Oyunkurucu “Oyunkurucu” Bizim Şehrin Bülteni RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 11 SAYI: 41 Nisan - Mayıs - Haziran 2014 ISSN 1305 - 5356 “Oyuncu” değil olmak istersen...” Dışarıdan planlanan, içeride uygulanan operasyon üzerine operasyonlar. Kalite ve hizmet odaklı çalışan filizfidan yapı müşteri memnuniyetini ön planda tutan bir firmadır. Bünyesindeki markalarla yapı sektöründe toptan ve perakende hizmet vermektedir. • Graniser seramik • Ece vitrifiye,armatür ve banyo dolapları • Penta armatür-Sanica banyo sistemleri • Durul banyo sistemleri • Art floor laminat parke • Bumay cam mozaik ve inox bordür • Zaffiro cam mozaik • Japar • Damla banyo dolapları ve sayamadığımız birçok marka ile toptan ve perakende hizmet vermektedir. Tel: 0264 241 39 04 - Fax: 0264 241 39 05 Küpçüler Mahallesi Karasu Yolu Caddesi No: 10/87 Erenler/SAKARYA 2 www.filizfidanyapi.com.tr Seramik Editörden Yusuf E. ERDEM İ ç ve dış düşmanlar elbirliğiyle 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 17 Aralık darbeleriyle milletin hâkimiyetine göz dikse de istediklerini elde edemediler. Özellikle 17 Aralık’tan itibaren dışarıdan planlanan, içeride uygulanan operasyon üzerine operasyonlar. Kendilerince görevlerini yaptılar ama hesap edemedikleri bir şeyler hep oldu. Onların bir hesabı vardı da milletin de bir hesabı olduğunu dikkate almadılar. Onların bir tuzağı vardı da Allah’ın da bir tuzağı olduğunu bilemediler. Millet artık bunların kodlarını çözdü. Attıkları her adımda maksatlarını millet çok iyi okuyor. Takındıkları omurgasızlığı, kişiliksizliği, hıyaneti, alçaklığı, seviyesizliği çok iyi biliyor; kendi istikballeri için yapamayacakları iğrençlik olmadığını da… Zinde güçlerin; ülkesinde istikrarlı bir Türkiye’nin, dışa bağımlı değil millete bağımlı bir iktidarın komşuları ve dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki mazlum halklar için ne demek olduğunu hepimizden iyi biliyorlar. “Türkiye kendi içerisinde kumpaslarla uğraşsın, enerjisini tüketsin ki İslam coğrafyasına, ezilen halklara söyleyebilecek “Oyuncu” Değil “Oyunkurucu” Olmak İstersen…” sözü kalmasın” istiyorlar. Kendi kendine yeten, istikrarlı, borçsuz, dışa bağımlı olmayan bir Türkiye istenmiyor. Peki Türkiye enerjisini içeride tüketirken dünyada neler oluyor dersiniz. Bir bakalım… Arakan, Doğu Türkistan, Suriye, Filistin, Orta Afrika Cumhuriyeti vb. ülkelerdeki Müslümanlar zulüm altında inliyor, işkencelerle şehit ediliyor, açlıktan ölüme mahkûm ediliyorlar. Sırf “Ben Müslümanım” dediği için yakılıp, bombalanıp, türlü işkencelerle katledilen ve kendi ülkelerinde sürgüne mahkûm edilen milyonların dünyadaki gür sesi sadece Türkiye değil mi? Birleşmiş Millet Örgütü dünyada giderek artan ve maalesef genellikle Müslümanlara yönelik vahşetin önlenmesi için “işbirliği içerisinde davranmalıyız’’ gibi pasif cümlelerle yasak savmakla meşruiyetini yitirdiğini Türkiye’den başka seslendiren ülke var mı? Yaşadığımız son olaylar Müslüman Türkiye’nin yeniden tarih yapacak büyük bir medeniyet yolculuğuna soyunmasını engelleyecek küresel bir projenin uygulamaları. Uluslararası arenada “oyuncu” değil “oyunkurucu” olmak istiyorsan içindeki bu cerahatleri atman gerekiyor. Bu, fotoğrafın bir yönü; diğer yönünü de şöyle değerlendirebiliriz: Yusuf Kaplan’ın; “... Bu operasyonların gerisinde yatan en temel saikin paralel bir din icat etme kaygısı gütme ihtimali” değerlendirmesi dikkate değer gerçekten de. İki yüzyıllık fetret döneminde Müslümanların, bir cemaat üzerinden İslam’ın dönüştürülmesi projesiyle karşı karşıya kalındığını belirtiyor. Projenin asıl amacı; küresel sistemin İslam dünyasındaki hegemonyasını pekiştirecek, ılımlaştırılmış, protestanize edilmiş, hayattan uzaklaştırılmış bir İslam anlayışını hâkim kılmak olduğunu belirtiyor ki haksız sayılmaz. Bu konuda daha detaylı bilgilenmek için Yusuf Kaplan’ın yazılarını tavsiye ederim. Ülkemizdeki son gelişmeleri bir de bu açıdan değerlendirmeniz resmin içerisindeki yerimizi daha net görmemize ve buna göre tavır almamıza yardımcı olur umarım. Ada’da kalın! 3 iÇiNDE iÇiNDEKiLER 6 HAK BATIL MÜCADELESİ Abdullah BÜYÜK 10 BİR CENNET VARDI YERYÜZÜNDE 13 HURAFE Sahir AKÇA Hamza TEKİN 16 SUFİ VE ŞİİR 18 FAALİYETLERİMİZ 24 BESMELE’NİN İSTİSMARI Yusuf YAVUZYILMAZ 4 Mustafa AYDIN EKiLER 26 SUDAN GÜNLÜĞÜMDEN - 3 28 30 Harun ÇALTIKOĞLU ÇOCUKLARA ÖYKÜLERLE 40 HADİS Halil ATALAY FİTNE HAREKETLERİNDE MÜMİN’İN TAVRI NE OLMALI? Mehmet KUZU 32 HANIM SAHABİLER HATİCE BİN HUVEYLİD Yusuf E. ERDEM 34 SESSİZ HİZMETÇİLER Yusuf ERKAN SAPANCA BİTİYOR MU? Gazanfer ÜVEZ 36 SUDAN HARTUM’A ZİYARETİM Gazanfer ÜVEZ RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 11 SAYI: 41 NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2014 RİBAT EĞİTİM VAKFI Adapazarı Şûbesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sâhir AKÇA Yayın Kurulu: Sâhir AKÇA Yusuf Ertuğrul ERDEM Yusuf ERKAN Cihan YILDIZ Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ertuğrul ERDEM Reklâm Sorumlusu: Yusuf ERKAN Tel: 0532 314 33 58 İrtibat Adresi: Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI [email protected] www.adabulteni.com Telefax: 0264.277 19 46 Tasarım ve Baskı: BURAK OFSET 0264 274 69 24 Sorumluluk: Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu yazarlara aittir. Gönderilen yazılar iade edilmez. İsim zikredilerek iktibas yapılabilir. BASIM TARİHİ: MART 2014 ISSN 1305 - 5356 5 Abdullah BÜYÜK HAK-BATIL MÜCADELESİ Mısır’ın Sisi’sini, Suriye’nin Esed’ini, Irak’ın Maliki’sini mercek altına aldığımız gibi, Rus’un Putin’ini, ABD’nin Obama’sını ve diğer ülkelerin liderlerini daha fazla mercek altına alarak, üzerimize düşen sorumluluğu bir daha gözden geçirelim. İ ster adına “Hak-batıl” mücadelesi diyelim, ister “iyilerle-kötüler” arasındaki mücadele veya “insanlar ve soytarılar” arasındaki mücadele yahut “mazlumlar ve zalimler” arasında geçen mücadele… “Doğru yolda olanlar ile eğri yolda” olanların mücadelesi de diyebilirsiniz, hepsi aynı kapıya çıkar. Çünkü batılın, zalimlerin; yanlış ve eğri yolda olanların mücadelesinde hile, tuzak ve kılıç, silah vardır. İyilerin, mazlumların, doğru yolda yürüyenlerin ise ellerinde olan Rabbimizin verdiği usul, metottur ki Peygamberimiz bu usulü, metodu insanlara 11 merhalesi olan bir mücadele şeklinde uygulamıştır. Her iki tarafta devam eden bu mücadelenin ana sebeplerinden biri de otorite olma konusudur. Yani idareyi, yönetimi ele almak konusu. Hakk’ın safında kalarak mücadele eden Müslümanlar, otoriteyi ilimle, bilimle elde etmek için çalışırken; batıl saftakiler otoriteyi kan dökmeyle, bozgunculuk yapmakla yani savaşlarla, darbelerle gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Hak-batıl mücadelesinde, hassasiyetini koruyan Müslümanların temel gıdası, amacı cihada sarılmak olmuştur. Yani cihad inanan bir Müslüman için teneffüs ettiği hava gibidir. Hava almayan insanın öldüğü gibi, cihadsız bir insanın uzun müddet Müslümanca yaşaması da çok zordur. Ne var ki batılın verdiği mücadele ile elde edilen zafer, gayr-i meşru olduğu için sıkıntılarla doludur. Sürekli başlarından bela gitmez. Niçin? 6 12 Eylül 1980 tarihinden beri Müslüman toplum tarafından fazla dile getirilmeyen cihadın kısa ve özlü tarifini yapacak olursak, bu mesajın sahibine teşekkür etme gereğini duyarsınız. Cihad; şuurlu, bilinçli ve karar- lı bir harekettir, bir gayrettir. Bu gayretin üç alanı vardır. Söz konusu olan gayretin, fiziksel yani bedensel olanına “cihad, savaş, harp” denir. Ruhsal, manevi olanına “mücahede, nefis tezkiyesi/ terbiyesi” adı verilir. Fikirsel olanına ise “içtihat” denir. Görülüyor ki inanan Müslümanların cihadı kupkuru bir savaş değil. Cihada katılanlar, Kitap ve Sünnet ile beslendikleri için, hedefleri fethetmektir. Karşı gücün aklını, kalbini İslam gerçeğine açmaktır. Ama batılın hedefi ise işgaldir, talandır, yıkmaktır, öldürmektir ve eşyayı sahiplenmektir. Mesajımızı son paragrafına kadar okuyan siz okurlarımız için diyorum ki, Mısır’ın Sisi’sini, Suriye’nin Esed’ini, Irak’ın Maliki’sini mercek altına aldığımız gibi, Rus’un Putin’ini, ABD’nin Obama’sını ve diğer ülkelerin liderlerini daha fazla mercek altına alarak, üzerimize düşen sorumluluğu bir daha gözden geçirelim. Tefekkürümüze, düşüncelerimize davet edeceğimiz TV ekran tartışmalarında ele alınan konuların, ne kadar cihad sahası ile alakalı olup olmadığını temiz vicdanlarınıza havale ediyorum. Halifeliğin ortadan kaldırılmasında, meclisin zemin katında bulunan ulemanın konuştuğu mevzular ile günümüzde ekranlarda tartışılan konuların ne kadar birbirleriyle örtüştüğünü görmek, o kadar da zor değildir. Mücadele, yeryüzünü emanet görenlerle, yeryüzünü sahiplenmek isteyenler arasında geçmektedir. Mısır’ın Sisi’si, Mısır’ı sahiplenmek istiyor, Mursi’si ise, Mısır’ı Hak emaneti olarak görüyor. Fark burada. Bu farkı fark etmeyenler, Tuhaf karşılamayacağınıza inan- İslam’a ve Müslümanlara dığım karınca örneğini vereyim saldırıyor ve hile ile tuzak ve üzerinde birlikte düşünelim: ile mücadele ederek, Kendisini ısıran bir karıncanın geberip gidiyor. ocağını, yuvasını, evini imha eden bir Peygambere, Rabbimiz ne buyurmuştur, biliyor musunuz? “Sen kendini bir karınca ısırdı diye nasıl oluyor da beni anıp duran bu canlılar ümmetinden bir ümmeti ortadan kaldırıyorsun?” (Müslim) Kürt-Türk arasındaki kardeşliği için yapılan projeleri, gündemleri dile getirirken, İslam Dünyasında binlerce Müslümanın evinin, namusunun talan edildiğini de düşünelim. Köy-kent projeleri ile Müslüman Kürt kardeşlerimizin evlerinin, mezralarının, obalarının yer ile yeksan edildiğini, karınca misali ile yorumlamaya çalışalım. İkinci karınca örneğine gelince, sorumluluğumuzun ne kadar hassas ve önemli olduğunu anlayacağız: Karınca davasını Rabbine açar: “Rabbim! Şu kimse beni boş yere öldürdü. O beni öldürmekle bir fayda temin etmediği gibi, senin dünyanda benim yaşamama izin de vermedi.” (Taberani) Karıncadan, Doğudaki kardeşleri- mize dönelim. Binlerce faili meçhule kurban gitmiş olan insanları karıncanın tartılacağı teraziye koyalım. Karın ağrısı, yüz karası Ergenekon’un gizli ve açık isim ve sıfatlarına projeksiyonumuzu çevirelim ve bir daha düşünelim. Kanunlarınızı yapan sizsiniz, öyle değil mi? Anayasaları değiştiren de sizsiniz, o da tamam. Yaptığınız yasaları çiğnediğinizden dolayı mahkûm edilen de yine sizsiniz. Öyle ise niçin itiraz ediyor, basbas bağırıyorsunuz? Sizleri, çağ dışı dediğiniz İslam’ın yasaları ile yargılamadılar. İşgalci mantık, yeryüzünü sahiplenmek isteyen mantık, menfaatçi mantıktır. Fetheden mantık, insanları batıldan hakka, gerçeğe çevirmeye çalışan mantık ve inanç ise, kıyamete kadar ömrü olan bir inançtır. Tekrar özet olarak söylüyoruz ki, mücadele, yeryüzünü emanet görenlerle, yeryüzünü sahiplenmek isteyenler arasında geçmektedir. Mısır’ın Sisi’si, Mısır’ı sahiplen- mek istiyor, Mursi’si ise, Mısır’ı Hak emaneti olarak görüyor. Fark burada. Bu farkı fark etmeyenler, İslam’a ve Müslümanlara saldırıyor ve hile ile tuzak ile mücadele ederek, geberip gidiyor. Mesajımızın can damarına gelince… Salih kullardan ve müçtehit imamlardan olan İmam Malik’in şu sözü, yeryüzünde yaşayan tüm Müslümanları bağlayıcı durumundadır: “Bu ümmetin başı ne ile ıslah olmuş ise, sonu da aynı şeyle ıslah olur. Islah ediciler ise Kitap ve Sünnettir.” Kusura bakılmasın. Misyoner Hıristiyan eline aldığı İncil ile dünyayı dolaşırken, devlet okullarında okuyan çocuğumuzun önüne konulan Kur’an-ı Kerim’den kimse rahatsız olmasın. Bir Hıristiyan inancından dolayı aşağılık duygusuna kapılmaz. Hz. İsa’dan utanmaz. Rabbi ile iftihar eder. Bu ülkede ve yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın hiçbir mümin insan, inancından Rabbimizden ve Peygamberimizden dolayı utanamaz, aşağılık duygusuna kapılamaz. Okullara Kitap ve Sünnet’in seçmeli ders olarak girmiş olması, gerçek medeniyetin kuruluşuna vesile olacak onurlu bir adımdır. Senelerce gasp edilen haklarımızın küçük çaplı bir iadesidir. Her inanan, Müslüman erkek ve kadın, Hak-batıl mücadelesindeki safını, hedefini, amacını geçerli ölçüler ve prensiplerle tayin etmelidir. Bu mücadele Hz. Âdem’in oğulları ile başlamış, kıyametin kopmasına kadar sürecektir. Müslüman insan, safını doğru tercih etmelidir. Korkunun ecele faydası yoktur. Ve Allah iman edenlerle beraberdir. En büyük imkânımız ise imanımızdır. 7 Abdullah BÜYÜK Yaşamış olduğumuz bu ülkenin olumsuz yönlerini, olumsuz şartlarını biz Müslümanlar hazırlamadık, hazır bulduk. Şikâyet etmek çözüm değil, imtihanı kazanmayı hedeflemeliyiz. Yeryüzünde işlenen tüm kötülüklerin oluşma sebebi üçtür: Haksız kazanç, gerekli yere harcama yapmamak ve gereksiz yere harcama yapmak. Herkes bu suçlara ortak olup olmadığını vicdanlarına sorarak öğrenebilirler. cü suçlu ise o toplumu bozan kişi ve kurumdur. Daha geniş bilgi almak istenirse: Taha Suresi, 85-98. âyetlere bakılabilir. Mü’min Suresinin 26. ayeti, Firavun mantığının ne olduğunu açıklar. Bu mantık, batının ve batı patentli ülkelerin siyasi kimliklerini oluşturur. Merak ettiyseniz Firavun mantığını, kısaca cevap verelim: Müslümanı namazda, hacda, ibadette serbest kılıp, idare ve yönetimde, devlet idaresinde kabul etmemektir. etmemiz gerekir: Ehliyet, liyakat ve sadakat. Ne yazık ki ehliyete önem verildiği kadar, sadakate önem verilmiyor. Daha sonra tahmin edilmedik olaylara şahit oluyoruz. İlla sadakat. İlla sadakat. Bir Müslüman’ın, diğer Müslüman kardeşi ile küs durması yasaktır. Eğer aralarında üç şey varsa irtibatı kesmek caizdir. Biri diğerinin namusuna veya rızkına veya dinine zarar verecek tavırları olursa, küsme hakkını kullanabilir. Meşru olan tüm değişimlerin refeTerörün, anarşizmin, bozguncuransı Rabbimizdir. Değişim, taklide luğun oluşma sebebi: Müslümandayanan bir değişimse bunun sonu ların kendi aralarında haksızlık yozlaşmadır. Değişim, gelişmeyapması. Bir de müminlerin 17 Aralık 2013 taye dayanırsa, kaliteyi sağlar. birbirleriyle dayanışma içeririhinden beri hayli yorulDinimiz ise değişimin motor sinde bulunmamasıdır. Her gücüdür. iki konu ile alakalı olarak: duk. Zihnen, bedenen ve kalEnfal Suresi/73.-Şuara Su“Yarın yaparım, ertesi gün ben yorulduk. Okuyucularımıza resi/183. âyetlere bakılayaparım, gibi düşünceler, bilir. şeytanın prensibidir. Onu kısmen de olsa zihni yorgunluğunu müminlerin kalplerine dindirecek cümleler takdim etmek Günümüzde âlimlerimizin atar.” (Hadis. Deylemi, çok dikkat edeceği bir istiyorum. Her bir cümlemiz üze- konu C.Sağir.) vardır. Bu konurinde düşünmelerini umuyor ve nun dengesi kurulmadığı 1912 senesi, politik gücün, müddetçe, Müslümanların cümlesine selam ve saygıİslam Dini’nin önüne geçtiği problemlerini, sıkıntılarını bir tarihtir. 1924 tarihi ise lalar sunuyorum... çözmede hayli zorlanırlar. ikliğin devreye girdiği bir senedir. Müslüman âlimin bir eli kitapta O günden bu günlere kadar, zihin, (Kur’an-Sünnet-Fıkıh v.s), diğer eli kalp ve nefis eğitimi resmi kurum- H e r hangi ise hayatta olmalıdır. Hayattan halarda rafa kaldırılmıştır. Kur’an bir ülkede dini faaliyet veya hizmet beri olmayanın, hayatın problemifadesi ile “kan dökecek, yeryüzünü edip, başarı sağlamak istiyorsak ki lerini çözmeye hakkı yoktur. ifsat edecek” insanların, devletin bugün birçok insanımız değişik ülhangi kurumu eğitebilecektir? kelere gitmektedir. Dikkat etmemiz Tüccarlarımız, fabrikatörlerimiz, sanayicilerimiz mali müşavirlere Şu acı gerçeği unutmamamız gere- gereken iki şart vardır: Birincisi, ülihtiyaç duyduğu, önem verdiği kakiyor: Bir toplumun bozulmasında kenin fıkhi kimliğini bilerek hareket dar, hatta daha ötesinde dini müetmek, ikincisi ise o ülke halkının suçlu olanın kim olduğu sorulursa, şavirlere de ihtiyaç duymalıdırlar. suçluluk derecesine göre cevabı hayat tarzını iyi anlamaktır. Gelir-giderinin fıkhi ölçülere daKur’an vermektedir. Birinci suçlu, Herhangi bir kurumda(Dernekyandırmayanların, ahretteki hesao toplumun bizzat kendisidir. İkinci Vakıf-devlet) eleman çalıştırmak isbı çok çetin geçer. suçlu o toplumun lideridir. Üçün- tiyorsanız, şu konulara çok dikkat 8 Şöyle buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav): “Bir yerde fitne zuhur edince, kimse ona kapılmasın. Herkes işine gücüne baksın. Çoban çobanlığına; Çiftçi toprağı işlemeye devam etsin. Bir işi, meşguliyeti olmayan ise kılıcını kırsın. Fitneden süratle uzaklaşıp kaçsın!” F i"Fitne d t"Fitne n n i e "Fitne zuhur e ğ z i u t t h zuhur ettiğind u e zuhur ettiğinde r r u h u z e itn işine Fherkes "herkes n ı baksın" s k a işine baksın b e n i ş i hherkes s ehrek işine b e s iş rke ine b "Fitne zuhur ettiğinde herkes işine baksın" w w w. b u r a k o f s e t . c o m grafik tasarımdan renk ayrımına, ofsetten mücellite, dijital baskıdan promosyona... Tam hizmet matbaacılık. Hamza TEKİN BİR CENNET VARDI YERYÜZÜNDE “Babamız Âdem cennete idi; yaptığı hata ve günah sebebiyle orayı kaybetti. Bu kaybettiği ve mahrum bırakıldığı cennet yeryüzünde mi idi, yoksa ahrette inananların ebedi kalacağı öbür âlemdeki cennet miydi?” İ nsanların kafasına takılıp hep sordukları bir mesele var bunu sizler de ara sıra duyarsınız: “Babamız Âdem cennette idi; yaptığı hata ve günah sebebiyle orayı kaybetti. Bu kaybettiği ve mahrum bırakıldığı cennet yeryüzünde mi idi, yoksa ahrette inananların ebedi kalacağı öbür âlemdeki cennet miydi?” Bu yazımızda bununla ilgili kısa bir beyan arz etmek istiyoruz. Şöyle ki: Münzir b. Sait tefsirinde “ve dedik ki «Ya Âdem! Sen ve zevcen Cenneti mesken edin, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın ki haddi aşan zalimlerden olmayasınız.” (Bakara, 35) ayetini tefsir ederken diyor ki; “Bir gurup âlim dediler ki Mevla Âdem’i kıyamet günü inananları koyacağı “Huld” cennetinde iskân etmiştir. Başka bir gurup ise “Âdem’in iskân edildiği cennet “Huld” cenneti olmayıp başka bir cennettir” dediler. Elmalı merhum bu ayeti açıklarken şöyle bir not düşmüş diyor ki; “Acaba bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur “Filistin’de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan’a nakliydi.” denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem’in yaratı- 10 lışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi.” Âdemin yerleştirildiği cennetin huld cenneti olmayıp yeryüzünde bir cennet ve yer olduğu görüşünü savunanların da kendilerine göre birçok delil ve dayanakları vardır ki bazıları şunlardır: Bunlar diyorlar ki Rab hazretleri tüm nebilerin dili ve açıklaması ile huld cenneti denen cennete girmenin kıyamet günü olacağını bildirmiştir. O zaman ise daha gelmemiştir. Mevla kitabında oranın nasıl bir yer olduğunu bize anlatıp açıklamış bulunmaktadır. Mevla bir şey, açıklayıp sonra o şeyin açıklanan ve tavsif edilen sıfatın dışında olması muhaldir. İlahi kitapta anlatıldığına göre muttakiler için hazırlanan ve anlatılan cennet “kalınacak yerleşilecek ve bir daha da çıkılmayacak bir yerdir. Kim oraya girerse artık orada kalacaktır.” Halbuki Âdem girdiği cennette kalmamış, huld cenneti dendiği halde orada ebedi kalıp yerleşememiştir. Mevla orayı “sevap ve mükâfat yeri” olarak anlatmış, “orada emir ve sorumlulukların olmayacağını” beyan etmiştir. Orası “selamet evi ve yeri olup, imti- han ve iptila yeri değildir.” Halbuki Âdem orada en büyük bela ile imtihan edilmiş ve kendine sorumluluk yüklenmiştir. Kitaptaki beyana göre “orada isyan ve günah olmayacaktır.” Hâlbuki Âdem bulunduğu cennette günah işlemiş ve isyana düşmüştür. Yine oranın “korku ve üzüntü yeri olmadığı” anlatılmış, halbuki Âdemle Havva bulundukları cennette korku ve üzüntüye gark olmuşlardır. Mevla orayı “darusselam” olarak vasıflandırmış, halbuki Âdem ile Havva bulundukları cennette selamet üzere olamamışlardır. Orası “karar yeri” olarak ilahi kitapta tavsif edilirken Âdem orada karar kılamamıştır. Çünkü “cennetülhulde girenler çıkarılmayacaklardır.” “Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz, onlar oradan çıkarılacak da değildirler.” (Hıcr, 48). Halbuki Âdem ve Havva bulundukları cennetten çıkarılmışlar ve kendilerine hüzün ve keder dokunmuştur. Âdem telaş içinde kaçmaya başlamış, üzerine cennetteki ağaç yapraklarını örtmeye çalışmıştır. Bu bir sıkıntı ve kederdir. “Cennette onlara bir yorgunluk dokunmaz.” Çünkü cennet nimet­ leri halis, lezzetleri katıksızdır. Onlar için kolay elde edilebilir durumdadırlar. Çalışmalarına, didinmelerine gerek kalmaksızın, istedikleri kendilerine verilir. Yeter ki bir şeyin isteği kalplerinde oluşsun. Hemen o şey, onların yanlarında tertemiz olarak görülüverir. Süddi, «Nesbun» kelimesinin meşakkat ve eziyet anlamına geldiğini söylemektedir. Onlara meşakkat ve eziyet dokunmaz. Cennette ebedî kalırlar. Allah Teâlâ, cennet ehlinin cennette ebedî kalacaklarına dair beyanda bulunmaktadır. Yani zevalsiz bir ebediyet, fenasız bir beka, eksiksiz bir kemâl, mahrumiyet olmaksızın bir zafer vardır. Evet bu ebedilik içinde ve onların bundan haberdar olmasında, lezzetin tamamı, rahmetin kemali vardır. Çünkü nimet ve lezzet içinde olan bir kimse, bunların arkasının bir zaman sonra kesileceğini, yok olacağını bilirse, o nimetler kendisine adeta zehir olur. Lezzetler karmakarışık hale gelir. Yine bize ilahi kitapta bildirildiğine göre “orada lağıv, boş şey ve günah yoktur.” Halbuki Âdem’ in bulunduğu yerde Âdem iblisin boş lafını ve günahını duymuştur. “Orada yalan olmayacağı” da söylenmektedir. Halbuki Âdem şeytanın yalanını dinlemiştir. Mevla orayı “doğruluk yeri” olarak vasıflandırdığı halde Âdem’in bulunduğu yerde şeytan yalanı için yemin etmiştir. Ayrıca ilahi kitapta Mevla, “Rabbin melâikeye «Ben yerde (arz) muhakkak bir halife yapacağım» dedi…” buyuruyor. Cennetülmeva’da halife kılacağım demiyor. Melekler de “… Â! Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?. Biz hamdinle tesbih ve Seni takdis edip dururken» dediler.” (Bakara, 30). Bunun cennetülmeva’da olması muhaldir ve akıl da kabul etmez. Mevla şeytanın söylediklerini bize aktarır, şeytan Âdem’e diyor ki; “… Ey Âdem! Sana kılavuzluk edeyim mi, ebedilik ağacına ve çürümez krallık ve mülke? dedi.” (Taha, 120). Eğer Mevla Âdem’i huld cennetine yerleştirmiş olsaydı şeytan ona nasıl var olan bir şeyi kendine göstereceğini söyleyebilirdi? Ay- rıca Mevla Âdem’i cennete koyarken onun orada ebedi olarak kalacağını da söylememiştir. Eğer oranın huld cenneti olduğunu bilseydi şeytanın sözüne ve nasihatine asla uymazdı. Anlaşılıyor ki orası ebedi kalınacak bir yer değildir, bundan dolayı ebedi- Âdem’in arzda yaratıldığında şüphe yoktur; ancak yeryüzünde yaratıldıktan sonra göğe taşındığına dair hiçbir yerde açıklama gelmemiştir. Eğer böyle olmuş olsaydı herhalde bu anlatılır ve ilahi kitapta açıklanırdı. Çünkü bu büyük bir mucize ve ayet değerli bir nimettir. Çünkü bu, beden ve ruhu ile yerden göğe yükselmek ve bir miraçtır. lik lafı ile şeytan onu kandırmıştır. Ve yine dediler ki, eğer Âdem huld cennetinde iskân edilmişse orası, kutsal temiz bir yerdir. Orada ancak temiz ve tahir olanlar bulunur. Böyle olduğuna göre necis, melun, mezmum ve meşum olan şeytan oraya nasıl girmiş de orada fitne çıkarmış ve Âdem’e vesvese vermiştir. Bu vesvese ya kalbine veya kulağına söylenmek şekliyle olabilir her iki halde de melun olan, rahmetten kovulmuş birisi takva ehlinin yurdu olan bir yere nasıl ulaşmıştır? Halbuki daha önce ona “Hemen, buyurdu; in oradan ne haddine ki orada tekebbür edesin, haydi çık, çünkü sen alçaklardansın.” (Araf,13) demişti. Bundan sonra hiç ona yedi kat göğün üstünde olan meva cennetine ulaşmak imkânı ve müsaadesi verilir mi? Çünkü kovul- muştu, azarlanmış ve lanetlenmişti. Böyle bir şey “... Ne haddine ki orada büyüklenirsin” dendikten sonra müsaade edilsin? Âdem’e söyledikleri ona yaptığı yeminler eğer kibirlenmek değilse o zaman kibirlenmek, büyüklenmek nedir? Yüce Allah, bu emirle onu bulunduğu makamdan derhal azledip indirdi. Kibrine karşılık küçüklüğe ve hakarete mahkûm etti. Aslının ateş olmasına güvenerek, hayırlılık ve fazileti kendisinde aslından intikal eden bir miras, elinden alınmaz bir kişisel özellik gibi varsaymıştı. Ayrıca Mevla hazretleri buyuruyor ki, “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah‘ındır, O’na hoş kelimeler yükselir, onu da ameli sâlih yükseltir, kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azâb vardır ve onların tuzakları hep tarmar olur.”(Fatır, 10). Kovulmuş şeytanın vesvesesi en pis ve necis kelimelerdendir; o kutsal yere yükselmesi nasıl düşünülür? İbni Münzir diyor ki, efendimizden nakledilir ki Âdem bulunduğu cennette uyumuştu. “Halbuki müslümanların icmaı ile huld cennetinde uyuma yoktur. Çünkü efendimize sorulmuştu ki cennet ehli uyur mu denmişti, efendimiz; “Hayır, uyku ölümün kardeşidir.”1 demişti. Uyku bir çeşit ölümdür; Kur’an öyle diyor. Vefat ve ölüm ise halin ve durumun değişmesidir. Selam evi olan cennet ise halin değişmesinden beri ve uzaktır. Âdem’in arzda yaratıldığında şüphe yoktur; ancak yeryüzünde yaratıldıktan sonra göğe taşındığına dair hiçbir yerde açıklama gelmemiştir. Eğer böyle olmuş olsaydı herhalde bu anlatılır ve ilahi kitapta açıklanırdı. Çünkü bu büyük bir mucize ve ayet değerli bir nimettir. Çünkü bu, beden ve ruhu ile yerden göğe yükselmek ve bir miraçtır. Ayrıca Mevla hazretleri Âdem’i yerden göğe yükselmez, çünkü meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağım diyor. Huld cennetine giren orada ebedi 11 kalacaktır ve bir daha çıkmayacaktır. Ehli tahkik âlimler dediler ki Âdem’in bulunduğu cennetin huld cenneti olmadığına delil, Mevla Âdem’i yarattığında ömrünün bir eceli ve sonu olduğunu, ebedi olmadığını ona bildirmesidir. Nitekim Tirmizi’nin Ebu Hüreyre’den naklettiği bir hadiste Hz. Resul buyurmuşlar ki; “Hak Teala Âdem’i yarattı, ona ruh üfürdü, ruhun bedene girdiğinde Âdem aksırdı ve ‘elhamdülillah’ dedi. O’nun izni ile ona hamd etti. Mevla da ona ‘yerhamükellah’. Ey Âdem! Şu oturan meleklerin yanına git ve onlara ‘es-selamu aleyküm’ de! dedi. Âdem olara selam verdiğinde onlar ve aleyküm selam dediler. Ondan sonra Âdem Rabbe döndü. Mevla ona işte bu söylenenler senin ve senin evlatlarının aralarındaki selamlaşmasıdır buyurdu.” Mevla ona avuçları kapanmış iki el gösterdi birini seç dedi Âdem sağ eli seçiyorum dedi. O iki elde de bereket vardı; el açıldığında orada Âdem ve soyunun olduğu görüldü. Âdem; “Bu nedir ey Rabbim!” dediğinde, Mevla; “Bunlar senin zürriyetin ve soyundur” dedi. Bakıldığında her insanın ömrü iki kaşı arasında yazılmış olarak görünüyordu. İçlerinden birinin parıltısı daha fazla idi. Âdem; “Bu kimdir?” diye sorduğunda Mevla; “Bu senin evlatlarından Davut’tur” buyurdu. Ömrü kırk sene olarak yazılmıştı. Âdem; “Ya Rabbi! Bunun ömrünü artır” diye niyazda bulundu. Mevla; “Benim yazgım değişmez” dedi. O zaman Âdem; “Rabbim! Ömrümden altmış seneyi buna veriyorum” dediğinde Mevla; “Peki öyle olsun” buyurdu. Sonra Âdem’e; “Cennette bir müddet kal, sonra oradan in” buyurdu. Âdem’in yaşını sayıyordu. Eceli dolup ölüm meleği geldiğinde Âdem ona; “Çabuk geldin, benim bin sene ömrüm var, daha dolmadı” dedi. Melek; “Ama sen ondan altmış seneyi evlatlarından Davud’a vermiştin” dedi. Âdem bunu kabul etmeyip inkâr etti, sözünden caydı, nesli de sözlerinden caydı, o unuttu Âdem’in soyu da unuttu. İşte artık o günden sonra verilen 12 sözlerin tescili için yazı ve şahit gerekli kılındı.”2 Bu hadis (biraz arızalı olmasına rağmen) açık ve net olarak gösteriyor ki Âdem, girenin bir daha ölmeyeceği bir yerde ve yurtta yaratılmamıştır. Sonlu ve fani bir ortam ve âlemde yaratılmış ki orada olanlar için bir ecel ve bir son vardır. Dense ki eğer Âdem biliyor idiyse ki; bitecek bir ömrü, sona erecek bir eceli vardır, ebedi değildir, peki o zaman neden şeytanın “sana ebedilik ağacına kılavuzluk edeyim mi yalanını bilemedi? Buna iki şekilde cevap verilir: 1- “Huld” devamlılık ve ebedilik gerektirmez; uzun bir kalış manasına da gelir. 2- Şeytan ona yemin billâh ederek aldattığında kendisi için takdir edilen ömrü ve eceli unutmuş olabilir (şeytan ve şeytan gibiler genellikle hep böyle Allah’la aldatırlar). Bütün Müslümanlar tartışmasız bilir ki Âdem bu yeryüzü toprağından yaratılmıştır. Balçık halindeki topraktan yaratıldığı, süzülmüş çamurdan, kokuşabilen çamurdan yaratıldığı bildirilmiştir. Bunların hepsi toprağın halleridir, ilk devresidir. Sonra Âdem’in neslinin nutfeden, sonra alakadan, sonra bir çiğnem etten yaratıldığı devreleri bildirilmiştir. Bu yaratılıştan sonra Mevla Âdem’in göğe kaldırıldığı hakkında bir bilgi vermemektedir. Bu ne yaratıldıktan sonra ve ne de yaratılmadan önce meydan gelmemiştir. Maddesi ve fiziki yapısı ile göğe yükseltildiğine dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Aklı olan ve son tecrübelerin ispatı ile meydana çıkan gerçeklerle yüzleşen herkes bilir ki göklerin üzerinde kokusu değişen arzdaki gibi bir toprağın olmadığı bir gerçektir. Böyle bir toprağın bulunduğu yer bu yeryüzüdür. Uzay boşluğunda ve felekler üstünde olanlarda bir değişme ve kokuşma ve bozulma muhaldir mümkün değildir, ilahi kurala aykırıdır. Bu konuda aklı olan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ayrıca hazreti Mevla buyurur ki “Ama kutlu olanlarsa cennettedir, orada ebedî kalır. Rabbinin dilediğinden başka hepsi, gökler ve yeryüzü durdukça; bitip tükenmesi olmayan bir bağıştır bu.”(Hud, 108) Mevla huld cennetindeki ata ve ihsanın asla kesilmeyeceğini söylemektedir. Cennetin devamı ve ebediliği, Allah’ın vücub-i zatisi gibi kendinden değildir, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes de orada ebedî kalmayacaktır, günahkâr müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete girecekler ve saadete erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen cennet saadetinden daha büyük saadetler de olabilecektir. Nitekim bir kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri mertebelere yükselecek, “Allah’tan gelen Rıdvan en büyüktür.” (Tevbe, 9/72) ve “Ve nice yüzler de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine bakakalır.” (Kıyamet, 75/ 22-23) âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır. Fakat bu gibi istisnalarla cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti olacakmış vehmine düşülmesin. “Öyle bir ata ve ihsan olacak ki, kesilmesiz.” Dünyadaki gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil, kesintisiz sürüp giden bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir. Mevla’nın bize haber verdiği Âdem’in yerden yaratılışı ve orada halife kılınışı iskân edildiği yerde şeytanın ona vesvese vermesi göz önüne alındığında Âdem’in yaratıldığı cennet, ahirette inananların gireceği huld cenneti değildir. O başka bir cennettir ve bu arz üzerinde olmuştur. Huld cenneti teklif ve sorumluluk yeri de değildir. Halbuki Âdem ve Havva ağaçtan yememe emri ile mükellef kılınmıştır, bu gösteriyor ki Âdem’in bulunduğu yer teklif mahalli olan bir yerdir. Mükâfat ve sevab mahalli olan cennet değildir.3 Yani yeryüzünde bir yerdir. Rab; “Dedi ki: “Birbirinize düşmanlar olarak aşağı ininiz. Bir süreye kadar yeryüzünde yerleşip geçineceksiniz.” “Dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.”(Araf, 24-25) Kaynaklar: (1)Ebu Nuaym, sıfatulcenneh, 1/ 126; Feyzulkadir, 6/ 300; Mecmeuzzevaid, 10/415; ellelülmütenahiye, 2/ 931; el-Beyhaki, el-Basu vennüşür, s, 257. (2) Tirmizi, bab, 95, Tefsirulkuran, hadis no: 3368. (3) İbni Kayyım, Hadilervah, s, 56-68. Sahir AKÇA HURÂFE Hurâfeler, bir taraftan Müslümanların inançlarına-akîdelerine zarar verirken, bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sâhip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din günümüz gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî-mevcut, var olan gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir. S özlükte; saçma, uydurma, anlamsız, boş şey, gerçek olmayan söz, tutarsız düşünce, asılsız inanç ve masal anlamlarına gelir. Aslı esası olmayan, uydurulmuş bâtıl rivâyetler–bâtıl inanış, masal, efsâne, yalan hikâye. Hurâfe, câzibeli ve nefse hoş gelen yalan olarak da tarif edilir. Istılahta ise; gerçek bir dayanağı olmadığı hâlde, dinî bir emir veya yasakmış gibi kabul edilen, kutsallık ve bağlayıcılık atfedilen inanç ve dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye, rivâyet ve sözlere verilen addır. Hiçbir hakikate dayanmayan, vehim ve hayâlden ibaret olan asılsız, boş ve bâtıl inanç, düşünce ve bunlara bağlı olarak yapılan davranışlardır. Yâni, eski dinlerden günümüze kadar gelen bâtıl inanç, hikâye, masal, mitoloji, efsâne, esâtir, kült gibi kelimelerin eş anlamlısı olarak da kullanılmaktadır. İslâmî anlayış ve inançlara ters olan, sonradan ortaya çıkarılan ve dinle–İslâm’la ilgisi olmayan her türlü görüş–bâtıl inanç, tutum ve davranışlar. Dinin özünde bulunmayıp, daha sonradan bazı art niyetli veya câhil kişiler–demagoglar, sahtekârlar, din sömürücüleri ve tüccarları tarafından bilinçli bilinçsiz olarak ortaya atılan fiil, söz ve davranışlar. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu hâlde, tarih boyunca İslâm’a mâl edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır. Hurâfe’nin; “Harefe” kökünden türediği, “Haref”in de bunamak anlamına geldiği ve insanları bunamaya iten bir illet olduğundan bu ismi aldığı belirtilir. Bazı Hadis metinlerinde ise, Cinlerle bir süre kaldıktan sonra gördüklerini anlatan bir kişinin adı olarak geçer. (İbn-i Hanbel, Müsned) Ayrıca, aslı astarı olmayan hikâyeler–masallar anlatan birisinin adı olarak da geçer. Dolayısıyla onun anlattığı, uydurup söyledikleri zamanla bütün uydurma hikâye ve rivâyetlerin ortak adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. 13 Hurâfeler, dilden dile veya kitaplarla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur. Ancak dinî bir motifle, dine mâl edilerek anlatılır. İşin önemli ve hassas yanı da burasıdır. Bunlar yalnız hikâye olsa, mesele değil, üzerinde durulmaz. Hikâye her zaman ve her yerde yazılıp anlatılabilir. Ancak bunlara uydurma ve yanlış oldukları hâlde İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler, Müslümanların saf inancına zarar vermektedir. Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, Yahûdi ve Hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara “İsrâiliyyat” denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı hâlde Din’e sonradan sokulan “Bid’at”lerdir. Ancak bunlar uydurma oldukları hâlde, çok önemli dinî ibâdetlermiş gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı da, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yanlış, İslâm dışı inançlardır. Yâni, Hurâfeler İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır. Hurâfeler, bir taraftan Müslümanların inançlarına-akîdelerine zarar verirken, bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sâhip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din günümüz gerçeklerinin çoğuy14 la bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî-mevcut, var olan gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir. Hurâfe, tarih boyunca tahrif sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hurâfe inançlarının temelinde, atalara bağlılık, kutsiyet, su, ateş, orman-ağaç gibi şeylerin kutsanması yatmaktadır. Hurâfe bâtıl olmasına rağmen, dinleyici ve okuyucuya tatlı ve cazibeli gelir. Bu cazibe ile de toplumumuzda medyum, burççu, falcı, büyücü, cinci gibilerinin çokluğu, hurâfe ve hurâfecilerin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. İtikatla ilgili hurâfeler şirke yol açmaktadır. Hurâfenin en temel özelliği ilme ve geçerli din kurallarına uymaması, Kur’ân ve Sünnet’e dayalı herhangi bir temelinin bulunmamasıdır. Müslüman, hangi ad ve kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadır. Hurâfenin bu durumuna açıklık getirebilmek için dine sonradan katılan diğer unsurları anlatan kelime ve kavramları da kısaca görmek gerekecektir: a) Bid’atler: Kur’ân’da ve Sünnet’te bulunmayan ve Ashab-ı Kiram tarafından da bilinmeyen, özellikle din esaslarına ait sonradan çıkma kimi ibâdetler, davranışlar ve inanca yönelik yorumlar. b) İsrâiliyyat: Kur’ân’daki kıssaların yorumu ve benzeri durumlarda ayrıntıya ait bilgi vermiş olmak adına Tevrat ve Tevrat yorumları, Ehl-i Kitap rivâyetleri. c) Bâtıl İnançlar: Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen inanç ve davranışlar. d) Esâtir: Putpereslik devrinde Tanrıların, kahramanların etrafında oluşturulan efsanevî tarih, mitoloji, hurâfat, masallar. Yâni, eski bâtıl dinlerin inanç ve yorumlarından olup da, halkın arasında İslamileştirilerek dine katılan mitolojik hikâye ve efsanelerdir. Hurafecilik: Bu hikâye ve rivâyetleri aktarma ve benimseme tutumu. Bunlar genellikle dinin bir parçası veya gereği aktarıla geldiği gibi, benimseyenlerce de dindenmiş gibi benimsenmiş olan, gerçekteyse dinle ilgisi bulunmayan, sonradan katılmış hikâye ve rivâyetlerdir. Tâbiin -hatta Ashabın son dönemi- devrinden itibaren, Mescidlerde halka öğüt verenlerden kimileri, daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeye başlamışlar ve bu arada İsrâiliyyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Kendilerinden “Kıssacılar” olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurâfecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir ve devam etmektedir de. Bilgi yetersizliği içinde ortaya konan bu inançlar, gerçekle bağdaşmamaktadır. Her Peygamber insanları bu yanlış inançlardan uzaklaştırmak için büyük mücâdele vermiştir. Ancak Peygamberlerin gelmesi üzerinden uzun süreler geçince, halk tabakaları İlâhî tebliği bırakıp eski inanç ve âdetlerine veya yeni ihdas ettikleri hurâfelerine meyletmişlerdir. İnsanların hurâfeye meyletmesinde bir etken de, açık bir varlık olmalarıdır. Özellikle Müslümanlar, çeşitli kavim ve medeniyetlerin yaşadığı bölgelere yayılmış olduklarından, o bölge insanının bazı inanç, âdet ve alışkanlıklarından etkilenmişlerdir. Bazen de Müslüman olan o kavim insanları, İslâm öncesine ait âdetlerini devam ettirmek istemişlerdir. Ancak, maalesef günümüzde onlar mevcut olmasalar da, onlara ait hurâfeler devam etmektedir. Bir de menfaat, şöhret, ihtiras gibi duygularla ortaya çıkan kişilerin, insanları kandırmak için başvurduğu saçma-sapan, asılsız düşünce ve hareketler de hurâfelerin oluşmasında önemli bir etken olmuştur. Her fırsatta insanı hakka, doğruya, gerçeğe, tabiatın ve hayatın sırlarını anlamaya çağıran İslâm, hakla, gerçekle ve dinle-İslâm’la hiçbir alâkası bulunmayan boş ve mânâsız inanç ve ibâdetleri hoş görmesi düşünülemez. Kur’ân ve Peygamberimizin Sünneti Müslümanlar için bir çerçeve çizmiştir. Haşr Sûresi 7. âyetinde; “Peygamberimizin verdiklerini almamız, yasak ettiklerinden de sakınmamız” emredilir. İbn-i Mâce ve Ebû Dâvud’un Efendimiz (sav)’den naklettikleri bir Hadis de; “Kur’ân’a sarıldığımızda sapıtmayacağımızı” haber verir. İslâm dışı kültür ve medeniyetlerden inanç, âdet ve gelenek şeklinde yapılan alıntıları, nakilleri bu çerçevede değerlendirmek ve İslâm’ın amaç ve ilkeleri ile bağdaşmayanlarını ayıklamak gerekir. Bunu da ancak Tevhid Dini olan dinimiz İslâm’ı iyi öğrenerek ve gereğince amel ederek elde edebiliriz. Onun için çağımız Müslümanları olarak bu konu- da gerekli hassasiyeti göstermek mecburiyetindeyiz. Her fırsatta insanı hakka, doğruya, gerçeğe, tabiatın ve hayatın sırlarını anlamaya çağıran İslâm, hakla, gerçekle ve dinle-İslâm’la hiçbir alâkası bulunmayan boş ve mânâsız inanç ve ibâdetleri hoş görmesi düşünülemez. Çeşitli Hurâfeler 1.Makas, iğne ve bıçağı elden ele vermek uğursuzluk getirir, 2.Cuma günü ev süpürmek günah, gece süpürmek ise fakirlik getirir, 3.Tahtaya üç kez vurup, “Şeytan kulağına kurşun” demek, 4.İki Bayram arası nikâh kıymamak, 5.Ölenin ardından 7., 40. ve 52. günlerinde Mevlit okutmak, 6.Mezar ve Türbelere mum yakmak, çaput bağlayıp dilekte bulunmak, 7.Cenazelere çiçek ve çelenk göndermek, definden sonra mezarın üzerine su dökmek, 8.Ev, tarla ve meyve ağaçlarına hayvan kafası asmak, 9.Havuza para atıp dilekte bulunmak, 10.Ay ve Güneş tutulmalarında teneke, davul çalmak veya silah atmak, 11.Kehânet, fal, astroloji ve uğur gibi yöntemlerle bilgi edinmek, 12.