maturidi`ye göre kaza ve kader-harun ışık

advertisement
1
T.C.
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
KELAM BİLİM DALI
MATURİDİ’YE GÖRE KAZA VE KADER
Hazırlayan
Harun IŞIK
Danışman
Prof. Dr. Temel YEŞİLYURT
Doktora Tezi
Mayıs 2011
KAYSERİ
2
T.C.
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
KELAM BİLİM DALI
MATURİDİ’YE GÖRE KAZA VE KADER
(Doktora Tezi)
Hazırlayan
Harun IŞIK
Danışman
Prof. Dr. Temel YEŞİLYURT
Mayıs 2011
KAYSERİ
i
BİLİMSEL ETİĞE UYGUNLUK
Bu çalışmadaki tüm bilgilerin, akademik ve etik kurallara uygun bir şekilde elde
edildiğini beyan ederim. Aynı zamanda bu kural ve davranışların gerektirdiği gibi, bu
çalışmanın özünde olmayan tüm materyal ve sonuçları tam olarak aktardığımı ve
referans gösterdiğimi belirtirim.
Adı-Soyadı
Harun IŞIK
ii
YÖNERGEYE UYGUNLUK
MATURİDİ’YE GÖRE KAZA VE KADER adlı Yüksek Lisans / Doktora tezi,
Erciyes Üniversitesi Lisansüstü Tez Önerisi ve Tez Yazma Yönergesi’ne uygun olarak
hazırlanmıştır.
Tezi Hazırlayan
Harun IŞIK
Danışman
Prof. Dr. Temel YEŞİLYURT
Temel İslam Bilimleri ABD Başkanı
Prof. Dr. Erdoğan PAZARBAŞI
iii
KABUL VE ONAY
iv
ÖNSÖZ
Kaza ve kader meselesi cahiliye dönemi ile başlayan, Hz. Peygamber zamanında devam
eden ve günümüze kadar da üzerinde sürekli düşünülen ve tartışma konusu yapılan bir
problemdir. Bu mesele bir taraftan her türlü nesne ve olayı yaratan, ilim, irade ve kudret
sahibi bir varlık olan Allah’ın mutlak hâkimiyetini diğer taraftan da Allah’ın kendisine
kulluk etmekle görevlendirdiği ve dolayısıyla muhatap seçtiği insanın eylemlerindeki
özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren bir mesele görünümündedir.
Kaderi mutlak manada değerlendirir ve insana herhangi bir özgürlük alanı tanımazsak,
Allah’ın peygamberler ve kitaplar göndermesinin, emir ve yasağının, mükâfat ve
cezasının varlığını nasıl temellendireceğiz sorusu ile yüzleşmek zorunda kalırız. Bunun
aksini iddia ettiğimizde, yani insan, eylemlerinde mutlak özgürlük sahibidir, herhangi
bir takdir ve tayine bağlı kalmaksızın eylemlerini dilediği şekilde kendisi yaratır
dediğimizde ise Allah’ın mutlak hâkimiyetinden bahsetmek söz konusu olmayacaktır.
Dolayısıyla bu ikilemden nasıl kurtulabiliriz? sorusu önemli bir tartışma konusu olarak
gündeme gelmektedir.
Kelâm tarihi içerisinde kendilerine Cebriye adı verilen ekol, insana hiçbir özgürlük alanı
tanımayıp Allah’ın mutlak hâkimiyetini esas alarak bu tartışmaya katılmıştır. Diğer bir
doktrin olan Mutezile ise tam tersi bir yaklaşımla insana mutlak özgürlük tanıyarak
onun, eylemlerinin yapıcısı ve yaratıcısı olduğunu iddia etmiştir. Ehl-i sünnetin önemli
âlimlerinden olan Maturidi ise bu ikisi arasında orta bir yol izleyerek insanın
eylemlerinin meydana gelmesinde biri halk (yaratma) diğeri de kesb (kazanma-yapma)
olmak üzere iki yön bulunduğunu ifade ederek iki uç görüş arasında bir denge
oluşturmayı denemiştir. Bu yönlerden yaratmayı Allah ile ilişkilendiren Maturidi,
kesbin ise insana ait olduğunu belirtmektedir.
Maturidi, kaza ve kader meselesini eyleme yönler tayin ettiği bu yöntem ışığında ele
almakta, Allah’ın mutlak hâkimiyeti karşısında insan özgürlüğü ve sorumluluğunu
temellendirmeye çalışmaktadır. Aksi takdirde insanın ihtiyarî eylemlerinin Allah’ın
mutlak hâkimiyeti dışında bulunduğunu, O’nun ilim, irade ve kudreti dışında eylemde
bulunmasının mümkün olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.
Literatür yönteminin kullanıldığı bu çalışmada temel amacımız ezelî ve mutlak bir
iradeye sahip olan Allah karşısında insanın iradesinin nasıl bir fonksiyona sahip olduğu
ve bu iradenin kendisine ait özgür bir şekilde hareket edebileceği bir alan bulunup
bulunmadığı problemine Maturidi’nin nasıl bir yaklaşım sergilediğini tespit etmektir.
v
Ayrıca Maturidi ekolüne mensup âlimlerin eserlerine de müracaat edilerek konu daha
geniş
bir
perspektiften
tahlil
edilmeye
çalışılmıştır.
Çalışmamız
özellikle
bilgilendirmeye dayalı ve analitik bir yapıda sunulmuştur. Böyle bir yöntem
izlememizin temel nedeni, Maturidi’nin kaza ve kader meselesine yaklaşımını eleştiren
herhangi bir metne rastlamadığımız içindir.
Konu ile ilgili yapılan araştırmaları incelediğimizde, Maturidi’nin meseleye bakışı ile
ilgili olarak sadece iki tane çalışma olduğu görülmektedir. Bunları şu şekilde ifade
etmek mümkündür:
1- İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi: M. Saim Yeprem tarafından bu çalışma
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı tarafından 1984 yılında
yayınlanmıştır. Eserde hürriyet ve irade problemlerine genel bir bakış açısı
sergilendikten sonra, her iki meselenin de hem batı hem de İslam dünyasındaki
felsefî ve psikolojik temelleri araştırılmıştır. Eserin ilerleyen bölümlerinde
Maturidi’nin görüşleri doğrultusunda irade ve özet olarak da kaza/kader
konularına yer verilmiştir.
2- Maturidi ve Nesefi’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı: 1988 yılında yayınlanan
çalışma M. Sait Yazıcıoğlu tarafından kaleme alınmıştır. Bu eserde Yazıcıoğlu,
eylem, kesb, yaratma ve kudret kavramları ve eylemin bilgi ve irade ile ilişkisini
aklî ve naklî delillerle ortaya koymaya çalışmıştır.
Bu eserleri inceledikten sonra Maturidi ekolü merkezinde meselenin daha sistematik bir
şekilde ele alınması, Maturidi’nin son dönemde tahkiki yapılan Te’vilatu Ehli’s-Sünne
isimli eseri ışığında konuya yeni bir bakış açısı kazandırılması gerektiği hâsıl olmuştur.
Nitekim her iki eseri de analiz ettiğimizde Maturidi’nin görüş ve düşüncelerini
anlamada önemli bir yere sahip olan Te’vilat’a fazla müracaat edilmediği görülecektir.
Bu amacımızı gerçekleştirmek için çalışmamızı girişle birlikte altı bölüm halinde ele
almayı uygun gördük.
Giriş bölümünde, Maturidi’nin hayatı, eserleri ve hakkında yapılan araştırmalarla ilgili
olarak müstakil eserler kaleme alındığından buna gerek görülmemiş, kaza ve kader
meselesinin tarihsel arka planı tahlil edilerek problemin nasıl ortaya çıktığı ve süreç
içerisinde ne gibi bir gelişim gösterdiği araştırılmıştır. Konu ile ilgili rivayetleri
incelediğimizde hem cahiliye döneminde hem Hz. Peygamber zamanında ve hem de
Hz. Peygamber’in vefatından sonraki süreçte kaza-kader ile ilgili bir takım tartışmaların
bulunduğu görülmektedir. Bu bölümde ayrıca araştırma konumuz ile ilgili görülen kaza,
vi
kader, fiil, ilim, irade, kudret ve kesb kelimelerinin kavramsal tahlili yapılmıştır. Çünkü
her ilim dalında olduğu gibi Kelâm İlminin de kendine has bir dili bulunmaktadır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için araştırma konumuz etrafında dönen kavramların
Kelâm İlminde nasıl bir mana ifade ettiğinin tespit edilmesi önem arz etmektedir.
Birinci bölümde, Maturidi’nin kaza ve kader kavramlarını nasıl değerlendirdiği, bu
değerlendirmenin ne gibi sonuçlar doğurduğu üzerinde durularak mezheplerin görüşleri
eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Kaza kavramı, Maturidi’nin deliller getirmek
ve kazandığı manalardan hangilerinin Allah’a, hangilerinin de insana nispet edileceği
sorusuna cevap aramak suretiyle açıklamaya çalıştığı bir kavramdır. Ayrıca Maturidi,
özellikle Ka’bi’yi kendisine muhatap alarak onun kaza ile ilgili görüş ve düşüncelerini
eleştirmek suretiyle konuya daha bir genişlik kazandırmıştır. Kader kavramına gelince
araştırma konumuzun belki de en önemli kavramı olma özelliğindedir. Bu yüzdendir ki
kelâm ekolleri kelimenin içerdiği anlamlar ve doğurduğu sonuçlarla ilgili olarak önemli
münakaşalar yapmışlardır. Maturidi kader kavramının biri geneli diğeri de özeli ifade
edecek şekilde iki manayı ihtiva ettiğini belirtmektedir. Birinci bölümde ayrıca kaza ve
kader konusunun temel problemini teşkil eden “insan eylemlerinin yaratıcısı kimdir?
sorusuna cevap aranmıştır. Fiillerin nasıl meydana geldiği sorusu Maturidi’nin düşünce
sisteminde kaza-kader probleminin en temel sorusudur. Kendisinin ifadesi ile şayet
ihtiyarî eylemlerin Allah tarafından yaratıldığı sabit olur ise kaza ve kader de sabit
olacaktır.
İkinci bölümde, fiilin arka planını oluşturan ilim, irade, kudret ve kesb kavramları
Maturidi’nin penceresinden analiz edilerek kaza ve kader ile ilişkisi ortaya konmuştur.
Maturidi’nin kaza-kader anlayışının temelini oluşturan insan eylemlerinin yaratıcısının
Allah olduğunun ispatı ile birlikte eylemin meydana gelmesinde ve insanın eylemdeki
rolünü belirlemede temel faktörler olan ilim, irade, kudret ve kesb kavramlarına
Maturidi’nin ne tür bir yaklaşım sergilediğini analiz etmenin kaza-kader meselesini
daha anlaşılır kılacağı düşünülmektedir. Çünkü kaza-kader meselesinde temel problem
ihtiyarî eylemlerin nasıl meydana geldiği, Allah ile insanın bu eylemlerdeki temel
fonksiyonun ne olduğudur.
Son bölümde ise kaza ve kader konusu ile ilgili olduğu düşünülen hidayet, dalâlet, ecel
ve rızık kavramları analiz edilmiştir.
Bu çalışma ile amacımız, geçmişten günümüze üzerinde derin tartışmalar yapılan kaza
ve kader problemine nihai anlamda bir çözüm bulmak değil, Maturidi’nin
vii
penceresinden
meselenin
nasıl
yorumlandığını
ortaya
koymaya
çalışmaktır.
Çalışmamız, Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği önemli düşünürlerden olan Ebu Mansur
el-Maturidi’nin araştırma konumuzla ilgili özelde kelâm ilmine genelde de İslam
düşüncesine katkılarını ortaya koymak bakımından önemlidir. Bu çalışmamda daima
beni cesaretlendiren, eleştirileri, görüş ve önerileri ile destekleyen tez danışmanlarım
Prof. Dr. Muhittin BAĞÇECİ ve Prof. Dr. Temel YEŞİLYURT’a, kıymetli hocalarım
Prof. Dr. Erdoğan PAZARBAŞI, Doç. Dr. Ali KUŞAT ve Yrd. Doç. Dr. Murat
SERDAR’a teşekkürü bir borç bilirim.
Kayseri-2011
viii
MATURİDİ’YE GÖRE KAZA VE KADER
Harun IŞIK
Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Doktora Tezi, Mart 2011
Danışman: Prof Dr. Temel YEŞİLYURT
ÖZET
Maturidi, kaza ve kader sorununun çözümünü eylemlerin yaratıcısının kim olduğunun
tespit edilmesi üzerine inşa etmiştir. Eylemlerin yaratıcısını ise fiile yönler tayin etmek
suretiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Ona göre fiilde biri yaratma diğeri de kesb olmak
üzere iki yön bulunmaktadır. Bu yönlerden yaratma Allah’a, kesb ise insana aittir. İnsan
kendisinde bulunan hür irade ile tercihte bulunarak eylemlerini yapmakta, Allah’da
insanın arzu ve isteği doğrultusunda o eylemi yaratmaktadır. Allah’ın yaratması ile
yakın ilişkisi bulunan ilim, irade ve kudretinin insan üzerinde herhangi bir baskısı ve
zorlaması söz konusu değildir. Nitekim insan fiillerini yaparken kendisini hür, fail ve
kâsib olarak hissetmektedir.
Kaza ve kaderin insanla ilgisi, bilmek ve yaratmak bakımındandır. Maturidi’ye göre
kader, olmuş, olan ve olacak olan her şeyi Allah’ın bilmesidir ve ilim sıfatı ile
alakalıdır. Kaza ise bu bilme doğrultusunda zamanı gelince nesne ve olayların
yaratılması anlamına gelmektedir ve tekvin sıfatı ile ilişkilidir. Bu bakış açısının doğal
bir sonucu olarak insan, kendisi hakkında belirlenen bir senaryoyu oynayan bir aktör
olmamakta, senaryoyu bizzat yazan ve yaşayan olmaktadır. Dolayısıyla o, meydana
gelen her türlü hadisede kaza ve kadere sığınmak yerine olayın nedenlerini araştırarak
onları ortadan kaldırmak için bazı girişimlerde bulunmalıdır.
Hidayet-dalâlet, rızık ve ecel kavramları da Maturidi’nin kaza ve kader meselesi ile
ilişkilendirerek açıkladığı kavramlardandır. Kur’an’da Allah’ın bir kimseyi hidayete
erdirmeyi veya dalâlet üzere bırakmayı dilemesi ile ilgili ayetleri Maturidi, O’nun
ilmiyle açıklamaktadır. Allah, insanların gelecekte hidayeti veya dalâleti tercih
edeceğini ezelî ilmi ile bilmektedir. İşte bu ilmi doğrultusunda da olayları dilemiştir.
Rızık meselesinde ise, rızkın tahsisi, genişletilmesi veya daraltılmasında insanlar
arasında herhangi bir ayrım söz konusu değildir. Böylesi durumlarda emir tamamıyla
ix
Allah’a aittir. Bir sebebe binaen ya da sebepsiz olarak rızıklandırarak kimilerine rızkı
bol kimilerine de az ihsan edebilir. Üzerimize düşen gerekli tedbirleri alarak helal
yollardan rızık aramaktır.
Anahtar Kelimeler: Kaza, kader, irade, kudret, kesb
x
CASUALTY AND PREDESTINATION ACCORDING TO MATURIDI
Harun IŞIK
Erciyes University, the Institute of Social Sciences
PhD Thesis, Mart 2011
Supervisor: Prof Dr. Temel YEŞİLYURT
ABSTRACT
Al-Maturidi has tried to solve the problem of casualty and predestination by seeking the
creator of human actions. He has stated that there have been two directions in human
actions to determine the creator. According to him, there are two directions in the
action: one of them is creation (halk), the second is acquisiton (kesb). While creation is
related with the God, acquisition is connected with humankind. Whilst human does his
actions with his free will. The God creates human action towards his desire and wish.
The knowledge of the God, His will and power that are closely concerned with the
creation do not use any force on human action. Consequently, human feels himself as
free, agent and acquisitor while he is performing.
The interest of casualty and predestination with human is from the point of view of
knowledge and creation. With respect to al-Maturidi, predestination means that the God
knows everything which occurred in the past, being at the present and will be in the
future. It is related with the attribute of knowledge. Casualty, however, means to create
objects and events in the light of knowledge when their times come. It is relevant with
the attribute of creation. From this perspective human is not an actor who plays the
scenario determined about him. Conversely, he writes it himself and experiences.
Therefore, human should not refuge to casualty and predestination when he meets some
problems. He should embark on some attempts to eliminate them by seeking the
reasons.
The concepts of guidance and heresy, livelihood and death are from the notions that alMaturidi explains by associating them with casualty and predestination. Al-Maturidi
clarifies the verses related with guidance and heresy by focusing on the knowledge of
Allah. He knows that mankind will choose guidance or heresy in the future with His
eternal knowledge. Consequently Allah wishes all things in the direction of His
xi
knowledge. As for livelihood problem, all people are the same level in terms of its
consecration, extension and constriction.
Command pertains completely to Allah in
these situations. He may bestow it on the people in consequence of a reason or without
any cause. We should seek our livelihood from halal ways by taking essential
precautions and comply with it.
Key words: Casualty, predestination, will, power, acquisiton
xii
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL ETİĞE UYGUNLUK.................................................................................. i
YÖNERGEYE UYGUNLUK ....................................................................................... ii
KABUL VE ONAY.....................................................................................................iii
ÖNSÖZ .......................................................................................................................iii
ÖZET ........................................................................................................................ viii
ABSTRACT ................................................................................................................. x
İÇİNDEKİLER........................................................................................................... xii
KISALTMALAR....................................................................................................... xiv
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
TARİHSEL ARKA PLAN............................................................................................ 1
A- BİR DÜŞÜNCE TARZI OLARAK KAZA-KADER ............................................ 2
1- Cahiliye Dönemi ................................................................................................ 2
2- Hz. Muhammed Dönemi .................................................................................... 4
3- Dört Halife Dönemi............................................................................................ 7
B-SİYASAL DURUŞ OLARAK KAZA-KADER................................................... 11
C- KAVRAMSAL TAHLİLLER
1.Kaza. .................................................................................................................... 16
2.Kader.................................................................................................................... 20
3. Fiil....................................................................................................................... 23
4. İlim...................................................................................................................... 27
5. İrade .................................................................................................................... 32
6. Kudret ................................................................................................................. 36
7. Kesb .................................................................................................................... 40
BİRİNCİ BÖLÜM
MATURİDİ’YE GÖRE FİİLLERİN MEYDANA GELİŞİ
1.1. KAZA............................................................................................................... 45
1.2. KADER ............................................................................................................ 50
1.3. FİİL .................................................................................................................. 57
1.3.1. Zorunlu Fiiller ............................................................................................ 58
1.3.2. İhtiyarî Fiiller.............................................................................................. 58
1.4. FİİLDE YARATILMA SORUNU .................................................................... 59
1.4.1. Aklî Deliller................................................................................................ 60
xiii
1.4.2. Naklî Deliller .............................................................................................. 62
1.4.3. İttifak Delili ................................................................................................ 68
İKİNCİ BÖLÜM
MATURİDİ’YE GÖRE FİİLİN ARKA PLANI
2.1. İLİM................................................................................................................. 72
2.1.1. Allah’ın İlmi ............................................................................................... 73
2.1.2. İlim-Kaza/Kader İlişkisi.............................................................................. 78
2.2. İRADE.............................................................................................................. 81
2.2.1. Allah’ın İradesi ........................................................................................... 82
2.2.2. İnsanın İradesi ............................................................................................ 87
2.2.3. İrade ve Kaza/Kader İlişkisi ........................................................................ 92
2.3. KUDRET.......................................................................................................... 96
2.3.1. Allah’ın Kudreti.......................................................................................... 97
2.3.2. İnsanın Kudreti/ İstitaatı.............................................................................. 98
2.3.2.1. Bilkuvve Kudret ................................................................................... 99
2.3.2.2. Bilfiil Kudret ...................................................................................... 101
2.3.2.2.1. Bilfiil Kudretin Eylemle Birlikte Bulunuşu ................................... 102
2.3.2.2.2. Bilfiil Kudretin İki Zıt İçin Elverişli Oluşu ................................... 106
2.3.3. Güç Yetirilemeyen Bir Şeyle Sorumlu Tutmak ......................................... 107
2.3.4. Kudret ve Kaza/Kader İlişkisi ................................................................... 108
2.4. KESB ............................................................................................................. 110
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAZA VE KADER İLE İLİŞKİLİ KONULAR
3.1. HİDAYET-DALÂLET ................................................................................... 115
3.2. ECEL.............................................................................................................. 121
3.3. RIZIK ............................................................................................................. 129
SONUÇ .................................................................................................................... 135
KAYNAKLAR......................................................................................................... 140
ÖZGEÇMİŞ.............................................................................................................. 150
xiv
KISALTMALAR
A. Ü.
: Ankara Üniversitesi
A.Ü.İ.F.D.
: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
bkz.
: Bakınız
c.
: Cilt
C. Ü.
: Cumhuriyet Üniversitesi
C.Ü.İ.F.D.
: Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
çev.
: Çeviren
Ç. Ü.
: Çorum Üniversitesi
DİA
: Diyanet İslam Ansiklopedisi
D.İ.B.
: Diyanet İşleri Başkanlığı
hz.
: Hazreti
İSAM
: İslam Araştırmaları Merkezi
Mad.
: Madde
M.Ü.
: Marmara Üniversitesi
M.Ü.İ.F.D.
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
M.Ü.İ.F.V.
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
neşr.
: Neşreden
ra.
: Radiyallahu anh
sad.
: Sadeleştiren
T.D.V.
: Türkiye Diyanet Vakfı
terc.
: Tercüme
vd.
: Ve devamı
yay.
: Yayınları
1
GİRİŞ
TARİHSEL ARKA PLAN
Kaza ve kader meselesi sadece İslamiyet ile birlikte değil İslam’dan önceki dönemlerde
de tartışma konusu yapılan bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Problemin
temelinde her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın mutlak ilmi, iradesi ve kudreti karşısında
insanın kendisine ait olan bir irade ve kudreti var mıdır ve bu yetiler sayesinde
eylemlerini hür bir şekilde gerçekleştirebilmekte midir? sorusu yer almaktadır. Konu ile
ilgili rivayetleri incelediğimizde hem cahiliye döneminde hem Hz. Peygamber
zamanında ve hem de Hz. Peygamber’in vefatından sonraki süreçte kaza-kader ile ilgili
bir takım tartışmaların bulunduğu görülmektedir. Bu bölümde iki temel probleme cevap
aranacaktır. Birincisi, kaza-kader meselesi başka din ve kültürlerle etkileşim neticesinde
varlık kazanan bir problem midir yoksa bizatihi İslam düşüncesinin mi bir ürünüdür?
sorusudur. İkincisi de, kaza-kader meselesi teorik bir takım tartışmalar neticesinde
ortaya çıkan ve gelişen fikrî bir hareketin neticesi midir yoksa siyasi bir yapıda mıdır?
şeklinde ortaya konabilir.
Kaza-kader meselesi ne zaman başlamıştır sorusuna kesin bir cevap vermek mümkün
olmamakla birlikte A’raf 7/11-23 ayetleri ışığında kader hakkında görüş beyan eden ilk
varlığın şeytan olduğunu ifade edilmiştir.1 Antik Yunan filozofları2 tarafından da
tartışma konusu edilen bu mesele, aynı zamanda Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve
cahiliye dönemi Arap hayatında da üzerinde tartışmaların yapıldığı ve bir takım
görüşlerin beyan edildiği bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.3 Çalışmamızın çıkış
noktası Maturidi’nin (ö: 333/944) görüş ve düşünceleri ışığında İslam Kelâmında kazakader konusu olduğundan biz de bu problemin İslam dünyasındaki tarihsel arka planını
1
Mehmet Kubat, Hasan el-Basri, Hayatı, İlmi Kişiliği ve Kelâm İlmindeki Yeri, Çıra Yayınları, İstanbul
2008, s. 176.
2
Kamiran Birand, İlkçağ Felsefe Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1964, s. 37, 82-83; Macit Gökberk, Felsefe
Tarihi, 4. Baskı, İstanbul 1980, s. 61.
3
M. Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1984.
2
belirlemenin, Maturidi’nin kader ve kaza anlayışını anlamaya ışık tutacağı kanaatini
taşıyoruz. Bu bölümde yukarıda belirtmiş olduğumuz temel problemler çerçevesinde
kader probleminin İslam âlemindeki tarihsel arka planını iki ana başlık altında
incelemeyi uygun görmekteyiz.
A- BİR DÜŞÜNCE TARZI OLARAK KAZA-KADER
1- Cahiliye Dönemi
Cahiliye dönemi, adından anlaşılacağı üzere ilmî faaliyetlerin ve ilim adamlarının
sayısının oldukça sınırlı olduğu bir devirdir.4 Cahiliye dönemi denildiğinde akla ilk
gelen şey Arap edebiyatı olmaktadır. Nitekim Arap edebiyatı incelendiğinde insan
hayatının tamamıyla kaderin kontrolü altında olduğunu ifade eden beyitlere rastlamak
mümkündür. Kaderi, soyut, fizikötesi bir doğa olayı olarak algıladıkları zaman (dehr)
manasında ele alan cahiliye Araplarına göre bir kimsenin başına gelen olaylar, yaşam ve
ölüm, insanın başarısı veya başarısızlığı gibi durumlar, kısacası insan yaşamının her anı
zaman tarafından belirlenmekte, tayin ve tespit edilmektedir.5 Göklerin ve yerin
yaratılması, yağmurun yağması gibi insanın etkin olmadığı alanda Allah’a tam bir yetki
tanıyan cahiliye Arapları6, zamanın sadece insan söz konusu olunca fonksiyonel
olduğunu kabul etmişlerdir.7 Bu anlayışı ifade eden beyitlerden bazıları şunlardır:
Muallaka’da Zuhair şu ifadelere yer vermektedir:
“Kader, bana göre, tökezleyen, kör bir deve gibidir.
O, kime çarparsa, onu öldürür, kimi de ıskalarsa, yaşar ve yaşlanır.”8
Tarafah’da şiirinde şunları söylemektedir:
“Her kim beni kavgada yer aldığım için suçlarsa,
Ve zevklere karıştığımda, beni ölümsüz yapabilir misin?
Fakat kaderimi defetmede güçsüzsün,
4
Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire 1985, s. 140.
W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara 1981, s.
108.
6
Bkz: el-Mü’minûn 23/84-89; Ankebut 29/61-63; Lokman 31/25.
7
Ahmed Faruk ed-Desûkî, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İslam, Riyad 1986, c. 2, s. 57.
8
Husayn ibn Ahmad Zawzani, Kitab sharh al-Muallaqat al-sabli-Abi Abd Allah al-Husayn ibn Ahmad
ibn al-Husayn al-Zawzani, Matbaat al-Saadah, Misr 1925, p. 49.
5
3
O halde, beni bırak, nerede olursan ol, o gelir, elde ettiğim her ne olursa olsun zevk
almak için”9
Utbi’ye gelince o da şunları söylemektedir:
“Kaderim, benimle çocuklarımı parçalara ayırdı,
Ve daha sonra, parçası tüketildi, benimkine saldırıldı”10
Veddak b. Tumail el-Mazani başına gelenler karşısında metanet gösteren bir tavırla
kaderi şu şekilde ifade etmektedir:
“Onlarla tanış, nasıl sabırlı olduklarını göreceksin,
Onlar, kaderin adaletsizliğine tahammül etmektedir”11
Bu şiirlerin tamamı da Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önceki dönemlere aittir.
İslam’ın ilk dönemlerine ait olan aşağıdaki şiirler de aynı ruhu ifade etmektedir:
Hureys b. Zaid el-Hail’in şiirinde kader şu şekilde değerlendirilmektedir:
“Ey Ümmü Evs yas tutma,
Çünkü kader, her ayakkabılıyı olduğu kadar çıplak ayaklıyı da yakalayacaktır.”12
Bu şiirlerde kader, el-mena ya da dehr kavramı ile ifade edilmiştir. Bununla birlikte
‫ر‬-‫د‬-‫ ق‬kökünden kader kelimesinin de cahiliye dönemi Arap şiirinde kullanıldığı
görülmektedir. Hz. Muhammed’in çağdaşı Duraid b. Eş-Şimmah’ın şiiri buna örnek
olarak verilebilir:
“Katliam, Şimmah’ın ırkı üzerine eğilmiştir
Onlar zerre kadar başka bir şey aramazlar-kader kaderle buluşur.”13
Bu beyitlerden de görüldüğü üzere cahiliye dönemi ve İslam’ın ilk dönemleri mutlak
cebirci bir bakış açısına sahiptir. Çünkü beyitlerdeki ifadeler, insanla ilgili tüm olay ve
faaliyetlerin önceden belirlenenler doğrultusunda meydana geldiğini ve insanın ise
bundan kaçmasının imkânsız olduğunu göstermektedir. Cahiliye toplumunun ne
9
Tarafah ibn al-Abd, Diwan Tarafah ibn al-Abd / sharh al-Alam al-Shantamari wa-talihi taifah min alshir al-mansub ilá Tarafah, tahkik Durriyah al-Khatib, Lutfi al-Saqqal, Majma al-Lughah al-Arabiyah,
Dimashq 1975, p. 56-57.
10
Abu Tammam Habib İbn Aws al-Ta’i, Kitab Ashar al-hamasah: maa sharh Abi Zakariya Yahya ibn Ali
ibn Muhammad ibn Bastam al-Shaybani al-Tibrizi, wa-arbaat faharis, ed. Ghiyurgh Wilhilm Faritagh, In
Officina Baadeni, Bonnae 1828, p. 478.
11
Abu Tammam, Kitab Ashar, p. 57.
12
Abu Tammam, Kitab Ashar, p. 389.
13
Abu Tammam, Kitab Ashar, p. 380.
4
yapılırsa yapılsın değişmeyecek bir kader anlayışına sahip olmalarının temelinde içinde
yaşadıkları zor çöl şartlarının etkisi olduğu düşünülmektedir. Nitekim Watt, böyle bir
kader anlayışının bedevilere her türlü zorluğa karşı dayanma gücü verdiğini, felakete
götüren endişe ve karasızlıktan kurtulma imkânı tanıdığını belirtmektedir. Çünkü her
şeyin önceden belirlendiğini, tayin ve takdir edildiğini kabul etmek, meydana gelen her
şeyin kendisinin herhangi bir gücü ve tesiri bulunmadan varlık sahasına çıktığını
benimsemek demektir.14 Dolayısıyla cahiliye toplumunda hâkim olan kaderci bakış
açısı, çöl yaşamına uyum sağlamada psikolojik bakımdan rahatlatıcı bir etkiye sahip
olmaktadır. Durum her ne olursa olsun Kur’an’ın nâzil olmaya başlamasından önceki
cahiliye toplumu dehri/zamanı, insan yaşamını şekillendiren karşı konulamaz bir güç
olarak algılamaktadır. Cahiliye toplumunun bu dehr algısını Kur’an’da açık bir şekilde
ortaya koymaktadır: “Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve
yaşarız. Bizi ancak zaman/dehr yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar
sadece zanda bulunuyorlar.”15
Müşrikler bu ifadeleriyle günlerin, ayların, yılların, kısacası zamanın ve vaktin
geçmesiyle ölümlerinin geleceğini, kendilerini yok edecek ve helâka sürükleyecek şeyin
dehr/zaman olduğunu iddia etmişlerdir.16 Onlar bu bakış açılarıyla, bir taraftan insan ile
ilgili her olayı dehre bağlamakta,
diğer taraftan da ilahi irade ve kudreti inkâr
etmektedir. Onlara göre her şey önceden belirlenenler doğrultusunda cereyan etmektedir
ve yapmış oldukları şeylerde ihtiyar, irade ve kudret noktasında herhangi bir tesirleri
bulunmamaktadır. İnsana isabet eden olaylarda belirleyici temel faktör dehr/zaman
olmaktadır.
2- Hz. Muhammed Dönemi
Mutlak cebri çağrıştıran şiirlerin dışında, Kur’an’ın nâzil olmaya başlaması ile birlikte
Arap edebiyatında Allah’ın egemenliğini ifade eden şiirlere de yer verilmeye
başlanmıştır. Mesela, Ebu Haraş el-Huzeyli, kan davası sonucunda ölen oğluna yaktığı
ağıtında şöyle söylemektedir:
“Urve’nin yokluğundan sonra Allah’a hamdolsun
14
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 109.
Câsiye 45/24.
16
Maturidi Ebu Mansur Muhammed, Te’vilatu Ehli’s-Sünne, tahkik: Fatıma Yusuf el-Hayme, Resalah
Publishers, Beyrut 2004, c. 4, s. 477.
15
5
Çünkü Haraş öldürülmedi, şerrin bazısı bazısından ehvendir.”17
Ebu Haraş, oğlunun öldürülmesinden dolayı Allah’a isyan etmeyerek tam bir teslimiyet
göstermekte, meydana gelen hadisenin belki de cehennem ateşinden kurtulmaya vesile
olan bir durum olduğunu “şerrin bazısı bazısından ehvendir” diyerek ifade etmektedir.
Addah b. et-Tabib tarafından Kays b. Asım’ın ölümü üzerine şu ağıt yakılmıştır:
“Allah’ın selamı üzerine olsun Ey Kays b. Asım,
Merhamet etmeyi dilediği sürece merhameti de üzerine olsun”18
Bu şiirlerde de görüldüğü üzere Kur’an’ın varlığı sadece yaşam tarzında değil, aynı
zamanda da sonraki dönem Arap edebiyatı üzerinde de farklı bir bakış açısının
oluşmasına yol açmıştır. Nitekim şiirlerdeki ifadeler, cebrî anlayıştan Allah’a teslimiyet
ve bağlılığa doğru bir geçiş olduğunu göstermektedir. Bunun ilk göstergesi, cahiliye
Araplarının her türlü eylemlerinin sebebi olarak gösterdikleri zaman olgusu hakkındaki
inancın, Kur’an’da kesin bir dille reddedilmesidir. Kur’an, mutlak ilim, irade ve kudret
sahibi olan Allah’a karşı yaptığı eylemlerden dolayı insanın sorumlu olduğunu
vurgulayan bir kader anlayışı ortaya koymuştur. Kur’an’da kader anlayışı, bu kavram
analiz edilirken ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
Hadis kitaplarını incelediğimizde kader meselesinin tartışma konusu olduğu ve bu
mesele hakkında bir takım sorular sorulduğu görülmektedir. Bu yüzdendir ki hadis
kitaplarında kader başlığı altında bir bölüm dahi açılmıştır ve kaderin farklı alanlarla
ilintili olduğuna dair pek çok hadis mevcuttur.
Kaderle ilgili hadislerden birinde Kur’an’da yer almamakla birlikte kadere imanın
gereğine vurgu yapılmıştır. Mesela Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste kader, iman
esasları arasında zikredilmekte ve iman nedir sorusuna verilen cevaplar arasında
“kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır” denilmektedir.19 Bir
17
Abu Tammam, Kitab Ashar, p. 365.
Abu Tammam, Kitab Ashar, p. 367.
19
Müslim Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc, "es-Sahîh", tahkik: Muhammed Fuar Abdulbaki, Dâru'lHadis, Kahire 1991, İman 1; Nesaî Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, "es-Sünen", tahkik: Abdulfettah
Ebu Ğudde, Mektebü’l-Matbaati’l-İslamiyye, Halep 1988, İman 5; Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as, "esSünen", tahkik: Kemal Yusuf Hut, Daru’l-Cinan ve Müessesetü’l-Kütübi’l-Sekafiyye, Lübnan 1988,
Sünnet 17; Tirmizi Muhammed b. İsa, "es-Sünen", tahkik: İbrahim Atuh Avz, Dâru’l-Hadis; Kahire tsz,
18
6
başka hadiste de üç şeyin imanın aslından olduğu ve bunlardan birinin de kadere iman
olduğu söylenmektedir.20
Bazı hadislerde ise Hz. Peygamber kader meselesi üzerinde tartışma yapılmasını
şiddetle yasaklamaktadır. Nitekim O, Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste şöyle
söylemektedir: “Biz kader hususunda münakaşa ederken Rasulullah çıkageldi. Öylesine
kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği kızıllıktan, yanaklarında sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı.
Bize şöyle çıkıştı: “Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim.
Bilin ki, sizden öncekiler, bu meselelerdeki münakaşalarından dolayı helak oldular. Ben
sizin bu konuda (kader hususunda) münakaşa etmemeniz için çaba sarf ettim
(çalıştım)”21
Hadislerin bazısında da Hz. Muhammed kaderi inkâr etmeyi şiddetle yasaklayarak bu
tür tavır sergileyenlerle her türlü ilişkinin kesilmesi gerektiğini belirtmektedir. Nitekim
Huzeyfe (ra)’dan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, “Her ümmetin Mecusileri
vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse
cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın.
Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal'e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır”22
buyurmaktadır.
Kader ile ilgili diğer bazı hadisler ise kader-amel ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu
hadislerde Allah’ın bilgisinin her şeyi kapsadığı; insanın neyi, nasıl, nerede ve ne zaman
yapacağını, eylemi gerçekleştirmedeki niyetini ve kâinatta meydana gelecek her şeyi
ezelî ilmi ile bildiği vurgulanmaktadır. Aynı zamanda bu bilmenin bir yansıması olarak
cennet ve cehennem ehlinin bir deftere yazıldığı ve Allah’ın ilminin değişmesinin
imkânsız olmasının bir sonucu olarak bu yazılanın değişmeyeceği kesin bir dille ifade
edilmektedir.23
İman 4; İbn Mace Muhammed b. Yezid Ebu Abdillah, "es-Sünen", tahkik: Halil Me'mun Şiha, Dâru'lMarife, Beyrut 1988, Mukaddime 8.
20
Buhari Muhammed b. İsmail, "es-Sahîh ", Daru’s-Sadr, Beyrut 2004, Edeb 101, Tefsir 316, Tevhid 35;
Kadere imanın gerekliliği ile ilgili olarak ayrıca bkz: Müslim, Kader 18; Ebu Davud, Cihad 35, Sünnet
17; Tirmizi, Kader 10, 17; İbn Mace, Mukaddime 10.
21
Müslim, Kader 19; Ayrıca bkz: Tirmizi, Kader 1, 19; İbn Mace, Mukaddime 10; Ebu Davud; Sünnet 17.
22
Ebu Davud, Sünnet 17; ayrıca bkz: Tirmizi, Kader 7, 17; İbn Mace, Fiten 29; Ebu Davud, Sünnet 17.
23
Bkz: Tirmizi, Kader 8; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 13, s. 545,546.
7
Bu açıklamalardan görüldüğü üzere kadere imanın gereğine işaret eden hadislerin
yanında, kaderin işleyiş alanını gösteren, kader hakkında konuşmayı men eden,
konuşanları kötüleyen hadisler de mevcuttur. Kader hakkında konuşmanın yasaklanması
ehil olmayan kimselerin akait esasları üzerinde münakaşa etmelerini engellemeye
yönelik bir tutumdur.24 Nitekim sahabe de Hz. Peygamber’in bu uyarısına dikkat ederek
İslamiyet’te olmayan şeyleri İslamiyet’e katmak, İslam’a ait olan şeyleri de dışarıda
bırakmak endişesiyle akait konularında tartışmaktan çekinmiştir.25
Sonuç olarak, kader konusunun Hz. Peygamber zamanında gündeme geldiği, konu ile
ilgili olarak Müslümanların zihinlerinde bir takım soru işaretlerinin bulunduğu ve
rahatlamak için Hz. Peygambere müracaat ettikleri görülmektedir. Hz. Peygamber de
Kur’an’a paralel bir şekilde bir yandan Allah’ın ilim, irade ve kudretine, diğer yandan
da insanın sorumluluk ve teslimiyetine vurgu yapan açıklamalarda bulunmuştur.
Bununla birlikte Hz. Peygamber’in hayatta olması ve dönemin kültür seviyesinin
böylesine karmaşık bir konuyu felsefî bir düzlemde tartışmaya uygun olmaması konu
üzerinde etraflıca durulmadığını göstermektedir.26
3- Dört Halife Dönemi
Peygamber Efendimizin vefatından sonra da kader meselesi üzerinde bir takım fikrî
tartışmalar yapılmış ve bu tartışmalar teorik düzlemde devam etmiştir. Sahabe kader
konusunda Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemdekine benzer bir tutum
sergilemiştir. Bazı siyasi ve sosyal konularda tartışsalar dahi kader ile ilgili konularda
İslam toplumunun birlik ve beraberliğini korumak gayesiyle mümkün olduğunca
tartışmamaya çalışmışlardır.27 Ancak yaşanan bazı olaylar, nadiren de olsa kader
konusunun gündeme gelmesine neden olmuştur.
Bu olaylardan biri şu şekilde
gelişmiştir: Hicretin 17. Yılında Şam seferine çıkan Hz. Ömer orada bir veba salgını ile
24
Yusuf Ziya Yörükhan, “İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı Azam Ebu Hanife”, A.Ü.İ.F.D.,
Ankara 1952-1953, c. 2-3, s. 19.
25
Yörükhan, “İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler ve Ebu Mansur-ı Maturidi”, A.Ü.İ.F.D., Ankara 19521953, c. 2-3, s. 127.
26
M. Said Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Akit Yay., Ankara 1988, s.
7; Musa Bağcı, İnsanın Kaderi: Hadislerin Telkin Ettiği Kader Anlayışı, Ankara Okulu Yay., Ankara
2009, s. 25-30.
27
Halife Keskin, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay., İstanbul 1997, s. 42; Talat Koçyiğit,
Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara 1989, s. 54.
8
karşılaşınca askerlerine derhal geri çekilmelerini emreder. Bunun üzerine Ebu Ubeyde
Ömer’e, “Ya Ömer, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” demiş, Ömer de, “Evet,
Allah’ın kazasından kaderine kaçıyorum” cevabını vermiştir.28 Bir diğer olayda şu
şekilde cereyan etmiştir: “Hz. Ömer’in huzuruna bir hırsız getirilmiştir. Hz. Ömer ona
niçin hırsızlık yaptığını sorunca hırsız, bunu Allah takdir ettiği için yaptım cevabını
vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer adama hırsızlık cezasını verir ve ayrıca onu
kamçılatır. Fazla cezanın nedeni kendisine sorulduğunda Hz. Ömer, “elinin kesilmesi
yaptığı hırsızlığın, kamçılanması ise Allah’a yalan isnat etmesinin cezasıdır” diye
buyurur.29 Her iki olayda da hem Ebu Ubeyde hem de hırsız, kaderi teslimiyet ve boyun
eğme manasında algılarken, Hz. Ömer tedbiri ve insan iradesini ortaya koyarak insanın
ihtiyar, irade ve kudretinin kaderde fonksiyonel olduğuna dikkat çekmek istemiştir.
Abdullah b. Ömer’e de kader bağlamında “Ey Ebu Abdurrahman! Bazı insanlar zina
ediyor, içki içiyor, hırsızlık yapıyor ve adam öldürüyorlar. Sonra da ‘bu Allah’ın
ilminde vardı, ne yapabilirdik ki?’ diyorlar tarzında yöneltilen soruya o, bu
söylediklerinden Allah’ı tenzih ederim, onların yaptıkları Allah’ın ilminde vardı. Yalnız
Allah’ın ilmi onları bu işleri yapmaya zorlamamıştır cevabını vermiştir.”30 İbn Ömer bu
bakış açısıyla cebrî bir tutum içerisinde olan ve yapmış oldukları eylemlerin
sorumluluğunu Allah’a isnat etmek isteyen bir takım insanları eleştirerek insanın
eylemlerini hür bir şekilde gerçekleştirdiğini, irade ve ihtiyar hürriyetine sahip olduğunu
ifade etmektedir. Ona göre kader, bilmek manasına gelmektedir ve insanın irade, ihtiyar
ve eylemleri üzerinde zorlayıcı hiçbir etkiye sahip değildir.
Hz. Osman döneminde de kaderin tartışma konusu yapıldığı ve meydana gelen bir takım
olaylarda sığınma aracı olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu dönemdeki kader
tartışmalarına iki örnek verebiliriz. Bunlardan ilkinde Hz. Osman’a muhalif olanlar, ona
taş atmak suretiyle zarar vermeye çalışmışlardır. Böyle bir tavır sergilemelerinin nedeni
olarak da Allah’ı göstermişler, bu taşları atanın kendileri değil, aslında Allah olduğunu
dile getirmişlerdir. Onların bu yaklaşımına Hz. Osman “yalan söylüyorsunuz, eğer
Allah atsa, taşlar hedeften sapmaz” diyerek cevap vermiştir. İkincisinde de isyancılar
28
Sübhani Cafer, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İlm ve’l-Felsefeti’l-İslamiyye, Arapça çev: Muhammed Hadi elYusuf el-Ğaravî, yy. 1975, s. 17.
29
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir Taberî, Tarihu’l-Umem ve’l-Mülük, tahkik: Muhammed Ebu’l-Fadl
İbrahim, Beyrut yy., c. 4, s. 57-58.
30
Ahmed b. Yahya İbn Murtaza, Kitabu’t-Tabakati’l-Mutezile, tahkik: Susanna Diwald Wilzer, Beyrut
yy, s. 11.
9
Hz. Osman’ın görevi bırakmasını istemişler, bırakmadığı takdirde de ölümle tehdit
etmişlerdir. Hz. Osman ise “Allah’ın bana giydirmiş olduğu gömleği çıkarmam”
diyerek onların bu talebini reddetmiştir. Nitekim Hz. Osman’ın şehit edilmesi olayına
karışanlar, bu hâdisenin Allah’ın bir takdiri olduğunu, kaderde yazılı olan şeyin
gerçekleştiğini, yani Hz. Osman’ın ölümünden kendilerinin değil Allah’ın sorumlu
olduğunu dile getirmişlerdir.31 Bu açıklamalardan görüldüğü üzere bu dönemin kader
anlayışında iki yön mevcuttur. Birincisinde meydana gelen her olayın sorumluluğunu
Allah’a yükleyen bir kader anlayışı görülmektedir. İkincisinde ise, Hz. Osman’ın ilk
olaydaki cevabındaki gibi, insanın hür bir iradeye ve seçme özgürlüğüne sahip olduğu
üzerine inşa edilen bir kader yaklaşımı söz konusudur. Bu açıklamalarda dikkatimizi
çeken noktalardan biri, şayet bu rivayetler doğru ise32, Hz. Osman’ın kader konusuna iki
farklı bakış açısı sergilemesidir. Nitekim ilk olayda o, insanın eylemlerini özgür bir
şekilde gerçekleştirdiğine vurgu yaparken, ikinci olayda ise insanın özgürlüğünden daha
ziyade Allah’ın takdirini ön plana çıkaran bir açıklama yaprak muhaliflerinin bakış
açısına benzer bir tutum sergilemiştir. Böyle bir tavır sergilemesinin nedeni, bu
söylemle birlikte ortaya çıkma ihtimali bulunan cebrî bir bakışı dile getirmekten ziyade,
muhaliflerine kendi yaklaşımları ile cevap verme temayülünün bir göstergesi olabilir.
Hz. Ali zamanında da diğer iki halife döneminde olduğu gibi kader meselesi gündeme
gelmiş ve insanın eylemlerinden dolayı sorumlu olup olmadığı tartışılmıştır.33 Bu
dönemde Hz. Ali bir yandan insanın irade ve ihtiyarının etkin olduğu kader sahası
bulunduğuna dikkat çekerken diğer taraftan da insanın irade ve ihtiyarının herhangi bir
etkisi bulunmayan bir kader alanı olduğunu dile getirmiştir. Şamlı bir ihtiyarla kader
konusunda yaptığı konuşma bunun en güzel örneğidir.34
31
İbn Murtaza, Tabakat, s. 11; Ebu Abdullah Muhammed İbn Sa’d, et-Tabakatu’l-Kübra, Beyrut yy, c. 3,
s. 66.
32
Hz. Osman dönemine ait rivayetlere şüpheci bir yaklaşım sergilememizin nedeni, bu döneme ait
haberleri rivayet edenlerin siyasi ve fikrî yapılarının farklılaşmalar göstermesi yüzündendir. Bkz: Sabri
Hizmetli, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, A.Ü.İ.F.D., Ankara 1983, c. 27, s. 149.
33
Hz. Ali döneminde kaderin tartışma konusu yapıldığı olaylar için bkz: Ahmed b. Yahya el-Yemani İbn
Murtaza, el-Münye ve’l-Emel fi Şerhi’l-Milel ve’n-Nihal, tahkik: Muhammed Cevad Meşkûr, Beyrut
1990, s. 117; Halid el-A’la, Cehm b. Safvan ve Mekanetuhu fi’l-Fikri’l-İslami, Bağdad 1965, s. 113;
Sa’duddin Mesud b. Ömer Abdullah Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1985, c. 4, s. 269-270.
34
Diyalog şu şekildedir: Şamlı bir ihtiyar ayağa kalkarak Hz. Ali 'ye şunları sordu: “Söyle bana Şam'a
gidişimiz Allah'ın kaza ve kaderiyle midir?” Hz. Ali şu cevabı verdi: “Tohumu yarıp ondan bitkiyi
çıkaran, varlıkları yaratan Yüce Allah’a yemin olsun ki, ayağımızı herhangi bir yere basmamız veya
herhangi bir vadiye inmemiz mutlaka O’nun kaza ve kaderiyledir.” İhtiyar, tekrar şunları söyledi: “O
halde yorulmamın mükâfatını Allah'tan isterim. Ben, herhangi bir ücret almış değilim.” Bunun üzerine
10
Hz. Hasan tarafından Basra halkına gönderildiği rivayet edilen bir mektupta35 ise kaza
ve kadere imanın gereği üzerinde durulmakta, insanın yapmış olduğu eylemlerin nedeni
olarak Allah’ı göstermenin büyük bir günah olduğu belirtilmektedir. Bu mektupta ayrıca
bir yandan Allah’ın mutlak ilim, irade ve kudretine vurgu yapılırken diğer yandan da
insanın yapmış olduğu eylemlerden dolayı sorumlu olduğu, bunun bir sonucu olarak da
mükâfat veya cezaya maruz kalacağı ifade edilmektedir. Elde edilen verilerden edinilen
bilgilere göre hem Hz. Ali hem de Hz. Hasan kâinatta meydana gelen her şeyin Allah’ın
ilim, irade, kudret ve yaratması ile olduğunu, her şeyin kontrolünün Allah’ın elinde
bulunduğunu kabul etmektedir. Onlar ayrıca insanın irade, ihtiyar ve kudret sahibi
olduğunu, Allah tarafından bahşedilen bu melekeler sayesinde eylemlerini özgür bir
şekilde
gerçekleştirdiklerini
belirtmektedir.
Ayrıca
Peygamber
ve
kitap
gönderilmesinin, mükâfat ve cezanın insan özgürlüğü ve sorumluluğunun önemli bir
göstergesi olduğunu da dile getirmişlerdir.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in vefatından sonraki süreçte, (özellikle Hz. Osman’ın
şehit edilmesine kadar ki dönem), kader meselesine iki farklı bakış açısının olduğu
görülmektedir. Sahabeden bazısı sadece Allah’ın mutlak hâkimiyetine vurgu yaparak
Hz. Ali: “Yeter ey ihtiyar! Allah, yürüdüğünüz vakit yürümenize, geri döndüğünüz vakit dönmenize
karşılık büyük bir mükâfat verecektir. Siz, herhangi bir durumda mecbur edilmiş veya zorlanmış değilsiniz.” dedi. İhtiyar ise şöyle dedi: “Bu nasıl olur? Bizi bu işe kaza ve kader sevk etmedi mi?” Hz.
Ali’de şunları söyledi: “Vay haline! Sen, kaza ve kaderi, insanın iradesini elinden alan bir vasıta mı
zannediyorsun? Eğer böyle olsaydı, ceza ve mükâfat, vaad ve vaîd, emir ve yasak batıl olurdu. Günah
işleyen için, Allah tarafından herhangi bir kınama, sevap işleyen için de herhangi bir övülme söz konusu
olmazdı. İyilik yapan övülmeye, kötülük yapandan daha lâyık olmaz, kötülük yapan da yerilmeye, iyilik
yapandan daha müstehak olmazdı. Bu söylediğin, putlara tapanların, şeytanın askerlerinin, yalan yere
şahitlik edenlerin ve gerçeğe karşı gözleri kör olanların sözleridir. Bunlar, bu ümmetin kadercileri ve
Mecusîleridir. Allah Teâlâ, insanı serbest bırakarak ona emirde bulunur ve sakınması için bazı şeyleri
yasaklar. Onu ancak, gücünün yettiği şeylerle sorumlu tutar, Allah'a ne zorla karşı gelinebilir, ne de ona
zoraki itaat edilir. Peygamberlerini, yarattıklarına boşuna göndermemiş, gökleri, yeri ve ikisinin arasında
bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır. Bu, kâfirlerin kanaatidir. Cehennem ateşinden, vay o kâfirlerin
haline!”(Sad 38/27) Bunun üzerine ihtiyar, şunları söyledi: “O halde bizi yürüten kaza ve kader nedir?”
Hz. Ali şu cevabı verdi: “Bu, Allah’ın emri ve hükmüdür.” Sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: “…Rabbin,
ancak ona ibadet etmeni emretti.” (el-İsra 17/23) İhtiyar sevinerek ayağa kalktı ve Hz. Ali’yi öven bir şiir
okudu. Bkz: İbn Murtaza, el-Münye, s. 133-134; Abdulhamid İrfan, Dirasât fi’l-Firaki’l-Akîdeti’lİslamiyye, Beyrut 1997, s. 258.
35
Mektup şöyledir: Kim Allah’ın kaza ve kaderine iman etmezse kâfir, kim de yapmış olduğu günahı
Allah’a isnat ederse günahkâr olur. Allah’a zorunlu olarak itaat edilmediği gibi, zor kullanarak da emrine
karşı gelinmez. O her şeyin sahibidir ve her şeye güç yetirendir. Allah kullarını herhangi bir şeyi yapmaya
yada yapmamaya zorlamaz. İtaat etmeye zorlasaydı sevabın, günah işlemeye zorlasaydı cezanın herhangi
bir anlamı kalmazdı. İhmal etmiş olsaydı, kudretten âciz olmuş olurdu. Fakat Allah irade ve meşieti
kullarında gizlemiştir. İrade ve ihtiyar, iyilik yaptıklarında Allah’ın onlara bir lütfu, kötülük yaptıklarında
ise aleyhlerine bir delil olur.” İbn Murtaza, el-Münye, s. 13; İbn Murtaza; Tabakat, s. 15.
11
neredeyse cebrî bir yaklaşımla teslimiyetçi bir anlayış ortaya koymuştur. Diğer bazısı
ise hem Allah’ın mutlak hâkimiyetini hem de insanın eylemlerinde özgür olduğunu dile
getirmiştir. Bu yüzeysel tartışmalar içerisinde sahabe, kader meselesini derinlemesine
analiz etmek yerine mesafeli bir duruş sergilemeyi tercih etmiştir. Dört halife sonrasında
ise bir takım siyasi ve sosyal olayların meydana gelmesi kader meselesinin de farklı bir
platforma taşınmasına neden olmuştur.
B- SİYASAL DURUŞ OLARAK KAZA-KADER
Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel vakası ve Sıffin savaşı, Hz. Ali’den ayrılan Haricîler ile
Harura ve Nehrevan’da yapılan savaşlar, İslam toplumunda engellenmesi mümkün
olmayan ayrılıkların başlamasına yol açmıştır. İktidar mücadelesi ve bir takım
toplumsal olaylar yüzünden patlak veren bu savaşlar geçmişten günümüze tartışma
konusu olan pek çok itikadi meselenin de doğmasına sebep teşkil etmektedir. Büyük
günah meselesi, iman olgusu, iman-amel münasebeti gibi meseleleri ortaya çıkan yeni
itikadi problemler arasında saymak mümkündür. Bu problemlerin yanı sıra üzerinde tam
bir fikir birlikteliği sağlanamayan, hakkında net bir söz söylemek mümkün görünmeyen
kader meselesi de fikrî düzeyde tartışılan bir mesele olmaktan çıkarak pratik alanda
tartışılmaya başlanmıştır.36 Nitekim sonraki süreçte, savaşlara katılanların kendi hür
iradeleri ile mi, yoksa Allah’ın takdiri ve belirlemesinin zorunlu bir sonucu olarak mı bu
işte yer aldıkları yer aldıkları meselesi, yani yaratıcı karşısında insanın irade, ihtiyar ve
kudretinin mahiyeti tartışmaya açılmıştır. Bu sorulara verilen farklı cevaplar sadece
birer fikir beyan etme konumunda olmaktan çıkıp değişik fırkaların doğmasına öncülük
etmiştir.37 Bu farklılaşma kader meselesini ileriki süreçte, özellikle Emeviler
döneminde, siyasi bir yapıya büründürecektir. Çünkü Emeviler insanlara karşı
uyguladıkları baskı ve zorbalığın kaynağı olarak Allah’ın takdir ve belirlemesini
gösterip cebrî bir tutum sergilemişlerdir.38 Nitekim Muaviye (ö: 60/680), hakem
olayından sonra Allah’ın yardımını alan kişinin kazandığını söyleyerek iktidara
36
Keskin, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, s. 27; Şerafettin Gölcük ve Süleyman Toprak, Kelâm,
Konya 1988, s. 20; Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Ankara 1968, s. 65; M.
Saim Yeprem, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi, M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1984, s. 155.
37
Bekir Topaloğlu, Kelâm’a Giriş, İstanbul 1981, s. 21; Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam
Mezhepleri, s. 65.
38
Ali Sami Neşşar, Neş’etü’l-Fikri’l-Felsefeti fi’l-İslam, Kahire yy., c. 1, s. 232; Semih Dağîm,
Felsefetü’l-Kudûr fi’l-Fikri’l-Mutezile, Beyrut 1992, s. 82; Abdülhalim Mahmud, et-Tefkîru’l-Felsefeti
fi’l-İslam, Beyrut 1974, s.704.
12
gelmesinden Allah’ı sorumlu tutmuştur.39 Onun şu sözü bu durumun açık bir örneğidir:
“Rabbim bu iktidar için beni ehil görmeseydi, onu bana bırakmazdı. Bizim şu anki
konumumuzu Allah beğenmeseydi onu değiştirirdi.”40
Muaviye’nin kader meselesine bu cebrî yaklaşımı kendisinden sonra gelen Emevi
halifeleri tarafından da aynen benimsenmiştir. Mesela Amr b. Said isminde bir şahsı
öldüren Abdulmelik b. Mervan (ö: 85/705), bu davranışını “Müminlerin emiri
arkadaşınız Amr’ı ezelî kaza ve ilahi hüküm böyle olduğu için öldürmüştür” diyerek
yaptığı bu davranışı meşrulaştırmaya çalışmıştır.41
Emevilerin yaptıklarına karşı toplumun farklı kesimlerinden tepkiler yükselmeye
başlamış, her şeyi Allah’ın takdirine bağlayan cebrî anlayışlarına ilk önce Muhammed b.
Hanefiyye’nin (ö: 81/700) Medine’deki okulundan, daha sonra Mabed’den ve
Haricîlerden tepki gösterilmeye başlanmıştır. Nitekim Muhammed el-Hanefiyye ve oğlu
Ebu Haşim (ö: 98/717) Emevilerin yaptıkları gibi kaderin Allah’a izafe edilmesinin
imkânsız olduğu fikrini okulları vasıtası ile topluma yaymaya çalışmışlardır.42 Mabed’e
gelince, İslam dünyasında o, kader meselesini tartışma konusu yapan ilk kişi olarak
takdim edilmektedir.43 Bunun nedeni de galiba, Mabed el-Cüheni (ö: 79/699) ve Ata b.
Yesar’ın (ö: 123/743) Hasan-ı Basri’nin (ö: 109/728) meclisine gelerek yönelttikleri
sorudur.44 Mabed ile birlikte kader konusunun farklı bir boyut kazanmasında yabancı
kaynakların etkili olduğu da dile getirilmiştir.45 Kaynaklara göre Ma’bed, sahip olduğu
fikirleri Ebu Yunus Sansaveyh el-Esvari isimli bir Hıristiyan’dan almıştır ve Gaylan ed-
39
Muhammed Salih ve Muhammed es-Seyyid, Amr b. Ubeyd ve Arauhu’l-Kelâmiyye, Kahire 1985, s. 96.
Süleyman eş-Şavasi, Vasıl b. Ata ve Arauhu’l-Kelâmiyye, Libya 1993, s. 39.
41
Dağîm, Felsefetu’l-Kudur, s. 82; Mahmud, et-Tefkir, s. 204; Emevilerin kaderi siyasi bir araç olarak
kullandıklarının delili olarak ayrıca bkz: Şavasi, s. 165; İbn Murtaza, Tabakat, s. 26-27; Neşşar, Neşetu’lFikr, c. 1, s. 322-324; Ahmet Zeki Safvet, Cemherât Resaili’l-Arab, Beyrut yy., c. 2, s. 272; Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 101; Zehebî Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyer A’lâ mi’n-Nübelâ,
tahkik: Şuayip el-Arnavut, Me’mun es-Sağırcı, Beyrut 1982, c. 3, s. 130-131.
42
Neşşar, Neşetu’l-Fikr, s. 230.
43
Zehebî, Mizanû’l-İtidal fi Nakdi’r-Ricâl, tahkik: Ali M. Becavi, Dar’ul-İhya’il-Kutub’il-Arabiyye,
Matbaa-i Mustafa, Mısır 1382, c. 4, s.41; İbn Asakir Ebi Kasım Ali b. Hasan, Tarihu Medinet-i Dımeşk,
tahkik: Ali Şiri, Dar’ul-Fikr, Dimeşk 1982, c. 59, s. 312-315.
44
Soru şöyledir: Ey Ebu Said, şu hükümdarlar Müslümanların kanlarını döküyorlar, mallarını alıyorlar.
Ondan sonra da bizim amellerimiz Allah’ın kaderi üzere cereyan eder diyorlar. Ne dersin? Hasan onlara
“Allah’ın düşmanları yalan söylemiştir” şeklinde cevap vermiştir. İbn Mace, Mukaddime 10.
45
Şehristanî Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve’n-Nihal, tahkik: Ahmet Fethi Muhammed,
Beyrut 1992, c. 1. s. 61.
40
13
Dimeşki (ö: 131/749) isimli şahsa da fikirlerini öğretmiştir.46 İbn Kuteybe’ye (276/885)
göre Gaylan Kıptidir47 ve aynı zamanda bir kilise azizidir.48 Gaylan, insanın özgür bir
iradeye sahip olduğuna dair bir risale kaleme almıştır. Bu eser, bir Müslüman ile girilmiş
diyalog tarzında yazılmıştır.49 Ona göre insanın bütün eylemleri kaza ve kader
doğrultusunda meydana gelmemektedir. İnsanın eylemlerini iki kategoriye ayırmak
gerekmektedir. Birincisi zorunlu, ikincisi ise ihtiyarî eylemlerdir. Zorunlu eylemler,
insanın iradesi dışında meydana gelmektedir. Doğmak ve uyumak bu türden fiillere
örnek olarak verilebilir. İkincisi ise insanın ihtiyar ve iradesi neticesinde ortaya çıkan
eylemlerdir. Allah’ın kaderi kapsamına giren fiiller, zorunlu kategorisinde yer alanlardır.
İhtiyarî olanlara gelince, Allah bu eylemleri bilmektedir, fakat bilme dışında eylemler
üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir.50 İnsanın eylemlerinin yapıcısı ve yaratıcı
olduğu tezini ortaya atan Mabed ve Gaylan’ın fikrî arka planları, sahip oldukları bu
görüşte yabancı kültürlerin etkisi bulunduğu izlenimi vermektedir. Bir kısım
müsteşrikler ve bazı Müslüman âlimlere göre “insan, eyleminin yaratıcısıdır”
anlayışının ortaya çıkmasında Hıristiyan felsefesi ve kelâmının etkisi oldukça büyüktür.
Hatta bu âlimlere göre kader tartışmalarının ortaya çıkmasının ilk nedeni bu
düşüncedir.51 Bununla birlikte Gaylan hakkında araştırma yapan Judd, yabancı
kaynakların etkili olduğu tezine karşı çıkmaktadır. Ona göre, Gaylan’ın kader
konusundaki fikirlerini Mabed’den, Mabed’in de adı Susan olan, başka rivayetlere göre
İranlı bir Mevla olan Sustoya veya Sunhoya isimli bir Hıristiyan’dan öğrendiğine dair
rivayetlerin amacı, Emevi rejiminin insanın özgürlüğü hakkındaki teolojik duruşuna
karşı bir tutum sergileyen Gaylan ve Mabed’i güçsüz kılma gayretinden başka bir şey
değildir.52 Kanaatimizce de doğru olan budur. Kaderin tarihsel arka planı ile ilgili
46
İbn Manzur, Muhtasar tarih-i Dımaşk li İbn Asakir, tahkik: İbrahim Salih, Dımaşk 1989, c. 20, s. 240;
İbn Hacer el-Askalanî, Tehzibü't-Tehzib, Beyrut 1968, c. 5, s. 490. Hüseyin Atvan, el-Fıraku’l İslamiyye
fi bilâdi’ş Şam fi’l-Emevi, Amman 1980, s. 27.
47
İbn Kuteybe Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el- Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire 1969, 2. Baskı, c.
1, s. 166.
48
Philiph K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev: Salih Tuğ, Boğaziçi Yay., İstanbul 1980, c. 2, s.
385-386.
49
Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, c. 2, s. 385-386; Halid Davud ez-Zarou, el-Hayatu’l-İlmiyye fi
Bilâdi’ş-Şam fi’l-Karneyni’l-Evvel ve’s-Sani li’l-Hicre, Beyrut 1971, s. 123-127.
50
Zühdî Hasan Carullah, el-Mutezile, Beyrut 1995, s. 37-38.
51
De Boer, Tarihu’l-Felsefeti fi’l-İslam, tercüme: Ebu Ride, Kahire 1938, s. 66; Joseph Schacht, “New
Sources for the History of Muhammadan Theology”, Studia Islamica, Maisonneuve & Larose, 1953, no 1,
p. 23, pp. 23-42.
52
Steven C. Judd, “Ghaylan el-Dimashqi: The Isolation of a Heretic in Islamic Historiography”,
International Journal of Middle East Studies, Cambridge University Press, vol.31, No. 2, 1999, s. 161-
14
yaptığımız açıklamalar, bu meselenin Hz. Peygamber döneminden itibaren tartışma
konusu yapıldığını, siyasi ve toplumsal olayların da tetikleyici bir rol üstlendiğini
göstermektedir. İnsanı fiilinin yaratıcı olarak göstererek kader meselesinde yeni bir
tartışma başlatan Mabed’in yaptığı ise siyasi otoriteye başkaldırı olarak nitelendirilebilir.
Nitekim o, ortaya attığı fikirlerle Emevilerin tam zıddı bir söylem geliştirerek insanı
eylemlerinin yapıcısı ve yaratıcısı olarak niteleyen ilk kişi olmuştur. Bu anlayışın
savunucuları kaderi, insana nispet edip Allah’tan nefyetmekte, insana ait fiillerin
yaratıcısı ve yapıcısının Allah değil bizzat insanın kendisi olduğunu kabul etmektedir.
Bu yüzden de bu düşüncenin taraftarlarına Kaderiyye adı verilmiş, kurucusu olarak da
Mabed ve Gaylan gösterilmiştir.53
İktidara karşı duruşun bir başka ayağını ise Haricîler oluşturmaktadır. Onlar, kader ile
ilgili görüşlerini insanlardan doğru şeyler yapmasını isteyen Allah’ın bizzat kendisinin
adil olması gerektiği anlayışı üzerine bina etmişlerdir.54 Eş’âri’nin (ö: 324/935)
Makalât’ında da kaderî doktrini benimseyen bazı Haricî mezheplerin bulunduğu
görülmektedir.55 Bu mezheplerden biri olan Meymuniyye, Allah’ın, insana, yaptığı
fiillerden dolayı sorumlu tutulmasını gerektirecek bir güç verdiğini, insanın inanma ya
da inanmama gücüne sahip olduğunu, Allah’ın insanın fiilleri üzerinde herhangi bir
iradesinin bulunmadığını, insanın fiillerinin Allah tarafından yaratılmadığını kabul
etmektedir.56 Bu ve benzeri tartışmalar, kaderin bir tartışma konusu yapılmasının
özellikle Emeviler döneminde hız kazandığını göstermektedir.57 Mesela, bu dönemde
Ömer b. Abdulaziz (ö: 101/720) “er-Red ale’l-Kaderiyye”58 isimli bir risale yazmış,
Hasan Basri (ö: 109/728) ise “Risaletü’l-Kader”59 isimli bir eser kaleme almıştır.
Tüm bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki kelâmî bir problem olarak kader konusu, hem
Hz. Peygamber zamanında hem de daha sonraki süreçte üzerinde önemli tartışmaların
184: s 165.
53
Eş’âri, el-İbane an Usuli’d-Diyane, Daru İbn Zeydun, Beyrut yy, 1. Baskı, s. 87; Eş’âri; el-Luma fi’rReddi ala Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bida’, tashih: Hamude Gurabe, yy. 1955, s. 52- 53.
54
Watt, Free Will and Predestination in Early Islam, London I943, p. 32
55
Eş’âri, Makalâtu’l-İslamiyyin ve İhtilafi’l-Musallîn, tashih; Helmut Ritter, Weisbaden, 1980, 3. Baskı, c.
1, s. 93, 96, 104, 116.
56
Eş’âri, Makalât, c.1, s. 312.
57
Osman Aydınlı, “İlk Mutezile’nin Özgür İrade Söylemi: Amr b. Ubeyd ve Kader Anlayışı”, Ç.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/2, s. 132, ss. 127-146.
58
Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillah b. İshak İsfahani, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’l-Asfiya, Matbaatu’sSeade, Kahire 1974, c. 5, ss. 346-353.
59
Abdulkahir el-Bağdadî, el-Fark beyne’l-fırak, neşr.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut yy, s. 363.
15
yapıldığı bir konu olmuştur. Bu süreçte basit bir düşünsel hareket tarzı olarak ortaya
çıkan kader meselesi, Hz. Peygamber’in vefatı ile birlikte ortaya çıkan ve sonraki
dönemlerde daha da ateşlenen iktidar mücadelesi neticesinde değişim göstererek siyasal
bir malzeme yapılmış ve iktidara meşruiyet kazandırma aracı olarak kullanılmıştır.
Nitekim siyasi ve sosyal bir takım olaylar neticesinde ortaya çıkan bazı fikir akımları ve
iktidar taraftarları, Kur’an ayetlerinin farklı yorumlamalara sebep olabilecek ifadelerine
dayanarak, kendi konumlarını korumayı amaçlayan bir kader anlayışı ortaya koyma
çabası içinde olmuşlardır. Yabancı din ve kültürlerle etkileşim ise meseleye farklı bir
boyut kazandırarak Gaylan ve Mabed ile birlikte insanın, eylemlerinin yapıcısı ve
yaratıcısı olduğu fikrinin doğmasına yol açmıştır.
Üzerinde oldukça fazla eser kaleme alınan ve fikir beyan edilen kader meselesi,
günümüzde de canlılığını koruyan, bireysel ve sosyal hayatı etkilemekle kalmayıp başta
din olmak üzere felsefe, siyaset, hukuk ve ekonomi gibi alanlarda da hakkında görüş
beyan edilen önemli bir meseledir. Kader konusunun geçmişte olduğu gibi bugünde
zaman zaman siyaset aracı olarak kullanıldığı görülmektedir. Nitekim ilgili kişi, kurum
ve kuruluşlar toplumda meydana gelen bir takım olaylar60 yüzünden eleştirildiklerinde,
yerinde ve gerekli tedbirleri almadıklarından dolayı bu olayların meydana geldiğini bir
kenara bırakarak Allah’ın takdiri deyip kader inancına sığınmakta, sorumluluktan
kendilerini kurtarmaya çalışmaktadır. Araştırma konumuzu teşkil eden kaza ve kader
probleminin tarihsel arka planı hakkındaki bu değerlendirmelerden sonra konunun daha
iyi anlaşılabilmesi için öncelikli olarak ilgili kavramların tahlil edilmesi gerektiği
düşünülmektedir.
60
1990 yılında Mina’da meydana gelen ve pek çok hacının ölümüne neden olan tünel faciasını;
20.000’den fazla insanın ölümüne neden olan ve 17 Ağustos 1999 da meydana gelen Gölcük depremini;
Erzincan ve Dinar depremlerini; bir okulun yıkılmasına ve pek çok mâsum çocuğun ölümüne neden olan
2003 yılındaki Bingöl depremini; her gün onlarca insanın ölümüne neden olan trafik kazalarını bu olaylar
arasında saymak mümkündür.
16
BİRİNCİ BÖLÜM
KAVRAMSAL TAHLİLLER
Tüm ilim dallarında olduğu gibi kelâm ilminin de kendine has bir dili ve mantığı
bulunmaktadır. Bir ilim dalında ele alınan konunun tam ve doğru anlaşılabilmesi için o
konu hakkında kullandığı, mana ve muhtevalarla zenginleştirdiği ıstılahların iyi bir
şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. Çünkü her bir kavram ve o kavram etrafında
meydana gelen düşünsel hareketler konu hakkında daha sağlıklı bir sonuca ulaşmak ve
konuyu daha iyi anlamak bakımından oldukça önemlidir.
Bir önceki bölümde müşahede ettiğimiz üzere hakkında önemli tartışmaların yapıldığı,
hatta siyasi bir malzeme olarak dahi kullanılan kaza-kader meselesinin ispatında
Maturidi, meseleye insan fiillerinin yaratıcısının kim olduğu sorusuna cevap arayarak
başlamaktadır. Ancak bu takdirde kaza-kader ve insanın sorumluluğu kanıtlanmış
olacaktır. Her iki durumun temellendirilmesi ise başta fiilin kendisi olmak üzere aynı
zamanda fiilin meydana gelmesinde temel faktörler olan ilim, irade, kudret ve kesb
kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Bu bölümde öncelikli olarak kaza ve kader
kavramları ile kaza-kader meselesiyle ilgili olduğu düşünülen fiil, ilim, irade, kudret ve
kesb kavramlarının sözlük ve ıstılah anlamları üzerinde durulacak olup daha sonra da
onların Kur’an’da yer alan manaları analiz edilmeye çalışılacaktır.
1.1. KAZA
Arapça bir kelime olan ‫ي‬-‫ ﺾ‬-‫ ﻖ‬kökünden türeyen kaza kelimesi sözlükte hüküm, emir,
fiil, yargı, eda, boşluk, fasıl, infaz, icap, yaratma, bildirme, haber verme gibi anlamlara
gelmektedir. Kök anlamı ile kelime, bitirmek, sonuçlandırmak, tamamlamak, karar
vermek, hüküm vermek, yargıda bulunmak, yerine getirmek, eda etmek, teyit etmek,
icra etmek, uygulamak, ulaştırmak, ölmek, muhkem ve sağlam yapmak, takdir etmek,
17
emretmek, ihtiyacı gidermek, vahyetmek, vasiyet etmek, farz kılmak gibi farklı
manaları ihtiva etmektedir.61
Kaza kelimesinin sözlükte yedi manaya geldiği, bu manalardan en meşhurunun hüküm
olduğu belirtilmekle birlikte, ayırıcı, kesin hüküm, son söz ve kati fiil manalarına
geldiği de ifade edilmektedir.62 Ayrıca önceden belirlendiği ve tayin edildiği biçimde
eşyayı yaratmak anlamına da gelmektedir. Bu yönüyle kaza, hikmet ile yapmak, takdir
ile yaratmak manalarını içermektedir.63
Kaza kavramının sözlük anlamında yaratmak, hüküm vermek ve bir işi tamamlamak
manalarının, dolayısıyla bir eylemin varlık bakımından kesinlik kazanmasının daha ön
plana çıktığı görülmektedir.
Istılah olarak kaza, kelâm âlimleri tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Eş’âriler’e
göre kaza, mevcûdâtın ezelden ebede kadar meydana gelecek bütün hallerini bildiren
küllî ve ilahi hükümden ibarettir.64 Allah’ın iradesi doğrultusunda etkin olan bu hüküm
zamanı geldiğinde gerçekleşmektedir.65 Maturidiler ise kavramı, varlıkların Allah
tarafından hikmet ve kemalle meydana getirilişidir diye betimlemektedir.66 Bu
nitelendirmede kaza, yaratma ile ilişkilendirilerek, ezelde takdir ve tayin edilen şeylerin
zamanı gelince ezelde takdir edildiği şekilde, Allah tarafından meydana getirilmesini
ifade edecek şekilde tarif edilmiştir. Bununla birlikte Eş’âri ekolü bu tanımlamanın
karşılığı olarak kazayı değil, kaderi göstermiştir.67
61
İbn Manzur Cemaluddin Muhammed, Lisanü’l-Arab, Beyrut 1968, c. 15, s. 186-189; Ragıp El İsfehani
Ebu’l-Kasım el-Huseyn b. Muhammed, el- Müfredat fi Garîbi’l- Kur’an, tahkik: Muhammed Seyyid
Keylani, Matbaai Mustafa el-Bali, Kahire 1961, s. 406; Cubran Mesud, er-Raid fi’l-Luga, 2. Baskı,
Beyrut 1967, s. 1183-1184; Zebîdî Muhibbü’d-Din Ebu’l-Feyz b. Murtaza, Tâcu’l-Arûs fî Şerhi’l-Kamûs
(Tâcu’l-Arûs min Cevahiri’l-Kamus, Daru’s-Sadr, Beyrut 1386, c. 10, s. 296; Firûzâbâdî Necmuddin Ebu
Tahir eş-Şirazi, el-Okyanusü’l-Basit fi Tercemeti Kamusi’l-Muhit (Kamus Tercemesi), çeviren: Ahmet
Asım b. Cenani Gazia, Bahriye Matbaası, İstanbul yy., c. 4, s. 1135-1136; Cürcânî Seyyidü’ş-Şerif Ebu’lHasan Ali b. Muhammed, Kitabu’t-Tarifat, tahkik: İbrahim el-Eybari, Daru’l-Kütübi’l-Arabi, 2. Baskı,
Beyrut 1992, s. 225-226.
62
İbrahim Bacûri, Hâşiye ala Metn el-Senûsiyye, Kahire 1286, s. 66.
63
İbn Manzur, Lisanü’l Arab, c. 10, s. 187.
64
Cürcânî, Tarifat, s. 225-226.
65
Eş’âri, Kitabu’l-Luma ala Ehli’z-Zeyg ve’l-Bid’a, Beyrut 1953, s. 46.
66
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, tahkik: Fethullah Huleyf, Elif Ofset, İstanbul 1979, s. 306-307; Nesefi
Ebu’l-Muin Meymun b. Muhammed, Tabsıratu’l-Edilleti fi Usuli’d-Din, tahkik: Hüseyin Atay ve Şaban
Ali Düzgün, DİB Yay., Ankara 2003, s. 310; Nureddin Es-Sabunî, el-Bidaye fi Usuli’d-Din-Maturidiyye
Akaidi, çev: Bekir Toplaoğlu, DİB Yay., Ankara 2005, s. 77.
67
Sabunî, el-Bidaye, s. 194.
18
Kavramın ıstılah anlamı ile ilgili yapılan tanımlamalardan farklı anlamlandırmaların
olduğu görülmektedir. Maturidiler kazayı yaratma ile alakalandırırken, Eş’âriler ise
kavramın takdir ve tayin etme manası taşıdığını belirtmişlerdir. Yani Maturidiler bir
eylemin varlık kazanmasında son sözün kaza olduğunu ifade ederken, Eş’âriler ise
kavramın sadece Allah’ın geçmiş, şu an ve gelecek hakkındaki bilgisine delalet ettiğini
dile getirmektedir.
Böyle bir yaklaşımın temel nedeni nedir? sorusuna sadece
isimlendirmede bir farklılık meydana gelmektedir cevabı ile karşılık verilmesi yerinde
bir tutum olmasa gerektir. Çünkü kavrama yüklenen mana aynı zamanda o kavram
etrafında şekillenecek yapıyı da göstermektedir. Nitekim daha sonraki bölümlerde
görüleceği üzere kaza ve kader kavramlarına yüklenilen manaların doğal bir sonucu
olarak Maturidi ve Eş’âri ekolleri insanın eylemleri, iradesi, kudreti, kesbi, özgürlüğü ve
sorumluluğu meselelerinde farklı yaklaşımlara sahip olmuşlardır. Mezhep önderlerinin
kaza-kader tanımlaması ve bu bakış açısının doğurduğu sonuçlar Maturidi’nin konu ile
ilgili görüşleri analiz edilirken daha detaylı bir şekilde ele alınacaktır.
Kaza kelimesinin Kur’an’daki kullanımına gelince, birkaç değişik manayı ihtiva edecek
şekilde ele alındığı görülmektedir. Ayetlerin bazılarında Allah, diğer bazısında da
insanla ilişkili olarak kullanılmaktadır. Bir yerde de kavram, fail ölüm konumunda iken
ele alınmıştır.68 Kaza-Allah münasebetini ortaya koyan ayetlerde kavram, Allah’ın
eşyayı yaratması, icat etmesi, yokluktan varlık sahasına çıkarması, bir şeyi
gerçekleştirmek, yerine getirmek, bildirmek, haber vermek, bir şeyi nihai anlamda
sonlandırmak, bitirmek, tamamlamak, istemek, dilemek, bir şeyin olmasına nihai
anlamda karar vermek, emretmek, bir şeye hükmetmek ve hüküm vermek anlamlarında
kullanılmıştır.69
68
Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfazi’l-Kur’an’il-Kerim, Kahire 1988, s. 694695.
69
“Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı…” Fussilet 41/12; “…Fakat Allah, olacak bir işi
(müminlerin zaferini) gerçekleştirmek için böyle yaptı ki, ölen açık bir delille ölsün…” Enfal 8/42; ayrıca
bkz: Enfal 8/44; Mü’min 40/78; “Ona şu durumu kesin olarak bildirdik. ‘Sabaha çıkarken onların sonu
kesilmiş olacak.” Hicr 15/66; ayrıca bkz: Kasas 28/44; “(Görevli meleğe şöyle seslenirler) Ey Malik!
Rabbin bizim işimizi bitirsin. O da ‘siz hep böyle kalacaksınız’ der.” Zuhruf 43/77; ayrıca bkz: En’am
6/2, 8, 40, 58, 60; Hud 11/44; Yusuf 12/41; İbrahim 14/22; Meryem 19/21, 39; Ta-ha 20/114; “(Meryem)
Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? dedi. Allah, öyle ama Allah
dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.” Al-i
İmran 3/47; “Rabbin kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin
olarak emretti…” İsra 17/23; “O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmettiğinde ona sadece
“ol” der, o da hemen oluverir.” Bakara 2/117; ayrıca bkz: ayrıca bkz: Al-i İmran 3/47; Yunus 10/11,93;
Hud 11/111; İsra 17/4; Meryem 19/35; Neml 27/78; Ahzab 33/36; Sebe 34/14; Zümer 39/42, 69, 75;
Mü’min 40/20, 68; Fussilet 41/45; Şura 42/14, 21.
19
Kaza ile ilgili ayetlerde genel olarak bir işi sonlandırmak anlamında yaratmanın daha ön
plana çıktığı görülmektedir. Bu yaratma ise sadece insan ve eylemleri ile ilgili değil,
tüm kâinatı kapsamaktadır. Ancak kâinat ile insan arasındaki fark, insanın akıl ve irade
gibi niteliklere sahip olmasıdır. İnsan işte bu yetileri sayesinde bir takım şeyleri
istemekte veya reddetmekte, yapmakta ya da yapmamaktadır.
Kur’an’nın bazı ayetlerinde ise kaza, insan ile ilişkilendirilmektedir. Bu ayetlerin kimisi
bir şeyin olmasını istemek, dilemek, arzulamak, istek ve dilek manalarında
kullanılmıştır. Diğer bir takım ayetlerde de bir şeyi sonlandırmak, tamamlamak,
bitirmek, yerine getirmek, yapmak gibi anlamlara gelecek şekilde ifade edilmiştir. Aynı
zamanda kavramın öldürmek, bir şeyi sonlandırmak, işini bitirmek, yok etmek, ortadan
kaldırmak manalarını da ihtiva ettiği görülmektedir. 70
Kaza kelimesi Allah ve insan dışında sadece bir yerde faili ölüm olacak şekilde
kullanılmıştır. Nitekim “Keşke ölüm her şeyi bitirseydi”71 ayetinde böyle bir anlam
kastedilmiştir. Bu kullanımda da kaza kelimesi bir şeyi nihai anlamda bitirmek, sona
erdirmek manasına gelmektedir.
Sonuç olarak, kaza kelimesinin geçtiği ayetlerden görüldüğü üzere kaza-Allah
ilişkisinde yaratmak, hüküm vermek, gerçekleştirmek, sonlandırmak, bir şeyin olmasına
karar vermek manaları ön plana çıkarken, kaza-insan münasebetinde ise istemek,
arzulamak, bitirmek, öldürmek, yok etmek gibi anlamların daha belirgin olduğu
görülmektedir. Ölüm ile alakalandırıldığında da bir şeyin varlığının son bulması
anlamını taşıdığı açık bir şekilde müşahede edilmektedir. Bu ayetlerden hareketle kaza
kavramı, varlığı da yokluğu da imkân dâhilinde bulunan bir eylemin varlık kazanması
veya yok olması bakımından son sözü söylemek anlamına gelmektedir diyebiliriz.
70
“…Sadece Yakup içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu…” Yusuf 12/68; “Musa vakti tamamlayıp
yola çıkınca, Tur tarafında bir ateş görmüş ve ailesine ‘siz burada kalın, ben ateş gürdüm, (oraya
gidiyorum). Umarım size oradan bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm’ dedi.” El-Kasas
28/29; ayrıca bkz: Yunus 10/71; Kasas 28/29; Ahzab 33/23, 37; Cuma 62/10; Abese 80/23; “…Musa da
ona bir yumruk atıp onu öldürdü…” Kasas 28/15; ayrıca bkz: Bakara 2/200; Nisa 4/103; Ahkaf 46/29;
Hac 22/29.
71
Hakka 69/27.
20
1.2.KADER
Kader, Arapça bir kelime olan ‫ﺮ‬-‫ ﺪ‬-‫ ﻖ‬kökünden gelmektedir. Sözlükte takdir, hüküm,
gereklilik, yaratma, bildirme, ölçme, güç yetirme, kaza, ölçerek ve takdir ederek tayin
etmek, rızkı daraltmak, her şeyin olduğu gibi kılınması, bir şeyin miktarını ve değerini
açıklamak, hikmete göre yapmak, güç yetirmek, planlamak, bir şeyin şeklini ve niteliğini
belirtmek, kıymetini bilmek, bir şeyin kendisiyle son bulduğu sınır gibi anlamlara
gelmektedir.72 İbn Aşur’a (ö: 1296/1879) göre kader, bir şeyin ölçütü anlamına geldiği gibi
bir işin gerçekliğini bilmek manasında da kullanılmaktadır.73 Burada dikkat edilmesi
gereken husus, kaderin bilgi ile ilişkilendirilmesidir. Daha sonraki bölümlerde göreceğimiz
üzere bilgi-kader münasebeti Maturidi’nin düşünce sisteminde de oldukça önemli bir yere
sahiptir.
Istılahta ise kader, ezelden ebede kadar Allah’ın irade ettiği küllî hükme ve önceden
belirleyerek hüküm verme anlamına gelmektedir. Bu hüküm verme, güzellik ve
çirkinlik, fayda ve zarar gibi vasıfları içermesinin yanısıra zaman ve mekân, mükâfat ve
ceza gibi halleri de kapsamaktadır.74 Kader, mümkünlerin birer birer yokluktan varlık
sahasına geçişi olarak da tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre o, devam eden zaman
dilimiyle alakalı olmaktadır. Yani kader dediğimizde, şartları oluştuğunda bütün
mevcûdâtın tikel olarak yokluktan varlık sahasına çıkması anlaşılmaktadır.75
Sözlükte birden çok manaya gelen kader kavramı, ıstılah olarak çoğunlukla kaza
kavramı ile birlikte kullanılmaktadır. İslam âlimlerinin bazısı kaderi yaratılmışların
belirli bir plan ve ölçüye göre takdir edilmesi olarak tanımlarken diğerleri ise kaza ile eş
anlamlı olarak kavramın, takdir edilen şekle göre varlıkların yaratılması, ortaya çıkması
manasına geldiğini ifade etmişlerdir.76 Kavramların sözlük anlamlarına bakıldığında,
birbirlerinin yerine kullanılmalarına imkân tanıyan ortak anlamlara sahip oldukları
görülmektedir. Bu yüzdendir ki bu iki kavramın hangi manaya geldiği hususunda ihtilaf
72
İbn Manzur, Lisanü’l Arab, c. 5, s. 74-75; Firûzâbâdî, Okyanus, c.2, s. 618-620; Isfehani, Müfredat,
394-395; Cubran, Raid, s. 1158-1159; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 3, s. 481-482; Cürcânî, Tarîfat, s. 220;
Yusuf Şevki Yavuz, “Kader”, DİA, İstanbul 2001, c. 24, s. 58-59.
73
Muhammed Tahir İbn Aşur, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Daru Sahnun li’n-Neşr ve’t-Tevzi, Tunus yy., c. 7, s.
362.
74
Sabunî, el-Bidaye, s. 135; Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, İstanbul 1972, s. 293.
75
Cürcânî, Tarifat, s. 220.
76
Cafer Subhani, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İlm ve’l-Felsefeti’l-İslamiyye, çev: Muhammed Hadi el-Yusuf
el-Ğaravi, yy. 1979, s. 52; Yavuz, “Kader”, c. 24, s. 58; Yener Öztürk, “Kaderle Alakalı Yeni Yorumlara
Eleştirel Bir Bakış”, Ekev Akademi Dergisi, Erzurum 2003, yıl: 7, sayı: 14, s. 125.
21
edilmiştir. Bunun bir sonucu olarak da bazısının kader olarak tanımladığını diğerleri
kaza olarak tanımlamıştır. Kelâm ekolleri arasında ıstılah manası üzerinde fikir
birlikteliği sağlanamayan kader kavramı, acaba Kur’an’da hangi çerçevede ele
alınmıştır?
Müştakları ile birlikte yüz otuz iki ayette yer alan77 kader kavramı Firûzâbâdî’ye
(ö: 817/1415) göre Kur’an’da altı farklı manaya gelecek şekilde kullanılmıştır.78 Bu
manalardan ilki, şeref, değer ve yüceliktir. Kadr 97/1 ayetindeki “leyletu’l-kadr- kadir
gecesi” terkibi değerli ve kıymetli gece anlamına gelmektedir. Buradaki “kadr”
kelimesi ile Kur’an’ın indirildiği geceye işaret edilerek o gecenin üstünlüğü ve yüceliği,
o gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu ifade edilmiştir. Bu durumun ise bir şeyi
yaratmaktan ziyade o şeyin vasıflarını belirleme anlamı taşıdığı açıktır. İkincisi, rızkı
veya yaşamı daraltmak, rızkın ya da geçim imkânlarının kısıtlanmasıdır. Bu anlamı
ifade eden kader, Kur’an’da genellikle rızık ile ilişkilendirilerek sunulmuştur.79
Üçüncüsü, en güzel biçimde tasarlayıp şekil vermek demektir.80 Dördüncüsü, ilim ve
hikmet manasındadır.81 Beşincisi, belirlemek ve tayin etmek anlamlarına gelmektedir.82
Sonuncusu da güç, kuvvet ve kudret gibi manaları içermektedir.83 Firûzâbâdî tarafından
yapılan bu altılı tasnif ışığında Kur’an’da yer alan kader kavramı hususunda yaptığımız
incelemelere göre ayetlerin bazısında kader kelimesi Allah ile, diğer bazısında ise
insanla ilişkilendirilerek kullanılmıştır. Biz de Kur’an bağlamında kader kavramının
içerdiği manaları belirlemiş olduğumuz bu tasnife göre incelemeyi uygun görmekteyiz.
Kader-Allah ilişkisini ortaya koyan ayetlerin farklı manaları ihtiva edecek şekilde
kullanıldıkları tespit edilmiştir. Nitekim bazı ayetlerde bir şeyin ölçüsünü, sınırlarını ve
miktarını belirleme84, bir kısım ayetlerde de Allah’ın sınırsız kudretine vurgu yaparak
güç yetirme anlamında kullanılmıştır.85 Ölçü, sınır ve miktara vurgu yapan ayetler
77
Abdulbaki, Mu’cem, s. 681-684
Firûzâbâdî, Besair, c. 4, s. 246.
79
Rad 13/26 ayetinde yer alan yakdir kelimesi rızkı daraltmak anlamına gelmektedir; Talak 65/7
ayetindeki kudira kelimesi de rızık veya geçim olanaklarının sınırlı olması manasında kullanılmıştır.
80
Mürselat 77/23-24 ayetlerindeki “kader” kelimeleri güzel bir şekilde tasarlayıp şekil vermek anlamını
ifade etmektedir.
81
Müzzemmil 73/20 ayetinde bulunan “yukaddiru” kelimesi bilmek manasına gelmektedir.
82
Yasin 36/39 ayetindeki “kaddernahu” kelimesi belirlemek, tayin etmek anlamındadır.
83
Firûzâbâdî, bu manadaki kaderi, kudret kavramıyla ilişkilendirerek Kur’an’da pek çok ayette yer alan
kadir kelimesinin bu manayı ifade ettiğini belirtmektedir. Bkz: Firûzâbâdî, Besair, c. 4, s. 246.
84
“Gerçekten biz, her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık”; Kamer 54/49; ayrıca bkz: En’am 6/96; Hicr
15/21; Mü’minun 23/18; Furkan 25/2; Şura 42/27; Talak 65/3; Murselat 77/23
85
“İnsanoğlu kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor” Beled 90/5.
78
22
mahlûkatın ilahi hikmetin gereklerine uygun bir biçimde belirli bir düzen ve denge
içerisinde ölçülü bir şekilde yaratıldığını belirtmektedir. Kâinatta bulunan her şey, hem
zatı hem de sıfatları bakımından belirli bir ölçüye sahip olmaktadır ve bu ölçüyü koyan
Allah’tır.86 Kader bazı ayetlerde de rızık ile alakalandırılarak insanın rızkının Allah
tarafından daraltılması manasında ele alınmıştır.87 Rızkın daraltılması ya da
genişletilmesine vurgu yapan ayetler bir yandan Allah’ın kudret ve hâkimiyetini ifade
ederken diğer yandan da rızık meselesinin de Allah’ın kaderi kapsamına girdiğini
göstermektedir. Belki de bu ayetler dolayısıyla rızık konusu, son bölümde de
göreceğimiz üzere kader meselesinin alt konuları arasında yer almış, Maturidi’de dâhil
pek çok âlim eserlerinde kader bağlamında rızık meselesini de tartışmışlardır. Kader
aynı zamanda mahlûkatı takdir edip sınırlarını belirlemek, belirli bir ölçü dâhilinde
yapmak ve hükmetmek gibi anlamlarda da kullanılmıştır.88 Bu ve benzeri ayetlerde89
yer alan ve kader kelimesi ile aynı kökten gelen kaddera, kadera, yukaddiru gibi
kelimeler belirli bir düzen ve sisteme işaret etmektedir. Ayrıca Allah’ın nesne ve
olayları cins, tür, nitelik, sahip bulunacağı bir takım özellikler, ölçü, limit ve ecel gibi
yönlerden belirleme ve onlara her açıdan hükmetmesine vurgu da yapılmaktadır.
Kader Kur’an’da insan ile ilişkilendirildiğinde, bir şeyi zihinde tasarlayarak bir düzene
koymak ve ölçüp biçmek gibi manalara gelmektedir.90 İnsanın özne olduğu durumlarda
kader kelimesi tasarlamak, ölçüp biçerek belirli bir düzene koymak manasında zihinsel
bir süreci ifade etmektedir.91 Bir başka ayette bir şeyin gerçekliğini bilmek, tanımak,
yüceltmek, yücelik ve şeref gibi anlamlarda kullanılmıştır.92 Ayette yer alan kader
kelimesi müşriklerin Allah’ı layık olduğu surette yüceltmediklerine, hakkıyla tanıyıp
gerektiği şekilde tavsif etmediklerine işaret etmektedir.93
86
Fahreddin Razi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer, Mefatîhu’l-Gayb, Daru’l- Kütübü’l-İlmiyye,
Beyrut 2004, c. 32, s. 28; Salebi Ebu İshak Ahmed b. Muhammed, el-Keşf ve’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân,
Beyrut 2004 c. 3, s. 483; Kurtubi Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami li Ahkâmi’l-Kur’an,
Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1988, c. 10, s. 11; c. 17, s. 96; Zemahşeri Ebu’l-Kasım Mahmud b.
Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzîl, Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1977, c. 2, s. 389; c. 4, s. 41.
87
“Allah rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır…” Rad 13/26; ayrıca bkz: İsra 17/30; Kasas
28/82; Ankebut 29/62; Rum 30/37; Sebe 34/36; Zümer 39/52; Şura 42/12; Fecr 89/16; Talak 65/7
88
“Ayın dolaşımı için de konak yerleri belirledik…” Yasin 36/39.
89
Hicr 15/60; Neml 27/57; A’la 87/3.
90
“Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti! Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra yine kahrolası ne biçim
ölçtü biçti!” Müddessir 74/18-20.
91
Kurtubi, el-Câmi, c. 19, s. 49; İbn Aşur, et-Tahrîr, c. 29, s. 308; Taberi, Câmiu’l-Beyan, c. 12, s. 310.
92
“Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar…” En’am 6/91.
93
Fahreddin Razi, Mefatîhu’l-Gayb, c. 13, s. 60; Kurtubi, el-Câmi, c. 7, s. 26; İbn Aşur, et-Tahrîr, c. 7, s.
362; İbnü’l-Cevzi Ebu’l-Ferec Cemaluddin, Zadü’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsir, Mektebetu’l-İslami, Beyrut
1987, c. 3, s. 92.
23
Allah ve insandan başka bir varlıkla bağlantılı olarak kullanıldığı yerde ise şereflilik,
üstünlük, yücelik ve değerlilik gibi anlamlarda kullanılmıştır. Mesela ‫ﺮ‬-‫ ﺪ‬-‫ ﻖ‬kökünden
gelen “kadr” kelimesi “leyletü’l-kadr”94 terkibi ile kadir gecesine işaret ederek o
gecenin faziletine, üstünlüğüne, yüceliğine ve azametine vurgu yapmaktadır. Nitekim
surenin üçüncü ayetinde kadir gecesinin bin aydan daha değerli olduğunun bildirilmesi,
bu kelimenin değerli, kıymetli ve üstün anlamlarında kullanıldığını teyit etmektedir.95
Sonuç olarak, kader kelimesi ve türevleri Kur’an’da, hem Allah hem insan hem de cansız
varlıklar için kullanılmaktadır. Kader ile ilgili ayetlerin tamamının özellikle üç temel
noktaya vurgu yaptığı görülmektedir. Bunlar, sonsuz düzenleme gücüne sahip olmak, kendi
kararını uygulamak ve önceden belirlemektir. Bu ayetlerde sadece fiziksel dünya ile ilgili
fenomenin değil, aynı zamanda ister ihtiyarî isterse zorunlu olsun insanların her türlü
eylemlerinin ve hissinin dahi ilahi kontrol altında olduğu gösterilmektedir.
1.3. FİİL
Fiil kavramı kaza-kader probleminin tarihsel arka planından da açık bir şekilde
görüldüğü üzere bu meselenin ortaya çıkmasına temel teşkil eden bir kavramdır. O
yüzdendir ki kelâm ilminde ef’alü’l-ibad-kulların fiilleri diye konu başlığı açılmış,
kader meselesi ile bağlantılı olarak incelenmiştir.
Fiil, ‫ل‬-‫ع‬-‫ ف‬kökünden gelen bir isimdir ve geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana dair bir
durum, olay veya ameli ifade eden bir kelimedir.96 Ayrıca, yapmak, bir şeyde etkisi
olmak, bir şeyi etkilemek, birbiri ile reaksiyona girmek, bilkuvve ortaya çıkan şey,
insanın aklını ve iradesini kullanarak yaptığı herhangi bir iş veya davranış anlamlarına
gelmektedir.97 Fiil, kudret sahibi olandan meydana gelen bir durum, mevcut olan ve
başkasının kendisine güç yetirdiği şeydir. Fiilin biri gücümüz dâhilinde olan, diğeri ise
gücümüzün yetmediği olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Gücümüz dâhilinde olanlar
on kategoride ele alınmaktadır. Bunlar; oluşlar, ağırlık kanunları, maddenin unsurlarının
94
“Biz onu (Kur’an’ı) kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu biliyor musun? Kadir
gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” Kadr 97/1-3.
95
Kurtubi, el-Câmi, c. 20, s. 88-89; İbnü’l-Cevzi, Zadü’l-Mesîr, c. 9, s. 182; Maverdi Ebu’l-Hasan Ali b.
Muhammed, en-Nüket ve’l-Uyûn, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2007, c. 6, s. 312.
96
İbn Manzur, Lisanü’l Arab, c. 11, s. 528-529; Cubran, Raid, s. 1126; Tehanevi Muhammed b. A’la b.
Ali, Kitabu Keşşafi Istılahati’l-Funûn, Kahraman Yay., İstanbul 1984, c. 2, s. 1142-1143.
97
Firûzâbâdî, Okyanus; c. 4, s. 30; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 8, s. 64; Isfehani, Müfredat, s. 382-383;
Mustafa Said Yazıcıoğlu, “Fiil”; İstanbul 1996, c. 13, s. 59-60.
24
birleşmesi, sesler, acı ve elemler, inanışlar, arzu ve istekler, istememek, zan ve vehimler
ve düşüncelerdir. Diğeri ise on iki türde değerlendirilmiştir. Bunlar ise, renkler, tatlar,
kokular, soğukluk, sıcaklık, kuruluk, yaşlık, canlılık, kudret, nefret, şehvet ve
ölümdür.98 Mutezile’nin fiile yüklediği bu mana, onların insanın kendi fiilinin yaratıcısı
olduğu, bunun içinse insanın kudret sahibi olması gerektiği görüşlerinin temelini
oluşturduğu düşünülmektedir.
Cürcânî (ö: 816/1413) ise fiili, bir etki nedeniyle başkasında, fail dolayısıyla meydana
gelen durum, bir şeyin bir başka şeyde etkili olması diye tarif etmektedir.99 Fiil ayrıca
kudret sahibi olandan meydana gelen bir durum, mevcut olan ve başkasının kendisine
güç yetirdiği şey olarak da tanımlanmıştır.100 Bir başka tanımlamaya göre ise fiil, mastar
manasındaki eylemin ifade ettiği işin, belirli olmayan bir şey için belirli olmayan bir
zamanda meydana geldiğini ifade eder. Fiilin meydana gelmesinde müessir faildir.
Çünkü fiil siygası mastarın herhangi bir şey için meydana gelmesini zorunlu
kılmaktadır. Bu ise failden başkası değildir.101
Fiil kavramının Kur’an’daki kullanımına gelince, müştakları ile birlikte hem Allah, hem
insan hem de putlar ve meleklerle ilişkilendirilerek pek çok ayette yer almıştır. 102 FiilAllah münasebetini ifade eden ayetler beş farklı manayı ihtiva edecek şekilde
kullanılmaktadır. Bunlardan ilki, insanların güç yetirmeyeceği tarzda bir eylemi
yapmak, gerçekleştirmek anlamındadır.103 Bu manayı ifade eden ayetler, genel olarak
inkârcılarla alakalı olup insanların güç yetirmesi mümkün olmayan helak gibi bir
eylemin Allah tarafından gerçekleştirildiğine vurgu yapmaktadır. İkincisi, meşiet-fiil,
irade-fiil ilişkisine dikkat çekerek Allah’ın irade buyurduğu eylemleri gerçekleştirme
hususunda herhangi bir sınırlama ve kısıtlamaya tabi olmadığını, O’nun dilediğini
yapabilme gücüne sahip bulunduğunu ifade etmektedir.104 Üçüncüsü, mübalağalı ism-i
fail siygasında (fa’âl) gelerek hiçbir engel bulunmaksızın Allah’ın dilediğini yapma
98
Kadı Abdulcebbar, Şerh-u Usulu’l Hamse, Kahire 1965, s. 324-326; el-Muhit bi’t-Teklif, tahkik: Ömer
es-Seyyid Azmi, ed-Daru’l-Mısriyye, Kahire yy., 350.
99
Cürcânî, Tarifat, s. 215-216.
100
Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 324-326; el-Muhit, s. 350.
101
Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, terc: komisyon, Akçağ Yay., Ankara, c. 1, s. 72.
102
Abdulbaki, el-Mu’cem, s. 664-666.
103
“Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?...” Fil 105/1; ayrıca bkz: Nisa 4/147; Saffat
37/34; Murselat 77/18; Fecr 89/6.
104
“Zekeriya, ‘Ey Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmış iken benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi. Allah,
‘Öyledir, ama Allah dilediğini yapar” dedi.” Al-i İmran 3/40; ayrıca bkz: Bakara 2/253; İbrahim 14/27;
Hac 22/14, 18.
25
gücüne sahip olduğunu göstermek için kullanılmıştır.105 Dördüncüsü, ism-i meful
siygasında (mef’ûlen) Allah’ın emri ve vaadi ile ilintili bir şekilde emrinin ve vaadinin
mutlaka gerçekleşeceğini belirtmek manasında ele alınmıştır.106 Sonuncusu da, Enbiya
21/23107 ayetinde olduğu gibi Allah ve insanın eylemleri arasında karşılaştırma
yapmaktadır. Bu ayet, Allah ve insanın eylemleri arasında fark bulunduğunu ve
herhangi bir benzerliğin bulunmasının imkânsız olduğunu açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. İşte bu yüzdendir ki kelâm âlimleri, Allah’ın eylemlerini halk (yaratmak)
insanın eylemlerini ise kesb (yapmak) olarak nitelendirerek bu ayrıma işaret etmişlerdir.
İnsan-fiil ilişkisini ortaya koyan ayetlere gelince, bunların tamamı eylemi yapanın bizzat
insanın kendisi olduğunu, 108 bu hususta özgür olup, herhangi bir baskı ve zorlama
altında bulunmadığını, 109 insanın bir eylemi yapmak veya yapmamak imkânına sahip
olduğunu,110 göstermektedir. Ayrıca insanın iyi veya kötü olarak nitelendirilen bir
eylemi yapmak suretiyle kendisine mal ettiği111 ve bunun neticesinde de mükâfat ve
cezaya maruz kaldığı da112 vurgulanmaktadır. Eylem üzerinde böyle bir etkiye sahip
olan varlığın ise eylemi yapmak için ilim, irade, ihtiyar ve kudret gibi vasıflara sahip
olması zorunludur. Bazı ayetlerde de insanın güç yetiremeyeceği eylemler bulunduğuna
işaret edilmektedir.113
Fiil kavramı bir yerde melekler,114 bir yerde de Allah’a ortak koşulan varlıklarla115
bağlantılı olarak kullanılmıştır. Melek-fiil ilişkisinde, onların her türlü eylemlerinin
105
“Çok bağışlayan, sevgisi geniş, arşın sahibi, şanı yüce ve dilediğini yapan yalnız O’dur.” Buruc
85/16; ayrıca bkz: Hud 11/107.
106
“Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir” Ahzab 33/37; ayrıca bkz: Nisa 4/47; Enfal 8/42, 44; İsra
17/5, 108; Müzzemmil 73/18.
107
“Allah yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz; onlar ise yaptıklarından dolayı sorguya
çekileceklerdir.” Enbiya 21/23.
108
“Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza
pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın” Hucurat 49/6; ayrıca bkz: Al-i İmran 3/28;
En’am 6/159; A’raf 7/155, 173; Yusuf 12/89.
109
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği
peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun.” Maide 5/67; ayrıca bkz: En’am 6/112, 137.
110
“…Eğer böyle yaparsan şüphesiz ki sen zalimlerden olursun.” Yunus 10/106; ayrıca bkz: Hud 11/87;
Şuara 26/19; Saf 61/2.
111
“İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne
kötüydü” Maide 5/79; ayrıca bkz: Bakara 2/224; Al-i İmran 3/135; Nisa 4/66.
112
“…Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet
gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar…” Bakara 2/85; ayrıca bkz: Nisa 4/114, 127; Furkan
25/67.
113
“Eğer yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten sakının…” Bakara 2/24.
114
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin
başında gayet katı, çetin, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen
şeyi yapan melekler vardır.” Tahrim 66/6.
26
Allah’ın sevk ve idaresine tabi olduğuna, dolayısıyla irade ve ihtiyarlarının
bulunmadığına dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki ayette insanların aksine meleklerin
Allah tarafından verilen emre karşı gelmeleri gibi bir durumun söz konusu olmadığına
ve ne emredilmişse onu yerine getirdiklerine vurgu yapılmaktadır.
Rum 30/40116 ayetinde ise diriltmek, öldürmek ve rızık vermek gibi Allah’tan başka
varlıkların güç yetiremeyeceği eylemler bulunduğuna ve bu türden eylemlerin
gerçekleşmesinde Allah’ın eşi ve benzerinin bulunmadığına dikkat çekilmiştir.
Sonuç olarak fiil kavramı en geniş anlamıyla yapmak manasında Allah, insan ve diğer
varlıklar için Kur’an’da kullanılmaktadır. Bununla birlikte ilişkilendirildiği varlıklar
açısından kavram, hem mana hem de içerik bakımından bir takım farklılaşmalara
uğramıştır. Fiil-Allah münasebetini gösteren ayetler, Allah’ın bir eylemi benzersiz bir
şekilde meydana getirdiğini ve gerçekleştirdiğini, bu hususta herhangi bir şekilde kayıt
altına alınamayacağını, kısıtlamaya veya sınırlandırılmaya tabi olmasının imkânsız
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Fiil-insan ilişkisinde ise insanın bir eylemi
gerçekleştirmek için gerekli olan özellik ve kabiliyetlere sahip olduğu, eyleminin hâdis
olduğu, sınırlı bulunduğu, her şeye güç yetirmesinin mümkün olmadığı ve eylemlerini
gerçekleştirirken herhangi bir şekilde baskı ve zorlama altında tutulmadığı gibi hususlar
öne çıkmaktadır. Nitekim kelâm âlimleri, insanın hangi eylemlerinde özgür olduğunu
eylemleri zorunlu ve ihtiyarî olmak üzere iki kategoride değerlendirerek bunlardan
hangisinin özgürlük alanını içerdiğini açıklamaya çalışmışlar. Fiilin Allah ve insan
dışındaki varlıklarla ilişkilendirilmesine gelince melekler ile ilgili ayette bu varlıkların
bir fiili gerçekleştirilebildikleri, fakat eylem üzerinde tercih haklarının bulunmadığına
dikkat çekilmekte, eylemin tamamıyla Allah’ın sevk ve idaresi ait olduğu ifade
edilmektedir. Allah’a ortak koşulan varlıklarla ilgili ayet ise tıpkı insanlarda olduğu gibi
bu varlıkların da yaratma eylemi ile diriltmek, öldürmek ve rızık vermek gibi diğer bazı
eylemleri yapabilmelerinin, ilahi fiile eş ve benzer bir durum arz edeceğini, dolayısıyla
Allah dışındaki varlıklardan bu tarz eylemlerin meydana gelmesinin muhal olduğunu
işaret etmektedir.
115
“Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonrada diriltecek olandır.
Allah’a ortak koştuğunuz ortaklardan bunlardan herhangi bir şeyi yapabilen var mı? O, onların ortak
koştuklarından uzaktır, yücedir” Er-Rum 30/40.
116
“Allah, sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.
Allah’a koştuğunuz ortaklardan, bunlardan herhangi bir şeyi yapabilen var mı?...”
27
Sonuç olarak bu açıklamalardan görüldüğü üzere kelâm ilminin ana konuları arasında
yer alan insanın fiilleri (ef’al-i ibad) araştırma konumuz olan kaza-kader meselesi ile
yakından ilişkilidir. Hatta bu konu kaza-kader gibi bir problemin ortaya çıkmasına yol
açan en temel konudur. Eylem ile kaza-kader arasındaki ilişki insanın eylemlerinin Allah
tarafından önceden belirlenip belirlenmemesi esasına dayanmaktadır. Şayet Allah’ın
önceden belirlemesi gibi bir durum söz konusu ise dünyada insanın iyi veya kötü bir
takım davranışlar sergilemesinin ahirete yönelik ne gibi etkisi olabileceği sorusu
günümüze kadar sürekli tartışılan kaza-kader probleminin doğmasına, Cebriye ve
Mutezile gibi mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Aynı zamanda insanın fiillerini
işlerken önceden belirleme gibi herhangi bir zorlama altında bulunup bulunmadığı
meselesi eylem ile yakından alakası bulunan ilim, irade, kudret ve kesb kavramları
üzerinde de derin tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur.
1.4. İLİM
İlim kavramı ‫م‬-‫ل‬-‫ ع‬kökünden türemiş olup, sözlükte bilmek, şuur etmek, tasdik etmek,
kesin kanaat sahibi olmak, bir şeyin hakikat ve mahiyetini idrak etmek, gerçeğe uygun
olan kesin inanç, bir şeyin şeklinin zihinde oluşması, bir şeyi olduğu hal üzere bilmek,
eşyadaki gizliliğin ortadan kalkması gibi anlamlara gelmektedir.117
İlim, kâinatta meydana gelen her şeyin akıl ve düşünce yoluyla idrak edilmesi ve
kavranması olarak da tanımlanmıştır. Bu bakış açısına göre ilim, bir şeyin ne olduğunu
idrak etmek anlamına gelmekte, bilen ile bilinen arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir.118
Çünkü bilme olayının meydana gelmesi için bilen ile bilinen arasında bir bağlantının
kurulması gerekmektedir. Bilenin bilinene yaklaşımı belirli bir düşünme ve araştırmaya
dayalı olarak aklî ve zihnî istidlaller neticesinde meydana gelmekte, suje (bilen) her tür
tikel ve tümel hakkında bazı bilgilere sahip olmaktadır. İşte bu bağlantı neticesinde
ortaya çıkan sonuca ilim adı verilmektedir.119
117
Isfehani, Müfredat, s. 343-344; Cürcânî, Tarifat, s. 199-200; İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, c. 12, s. 416417; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 8, s. 405-406; Firûzâbâdî, Okyanus, c. 4, s. 410-412; Cubran, Raid, s. 1047;
Yavuz, “İlim”, DİA, İstanbul 2000, c. 22, s. 109-110.
118
Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 5. Baskı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1988, ilim mad.
119
Firûzâbâdî, Okyanus, c. 4, s. 411.
28
İlim ayrıca kendisinin zıddı olan “cehl” kelimesinin tanımlanması suretiyle de ne
olduğu ortaya konulmaya çalışılan bir kavramdır. Nitekim cehalet bir şey hakkında,
bulunduğu durumun dışında yani vakıaya muhalif olarak meydana gelen itikat olarak
tanımlanmıştır.120 Buna göre ilim, bir şey hakkında bulunduğu hale uygun olarak
meydana gelen bir itikat olmaktadır.
Istılahta ise ilim, bilgi elde etmesi imkân dâhilinde bulunan bir varlığın, (ister Yaratıcı
isterse yaratılmış olsun), var olan veya henüz varlık sahasına çıkmış bulunmayan
herhangi bir şey hakkında bilgi sahibi olması demektir. Bu tanımlamadan görüldüğü
üzere ilim, bilen ile bilinen, felsefe diliyle suje ile obje arasındaki ilişkiyi ortaya koyan
bir kavramdır. Bu ilişkide suje bilen tarafı, obje de bilinen tarafı ifade etmektedir ve suje
her zaman obje üzerinde etkin bir role sahiptir. Çünkü bilenin akıl ve şuur sahibi olması
zorunlu iken, bilinene gelince (bilinen kâinatta bulunan her şey olabilir) böyle bir
özelliğin bulunması zorunlu değildir.121 İlim, kendisinde bulunan kimsenin âlim
olmasını gerektiren bir özellik olarak da tanımlanmıştır.122 Bu ifadenin sahibi olan
Eş’âri’nin, ilmin tanımını yapmaktan ziyade ona sahip olan bir kimsenin nasıl bir
özellik kazandığını dile getirdiği düşünülmektedir. İlimle ilgili bu farklı tanımlamaların
yanı sıra onun tasvir edilmesinin mümkün olmadığı da dile getirilmiştir. Nitekim Gazali
(ö: 505/1111), ilmin, çok açık ve net bir şekilde bilinen şeyler kategorisinde yer
aldığını, manasının ortada olduğunu, dolayısıyla herhangi bir tarife gerek bulunmadığını
belirtmiştir. Çünkü bir şeyin tarifini yapmak onu farklı kelimelerle kolayca anlaşılır bir
hale getirmek demektir. İlim kavramını kendisi dışında bir kelimeyle daha anlaşılır
kılmak mümkün olmadığından tanımlamasını da yapmak mümkün değildir. 123 Bununla
birlikte o, el-Mustesfa isimli eserinde ilmin tam anlamıyla tarifinin yapılmasının
mümkün olmadığına ve kendisine yaklaşım tarzına göre farklı tanımlamalarının
yapılabileceğine dikkat çektikten sonra124 ilmi, akıl ve zihnin kapsamına giren şeylerin
hakikatlerinin akıl sahibi kimse tarafından içselleştirilmesidir diye tanımlamıştır.125
120
Cürcânî, Tarifat, s. 199-200.
Takiyyetin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul 1992, s. 47-48.
122
Eş’âri, Luma, s. 10.
123
Gazali, el-Maksadu’l-Esna Şerhu Esmailahi’l-Hüsna, Mısır 1324, s. 39.
124
Gazali’ye göre ilim, duyularla algılana şeye denir ve bu duruma uygun bir tanımı vardır. İlim aynı
zamanda tahayyül manasına da gelmektedir ve dolayısıyla tanımının da buna göre yapılması gerekmektedir.
Bazen de zanna ilim denilmektedir ve buna göre tanımının yapılması lazımdır. Bir başka açıdan ise ilim,
Allah’ın bilmesi demektir ve bu bakış açısına göre tanımı yapılmalıdır. Gazali, el-Mustesfa min İlmi’l-Usul,
Bulak 1322, c. 1, s. 25.
125
Gazali, Mustesfa, c. 1, s. 25.
121
29
Mutezile âlimleri ise ilmi, bir eylemi yapmaya güç yetirenden eylemin tam ve
mükemmel bir şekilde meydana gelmesini sağlayan bir sıfat olarak tasvir etmişlerdir.126
Buna göre ilim, eylemi zorunlu kılan bir özellik olmaktadır. Durum böyle olunca fiilî
sıfatlar kategorisinde yer alması gereken ilmin taalluk ettiği şeyin varlık sahasına
çıkması gerekecektir. Böyle bir şeyin kabul edilmesi ise mümkün değildir.127 Çünkü
sujenin herhangi bir şeyi bilmesinin o şeyin aynı zamanda varlık sahasına çıkması
anlamına gelmediği tecrübe ile sabit olan bir durumdur. Mesela yazı yazmayı bilmek,
yazının yazıldığı veya yazılacağı anlamına gelmez. Yazı yazma eyleminin
gerçekleşmesi için ilmin yanı sıra onun irade edilmesi ve ona dair bir kudretin de
bulunması gerekmektedir. Âlimler tarafından etrafını câmî ağyarını mânî olacak bir
şekilde tam bir tanımı yapılamayan ilim kavramı acaba Kur’an’da hangi bağlamda ele
alınmıştır?
Kur’an’ı incelediğimizde ilim kelimesi, bilmek, anlamak, görmek, ayırt etmek, üstün
yetenek ve bilgi, akıl, izin, kitap, Resul, Kur’an gibi manalara gelmekte olup128 sadece
Allah hakkında değil aynı zamanda insan ve ruhani varlıklarla ilişkilendirilerek
kullanıldığı görülmektedir.129
İlim kavramı Allah hakkında müştakları ile birlikte yaklaşık olarak üçyüz seksen yerde
geçmektedir.130 Allah Teâlâ bu ayetlerde ‫م‬-‫ل‬-‫ ع‬fiilinin değişik siygalarını kullanarak131
ve aynı zamanda kendisini âlim132, alîm ve allâm133 olarak isimlendirerek ilminin
mahiyetini açıklamıştır. İsm-i fail siygasındaki (âlim) ayetler genel olarak gayb ve
şahadet kavramları ile birlikte kullanılmakta olup Allah’ın görülen ve görülmeyen her
şeyi bildiğine vurgu yapmaktadır. Mübalağalı ism-i fail siygasıyla (alîm ve allâm)
kullanılan ayetlerde ise kavram bilmedeki fazlalığı ifade etmektedir. Sarf ilminden de
126
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 193-199.
Keskin, İslam Düşüncesinde Kaza ve Kader, s. 90-91.
128
Cevzi, Nüzhetü’l-A’yuni’n-Nevazir fi İlmi’l-Vücuh ve’n-Nezair, tahkik: M. Abdulkerim Kazım er-Radi,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1987, s. 451-453.
129
Abdülbaki, Mu’cem, s. 596-609.
130
Abdülbaki, Mu’cem, s. 596-609.
131
Bkz: Bakara 2/30, 31, 33, 187, 235; Maide 5/116; Enfal 8/23, 66; Yusuf 12/77; Rad 13/8; Nahl 16/19,
23, 101, 125; Enbiya21/4; Hac 22/70, 72; Neml 27/25; Fetih 48/27; Necm 53/30; Rahman 55/2; Alak
96/4-5.
132
“De ki: Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan, gaybı da görünen alemi de bilen Allahım!...” Zümer
39/46; ayrıca bkz: Haşr 59/22; Cuma 62/8; Teğabun 64/18; Cin 72/26.
133
“…Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin…” Bakara
2/127; ayrıca bkz: Bakara 2/95, 115; Al-i İmran 3/34, 35; Nisa 4/12, 26; Maide 5/7, 45; Tevbe 9/15, 78;
Yunus 10/36.
127
30
bilindiği üzere bu fiil çekimi aşırılığı, ziyadeliği ve kararlılığı göstermek için kullanılan
bir kalıp olduğundan134 bu ayetlerle Allah’ın çok ve devamlı surette bilen olduğuna
işaret edilmiştir. Aynı kökten türeyerek Kur’an’da Allah ile bağlantılı kullanılan bir
başka isim de ism-i tafdil siygasında “a’lem” kelimesidir.135 Bu siyga kendisiyle
vasıflandığı
kimsenin
diğerlerinden
üstün
olduğuna
delalet
etmek
için
kullanılmaktadır.136 Nitekim ayetlerde Allah’ın bilgi sahibi olanlar içerisinde en iyi
bilen olduğu, ilminin benzersiz bulunduğu belirtilmektedir. İlim-Allah ilişkisini ifade
eden ayetlerde, bir taraftan Allah’ın gerek duyular âlemine gerekse duyu ötesi gayb
âlemine ait olan her şeyi kuşatan bilgisine, Allah’ın ilminde bir değişmenin söz konusu
olmayacağına, diğer taraftan da O’nun ilmine zaman ve mekân bakımından herhangi bir
sınırlama getirmenin imkânsız olduğuna vurgu yapılmaktadır. Nitekim Ehl-i Sünnet’in
inancına göre de Yüce Allah olmuş, olan ve olacak olan şeylerin tamamını ezelî ilminin
bir gereği olarak ezelde bilmektedir. O’nun ilmi zaman ve mekâna bağlı değildir. Bu
yüzdendir ki zaman ve mekânda meydana gelen değişikliklerden dolayı O’nun ilminde
herhangi bir değişme meydana gelmeyeceği gibi, bu değişikliklerin ilmi üzerinde
herhangi bir etkisi de söz konusu değildir.137 Bununla birlikte Farabi, İbn Sina ve İbn
Rüşd gibi bazı âlimler Allah’ın cüz’iyyatı bilmesi hakkında farklı görüşler ortaya
koyarak cüz’iyyat meselesinin doğuşuna sebep teşkil etmişlerdir. Bu mesele ile ilgili
tartışmalara Maturidi’nin konu ile ilgili görüşleri tahlil edilirken yer verilecektir.
İlim-insan münasebetine gelince, bu bağlantıyı ortaya koyan ayetler138 Kur’an’da insan
hakkında hem olumlu hem de olumsuz manaları ile birlikte insanın ilişkiye girdiği şey
hususunda bilgi sahibi olduğunu veya olmadığını göstermek için kullanılmıştır. Ayrıca
ayetlerde insanın bilgisine sınırlandırma getirerek ilahi bilgi hariç her türlü bilgiye
ulaşmasının mümkün olduğu, ilahi bilgiyi ihata etmesinin ise imkânsız bulunduğu da
ifade edilmektedir.139 Ayetlerde dikkat çeken bir başka nokta da insanların ilminin hâdis
134
Hacı Mehmet Zihni, El-Müntehab ve’l-Mugtedab fi Kavaidi’s-Sarf ve’n-Nahv, Marifet Yay., İstanbul
1981, s. 228 vd.
135
“…Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir…” Nahl 16/125;ayrıca bkz: Yusuf
12/77; Nahl 16/101; İsra 17/25, 47, 554, 55; Kehf 18/19, 21, 22, 26; Meryem 19/70; Hac 22/68; Kasas
28/37, 56, 85; İnşikak 84/23.
136
Zihni, el-Muntehab, s. 305.
137
Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, London 1934, s. 215; Pezdevi Sadru’l-İslam Ebu’l-Yusr, Usuli’d-Din,
Kahire 1963, s. 69.
138
Bkz: Bakara 2/22, 30, 60, 65, 77; Al-i İmran 3/7, 29, 66, 71; Maide 5/116; En’am 6/50; A’raf 7/160,
188; Enfal 8/60; Casiye 45/9; Yusuf 12/73, 89; İsra 17/102; Nur 24/19; Fetih 48/25; Vakıa 56/61.
139
İnsanın ilahi bilgiyi ihata etmesinin imkânsız olduğuna Bakara 2/255 ayeti delil olarak gösterilebilir:
“…O, kulların önlerindekini ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun
31
(sonradan olma) olduğunun140
ve bilgi bakımından aralarında derece farklılığının
bulunduğunun141 belirtilmesidir. Nitekim âlimler insanın hâdis olan bu ilmini üç
kategoride ele alarak analiz etmişlerdir. Bunlardan ilki “bedihi ilim”, ikincisi “zaruri
ilim”, üçüncüsü de “istidlâli ilim”dir. Bedihi ilim, herhangi bir öncüle ihtiyaç
duymadan var olan bilgiye denilmektedir. Kişinin kendi varlığını bilmesi bedihi bilgiye
örnek verilebilir. Zaruri ilim, duyu organları ve herhangi bir öncüle dayalı olarak elde
edilen bilgi dışında kalan bilgileri içermektedir. İstidlalî ilim ise bir takım öncüllere
ihtiyaç duyan ilimdir.142
İlim kavramının Kur’an’da ayrıca Allah ve insan dışındaki varlıklarla da alakasının
kurulduğu görülmektedir.143 Bu kullanımında kavram, mana bakımından herhangi bir
farklılığa sahip olmazken bilen (suje)
ile bilinen (obje) arasındaki ilişkiye Allah
tarafından sınırlandırma getirildiği görülmektedir. Nitekim Bakara 2/32 ayetinden de
görüldüğü üzere meleklerin ancak Allah’ın kendilerine bildirdiği kadarını bilebilecekleri
belirtilerek Allah’ın meleklerin bilgisi üzerindeki mutlak otoritesini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak ayetlerden de açıkça görüldüğü üzere ilim kavramı en geniş anlamıyla
bilmek manasında hem Allah hem insan hem de şuur sahibi diğer canlılar için kullanılan
bir kavramdır. Bununla birlikte ilmin mahiyeti hususunda ilişkilendirildiği varlıklar
bakımından bir takım farklılaşmalar bulunmaktadır. İlim-Allah ilişkisinde Allah’ın
ilminin zatı ile kâim kadîm bir sıfat olduğu, her şeyi kuşattığı, zaman ve mekândan
münezzeh bulunduğu, mutlak olup ilminde herhangi bir değişmenin söz konusu
olmadığına vurgu ön plandadır. İlim-insan münasebetinde ise insanın ilminin hâdis ve
sınırlı bulunduğu ve her şeyi içermesinin mümkün olmadığı gibi durumlar öne
çıkmaktadır. İlmin Allah ve insan dışındaki varlıklarla alakasına gelince ilgili ayetlerde
bu varlıkların ilminin, ilmi elde etmek için herhangi bir gayrete gerek bulunmaksızın
her yönüyle Allah’a ait olduğu hususu dile getirilmektedir.
ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…”
140
“…Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.” Nisa
4/113 ayeti insanların ilminin sonradanlığına vurgu yapmaktadır. Ayrıca bkz: Yusuf 12/86, 96.
141
“Ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve size nasihat ediyorum. Sizin bilmediğiniz şeyleri
de Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum.” A’raf 7/62 ayetinde Nuh’un insanın bilmediği şeyleri
bildiği belirtilerek bilgi bakımından insanların birbirlerinden üstün olabileceğine dikkat çekilmektedir.
Ayrıca bkz: Al-i İmran 3/7, 18; Nisa 4/162; Yusuf 12/76.
142
Cürcânî, Tarifat, s. 199-200; Tehanevi, Keşşaf, c. 2, s. 1063.
143
“Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz
yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler.” Bakara 2/32.
32
Allah’ın hem insana ait zorunlu ve tercihe dayalı her türlü eylemi hem de kâinatta
meydana gelen olayları ezelî olan ve zatı ile kâim bulunan ilmi ile önceden bilmesi,
yukarıdaki açıklamalardan da görüldüğü üzere ilim sıfatı ile alakalı olup kaza ve kader
meselesinin birinci aşamasını oluşturmaktadır. Bu meselenin temelinde insanın
eylemlerinde hür olup olmadığı sorusunun yer aldığı düşünüldüğünde, Allah’ın insanın
eylemlerini ezelde bilmesinin eylem üzerinde herhangi bir zorlayıcı etkisinin bulunup
bulunmadığı, bu bilmenin yaratmak anlamı taşıyıp taşımadığı, Allah’ın gelecekte vuku
bulacak hadiseleri bilmesinin bilinene tabi bir durum mu olduğu gibi sorular gündeme
gelmektedir. İlim kavramının sözlük ve ıstılah anlamları ile Kur’an ayetlerinden yola
çıkacak olursak Allah’ın ilminin geçmiş, şu an ve geleceğe dair her türlü nesne ve olayı
içerdiği, sonuçlandırıcı değil, bilkuvve bir niteliğe sahip olduğu görülecektir. Allah’ın
henüz meydana gelmeyen her türlü olay hakkındaki ezelî bilgisi onun öylece
gerçekleşeceği içindir. Burada ilmin maluma tabi oluşu söz konusudur. Buradaki
malumdan kastımız, insanın kendi irade ve tercihi doğrultusunda meydana gelen
eylemdir. İnsana ait ihtiyarî eylemlerin varlık ya da yokluğuna Allah’ın ilminin taalluk
etmesi, bu eylemlerin zorunlu olarak var veya yok olmalarını gerekli kılmaz.
1.5. İRADE
İrade kavramı ‫د‬-‫و‬-‫ ر‬kökünden gelmekte olup, if’al vezninde mastardır. Sözlükte eylem
olarak bir şeyi yapmayı istemek, dilemek, sahip olmayı arzulamak, hedeflemek,
amaçlamak, kastetmek, niyetinde olmak anlamlarını taşırken, mastar olarak ise istek,
talep, arzu, buyruk, emir, tercih etme, iştiyak, hüküm, yaratma ve inşa, bir şeyi yapıp
yapmama konusunda karar verebilme yetisi gibi manalara gelmektedir.144
İrade, bir şeyi talep etmek demektir. Yapılması ya da yapılmaması gereken bir şey
hakkında hem başlangıç hem de sonuç bakımından o şey üzerinde etkin olan bir
niteliktir. Başlangıç itibariyle irade, bir şeyi yapmaya arzu ve istek duymak, sonuçta ise
o eylemin yapılması ya da yapılmamasına karar vermek olarak tanımlanmıştır. 145
İrade, insan açısından yapılması gereken bir işi, bir amacı gerçekleştirmeyi istemektir.
144
Firûzâbâdî, Okyanus, c. 1, s. 1149; İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, c. 3, s. 187-188; Ebu’l-Beka Eyyub b.
Musa el-Hüseyni el-Kufi, Kitabu’l-Külliyat Mu’cemun fi’l-Mustalahat ve’l-Furuki’l-Lugaviyye, tahkik:
Adnan Derviş, Muhammed el-Mısri, Müessesetü’r-Risale, 1. Baskı, Beyrut 1992, s. 73; Şehristânî,
Nihayetu’l-İkdam, y.y., y.y., s. 238; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 2, s. 358-359; Cubran, Raid, 1239-1240;
Mustafa Çağrıcı ve Hayati Hökelekli, “İrade”, DİA, İstanbul 2000, c. 22, s. 380-381.
145
Isfahani, Müfredat, s. 208.
33
Bir canlıdan meydana gelecek farklı özelliklerdeki fiillerin ortaya çıkmasını sağlayan
keyfiyettir.146 İlahi irade söz konusu olduğunda herhangi bir işin meydana gelmesi ya da
yokluktan varlık sahasına çıkması için tahsis edilmiş bir sıfat, fiilin kendisinden ortaya
çıktığı bir nitelik anlamına gelmektedir.147 Bu ifadeden de görüldüğü üzere Allah’ın ve
insanın iradesi arasında ayrım yapılmakta, bir şeyi arzulamak ve temenni etmek
anlamındaki iradenin Allah hakkında kullanılamayacağı, emir ve hüküm manasındaki
iradenin ise kullanılabileceği belirtilmektedir.148
Istılahta ise irade, herhangi bir zamanda, bir baskı veya zorlama olmaksızın yapılması
veya yapılmaması imkân dâhilinde olan bir durumda iki taraftan birini tercih etmeyi
gerektiren bir özellik demektir.149 İrade ayrıca iştiyak, sevgi, kasıt ve eğilim olarak
ortaya çıkan nefsanî arzu ve istekler olarak da tanımlanmıştır.150 Psikolojide irade,
insanın dış dünyadan aldığı etkilere karşı bilinçli olarak tepkide bulunması olarak
değerlendirilmektedir.151 Mantık ilminde ise, içerisinde bilinç, zekâ, fiil ve fikir gibi
unsurların bulunduğu yüksek bir zihin fonksiyonu ve genel bir yeti olarak tarif
edilmiştir.152 İradeyi cebir ve zorunlu olarak yapmanın zıddı olarak gören Razi,
kavramın, varlığa da yokluğa da ihtimali bulunan bir şeyi yapmak ya da yapmamak
şıklarından birini tercih ederek o işin olmasına veya olmamasına hükmetmek manasına
geldiğini belirtmiştir.153
Bu açıklamalara göre irade, farklı manaları ihtiva eden bir kavramdır. Psikoloji ve
mantık gibi bilim dalları iradeyi sadece insani boyutta ele alarak tanımlarken, kelâm
ilminde ise kaza-kader meselesi bağlamında Allah’ın iradesi ve bu irade karşısında
insanın iradesinin rolü tartışma konusu edilmiştir. Bu tartışmada öncelikli olarak
iradenin içerdiği manalardan hangilerinin Allah’a nispet edilebileceği üzerinde
durulmuş, Allah’ın nasıl bir iradeye sahip olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Daha
sonra ise kaza ve kader probleminin ana konusunu oluşturan Allah’ın iradesi karşısında
insanın irade ve seçme özgürlüğünün bulunup bulunmadığı, eylemin varlık sahasına
146
Firûzâbâdî, Okyanus, c. 1, s. 1150.
Cürcânî, Ta’rifat, s. 30-31.
148
Isfahani, Müfredat, s. 208.
149
Aliyyu’l-Kari Ali b. Muhammed Sultan el-Herevi, Şerhu Fıkhı’l-Ekber, 1. Baskı, Kahire: Matbaatu’tTekaddüm, 1323, s. 19; Bekir Topaloğlu ve İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 158.
150
Tehanevi, Keşşaf, c. 1, s. 552-553.
151
Nurettin Topçu, Psikoloji, Üçler Basımevi, İstanbul 1949, s. 170.
152
Necati Öner, İrade Hürriyeti, Vadi Yay., Ankara 1995, s. 23.
153
Fahreddin Razi, el-Metalibu’l-Aliyye, neşr.: Ahmed Hicazi es-Sakka, Beyrut 1987, c. 2, s. 175.
147
34
çıkmasında insan iradesinin rolünün ne olduğu soruları gündeme gelmiştir. Bu sorulara
daha net bir cevap verebilmek için sözlük ve ıstılah anlamlarının yanı sıra Kur’an’ın bu
kavramı hangi üslupta ele aldığını incelemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Kur’an’ı incelediğimizde irade ile ilgili ayetlerin farklı varlıklarla ilişkilendirilerek
kullanıldığı görülmektedir. Allah’ın iradesine vurgu yapan ayetlerdeki genel tema,
Allah’ın dilediği her şeyi yapan bir varlık olduğu, iradesinin masiyet ve kötülükten uzak
olan hüküm, emir ve istek anlamına geldiği, iradesinin sınırsız ve mutlak olduğudur.
Allah’ın iradesi ile ilgili ayetler aynı zamanda O’nun iradesinin insanın iradesini içine
aldığını, insanın istemesinin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu da ifade etmektedir.154
Kelâm âlimleri Allah’ın irade sıfatı ile muttasıf bulunduğu ve irade buyurduğu şeyi
gerçekleştirmesi noktasında aynı görüşü paylaşmalarına rağmen bu iradenin Allah’a
nispeti hususunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Kimi alimlere göre Allah’a gerçek
manada değil ancak mecazi manada irade nispet edilebilmektedir. Bu durumda Allah’ın
kendi eylemlerini dilemesi manasındaki irade yaratma anlamına gelirken, başkalarının
eylemlerini dilemesi anlamındaki ise emretmesi demektir. Bazılarına göre ise Allah
zatının aynı olan irade ile bizzat müriddir ve eylemlerini fail-i muhtar olarak hür bir
şekilde gerçekleştirmektedir. Diğerleri de iradeyi Allah’ın mahlûkata ilişkin en uygun
düzeni bilmesi, olayların da bu bilme doğrultusunda meydana gelmesi olarak
tanımlamışlar, iradeyi ilim sıfatına râcî kılmışlardır.155
İnsanın iradesiyle ilgili ayetlere gelince, onlarda, insanın bir eylemi yapıp yapmamayı
tercih etmesine imkân sağlayan bir iradeye sahip olduğu belirtilmektedir.156 İnsanın
iradesine işaret eden ayetlerde arzu, istek, fayda veya zarar sağlayan şeyi talep etme gibi
manaların daha ön plana çıktığı görülmüştür. İnsan iradesi ile ilgili ayetleri biri gündelik
hayat, diğeri de ahlaki alan ile ilgili olmak üzere iki kategoride değerlendirmek
154
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir” Yasin
36/82; “…Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez…” Bakara 2/185; ayrıca bkz: Al-i İmran 3/108; Fatır
35/10; Ğafir 40/31; “…Şüphesiz Rabbin dilediğini yapandır.” Hud 11/107; ayrıca bkz: Bakara 2/253; Hac
22/14, 16; Buruc 85/16; “…De ki: Allah, sizin bir zarara uğramanızı dilerse yahut bir yarar elde etmenizi
dilerse, O’na karşı kimin bir şeye gücü yeter? Hayır, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Fetih 48/11;
“Kim bu geçici dünyayı isterse orada ona, (evet) dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz…”
İsra 17/18.
155
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 374-375; Seyfeddin el-Amidi, Gayetü’l-Meram, neşr.: Hasan Mahmud
Abdullatif, Kahire 1971, s. 52-53; Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 431-435.
156
“O, öğüt almak isteyen ve çok şükredici olmayı dileyen kimseler için geceyi ve gündüzü birbiri ardınca
getirendir” Furkan 25/62; “…İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de…” Al-i İmran
3/152; Ayrıca Bkz: Al-i İmran 3/145; Hud 11/15; Bakara 2/233; Yusuf 12/25-26; İsra 17/19; Ahzab 33/28.
35
mümkündür. Gündelik hayat ile ilgili olanlar insanın arzu ve isteklerini ifade eden
ayetlerdir.157 Ahlaki alan ile ilgili olanlar ise bir yandan iyi ve kötü davranışlarda
bulunma noktasında insanın özgür olduğuna vurgu yaparken, diğer taraftan da Allah’ın
mutlak ve sınırsız iradesinin, insanın iradesi üzerinde olduğunu, insanın, Allah’ın
belirlediği ölçüde özgür bulunduğunu ifade etmektedir.158 Kanaatimize göre, irade-insan
ilişkisini ortaya koyan ayetlerde öne çıkan hususların başında insanın herhangi bir
zorlama altında bulunmayan hür bir irade ile tercihte bulunduğu ve eylemlerini yaptığı
gelmektedir. İkinci olarak da arzu, istek, ihtiyaç ve içgüdüler doğrultusunda iradenin bir
şeye yönelişi veya reddedişi söz konusu edilmektedir. İşte insan sahip olduğu bu özellik
dolayısıyla eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmekte, mükâfat veya cezaya muhatap
olmaktadır.
İrade kavramı Kur’an’da sadece Allah ve insan ile değil, aynı zamanda ruhani
varlıklarla da ilişkilendirilmektedir. Şeytanın iradesine vurgu yapılan ayetlerde onun
insanları dalâlete düşürme arzu ve isteği dile getirilmektedir.159
Sonuç olarak irade kavramı Kur’ân-ı Kerim’de hem Allah’a hem insana hem diğer
ruhani varlıklara nispet edilerek birçok yerde geçmektedir. İrade-Allah ilişkisini ortaya
koyan ayetlerde ilahi iradenin mutlak, değişmez ve önüne geçilmez olduğu, iyi-kötü,
güzel-çirkin, faydalı-zararlı vb. olmak bakımından kâinatta meydana gelen her şeyin,
Allah’ın iradesi ile gerçekleştiği belirtilmektedir. Aynı zamanda O’nun iradesinin
mutlaka amaçlı, anlamlı, hikmetli ve âdil olduğu, insanlar için asla zulmü, kötülüğü ve
meşakkati murat etmediği bildirilmektedir. İrade-insan münasebetini açıklayan ayetlerde
ise, insanın tercihleri ile eylemlerinde hür ve serbest olduğu, herhangi bir şekilde baskı
ve zorlama altında bulunmadığı ifade edilmektedir. Bununla birlikte insanın iradesinin
Allah’ın iradesi ile sınırlandırıldığı ve insanın sadece Allah’ın izin verdiği ölçüde
isteyebildiğini îma eden ayetlerde mevcuttur. Allah’ın mutlak irade ve dilemesine vurgu
yapan bu tarz ayetler, Kur’an’ın kendi bütünlüğü içerisinde değerlendirilmediği takdirde
cebrî bir bakış açısının sergilendiği kanaatine ulaşılması kaçınılmaz olacaktır. Ayetleri
doğru anlamak için yapılması gereken şey Kur’an’ı kendi bütünlüğü içerisinde ve konu
157
Bakara 2/233; Al-i İmran 3/152; Enfal 8/67; Maide 5/113, Hud 11/15; Şura 42/20.
Mustafa Çağrıcı ve Hayati Hökelekli, “İrade”, DİA, c. 22, s. 381; Bkz: Al-i İmran 3/145; İsra 17/18,
19; Ahzab 33/28-29; Enfal 8/62, 67, 71; Yusuf 12/25; Ta-ha 20/68; Hac 22/25; Bu manayı ifade eden
ayetler için bkz: Al-i İmran 3/145; İsra 17/18, 19; Ahzab 33/28-29; Enfal 8/62, 67, 71; Yusuf 12/25; Taha 20/68; Hac 22/25.
159
“… Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” Nisa 4/60; ayrıca bkz: Maide 5/91.
158
36
ile ilgili bütün ayetleri göz önünde bulundurarak anlamaya çalışmak gerekmektedir.160
Çünkü Kur’an’da Allah’ın mutlak iradesinin yanında insanın özgür bir iradeye sahip
olduğuna, Allah’ın iradesinin insanın iradesine bağlı bulunduğuna delalet eden ayetler
de yer almaktadır.161 Bu türden ayetlerin cebir ifade edip etmediği son bölümde yer alan
hidayet-dalâlet meselesinde ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
1.6. KUDRET
Kelâm ilminde bir eylemi gerçekleştirmeye yönelik güç anlamında ele alınan kudret
kavramı, kaza-kader, dolayısıyla insanların eylemlerine ilişkin tartışmalarda söz konusu
edilen, ihtiyarî eylemlerin meydana gelmesindeki rolü, Allah’ın kudreti ve insanın
kudretinin eyleme etkisinin ne olduğu araştırılan bir kavramdır.
Arapça ‫ر‬-‫د‬-‫ ق‬kökünden mastar olan kudret kavramı, tâkat, güç, kuvvet, vüs’at, erk,
iktidar, zenginlik, bir şeye gücü yetmek, bir işi ölçülü ve planlı bir şekilde yapmak,
kuvveti olmak, muktedir olmak, bir şeye sahip olmak, bir şeyi bir şeye kıyaslamak, bir
şeyi irade etmek, bir şeyi bilmek, hüküm, tazyik etmek, daraltmak gibi anlamlara
gelmektedir.162 Kudret ayrıca bir amaca ulaşmayı sağlayan özellik, yetenek ve kabiliyet
manalarında da kullanılmaktadır.163 Allah’a nispet edildiğinde, dilediği şeyi eksiği ve
fazlası olmaksızın hikmet çerçevesinde yapmak, bütün yönleriyle güç yetirememe ve
acizliğin O’ndan nefyedilmesi manasını taşımaktadır.164
Kudret kavramı, istitaat, kuvvet, takat, cehd ve vüs’at gibi kelimelerle, bazı anlam
farklılıkları olmakla birlikte, eş anlamlı olarak kullanılan bir kavramdır.165 Nitekim
istitaat, Allah’ın, irade ve ihtiyar sahibi varlıkta ihtiyarî fiilleri yapması için yarattığı bir
arazdır.166 Kudret, alternatiflerden birini isteyerek yapma gücünü ifade ederken, kuvvet,
bir işi tek alternatife bağlı ve zorunlu olarak gerçekleştirmek demektir. Tâkat ise, sadece
160
Ahmet Akbulut, “Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, A.Ü. Basımevi,
Ankara 1992, c. 33, s. 142.
161
Bkz: Kehf 18/29; Fussilet 41/40; İnsan 76/29.
162
İbn Manzur, Lisanü’l- Arab, c. 5, s. 80; Cürcânî, Tarifat, s. 221-222; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 3, s. 481482; Firûzâbâdî, Okyanus, c. 2, s. 618-620; Isfehani, Müfredat, s. 396; Cubran, Raid, s. 1159.
163
Ali Bardakoğlu, “Kudret”, DİA, Ankara 2002, c. 26, s. 317-318; Bekir Topaloğlu, “Kadîr”, DİA,
Ankara 2002, c. 26, s. 316-317.
164
Halebî Semin Ebu'l-Abbas Şihabüddin Ahmed b. Yusuf b. Abdiddaim, Umdetü’l-Huffaz fi Tefsiri
Eşrefi’l-Elfaz, Alemu’l-Kutub, Beyrut 1993, c. 3, s. 327.
165
Cürcânî, