1 3 BİLİM VE DİN Bilim, madde aleminde gördüğümüz işlere ait sebepler zinciri ve olayların perde önü olup, “bilimin” konusuna girer. Olayların görünmeyen, sebeplerin perde arkası ise, “ilmin” konusuna girer. Bu açıdan bakıldığında bilim, ilmin bir alt kümesi olup, olayların sadece maddi yüzüne ait belli sınırlarda geçerlidir. Ancak sebepleri aşan manevi boyutu, Allah’a ve onun kelamı olan Kur’an-ı Kerim’e inanan insanların vicdanındaki muhasebeye bırakmak ve onları tenkit etmemek de demokratik bir yaklaşımdır. Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir emri, bilim ve ilmin verileri ile çelişmemektedir. Ancak Allah’a inanan insanların kafasına vurulacak bir silah olarak bilimi zannedersek, bilimi yine kısır anlayışların kurbanı edebiliriz. Bilim yozlaştırılmamalıdır ve ideolojilerin oyuncağı haline getirilmemelidir. Bazen bilim adına yapılanlar, ne bilimin tarifine, ne de metoduna ve ne de sahasına girebiliyor. İşte bu durum ciddi tehlikeler doğurur ve toplum yanlış yönlendirilir. Karanlığa götüren sonu olmayan yollardan birisi de, din ile bilimi karşı karşıya getirmektir veya birini diğerine rakip ilan etmektir. (Arif Sarsılmaz, “Bilim ve Din Münasebeti” Konulu Makalesi, Ekim/1999 (249), s. 390) İlim ve Kur’an-ı Kerim, aynı noktaya ayrı ayrı bakan iki göz veya iki dürbün gibidirler. Bunlar başka iki ayrı şey olsalar bile nihai görüntüde birleşebilirler. Evreni bir kitap, bir mahşer, bir saray ve bir bahçe gibi temaşa etmemize sunan Allah, Kur’an-ı Kerim’i de bir tarifname mahiyetinde inzal etmiştir. İnsan, bu iki yüzü ve iki yanı olan algılanabilir nesne sayesinde de hakikate ulaşabilir. Bugün gelinen noktada henüz bazı ilim dalları ile Kur’an-ı Kerim’in hakikatleri arasında bir farklılık söz konusu ise, bunun sebebi, ilmin hala iyi değerlendirilemeyişi ve bizim Kur’an-ı Kerim’i yanlış anlayışımızdandır. İlim, ehil olmayan ve inançsız insanların elinde kör kalacağı gibi, din de cahillerin elinde hep yanlış yorumlanacaktır. Laboratuvarlar ve her alanda yapılacak ilmi araştırmaların, Allah’a gönül vermiş hakikat erlerinin elinde çok farklı şeyler söyleneceğini düşünüyorum. İnanan insanların her alanda söz sahibi olduklarında, ilimle Kur’an-ı Kerim’in bir noktada birleştiği görülecek ve işte ancak o zaman bizler de eşyayı olduğu gibi görüp yorumlayabileceğiz. Ne var ki şu anda miyop bakan ve renk körü olan birçoğumuzun, ciddi bir ruhi ameliyata ihtiyacı olduğu da bir gerçektir. Gönüller imana açılmadıkça ne ilim, ne insan ve ne de insan topluluklarının doğru istikamete ermesi mümkün değildir. Bilim, insanlığın ve uygarlığın ortak mirası iken ve her uygarlık belli düzeyde onun gelişmesine veya gerilemesine katkıda bulunmuşken, belli bir uygarlığın katkısının ön plana çıkarılması ve diğerlerinin gözardı edilmesi, belli sosyo-kültürel çevreden gelen bilim insanlarında çok sık görülen bir durumdur. Bilimin kaynağında ve tarihinde, hem tevhid ve hem de Paganist (Paganizm: Anaerkil, çok tanrılı bir dindir. Özünde doğa/tabiat ana vardır, doğurganlık kutsaldır ve tek tanrılı dinler çıkmadan önce uzun zaman inanılmıştır. Tek tanrılı dinler çıktıktan sonra da inananları kalmış, hatta günümüzde bile paganlar vardır.) anlayışa sahip toplumlar ve uygarlıklar vardır. Eski Yunan medeniyeti yanında, eski Mezopotamya medeniyeti de bilime katkıda bulunmuştur. İnsanlık tarihi boyunca tevhid inancına sahip toplumlar ile çok tanrılı inanca sahip toplumlar aynı veya farklı coğrafyalarda birlikte yaşamışlar ve insanın tabiatla diyaloguna katkıda bulunmuşlardır. Tarihi gerçek böyle iken, bu fotoğrafın sadece belli karelerini alıp, bilimi çok tanrılı eski Yunan’la başlatarak, İbrahim’i toplulukların katkılarını gözardı edip, ortaçağ Avrupa’sına ve Rönesans’a sıçrayabilir, daha sonra da aydınlanma ve sanayi devrimiyle günümüze kadar gelip, bilim tarihini özetleyebiliriz. Ortaçağda Müslümanların gerek Avrasya’da ve gerek İspanya’da 800 yıl varlığını sürdüren Endülüs Emevi devletinin yaptığı katkıları çok kısa geçerek daha çok, bu toplumlarda bilimin gelişmesini engelleyen düşünce akımlarını ve zihniyetini ön plana çıkarabiliriz. Böylece zihinlerde Müslümanların gerici olduğunu ve dinin ilerlemeye, kalkınmaya ve çağdaşlaşmaya engel olduğu izlenimini kolayca oluşturabiliriz Ancak bu anlayış bilimsel bir bakış açısından uzaktır. İnsanlığın bilim mirasının tarihi hikayesini ya çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli yaparsak, ya da İbrahim’i dinlerin Tevhid eksenli kültürü ışığında bilim ve dinin birbirini tamamladığı tezine göre oluştururuz. Çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli kurguda ise, sürekli bilim ve dinin karşı karşıya geldiği izlenimini doğuran sorulara ve çatışmacı bir bakış açısına öncelik verilir. Bir başka açıdan siz 2 bilimi “ne?” ve “nasıl?” sorularına cevap arayan bir faaliyet olarak tanımlarken “niçin?” sorusuna cevap aramayı ikinci veya üçüncü plana atarsınız, bilimi bu şekilde ayrıştırmak ve onu çok boyutluluktan tek boyuta indirgemektir. İnsan zihninde aklın hem iman eden boyutu ve hem de eleştiren ve sorgulayan boyutu vardır. İnsan, evreni ve içindekileri sorgulayan ve eleştiren akılla doğru şekilde anlayabilirken, iman eden aklıyla da hayatın anlamını ve hikmetini çözümlemektir. Bir başka ifadeyle de eleştirel akıl, eşyanın nesnel fayda boyutunu çözümlerken, iman eden akıl da varlığın anlam ve hikmet boyutunu idrak eder. Müslümanlar beş asır bilim (akıl) ve din (vahiy) otoritesini sağlıklı bir şekilde bir arada kullanarak, hem Yunan bilim mirasını zenginleştirerek geleceğe taşımışlar ve hem de bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ne bilim ve ne de din, birey ve toplum hayatında birbirinin hukukuna saldırıda bulunmamış ve karşılıklı alan tanımlamalarına uyarak, herkes kendi alanındaki güzellikleri insanlığa sunmuştur. (Selim Aydın, “İnsanın Tabiat ile Diyalogunda Akıl, Bilim ve Din’in Etkileşimi” Konulu Makalesi, Nisan/2000(255), s. 109-111) Var olan bilgiler, evrenin bilim yoluyla keşfedilen özelliklerinin, Allah’ın varlığına işaret ettiklerini göstermektedir. Bilim yoluyla vardığımız sonuç, evrenin bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının çok üstün bir güç ve bilgiye sahip olduğudur. Bu yaratıcıyı tanımamızda bize din yol gösterir. Oysa bilim ile dinin daha önceden de ifade edildiği gibi, birbirleriyle çatışan iki bilgi kaynağı olduğunu iddia eden ateist bilim anlayışı, insanlık tarihinde oldukça yenidir. Bir kaç yüzyıl öncesine kadar bilim ile dinin çatıştığı hiçbir zaman düşünülmemiş ve bilimin Allah’ın varlığını ispatlayan bir metot olduğu düşünülmüştü. Söz konusu ateist bilim anlayışının yeşermesi ise, 18 ve 19. yüzyıllardaki materyalist ve pozitivist felsefelerin bilim dünyasına egemen olmasıyla gerçekleşti. Aslında din ile bilim arasındaki ayırım tamamen ideolojik bir ayırımdı. Kaldı ki, İslam dini, bilimi özellikle teşvik etmekte ve evrenin araştırılmasını, Allah’ın yaratılışının incelenmesinin kendi yöntemi olduğunu haber vermektedir. Kur’an-ı Kerim bu konuda: “Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl donattık? (süsledik). Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.(onun hiçbir çatlağı yoktur.)” “Yeri de nasıl döşeyip yaydık? Orada sarsılmaz (sabit) dağlar yerleştirdik. Orada göz alıcı ve iç açıcı her çiften nice bitkiler bitirdik.” “Gökten mübarek (bereketli) bir su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler) bitirdik ve birbiri üzerine dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da böyledir.” (Kaf, 50/6-7-9-10-11) buyurmaktadır. Ayetlerde de görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim, daima insanları düşünmeye, aklını kullanmaya ve içinde yaşadıkları dünya ile ilgili her şeyi araştırmayı teşvik eder. Çünkü bilim, dini destekler ve insanı cahillikten kurtarıp daha bilinçli düşünmeye sevk eder; kişinin düşünce dünyasını genişletip evrende açıkça görülen yaratıcının izlerini kavramasına yardımcı olur. Kur’an-ı Kerim’in akıl almaz mucizeler taşıdığını artık herkes bilmektedir. Her ayetinde her devir için, iç içe gizli bin bir hikmet taşımaktadır. Hiçbir kitap ona benzememektedir. O, her yönüyle Allah kelamı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu güce sahip olduğu için, kendi diliyle kendisine karşı koyanları, yarışmaya çağırmıştır. “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydı onun benzeri bir süre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (Bakara, 2/23 (Benzer Ayetler: 10/38; 11/13; 17/88; 28/49-52/34) buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan geldiğine dair şüphesi olanların, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’in uydurduğu iddialarında samimi iseler, benzerini getirerek iddialarını ispat etmelerini istemiştir. İnkarcıların bütün arzu ve uğraşlarına rağmen bir ayetine benzer söz getirememişlerdir. Bu da Kur’an-ı Kerim’in, Allah kelamı olduğunun önemli bir delili olmuştur. Bu nedenle kaynağı Allah olan, Kur’an-ı Kerim ile Bilim’in kavga etmesi mümkün değildir. Asıl kavga inançsız insanların Kur’an-ı Kerim ile kavgasıdır. Tarih boyunca bu kavgada hiç kimse başarılı olmamıştır ve bundan sonra da asla olmayacaktır. 3 Kur’an-ı Kerim bir bilim kitabı olmayıp, sadece Allah’ın güç ve kudretinin delillerini sunmak amacıyla evrenin yaratılışı ve düzenindeki bazı değişmez gerçeklere işaret etmiş ve onları örnek olarak göstermiştir. Örnek olarak verilen bütün bu bilgilerin hepsi, kesin ve doğru gerçeklerdir. Bu gerçekler de hiçbir zaman doğru olan bilimsel veriler ile bir çelişki göstermemektedir. Kur’an-ı Kerim’de dile getirilen bu gerçekler, her devirde o zamanın mevcut ilmi seviyesine göre, bir şekilde yorumlanmıştır. Bilimsel veriler, bize Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlama imkanı sağlamaktadır. Gerçeğe uygun hiçbir bilimsel verinin Kur’an-ı Kerim ayetlerine aykırı olması düşünülemez. Çünkü evreni yoktan yaratan ve onu en iyi bilen Allah’ın bildirdiği Kur’an-ı Kerim’de gerçeğe aykırı hiçbir şey bulunmamaktadır. Fakat insan, bazen bilgisinin yeterli olmaması nedeniyle, ayetleri yanlış anlayıp ve yorumlayabilmektedir, fakat bu yorumlar Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin de yanlış olduğuna asla delil teşkil etmez. Kur’an-ı Kerim bir bilim veya fen kitabı değildir. Fakat verdiği bütün bilgiler doğru olan bilim ve fenne uygundur ve verdiği bütün bilgiler gerçektir. İlmi verileri Kur’an-ı Kerim’e uyarlamaya çalışmak yanlış olur. Çünkü ilmi veriler nihai gerçekler değildir. İlmi verilere nihai gerçekler gözüyle bakarak, Kur’an-ı Kerim ayetlerini buna göre yorumlamak, ayetlerin anlamlarını zorlayarak bunlara uyarlamaya çalışmak kesinlikle yanlıştır. İlmi gelişmelerin hepsinden yararlanmak mutlaka gereklidir. Ama bu ilmi verilerin sürekli bir değişme ve gelişme içinde olduğunu kesinlikle gözardı edilmemelidir. (Celal Kırca, “Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri”, s. 157) Bütün bilimsel veriler Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlayabilmemiz konusunda bize yardımcı olmaktadır. Bilimsel veriler ile Kur’an-ı Kerim arsındaki ilişkiyi bu açıdan değerlendirmek en doğru yoldur. Kur’an-ı Kerim’deki Evren ve oluşumu ile ilgili ilahi beyanlar, varlık hakkında bilgi vermekten ziyade, Allah’ın mutlak ilmini ve kudretini öğretmek amacını güder; fakat verdiği bilgiler asla gayr-i ilmi değildir. Bununla beraber ilimler bağımsız ve tarafsızdır. Bağımsızdır, çünkü özellikle müspet ilimler laiktir. Araştırmalarını yaparken ne dinin, ne de din dışı peşin hükümlerin yol göstericiliğine başvururlar. Ayrıca ilimler, dini tefsir ve peşin hükümleri destekleme gayretine de girmezler; ama ortaya koydukları sonuçlar, dinin ortaya koyduğu tasavvurları ve mecazları açıklayacak ve yorumlayacak bir durumda ise, yine de bunu bilim değil, bir üst etkinlik ve faaliyet yapar. İlmin çıkış noktası, insanın taşıdığı bilme, anlam verme ve açıklama merakıdır. İlim, beş duyu ve beş duyunun çeşitli cihazlarla donatılması ile yakalayıp görünürlüğüne ulaştığı şeyi tetkik ve tecrübe etme disiplinidir. Kainatın bütünü ile araştırılması ve tecrübe edilip çözümlenmesi için değil, anlaşılması içindir.” (Hüseyin Aydın, “İlim, Felsefe ve Din açısından Yaratılış ve Gayelilik (Teleoloji)”, s.15-16-38) 20. yüzyılın en büyük dehası sayılan ve Allah’a inanan Albert Einstein (1879-1955): “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.” diyerek bilimin dine olan desteğini dile getirmiştir. Ayrıca evrenin tesadüflerle oluşamayacak kadar harika bir düzene sahip olduğuna ve evrenin üstün güç sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığına inanıyordu. Yazılarında Allah’a olan inancından sıkça söz eden Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi. “Dinsiz bir bilim topaldır.” sözleri ile Einstein, din ile bilimin nasıl ayrılmaz bir bütün olduklarını ifade etmiştir. Einstein, tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: “Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.” Einstein’in dine bakış açısını, aşağıdaki sözlerinde de görmek mümkündür: “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüşüyor.” demektedir. Ayrıca Einstein: “Sonsuz boyutları bilmedikçe Allah görünmez ve bilinmez. Ancak O vardır ve insanları evrende bir görevle yaratmıştır.” demektedir. Modern Fizik’in kurucusu Max Planck (1858-1947) ise şöyle demektedir: “Hangi alanda olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “iman et.” İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir.” Ünlü Fizikçi İsaac Newton’un (1642-1727) yaşadığı dönemde bilim adamları, dünya üzerindeki cisimlerin ve gezegenlerin hareketlerinin farklı kanunlarla açıklanabileceğine inanıyorlardı. Newton ise, dünya ve uzayın 4 yaratıcısının tek olduğunu, dolayısı ile aynı kanunlarla açıklanması gerektiğini savunuyordu. Bu inanç dolu önemli görüşünü şöyle açıklıyordu: “Güneşin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların bu mükemmel sistemi, ancak güçlü ve akıllı bir varlığın kontrolü ve hakimiyeti ile ilerleyebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yönetir. O, Allah’tır.” “Allah’ın yarattığı her şey kendini gösterir.” fikrini ortaya atan ilk bilim adamı olan Johannes Kepler (1571-1630), kitaplarında, Allah’a olan samimi inancını şöyle dile getirir: “Bizler Allah’a muhtaç ve aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre, Allah’ın aklının büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O’na teslim olmalıyız.” Ayrıca, “Tabiat kitabına göre biz astronomlar, Allah’ın, din adamları olduğumuzdan, bizim Allah’ın şanını konuşmamız gerekir.” (Ümit Şimşek, “Big Bang: Kainatın Doğuşu”, s. 55) Sokrat, Aristo’ya seslenerek: “Ey Aristo! Gözlerin en yüksek noktada evreni seyrettiğini, yaratılışındaki hikmeti görmüyor musun? Ey Aristo, büyük yaratıcı her olayda sanat ve intizamı ile kendini haykırıyor. O olmasaydı, ağzın besinlerin çıkış noktasına yakın olurdu. Ey Aristo, ben görünmeyen mutlak yaratıcıya inanıyorum.” demektedir. Ünlü bilim adamı İmmanuel Kant da:(1724-1804) “Görülen her varlık, görülmeyen yaratıcının gölgesidir. İnsanlar hakikati görme zorunluluğu içindedir, fakat Allah’a imanda zaaf gösteriyoruz. Tıpkı güvercinin uçmak için onu uçuran havayı itmesi gibi.” demektedir. Ünlü Matematikçi Prof. Dr. Roger Penrose: “Demek istediğim şudur ki, evrenin bir amacı vardır. Orada öyle, bir şekilde şans eseri var olmamıştır.” demektedir. Blaise Pascal (1623-1662): Pascal sözlerinde Allah’ın, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz gücünü ifade eder. Galileo Galilei (1564-1642): “Tabiat hiç şüphesiz Allah’ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır.” Diyor ve ayrıca, “Allah’ın kitapları ile yarattıkları arasında hiçbir çelişki olamayacağını, çünkü her birinin Allah tarafından yaratıldığını” söylemektedir. Bizim derdimiz, var olan Allah’ı ispat etmek değildir. Evrenin her noktasında varlığı hissedilen Allah hakkında, bazı bilim adamlarının görüşlerini sunmak ve inkar edenlerin hayretlerine neden olabilmektir. Onların hidayetine vesile olmak da, ancak Allah’ın takdiri ile mümkün olacaktır. Bütün insanlık, bütün gücü ile uğraşsa evrendeki var olan bir tek kanunu değiştiremez veya evrende var olan kanunlar gibi bir kanun koyamaz. İnsan olarak biz, var olan kanunları zaman içinde araştırmalarımızla buluyoruz. Dün yer çekim kanununu bilmiyorduk, ancak bugün biliyoruz. Evrende var olan kanunları bilmememiz, onların yok olduğu anlamına gelmez. Biz sadece bizde var olan akıl gücümüzle, bizce bilinmeyen var olanları buluyoruz. O halde bu kanunları evrende var eden bir güç vardır. Bu güç, sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir. Kaynağını bu büyük güçten alan, din ve bilimin çatışması mümkün değildir. Yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan sonuçlar bunu göstermektedir. Evrenin kendi kendisini veya tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek, hem delilik ve hem de basiretsizliktir. Ayrıca bilim adına böylesi bir iddia, gerçekten faciadır. Gerçeğe değil, ateizme hizmettir. İslam dini ile diğer dinler arasındaki farkı bilmeden bu gerçeği anlamak da zordur. İslam, bütün dinlerin sonuncusu ve son şeklidir. İlahi dinler arasında kıyamete kadar aslını koruyarak varlığını devam ettirecek tek din ve bütün ilahi dinlerin ortak adıdır. Varlığının bozulmadan günümüze kadar devamının teminatı Allah’tır. Bu nedenle, İslam dinini bilimin karşısında göstermek, İslam dinini bilmemek veya ondan nasip almamak demektir. İslam dini birçok emriyle, ilmi teşvik etmekte ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle: “İlim adamlarını gökteki yıldızlar gibidir. Yıldızlar nasıl karanlıkta yol gösterirse, onlar da yeryüzünde rehberdirler.” (Ahmed bin Hambel, Müsned, c.3, s.157) “Hikmet, mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi, İlim, 19; İbn-i Mace, Zuhd, 10) “İlim öğrenmek kadın ve erkek her Müslüman’a farzdır.” (Sehavi, el- Makasıd’ül- Hasene, s. 402) “İki günü birbirine eşit 5 olan ziyandadır.” (Sehavi, age, s. 402) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için ve hemen yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışınız.” (Sehavi, age, s.402) gibi beyanları ve bizzat kendi sünneti, ashabının bu hususlara temel bakışını ve hareket tarzını belirledi. Hicaz, Şam ve Bağdat başta olmak üzere Ortadoğu, doğu kanadında Orta Asya, batı kanadında Endülüs medeniyetleri gelişti. Bu durum dünya için gerçek bir Rönesans’tı. Çünkü Müslüman olmak, insanı ister istemez ilmin talibi haline getiriyordu. Tabiin, Tebe-i Tabiin, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde büyük cami ve medreseleri içine alan külliyeler, dev kütüphaneler, tıp merkezleri ve rasathaneler ortaya çıktı. Bilim insanlık için büyük bir hayat tarzı ve varlığı için elzemdir. Onsuz yaşanması mümkün değildir. Din de aynen öyledir. Her ikisinin de hedefi insanın mutluluğudur. Her ikisinin de kaynağı aynıdır. Bunlar asla savaşmaz, ancak insan olarak biz bunları savaştırıyoruz. Bu durum insanlığa da hiçbir şey kazandırmamıştır ve bundan sonra da kazandırmayacaktır. Vahiy, ilim üstüdür, ancak ilim dışı değildir. Vahiy Hz. Peygamber (s.a.v)’e geldikten sonra ilim haline dönüşür. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil hiç kimse ilim dışı kalamaz ve ilme sırtını dönen iman, Kur’an-ı Kerim’den onay alamaz. Kur’an-ı Kerim’e göre ilim, Allah’ın varlığına tanıklık eden en büyük ve en güvenilir güçlerden biridir. Kur’an-ı Kerim, vahyin en büyük muhatabı olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e bile ilim istemeyi emretmekle bu konuda, deyim yerinde ise, suyu baştan kesmiş ve insanlığa en etkili dersi vermiştir. İlimsizlik, körlük getirir. Körlüğün olduğu yerde ise iman ve ilahi aydınlık barınamaz. Kur’an-ı Kerim, ilimsiz imandan bir şeyler beklemenin aldatıcı olabileceğine dikkat çekmektedir. Ayrıca “…(Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”(Zümer, 39/9) emriyle insanın aklına hitap eden Allah, düşünmemizi, kendisine inanmamızı ve bu konuda bilenlerin üstünlüğünü ilan etmektedir. Bu bilme işi, öncelikle Allah’ı bilmek ve kabul etmekle başlar. Ayrıca bu ilahi ifadeyle bilgi ile bilgisizliğin arasındaki derin farkı dikkat çeken Kur’an-ı Kerim: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”(İsra, 17/36) “Şayet bilmiyorsanız ehline sorunuz.” (Nahl, 16/43; Enbiya, 21/7) ifadeleriyle de insanın kesin ve sağlam bilgiye dayanarak hareket etmesini, bilmediğini öğrenmek için gereken çabayı göstermesini emretmektedir. İslam dini akıl ve vicdan dinidir. İnsan, aklı ile dinin bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak gördüklerinden sonuç çıkarır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile, evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunun üstün ilim ve güç sahibi bir varlık tarafından yaratıldığını anlar ve dünyanın insanların yaşayabilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için yeterlidir. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, dünyanın tesadüfen meydana geldiği gibi bir iddianın saçmalığını da kolaylıkla anlar. Aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan, Allah’ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. (Ve şöyle derler:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi cehennem azabından koru.” (Al-i İmran, 3/191) Bu nedenle Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanları çevrelerindeki yaratılış delillerini düşünmeye ve incelemeye çağırmaktadır. Bütün evrende var olan sistemleri, canlı ve cansız varlıkları inceleyen, gördükleri üzerinde düşünen ve araştıran her insan, Allah’ın üstün varlığını, ilmini ve sonsuz gücünü tanımaya başlayacaktır. Allah insanları, gökyüzü, yağmur, bitkiler, hayvanlar ve coğrafi özellikler gibi konularda araştırma ve inceleme yapmaya çağırmaktadır. Bütün bu varlıkları incelemenin ve araştırmanın yolu bilimdir. Bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler, insanlara yaratılışın sırlarını, Allah’ın sonsuz ilmini ve gücünü tanıtır. Tarih boyunca insanlığa büyük hizmetler veren bilim adamlarının önemli bir bölümünün, Allah’a inanan dindar kimseler olmasının nedeni de budur. İslam düşünce tarihinde önemli denebilecek bir din ve bilim çatışmasının olduğu söylenemez. İslam inancının kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in ilim karşısındaki tutumu, son derece müspet olmuştur. Bu yönüyle onun, diğer din kitaplarından farklı olduğu rahatça söylenebilir. Kur’an-ı Kerim’e göre bütünüyle evren; bilgi, kudret, iyilik 6 ve rahmet sahibi bir olan Allah’ın eseridir. Dolayısıyla başka hiçbir varlık duaya ve ibadete asla layık değildir. Kur’an-ı Kerim, insanın kendi öz varlığına, beşeri çevresine ve tabiatta olup bitenlere bakmasını, onların üzerinde düşünmesini, onları anlamasını ve daha sonra dersler ve ibretler alarak kendi hayatına bir mana ve düzen vermesini, ısrarlı bir şekilde istemektedir. Kur’an-ı Kerim’in bu tutumu bilim, felsefe ve ahlak üzerinde çok etkili olmuştur. İslam dünyasında felsefenin ve bilimin erken denilebilecek bir tarihte baş döndürücü bir hızla ilerlemesinde, Kur’an-ı Kerim’in tutumunun etkisi, herhangi bir ispatı gereksiz kılacak şekilde gözler önündedir. Kur’an-ı Kerim’in ilim zihniyeti ile ilgili bu açık tutumuna rağmen, acaba İslam dünyasında ilmin başı hiçbir zaman ve hiçbir yerde sıkıntıya girmedi mi? Buna cevap vermeden önce İslam dünyasında din ve bilim ilişkisi ile din bilgini ve bilim adamı ilişkisi arasında bir ayırım yapmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’in Tevhid anlayışının bir gereği olarak din bilginleri, İslam’ı gelenekte ruhani otoriteye sahip bir sınıf oluşturmamışlardır. Buna göre bir din bilgininin veya dini teşkilatının başındaki kişi veya kişilerin bir konuya itiraz etmeleri, o itirazın gerçekten ve kesinlikle dini bir karakter taşıdığı anlamına gelmeyebilir. Oysa Hıristiyan dünyada durum farklı olmuştur. Çünkü Kilise’nin itirazı, dinin itirazıdır. O halde yukarıdaki soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İslam dünyasında bazı bilim adamlarının, bazı güçlüklerle karşılaşması dinden değil, dinin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Birçok din bilgini, eserlerinde bu konu üzerinde durmuş ve dinin temel kaynaklarının yanlış anlaşılması ve yorumlanmasının nelere yol açtığını şöyle açıklamışlardır: 1- İlk Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i yorumlarken her türlü bilgiye açıktı. Sonraki dönemlerde Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyanların yorumları da dini eserlerde yer alınca, din ve bilim ilişkisi konusunda yanlış anlamalar meydana geldi. 2- Bazı Müslüman bilginler,“dini açıklama” ile“ilmi açıklama”yı birbirlerine karıştırdılar. Kur’an-ı Kerim’deki bazı benzetmeleri, resmi kozmolojik söylem haline getirdiler. 3- Söz konusu çatışma, doğrudan ilmi faaliyet içinde olmayan kimselerce çıkarılmıştır. 4- Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin olumsuz etkisi olmuş; Moğollarca Bağdat gibi şehirlerde, Haçlılarca da Endülüs gibi bölgelerdeki ilmi birikimler ve kaynaklar yok edilmiştir. 5- Bu istilalar sonrasında, İslam dünyasında önceki dönemlerin taklit edilmesi geleneği başlamıştır. Orijinal çalışmaların azlığına gerekçe olarak, o dönemde İslam toplumunun güç bakımdan zirvede olması ve ciddi rakiplerinin olmaması da gösterilebilir. 6- Batının Rönesans, reform, coğrafi keşifler ve sanayi devrimi ataklarına cevap verebilecek bir tutum, İslam dünyasında gelişmemiştir. 7- Batının tüm dünya üzerinde etkili olan sömürgecilik faaliyetleri, İslam dünyasında da fakirlik, cehalet ve ezilmişliğe yol açmıştır. Sömürge sonrası dönemde, Batı standartlarında bilim adamları yetiştirilmeye çalışılmış, ancak Harezmi, İbn-i Sina, Cabir bin Hayyan, İbn-i Haldun, Ahmet Cevdet Paşa, Razi, Akşemseddin, İbn’ül-Haysem, Biruni, Kindi, Farabi, İbn-i Batuta, Ali Kuşçu gibi örnek gösterilebilecek isimler yetiştirilememiştir. Bunda söz konusu psikolojinin de ciddi etkisi olmalıdır. 