelat bölümü, ukubat bölümü Ekim Birileri hem İslam’ı, hem de biz Müslümanları yanlış ve haksız bir şekilde tanımlayabiliyorlar! Bizi kategorize edebiliyorlar. Ve hazin ki bu tanımlamaları kabullenerek, benimseyerek bölünmeye, kutuplaşmaya devam ediyoruz… Bize, bizim medeniyetimize(kimliğimize) ait kelime ve kavramların içlerini boşaltarak yanlış, kafa karıştıracak anlamlar yüklediler. Bunu bile başarabildiler. Basit bir örnek verecek olursak, Kur’an’da geçen ve çok olumlu anlamlar ifade eden bir “Hizbullah” kavramı günümüzde ne kadar olumsuz anlam ifade edebiliyor, algılanabiliyor!... Batılılar kendi kavramlarını da gerek doğru olarak, gerekse yanlış olarak bize ihraç edebildiler. Bizi gerek kendi ürettikleri, kendilerine ait olan kavramlarla(tüm “izm”ler; laisizm, faşizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasi…) gerekse bize ait, içini boşalttıkları kavramlarla vurdular, vuruyorlar…Bir gerçek daha var: Biz kendimizi batılı kavramlarla ifade edemeyiz. Dolayısıyla anlaşamayız, uzlaşamayız. İşte anlaşamıyor ve uzlaşamıyoruz… Çatışmadayız… Kavgadayız… Terör de terörist de batının ürettiği kavramlardan. Onlar ürettiler; Onlar tanımladılar... Bitmedi; BM’de antlaşmalarla, ülkemizde de yasalaştırarak kendi tanımlarını kabul ettirdiler. Böylece ABD’nin, AB’nin terörist dediğine bizde terörist diyeceğiz!? Dünyayı ateşe veren “Büyük Teröristler” terörizmi tanımlıyor, kendilerine karşı gelenlere “ya bendensin ya da teröristsin” diyebiliyorlar. İşte dünyanın hali!.. Düşman tanımı da öyle değil mi? Kur’an’daki düşman kim? NATO’daki düşman kim? Ne zaman uyanacağız?! “İkiz yasalar”(04.06.2003 tarihli oturumda TBMM’de kabul edilen 4867 ve 4868 no.lu iki yasa) 63 ile 07.02.2013 tarihli ve 6415 sayılı “terörizmin finansmanının önlenmesi” hakkındaki yasa; ülkemizde bölücülere, teröristlere faaliyetlerinde daha da cesaret vermektedir. Ve bir gün AB,ABD PKK’yı terörist listesinden çıkarırsa neler olabilir?! Allah’a kulluk, devlete vatandaşlığa benzer. Vatandaş, devletin tüm yasalarına (düzenine) itaat etmekle sorumludur. İtaati bölüp; bir kısım yasaları kabul edip, bir kısmını reddetmek nasıl ki anlamsızdır, bunun gibi Allah’a kulluk da her alanda, her emir ve yasaklarda yapılır, yapılmalıdır. Kulluk(din) parçalanamaz. Vatandaşlıkta devlete itaat ederken yasalarını beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz. Çünkü insanların koyduğu kurallar eksik, yanlış, kusurlu, anlamsız, hatta zalim olabilir. Allahu Teala tüm eksikliklerden münezzehtir. Bilmemesi, unutması, şaşırması, yanılması olmayandır. Tüm yüce sıfatlar O’nundur. O sebeple O’nun yasaları en mükemmeldir. Doğru, adaletli, merhametli ve hikmetlidir. Allah’ın kitabı Kur’an’dan yüz çevirmeye başladığımızdan (takriben iki yüz yıldan)beri sorunlarımız artarak devam ediyor. Evet… Yüzümüzü Kur’an’dan Batı’ya döndürdük. Bu özünde kıbledeki sapmamızdı. Allah’ın yolu(Sırat-ı müstakim)ndan ayrılmamız, batılılaşmamız bize neler getirdi? Bizden neleri götürdü? “Ümmet”tik… Üç kıtadaydık… Milyonlarca km lik alanda egemenliğimiz vardı. O coğrafyada kaç ulusa kaç devlete parçalandık? Birlik, dirlik, izzet, kardeşlik, sevgi, saygı, paylaşma, dayanışma, refah, huzur, bereket… nerede kaldı?İslam’ı camiye,kalbimize hapsetmeyi bize hazmettirdiler. bir “ekmel din”den geriye elimizde ne kadarı kaldı? Öyle ya… Yalan söylenmeyecek, doğru olunacak, merhametli olunacak, zulüm olmayacak, aldatma, hile, yolsuzluk, din sömürüsü, gelir adaletsizliği, faiz, israf, lüks, savaş, fuhuş olmayacak…Bunu, bugün dünyayı ateşe veren zalim firavunlar kabul edebilirler mi?! Firavun Allah’ı inkar etmiyordu ki, ancak; ”insanların emir ve yasaklarını ben koyarım; Tevrat, Musa bana karışmasın”görüşündeydi. Böylece Allah’ın yeryüzünde egemenlik hak ve yetkisini reddediyordu… Halkını bölerek, sınıflara ayırarak zulmediyor,hem Rab hem de Hz.Musa’yı müfsit (bozguncu) olarak(!) tanımlıyor; kendisinin de muslih olduğunu iddia ediyordu. Sonuçta kim kazandı? Kim kaybetti? Allah’tan başka veli edinenlerin durumu ankebuta benzer.Allah’ın velayetine giren sağlam,muhkem,güvenli,huzurlu “İslam Sarayı”na girmiş olur; AB velayetine girmek de örümcek yuvasına girmeye ve oraya sığınmaya benzemiyor mu?! Yol ayrımındayız… Tercihimizi yapacağız: Önce Kur’an ve Sünnetin tüm dertlerimize biricik çare, çözüm ve derman olduğuna kesin olarak inanacağız. Sonra bu ilahi “Reçete”yi hayatımızın her alanında uygulayacağız. Kullanmadığımız ilaçların bize ne kadar yararı olur?! 2 Birbirimizi boğazlamaktayız! İslami kimliğimizden gittikçe uzaklaşarak, laik ve seküler anlayış ve hayatı benimsemeye başladık. Din dünyayı düzenlerken, batılılaşmayla birlikte din-dünya, din-siyaset ayrımı yapar olduk. Kur’an’a uymak yerine, O’nu kendimize uydurmaya başladık… Yolu’ndan ayrılınca hem uzaklaştık; hem de bölünüp parçalandık… Dinimizin bir kısmıyla yetinmek, avunmak sapkınlığına düştük. Parçalı, eksik, yanlış dini anlayış ve algılamalarımız doğal olarak bizi kamplaştırdı, kutuplaştırdı, çatıştırıyor. Yürüyüşümüzden, ticaretimize, uluslararası ilişkilerimize kadar hayatımızın her alanını düzenleyen 64 Evet… Çözüm, çare, derman belli. Reçete belli. İlaçlar “Kur’an-ı Kerim Eczanesi”nde… Parasız ve yan etkisi de yok! O halde haydi Batı’nın iki yüz yıldan beri kullandığımız tüm batıl(beşeri) reçetelerini (ilkelerini, sosyal, siyasal, ekonomik, ilahi, felsefi… tüm ideolojileri, sistemleri, kavram ve kurumlarını) çöp kutusuna atarak; AB, ABD vb. yollarından çıkıp, Sırat-ı Müstakime tekrar girerek ADALET’e(BARIŞ’a) var mısınız? Haydi Allah ve Resulü’nün bize hayat veren, dirilten çağrısına icabetle elimizi uzatıp “SEMAVİ REÇETEMİZ”i rafından indirelim(sadece okumak için değil; hayatımıza uygulamak için) ki kurtulalım! Vesselam… 19.Dönem Bayburt Milletvekili Av. Bahaddin Elçi Ekim Ruhum Sana Aşık Rûhum sana âşık, k, sana hayrandır ha Efendim, Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim. Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın, Dîdârına âşık Ulu Yezdân›dır Efendim. Mahşerde nebîler bile senden medet ister, Rahmet, diyen âlemlere, Rahman›dır Efendim. Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından, Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim.. p Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı, Medheyleyen ahlâkın, Kur›ân›dır Efendim. Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim, Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim... Dağ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ, Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim... Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın, Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim... Ali Ulvi Kurucu 65 İslam ve Kültürel Gereksinimler Dr. Ömer Faruk Abdullah (ABD) Çeviren: Mehmet CURA İslam Hukuku el n güz i r e y etva re bir ye gö inde f ’ i s i b i r t e a ç i nEş-Ş ve me uyum r e l u i z i kaâdet un hu örf ve lacak oplum o t i l k r e ilm a yete vereb amay l ğ a s i faatin dir. nemli ö r a d Kültür güncel bir terim olduğu için klasik İslam Hukuku metinlerinde bu kelimeye rastlanmaz. Ancak kültür teriminin en önemli iki bileşeninden olan örf ve adet terimleri üzerinde sık sık durulmuştur. Dört mezhep imamları da örf ve âdetin Şerri hükümlerinden uygulanmasındaki önemi üzerinde hemfikir olmuş sadece ne derece önemli oldukları ve ne manaya geldikleri hususunda ihtilaflar çıkmıştır. Genel olarak örf ve adet bir kültürde iyi, faydalı ya da zararsız ne varsa o olarak değerlendirilmiş, ancak hiçbir mezhep yerel kültürlere körü körüne bir saygıyı kabul etmemiştir. Yerel kültürler ancak İslam Şeriat’ ine uygun oldukları sürece kabul görmüştür. Bu sebeple eski bir Akdeniz geleneği olan namus cinayetleri ya da günümüzdeki cinsel sapkınlıklar kesinlikle reddedilmektedir. İslam hukuku şunu kabul etmiştir ki örf ve âdeti reddetmek insanlarda verimsizliğe, büyük 66 Ekim zorluklara ve istenmeyen zararlara sebep olmaktadır. Hatta bu hususta yerel kültüre karşı hareket etmenin kişinin kendi içgüdülerine karşı gelmesi kadar zor olduğu söylenmiştir. Bu sebeplerden ötürü de İslam hukukunda örf ve adet zaruri durumlar dışında kabul görmüş ve uygulanmasına izin verilmiştir. Yerel kültürel normlara uyulması insanları ortak bir noktada birleştirdiği gibi birbirlerine kültürel olarak benzemelerine de sebep olur. Bu noktada âlimler özünde o şekilde olmamasına rağmen başkasına benzemeye çalışmak manasına gelen, aynı zamanda kişilik bozukluğunun da bir belirtisi olan ve genel olarak ya yasaklanan ya da hoş görülmemiş olan teşebbüh ile sadece dış görünümdeki benzemeyi ifade eden ve genelde de teşvik edilen müşabehet kavramları arasında bir ayrım yapmışlardır. 11. yüzyılın meşhur âlimlerinden Abdulvvahhab el Bağdadi’ye göre ‘Adetleri reddetmek tamamen manasızdır; Şeriat’ a uygun bir âdeti uygulamak bir zorunluluktur’. Öte yandan, aynı dönemin bir diğer önemli âlimi es-Serahsi ‘Adet üzere konulmuş her güzel kural aynı zamanda Şeriat tarafından da konulmuş demektir’ sözüyle yerel kültürlerin güzel olan her türlü özelliğinin üstü kapalı bir şekilde İslam Hukuku tarafından da desteklendiğini belirtmektedir. 14. yüzyıl Endülüs Granada’ sının meşhur âlimi ve şüphesiz fıkıh tarihinin en parlak dehalarından biri olan eş-Şatibi bir insana sahih bir örf ve ya âdetini yasaklamaktan daha şiddetli bir zorluk çıkaracak başka bir fıkhi hata aranmaması gerektiğini söylemiştir. Eş-Şatibi’ye göre bir yerin güzel örf ve âdeti ile uyum içerisinde fetva verebilmek toplumun huzur ve menfaatini sağlamaya yeterli olacak kadar önemlidir. Benzer sözler el-Tusuli gibi sonraki dönem âlimleri tarafından da sarf edilmiş, güzel örf ve adetler ile çelişen fetva vermenin büyük bir zalimlik olduğu dile getirilmiştir. Öte yandan zaman değişiyor ve hayat kalan kültürler de bunu uyum sağlıyor. Yüzyıllar içerisinde İslam âlimleri arasında ortak bir görüş ortaya çıkmıştır; o da eski zamanlarda verilen fetvaların günümüz koşullarıyla uyum içerisinde olduğundan emin olunabilmesi için sürekli gözden geçirilmesi gerektiğidir. Öte yandan, mevcut koşulları düşünmeden mekanik bir şekilde fıkhi metinleri ezberleyip tekrarlamak hoş görülmeyen bir şey olarak değerlendirilmiştir. 19. yüzyılın seçkin âlimlerinden İbn Abidin’e göre bir âlimin kendi mezhebinin önceden vermiş olduğu hükümlere değişen zaman ve koşulları hiçe sayarak bağlanması birçok temel hak ve yüksek faydayı çiğneyip ortadan kaldıracağı gibi o âlimin ömrü boyunca yapabileceği herhangi bir faydadan çok daha büyük bir zarara sebep olmuş olur. İbn Abidin’e göre böyle bir körlük büyük bir zülüm ve adaletsizlikten başka bir şey de değildir. 13. yüzyılın meşhur Maliki ulemasından El-Karafi’ye göre böyle insanlar Allah’a (c.c.) itaatsizlik etmektedirler ve cahilliklerinden başka bir özürleri yoktur, aynı zamanda layık olmadıkları fetva verme görevini üstlenerek de büyük bir zulüm işlemektedirler. Bir yüzyıl sonra İbn Kayyım El-Karafi’nin sözlerini tasdik etmiş ve fıkhi kaynaklarda yazan kuralları yaşadığı zamanı, örf ve âdeti düşünmeden körü körüne uygulamaya çalışan âlimleri hastasının özel durumunu göz önünde bulundurmadan elindeki Tıp kitabındaki bilgilere göre reçete yazmaya çalışan doktora benzetmiş, ancak bu âlimlerin hatasını bu hatalı doktorlarınkinden daha zararlı olduğunu belirtmiştir. 11. yüzyılın meşhur âlimlerinden Abdulvvahhab el Bağdadi’ye göre ‘Adetleri reddetmek tamamen manasızdır; Şeriat’ a uygun bir âdeti uygulamak bir zorunluluktur’. Ekim 67 İslami Kültür Tarihine Bir Bakış Kültürel farklılıklar içerisinde birlik geleneksel İslam toplumunun köşe taşıdır. Misal vermek gerekirse, 14. yüzyılın meşhur Faslı seyyahı Ibn Batuta kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan Marco Polo’nun gezdiği coğrafyanın iki katı alanı geçmiştir. Ancak Marco Polo memleketi Venedik’ten birkaç gün uzaklıkta kendisini ayrı bir gezegende gibi hissederken, Çin’e, Hindistan’a ve Sahara’nın güneyine kadar giden Ibn Batuta kendisini her zaman için İslami kültürün parçası olan yerlerde bulmuş ve kendisini genelde evinde hissetmiştir. Birbirinden farklı yerel renkleri olsa da, Ibn Batuta’nın gördüğü Müslüman toplumlar her zaman için kültürel farklılıklar ile İslam Şeriat’ ının evrensel kuralları arasındaki dengeyi kurmayı başarmıştı. Öte yandan maddi alanda, İslam mimarisi kültürel farklılık içerisinde birlik ruhunu yansıtmıştır. Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’ in mescidi gayet mütevazı ve sade bir yapıydı ve ne minaresi ne de kubbesi vardı. Ancak kendinden sonra cami inşa edecek olan İslam medeniyetlerine ruh ve amaç yönünden bir camiden ne beklendiğini en güzel şekilde belirtiyordu. İslam’ın yayıldığı her yerde büyük camiler etraflarındaki ortam ve koşulları da göz önünde bulundurarak kullanışlılığı güzelliğe çevirmesini bildi. Bu camiler yerel kültürlerden aldıkları motifleri ışık şölenlerine çevirerek taşa, oduna ve diğer malzemelere bütünlük verdi. Mesela Endülüs ve Kuzey Afrika’daki camiler yerel Roma bazilikasıyla Vizigotların at kemerlerini zarif bir şekilde birleştirdi. Osmanlılar ise Yunan kiliselerinin genel özellikleri ve kubbeleriyle Anadolu’nun ince uzun minarelerini cami mimarisinde kullandı. Öte yandan Çinli Müslümanlar Çin’in antik sembollerini camilerine işlediler ve Batı Afrika Müslümanları yerel malzemelerle kendine has bir Afrika ruhunu Camilerine yansıttılar. Camiye benzeyen Taj Mahal ise Hint ve Fars kültüründen aldıklarını o kadar mükemmel bir şekilde uyguladı ki hem Hindistan Müslümanlarının en başarılı kültürel eseri hem de şu an çoğunluğu gayrimüslim olsa bile Hindistan’ın kendisini dünyaya tanıttığı sembolü oldu. Etnik olarak Çinli olan Hui Müslümanları tamamen gayri-Müslim ve kendince birçok alanda muazzam başarılara erişmiş bir Çin kültürünün içinde gelişip yayılmaları ve kendilerine has bir Çinli Müslüman kültür oluşturmalarından dolayı özellikle dikkat çekici. Hui Müslümanları hem kendilerine has bir benlik algısı hem de İslam dinini belli bir şekilde yorumlayarak kendilerine has bir Müslüman kimliği oluşturdular. Ancak bunları yaparken de ne kendi Çin kültürlerine yabancılaştılar ne de etraflarındaki Çinlileri kendilerine yabancılaştırdılar. Bu rastgele olan bir şey değildi ve en zeki Çinli Müslümanların gayretleri neticesinde gerçekleşti. Antik Çin kültürünü göz önünde bulundurarak Müslümanları ve İslam’ı etraflarındaki insanlar tarafından anlaşılabilir ve saygı duyulabilir bir şekilde tanımladılar. Çin kültürü kendi harfleriyle hat sanatını geliştirdi. Çinli Müslümanlar hem bu sanatı korudular hem de kendi usullerince bir hat sanatı geliştirip bununla da Arapça yazdılar. Metinlerinde hem Arapça hat sanatını kullandılar hem de altlarına Çin’in hat sanatıyla çeviriler yaptılar. Bir Çin camisine giren biri Çince ‘Dünya’nın başlangıcından beri gelen en eski din’ manasına gelen kai tian gu jiao yazısını okuyabilir. Öte yandan dinlerini ‘İslam dini’ manasına gelen yisilan jiao gibi Çinli birine tamamen yabancı ve hatta anlamsız gelen bir şekilde adlandırmak yerine Çinli Müslümanlar İslam’ı Çinli birine daha anlaşılabilir ve çekici bir şekilde gösteren ging zhen jiao yani ‘Saf ve Gerçek Olanın Dini’ olarak adlandırdılar. Bu kelimeleri kullanarak Çinli Hui Müslümanları diğer Çinlilere Öte yandan, aynı dönemin bir diğer önemli âlimi es-Serahsi ‘Adet üzere konulmuş her güzel kural aynı zamanda Şeriat tarafından da konulmuş demektir’ 68 Ekim İslam’ın yabancı bir şey olmadığını, kendi Antik Çin din ve felsefi geleneğinin en kemale ermiş yani en iyi hali olduğu mesajını veriyorlardı. Qinq yani temizlik kelimesi hem dış temizliği hem kalbin temizlenmesini, kişinin kendisini disipline edişini, bencil istek ve arzulardan kurtuluşunu ima ediyordu. Öte yandan Zhen yani gerçek kelimesi de İslam’ın değişmez ve evrensel kurallarını (ki değişmez kuralları bulmak bin yıl boyunca Çin felsefesini meşgul etmiştir) ve Müslümanların da ödün vermeden bu kurallara göre yaşadığı mesajını vermektedir. cak o zaman venyeji yani ‘ait olanlar’ dan olabilirdi. Svahili Müslümanları yerel kültürlerinde hâlihazırda övülen bazı kişilik özelliklerini Müslüman kimliklerinin önemli parçaları yaptılar. Bu özellikler sabır, kibarlık ve anlayışlı olmaktı. Bunun tersi olan acelecilik, çabuk sinirlenme ve bencillik gibi özellikler çocukça kabul edilir ve çocuklarda anlayışla karşılanabilir ancak yetişkinlerde hemen dikkat çeken özelliklerdi. 