Çocuğu yaşamayan kadının bir Yatır’a kurban kestirip ve çocuk olunca da adını Satı veya Satılmış koyması, 13.Evlenememiş kızlar Yatır’a dilek dilerse kısmetleri açılır, 14.Nikâhta ayağa basan eşin sözü daha geçerli olur, 15.Gece üzerinde Baykuş öten evden cenaze çıkar, 16.Ce- naze çıkan evde kırk gün ışık yakmak, 17.Ateşe su dökülürse cin çarpar, yiyeceklerin ağzı kapatılmazsa gece onlardan cinler yer, 18.Dövme yaptırmak, erkeklerin küpe takması, burçların insan karakterine etkili olduğu inancı, 19.Sünnet olan çocuğun acısının azalacağına inanılarak sünnet olma anında annesi ve diğer hanımlar tarafından oklava çevirmek, 20.Yeni doğan çocuğun dindar olması için göbek bağını keserek cami avlusuna bırakmak, 21.Konuşmayan çocukların konuşabilmesi için cuma namazından sonra müezzin tarafından cami anahtarını çocuğun ağzına sokup çıkarmak, 22.Gelinin kucağına erkek çocuk verilince çocuğunun erkek olacağına inanmak, çocuk doğan eve 40 gün süre ile et alınmaması, yeni doğan çocuğun kırkı çıkmadan evden çıkarılmaması, boyu ölçülen çocuğun cüce kalacağına inanmak, yürümeyen çocukların ayaklarına ip bağlayarak cuma namazından ilk çıkan kişiye ipi kestirmek, 23.Sağ elinin içi kaşındığında para geleceğine, sol elinin içi kaşındığında da para çıkacağına, ayak altı kaşındığında da yola çıkılacağına inanmak, 24.Cam ve porselen gibi eşyanın aniden düşüp kırılmasını, bir belanın defedileceğine işaret saymak, 25.Hastanın başı üzerinde tuz gezdirmek, köz söndürmek, kurşun döktürmek, 26.Camiye girerken cami duvarını öpmek, 27.Tekke ve türbelerde kurban kesmek, türbe ve tekkelerden şifa beklemek, mum yakmak, el-yüz sürmek, 28.Misafirin, askere gidenin veya yola çıkanın arkasından su dökmek, 29.Nazar boncuğu takmak gibi, … 15 Yusuf YAVUZYILMAZ SUFİ ve ŞİİR Sufiliğin çıkış noktası olarak Kur’an ve sünnete dayandığı açıktır. Sufizm özellikle Hz. Osman döneminden itibaren ortaya çıkan siyasal çalkantılara ve aşırı zenginleşmenin doğurduğu şatafata bir tepki olarak doğmuştur. C umhuriyetin kuruluşundan günümüze süren çatışma konularından biri de Divan Edebiyatı etrafında dönmektir. Cumhuriyetin elitist ve laik karakterlerini öne çıkarıp pozitivizmi temel felsefe olarak kabul eden düşünce adamı ve edebiyat tarihçilerine göre divan edebiyatı; Cumhuriyet öncesi kültürü yansıtan, saray çevresine hapsolmuş halktan kopuk bir edebiyat tarzıdır. Bu ideolojik anlayışın sonucu olarak divan edebiyatı giderek gözden düşmüş ve bu alanda yapılan çalışmalar azalmaya başlamıştır. İdeolojik anlayış tarihin sürekliliğini gözden kaçırmaya elverişli yaklaşım tarzıdır. Oysa tarihte her şeyin yeni baştan başladığı kırılma noktaları yoktur. Değişim ve dönüşüm ne kadar hızla olursa olsun tarihin sürekliliği inkâr edilemez. Son zamanlarda gerek Osmanlı gerekse Divan Edebiyatı üzerine yapılan araştırma ve tartışmalar bu edebiyat geleneğine yeniden ilgi odağı haline getirmiştir. İskender Pala’nın Divan Edebiyatı üzerine yaptığı çalışmaların, Divan Edebiyatına olan ilginin artmasına da büyük katkısı olmuştur. Benzer şekilde Edebiyat ve sufi düşünce arasındaki etkileşimi konu alan Tasavvuf Edebiyatı konusunda da önemli çalışmalar yayınlanmaya başlanmıştır. Son olarak 16 Türkiye Yazarlar Birliği’nin inceleme ödülünü alan Erol Kılıç’ın bu alandaki eseri önemli bir boşluğu doldurmuştur. Eser okunduğunda kendisine verilen ödülü fazlasıyla hak ettiği görülecektir. Her şiir anlayışının bir dünya görüşüne dayandığı gerçeğinden hareketle Erol Kılıç, tasavvufi dünya görüşünün ana parametrelerini özetler. Erol Kılıç, önce tasavvufun genel bir tanımını verir: “Sufilik” yahut “Tasavvuf” adı verilen bu düşünce mektebi İslam dinin deruni yönünü esas alıp onun dışa vuran yönlerine bu derini yönü mutabakatı oranında önem atfeden bir irfan mektebidir.”(S11) Sufiliğin çıkış noktası olarak Kur’an ve sünnete dayandığı açıktır. Sufizm özellikle Hz. Osman döneminden itibaren ortaya çıkan siyasal çalkantılara ve aşırı zenginleşmenin doğurduğu şatafata bir tepki olarak doğmuştur. Gelişme ve daha sonra kurumlaşma döneminde Hint, İran, Yunan ve Hıristiyanlık etkisinden söz edilebilir. Bu etkileme ilk dönem sufilerinin dışında kalan sonraki dönem sufiler üzerinde daha belirleyici olmuştur. Sufizm özellikle İbn Arabi ile dini- felsefi bir zemine kaymıştır. Gerek doktrin ve gerekse kültürel olarak kadim zamanlardan beri hala canlılığını sürdürmekte olan bu dü- şünce tarzının geleneksel İslam toplumunun zihniyet dünyasını oluşturmada hakim paradigma olduğu tarihsel bir gerçektir. (11) Türk tarihinin gelişim evrelerinden Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tasavvuf düşüncesinin çok önemli yer tuttuğu açıktır. Sufiliğin İslam temelli bir düşünce sistemi olması onu Türk tarihi ile bütünleştirmiştir. Anadolu’nun İslamlaşma sürecinde de sufi dervişlerin oynadığı rol tüm tarihçilerce kabul görmektedir. Sufilik İslam tarihi içerisinde özgünlüğü ön planda olan düşünce ekolüdür. Hatta “Rene Guenon, Titus Burckhardt, F. Schuon ve Martin Lings gibi tasavvuf araştırmacılarının ve Batılı düşünürlerin sufizmi günümüzde “otantikliğini kaybetmiş yegane hikmet okulu” olarak gördüklerine de dikkat çekeriz. Eserin giriş bölümünü göz önünde tutarak yaptığımız bu değerlendirme çalışma hakkında ilk izlenimlerin oluşması bakımından önemlidir. Kitap 4 bölümden oluşmaktadır: 1. Bölümde genel girişin yanında, Tasavvufi Dünya Görüşü ve Osmanlı Şiiri, Şairler ve Şeyhler: Şiirde İnsan-ı Kamil Sembolü, Şeyh-i Ekber ve Osmanlı Şairi, Mevlana ve Osmanlı Şiiri, Yunus Emre ve Osmanlı Şiiri, Osmanlı Şairleri ve Tasavvuf Mektepleri gibi konular yer alır. Birinci Bölümde şiirin Kur’an temelli bir değerlendirmesi yapıldıktan sonra, şiirin caiz olup olmaması ele aldığı konuların içeriğine bağlanır. Daha sonra Tasavvufun Osmanlı şiirine etkisi incelenerek Feylesof Rıza Tevfik’in “Ben öteden beri iddia ederim ki tasavvuftan ziyade şiire elverişli bir felsefe yoktur” tanıklığı ile tasavvufun şiirimizin oluşumuna pozitif etkisi belirlenir. Türk tarihinin gelişim evrelerinden Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tasavvuf düşüncesinin çok önemli yer tuttuğu açıktır. Sufiliğin İslam temelli bir düşünce sistemi olması onu Türk tarihi ile bütünleştirmiştir. İnsan-ı Kamil, kendini bilen anlamında kullanılarak şiir içindeki müstesna yerini almıştır. Daha sonraki bölümlerde İnsan-ı Kamil benzetmesi başta olmak üzere, tasavvuftaki mazmunları şiire aktaran ve Osmanlı şiirinin oluşumuna katkıda bulunan Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre’nin etkileri incelenir. Mevlana’nın oğlu Sultan Velet, tasavvuf şiirinin ne olduğu konusunda açıklayıcı bilgiler verir. “Evliyanın şiiri Kur’an’ın tefsiridir. Zira evliya kendilerinden yok olup, Hak ile var olmuşlardır. Onların duruşları ve hareket etmeleri Haktandır. Çünkü “Mü’minin kalbi Rahman’ın iki parmağı arasındadır onu dilediği gibi döndürür. Şairlein şiiri ise onun tersine fikir ve hayal mahsulüdür. Ev- liyanın şiiri, şairlerin düşüncesiyle, yalan, dolan, mübalağayla uydurdukları şiirlere benzemez.”(S.76) İkinci Bölümde Osmanlı şiirin tasavvuf etkisi altında gelişen kavramsal tahlili, Osmanlı şiirinin biçimi, Osmanlıda şiir-ahenk-musiki ilişkisi, Tasavvuf sembolizmi ve profon şiir, Sözün tükenişi, Şiirin sonu ve tasavvuf konuları; Hayali, Ahmet Paşa, Şair Yari, Nesimi, Ahmed Kuddisi Baba, Sunullah Gaybi, Süleyman Çelebi gibi tasavvuf şairlerinin şiirlerinden örnekler verilerek anlatılır. Üçüncü Bölümde “Evrensel Şiir Poetikalarında Osmanlı Sufi Şiiri” incelenir. Osmanlı Tasavvuf şiiri kelimeyi sadece süse boğan bir şiir anlayışı değildir. “Yani sırf sanat olsun diye sözü aşırı süse boğmak manayı öldürecektir. Sözü ne kadar süslersek süsleyelim özünde bir mana yoksa okuyucuya hiçbir faydası olmayacaktır. “(S.115) Bu açıklama Harputlu Hazmi’nin Medresi din anlayışını yansıtan bir şiirinin tercümesidir. Hazmi Efendi’nin şu dörtlüğü bu tartışmaya son noktayı koymaktır. “Bu rütbe şarlatanlık etme vaiz Özün yok sözünden nesne gelmez Söze isterse bin türlü düzen ver Buruşmuş çehre düzgünle düzelmez “(S. 115) Osmanlı şiirinin genel anlamda tasavvufun kanatları altında geliştiğini söylemek yanlış olmaz. S.H.Nasr’ın sufilik ve şiirle ilgili kanaatleri, tasavvuf şiirinin çerçevesini çizmiştir. “Baştanbaşa bütün sufi edebiyat ister şiir formunda olsun, ister vecize ve ister nesir formunda olsun hepsi de aslında ruhun Tanrı’ya olan açlığının iştiyakının sonucunda O’na doğru yolculuğunun ve en sonunda O Mutlak Bir olanla buluşmasının-ki insani en üst gaye budur- bir “hikâye”sinden ibarettir. Çünkü bu hikâye ile O’na giden bu yolun sırları açıklanır ve aslımızdan olan ayrılığımızın sıkıntıları, acıları dile getirilir. (S.134) “Evrensel Şiir Poetikalarında Osmanlı Sufi Şiiri”nin incelendiği üçüncü bölüm Mahmut Erol Kılıç’ın bölümü özetleyen cümleleriyle sona erer. “Hasılı, İslam geleneğinde şiiri besleyen en önemli fikri damarın Tasavvuf damarı olduğu ve sebeplerini kitap boyunca göstermeye çalıştığımız gibi “şiir” ve “tasavvuf”un her düzlemde bir ruh ve bir beden gibi iş ise tezahür ettikleri bir gerçektir. (S 168) Kitabın son bölümünde ise yazar Sadık Yalsızuçanlar’ın Mahmut Erol Kılıç’la yaptığı hoş bir röportaj yer alıyor. Bu röportajın, Hece dergisi adına yapıldığı ve derginin Aralık 2003 84. sayısında yayınlandığını da belirtelim. Mahmut Erol Kılıç’ın, Gönül denilince ne anlamalıyız? Kalb midir, nefis midir? Nedir gönül? sorusuna verdiği cevap enfestir. “İslam’da gönül, yani kalb bir bakıma beytullah, Sevgilinin konaklayacağı yer olarak görülmüştür. Hiçbir yere sığmayan Allah, mü’min kulunun kalbine sığdığını ifade etmektedir. İşte bu kalp, tasavvufa göre en önemli bilgi kaynaklarından biridir. “Onların kalpleri vardır, aklederler (Hac, 46) ayetinde olduğu üzere aslında akletme dediğimiz işlem kalbin bir işlevidir. Modern zamanlarda gerçekleşen bir zihniyet kırılması neticesinde akletmenin beyinsel bir faaliyet olduğu zannedilmektedir. Oysa ki bu bir yanılsamadır. Akletme kalbin eylemidir, kalbin bir melekesidir ve duyular sadece araya malzeme taşıma araçlarıdır. Bunlardan hükme varan ancak kalbdir. (S.190) Mahmut Erol Kılıç’ın bu değerli çalışması Tasavvuf ve şiir ilişkisini, zamanda buna bağlı olarak Tasavvufun Osmanlı şiirinin oluşumundaki katkısını anlamak isteyenler işin vazgeçilmez bir başucu kitabı niteliğindedir. 17 Faaliyetlerimiz SADAKAT Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) üyesi sivil toplum örgütleri, ocak, şubat ayı istişare ve koordinasyon toplantısında ana gündem maddesi olarak Sapanca Gölü’nde yaşanan sorunu ve şehir stadı arsasının TOKİ tarafından imara açılmasını ele aldı. S ADAKAT adına Sakarya Büyükşehir Belediyesi Başkanı Zeki Toçoğlu’nu ziyaret eden heyet, bu görüşmede şehir stadı arsasının TOKİ tarafından imara açılmasına karşı itirazlarını ilettiklerini belirtti. “24 Katlı AVM İstemiyoruz” yazılı binlerce broşür dağıtılmasıyla ilgili olarak ise söz konusu arsanın yeşil alan olarak Sakarya halkının hizmetine sunulması için bu tür kamuoyu faaliyetlerine daha fazla çaba harcanması gerektiği ifade edildi. SADAKAT, Sapanca Gölü’nde yaşanan sorunları ele alırken, özellikle sanayi kuruluşlarının göl suyunu kullanmalarının önüne nasıl geçilebileceği konusunu masaya yatırdı. Bu fabrikaların su ihtiyacının, körfezdeki deniz suyunun arıtılmasıyla sağlanabileceğini belirten sivil toplum örgütleri, bu konuda ilgili bakanlıkların harekete geçirilmesi gerektiğini söylediler. Sapanca Gölü’nün gerek otoyol, gerekse çevresinde artan yerleşim yerlerinden ötürü zaten kirliliğe maruz kaldığını, bu soruna son yıllarda gölü besleyen su kaynaklarının üzerine kurulan su fabrikalarının oluşturduğu sorunun da eklendiğini belirten SADAKAT üyeleri, SASKİ’nin bu konuda gereken adımları atmasını istedi. SADAKAT üyeleri, Sapanca Gölü'nün ve doğal su kaynaklarının bu şekilde kullanılmasının önümüzdeki yıllarda içme suyu açısından büyük bir tehlike oluşturduğuna dikkat çekerek, önceliğin halkın ihtiyaçlarının karşılanması olduğunu belirterek, Gölde yaşanan kuraklığın oluşturduğu risklere değinerek, yetkilileri acil ve kalıcı bir çözüm üretmeye çağırdılar. 18 Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT), Sakarya İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’na (İHH) dayanışma ziyaretinde bulundu. Mavi Marmara baskının gerçekleştiği tarihten beri üzerlerinde ciddi bir baskı kurulmaya çalışılan İHH, Suriye’ye dönük insani yardımların üzerinde şaibe uyandırılmaya çalışılıp, halklar arasında iletişim kopartılarak yalnızlaştırılmaya çalışılıyor. En büyük zararı da mazlum insanlara veriliyor. Her şeye rağmen yetkililer; zulme uğrayan, açlık çeken, soğukla mücadele eden herkese yardım ellerini uzatmaya devam edeceklerini ve insani amaçlarla yürüttükleri faaliyetlerin hız kazandırarak devam ettireceklerini belirttiler. SAGİR Konferansı Sakarya Adalet Girişimi’nin yeni konferansı Ribat Eğitim Vakfı organizasyonunda düzenlendi. 20 Aralık 2013 Cuma günü Serdivan Konferans Salonu’nda gerçekleşen etkinlikte Ramazan KAYAN Hocaefendi “İslamı Tehdit Eden Yeni İdeolojiler” konusunda dinleyicilere aydınlatıcı bilgiler sundu. P rogram Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı; ardından Ribat Eğitim Vakfı adına Gazanfer ÜVEZ selamlama konuşmasını yaptı. Kaynağını liberalizmden alan yeni izm’ler hakkında bilgiler sunan Ramazan KAYAN Hocaefendi; yeni zamanların yeni ideolojilerini “Tembelizm, Konforizm, Kariyerizm, Tatilizm, Paraizm, Modaizm, Futbolizm, Sanalizm, Egoizm ve Hevaizm” olarak zikretti. Daha sonra da bunlardan korunmak için şu kalkanlara ihtiyaç duyulduğunu ifade etti: “Kur’an ve sünnete sarılmalı, sade yaşamalıyız; felaha ulaşmalıyız, nefislerimizi terbiye etmeliyiz, helal kazanmalıyız, adaletli olmalıyız, şahit olmalıyız, kardeş olmalıyız, vefalı olmalıyız, paylaşımcı ruha sahip olmalıyız, marifet ehli olmalıyız, ulvi hedeflere odaklanmalıyız, muttaki bir toplum olmalıyız, davetçi olmalıyız, hakkın rızasını öncelemeliyiz…” İslamı tehdit eden yeni ideolojilerden kurtulmak için; Tevbe, Tevhid, Takva, Tilavet ve Tefekkür’den oluşan 5 T’ye sahip olunması gerektiğini belirterek konferansını sonlandırdı. Siera Leoneli Müslüman Musa Bangura ile ilgili hatıraları ise dinleyicilerin oldukça ilgisini çekti. Ribat Eğitim Vakfı, Diriliş Saati Dergisi, İlim ve Hikmet Vakfı, Sakarya Dayanışma Derneği ve Vahdet Vakfı gönüllüleriyle birlikte çok sayıda Sakaryalı ve civar illerden gelenler konferansı ilgiyle takip etti. 19 Faaliyetlerimiz ABDULLAH BÜYÜK HOCAEFENDİ’NİN ZİYARETİ Abdullah Büyük Hocaefendi her yıl geleneksel olarak düzenlediği Sakarya ziyaretlerinden bir yenisini 22 - 24 Şubat 2014 tarihleri arasında gerçekleştirdi. Ziyaret kapsamında vakıf gönüllüleriyle sohbetin yanı sıra belde ziyaretlerinde de bulunarak çalışmalar hakkında bilgiler aldı. SAKARYA GENÇLİK EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ SOHBETLER Derneğin “Cumartesi dersleri” devam ediyor. Emin Sakarya, Selami Gürsoy hocalar ile Yusuf Erkan, Yaşar Kaçanlar, Şener Cömert, Abdulkadir Dinç, Fatih Çaltıkoğlu, Selman Ürküt, H.Bilal Üvez ve Namık Konuralp gençlerle buluştu. Ders sonrası çay, kuru pasta ve meyve ikramları oldu. İlk ve ortaokul öğrencilerimizin de dersleri takip etmeleri mutluluk veriyor. Cumartesi günleri 12:00-16:00 saatleri arası ilk ve ortaokul öğrencilerimizle Kuran, ilmihal ezber ve tecvit derslerine devam ediliyor. İlk başta programlarımıza Vakfımız gönüllülerinin çocukları gelirken şimdi dışarıdan veya tavsiye üzerine gelen kardeşlerimiz de iştirak etmekteler. Dersten çok, kardeşlerimize vakfın önemi ve şahsiyetli Müslüman olmaları gerektiği ile ilgili konuşuluyor. Dernek olarak ayrıca bir yarışma da düzenlendi: 114 sure’yi sırası ve anlamlarıyla birlikte ezberleyen arkadaşlarımıza çeşitli hediyeler verilecek. Türkiye çapında düzenlenen meal yarışmasına katılacak 5 arkadaşımız hazırlıklarını Mithat AYKAÇ’ın gözetiminde devam ediyorlar. 20 İZNİK ZİYARETİ Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak 2 mart pazar günü derneğimize üye, faaliyetlere ve etkinliklere en fazla katılan 16 genç kardeşimizle İznik gezisi düzenledik. İznik'e Sakarya tarafı olan Lefke Kapısından giriş yaptık. Profesyonel rehber eşliğinde sırasıyla: I. Murad Hamamı’nda İznik maketinden şehri genel tanıma, Çini dükkanlarında Çinicilik hakkında bilgi ve meşhur İznik Çinileri, İznik Ayasofya Müzesini gezme ve öğle namazını burada kıldık. İlk Osmanlı Camii Hacı Özbek Camii, İznik’in maneviyat büyüklerinden Eşrefoğlu Rumi Hazretleri’ni ziyaret, Molla Fenari’nin Hocası Alaaddin-i Mısri Hz.nin kabri, Osmanlı’nin ilk müderrisi Davud-i Kayseri Hz.nin kabri ve bir ulu çınar ki bu ağaç 1300 yıllık bilinen en eski çınar ağacı, İznik Yeşil Camii, Kırgızlar Türbesi, Roma tiyotrosu, Bayraklı Dede’den İznik’e bakış, Saltuk Gazi türbesi, Çandarlı Hayrettin Paşa türbesi, Lefke kapı ve İznik surları, Çandarlı İbrahim Paşa Türbesi, Çandarlı Halil Paşa ve Fatih’in cezalandırma sebebi, İznik Çini çarşısı, İlk Osmanlı medresesi Süleyman Paşa medresesi ve çini atölyeleri, Köfteci Yusuf’ta güzel bir öğle yemeği saat 14:00 gibi I. Murad Hamamı yanında Roma yolu ve İznik tarihi ve çay-kahve ikramı ve dönüş. Geziye katılan tüm genç kardeşlerimize, geziyi düzenleyen derneğimize, gezide gençlerle ilgilenen başta rehberimiz Mesut bey, Harun Burucu Bey ve İrfan Aras Bey'a bize yemek ikramında bulunan İznik San.Tic. Odası Başkanı Mahmut Dede Bey'e teşekkür ederiz. 21 Faaliyetlerimiz HANIMLAR KOMİSYONU KAHVALTI Hanımlar Komisyonu'nun 11 Ocak ve 8 Mart tarihlerinde düzenlemiş olduğu halka açık kahvaltı programına yoğun katılım oldu. Programa emek veren başta hanım kardeşlerimiz olmak üzere vakıf gönüllülerine gayretlerinden dolayı teşekkür ediyoruz. Kahvaltı programına kapılarını açan SAKVA adına Mehmet Ersöz Bey'e vakıf yönetim kurulunu temsilen Yusuf Ertuğrul Erdem teşekkür plaketi takdim etti. “Ey iman edenler! Kendi sinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir önce size verdiğ imiz rızıkl şefaatin bulunmadığ ı bir gün gelmeden ardan Allah (c.c) yolunda harcayın.” (Bakara, 254) ADAPAZARI ŞUBESİ ADAvePAZ bulunmadığı bir gün gelmeden şefaatin hiçbirARI ŞUB , hiçbir dostluğun ESİ “Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alışverişin HANyolunda (Bakara, 254) harcayın.” IML AR KOM İSYONU önce size verdiğimiz rızıklardan Allah (c.c) Açık Büfe Kahvaltı Progr amına ADAPAZARI ŞUBESİ HANIMLAR KOMİSYONU Yer: SAK VA Tarih: 11 Ocak 2014 / Cum artesi Kahvaltı Programına Davet Yer: SAKVA 22 Tarih: 8 Mart 2014 / Cumartesi Açık Büfe Kahvaltı Davet Programına KahvaltıDavet Saat: 09:0 0 - 13:0 0 Saat: 09:00 - 13:00 HANIMLAR KOMİSYO NU ADAPAZARI ŞUBESİ HANIMLAR KOMİSYONU Programına Davet Davetiye tek kişiliktir. Davetiye tek kişiliktir. “Çaykışla Eğitim Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği”. "Muhterem Abdullah Büyük Hocaefendi, Sakarya ziyaretleri çerçevesinde 22 Şubat 2014 Cumartesi günü yeni kurulan Çaykışla Eğitim Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği'ni ziyaret etti. Ziyaret münasebetiyle toplanan halkımıza kısa bir sohbette bulunan Hocaefendi, Derneğin hayırlı olması temennisinde bulundu. Sohbet programına Erenler Belediye Başkanı Cavit ÖZTÜRK, Ribat Eğitim Vakfı'ndan yöneticiler ile Çaykışla halkı katıldı." 9 Mart Pazar günü Orhan Camii imam hatibi Sn. Mustafa AYDIN hocamızın "Arınma, temiz olma, tezkiye" konulu sohbeti ile bereketli bir gece yaşadık. 16 Şubat Pazar İbrahim Birol ERGÜN Hocamız ile "CİHAD" konulu sohbetinden bir kare SOHBETLERİMİZE YENİ YERİMİZDE DEVAM EDİYORUZ Hanımlar Komisyonu'nun 11 Ocak ve 8 Mart tarihlerinde düzenlemiş olduğu halka açık kahvaltı programına yoğun katılım oldu. Programa emek veren başta hanım kardeşlerimiz olmak üzere vakıf gönüllülerine emeklerinden dolayı teşekkür ediyoruz. 23 Mustafa AYDIN BESMELENİN İSTİSMARI Allah’ın emri; “işin başında besmele çekin, sonra da dilediğiniz gibi yapın” değildir. Besmele yapacağımız işin Allah’ın rızasına uygun olmasının sözleşmesidir. Günah olan hiçbir işe besmele çekilmez. “Bismillahirrahmanirrahim, hayırlı olsun” diyerek oyunu kullandı. Ülke gerçeklerini düşündükçe yazımın ilk cümlesini üç kere silerek yazmaya başladım. Ülkemizin dini İslam desem, yasalar bunu reddediyor. “1924 Anayasası’na ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini İslam’dır’ maddesi eklendi. 10 Nisan 1928’de, anayasadan ‘Devlet dini İslam’dır’ hükmü çıkarıldı. 1937 Anayasası’na ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti laiktir’ ilkesi konuldu. Halkı Müslüman olan ülke desem, halka iftira atmış olurum. Gerçekten halkı Müslüman olsa ülkede bunca yanlışlar nasıl yaşanır. Bu ülkede Müslüman var fakat hayata tesiri yetersiz. Biz çok küçük şeylerle yetiniyoruz. Yâ da kanmak istiyoruz ve kandırılıyoruz. Sözü uzatmanın anlamı yok öyle ülkedeyiz ki, her işin başında 24 “besmele” çekmek âdetimiz olmuş. Sonra da o işi yaparken müslümana “çektiririz”. Allah’ın emri; “işin başında besmele çekin, sonra da dilediğiniz gibi yapın” değildir. Besmele yapacağımız işin Allah’ın rızasına uygun olmasının sözleşmesidir. Günah olan hiçbir işe besmele çekilmez. Bir işe besmele çekilmişse referansımız, kimin adına başladığımızın şuurunda olmaktır. Bismillah demek, Allah’ın adıyla demektir. Hâlbuki biz Allah’ın adıyla deyip, batıl geleneğin izinde yürümekte ve hayatı sürdürmekteyiz. Diğer bir anlamıyla “Bismil âbâ- babalar adıyla- hayatı yaşıyoruz. Dilinden ve duvarından besmeleyi eksik etmeyenler, besmelenin şuurunu yok etmek mücadelesinde ön saflarda yer almaktadırlar. Nice törenlerde “besmele” söylenir, fakat Allah’ın rızası asla gözetilmez. Dükkân açılırken besme- le söylenir, fakat helal ve temiz ticaretten uzaklaşılır. Faiz, hile, yalan, sözde durmamak gibi yanlışları sürdürürken, besmelenin ne anlamı olabilir. Besmele hayata bakışın anahtarı ve projektörü olmalıdır. Gel gör ki durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Keşke besmeleyle başlanılan her iş, aynı duygularla devam etse ve besmelenin şuuru yapılan işte hissettirilebilse. Besmeleyle okumak, besmeleyle yazmak, besmeleyle yaşamak ve ne varsa hepsini besmeleyle yani “Allah ile olmak” ve hayatı sürdürmek demektir. Besmeleyle oy kullanmak, Allah adına seçim sonucunu, O’nun rızasına uygun olarak tefekkür edip yaşamı talep etmektir. Hadise sanıldığı gibi değil, İslamı öğreten müesseselerin kapısını kilitlemek ve kapanmasına el vermek ve seyretmek, besmelenin ruhuna ne kadar uygundur. Durumun iki yönü vardır. Birincisi cehalet ve zan; ikincisi ise ihanet ve zulümdür. Sanırım ikincisidir yaşanılanlar. İşin evvelinde besmele diyeceklerine, işlerini besmeleye uygun yapsalar olmaz mı? Bu çekilen besmeleler, bizim iman adına çektiğimiz hüzünleri artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Besmele demek Allah demektir. O da imandır, ameldir, ahlaktır ve muamelattır. Biz biliriz ki münafıklar “şahadeti” açıktan söylerler fakat Allah’ımız “onlar yalancıların ta kendileridir” buyurur. Bize düşen işine besmeleyle başlayanı, besmeleden uzak işleri dolayısıyla uyarmaktır. Besmele şahit ister, o da teslimiyet olan İslam’dır. Hayatı İslam üzere yaşayanın besmelesi canlıdır fakat İslam’ı yaşamayanın besmelesi ise sadece bir cesettir. Çürümeye mahkûmdur. Önemli olan “oyun” besmeleyle atılması değil, hayatın besmeleyle yaşanılmasıdır. Sahi biz besmeleyi biliyor muyuz? KISSADAN HİSSE Ayakkabı Numarası: boyarlar?” İmam efendi, On yaşlarındaydı, babaannesiyle ayakkabıcılar çarşısına gitmişlerdi. Babaanne kendisine ayakkabı alacaktı. Satıcı sordu: -“Tehlike işareti var yaklaşmayın demek isterler”, diyerek cevap verir. - Kaç numara giyiyorsunuz? Karşılıksız Sevgi: - Yaşlı kadın, bilmiyorum, fakat ayağım yanımda diyerekten cevap verdi. Ayakkabıcıyı bilmem fakat çocuk bu tatlı hatırayı yıllardır unutamadı. Zekâ mı, hikmet mi bilmem. Cevap çok güzeldi bence. Ya sizce? İğne İplik: Yaşlı kadının gözleri yakını görmüyordu. Göz tabibine gitti ve şikâyetini anlattı. Hekim hastayı muayene koltuğuna oturttu ve “karşı duvara bakar mısınız” dedi. İrili ufaklı harfleri sormak üzereyken, yaşlı kadın başını önüne eğerek çantasından bir iğne iplik çıkardı. Hekim şaşkınlıkla bakıyordu. Kadın hekime dikkatle bakarak, şimdi gözlüğü gözüme tak ben tamam deyince neticeyi söylerim dedi. Meğer kadın okuma yazma bilmiyor fakat derdi iğne iplikmiş. Göz muayenesinde elinde iğne iplik denemesiyle muayeneye başlanmış. Tam o anda, kadın “tamam iğneye ipliği takabildim, işte aradığım gözlük bu” deyivermiş. Sizce güzel mi bilmem ama bence bu da çok zekice güzeldi. İnsanlara gerekli bilgileri vermedikten sonra tüm çabalar boşa gider. Tehlike İşareti: Cemaatten biri orta yaştaki imam efendiye sorar; -“Hocam, kadınlar niçin dudaklarını kırmızıya Ağzına, diline ve aklına sağlık hocam. Altı yaşlarındaki çocuk babasını çok seviyordu. Babası sordu, beni ne kadar seviyorsun? Çocuk; “seni sevmeyi seviyorum, sen sevmesen de ben seni seviyorum” diyerek cevap verdi. İşte karşılıksız sevgi, anlayabilene… Ebeveyn Sevgisi: Anne erkek çocuğuna ebeveyn sevgisini öğretiyordu: “Oğlum ilgide ve yardımda önceliğin anaya verilmesini emreden Peygamberimiz, bu konuda soru soran sahabeye; ‘Anneni, sonra anneni, sonra yine anneni, daha sonra babanı, sonra da derece derece yakın olanı görüp gözet.’ buyurmuştur.” Sonra anne oğluna, “anladın mı” diye sordu, küçük adam ki yedi yaşlarındaydı, “anladım.” Anne anlat deyince, -“Anneyi üç kere seviyorsun bitiyor, sonra bitmezcesine babayı seviyorsun” dedi. Almasan da maşâllah de Pazarcı balık satıyordu, yanından geçen müşteri adaylarına şöyle sesleniyordu: “Almasan da maşâllah de, maşâllah de”. İşte bu cümle Kur’an’ın bize öğrettiği kulluk adabındandır. Zira Kehf Suresi’nde “Maşâllah lâ havle velâ kuvvete illâ billâh deseydin ya” buyrulur. 25 Harun ÇALTIKOĞLU Genç kalemler Sudan Günlügümden 3 Türkiye’de insanlar bu kadar rahat yaşamalarına rağmen (Sudan halkına göre) neden hala hallerinden memnun değillerdir.” Buradan o insanlara bakınca, güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyorum. İmkânım olsa da onları bir hafta buralarda gezdirsem. S udan, hayatımı iki kısma ayırdı. Birinci kısım buraya gelmeden önceki hayatım, ikinci kısım ise buraya geldikten sonraki hayatım. Burada birçok olaya tanık oldum. Hayata bakış açım değişti. Geceleri yatmadan önce günlüğümü yazarken, şöyle düşünürüm: ‘’ Türkiye’de insanlar bu kadar rahat yaşamalarına rağmen (Sudan halkına göre) neden hala halle- 26 rinden memnun değillerdir.” Buradan o insanlara bakınca, güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyorum. İmkânım olsa da onları bir hafta buralarda gezdirsem. Açlık içindeki insanların, yaşamak için ne kadar çaba harcadıklarını bir görseler. Keşke çölde yaşamaya mahkum olmuş, su almak için kilometrelerce yol yürüyen Müslüman kardeşlerinden haberleri olsa… SUDAN OLAYLARINDA SON DURUM Türkiye’den kiminle görüşsem ‘’Sudan’da olaylar varmış; sizde bir şey var mı?”’ diye sorarlar. Ben de tek tek açıklama yapıyorum. 