8- Sömürgecilik döneminde batılı yaklaşım, üstün medeniyetin batı medeniyeti olduğu ve diğerlerinin zorla medenileştirilmesi gerektiği fikrine dayanırken, günümüz batı dünyasında çok kültürlülük ve öteki olmak; öteki ile birlikte yaşamak düşüncesi gelişmiştir. Ancak sömürge dönemi İslam dünyasında oluşan entelektüel birikim, kendi kültürüne yabancılaşmış, batı kültürü hakimiyeti karşısında ezik ve hayran tutumunu günümüzde de devam ettirmektedir. Halbuki batı, günümüzde batı medeniyeti dışındaki medeniyetleri de tanımakta ve yararlanmaktadır. 9- Tabiata hakim olacak şekilde eğitim verilmesi, İslam dünyası ile batı dünyası arasındaki farkı açıklamaktadır. İnsanlığı bir bütün olarak kabul ederek bir kısmının değil, tamamının sorununu çözmek için yeni sözler söyleme zamanı gelmiştir. Bilimin batı ile özdeşlenmesi yanılgısından kurtularak işe başlayabiliriz. Kendimize olan özgüveni yakalamalıyız. İnsanlığın bilimde olanca gelişmesine rağmen, içine düştüğü trajediden kurtulması, bilimi 7 araç olarak kullananların erdem sahibi olması ile mümkündür. Bugün İnsanlığın içine düştüğü bunalımdan kurtulması için sadece bilimin değil, dinin de söyleyeceği sözler vardır. İnsanlığı aydınlatmaya devam eden dinimiz, son dindir ve mükemmel dindir. Çünkü İslam dini akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uygunluk arz etmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun olmasaydı, bununla diğer ilahi doğal kanunlar arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün varoluş kanunlarını yaratan Allah’tır. Din, bilimi teşvik eder ve bilimle uğraşan akıl ve vicdan sahibi insanlar, Allah’ın varlığının delillerine çok yakından şahit oldukları için, aynı zamanda güçlü bir imana da sahip olurlar. Çünkü bu insanlar, yaptıkları her incelemede ve her yeni buluşta Allah’ın yarattığı mükemmel bir sistem ile karşılaşırlar. Bundan dolayı, iman eden her insan bilimsel araştırmalar yapmak ve evrenin sırlarını öğrenmek konusunda, son derece istekli ve kararlı olur. Çağımızın önemli bir dehası olarak kabul edilen Einstein, bir yazısında iman eden bilim adamlarının dinden aldıkları bu ateşleyici gücü şöyle dile getirir: “Ben şunu iddia edebilirim ki dini, kozmik yönden sezişler, bilimsel çalışmalarda çok daha kuvvetli hissedebilmektedir. Şüphesiz ki bu duyguyu, bilimsel zihniyeti ile ilk kuranlar en kuvvetli sezmişlerdi. Evrenin yapısını, bilimsel ve akılcı bir şekilde anlamak, insana en derin iman duygusu verir. Yıllarca mesai sonunda kavradıkları evren anlayışı, Kepler ve Newton’a böyle derin duygular vermiştir.” Johannes Kepler, yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için bilimle ilgilendiğini söylerken, tarihin en büyük bilim adamlarından biri olan Newton ise, bilimsel araştırmalarını yapma çabasının ardındaki sebebin, Allah’ı bulup tanıma isteği olduğunu ifade etmiştir. Görüldüğü gibi, Allah’ın evreni nasıl yarattığını görebilme isteği, tarihte pek çok bilim adamının en büyük motivasyon kaynağı olmuştur. Çünkü evrenin ve canlıların yaratılmış olduklarını kavrayan bir insan, aynı zamanda bu yaratılışta bir amaç olduğunu da kavrar. Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne iman eden bilim adamlarının dünyaya yönelik bir makam, mevki, ün ve para gibi hırsları olmadığı için, bilimsel araştırmalarda gösterdikleri çaba da son derece samimi olur Bu insanlar bilirler ki, evrenle ilgili olarak keşfettikleri her sır, tüm insanlara Allah'ı tanıtacak, insanlara Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini gösterecektir. İnsanlara Allah'ın varlığını anlatmak, yaratılış gerçeğini tanıtmak, iman eden bir kişi için şüphesiz önemli bir ibadettir İşte bu samimi düşünceler içinde olan inançlı bilim adamları, hayatları boyunca büyük bir şevkle evrendeki kanunları, tabiattaki mucizevi sistemleri, canlılardaki hatasız mekanizmaları ve akılcı davranışları keşfetme yolunda önemli çalışmalar yapmışlar. Yaptıkları çalışmalardan da son derece fayda verecek sonuçlar alırlar ve büyük ilerlemeler gösterirler Bu yolda zorluklarla karşılaşmaları, onları yılgınlığa sürüklemez veya insanlardan bir karşılık göremediklerinde de şevklerinde bir azalma olmaz. Çünkü onlar yaptıkları işte Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlamaktadırlar. Allah rızası için, iman eden diğer insanlara da fayda verebilme amacını taşırlar ve bu konuda bir sınır tanımazlar. Verebilecekleri en yüksek faydayı sağlamak ve insanlara en güzel bir şekilde hizmet edebilmek için çalışırlar Bu samimi çabalarına karşılık olarak da son derece verimli insanlar olurlar. Yaptıkları işlerden her zaman güzel sonuçlar çıkmıştır. Bilimselliğin dinden uzak kalmakla oluşacağını zannedenler ise, şüphesiz büyük bir yanılgı içerisindedirler Her şeyden önce Allah'a iman etmeyen insanlar, dinin getirdiği manevi şevki yaşayamazlar Belki en başında heyecanla başladıkları bilimsel araştırmalar, bir süre sonra onlara sıradan olaylar olarak görünmeye başlar Bu zihniyetteki insanların hayattaki amaçları, kısa sürede bitecek olan dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etmektir Para, makam, şöhret ve itibar gibi dünyevi hırslar içinde olan bu kişiler, ancak kendilerine bunları kazandıracak çalışmaları yaparlar Örneğin: Üniversitede kariyer yapmak isteyen bir bilim adamı, ancak kendisini daha üst bir mevkiye geçirebilecek alanlarda çalışma yapar İnsanlara fayda getirebileceğini düşündüğü bir konu olsa bile, kendi çıkarları açısından bir şey getirmeyeceğini düşündüğü bir konuda araştırma yapmaz veya karşısına araştırma yapabileceği iki konu çıktığında, bu ikisi arasında hangisinin kendisine daha çok maddi kazanç, itibar ve makam sağlayacağı yönünde bir kıyas yapar ve diğerinin insanlar için daha faydalı bir sonuç getirebileceğini bilse bile o konudan uzaklaşabilir Bu tip insanlar, kendilerinin bir çıkarı olmadığı sürece, asla diğer insanlara fayda vermeye ve onlara hizmet etmeye yanaşmazlar Maddi yönde veya iyi bir makam, mevki elde etme ve insanlar 8 arasında itibar kazanma konusunda bir çıkar sağlama imkanları ortadan kalktığı zaman, onların çalışma azmi de yok olur gider. Allah'a iman eden bir insanın yaşadığı şevk ve heyecan ise sadece bilim alanında değil, sanat ve kültür gibi hayatın daha birçok alanında da insanlara geniş ufuklar açar ve asla tükenmeden, hatta giderek daha da katlanarak devam eder. İslam dünyasında, bilimsel çalışmalar açısından dönüm noktası sayılabilecek tarihler sıralanırsa; 571 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) dünyaya teşrif buyurmuştur, Hint matematikçileri 576 yılında ilk defa 0 (sıfır)’ı bulmuşlar. Ancak sıfırın dört işlemde kullanılması Müslümanlar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. 