3 bilim ve din - Mehmet Bozkurt

advertisement
1
3
BİLİM VE DİN
Bilim, madde aleminde gördüğümüz işlere ait sebepler zinciri ve olayların perde önü olup, “bilimin”
konusuna girer. Olayların görünmeyen, sebeplerin perde arkası ise, “ilmin” konusuna girer. Bu açıdan
bakıldığında bilim, ilmin bir alt kümesi olup, olayların sadece maddi yüzüne ait belli sınırlarda geçerlidir. Ancak
sebepleri aşan manevi boyutu, Allah’a ve onun kelamı olan Kur’an-ı Kerim’e inanan insanların vicdanındaki
muhasebeye bırakmak ve onları tenkit etmemek de demokratik bir yaklaşımdır. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir
emri, bilim ve ilmin verileri ile çelişmemektedir. Ancak Allah’a inanan insanların kafasına vurulacak bir silah olarak
bilimi zannedersek, bilimi yine kısır anlayışların kurbanı edebiliriz. Bilim yozlaştırılmamalıdır ve ideolojilerin
oyuncağı haline getirilmemelidir. Bazen bilim adına yapılanlar, ne bilimin tarifine, ne de metoduna ve ne de
sahasına girebiliyor. İşte bu durum ciddi tehlikeler doğurur ve toplum yanlış yönlendirilir. Karanlığa götüren sonu
olmayan yollardan birisi de, din ile bilimi karşı karşıya getirmektir veya birini diğerine rakip ilan etmektir. (Arif
Sarsılmaz, “Bilim ve Din Münasebeti” Konulu Makalesi, Ekim/1999 (249), s. 390)
İlim ve Kur’an-ı Kerim, aynı noktaya ayrı ayrı bakan iki göz veya iki dürbün gibidirler. Bunlar başka iki
ayrı şey olsalar bile nihai görüntüde birleşebilirler. Evreni bir kitap, bir mahşer, bir saray ve bir bahçe gibi temaşa
etmemize sunan Allah, Kur’an-ı Kerim’i de bir tarifname mahiyetinde inzal etmiştir. İnsan, bu iki yüzü ve iki yanı
olan algılanabilir nesne sayesinde de hakikate ulaşabilir. Bugün gelinen noktada henüz bazı ilim dalları ile
Kur’an-ı Kerim’in hakikatleri arasında bir farklılık söz konusu ise, bunun sebebi, ilmin hala iyi değerlendirilemeyişi
ve bizim Kur’an-ı Kerim’i yanlış anlayışımızdandır. İlim, ehil olmayan ve inançsız insanların elinde kör kalacağı
gibi, din de cahillerin elinde hep yanlış yorumlanacaktır. Laboratuvarlar ve her alanda yapılacak ilmi
araştırmaların, Allah’a gönül vermiş hakikat erlerinin elinde çok farklı şeyler söyleneceğini düşünüyorum. İnanan
insanların her alanda söz sahibi olduklarında, ilimle Kur’an-ı Kerim’in bir noktada birleştiği görülecek ve işte ancak
o zaman bizler de eşyayı olduğu gibi görüp yorumlayabileceğiz. Ne var ki şu anda miyop bakan ve renk körü olan
birçoğumuzun, ciddi bir ruhi ameliyata ihtiyacı olduğu da bir gerçektir. Gönüller imana açılmadıkça ne ilim, ne
insan ve ne de insan topluluklarının doğru istikamete ermesi mümkün değildir.
Bilim, insanlığın ve uygarlığın ortak mirası iken ve her uygarlık belli düzeyde onun gelişmesine veya
gerilemesine katkıda bulunmuşken, belli bir uygarlığın katkısının ön plana çıkarılması ve diğerlerinin gözardı
edilmesi, belli sosyo-kültürel çevreden gelen bilim insanlarında çok sık görülen bir durumdur. Bilimin kaynağında
ve tarihinde, hem tevhid ve hem de Paganist (Paganizm: Anaerkil, çok tanrılı bir dindir. Özünde
doğa/tabiat ana vardır, doğurganlık kutsaldır ve tek tanrılı dinler çıkmadan önce uzun zaman
inanılmıştır. Tek tanrılı dinler çıktıktan sonra da inananları kalmış, hatta günümüzde bile
paganlar vardır.) anlayışa sahip toplumlar ve uygarlıklar vardır. Eski Yunan medeniyeti yanında, eski
Mezopotamya medeniyeti de bilime katkıda bulunmuştur. İnsanlık tarihi boyunca tevhid inancına sahip toplumlar
ile çok tanrılı inanca sahip toplumlar aynı veya farklı coğrafyalarda birlikte yaşamışlar ve insanın tabiatla
diyaloguna katkıda bulunmuşlardır. Tarihi gerçek böyle iken, bu fotoğrafın sadece belli karelerini alıp, bilimi çok
tanrılı eski Yunan’la başlatarak, İbrahim’i toplulukların katkılarını gözardı edip, ortaçağ Avrupa’sına ve
Rönesans’a sıçrayabilir, daha sonra da aydınlanma ve sanayi devrimiyle günümüze kadar gelip, bilim tarihini
özetleyebiliriz. Ortaçağda Müslümanların gerek Avrasya’da ve gerek İspanya’da 800 yıl varlığını sürdüren
Endülüs Emevi devletinin yaptığı katkıları çok kısa geçerek daha çok, bu toplumlarda bilimin gelişmesini
engelleyen düşünce akımlarını ve zihniyetini ön plana çıkarabiliriz. Böylece zihinlerde Müslümanların gerici
olduğunu ve dinin ilerlemeye, kalkınmaya ve çağdaşlaşmaya engel olduğu izlenimini kolayca oluşturabiliriz Ancak
bu anlayış bilimsel bir bakış açısından uzaktır. İnsanlığın bilim mirasının tarihi hikayesini ya çok tanrılı eski Yunan
kültürü eksenli yaparsak, ya da İbrahim’i dinlerin Tevhid eksenli kültürü ışığında bilim ve dinin birbirini
tamamladığı tezine göre oluştururuz. Çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli kurguda ise, sürekli bilim ve dinin
karşı karşıya geldiği izlenimini doğuran sorulara ve çatışmacı bir bakış açısına öncelik verilir. Bir başka açıdan siz
2
bilimi “ne?” ve “nasıl?” sorularına cevap arayan bir faaliyet olarak tanımlarken “niçin?” sorusuna cevap
aramayı ikinci veya üçüncü plana atarsınız, bilimi bu şekilde ayrıştırmak ve onu çok boyutluluktan tek boyuta
indirgemektir. İnsan zihninde aklın hem iman eden boyutu ve hem de eleştiren ve sorgulayan boyutu vardır.
İnsan, evreni ve içindekileri sorgulayan ve eleştiren akılla doğru şekilde anlayabilirken, iman eden aklıyla da
hayatın anlamını ve hikmetini çözümlemektir. Bir başka ifadeyle de eleştirel akıl, eşyanın nesnel fayda boyutunu
çözümlerken, iman eden akıl da varlığın anlam ve hikmet boyutunu idrak eder. Müslümanlar beş asır bilim (akıl)
ve din (vahiy) otoritesini sağlıklı bir şekilde bir arada kullanarak, hem Yunan bilim mirasını zenginleştirerek
geleceğe taşımışlar ve hem de bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ne bilim ve ne de din, birey
ve toplum hayatında birbirinin hukukuna saldırıda bulunmamış ve karşılıklı alan tanımlamalarına uyarak, herkes
kendi alanındaki güzellikleri insanlığa sunmuştur. (Selim Aydın, “İnsanın Tabiat ile Diyalogunda Akıl,
Bilim ve Din’in Etkileşimi” Konulu Makalesi, Nisan/2000(255), s. 109-111)
Var olan bilgiler, evrenin bilim yoluyla keşfedilen özelliklerinin, Allah’ın varlığına işaret ettiklerini
göstermektedir. Bilim yoluyla vardığımız sonuç, evrenin bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının çok üstün bir güç
ve bilgiye sahip olduğudur. Bu yaratıcıyı tanımamızda bize din yol gösterir. Oysa bilim ile dinin daha önceden de
ifade edildiği gibi, birbirleriyle çatışan iki bilgi kaynağı olduğunu iddia eden ateist bilim anlayışı, insanlık tarihinde
oldukça yenidir. Bir kaç yüzyıl öncesine kadar bilim ile dinin çatıştığı hiçbir zaman düşünülmemiş ve bilimin
Allah’ın varlığını ispatlayan bir metot olduğu düşünülmüştü. Söz konusu ateist bilim anlayışının yeşermesi ise, 18
ve 19. yüzyıllardaki materyalist ve pozitivist felsefelerin bilim dünyasına egemen olmasıyla gerçekleşti. Aslında
din ile bilim arasındaki ayırım tamamen ideolojik bir ayırımdı. Kaldı ki, İslam dini, bilimi özellikle teşvik etmekte ve
evrenin araştırılmasını, Allah’ın yaratılışının incelenmesinin kendi yöntemi olduğunu haber vermektedir. Kur’an-ı
Kerim bu konuda: “Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl donattık?
(süsledik). Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.(onun hiçbir çatlağı yoktur.)” “Yeri de nasıl
döşeyip yaydık? Orada sarsılmaz (sabit) dağlar yerleştirdik. Orada göz alıcı ve iç açıcı her çiften
nice bitkiler bitirdik.” “Gökten mübarek (bereketli) bir su indirdik; böylece onunla bahçeler ve
biçilecek taneler (ekinler) bitirdik ve birbiri üzerine dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma
ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da
böyledir.” (Kaf, 50/6-7-9-10-11) buyurmaktadır.
Ayetlerde de görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim, daima insanları düşünmeye, aklını kullanmaya ve içinde
yaşadıkları dünya ile ilgili her şeyi araştırmayı teşvik eder. Çünkü bilim, dini destekler ve insanı cahillikten kurtarıp
daha bilinçli düşünmeye sevk eder; kişinin düşünce dünyasını genişletip evrende açıkça görülen yaratıcının
izlerini kavramasına yardımcı olur. Kur’an-ı Kerim’in akıl almaz mucizeler taşıdığını artık herkes bilmektedir. Her
ayetinde her devir için, iç içe gizli bin bir hikmet taşımaktadır. Hiçbir kitap ona benzememektedir. O, her yönüyle
Allah kelamı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu güce sahip olduğu için, kendi diliyle kendisine karşı koyanları,
yarışmaya çağırmıştır.
“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız,
haydı onun benzeri bir süre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23 (Benzer Ayetler: 10/38; 11/13; 17/88; 28/49-52/34)
buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan geldiğine dair şüphesi olanların, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’in uydurduğu
iddialarında samimi iseler, benzerini getirerek iddialarını ispat etmelerini istemiştir. İnkarcıların bütün arzu ve
uğraşlarına rağmen bir ayetine benzer söz getirememişlerdir. Bu da Kur’an-ı Kerim’in, Allah kelamı olduğunun
önemli bir delili olmuştur. Bu nedenle kaynağı Allah olan, Kur’an-ı Kerim ile Bilim’in kavga etmesi mümkün
değildir. Asıl kavga inançsız insanların Kur’an-ı Kerim ile kavgasıdır. Tarih boyunca bu kavgada hiç kimse başarılı
olmamıştır ve bundan sonra da asla olmayacaktır.
3
Kur’an-ı Kerim bir bilim kitabı olmayıp, sadece Allah’ın güç ve kudretinin delillerini sunmak amacıyla
evrenin yaratılışı ve düzenindeki bazı değişmez gerçeklere işaret etmiş ve onları örnek olarak göstermiştir. Örnek
olarak verilen bütün bu bilgilerin hepsi, kesin ve doğru gerçeklerdir. Bu gerçekler de hiçbir zaman doğru olan
bilimsel veriler ile bir çelişki göstermemektedir. Kur’an-ı Kerim’de dile getirilen bu gerçekler, her devirde o
zamanın mevcut ilmi seviyesine göre, bir şekilde yorumlanmıştır. Bilimsel veriler, bize Kur’an-ı Kerim’i daha iyi
anlama imkanı sağlamaktadır. Gerçeğe uygun hiçbir bilimsel verinin Kur’an-ı Kerim ayetlerine aykırı olması
düşünülemez. Çünkü evreni yoktan yaratan ve onu en iyi bilen Allah’ın bildirdiği Kur’an-ı Kerim’de gerçeğe aykırı
hiçbir şey bulunmamaktadır. Fakat insan, bazen bilgisinin yeterli olmaması nedeniyle, ayetleri yanlış anlayıp ve
yorumlayabilmektedir, fakat bu yorumlar Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin de yanlış olduğuna asla delil teşkil etmez.
Kur’an-ı Kerim bir bilim veya fen kitabı değildir. Fakat verdiği bütün bilgiler doğru olan bilim ve fenne uygundur ve
verdiği bütün bilgiler gerçektir. İlmi verileri Kur’an-ı Kerim’e uyarlamaya çalışmak yanlış olur. Çünkü ilmi veriler
nihai gerçekler değildir. İlmi verilere nihai gerçekler gözüyle bakarak, Kur’an-ı Kerim ayetlerini buna göre
yorumlamak, ayetlerin anlamlarını zorlayarak bunlara uyarlamaya çalışmak kesinlikle yanlıştır. İlmi gelişmelerin
hepsinden yararlanmak mutlaka gereklidir. Ama bu ilmi verilerin sürekli bir değişme ve gelişme içinde olduğunu
kesinlikle gözardı edilmemelidir. (Celal Kırca, “Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri”, s. 157) Bütün
bilimsel veriler Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlayabilmemiz konusunda bize yardımcı olmaktadır. Bilimsel veriler ile
Kur’an-ı Kerim arsındaki ilişkiyi bu açıdan değerlendirmek en doğru yoldur.
Kur’an-ı Kerim’deki Evren ve oluşumu ile ilgili ilahi beyanlar, varlık hakkında bilgi vermekten ziyade,
Allah’ın mutlak ilmini ve kudretini öğretmek amacını güder; fakat verdiği bilgiler asla gayr-i ilmi değildir. Bununla
beraber ilimler bağımsız ve tarafsızdır. Bağımsızdır, çünkü özellikle müspet ilimler laiktir. Araştırmalarını yaparken
ne dinin, ne de din dışı peşin hükümlerin yol göstericiliğine başvururlar. Ayrıca ilimler, dini tefsir ve peşin
hükümleri destekleme gayretine de girmezler; ama ortaya koydukları sonuçlar, dinin ortaya koyduğu tasavvurları
ve mecazları açıklayacak ve yorumlayacak bir durumda ise, yine de bunu bilim değil, bir üst etkinlik ve faaliyet
yapar. İlmin çıkış noktası, insanın taşıdığı bilme, anlam verme ve açıklama merakıdır. İlim, beş duyu ve beş
duyunun çeşitli cihazlarla donatılması ile yakalayıp görünürlüğüne ulaştığı şeyi tetkik ve tecrübe etme disiplinidir.
Kainatın bütünü ile araştırılması ve tecrübe edilip çözümlenmesi için değil, anlaşılması içindir.” (Hüseyin
Aydın, “İlim, Felsefe ve Din açısından Yaratılış ve Gayelilik (Teleoloji)”, s.15-16-38)
20. yüzyılın en büyük dehası sayılan ve Allah’a inanan Albert Einstein (1879-1955): “Derin bir imana
sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.”
diyerek bilimin dine olan desteğini dile getirmiştir. Ayrıca evrenin tesadüflerle oluşamayacak kadar harika bir
düzene sahip olduğuna ve evrenin üstün güç sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığına inanıyordu. Yazılarında
Allah’a olan inancından sıkça söz eden Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi.
“Dinsiz bir bilim topaldır.” sözleri ile Einstein, din ile bilimin nasıl ayrılmaz bir bütün olduklarını ifade
etmiştir. Einstein, tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir:
“Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün
bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.” Einstein’in dine
bakış açısını, aşağıdaki sözlerinde de görmek mümkündür: “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim,
ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüşüyor.” demektedir.
Ayrıca Einstein: “Sonsuz boyutları bilmedikçe Allah görünmez ve bilinmez. Ancak O vardır
ve insanları evrende bir görevle yaratmıştır.” demektedir.
Modern Fizik’in kurucusu Max Planck (1858-1947) ise şöyle demektedir: “Hangi alanda olursa olsun
bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “iman
et.” İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir.”
Ünlü Fizikçi İsaac Newton’un (1642-1727) yaşadığı dönemde bilim adamları, dünya üzerindeki cisimlerin ve
gezegenlerin hareketlerinin farklı kanunlarla açıklanabileceğine inanıyorlardı. Newton ise, dünya ve uzayın
4
yaratıcısının tek olduğunu, dolayısı ile aynı kanunlarla açıklanması gerektiğini savunuyordu. Bu inanç dolu önemli
görüşünü şöyle açıklıyordu: “Güneşin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların bu mükemmel sistemi,
ancak güçlü ve akıllı bir varlığın kontrolü ve hakimiyeti ile ilerleyebilir. Bu varlık yalnızca
dünyanın ruhunu değil, her şeyi yönetir. O, Allah’tır.”
“Allah’ın yarattığı her şey kendini gösterir.” fikrini ortaya atan ilk bilim adamı olan Johannes Kepler
(1571-1630), kitaplarında, Allah’a olan samimi inancını şöyle dile getirir: “Bizler Allah’a muhtaç ve aciz
kullar olarak, kendi aklımıza göre, Allah’ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O’na
teslim olmalıyız.” Ayrıca, “Tabiat kitabına göre biz astronomlar, Allah’ın, din adamları
olduğumuzdan, bizim Allah’ın şanını konuşmamız gerekir.” (Ümit Şimşek, “Big Bang: Kainatın
Doğuşu”, s. 55)
Sokrat, Aristo’ya seslenerek: “Ey Aristo! Gözlerin en yüksek noktada evreni seyrettiğini,
yaratılışındaki hikmeti görmüyor musun? Ey Aristo, büyük yaratıcı her olayda sanat ve
intizamı ile kendini haykırıyor. O olmasaydı, ağzın besinlerin çıkış noktasına yakın olurdu. Ey
Aristo, ben görünmeyen mutlak yaratıcıya inanıyorum.” demektedir.
Ünlü bilim adamı İmmanuel Kant da:(1724-1804) “Görülen her varlık, görülmeyen yaratıcının
gölgesidir. İnsanlar hakikati görme zorunluluğu içindedir, fakat Allah’a imanda zaaf
gösteriyoruz. Tıpkı güvercinin uçmak için onu uçuran havayı itmesi gibi.” demektedir.
Ünlü Matematikçi Prof. Dr. Roger Penrose: “Demek istediğim şudur ki, evrenin bir amacı vardır.
Orada öyle, bir şekilde şans eseri var olmamıştır.” demektedir.
Blaise Pascal (1623-1662): Pascal sözlerinde Allah’ın, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin
yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz gücünü ifade eder.
Galileo Galilei (1564-1642): “Tabiat hiç şüphesiz Allah’ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması
gereken diğer bir kitabıdır.” Diyor ve ayrıca, “Allah’ın kitapları ile yarattıkları arasında hiçbir
çelişki olamayacağını, çünkü her birinin Allah tarafından yaratıldığını” söylemektedir.
Bizim derdimiz, var olan Allah’ı ispat etmek değildir. Evrenin her noktasında varlığı hissedilen Allah
hakkında, bazı bilim adamlarının görüşlerini sunmak ve inkar edenlerin hayretlerine neden olabilmektir. Onların
hidayetine vesile olmak da, ancak Allah’ın takdiri ile mümkün olacaktır.
Bütün insanlık, bütün gücü ile uğraşsa evrendeki var olan bir tek kanunu değiştiremez veya evrende var
olan kanunlar gibi bir kanun koyamaz. İnsan olarak biz, var olan kanunları zaman içinde araştırmalarımızla
buluyoruz. Dün yer çekim kanununu bilmiyorduk, ancak bugün biliyoruz. Evrende var olan kanunları bilmememiz,
onların yok olduğu anlamına gelmez. Biz sadece bizde var olan akıl gücümüzle, bizce bilinmeyen var olanları
buluyoruz. O halde bu kanunları evrende var eden bir güç vardır. Bu güç, sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir.
Kaynağını bu büyük güçten alan, din ve bilimin çatışması mümkün değildir. Yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan
sonuçlar bunu göstermektedir. Evrenin kendi kendisini veya tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek, hem delilik ve
hem de basiretsizliktir. Ayrıca bilim adına böylesi bir iddia, gerçekten faciadır. Gerçeğe değil, ateizme hizmettir.
İslam dini ile diğer dinler arasındaki farkı bilmeden bu gerçeği anlamak da zordur. İslam, bütün dinlerin
sonuncusu ve son şeklidir. İlahi dinler arasında kıyamete kadar aslını koruyarak varlığını devam ettirecek tek din
ve bütün ilahi dinlerin ortak adıdır. Varlığının bozulmadan günümüze kadar devamının teminatı Allah’tır. Bu
nedenle, İslam dinini bilimin karşısında göstermek, İslam dinini bilmemek veya ondan nasip almamak demektir.
İslam dini birçok emriyle, ilmi teşvik etmekte ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle: “İlim adamlarını gökteki
yıldızlar gibidir. Yıldızlar nasıl karanlıkta yol gösterirse, onlar da yeryüzünde rehberdirler.”
(Ahmed bin Hambel, Müsned, c.3, s.157) “Hikmet, mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa
almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi, İlim, 19; İbn-i Mace, Zuhd, 10) “İlim öğrenmek kadın ve
erkek her Müslüman’a farzdır.” (Sehavi, el- Makasıd’ül- Hasene, s. 402) “İki günü birbirine eşit
5
olan ziyandadır.” (Sehavi, age, s. 402) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için ve hemen yarın
ölecekmiş gibi de ahiret için çalışınız.” (Sehavi, age, s.402) gibi beyanları ve bizzat kendi sünneti,
ashabının bu hususlara temel bakışını ve hareket tarzını belirledi. Hicaz, Şam ve Bağdat başta olmak üzere
Ortadoğu, doğu kanadında Orta Asya, batı kanadında Endülüs medeniyetleri gelişti. Bu durum dünya için gerçek
bir Rönesans’tı. Çünkü Müslüman olmak, insanı ister istemez ilmin talibi haline getiriyordu. Tabiin, Tebe-i Tabiin,
Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde büyük cami ve medreseleri içine alan külliyeler, dev kütüphaneler, tıp
merkezleri ve rasathaneler ortaya çıktı. Bilim insanlık için büyük bir hayat tarzı ve varlığı için elzemdir. Onsuz
yaşanması mümkün değildir. Din de aynen öyledir. Her ikisinin de hedefi insanın mutluluğudur. Her ikisinin de
kaynağı aynıdır. Bunlar asla savaşmaz, ancak insan olarak biz bunları savaştırıyoruz. Bu durum insanlığa da
hiçbir şey kazandırmamıştır ve bundan sonra da kazandırmayacaktır.
Vahiy, ilim üstüdür, ancak ilim dışı değildir. Vahiy Hz. Peygamber (s.a.v)’e geldikten sonra ilim haline
dönüşür. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil hiç kimse ilim dışı kalamaz ve ilme sırtını dönen iman, Kur’an-ı
Kerim’den onay alamaz. Kur’an-ı Kerim’e göre ilim, Allah’ın varlığına tanıklık eden en büyük ve en güvenilir
güçlerden biridir. Kur’an-ı Kerim, vahyin en büyük muhatabı olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e bile ilim istemeyi
emretmekle bu konuda, deyim yerinde ise, suyu baştan kesmiş ve insanlığa en etkili dersi vermiştir. İlimsizlik,
körlük getirir. Körlüğün olduğu yerde ise iman ve ilahi aydınlık barınamaz. Kur’an-ı Kerim, ilimsiz imandan bir
şeyler beklemenin aldatıcı olabileceğine dikkat çekmektedir. Ayrıca “…(Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”(Zümer, 39/9)
emriyle insanın aklına hitap eden Allah, düşünmemizi, kendisine inanmamızı ve bu konuda bilenlerin üstünlüğünü
ilan etmektedir. Bu bilme işi, öncelikle Allah’ı bilmek ve kabul etmekle başlar. Ayrıca bu ilahi ifadeyle bilgi ile
bilgisizliğin arasındaki derin farkı dikkat çeken Kur’an-ı Kerim: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü
kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”(İsra, 17/36) “Şayet bilmiyorsanız ehline
sorunuz.” (Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) ifadeleriyle de insanın kesin ve sağlam bilgiye dayanarak hareket
etmesini, bilmediğini öğrenmek için gereken çabayı göstermesini emretmektedir.
İslam dini akıl ve vicdan dinidir. İnsan, aklı ile dinin bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak
gördüklerinden sonuç çıkarır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile, evrendeki
herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunun üstün ilim ve güç sahibi bir varlık tarafından yaratıldığını
anlar ve dünyanın insanların yaşayabilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için
yeterlidir. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, dünyanın tesadüfen meydana geldiği gibi bir iddianın saçmalığını da
kolaylıkla anlar. Aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan, Allah’ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile
görebilir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. (Ve şöyle derler:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi cehennem azabından koru.” (Al-i İmran, 3/191)
Bu nedenle Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanları çevrelerindeki yaratılış delillerini düşünmeye ve incelemeye
çağırmaktadır. Bütün evrende var olan sistemleri, canlı ve cansız varlıkları inceleyen, gördükleri üzerinde
düşünen ve araştıran her insan, Allah’ın üstün varlığını, ilmini ve sonsuz gücünü tanımaya başlayacaktır.
Allah insanları, gökyüzü, yağmur, bitkiler, hayvanlar ve coğrafi özellikler gibi konularda araştırma ve
inceleme yapmaya çağırmaktadır. Bütün bu varlıkları incelemenin ve araştırmanın yolu bilimdir. Bilimsel
araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler, insanlara yaratılışın sırlarını, Allah’ın sonsuz ilmini ve gücünü tanıtır.
Tarih boyunca insanlığa büyük hizmetler veren bilim adamlarının önemli bir bölümünün, Allah’a inanan dindar
kimseler olmasının nedeni de budur.
İslam düşünce tarihinde önemli denebilecek bir din ve bilim çatışmasının olduğu söylenemez. İslam
inancının kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in ilim karşısındaki tutumu, son derece müspet olmuştur. Bu yönüyle onun,
diğer din kitaplarından farklı olduğu rahatça söylenebilir. Kur’an-ı Kerim’e göre bütünüyle evren; bilgi, kudret, iyilik
6
ve rahmet sahibi bir olan Allah’ın eseridir. Dolayısıyla başka hiçbir varlık duaya ve ibadete asla layık değildir.
Kur’an-ı Kerim, insanın kendi öz varlığına, beşeri çevresine ve tabiatta olup bitenlere bakmasını, onların üzerinde
düşünmesini, onları anlamasını ve daha sonra dersler ve ibretler alarak kendi hayatına bir mana ve düzen
vermesini, ısrarlı bir şekilde istemektedir. Kur’an-ı Kerim’in bu tutumu bilim, felsefe ve ahlak üzerinde çok etkili
olmuştur. İslam dünyasında felsefenin ve bilimin erken denilebilecek bir tarihte baş döndürücü bir hızla
ilerlemesinde, Kur’an-ı Kerim’in tutumunun etkisi, herhangi bir ispatı gereksiz kılacak şekilde gözler önündedir.
Kur’an-ı Kerim’in ilim zihniyeti ile ilgili bu açık tutumuna rağmen, acaba İslam dünyasında ilmin başı hiçbir zaman
ve hiçbir yerde sıkıntıya girmedi mi? Buna cevap vermeden önce İslam dünyasında din ve bilim ilişkisi ile din
bilgini ve bilim adamı ilişkisi arasında bir ayırım yapmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’in Tevhid anlayışının bir gereği
olarak din bilginleri, İslam’ı gelenekte ruhani otoriteye sahip bir sınıf oluşturmamışlardır. Buna göre bir din
bilgininin veya dini teşkilatının başındaki kişi veya kişilerin bir konuya itiraz etmeleri, o itirazın gerçekten ve
kesinlikle dini bir karakter taşıdığı anlamına gelmeyebilir. Oysa Hıristiyan dünyada durum farklı olmuştur. Çünkü
Kilise’nin itirazı, dinin itirazıdır. O halde yukarıdaki soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İslam dünyasında bazı
bilim adamlarının, bazı güçlüklerle karşılaşması dinden değil, dinin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Birçok
din bilgini, eserlerinde bu konu üzerinde durmuş ve dinin temel kaynaklarının yanlış anlaşılması ve
yorumlanmasının nelere yol açtığını şöyle açıklamışlardır:
1- İlk Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i yorumlarken her türlü bilgiye açıktı. Sonraki dönemlerde Müslüman olan
Yahudi ve Hıristiyanların yorumları da dini eserlerde yer alınca, din ve bilim ilişkisi konusunda yanlış anlamalar
meydana geldi.
2- Bazı Müslüman bilginler,“dini açıklama” ile“ilmi açıklama”yı birbirlerine karıştırdılar. Kur’an-ı
Kerim’deki bazı benzetmeleri, resmi kozmolojik söylem haline getirdiler.
3- Söz konusu çatışma, doğrudan ilmi faaliyet içinde olmayan kimselerce çıkarılmıştır.
4- Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin olumsuz etkisi olmuş; Moğollarca Bağdat gibi şehirlerde, Haçlılarca da
Endülüs gibi bölgelerdeki ilmi birikimler ve kaynaklar yok edilmiştir.
5- Bu istilalar sonrasında, İslam dünyasında önceki dönemlerin taklit edilmesi geleneği başlamıştır. Orijinal
çalışmaların azlığına gerekçe olarak, o dönemde İslam toplumunun güç bakımdan zirvede olması ve ciddi
rakiplerinin olmaması da gösterilebilir.
6- Batının Rönesans, reform, coğrafi keşifler ve sanayi devrimi ataklarına cevap verebilecek bir tutum, İslam
dünyasında gelişmemiştir.
7- Batının tüm dünya üzerinde etkili olan sömürgecilik faaliyetleri, İslam dünyasında da fakirlik, cehalet ve
ezilmişliğe yol açmıştır. Sömürge sonrası dönemde, Batı standartlarında bilim adamları yetiştirilmeye çalışılmış,
ancak Harezmi, İbn-i Sina, Cabir bin Hayyan, İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Razi,
Akşemseddin, İbn’ül-Haysem, Biruni, Kindi, Farabi, İbn-i Batuta, Ali Kuşçu gibi örnek
gösterilebilecek isimler yetiştirilememiştir. Bunda söz konusu psikolojinin de ciddi etkisi olmalıdır.
8- Sömürgecilik döneminde batılı yaklaşım, üstün medeniyetin batı medeniyeti olduğu ve diğerlerinin zorla
medenileştirilmesi gerektiği fikrine dayanırken, günümüz batı dünyasında çok kültürlülük ve öteki olmak; öteki ile
birlikte yaşamak düşüncesi gelişmiştir. Ancak sömürge dönemi İslam dünyasında oluşan entelektüel birikim,
kendi kültürüne yabancılaşmış, batı kültürü hakimiyeti karşısında ezik ve hayran tutumunu günümüzde de devam
ettirmektedir. Halbuki batı, günümüzde batı medeniyeti dışındaki medeniyetleri de tanımakta ve yararlanmaktadır.
9- Tabiata hakim olacak şekilde eğitim verilmesi, İslam dünyası ile batı dünyası arasındaki farkı
açıklamaktadır.
İnsanlığı bir bütün olarak kabul ederek bir kısmının değil, tamamının sorununu çözmek için yeni sözler
söyleme zamanı gelmiştir. Bilimin batı ile özdeşlenmesi yanılgısından kurtularak işe başlayabiliriz. Kendimize olan
özgüveni yakalamalıyız. İnsanlığın bilimde olanca gelişmesine rağmen, içine düştüğü trajediden kurtulması, bilimi
7
araç olarak kullananların erdem sahibi olması ile mümkündür. Bugün İnsanlığın içine düştüğü bunalımdan
kurtulması için sadece bilimin değil, dinin de söyleyeceği sözler vardır. İnsanlığı aydınlatmaya devam eden
dinimiz, son dindir ve mükemmel dindir. Çünkü İslam dini akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uygunluk arz
etmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun olmasaydı, bununla diğer ilahi doğal kanunlar arasında
çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün varoluş kanunlarını yaratan Allah’tır.
Din, bilimi teşvik eder ve bilimle uğraşan akıl ve vicdan sahibi insanlar, Allah’ın varlığının delillerine çok
yakından şahit oldukları için, aynı zamanda güçlü bir imana da sahip olurlar. Çünkü bu insanlar, yaptıkları her
incelemede ve her yeni buluşta Allah’ın yarattığı mükemmel bir sistem ile karşılaşırlar. Bundan dolayı, iman eden
her insan bilimsel araştırmalar yapmak ve evrenin sırlarını öğrenmek konusunda, son derece istekli ve kararlı
olur. Çağımızın önemli bir dehası olarak kabul edilen Einstein, bir yazısında iman eden bilim adamlarının dinden
aldıkları bu ateşleyici gücü şöyle dile getirir: “Ben şunu iddia edebilirim ki dini, kozmik yönden sezişler,
bilimsel çalışmalarda çok daha kuvvetli hissedebilmektedir. Şüphesiz ki bu duyguyu, bilimsel
zihniyeti ile ilk kuranlar en kuvvetli sezmişlerdi. Evrenin yapısını, bilimsel ve akılcı bir şekilde
anlamak, insana en derin iman duygusu verir. Yıllarca mesai sonunda kavradıkları evren
anlayışı, Kepler ve Newton’a böyle derin duygular vermiştir.”
Johannes Kepler, yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için bilimle ilgilendiğini söylerken, tarihin en büyük
bilim adamlarından biri olan Newton ise, bilimsel araştırmalarını yapma çabasının ardındaki sebebin, Allah’ı bulup
tanıma isteği olduğunu ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi, Allah’ın evreni nasıl yarattığını görebilme isteği, tarihte pek çok bilim adamının en büyük
motivasyon kaynağı olmuştur. Çünkü evrenin ve canlıların yaratılmış olduklarını kavrayan bir insan, aynı
zamanda bu yaratılışta bir amaç olduğunu da kavrar.
Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne iman eden bilim adamlarının dünyaya yönelik bir makam, mevki, ün ve
para gibi hırsları olmadığı için, bilimsel araştırmalarda gösterdikleri çaba da son derece samimi olur Bu insanlar
bilirler ki, evrenle ilgili olarak keşfettikleri her sır, tüm insanlara Allah'ı tanıtacak, insanlara Allah'ın sonsuz gücünü
ve ilmini gösterecektir. İnsanlara Allah'ın varlığını anlatmak, yaratılış gerçeğini tanıtmak, iman eden bir kişi için
şüphesiz önemli bir ibadettir İşte bu samimi düşünceler içinde olan inançlı bilim adamları, hayatları boyunca
büyük bir şevkle evrendeki kanunları, tabiattaki mucizevi sistemleri, canlılardaki hatasız mekanizmaları ve akılcı
davranışları keşfetme yolunda önemli çalışmalar yapmışlar. Yaptıkları çalışmalardan da son derece fayda
verecek sonuçlar alırlar ve büyük ilerlemeler gösterirler Bu yolda zorluklarla karşılaşmaları, onları yılgınlığa
sürüklemez veya insanlardan bir karşılık göremediklerinde de şevklerinde bir azalma olmaz. Çünkü onlar
yaptıkları işte Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlamaktadırlar. Allah rızası için, iman eden diğer insanlara da fayda
verebilme amacını taşırlar ve bu konuda bir sınır tanımazlar. Verebilecekleri en yüksek faydayı sağlamak ve
insanlara en güzel bir şekilde hizmet edebilmek için çalışırlar Bu samimi çabalarına karşılık olarak da son derece
verimli insanlar olurlar. Yaptıkları işlerden her zaman güzel sonuçlar çıkmıştır.
Bilimselliğin dinden uzak kalmakla oluşacağını zannedenler ise, şüphesiz büyük bir yanılgı içerisindedirler
Her şeyden önce Allah'a iman etmeyen insanlar, dinin getirdiği manevi şevki yaşayamazlar Belki en başında
heyecanla başladıkları bilimsel araştırmalar, bir süre sonra onlara sıradan olaylar olarak görünmeye başlar Bu
zihniyetteki insanların hayattaki amaçları, kısa sürede bitecek olan dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etmektir
Para, makam, şöhret ve itibar gibi dünyevi hırslar içinde olan bu kişiler, ancak kendilerine bunları kazandıracak
çalışmaları yaparlar Örneğin: Üniversitede kariyer yapmak isteyen bir bilim adamı, ancak kendisini daha üst bir
mevkiye geçirebilecek alanlarda çalışma yapar İnsanlara fayda getirebileceğini düşündüğü bir konu olsa bile,
kendi çıkarları açısından bir şey getirmeyeceğini düşündüğü bir konuda araştırma yapmaz veya karşısına
araştırma yapabileceği iki konu çıktığında, bu ikisi arasında hangisinin kendisine daha çok maddi kazanç, itibar ve
makam sağlayacağı yönünde bir kıyas yapar ve diğerinin insanlar için daha faydalı bir sonuç getirebileceğini bilse
bile o konudan uzaklaşabilir Bu tip insanlar, kendilerinin bir çıkarı olmadığı sürece, asla diğer insanlara fayda
vermeye ve onlara hizmet etmeye yanaşmazlar Maddi yönde veya iyi bir makam, mevki elde etme ve insanlar
8
arasında itibar kazanma konusunda bir çıkar sağlama imkanları ortadan kalktığı zaman, onların çalışma azmi de
yok olur gider. Allah'a iman eden bir insanın yaşadığı şevk ve heyecan ise sadece bilim alanında değil, sanat ve
kültür gibi hayatın daha birçok alanında da insanlara geniş ufuklar açar ve asla tükenmeden, hatta giderek daha
da katlanarak devam eder.
İslam dünyasında, bilimsel çalışmalar açısından dönüm noktası sayılabilecek tarihler sıralanırsa; 571
yılında Hz. Muhammed (s.a.v) dünyaya teşrif buyurmuştur, Hint matematikçileri 576 yılında ilk defa 0 (sıfır)’ı
bulmuşlar. Ancak sıfırın dört işlemde kullanılması Müslümanlar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. 552 yılında
ipekböceği Çin’den Bizans’a getirilmiş ve Bizans, ipek endüstrisinin merkezi olmuştur. 610 yılında Hz.