16. yüzyılda Portekizli sömürgeciler bölgeye gelince Svahili insanı Avrupalılarda bu kötü özelliklerin hepsinin de bulunduğunu müşahede etmişti. Çinli Müslümanların aksine, Doğu Afrika’daki Müslümanlar yerleşik bir medeniyetle karşılaşmadılar. Onun yerine dağınık kabileler halinde yaşayan ancak ortak payda olarak kendi Bantu isimli lisanının güzelliğine kendilerini adamış insanlarla karşılaştılar. Müslümanlar bu Bantu lisanını sahiplendiler ve kısa sürede bu lisanı İslam’ı yaymak için güçlü bir kültürel araç olarak kullanmaya başladılar. Sonuçta da Svahili (es-sevahiliyye: sahil bölgelerinin lisanı) lisanı ortaya çıktı. Yüzyıllar içerisinde Svahili konuşan Müslümanlar dünyanın en zengin edebiyatlarından biri ürettiler. Yerel lisanı zekice kullanmak İslamiyet nerede yayıldıysa Müslümanların bir özelliği olmuştur. Bunun bir örneği de Batı Afrika’da görülebilir. İslamiyet’in bu coğrafyada yayıldığı ilk yıllarda her ne kadar Arapça büyük bir öneme ve saygınlığa sahip olsa da bu bölgenin insanı Mandingo, Fulbe ve Hausa gibi yerel dillerin zenginliğine güveniyor ve bu lisanları güçlü birer kültürel değişim aracı olarak kullanıyordu. Diğer Müslümanlar gibi Svahili konuşan Müslümanlarda Arapçayla gurur duydular ve özellikle Kur’an-ı Kerim’in hıfzedilmesi ile kıraatinde ona görmesi gereken önemi verdiler. Ancak geri kalan tüm dini ve kültürel alanlarda Svahili lisanını öne çıkardılar ve Doğu Afrika sahilleri boyunca Svahili lisanına hâkim bir aydınlar zümresi oluştu. Bu durum ziyareti sırasında İbn Batuta’nın da dikkatini çekti. Svahili konuşan Müslümanlar bu lisanı konuşmayan diğer Müslümanları doğal olarak çok güzel misafir ediyor ve onlara saygı gösteriyorlardı ancak onlara her zaman için dışarıdan gelen bir kişi olarak bakıyorlardı. Ne zaman dışardan gelen kişi bu yerel lisanı öğrenirse an- Örneğin Hausa konuşan Müslümanlar bu lisanı halk şarkıları ve şiirlerinden ilmi yazı türüne kadar her alanda işlediler. İnsanın ve kâinatın yaratılışı da olmak üzere birçok putperest ve batıl hikâyeyle dolu olan Hausa kültürünün insanı Müslüman olunca bu hikâyeleri tamamen reddedip unutmak yerine bu hikâyelerdeki ana karakterleri İslam’ın güzel gördüğü hasletlere sahip Müslüman kahramanlar ile değiştirdiler. ‘Ailenin Bebeği’ olarak adlandırılan ve genelde etrafındaki insanların onu kıskanmasına sebep olan İslami kültürel bir kahramanın etrafında dönen bu hikâyeler Batı Afrika’da yerel bir Müslüman kültürün oluşup yerleşmesini sağladı. Hâlihazırda yaygın olan hikâye ve şiirler ufak değişikliklerle yeniden dirilime, hesap günü, cennet ve cehennem tasvirleri haline gelerek halkın İslam’ı öğrenmesinde araç olarak kullanıldı. Belli şiir türleri Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’ in anıldığı ilahiler söylenmesi için kullanıldı. Kolay anlaşılır bir Hausa lehçesi özel hukuki metinlerin yazılmasında kullanıldı. Bu metinlerde genelde Arapça kaynaklarda bulunmayan ve Batı Afrika insanına özel kültürel sorunlara ait sorular cevaplandırıldı. Daha da arıtılmış ve saf bir Hausa lehçesiyle de Kelam ve Tasavvuf gibi alanlarda eserler verildi. Kaynak: http://www.nawawi.org/wp-content/uploads/2013/01/Article3.pdf Ekim 69 Musa KARACA Eski zamanlarda adamın biri hayatın anlamının ne olduğunu merak eder. Kendi bulduğu cevapların hiçbirisi ona yeterli gelmez. Başkalarına sormaya karar verir. Aldığı cevaplar onu tatmin etmez. Mutlaka bir cevabı olmalı diyerek yorulmadan, yılmadan sormaya devam eder. Köy köy, kasaba kasaba, ülke ülke dolaşır. Zaman akıp geçer. Umudu tükenmeye başlamışken gittiği köylerden birinde, konuştuğu kişilerden biri: - “Şu karşı dağları görüyor musun? Orada yaşlı bir bilge yaşar. İstersen ona git. Sorunun cevabını o bilebilir.” der. Adam yola koyulur. Uzun ve zorlu bir yolculuk geçirdikten sonra nihayet bilgenin yaşadığı eve ulaşır. Kapıyı çalar. Bilge, adamı evine davet eder; hal hatırdan sonra adama ne için geldiğini sorar. Adam hayatın anlamının ne olduğunu merak ettiğini söyler. Bilge: Sana bunun cevabını söylerim. Fakat cevabını söylemeden önce bir sınavı tamamlaman gerekir. Adam bu öneriyi kabul eder. Bilge, adama bir çay kaşığı verir. Çay kaşığına zeytinyağı doldurur: “ Şimdi evin dışına çıkıp, bahçede bir tur at. Sonra buraya gel. Zeytinyağının bir damlası dahi dökülürse sana cevabını veremem.” der. Adam gözü çay kaşığında pür dikkat bahçeyi turlayıp bilgeye döner. Bilge: Kaşıkta yağın eksilmediğini görünce bahçede neler gördüğünü sorar. Adam şaşkın. - Kaşığa dikkat etmekten bahçeyi fark etmedim, der. - Şimdi tekrar bahçeye çıkıp kaşık elinde bir tur at. Bu sefer bahçeyi inceleyip gel. Adam tekrar bahçeyi turlamak için çıkar ve bahçenin büyüleyici güzelliğine hayran kalır. Geri geldiğinde bilge sorar: - Bahçede neler gördün? Adam bilgeye bahçenin güzelliği karşısında büyülendiğini, bahçeye hayran olduğunu anlatır. Bilge gülümser ve cevabı verir: - Kaşıkta bir damla bile yağ kalmadı. Fakat sen gerçekleri gördün. Hayat senin bakış açınla anlam kazanır. Sadece bir noktaya bakarsan, hayatın akıp gider ve sen etrafındaki güzelliklerin farkına bile varamazsın. Güzelliklerin tam ortasında yaşasan bile mutluluğu keşfedemezsin. Öyleyse hayata farklı açılardan bakabilmelisin. Hayatın bir imtihan olduğunu unutmadan hayrında şerrinde Allah’tan (c.c) olduğunu bilmek. Yunus Emre’nin sözünü hayat anlayışı yaptıkça hayatın anlamını anlamış oluruz: “Kahrında hoş lutfun da hoş.” 70 Esas Akıl Akıl hastanesi ziyareti sırasında, adamın biri doktora sorar: “Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?” Doktor, “Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?” der. Adam, “Ooo! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova, kaşık ve fincandan büyük.” “Hayır,” der doktor, “normal bir insan küvetin tıpasını çeker.” Ders: Akıl, bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır. Temel’in Kompozisyonu Yaz tatilinden sonra okulun ilk gününde öğretmen öğrencilerinden akraba ziyareti konusu üzerine bir kompozisyon yazmalarını ister. Temel 2 dakika sonra öğretmene kompozisyonun hazır olduğunu söyler. Öğretmen büyük şaşkınlıkla bitti mi Temel? Madem öyle oku bakalım der. Temel başlar okumaya: Akrabalarıma ziyarete gittim, fakat evde kimse yoktu. 123456nindir Bir sözdür ki şeytan kaçar, bir anahtardır, her kapıyı açar Maldan paradan verilir, kırkta bir; onunla cennete varmadan, cennet olur kabir Nar tanesi nur tanesi, bu dünyanın bir tanesi Hasretleri kavuşturur, dargınları barıştırır. Öğrenci toplar, öğretmen dağıtır. “Çinde bile olsa arayın bulun!” diyor peygamber; akıllara nur, yüreklere fer, onu bilebaşarı, zafer. 7Dil ile verilir, sadaka denilir. Ϯ 8Son sözümüz o olsun, ruhu ϰ ϱ muz nurlarla dolsun ϯ ϭ 9Dünya bir tarla, ahiret harman, çalış çabala, oraya girmenin ilk şarttır iman. ϳ ϲ ϭϬ ϵ ϴ 10- Demiri avucuna alır yoğururdu hamur gibi, buydu onun mucizesi. Zebur’u okurken dağlar taşlar dinlerdi. Pek güzeldi sesi l i k L j V S B C h g S H A X X A X C f @ I E ^ ] K C E E C E E K A N C E K C e b d c L E b A a ` I I D M K N I Z \ M E K J [ C F C J Y F V M U T S R Q A P O N C E E K _ L K J F H G I I I I W I I C E C B A @ 71 KORKUTMAYIN; ÇOCUKLARA ALLAH VE NAMAZI BİLİNÇALTINDA SEVDİRİN! Eğitimci yazar M. Emin KARABACAK’ın Ensar Yayınları’ndan çıkan dördüncü kitabı; “ÇOCUKLARA ALLAH VE NAMAZI BİLİNÇALTINDA SEVDİREBİLMEK” okurlarla buluştu. Okurların severek okudukları; BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR (Çocukların Okul Başarısını Artırmada Anne Babalara Düşen Görevler), BİLİNÇALTI APTALDIR ŞAKADAN ANLAMAZ ve TABAKLARI AYIRDIK… ÇOCUKLAR SÖZ DİNLEMEZ OLDU (Söz Dinlemeyen Çocuklar) kitabından sonra yazarın bu kitabını da severek okuyacaklarına inanıyoruz. Yazar bu kitabında öncelikle ele aldığı iki konu var. Birinci bölümde çocuklara “Allah’ı”, ikinci bölümde ise “Namazı” nasıl sevdirebiliriz. Bilinçaltının çocuk psikolojisinde daha iyi anlaşılması içinde “Şakadan Anlamayan Bilinçaltı” konu başlığı altında ele alarak kitabın başına koymuş. Yine “Çocukları Camiye Alıştırabilmek” konusunun da bir başlık altında inceleyerek kitabın sonuna koymuş. Yazar; çocuklara Allah ve namaz sevgisini verirken çocukların bilinçaltlarının da göz önünde bulundurulması gerektiği üzerinde durmuş ve zihnin % 10’u bilinç, % 90’ı bilinçaltından oluştuğundan ifade etmiştir. Yazar; çocuklarda Allah ve namaz sevgisinin kalıcı olması içinde zihnin bu özelliğinin dikkate alınması gerektiğini üzerinde durmuştur. Çocuklara Allah ve namazı sevdirmek istiyoruz fakat tutulan yol korku yolu olduğunu, bizim için önemli olmayan söylenmesi çok kolay; fakat sonucunun nereye varacağını bilmediğimiz birçok sözün çocukların bilinçaltlarında hem dini hem psikolojik yaralar açtığını yazar kitabında örneklerle açıklamaya çalışmıştır. Yazar bu çalışmasında da konuları ele alırken çocukların yaşını, zekâ sevilerini, kişiliklerini ve gelişim dönemlerini göz önünde bulundurarak ele almış, ayet ve hadislerle desteklemiştir. Konuların daha iyi anlaşılması içinde öğrenci-veli görüşmelerine ve yaşanmış hikâyelere de yer vermiştir. Okurlar kitaba; Ensar Yayınlarını kitaplarını satan bütün kitapçılarda ulaşabilecekleri online kitap satan internet sitelerinden de (http://www.ensarkitap.com/, http://www.kitapyurdu.com/ …) ulaşabilmektedirler. Ensar Neşriyat Tic. A.Ş. Oruçreis Mahallesi Giyimkent 12. Sokak No: 40/42 Esenler/ İstanbul Tel: (0212) 491 19 03 - 04 Faks: (0212) 438 42 04 www.ensarnesriyat.com.tr - [email protected]