552 yılında ipekböceği Çin’den Bizans’a getirilmiş ve Bizans, ipek endüstrisinin merkezi olmuştur. 610 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberlikle şereflenmiş ve 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesiyle de hicri takvim başlamıştır. 632 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) ahirete irtihal etmişlerdir. 695 yılında ilk Müslüman parası basılmış, 711 yılında İspanya’ya çıkılmış, 748 yılında Çin’de ilk gazete basılmış, 771 yılında bugün kullandığımız Arap rakamları sıfırla birlikte kullanıma girmiş ve böylece Roma rakamlarının birçok işlemde eksik ve yetersiz kalması aşılmıştır. Matematiğin temel bir bilim olarak her sahada kullanıma girmesiyle, medeniyetlerin gelişmesi yeni bir ivme kazanmıştır. Halife el-Me’mun (813-833)döneminde Harezmi, Yunan kaynaklarının tercümesinden çok önce Logaritma’yı geliştirdi ve Cebir’de ikinci derece denklemleri geliştirecek olan eserini vermiştir. İbnu’lHaysem Optik, Astronomi ve Metodoloji’de çığır açtı. Bilhassa Tehafut’ul-Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eseriyle fikri ve ilmi gelişmelere set çektiği iddia edilen İmam-ı Gazali’den sonra, hepsi de dini kurumlar bünyesinde olmak üzere, Mekanik’te Cezeri’nin, Mantık, Matematik ve Astronomi’de Asireddin el- Ahbari, Muayyeddin el- Urdi, Nasireddin et- Tusi, Kutbettin Şirazi, Ali Kuşçu ve Şemseddin el- Hafri’nin, Optik’te Kemaleddin Farisi’nin, Tıp’ta İbn-i- Nefis’in çalışmaları, çağın en başarılı çalışmalarıydı. Osmanlı tarihinin bu süreçteki en önemli şahsiyeti Fatih Sultan Mehmet, Ali Kuşçu’yu Orta Asya’dan davet ederek Ayasofya medreselerinin başına getirdi. Medresenin müfredatına ilk defa Matematik, Geometri ve Astronomi dersleri girmiş oldu. Bu dönemde Fatih medreseleri kuruldu. Fatih Sultan Mehmet hem Orta Asya, hem Endülüs ve hem de Avrupa Rönesans’ı ile ilgileniyor; Herat’dan Molla Cami’yi (1414-1492), İtalya’dan çeşitli sanatkarları davet ediyordu. Bu süreç en değerli meyvesini bir asır sonra Takiyuddin Rasathanesi’yle verdi. Mısır’dan 1571 yılında gelen ve Sultan 2. Selim’in astronomu olan Takiyuddin Efendi (1526-1585), Matematik, Mühendislik, Mekanik, Optik ve Tabiat Felsefesi konularında 90 kadar eser vermiştir. Ayrıca altı silindirli pompa icat etmiş ve ilk buhar türbinini çizmiştir. Sultan 3. Murat’ı rasathane inşasına ikna etmiş, iki yıl içinde inşası biten rasathanede ilk olarak Uluğ Bey’e ait Zic-i Sultani denilen astronomi cetvellerini yenilemiştir. Bu cetveller Güneş, Ay, bilinen gezegen ve yıldızların hareketlerini gösteriyordu. İcat ettiği “gözlem saati” 16. yüzyıl astronomisinin en önemli yeniliği ve eseriydi. 7 ve 11. yüzyıllar arasında, İslam’ın getirdiği bilim anlayışı ile İslam dünyası altın çağlarını yaşamıştır. Aynı dönemde Avrupa’da hüküm süren feodal sistem, Kilise ile tabiat arasında sıkışan bilime ve insanlığa karanlık bir çağ yaşatmıştır. 12. yüzyıldan itibaren durgunluğa giren İslam bilim dünyası, ilk hızın tesiriyle bu durumu 16. yüzyıla kadar hissetmemiş ve yine zirvede kalmıştır. Batıda Kilise’nin otoritesini kaybettiren Rönesans hareketleri akabinde deney ve gözlem metodunun gelişmesi, bütün bilim anlayışını değiştirerek, Galileo, Kopernik, Descartes ve Newton çizgisiyle batı dünyasına büyük bir hamle yaptırmıştır. Bütün tarih boyunca, İslam dünyasının başına gelen en büyük felaket Moğol istilasıdır. 13. yüzyıl, İslam medeniyetinin zirvesidir. Ne var ki, Moğollar bu ileri medeniyeti yerle bir etmiş ve adeta yok etmiştir. Göz kamaştıran İslam medeniyeti, bu istiladan sonra bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. Her yanı kana bulayan, ortalığı yakıp yıkan ve taş üstünde taş bırakmayan Moğollar, İslam dünyasına büyük zararlar vermişlerdi. 13. yüzyılda batıda Haçlıların, doğuda Moğolların arasına sıkışıp kalan Müslümanlar, batıdakini denize döküp, doğudan geleni de kendine benzetip yeni bir yüzyıla başladılar. Bugün Anadolu’da, Irak’ta ve Suriye’de görülen harabelerden bazıları, zamanın yükü ile yorgun düşmüş eskinin heybetli yapıları değildir. 9 Moğolların taş üstüne taş bırakmama anlayışının eseridir. Muhteşem İslam medeniyeti, bu yıkıntılar arsından doğrulup yeniden kendini bulmuştur. Ama Moğol istilası öncesi ihtişamını bir daha yakalayamamıştır. İnsanlığın ortak birikimi olan ilim ve bilim tarihindeki önemli dönüm noktalarıyla ilgili olarak Alman fizikçi Max Planck’ın(1858–1947) tespiti çok isabetlidir. İkinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını terk etmeyerek neredeyse tek başına yönetime karşı duran, tehditlere boyun eğmeyen, prensiplerinden taviz vermeyen, oğlu Naziler tarafından öldürülen bu bilim insanı, Kuantum teorisini ilk defa geliştirmiş ve 1918 Nobel Fizik ödülünü almıştır. Güçlü bir inanca sahip olan Max Planck şunu ifade eder: “Bilimden inkılaba yol açan büyük çalışma ve keşifler, daima Allah’a inanan insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü onlar kainatı tek bir iradenin hakimiyetinde işleyen, dolayısıyla düzen arz eden ve araştırılmaya açık bir sistem olarak görmüşlerdir.” Tarihe mal olmuş ilim adamları, çalışmalarını inançlarının gereği olarak yapmıştır. Newton, daha gençlik yıllarından itibaren bilimin yanı sıra, Kitab-ı Mukaddes üzerinde de durmuş, İncil’in mütercimler ve yorumcular tarafından tahrif edildiği kanaatine varmıştır. Teslis (Baba–Oğul-Kutsal Ruh) fikrinin sapıklar tarafından Hıristiyanlığa sokulmuş ahlaksız bir aldatmaca olduğuna inanan Newton’a göre, Hz. İsa (a.s) ilahi bir varlık değildir; bu yüzden insan dualarında, doğrudan Allah’a yönelmelidir. İyi bir muvahhid (bir olan Allah’a inanan) olan Newton’un bu fikirleri 325 tarihindeki İznik Konsili’nden beri küfür olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle Newton, hayatının son günlerine kadar kendisini takip edecek olan, kafir ilan edilmek gibi paranoyak bir korkuyla yaşamıştı. Fakat Allah’a olan derin inancı ve doğrudan O’na müracaat etme ihtiyacı da açıktı. Hem bilim ve hem de dinde ısrarlı bir hakikat arayışı içindeydi; O’nu gösteren işaretlerin peşindeydi. (Ömer Said Gönüllü, “İdeolojinin Kıskacında Üniversite ve Bilim” Konulu Makalesi, Aralık/2005(323), s. 525 (Alıntı: Strathern, P 1997 The Big İdea Newton and Gravity Paul Strathern London) Sermaye ve güç, toplumların yapısına göre değişir. Bu açıdan baktığımızda toplumlara göre üç tip sermaye veya güç önemli hale gelir. Tarım toplumunda, beden veya kas gücü; sanayi toplumunda, para, mal veya maddi güç; bilgi toplumunda, akıl ve beyin gücü veya diğer tabirle entelektüel güç önemlidir. Yeni bin yılda akıl ve beyin gücü katkı payını artıracak, buna sahip olan ve gerektiği şekilde kullananlar öne geçecektir. Rönesans’ın getirdiği düşünce dünyası ışığında başlangıçta haklı, daha sonra ise abartılı şekilde Kilise’ye başkaldıran, zihinlerdeki yanlış bilim ve din anlayışlarından dolayı, bilimle din çatışıyormuş gibi gösteren 18 ve 19. yüzyılların Pozitivist (Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temel alan, ona uygun düşen ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları olarak gören dünya görüşüdür. Bilimcilik ve deneycilik gibi fikir akımlarına temel teşkil eden pozitivizm, sadece 5 duyuya hitap eden, fiziksel ve maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek kabul eder. Dinsel kavramları, teolojiyi ve metafiziği reddeder.) ve materyalist anlayışlar da bundan böyle yerini bilimle dinin bir aynanın iki yüzü gibi görüldüğü anlayışa terk edecek bilimlere artık ateizme değil, tevhide götüren bir anlayışla bakılacaktır. Bunu bugün birçok bilim adamı dile getirmektedir. Zaten Batı’da birçok gerçek bilim adamının bakışı geçtiğimiz yüzyılda da böyleydi. Ancak bizim gibi ülkelerdeki bazı sözde bilim adamları, bilimi tamamen ideolojik olarak materyalist bakışla ele aldıkları için, sanki bilim adamı dinsiz olmalıdır gibi, bir havayı medyanın da katkısıyla oluşturmuşlardı. Ülkemizde yaşanan depremler vesilesiyle medyada gördüğümüz tartışmalara katılan bilim adamlarıyla, bu bilim anlayışının da ne kadar geçersiz ve tutarsız olduğu gözler önüne serilmiştir. İman eden, akıl ile eleştiren ve akıl aletini kullanarak evrene bakanların imanı artacak, imanı artan kişi de kainata bakarken çok farklı yönlerini ve daha önce sezemediği sırlarını deşifre etmenin hazzını yaşayacaktır. (Nesibe Nur Aydın,”Hızlanan Zaman ve Yeni Bin Yıl” Konulu Makalesi, Haziran/2000, (257) s. 221-225) Üniversite kavramı üzerinde uzun uzun düşündüğü anlaşılan Alman Filozof Kant, 1780’li yıllarda yazdığı “Fakültelerin Tartışması” (Der Streit der Fakültaten) adlı eserinde, bilim hürriyeti açısından ahlaki bir ölçü tespit eder: “Üniversite yönetimin buyruklarından bağımsız hiç olmazsa bir fakülte olmalıdır. Bu fakülte buyruk vermemeli, hakikat adına herkes için hür bir değerlendirme yapmalıdır, bu 10 fakültede akıl açıkça konuşma hakkına sahip olmalıdır. Böyle bir akıl olmaksızın, hakikat açığa çıkamaz. Akıl tabiatı gereği hürdür ve buyrukla bir şeyin hakiki sayılmasını kabul etmez.” (Ömer Said Gönüllü, “Aydınlanma Felsefesinde Üniversite Kavramı- Düşünen Siyaset” Konulu Makalesi, Aralık/2005 (323), s. 525 (Alıntı: Kula Dergisi O.B. Nisan/ 1999/3.sayısı) Bu gün Türk toplumunda nedensellik ilkesine göre işleyen eleştirel düşüncenin bir toplumsal refleks haline dönüşememesinin birçok nedeni vardır. Bunların ilk başta geleni, Türkiye inanç ve kültürüyle uyumlu kendine has Rönesans’ın aydınlanmasını ve sanayi devrimini istenilen ölçüde gerçekleştirememiş olmasıdır. Yukarıdan aşağıya doğru yapılmak istenen değişim projelerinde halkın katılımını, inanç ve kültürünü gözardı ettiğinden, toplumda sağlıksız bölünmeler ve kopmalar yaşamıştır. Türk insanı, dünyevi işlerde birinci derecede kullanması gereken sorgulayıcı ve eleştirel aklını kullanma becerisini yeterli düzeyde kazanamamıştır. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, hem dünyevi ve hem de uhrevi konularda, hem sorgulayıcı ve mucit, hem de analitik ve sentezci yapısına sahip bilim adamlarıdır. Bu gün Türkiye’de yaşanan sıkıntıların başında ve temelinde de bu sentezin yapılamayışı, dinden ve bilimden uzaklaşan insan gruplarının açmazları yatmaktadır. Dinlerin insanlar nezdindeki gücü, bilinemeyenlere verdiği tatmin edici cevaplardan ibaret değildir. Dinler asıl kalıcı güçlerini toplum hayatında oynadıkları vazgeçilmez rollerden alırlar. Dinler toplumsal kurallar koymakta, bireyler sahip oldukları toplumsal huzur ve barışın bu kurallarla hayat kazandığını idrak etmektedir. Huzurlu bir toplum, fedakarlık duygularının hakim olduğu bir toplumdur. Dini organizasyonların sağladığı uyum ve huzuru anlayabilmek için, dinler ile dindarlığı birbirinden ayırmak gerekir. Dinin teolojik yapısından değil, zamanın ihtiyaçlarına, toplumun eksiklik hissettikleri alanlara göre değişim, dini algılama ve yaşama biçiminden, yani dindarlıktan bahsediyoruz. Din değişmez, ama dindarlık bakış açıları zamana ve mekana bağlı olarak değişim geçirir. İşte Türk ve İslam dünyası son bir kaç asırdır bunu sağlayamadığından, din ve bilim adına daha ileri noktalarda olamamıştır. Birçok sözde bilim adamı, içi boş bir gururla, kollarını kartal gibi açıp kibirle ortalıkta dolaşarak, mensubu olduğu topluma tepeden bakarak, sahte büyüklüklerini her fırsatta ortaya koymuşlardır. Emeğin ve sabrın daha ötesi iman etmenin faziletlerinden mahrum bu sahte kahramanların, bilim adına hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Kendileri ile toplumları arasına koca bir duvar örerek, geçmişe küfrederek toplum için gelecek inşa etme gayretine girmişlerdir. Hep suçlu aramışlardır. Onlara göre en büyük suçlu da hep din olmuştur. Bu anlayışı “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” şeklinde tarif etmek mümkündür. Belki de Narsizm, (Narsizm: Kendisine aşırı derecede hayran olma hali veya kendisini beğenme durumudur.) bu anlayışın en önemli karakterlerinin tarifi olabilir. Dünyaya sadece bir pencereden bakanlar, sadece o pencerenin açıldığı sokağı görebilirler. Dünyayı o sokaktan geçenlerden ibaret sanırlar. Büyük ideallerin ve ufukların da bu pencereler arasındaki küçücük odalara büyüdüğü hiç ama hiç görülmemiştir. O dar odalardaki makam koltuklarında sadece dedikodu üretilir. İşte bilim üretmeyen bilim adamlarının durumu budur. Modern dünyanın gerisinde kalışımızın önemli nedenlerinden birisi de budur. Beş bin yıllık insanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bugünkü bilgilerini nasıl elde ettiler sorusunun tabii olan izahı, insanlar bu günkü bilgilerini zamanla öğrene öğrene merdivenlerden çıka çıka elde ettiler, demek olacaktır. Fakat ilimler tarihine bakıldığında incelemeler gösteriyor ki, insanlar ilk bilgilerinden bugünkü bilgilerine böyle basamak basamak muntazam bir merdiveni çıkarmış gibi gelmemişlerdir. Bu durum incelendiğinde şöyle bir gelişme görülmektedir. İlk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlar ve bir noktaya gelmişlerdir. Sonra bu durum birden bire artarak bir gelişme gösteriştir. Daha sonra bu artış tekrar yavaş devam etmiştir. İnsanlık tarihinde bilgilerin birden bire arttığı başlangıç noktası konusunda bugünkü ilimler tarihi, insanların bilgilerinin artmaya başladığı birinci nokta olarak Asr-ı Saadet’i göstermektedirler. Bu nokta 7. yüzyıla rastlamaktadır. Daha sonra bu artış miladi 14. ve 15. yüzyıla, yani hicri 7. ve 8. yüzyıla kadar bir gelişme göstermektedir. İlim tarihindeki araştırmalar bu şekilde bir tespit yapmaktadır. Bu iki noktadan İslam’ın ilmi bütün insanlardan teslim alarak inkişaf etmeye başladıkları tarihtir. Diğer nokta ise haçlı seferlerinden sonra Rönesans’ta Avrupalıların ilimleri Müslümanlar’dan aldıktan sonra yürütmeye başladıkları tarihtir. İnsanlık tarihinde Asr-ı Saadet’ten Rönesans’a kadar geçen 7 yüzyıllık bir devir var ki, bu 11 devirde bütün insanlığın ilimlerini Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki, bugünkü insan bilgisinin en az % 60-70’ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir. İddia edilmektedir ki, Müslümanlar bu bilgileri Mısır, Yunan ve Hintliler’den almışlardır. Bu kesinlikle doğru değildir. Müslümanlar aldıkları bilgileri kimin kitabından almışlarsa açıklamışlardır. Yani kaynağını belirtmişlerdir. İslam bilginleri eskilere ait kitapları okuyarak bilgileri alırken, hemen kabul etmemişler ve bu bilgileri tashih, yani üzerinde araştırma yapışlardır. Ayrıca İslam bilginleri Yunan, Mısır ve Hintliler’den ilim alırken kendileri yüksek seviyede bulunuyorlardı, ilim aldıkları milletler de aşağı seviyede bulunuyorlardı. Yani ilmi aşağıdan yukarıya almışlardır. Avrupalılar ise ilmi kimden aldıklarını kesinlikle söylememişlerdir. Müslümanların yazdıkları kitapları okumuşlar, ancak kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını kendi kitaplarında zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu bilgileri okuduklarında, bu bilginin kendilerine ait olduğunu zannetmiştir. Bu anlamda bakıldığında Avrupa’da yanlış yere büyütülmüş Avrupalı, sözüm ona bilim adamı vardır. Bilim tarihinde insanlığa önemli hizmetlerde bulunan bilginlerin başında meşhur İslam bilginlerinden elBattani adlı astronomi bilgini gelmektedir. Halife Me’mun zamanında İslam bilginleri, Trigonometri’de kullanılan sinüs, kosinüs, tanjant , kotanjat mefhumlarını icat etmişlerdir. Büyük İslam bilgini Giyaseddin Cemşid, sinüs bir dereceyi 0, 017 452 404 437 238 371 olarak ortaya koymuş ve takriben virgülden sonra 18 hane hassasiyetle sinüs bir dereceyi hesaplıyor. Bugün bu hesap, elektronik makine ile yapıldığında bir rakamı dahi şaşmıyor. Giyaseddin Cemşid, Trigonometri cetvelini bu hassasiyetle yapmıştır. Ayrıca Giyaseddin Cemşid,, Risalet’ül-Muhitiyye adlı kitabında pi sayısı için 3, 14 159 263 355 897 43 rakamlarını tespit etmiştir. Yani virgülden sonra 15 hane hassasiyetle pi sayısını doğru olarak hesaplamaktadır. Elektronik makinalarla da aynı sonuç bugün karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar Cebir ilmini de bulmuşlardır. Bu ilmin ismi, İslam bilgini el-Cabir’den gelmektedir. Avrupalılar el-Cabir’i tam olarak telafuz edemediklerinden el- Cabir ismini el-Gebra diye okurlar. Bugün Avrupa’nın her yerinde bütün Cebir kitaplarının üzerinde el-Gebra yazılıdır. Büyük İslam bilgini el-Harzem, bugün Logaritma cetvellerini ve Logaritma mefhumlarını ilk defa bulmuştur. İbn-i Haysem bu günkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır. Bu nazariyeye istinaden kırılma kanunlarını bulmuştur. İbn-i Haysem, bu konuda Öklid’in yanlış düşündüğünü ortaya koymuştur. Cabir bin Hayam, Kimya ilminin kurucusudur. İlk defa atomun parçalanabileceğini söylemiştir. Atom nazariyesini ortaya koymuştur. Kristof Kolomb, Atlantik’te aylarca yol alıyor, ama bir türlü karalar görünmüyor. Gemideki insanlar isyan etmeye başlıyorlar. Gemide bulunan insanların hatıra defterlerindeki kayıtlardan anlaşılıyor ki, Krıstof Kolomb bu sözlerle isyanı bastırıyor: “Öyle çıkışmayın, böyle söylenmeyin. Ben devamlı olarak batıya gidildiği zaman yeni karalara rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum. Bu karaya mutlaka varacağız. Çünkü Müslümanlar yalan söylemezler.” Nitekim sabredilerek sonunda Amerika kıtasını buluyorlar. Daha iki asır öncesine kadar Paris’teki Sorbon Üniversitesindeki ders veren Profesörler kürsüye Müslüman hocaların kıyafetiyle, sırtlarında cübbe, başlarında sarıkla çıkıyorlardı. Çünkü ilmi, bu insanlar yapmışlardı, ilim adamı olmak için bu kisveye girmek lazımdır diyorlardı. Almanların meşhur Filizofu Goethe bir gün banyo yaparken gözü takvime ilişmiş ve bakmış ki, daha önceki en son yıkanışı tam bir yıl önce imiş.. İslam inancında temizliğin bir dini emir olduğunu ve imanlı insanın eseri olduğu bilinmektedir. Anlaşılan odur ki, Avrupalılar temizliği ve temiz olmayı da Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Bu gün yatak odalarımızda yatağın yanına konan dolaba “Komidin” derler. Biz bu geleneği Avrupalılar’dan almışız. Komidin’in lugat manası “içerisine lazımlık konan” dolap demektir. Çünkü Avrupalılar yıkanmayı ve wc’yi bir asır öncesine kadar bilmezlerdi. Bunu Müslümanlar’dan öğrendiler. Kokulu esansların kaynağı Fransa’dır. Temizlenme alışkanlığı olmadığından korkunç pis kokuları bastırmak için bir esans bir çare olmuştur. Avrupa bütün bunları asla unutmamalıdır. İnsanlığa asırlarca yön veren, hizmet eden ve insanlığın mutluluğu için ilme yönelen ve bunu bütün insanlık ile paylaşan Müslümanların büyük eserleri insanlık için birer abidedir. Tarih ve insanlık bunun canlı şahididir. 12 Sonuç olarak İlim bilmek ise İrfan bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa, irfan o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Allah’a sığındığı faydasız ilim” (Tirmizi, Daavat, 68) irfana dönüşmemiş ilimdir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, “kulları içinde ilim sahibi olanların derin saygı duyacağını belirten ayet” (Fatır, 35/28) ilmini irfana dönüştürenlere işaret etmektedir. İrfan veya marifet başta insanın kendi özü olmak üzere, her şeyde Allah’ın özelliklerini görmek ve yaratılanlardaki işaretlerden yaratıcıyı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri bu amaçla kullanmak demektir. Ne mutlu, Hakk’ı bulan, her şeyde Hakk’ı gören ve Hakk’a uygun yaşayan kutlu insanlara..! “Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!” adlı kitabımdan bir bölüm! Konu hakkında araştırmamızı zaman içinde daha da derinleştirmek isterim. Ama şimdilik bu kadarı ile yetinelim. Araştırmamız bizi bu sonuca götürdü. En doğrusunu Allah bilir. Eğitimci, İlahiyatçı, Araştırmacı Yazar Mehmet BOZKURT www.mehmetbozkurt.com.tr