2011 yılında düzenlenen referandum neticesinde bağımsızlığını kazanarak, Sudan’dan ayrılan Güney Sudan’da geçmiş dönemden kalma silahlı gruplar faaliyetlerini devam ettiriyorlar. Kabilelerin etkili olduğu siyasi arenada halihazırdaki başkan Salva SİİR en güçlü kabile olarak gösterilen DİNKA kabilesine, Riek MACHAR ise NUER kabilesine bağlıdır. Temmuz ayında KİİR tarafından görevden alınan MACHAR, 2015 yılındaki seçimlerde başkan adayı olacağını açıklamış (Güney Sudan halkı MACHAR’ın başkan olmasını istiyor). Böylece bu son gelişmeler ülke yönetimi ve iktidar partisi içerisindeki bir güç savaşı olarak gözüküyor. Kuzey Sudan’da ise en son eylül ayında olaylar çıkmıştı. O günden bugüne olay olmadı. Fakir kısım hayatlarını zorluklar içinde yaşamaya çalışıyorlar. Zengin kısım ise koca koca villalarında oturmuş, yanı başındaki kardeşinden haberleri bile yok. Çok korkunç bir durum. Rabbim ümmete birlik olmayı nasip etsin. (Amin) İLİM SEVDALISI İNSANLAR Sudan’ın en çok göze çarpan özelliği, mescitlerde olan sohbet halkalarıdır. Neredeyse haftanın her akşamı, mescitlerde sohbetler olmaktadır. İlim insanları da sanki ilimlerini insanlara aktarmak için birbirleri ile yarış yapmaktadırlar. Mescitlerin kapısında o akşam hangi sohbetin olacağı yazmakta, insanlar da film dizisi takip eder gibi sohbetleri takip etmektedirler. Bazı büyük mescitlerde, sohbetlerin ne zaman ve hangi hoca tarafından yapılacağı sabittir. Genellikle o hocalar Sudan’ın tanınmış ilim insanlarıdır. Sohbete gelen cemaatin çoğunluğunu gençlerin oluşturması ilginizi artırabilir. ULUSLARARASI AFRİKA ÜNİVERSİTESİ Afrika Üniversitesi, 1980 yılının başında kurulmuş, dini ilimler ve şeriat, tıp, hukuk, mühendislik, eğitim, eczacılık, diş hekimliği, ekonomi, işletme ve siyaset fakültelerinin bulunduğu bir kurumdur. Buraya gelen öğrenci, ilk yıl Arapça hazırlık dersleri görür. Bu dersleri geçerse istediği bölüme kayıt yaptırabilir. Her sene Kur’an-ı Kerimden bir cüz ezberlemek mecburiyetindedir. Ayrıca üçüncü sınıfın sonunda 21 günlük “KAFİLE”’ denilen tebliğ ve davet çalışmaları için 1.000’den fazla öğrenci Sudan’ın dört bir yanına dağılmaktadır. Buraya katılan öğrenciler zorunlu değil, kendi istekleriyle katılmaktadırlar. Gittikleri yerde halk onları misafir eder. Üniversite ise öğrencilerin her türlü masraflarını karşılar ve bu öğrenciler sadece şeriat öğrencisi değildir. Her bölümden gönüllü öğrenciler katılmaktadır. Keşke bizim ülkemizde de böyle çalışmalar olsa da vatandaşlarımız az da olsa bu öğrenciler sayesinde bilinçli olsa... Afrika Üniversitesi büyük bir mescide sahiptir. Mescidin içine girdiğinizde öbek öbek ilim halkaları görürsünüz. Öğrencilerin kimi tefsir, hadis vb. halkalara katılmış, kimi de köşeye çekilmiş ya ders çalışıyor ya Kuran okuyor ya da uyuyordur. Büyük bir bahçesi, güzel bir şadırvanı, kütüphanesi, öğrencilerin kalması için yurtları vardır. SÜRPRİZ MİSAFİR Memleketim SAKARYA’dan buralara misafir geleceğini duyunca çok heyecanlanmış, geleceği günü iple çeker olmuştum. Gelse de az da olsa oralara karşı hasretimi gidersem. 13 Şubat Perşembe sabah 5’te uyandığımda RİBAT Aşevi’nde olduklarının haberini aldım. Gelenin Gazanfer ÜVEZ hocamızın olduğunu öğrendik. Bir an önce gitmek istiyorduk ama yorgundurlar; dinlenirler diye düşündük. Öğleye doğru Ubeyde CANLI kardeşimle beraber RİBAT Aşevi’ne gittik. Karşımızda Gazanfer ÜVEZ hocamızı görünce, ona sıkı sıkı sarıldık. Sarıldığımda kendimi 9 aydır gidemediğim memleketimde hissettim. Beraberinde KONYA’dan gelen hayırsever ağabeylerimiz de vardı. 4 gün burada misafir olacaklarmış. Yoğun bir programları varmış. Aşevinde yapılan sünnet programına ve Sudan’ın bir köyündeki kuyu açılışına biz Sakaryalılar olarak (Ben, Ubeyde CANLI, Enes ÖZBAY ve Mehmet ÖZSÖYÜT) katılıp , sizlerin vesilesiyle olan bu iyilik kervanında bizim de parmağımız olsun istedik. Oradaki kardeşlerimizin mutluluklarına ortak olduk. Sizlerin de orada olup, o kardeşlerinizin sevinçlerini görmenizi isterdim. ALLAH sizlerden ve bizlerden razı olsun(Amin). Gazanfer hocamızla da 4 gün boyunca çok güzel vakit geçirdik. Başka bir ülkede sevdiğiniz ve hele hele memleketinizden biri ile buluşmanın heyecanını yaşamayan bilmez diyor, sizlerle bir dahaki yazımda tekrar buluşmayı Rabbimden temenni ediyorum… 27 Halil ATALAY Çocuklara Öykülerle 40 HADiS 5.HADiS "Allah'ım! Bize imanı sevdir." "Fakat Allah (c.c.) size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir." 28 İmanı bize sevdiren, kalplerimizi imanla süsleyen, küfrü, fıskı (itaatsizliği ve isyanı) çirkin gösteren Allah (c.c.)’tır. Kuranı Kerim’de “Fakat Allah (c.c.) size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir.” buyrulmuştur. (49 Hucurat 7) Çünkü iyiyi kötüyü ayırt eden aklı bize veren, aklımıza iyiyi kötüden ayırt etme gücü veren yüce Allah’tır. "İman eden kimseler en çok Allah (c.c.)'ı sever­ler." (2 Bakara 165) “İman eden kimseler en çok Allah (c.c.)’ı sever­ler.” (2 Bakara 165). Birisi size “Ne olmak istiyorsunuz?” diye bir soru yöneltse, aşağı yukarı çoğumuzun cevabı, şu veya bu mevkiimakam sahibi olacağım şeklinde ortaya çıkacaktır. Cevaplarda unutulan bir nokta var: “İyi insan” olabil­mek, tek kelimeyle “adam olabilmek”... “Okudun yine adam olmadın!” sözü “sıfır”dan bir adım ileri gidememenin ifadesidir. Öyleyse insanı değerlendiren nedir? İnsanı asıl değer­lendiren inancıdır. Mesela bin (1000) rakamını düşünelim. Burada en önemli rakam birdir. Önde bir (1) olmasa, sıfırlar bir anlam ifade etmez. Ancak öne bir rakam konulunca sayıların değeri artar. İşte o bir imandır. İman olmadan hiç bir şeyin de­ğeri yoktur. Kaynaklar: 1- Ahmed, Müsned 3/ 424. İmanla beraber ise çok büyük değer kazanır. İman da yalnız başına yeterli değildir, değerinin artması için nasıl birin yanında diğer rakamlara ihtiyaç varsa imanın yanında da diğer ibadetlere, iyi şeylere ihtiyaç vardır. Yani sıfırlar birin önünde olunca da (001) gibi fazla değer ifade etmez. Onun için işin başı imandır. İman da gereği gibi yapılınca güçlenecektir. Konya’mızda yetişip yaşamış ünlü bilge ve Allah (c.c.) dostlarından Hacıveyiszâde Hocaefendi, çocukları severken; “Alim ol, kâmil ol, hafız ol, mürşid ol.” diye dua edermiş. Hacıveyiszâde’ye hocası: “Oğlum boşu boşuna yorulma; Adam ol deyiver, böyle dua ediver, yeter.” dermiş. Gerçekten adam ol­mak önemlidir. Ancak bu, sadece çocukluktan kurtulma gibi ba­sit bir biyolojik olay değildir. Onun için, “Ne olmak istiyorsun?” diyenlere “Adam olacağım!” cevabı verilmelidir. Öğretmen, eline tebeşiri alıp tahtaya kocaman bir (1) ra­kamı yazar. “Bakın!” der, çocuklara, “Bu, bir (1) rakamı kişilik­tir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey!” Sonra bir (1) rakamının yanına bir sıfır (0) koyar: “Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik bir (l) on (10) yapar.” Bir sıfır (0) daha... “Bu, tecrübedir. On (10) iken, yüz (100) olursunuz.” Ve sıfırlar böyle uzar gider. Yetenek, disiplin, sevgi, kararlılık, azim... «. Güngörmüş tecrübeli hoca, öğrencilere eklenen her yeni sıfır (0)’ın kişiliği, on kat daha zenginleştirdiğini anlatır. Bütün öğrenciler gözlerini açmış, pür dikkat dinlerken hoca eline silgiyi alıp en baştaki l(bir) rakamını siler. Geriye bir sürü sıfır (0) kalmıştır. Ve hoca can alıcı yorumunu yapar: “Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir!” Öğrenciler hayatları boyunca unutamayacakları çok önemli bir ders almışlardır. Adam olmak için imanlı, kişilikli ol­mak gerektiğini öğrenmişlerdir. Hani, Hıristiyanken Müslüman olan profesöre: “Önceden adınız neydi?” diye soranlara: “Boş-verin, adam değildim ki, adım olsun!” cevabını vermiş ya. Bunun gibi, önemli olan adam olmaktır. Adam olmanın yolu da, iyi Müslüman olmaktır. Duamız neydi, hemen hatırlayalım: “Allah’ım! Bize imanı sevdir.” Sevdir ki bizler gerçek adam olalım... 29 Mehmet KUZU FİTNE HAREKETLERİNDE MÜMİN’İN TAVRI NE OLMALI? Fitne dönemi, öfkeleri Allah için yutma dönemidir. Af etme ve bağışlama erdemine insanların karşılıklı ihtiyacı olduğu dönemdir. Kötülüğe iyilikle savma zamanıdır. Bilgiçlik taslamak için sözü tartmadan, süzgeçten geçirmeme, aynı zamanda yazının da edebi olduğunu unutmama zamanıdır. Söylenecek ve yazılacaklar tarafları ayrıştıracak biçimde değil, ama ilkeli bir şekilde çözüm odaklı olmalıdır. Fitneyi ahlaki erdemlere sahip topluluklar durdurabilir. “ Fitne” kavramı, imtihan, iyi ve kötü şeylerle deneme; manevi çöküntü; dini içtimai ve siyasi kargaşa anlamında kullanılan bir kelimedir. Ankebut Suresi ikinci ayette; “Müminler sadece iman ettik demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tabi tutulmayacaklarını mı, zannettiler.” buyruluyor. Ayrı ayrı imtihana tabi tutulduğu gibi, toplum olarak da imtihana tabi tutuluyor insanlar. Milletlerin imtihanının bedeli de çok ağır oluyor. Helak edilen topluluklar böyle bir imtihandan geçirildiler. Peygamberlerinin uyarılarına kulak tıkayanlar, akıllarının kendilerini haklı gösteren süslü mazeretleriyle imtihanlarını kaybettiler. Toplumlar fertlerden oluşur. Fertler şayet hayatlarını murakabe altında yaşamaz, nefsi arzularının arkasından koşar, şeytana dost olup Hakk’a sırtını dönerlerse, kişisel imtihanlarını kaybettiler demektir. Bu imtihanın sadece kendisine bakan yönü, onun dünya ve ahretiyle ilgilidir. Belki de bu haliyle dar bir alanı kapsar. Ancak ferdi imtihan kaybedişler, gerekçesi ne olursa olsun zamanla birleşerek büyür ve 30 toplumsal fitnenin doğmasını sağlar. “Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasından aktığını görüyorum.” (Buhari, Fiten) uyarısını peygamberimiz inanan insanlara yapmıştır. Bunun anlamı şu: İman edenler Allah tarafından sınanacaklar. Bu sınanmanın en ağır olanı da toplumsal olanıdır. Öyle bir sarsıntıyla yüzyüze kalırsınız ki, hak ve hakikatin nerede olduğunu göremezsiniz. Fitne ortaya çıktığı zaman, taraflar hep kendilerini haklı görürler. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözünü hatırlayarak, tarihin derinliklerine girip araştırmaya gerek yok. Çünkü Allah (c.c) kıyamete kadar gelecek insanlara ve onların oluşturacakları toplumlara, olumlu ve olumsuz yaşanılacak her türlü örnekleri, Peygamberi ve onun ashabı tarafından yaşanılarak örneklendirilmiştir. Münafıkların Medine’deki fitne hareketleri takip edilirse bol miktarda malzemeye ulaşılabilir. Yine Müreysi Gazvesi’nde cereyan eden iki toplumsal fitne hareketinin etkileri, farklı farklı da olsa, iman kardeşliğini nasıl tehdit ettiğini görmeye engel yoktur. Bu olayda efendimizin takındığı tutum iyi tahlil edilirse, fitnenin etrafı kasıp kavurduğunda, yöneticilerin ne yapması gerektiğinin ipuçları yakalanır. Fitneye alet olanlar ve fitne yüzünden karşı karşıya gelen müminlerin derecelerine göre takındıkları tavrı, sonra da bu girdaptan kurtuluş yollarını görürler. Bu olay üzerine nazil olan Nur Suresinin ayetleri ise olaya şahit ve çıkış yolunu sunan vahiylerdir. Müreysi Gazvesi’nin tahliline teferruatı bırakarak, Efendimiz (s.a.v)’in vefatı öncesi Cennet ül Baki mezarlığında Medine sokakları arasında dolaşacak bir fitneden sahabeyi uyardığı Buhari hadisine dönelim. Evvela Efendimiz (s.a.v)’in vefatından sonra ortaya irtidat fitnesi çıktı. Bu irtidat fitnesi toplumsal bir özellik taşıyordu. O sebeple hedefinde yeni İslam devleti vardı. Bu girişimler münferit çıkışlarla başlayıp, yalancı peygamberlik iddialarıyla büyüdü. Ebu Bekir (r.a) ve samimi Müslümanların dirayetli çıkışlarıyla da engellendi. Hz Ömer(r.a)’ın yönetimi, adaleti ölçü alan bir yönetimdi. Diğerleri gibi. Bir farkla ki irtidat olayları bastırılmış, gönüllerdeki fitne dalgaları yavaşlamıştı. Nifak ehli ile şirk içinde olanlar ise onun dirayetinden korkuyorlardı. Fitneye sebebiyet verecek her türlü girişime müsamaha göstermiyordu. Bir gün kendisine bir bilgi ulaştı. Deniliyordu ki; sahabe ayrı ayrı yerlerde toplanıp geceleri sohbet ediyor. Bunun üzerine mescide bir konuşma yaptı: “Bu hareket ümmeti bölmeye sebebiyet verecek bir olaydır. Yarın insanlar birbirini şucu bucu diye isimlendirecek. Bundan böyle kimse ayrı ayrı guruplar oluşturmayacak.” Yine o, sahabenin Medine’den çıkışını yasaklamış, izne bağlamıştı. Gerekçesi aynıydı. Bilinmesi gereken bir hususta onun insanlar içerisinde fitneyi uyandıracak meselelerdeki hassasiyeti yanında kendi ailesi üzerindeki titizliğidir. Kavmiyetçiliği harekete geçirerek hiçbir şeye fırsat vermiyordu. Emir-el müminindi, fakat Medine’nin yoksullarıyla aynı hayat standartında yaşıyordu. Hançerlendiğinde de önce kendisini hançerleyenin Müslüman olup olmadığını sormuş, Mecusi olduğunu öğrenince de Allaha hamd etmişti. Yerine oğlunun bırakmasını teklif edenlere ”bir evden bir kurban yeter diyerek saltanat kapısını kapamıştır. Hz. Ömer (r.a) fitnenin önündeki en büyük set idi. O fitnenin önündeki kapıydı. Şehit edilmesiyle fitneyi engelleyen kapının kırıldığı rivayetini, toplumda meydana gelecek çözülmelerin, dünyevileşmenin yönetimde ortaya çıkacak boşlukların ve nifak gruplarının güçlenmesi anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Aynı zamanda imamesi kopmuş tespih taneleri gibi Müslümanların da savrulacağını gösteriyordu. Hz. Osman (r.a) zamanında Ümeyyeoğulları’nın konumu, tavır ve davranışları analiz edilmelidir. Zira buradaki gözlemler daha sonraki olumsuz olayların aktörlerindendir. O menfi örneklerden alınacak dersler, sonraki zamanlarda yaşayan insanların, fitneden korunma arayışlarında rehber olabilir. Kardeşler arasında ihtilaf zuhur edebilir. O zaman bu ihtilaf sizi kederlendirmeli. İhtilafın çözümü için taraf olmadan samimi gayretlerde bulunma sorumluluğunuz var. Fitneyi besleyen günümüzün “usbe’sinin” en önemli silahları olan sosyal medya haberlerine, dedikodularına dikkat edin. Fitnenin toplumsal imtihan yönünü bize gösteren en önemli örnekler, “Cemel ve Sıffın vakaları”nda görülür. 90 bine yakın Müslümanın birbirini öldürdüğü bu savaşlar acı hatıralarla doludur. Sahabe döneminin bu ders alınması gereken olaylarının farklı versiyonu İslam coğrafyasında ne yazık ki yaşanıyor. Böyle ortamlarda inanan insanlar ne yapmalı? Bölünmenin çoğaldığı bu zamanlarda taraf olmak da fitnenin artmasına sebebiyet vermektedir. Tarafsız kalmak da taraflar tarafından eleştirilmekte, fitneye malzeme olarak kullanılabilmektedir. Kufe Valisi Ebu Musa el Eşari, Hz. Ali (r.a)döneminde insanları fitneden uzak durmaya çağırdığında, Hz Hasan ve Ammar b. Yasir tarafından fitneye taraf olmakla suçlanmıştı. Bu imtihan esas itibarıyla mümin’in kendi kendini test etmesine de bir çağırıdır. Eğer bu teste verilecek cevaplar samimi ve içtense fitne yangınını söndürmede ve yangının kendisini yakmasına engel olmada önemli rol oynar. Sorular vahiy kaynaklı oluşturulmalı. Şahıslar fıtri eğilimlerine uygun soruları kendilerine sorabilmeli. Unutulmamalı ki ahiretteki hesapta mazeretler ve teviller işe yaramayacaktır. Hucurat Suresi’nden bir demete bakalım: “Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (49/10) Kardeşler arasında ihtilaf zuhur edebilir. O zaman bu ihtilaf sizi kederlendirmeli. İhtilafın çözümü için taraf olmadan samimi gayretlerde bulunma sorumluluğunuz var. Fitneyi besleyen günümüzün “usbe’sinin” en önemli silahları olan sosyal medya haber- lerine, dedikodularına dikkat edin. “Ey iman edenler! Herhangi bir fasık (çizgi dışına çıkmış, itaatsiz, emirleri yerine getirmeyen) size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, bir takım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz” (49/6). Fitne ortamı ahlaki çöküntüyü beraberinde taşır. Başkalarıyla alay etmek, gıybeti meşrulaştırmak, zannı hakikat gibi sumak, tecessüs etmek, yani kardeşine ait kusur arayışına girmek, ayıpları örtmek yerine ifşa etmek, yer yer iftirada bulunmak. Oysa ki Allah (c.c) Hucurat Suresi’nde müminlerin bu duruma düşmemelerini istemektedir. Zira vahyin emirlerinin yaşanmasıyla fitnenin önüne geçilebilir. Fitne dönemi, öfkeleri Allah için yutma dönemidir. Af etme ve bağışlama erdemine insanların karşılıklı ihtiyacı olduğu dönemdir. Kötülüğe iyilikle savma zamanıdır. Bilgiçlik taslamak için sözü tartmadan, süzgeçten geçirmeme, aynı zamanda yazının da edebi olduğunu unutmama zamanıdır. Söylenecek ve yazılacaklar tarafları ayrıştıracak biçimde değil, ama ilkeli bir şekilde çözüm odaklı olmalıdır. Fitneyi ahlaki erdemlere sahip topluluklar durdurabilir. Bu dönemlerde, bilgi ve belgeye sahip olmayan, fitnenin söndürülmesinde söz ve yazısının etkisi, kardeşliği güçlendirmeye değil ayrıştırmaya sebep olacak olan kimse, kendi ruh dünyasını, ahiret hayatları adına test edip “SÜKUT ORUCU” tutmaları fitneye alet olmama adına önemli bir seçenek olabilir. 31 Hanım Sahabiler “Bu hanımların bazıları, mü’minlerin anneleridir. Bazıları Hz. Peygamberin (s.a.v) kızlarıdır. Bazıları Rasûlüllah’ın Ehl-i Beyti’dir. Bazıları Allah’ın yedi kat semânın üstünden şikâyetini duyduğu hanımlardır. Bazıları Âlim ve Habîr olan Allah’ın onlar hakkında Kur’ân âyeti indirdiği hanımlardır. Bazıları, Akabe bey’atında Resûlüllah’a bey’at eden hanımlardır. Bazıları Cebrail’i gören hanımlardır. Bazıları, Allah’ın kendisine, ondan sonra asla susamadığı şerbeti içirdiği hanımlardır. Bazıları Rasûlüllah’ı (s.a.v) en beliğ ve en güzel şe­kilde tarif eden hanımlardır... Mü’minlerin ilk annesi Hadice Bint Huveylid (r.a) “Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını zevce ola­rak vermedi. İnsanlar beni inkâr ettiğinde o bana inandı, insanlar beni yalanladığında o beni doğruladı, insanlar beni mahrum bıraktığında malıyla beni o destekledi. Diğer hanımlarımdan değil de, sadece ondan Allah bana çocuklar ihsan etti.” Cahiliye devrinde et-Tâhire (temiz) diye çağrılıyordu. İki defa ev­lenmişti. Kocaları, Arap efendilerinden ve eşrafındandı. Birisi Hind İbnu’nNebbaş İbn Zurare (Ebu Hâle)’dir. Hadîce’nin Hînd’den Hâle ve Hind isimli erkek çocukları olmuştur. Ebu Hâle’den sonra da Atîk İbn Abid elMahzumi ile evlenmiştir. Atîk’ten de Hind adında bir kız çocuğu olmuştur, Hadîce’nin babası Huveylid İbn Esed İbn Abdiluzza kavmi arasında şerefli bir kimseydi. Hadîce’ye Ummu Hind (Hind’in annesi) denilirdi. Hadîce şerefli soylu ve zengin bir kadındı. Bu sebeple Kureyş erkeklerinin hepsi ellerinden gelse, onunla evlenmeyi isterlerdi… Amcaları Ebû Talib ve Hamza îbn Abdilmuttalib’le birlikte Hadîce’nin amcası Amr îbn Esed’e gittiler. Böylece Hz. Muhammed’e Hz. Hadîce’yi nikâhladı. Hz. Muhamed 20 deve mehir verdi. Hz. Hadîce 40 yaşındaydı. Hz. Muhamrned’in ilk evlendiği hanımdı. Nikâh kıyıldıktan sonra develer kesildi, yemekler döküldü. Hadîce’nin evi eşe dosta açıldı. Gelenler arasında Fahr-i kâinatın sütannesi Halime de vardı. Süt oğlunun düğününde bulunmak için tâ Sa’d kabilesinden çıkmış gel- 32 mişti. Bu mübarek kadın ertesi gün şerefli ve cömert gelinin bağışladığı kırk baş koyunla kabilesine dönecektir. Hz, Muhammed (S.A.V)’in gözleri nemlendi. Annesini küçük yaşta kaybetmişti. Şimdi ince, latîf bir el bu eski yarayı derin bir şefkatle sarıyordu. Mahzun kalb, Hadîce’de uzun mahrumiyet devresinin; sıkıntısına güzel bir bedel bularak ferahladı. 15 yıl bu evlilik mutluluk dolu olarak geçecekti. Ülfet ve de­vamlılıkla süslenmiş olarak... Cenâb-ı Hakk da, kızlar ve oğlanlar he­diye ederek bu evliliğin saadetini artıracaktı. Hz. Hadîce el-Kasım isimli çocuğu doğurdu. Hz. Muhammed Ebu’l-Kasım (el-Kasım’ın ba­bası) künyesini aldı. Hz. Hadîce’nin el-Kasım’dan sonra Rukıyye, Zeyneb, Ummu Kulsûm ve Fâtıma isimli çocukları oldu. ElKasım daha sonra öldü. Rasûlüllah (S.A.V) ashabıyla birlikte otururken yere dört satır ya­zı yazıldı. Rasûlüllah (S.A.V) sordu: — Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Ashab: — Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Peygamber (S.A.V) şöyle dedi: — Cennet kadınlarının en faziletlileri dört kişidir: Bunlar Hadîce Bint Huveyfid, Fâtıma Bint Muhammed, Meryem Bint Imran ve Firavun’un hanımı Asıya Bint Muzahim’dir. Muhasaranın çöküşünden altı ay sonra Hz.Muhammed (S.A.V)’in Amcası Ebû Tâlib vefat etti. O yeğeni için sadakatli bir baba, kefil, koruyucu ve Kureyş’in müşrikleri önünde aşılmaz bir engeldi. Hz. Ha­dîce, amca Ebü Tâlib’in matemine şahit olmadı. O, Rasûlüllah’ın evine sevgili zevcinin durumunun düzeldiğine kanaat getirdikten sonra Rabbine kavuşmak arzusuyla yatağında dünyaya veda etme durumun­ daydı... Bu esnada Rasûlüllah (S.A.V) Efendimiz, Hz. Hadîce’nin yanına oturmuş sekerâtı mevtin (ölüm ânının ağırlığının) ona kolay gelmesini sağlamaya çalışıyor ve Allah’ın onun için hazırladığı nimetleri müjdeliyordu. Üç kızı; Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma yatağının çevresine oturmuşlar, âhiret yolculuğundan önce doya doya annelerine bakıyor­lardı. Hz. Hadîce, Hâşimoğulları Ebû Tâlib şi’binden çıktıktan ve Ebû Tâlib’in ölümünden üç gün sonra bîsetin (peygamberlik gelmesi) onuncu yılı Ramazanın onunda 65 yaşındayken vefat etti. Hacûn kab­ristanına gömüldü. Onu kabrine Rasûlüllah (S.A.V) mübarek elleriyle yerleştirdi. Sonra evlendikleri günden itibaren kendisine her konuda yardımcı olan ve son nefesine kadar yanı başında cihâdına ortak oldu­ğu sevgili zevcesine veda edip, keder içinde evinin yolunu tuttu. Kızları Ümmü Gülsüm ve Fâtıma’yı bağrına bastı; onları hem teselli ediyor, hem de uğradıkları musibete karşı onlara destek olmaya çalı­şıyordu. Anladı ki, o andan itibaren Mekke’de yeri yoktur. Hz. Hadîce’nin vefatından sonra burası kendisine oturulacak bir yer olmaktan çıkmıştır. (Abdulaziz eş-Şennavi, Sahabe Hayatından Tablolar (Hanım Sahabiler) Rasûlüllah (S.A.V)’in hayatına Hadîce’den sonra başka kadınlar da girdi. Ama kalbi ve dünyası bütün samîmiyetiyle bu ilk zevcesine ait olacaktı. Çünkü o çeyrek asır süresince erkeğinin evinin tek sevgili, şefkatli kadınıydı. O evde ona hiç bir kadın bu süre içerisinde ortak olmamış, erkeğinin ufkunu ondan başkası gölgelendirmemişti. Onun vefatından sonra bu eve başka zevceler de geldi. Arala­rında çocuğu olanlar, güzel olanlar, soylu ve mevkî sahibi olanlar da vardı. Ancak hiç birisi Hadîce’yi bu evdeki mevkiinden uzaklaştıramadığı gibi, sevgili zevcinin gönlünde taht kuran hatıraları derecesinde bir mevki de elde edemediler... Seneler sonra Medine, Bedir zaferinden sonra Kureyş esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılmasına şahit olacaktır. Burada Hadîce’ye ait bir gerdanlığın, kızı Zeyneb tarafından esir bulunan kocası Ebû’l-As b. Rebî’in esirlikten kurtarılması için fidye olarak gönderil­diği görülecektir. Kahraman peygamberin kalbi kederden burkulacak, zafer elde etmiş bulunan arkadaşlarından, bu gerdanlığın Zeyneb’e iade edilip Ebû’l-As’ın serbest bırakılmasını isteyecektir. Rasûlüllah (S.A.V)’in evi, gençliğinin en taze dönemlerinde ve Rasûlüllah’ın sevgisine malik olan Aişe binti Ebû Bekr’in, daha önce zevcinin kalbine yerleşen bu mübarek hanımın kazandığı büyük sev­ giyi kıskandığına şahid olacaktır. O Hadîce ki, son nefesine kadar tek başına zevcinin kalbine te’sîr etmiş, vefatından sonra da bu kalbteki yerini korumuştur. Mü’minlerin annesi Hz. Aîşe anlatmaktadır: Hadîce’nin kızkardeşi Hâle, Medîne’ye gelir. Rasûlü Ekrem (S.A.V) Efendimiz, evinin önünde Hâle’nin, merhum hanımının sesine benzeyen sesini işitince heyecanla: «Aman Allah’ım! Bu Hâle!...» diye haykırır. Buna karşılık, Aîşe kendini tutamayarak: «Allah sana ondan daha hayırlısını vermişken, Kureyş’in kocaka­ rılarından olup, bir zaman önce ölmüş, çenelerinin içi kırmizi bir ko­ cakarıyı ne anıp duruyorsun?» der. Rasûlüllah (S.A.V)’İn rengi değişti, öfkeyle Aîşe’yi şöyle azarladı: «Vallahi, Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi; insanlar be­ ni inkâr ettiğinde o bana inandı, insanlar beni yalanladığında o beni tasdik etti, insanlar beni (muhasaraya alıp her şeyden) mahrum etti­ğinde malıyla o destekledi. Diğer kadınlardan olmadığı halde Allah onunla bana çocuk ihsan etti.» Aîşe kendi kendine şu kararı vererek sesini kesti. «Vallahi, bundan sonra onu hiç dilime dolamayacağım.» Daha önce Hadîce hakkında konuşurdu. Bir gün de, Rasûlüllah (S.A.V) Hadîce’yi sıkça anınca Aîşe (r’anhâ) ona şöyle dedi : «Sanki dünyada Hadîce’den başka kadın yok gibi...» Rasûlüllah (S.A.V) de şu karşılığı verdi: «O şöyle, şöyle... idi. Benim ondan çocuğum da oldu.» Aîşe, Rasûlüllah (S.A.V)’in bir koyun kestiğinde : «Onu Hadîce’nin dostlarına gönderin» dediğini görüp duruyordu. Bir defasında Aîşe bu konuda ileri geri konuşunca Rasûlüllah (S.A.V): «Ben Hadîce’nin sevdiklerini severim.» buyurmuştu. Sahih-i Müslim’deki bir rivayette şöyle buyurduğu zikredilir: «Bana onun sevgisi bahşedildi.» (Yani Hadîce’yi sevmek İslâmî bir fazilettir.) Mekke’nin fethinde, Hadîce’nin vefatının üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, Rasûlüllah (S.A.V)’ın Mekke’nin fethi­ ni kontrol etmek üzere kurulan karargâh için yer olarak Hz. Hadîce’nin kabrinin yakınını seçtiği görülür. Fetih tamamlandıktan sonra ise gerek Kabe’yi tavaf ederken, gerek putları yıkarken Hadîce’nin evine zaman zaman gitmek suretiyle onun ruhu ile ünsiyetini ve onun ma­nevî varlığıyla yakınlığını devam ettirmek istediği görülür: Rasûlüllah (S.A.V) bu uzun, yorucu mücâdeleye karşı Hadîce’nin sevgi ve şefkat pınarından doya doya içerek teçhizatlanmıştır. Hadîce’den sonra milyonlarca kadın İslâm’a girecektir, ancak o, kahraman peygamberin hayatındaki rolü için Allah’ın seçtiği ilk müslüman kadın olma özelliğini koruyacaktır. Müslüman olsun olmasın tüm tarihçiler bu rolü belirteceklerdir. Bunun için Bodley şöyle diyecektir: «Hadîce’nin severek evlendiği şahsa olan sağlam güveni, bugün yeryüzü halkından her yedi kişiden birisinin din olarak bağlandığı inancın ilk dönemlerindeki sağlam bağlılık ortamının oluşmasında en büyük etken olmuştur.» Margoliuth Rasûlüllah’ın hayatını yazarken, Hz, Hadîce’nin vefa­tı için ise şunları yazar: «Hz. Muhammed, Hz. Hadîce’nin vefatıyla peygamberlik görevini ilk anlayıp doğrulayan, onun kalbine huzur ve sükûnet vermekten ka­ çınmayan... Yaşadığı sürece onu zevcelerin sevgisiyle, annelerin şef­k atiyle kuşatan birisini kaybetti.» Evet! Tarihçinin dediği gibi; Henüz altı yaşında iken anne sevgi­si ve şefkatine doymadan annesini kaybeden ve anne şefkatinin öz­lem ve hasretiyle büyüyen sevgili Peygamberimiz (S.A.V), özlem ve hasretini duyduğu sevgi ve şefkati Hz. Hadîce’de fazlasıyla bulmuş­tur. Yine Hz. Muhammed (S.A.V)’e zevce (eş) olarak da Hz. Hadîce; yeri doldurulamayan eşsiz bir kadındı... O, Hz. Muhammed (S.A.V)’e tarihin benzerini bahsedemeyeceği şekilde örnek sevgi, sadâkat, vefa ve cefakar bir kadınlık yapmıştır. Yeri gelmiş malını feda etmiş, ye­ri gelmiş canını feda etmiştir. Tarih, sevgide, şefkatte, vefada ve cefâda Hz. Hadîce’den daha şerefli bir kadından asla bahsedemiyecektir... Çünkü; Hz. Hadîce, dünya durdukça müslüman kadınlarına her yönüyle örnek İslâm kadı­nı olmaya devam edecek ve ismi hürmetle ve rahmetle kıyamete ka­dar dillerden düşmeyecektir... 33 Yusuf ERKAN SESSİZ SessizHİZMETÇİLER Hizmetçiler A llah Rasulü (s.a.v); “Uhud dağı bize sever biz uhud dağını severiz” buyurmuşlardır. Sevgiyi sadece insanlar arasına hapseden bir zihniyetin anlamakta zorlanacağı bir durum. İnsanların birbirine tahammül edemedikleri bir dönemde, çağlarötesi, mana dolu bir mesaj. Allah Rasulü (s.a.v) bu mesajı ile insanlara kainata nasıl bakmaları gerektiğini, kainattaki yerinin ne olduğunu ve en önemlisi görevinin bilincine varması gerektiğini aktarmaktadır. Cansız olarak gördüğümüz bir dağın veya bir taşın duygusu olduğunu ifade ediyor Peygamber. Bu duygu onun Yaratanına karşı görevini yerine getirme sonucunda duyduğu mutluluktur aslında. Allah (c.c) Kitabı Kuranı Keriminde bu taşlardan şöyle bahsetmektedir: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz) değildir.” (Bakara, 74) Seslerini duyamadığımız bu âlemin sessiz hizmetçileri, sevdikleri gibi elbette sevilmelidirler. Böyle emrediyor Allah Rasulu (s.a.v), bir müslümanın kainata bakış açısını inşa ediyor. Bir eşyayı yerinde kullan- 34 mamanın zülüm olduğunu söylüyor. İnsanların vahşice katledildiği bu dünya coğrafyasında belki de bu anlattıklarımız komik gelecek sizlere. Lakin bir çiçeğin ağladığını duyan bir yürek, bir insanın ağlamasına dayanabilir mi? Geçenlerde bir dostum ziyarete gittiği bir dükkanda hediye olarak getirilmiş bir çiçeğin solduğunu, toprağının kuruduğunu, yapraklarının döküldüğünü görür. Hemen oradaki arkadaşa seslenip çağırır. Çiçeğin kendisini şikâyet ettiğini söyler. Arkadaş şaşırır, çiçek onu nasıl şikâyet etmiştir dercesine suratına bakar. Bizimki başlar tabi vaaza: “Bak kardeşim, bu sana emanet edilmiş bir canlı. Elbette sesi soluğu çıkmaz. Seni sana da şikâyet edemez. Lakin Yaradana şikâyet eder. Sana emanet edilen bu çiçeğin toprağına, suyuna, ışığına, gölgesine bakmak senin vazifen. Muhakkak bu çiçeğin de konuşacağı bir gün gelecek, sana emanet edilen bu çiçek o gün ya senden şikayetçi olacak ya da sana sevap kazandıracak.” Genç şaşkın, bir o kadar da derin düşünceler içersinde çiçeği alır ve daha dikkatli olacağına söz verir. Müslümanın hayatının merkezinde Allah (c.c) vardır. Bu merkez müslümanın insan-insan ilişkilerini, insan-hayvan ilişkilerini, insan-eşya ilişkilerini düzenler. Müslüman iliş- ki içerisinde olduğu bu üç durumdan da eşit miktarda sorumludur. Müslümanı diğer insanlardan ayıran en önemli farklardan bir tanesi de budur. Böyle bir inşa sürecinden geçen insan elbette toplumun da doğru bir şekilde inşa edilmesini sağlar. Konunun başından beri aktardığımız bu ilişkilerden bir tanesi de son zamanlarda medyanın da gündeminde olan Sapanca Gölü’müz. Maalesef yanlış bazı uygulamalar neticesinde Sapanca Gölü feryat etmekte. Sorumluluk bilincinde olan biz Müslümanların da bu feryada kulak tıkaması elbette mümkün olamaz. Asırlar ötesinden miras kalan emaneti asırlar sonrasına da miras bırakmak hepimizin borcu. Elimizden ne gelir herkes kendi namına bir değerlendirme yapabilir ama en azından Rabbimize bu emaneti elimizden almaması için dua edebiliriz. Son olarak geçenlerde bir arkadaşımın paylaştığı yazı beni çok etkilemişti. Onu da burada sizlerle paylaşarak yazıma son veriyorum: “Hiçbir şey yapamıyorsanız en azından gelin gölün kenarına bir damla gözyaşı akıtın. Zira şimdi Sapanca’nın bir damla suya bile ihtiyacı var…” Vesselam Gazanfer ÜVEZ SAPANCA BİTİYOR MU? Biliyor muydunuz? Sapanca Gölü, dünyanın kendini besleyen dördüncü gölü idi. Şimdi ise bitme tehlikesiyle karşı karşıya. Eğer göl kurtarılmaya planlanmazsa gelecek nesiller hatta biz perişan olacağız. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın, suyu içilebilir özellikte ender göllerinden biri olan Sapanca Gölü’nde suların çekilmesi her geçen gün daha çok görünür hale geliyor. Göldeki suların çekilmesinin en büyük nedenleri arasında son 1 yılda bölgeye yeterli yağış düşmemesinin yanı sıra, göle su taşıyan derelerin kuruması, sanayi ve evsel ihtiyaçlar için fazla su çekilmesi olarak gösteriliyor. Sadece Sapanca ilçesi sınırları içinde de 20 civarında su firması bulunuyor ve bu firmalar da dolumlarını gölü besleyen kaynaklardan yapıyor. İçme suyu havzası olan Sapanca Gölü, son yıllarda su kullanımının artmasına rağmen bölgede yaşanan kuraklık nedeniyle gündemdedir. Sakarya’nın içme suyu havzası Sapanca Gölü’nden Sakarya’da oturan 700 bin kişi yararlanmaktadır. Son olarak Yuvacık Barajı’nda suların azalmasıyla Sapanca Gölü’nden Yuvacık’a yaklaşık 20 milyon metreküp su çekilirken, sanayi kuruluşlarının kullandıkları sularla birlikte gölde 1 yıl içerisinde yaklaşık 170 milyon metreküp su alındığı biliniyor. Sapanca Gölü bataklığa dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yetkililerin, kontrollü su alınmasını sağlayarak buna bir an önce çözüm bulmaları gerekmektedir. yönde etkilenir. Sapanca Gölü kıyısındaki artezyen kuyuları ve gölü besleyen dereler üzerinde kurulan su fabrikaları gölün bes- -Sapanca Gölünden sanayi fabrikalarına verilen su kesilmelidir. (Alternatif olarak; Körfezden veya Karadeniz’den su çekilebilir - Sakarya nehrinden alınabilir - Melen suyundan alınabilir) -Sapanca Gölünü besleyen su kaynaklarındaki su şirketlerine sınırlama getirilmeli, gerekirse iptal edilmeliler. Genel halkın menfaati şahıs menfaatinin üzerindedir. (Firmalar doğal suyu şişeleyip satıyorlar) -Sapanca Gölü çevresine yapılaşmaya sınır getirilmeli (yapılaşma ve betonlaşmadan dolayı yağan yağmur suları toprak altına sızıp kaynak suyu olarak gölü besleyemiyor) -Sapanca Gölü çevresindeki otoban ve D-100 karayolundan geçen araçların egzoz gazları, kurşunlar ve lastik partikülleri yağmur sularıyla ve havadan göle ulaşarak su kalitesini kimyasal olarak bozuyor. (Yol atıklarının yağmur sularıyla göle ulaşması engellenmeli - egzoz gazlar da yeşillendirilmiş ağaç bitki örtüsüyle filtre edilmelidir) -Sapanca Gölüne evsel ve sanayi atıklarının karışması engellenmeli. Su döngüsü bozulduğu zaman hem yer üstü hem de yer altı kaynaklarının bundan olumsuz lenmesinin önüne geçiyor. Sapanca Gölü’ndeki kuraklığın etkilerini gözlemlemek için göle dalış yapan dalgıçlar, gölde kirlilik nedeniyle suyun altında görüş mesafesinin yarım metreye kadar düştüğünü ve kabuklu hayvan dışında balık türüne de rastlanmadığını belirttiler. Dalgıçlar tek bir balıkla karşılaşılmazken, gölü alttan besleyen yeraltı suları kaynağına da rastlanmadığını belirttiler. Göl tabanından su rezervini desteklediği bilinen ince su kaynaklarını arayan ekip, yarım saatlik dalış boyunca kaynak bulamadıklarını belirttiler Böyle bir gölü oluşturmanın maliyeti, kurtarma maliyetinden kat kat yukarıdadır. Sorumluluk alalım. 35 Gazanfer ÜVEZ SUDAN HARTUM’A ZİYARETİM A 36 frika’nın kara parçası en büyük olan Kuzey Sudan ülkesine gidiyoruz. Güney Sudan Hristiyanlara teslim edilmiş. Emperyalist dünya dengelerinde; petrol yatakları zengin olan, tropikal iklimine sa- 10 kişilik heyet ile ziyaretimizi gerçekleştiriyoruz. Ekibimizde bir profesör, sünnet için sağlık memuru, iki iş adamı, iki basın mensubu, dört kişi de Ribat Eğitim Vakfı’nın hizmet kadrosuyla Sudan’ın baş- hip olan güney bölgesi iç karışıklıklardan sonra Hristiyanlara teslim edilmiş. Çöl ikliminin hâkim olduğu, doğal zenginliği olmayan kuzey bölgesi de Müslümanlara teslim edilmiş. Askeri darbe yapan Ömer el Beşir, 1989 dan itibaren iktidarda. Sudan, daha önceleri mısır valiliğine bağlı Osmanlı eyaleti idi. kenti Hartum’a gittik. Hartum’da, 1850 yılları ile 2014 yılları arası yaşam gözlemleniyor. Toprak ev yapan, evinde eşyası olmayan günü birlik yaşayanlar mevcut iken diğer yandan cip süren bayan görüyorsunuz. Zengin ve fakir olarak İki uçurum arası hayat sürülüyor. Sudan’lı kardeşlerimizin ataları kurtuluş savaşında gelip Anadolu topraklarında hilafet elden gitmesin diye canlarını verip şehit olmuşlardır. 21 yüzyıl Türkiyeli Müslümanları da, Allah’ın lütfuyla imkânları genişlemiş ve dünya Müslümanlarına karşı duyarlılıkla atılımlar yapmaktalar. İnsanlar, bizlerin insanlıkta kardeşidir. Sudan’dakiler imanda kardeşlerimizdir. “Cennete giremezsiniz, iman etmedikçe, iman etmiş olamazsınız birbirinizi sevmedikçe”, “Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için istemedikçe iman etmiş olamazsınız” düsturunca bizlere düşen sorumluluğu yerine getirmemiz gerekiyor. Havaalanında bizleri Hartum’da hizmetleri yürüten ekip tarafından karşılanıp, hizmetin merkezi olan Halil Akpınar Aşevine getirildik. HALİL AKPINAR AŞEVİ 3 idareci + 3 bayan hizmetli + (1 araç + 1 şoför) + 1 temizlikçi ekibinden oluşan 10 kişi ile merkezde hizmetler organize ediliyor ve yürütülüyor. Gerektiğinde 3 araç kiralanıyor. 3000 kayıtlı yetim var. 1750 yetimin muhatabı belli. Türkiye’deki hayırseverlerle eşleştirilmişler. Sakarya’dan da 40 yetimimiz var. Bunların aylık yetim bağış bedeli 25 liradır. Hafta sonu eğitime öğrenci geliyor. Yaygın eğitim, servisli 100 kişi olarak başlamış. Yetimler daha çok Darfur bölgesinden, iç savaşlarda ölenlerin çocuklarından oluşuyor. Aş evinin aylık toplam genel masrafları 17000 dolar. Anlaşılsın diye belirteyim. Aylık kişilere 100 dolar ücret veriliyor. Biz oradayken, aşevine gelen 250 yetime hediyeler ve harçlık takdiminde bulunduk. YETİMLERE YEMEK DAĞITIMI 33 okula; 5 gün 1 öğün yemek dağıtımı yapılıyor. Okullar Cuma Cumartesi tatil. Okullarda yemek dağıtımı yapılan çocukların yaşları 7-12 yaş arası olarak değişiyor. Öğrencilerin %50’si yetim, diğerleri fakirlerden oluşuyor. Yetimler devlet okulunda okuyorlar. Ayrıca müstakil eğitim gören 60 kişilik sadece yetim okulumuz mevcut. Yetim ve fakirlerin tespiti, Hartum’da hizmet yapan bir hayır kurumu aracılığıyla yapılıyor. Okullar 4 bölgede bulunuyor. Bölgelerde 1350 + 1350 + 2250 + 900 = 5850 çocuk bulunuyor. Okullarda 100-150 yetim bulunuyor. Benim dağıtıma gittiğim okul, 4 erkek okulu ve 3 kız okulundan oluşuyordu. 1350 yetim ve fakirden oluşuyordu. Bıraktığımız bir günlük yemek ve sandviç büyüklüğünde bir ekmek. Saat 11.00’de görevli kişilerin eliyle ekmek arasına birkaç kaşık çorba koyuluyor. Benim dağıtıma gittiğim gün mercimek çorbası verildi. Diğer gün onların çok sevdiği bakladan yapılan FUL yemeği dağıtıldı. (bir öğretmenin gözlemi: Saat 11.00’de yemek dağıtılıyor. Yemek dağıtıldıktan sonra çocuk ekmek arası yiyeceğini alıyor. Yarısını yiyor. Diğer yarısıyla okul kapısına gidip evden gelen diğer kardeşiyle paylaşıp okula dönüyor.) Eğitim, karma eğitim değil. Erkek okulu başka mekânda, kız okulu başka mekânlarda bulunuyor. Okulları, Türkiye’deki mekânlarla kıyas götürmüyor. Sıra mı, dolap mı, kütüphane mi laboratuvar mı, kıyas yapacağımız hiçbir şey yok. Tek benzer tarafımız, onlar bizlerin kardeşleri. YETİM OKULU 60 yetimden oluşuyor. Okul seviyesi 1.2.3. sınıflar. Yaş seviyeleri 7,8,9 yaşlarında erkek çocuklarından oluşuyor. Ziyaretimizde çocuklar baştan aşağı giydirildi ve harçlık verildi. 3 hoca 3 hizmetli bulunuyor. Yetimhanenin aylık maliyeti 1500 dolar. Sınıfta olanı şöyleyim, çocuğun oturduğu sıra, yazı tahtası ve tavanda bir pervane. SÜNNET MERASİMİ Türkiye’de adı, sünnet olan uygulama Sudan’da asliyetini kaybetmemiş, HITAN olarak ismi devam ediyor. İbrahim Bey, ilk gün Sağlık Ocağında 65 kişiyi, İkinci gün aşevinde 28 kişiyi birlikte sünnet ettik. Toplam 95 çocuk sünnet edildi, onlara da harçlık ve hediyeler verildi. Önceleri şüpheyle bakılan hıtan merasimine daha sonraları rağbet artıyor. Çocuk hıtan yapılınca ayağa kalkıp yürüyüp gidiyor. SU KUYUSU Dünyanın en uzun akarsuyu bulunan Sudan’da susuzluk var. Yerleşim düzeni, imkânsızlıklar ve göçlerle yerleşim bölgelerinde susuzluk mevcut. Bu sebeple Türkiyeli Müslümanların gayretleriyle, oradaki iman kar- 37 canlandırdı. Topluca bizleri coşkuyla karşılıyorlar. İmkânlarınca ikramda bulunuyorlar. Merasimler yapılıyor, çocuklar, kadınlar aileleriyle bizleri karşılıyorlar sevinçlerini sunuyorlar. deşimiz olan Sudanlılarla imkânlarımızı paylaşıyoruz. Şimdiye kadar Sudan’da ve Kamerun’da toplam 16 su kuyusu hizmete sunulmuş. Bizlerin ziyaretinde; Hz Osman kuyusu, 54 kişi tarafından 17 000 dolara, Hz Musab bin Umeyr kuyusu, Kütahyalı bir kardeşimiz özel gayretleriyle 19 000 dolara, Menekşe Erkani su kuyusu, Menekşe Erkani tarafından, Hz Aişe kuyusu da, 5 kişi tarafından açtırılmıştır. Kuyu maliyeti 3500 dolar ile 20 000 dolar arasıdır. 3500 dolar olan kuyular tulumba şeklinde ve hizmet ömrü çok kısa oluyor. Maliyetler biraz fazla görünse de, Hartum’daki araştırmayla en düşük maliyete yapılmaktadır. Bazı malzemeler ithal ediliyor. 10 000 litrelik depolarda su depolanıyor, motorla pompa ediliyor.150, 200 metre derinlikte su yatağına ulaşılıyor. Su kuyusu 2 ayda açılabiliyor. Ulaşılan su damarı kaliteli ve devamlı oluyor. Zamanla sadece su kuyusu malzemelerinde bakım ihtiyacı olabiliyor. Su kuyusu yeri tespiti yapılırken, Hartum’lu yardım kuruluşuyla ve bürokrasiyle irtibatlı muamele yapılıyor.. Su kuyusu açılan bölgeler göç almaya başlıyor. Su kuyusu açılan bölgelerle, yardım irtibatı devam ediyor. Kurbanlar buralarda kesiliyor. Su kuyusu açmalarındaki sevinçleri, sizler adına bizleri daha da heye- 38 MESCİT Hüseyin Akseki mescidi inşaatı devam ediyor. Mescidin inşa edildiği bölgeye en yakın mescid 5 km uzakta. 200 kişilik mescidin maliyeti 20 bin dolar. inşallah 2014 yılında ibadete açılması planlanıyor. ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİ YURDU Abdullah Büyük Hocamızın Afrika açılımında 3 K formülü bulunuyor. 1.K Karın, 2.K Kafa, 3.K Kalptir. Afrika’daki kardeşlerimize Karınlarına hitap etmek güzel ama yetmez. Bu ziyaretimizdeki en önemli tablo şu idi. Üniversite yurdu gözlemimdi. Üniversite kız yurdu, 30 kapasiteli ve mevcut 15 öğrenci ile devam ediyor, 2013’te yeni açılmış. Öğrenciler, Sudan-Somali-EtopyaNijerlilerden oluşuyor. Üniversite erkek yurdu, 75 kapasiteli ve tamamen dolu. Öğrenciler artık referansla alınıyor. Öğrenciler, Sudan - Somali - Etopya - Nijer - Güney Afrika - Kenya Eritre - Kazakistan - Arnavutluk Çin-Sri Lanka - Maldiv - Türkiyelilerden oluşuyor. Sakarya’dan 4 öğrencimiz bulunuyor.13 ülkeden öğrencinin 12 tanesi Türkiye’den. Diğer ülke öğrencileri periyodik zamanlarda Türkiye’ye getirilecekler ve dünyanın her tarafına dağıldıklarında irtibatlı çalışmaları yürütecekler. Bir öğrencinin, barınma ve yemek hizmeti (eğitim 150 dolar + 50 dolar harçlık = 200 dolar) Bu hizmetlerin yapılmasına, devam etmesine ve bundan sonra katkıda bulunan bütün herkese çok teşekkür ediyorum. Allah kendilerinden razı olsun ve hanelerine nesillerine bereketler ihsan etsin.