Muhammed (s.a.v) peygamberlikle şereflenmiş ve 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle de hicri
takvim başlamıştır. 632 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) ahirete irtihal etmişlerdir. 695 yılında ilk Müslüman parası
basılmış, 711 yılında İspanya’ya çıkılmış, 748 yılında Çin’de ilk gazete basılmış, 771 yılında bugün kullandığımız
Arap rakamları sıfırla birlikte kullanıma girmiş ve böylece Roma rakamlarının birçok işlemde eksik ve yetersiz
kalması aşılmıştır. Matematiğin temel bir bilim olarak her sahada kullanıma girmesiyle, medeniyetlerin gelişmesi
yeni bir ivme kazanmıştır. Halife el-Me’mun (813-833)döneminde Harezmi, Yunan kaynaklarının tercümesinden
çok önce Logaritma’yı geliştirdi ve Cebir’de ikinci derece denklemleri geliştirecek olan eserini vermiştir. İbnu’lHaysem Optik, Astronomi ve Metodoloji’de çığır açtı. Bilhassa Tehafut’ul-Felasife (Filozofların
Tutarsızlığı) adlı eseriyle fikri ve ilmi gelişmelere set çektiği iddia edilen İmam-ı Gazali’den sonra, hepsi de
dini kurumlar bünyesinde olmak üzere, Mekanik’te Cezeri’nin, Mantık, Matematik ve Astronomi’de
Asireddin el- Ahbari, Muayyeddin el- Urdi, Nasireddin et- Tusi, Kutbettin Şirazi, Ali Kuşçu ve
Şemseddin el- Hafri’nin, Optik’te Kemaleddin Farisi’nin, Tıp’ta İbn-i- Nefis’in çalışmaları, çağın en
başarılı çalışmalarıydı.
Osmanlı tarihinin bu süreçteki en önemli şahsiyeti Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu’yu Orta Asya’dan
davet ederek Ayasofya medreselerinin başına getirdi. Medresenin müfredatına ilk defa Matematik, Geometri ve
Astronomi dersleri girmiş oldu. Bu dönemde Fatih medreseleri kuruldu. Fatih Sultan Mehmet hem Orta Asya, hem
Endülüs ve hem de Avrupa Rönesans’ı ile ilgileniyor; Herat’dan Molla Cami’yi (1414-1492), İtalya’dan çeşitli
sanatkarları davet ediyordu. Bu süreç en değerli meyvesini bir asır sonra Takiyuddin Rasathanesi’yle verdi.
Mısır’dan 1571 yılında gelen ve Sultan 2. Selim’in astronomu olan Takiyuddin Efendi (1526-1585),
Matematik, Mühendislik, Mekanik, Optik ve Tabiat Felsefesi konularında 90 kadar eser vermiştir. Ayrıca altı
silindirli pompa icat etmiş ve ilk buhar türbinini çizmiştir. Sultan 3. Murat’ı rasathane inşasına ikna etmiş, iki yıl
içinde inşası biten rasathanede ilk olarak Uluğ Bey’e ait Zic-i Sultani denilen astronomi cetvellerini yenilemiştir.
Bu cetveller Güneş, Ay, bilinen gezegen ve yıldızların hareketlerini gösteriyordu. İcat ettiği “gözlem saati” 16.
yüzyıl astronomisinin en önemli yeniliği ve eseriydi.
7 ve 11. yüzyıllar arasında, İslam’ın getirdiği bilim anlayışı ile İslam dünyası altın çağlarını yaşamıştır. Aynı
dönemde Avrupa’da hüküm süren feodal sistem, Kilise ile tabiat arasında sıkışan bilime ve insanlığa karanlık bir
çağ yaşatmıştır. 12. yüzyıldan itibaren durgunluğa giren İslam bilim dünyası, ilk hızın tesiriyle bu durumu 16.
yüzyıla kadar hissetmemiş ve yine zirvede kalmıştır. Batıda Kilise’nin otoritesini kaybettiren Rönesans hareketleri
akabinde deney ve gözlem metodunun gelişmesi, bütün bilim anlayışını değiştirerek, Galileo, Kopernik,
Descartes ve Newton çizgisiyle batı dünyasına büyük bir hamle yaptırmıştır.
Bütün tarih boyunca, İslam dünyasının başına gelen en büyük felaket Moğol istilasıdır. 13. yüzyıl, İslam
medeniyetinin zirvesidir. Ne var ki, Moğollar bu ileri medeniyeti yerle bir etmiş ve adeta yok etmiştir. Göz
kamaştıran İslam medeniyeti, bu istiladan sonra bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. Her yanı kana
bulayan, ortalığı yakıp yıkan ve taş üstünde taş bırakmayan Moğollar, İslam dünyasına büyük zararlar
vermişlerdi. 13. yüzyılda batıda Haçlıların, doğuda Moğolların arasına sıkışıp kalan Müslümanlar, batıdakini
denize döküp, doğudan geleni de kendine benzetip yeni bir yüzyıla başladılar. Bugün Anadolu’da, Irak’ta ve
Suriye’de görülen harabelerden bazıları, zamanın yükü ile yorgun düşmüş eskinin heybetli yapıları değildir.
9
Moğolların taş üstüne taş bırakmama anlayışının eseridir. Muhteşem İslam medeniyeti, bu yıkıntılar arsından
doğrulup yeniden kendini bulmuştur. Ama Moğol istilası öncesi ihtişamını bir daha yakalayamamıştır.
İnsanlığın ortak birikimi olan ilim ve bilim tarihindeki önemli dönüm noktalarıyla ilgili olarak Alman fizikçi
Max Planck’ın(1858–1947) tespiti çok isabetlidir. İkinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını terk etmeyerek
neredeyse tek başına yönetime karşı duran, tehditlere boyun eğmeyen, prensiplerinden taviz vermeyen, oğlu
Naziler tarafından öldürülen bu bilim insanı, Kuantum teorisini ilk defa geliştirmiş ve 1918 Nobel Fizik ödülünü
almıştır. Güçlü bir inanca sahip olan Max Planck şunu ifade eder: “Bilimden inkılaba yol açan büyük
çalışma ve keşifler, daima Allah’a inanan insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü onlar
kainatı tek bir iradenin hakimiyetinde işleyen, dolayısıyla düzen arz eden ve araştırılmaya açık
bir sistem olarak görmüşlerdir.”
Tarihe mal olmuş ilim adamları, çalışmalarını inançlarının gereği olarak yapmıştır. Newton, daha gençlik
yıllarından itibaren bilimin yanı sıra, Kitab-ı Mukaddes üzerinde de durmuş, İncil’in mütercimler ve yorumcular
tarafından tahrif edildiği kanaatine varmıştır. Teslis (Baba–Oğul-Kutsal Ruh) fikrinin sapıklar tarafından
Hıristiyanlığa sokulmuş ahlaksız bir aldatmaca olduğuna inanan Newton’a göre, Hz. İsa (a.s) ilahi bir varlık
değildir; bu yüzden insan dualarında, doğrudan Allah’a yönelmelidir. İyi bir muvahhid (bir olan Allah’a
inanan) olan Newton’un bu fikirleri 325 tarihindeki İznik Konsili’nden beri küfür olarak kabul ediliyordu. Bu
nedenle Newton, hayatının son günlerine kadar kendisini takip edecek olan, kafir ilan edilmek gibi paranoyak bir
korkuyla yaşamıştı. Fakat Allah’a olan derin inancı ve doğrudan O’na müracaat etme ihtiyacı da açıktı. Hem bilim
ve hem de dinde ısrarlı bir hakikat arayışı içindeydi; O’nu gösteren işaretlerin peşindeydi. (Ömer Said
Gönüllü, “İdeolojinin Kıskacında Üniversite ve Bilim” Konulu Makalesi, Aralık/2005(323), s.
525 (Alıntı: Strathern, P 1997 The Big İdea Newton and Gravity Paul Strathern London)
Sermaye ve güç, toplumların yapısına göre değişir. Bu açıdan baktığımızda toplumlara göre üç tip
sermaye veya güç önemli hale gelir. Tarım toplumunda, beden veya kas gücü; sanayi toplumunda, para, mal
veya maddi güç; bilgi toplumunda, akıl ve beyin gücü veya diğer tabirle entelektüel güç önemlidir. Yeni bin yılda
akıl ve beyin gücü katkı payını artıracak, buna sahip olan ve gerektiği şekilde kullananlar öne geçecektir.
Rönesans’ın getirdiği düşünce dünyası ışığında başlangıçta haklı, daha sonra ise abartılı şekilde Kilise’ye
başkaldıran, zihinlerdeki yanlış bilim ve din anlayışlarından dolayı, bilimle din çatışıyormuş gibi gösteren 18 ve
19. yüzyılların Pozitivist (Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temel alan, ona uygun düşen ve
batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları
olarak gören dünya görüşüdür. Bilimcilik ve deneycilik gibi fikir akımlarına temel teşkil eden
pozitivizm, sadece 5 duyuya hitap eden, fiziksel ve maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek
kabul eder. Dinsel kavramları, teolojiyi ve metafiziği reddeder.) ve materyalist anlayışlar da bundan
böyle yerini bilimle dinin bir aynanın iki yüzü gibi görüldüğü anlayışa terk edecek bilimlere artık ateizme değil,
tevhide götüren bir anlayışla bakılacaktır. Bunu bugün birçok bilim adamı dile getirmektedir. Zaten Batı’da birçok
gerçek bilim adamının bakışı geçtiğimiz yüzyılda da böyleydi. Ancak bizim gibi ülkelerdeki bazı sözde bilim
adamları, bilimi tamamen ideolojik olarak materyalist bakışla ele aldıkları için, sanki bilim adamı dinsiz olmalıdır
gibi, bir havayı medyanın da katkısıyla oluşturmuşlardı. Ülkemizde yaşanan depremler vesilesiyle medyada
gördüğümüz tartışmalara katılan bilim adamlarıyla, bu bilim anlayışının da ne kadar geçersiz ve tutarsız olduğu
gözler önüne serilmiştir. İman eden, akıl ile eleştiren ve akıl aletini kullanarak evrene bakanların imanı artacak,
imanı artan kişi de kainata bakarken çok farklı yönlerini ve daha önce sezemediği sırlarını deşifre etmenin hazzını
yaşayacaktır. (Nesibe Nur Aydın,”Hızlanan Zaman ve Yeni Bin Yıl” Konulu Makalesi,
Haziran/2000, (257) s. 221-225)
Üniversite kavramı üzerinde uzun uzun düşündüğü anlaşılan Alman Filozof Kant, 1780’li yıllarda yazdığı
“Fakültelerin Tartışması” (Der Streit der Fakültaten) adlı eserinde, bilim hürriyeti açısından ahlaki bir ölçü
tespit eder: “Üniversite yönetimin buyruklarından bağımsız hiç olmazsa bir fakülte olmalıdır. Bu
fakülte buyruk vermemeli, hakikat adına herkes için hür bir değerlendirme yapmalıdır, bu
10
fakültede akıl açıkça konuşma hakkına sahip olmalıdır. Böyle bir akıl olmaksızın, hakikat açığa
çıkamaz. Akıl tabiatı gereği hürdür ve buyrukla bir şeyin hakiki sayılmasını kabul etmez.”
(Ömer Said Gönüllü, “Aydınlanma Felsefesinde Üniversite Kavramı- Düşünen Siyaset” Konulu
Makalesi, Aralık/2005 (323), s. 525 (Alıntı: Kula Dergisi O.B. Nisan/ 1999/3.sayısı)
Bu gün Türk toplumunda nedensellik ilkesine göre işleyen eleştirel düşüncenin bir toplumsal refleks haline
dönüşememesinin birçok nedeni vardır. Bunların ilk başta geleni, Türkiye inanç ve kültürüyle uyumlu kendine has
Rönesans’ın aydınlanmasını ve sanayi devrimini istenilen ölçüde gerçekleştirememiş olmasıdır. Yukarıdan
aşağıya doğru yapılmak istenen değişim projelerinde halkın katılımını, inanç ve kültürünü gözardı ettiğinden,
toplumda sağlıksız bölünmeler ve kopmalar yaşamıştır. Türk insanı, dünyevi işlerde birinci derecede kullanması
gereken sorgulayıcı ve eleştirel aklını kullanma becerisini yeterli düzeyde kazanamamıştır. Türkiye’nin ihtiyaç
duyduğu şey, hem dünyevi ve hem de uhrevi konularda, hem sorgulayıcı ve mucit, hem de analitik ve sentezci
yapısına sahip bilim adamlarıdır. Bu gün Türkiye’de yaşanan sıkıntıların başında ve temelinde de bu sentezin
yapılamayışı, dinden ve bilimden uzaklaşan insan gruplarının açmazları yatmaktadır.
Dinlerin insanlar nezdindeki gücü, bilinemeyenlere verdiği tatmin edici cevaplardan ibaret değildir. Dinler
asıl kalıcı güçlerini toplum hayatında oynadıkları vazgeçilmez rollerden alırlar. Dinler toplumsal kurallar koymakta,
bireyler sahip oldukları toplumsal huzur ve barışın bu kurallarla hayat kazandığını idrak etmektedir. Huzurlu bir
toplum, fedakarlık duygularının hakim olduğu bir toplumdur. Dini organizasyonların sağladığı uyum ve huzuru
anlayabilmek için, dinler ile dindarlığı birbirinden ayırmak gerekir. Dinin teolojik yapısından değil, zamanın
ihtiyaçlarına, toplumun eksiklik hissettikleri alanlara göre değişim, dini algılama ve yaşama biçiminden, yani
dindarlıktan bahsediyoruz. Din değişmez, ama dindarlık bakış açıları zamana ve mekana bağlı olarak değişim
geçirir. İşte Türk ve İslam dünyası son bir kaç asırdır bunu sağlayamadığından, din ve bilim adına daha ileri
noktalarda olamamıştır. Birçok sözde bilim adamı, içi boş bir gururla, kollarını kartal gibi açıp kibirle ortalıkta
dolaşarak, mensubu olduğu topluma tepeden bakarak, sahte büyüklüklerini her fırsatta ortaya koymuşlardır.
Emeğin ve sabrın daha ötesi iman etmenin faziletlerinden mahrum bu sahte kahramanların, bilim adına hiçbir şey
ortaya koyamamışlardır. Kendileri ile toplumları arasına koca bir duvar örerek, geçmişe küfrederek toplum için
gelecek inşa etme gayretine girmişlerdir. Hep suçlu aramışlardır. Onlara göre en büyük suçlu da hep din
olmuştur. Bu anlayışı “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” şeklinde tarif etmek mümkündür. Belki de Narsizm,
(Narsizm: Kendisine aşırı derecede hayran olma hali veya kendisini beğenme durumudur.) bu
anlayışın en önemli karakterlerinin tarifi olabilir. Dünyaya sadece bir pencereden bakanlar, sadece o pencerenin
açıldığı sokağı görebilirler. Dünyayı o sokaktan geçenlerden ibaret sanırlar. Büyük ideallerin ve ufukların da bu
pencereler arasındaki küçücük odalara büyüdüğü hiç ama hiç görülmemiştir. O dar odalardaki makam
koltuklarında sadece dedikodu üretilir. İşte bilim üretmeyen bilim adamlarının durumu budur. Modern dünyanın
gerisinde kalışımızın önemli nedenlerinden birisi de budur.
Beş bin yıllık insanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bugünkü bilgilerini nasıl elde
ettiler sorusunun tabii olan izahı, insanlar bu günkü bilgilerini zamanla öğrene öğrene merdivenlerden çıka çıka
elde ettiler, demek olacaktır. Fakat ilimler tarihine bakıldığında incelemeler gösteriyor ki, insanlar ilk bilgilerinden
bugünkü bilgilerine böyle basamak basamak muntazam bir merdiveni çıkarmış gibi gelmemişlerdir. Bu durum
incelendiğinde şöyle bir gelişme görülmektedir. İlk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlar ve bir
noktaya gelmişlerdir. Sonra bu durum birden bire artarak bir gelişme gösteriştir. Daha sonra bu artış tekrar yavaş
devam etmiştir. İnsanlık tarihinde bilgilerin birden bire arttığı başlangıç noktası konusunda bugünkü ilimler tarihi,
insanların bilgilerinin artmaya başladığı birinci nokta olarak Asr-ı Saadet’i göstermektedirler. Bu nokta 7. yüzyıla
rastlamaktadır. Daha sonra bu artış miladi 14. ve 15. yüzyıla, yani hicri 7. ve 8. yüzyıla kadar bir gelişme
göstermektedir. İlim tarihindeki araştırmalar bu şekilde bir tespit yapmaktadır.
Bu iki noktadan İslam’ın ilmi bütün insanlardan teslim alarak inkişaf etmeye başladıkları tarihtir. Diğer
nokta ise haçlı seferlerinden sonra Rönesans’ta Avrupalıların ilimleri Müslümanlar’dan aldıktan sonra yürütmeye
başladıkları tarihtir. İnsanlık tarihinde Asr-ı Saadet’ten Rönesans’a kadar geçen 7 yüzyıllık bir devir var ki, bu
11
devirde bütün insanlığın ilimlerini Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki, bugünkü insan bilgisinin
en az % 60-70’ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir. İddia edilmektedir ki, Müslümanlar bu bilgileri Mısır, Yunan
ve Hintliler’den almışlardır. Bu kesinlikle doğru değildir. Müslümanlar aldıkları bilgileri kimin kitabından almışlarsa
açıklamışlardır. Yani kaynağını belirtmişlerdir. İslam bilginleri eskilere ait kitapları okuyarak bilgileri alırken, hemen
kabul etmemişler ve bu bilgileri tashih, yani üzerinde araştırma yapışlardır. Ayrıca İslam bilginleri Yunan, Mısır ve
Hintliler’den ilim alırken kendileri yüksek seviyede bulunuyorlardı, ilim aldıkları milletler de aşağı seviyede
bulunuyorlardı. Yani ilmi aşağıdan yukarıya almışlardır. Avrupalılar ise ilmi kimden aldıklarını kesinlikle
söylememişlerdir. Müslümanların yazdıkları kitapları okumuşlar, ancak kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını
kendi kitaplarında zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu bilgileri okuduklarında, bu bilginin kendilerine ait
olduğunu zannetmiştir. Bu anlamda bakıldığında Avrupa’da yanlış yere büyütülmüş Avrupalı, sözüm ona bilim
adamı vardır.
Bilim tarihinde insanlığa önemli hizmetlerde bulunan bilginlerin başında meşhur İslam bilginlerinden elBattani adlı astronomi bilgini gelmektedir. Halife Me’mun zamanında İslam bilginleri, Trigonometri’de
kullanılan sinüs, kosinüs, tanjant , kotanjat mefhumlarını icat etmişlerdir. Büyük İslam bilgini Giyaseddin
Cemşid, sinüs bir dereceyi 0, 017 452 404 437 238 371 olarak ortaya koymuş ve takriben virgülden sonra 18
hane hassasiyetle sinüs bir dereceyi hesaplıyor. Bugün bu hesap, elektronik makine ile yapıldığında bir rakamı
dahi şaşmıyor. Giyaseddin Cemşid, Trigonometri cetvelini bu hassasiyetle yapmıştır. Ayrıca Giyaseddin
Cemşid,, Risalet’ül-Muhitiyye adlı kitabında pi sayısı için 3, 14 159 263 355 897 43 rakamlarını tespit
etmiştir. Yani virgülden sonra 15 hane hassasiyetle pi sayısını doğru olarak hesaplamaktadır. Elektronik
makinalarla da aynı sonuç bugün karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar Cebir ilmini de bulmuşlardır. Bu ilmin
ismi, İslam bilgini el-Cabir’den gelmektedir. Avrupalılar el-Cabir’i tam olarak telafuz edemediklerinden el- Cabir
ismini el-Gebra diye okurlar. Bugün Avrupa’nın her yerinde bütün Cebir kitaplarının üzerinde el-Gebra
yazılıdır. Büyük İslam bilgini el-Harzem, bugün Logaritma cetvellerini ve Logaritma mefhumlarını ilk defa
bulmuştur. İbn-i Haysem bu günkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır. Bu nazariyeye istinaden
kırılma kanunlarını bulmuştur. İbn-i Haysem, bu konuda Öklid’in yanlış düşündüğünü ortaya
koymuştur. Cabir bin Hayam, Kimya ilminin kurucusudur. İlk defa atomun parçalanabileceğini söylemiştir.
Atom nazariyesini ortaya koymuştur.
Kristof Kolomb, Atlantik’te aylarca yol alıyor, ama bir türlü karalar görünmüyor. Gemideki insanlar
isyan etmeye başlıyorlar. Gemide bulunan insanların hatıra defterlerindeki kayıtlardan anlaşılıyor ki, Krıstof
Kolomb bu sözlerle isyanı bastırıyor: “Öyle çıkışmayın, böyle söylenmeyin. Ben devamlı olarak batıya
gidildiği zaman yeni karalara rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından
okudum. Bu karaya mutlaka varacağız. Çünkü Müslümanlar yalan söylemezler.” Nitekim
sabredilerek sonunda Amerika kıtasını buluyorlar.
Daha iki asır öncesine kadar Paris’teki Sorbon Üniversitesindeki ders veren Profesörler kürsüye
Müslüman hocaların kıyafetiyle, sırtlarında cübbe, başlarında sarıkla çıkıyorlardı. Çünkü ilmi, bu insanlar
yapmışlardı, ilim adamı olmak için bu kisveye girmek lazımdır diyorlardı.
Almanların meşhur Filizofu Goethe bir gün banyo yaparken gözü takvime ilişmiş ve bakmış ki, daha
önceki en son yıkanışı tam bir yıl önce imiş.. İslam inancında temizliğin bir dini emir olduğunu ve imanlı insanın
eseri olduğu bilinmektedir. Anlaşılan odur ki, Avrupalılar temizliği ve temiz olmayı da Müslümanlardan
öğrenmişlerdir. Bu gün yatak odalarımızda yatağın yanına konan dolaba “Komidin” derler. Biz bu geleneği
Avrupalılar’dan almışız. Komidin’in lugat manası “içerisine lazımlık konan” dolap demektir. Çünkü
Avrupalılar yıkanmayı ve wc’yi bir asır öncesine kadar bilmezlerdi. Bunu Müslümanlar’dan öğrendiler. Kokulu
esansların kaynağı Fransa’dır. Temizlenme alışkanlığı olmadığından korkunç pis kokuları bastırmak için bir esans
bir çare olmuştur. Avrupa bütün bunları asla unutmamalıdır. İnsanlığa asırlarca yön veren, hizmet eden ve
insanlığın mutluluğu için ilme yönelen ve bunu bütün insanlık ile paylaşan Müslümanların büyük eserleri insanlık
için birer abidedir. Tarih ve insanlık bunun canlı şahididir.
12
Sonuç olarak İlim bilmek ise İrfan bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa, irfan o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Allah’a sığındığı faydasız ilim” (Tirmizi, Daavat, 68) irfana dönüşmemiş
ilimdir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, “kulları içinde ilim sahibi olanların derin saygı
duyacağını belirten ayet” (Fatır, 35/28) ilmini irfana dönüştürenlere işaret etmektedir. İrfan veya marifet
başta insanın kendi özü olmak üzere, her şeyde Allah’ın özelliklerini görmek ve yaratılanlardaki işaretlerden
yaratıcıyı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri bu amaçla kullanmak demektir.
Ne mutlu, Hakk’ı bulan, her şeyde Hakk’ı gören ve Hakk’a uygun yaşayan kutlu insanlara..!
“Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!” adlı kitabımdan bir bölüm!
Konu hakkında araştırmamızı zaman içinde daha da derinleştirmek isterim. Ama şimdilik bu kadarı ile
yetinelim. Araştırmamız bizi bu sonuca götürdü. En doğrusunu Allah bilir.
Eğitimci, İlahiyatçı, Araştırmacı Yazar Mehmet BOZKURT
www.mehmetbozkurt.com.tr
Download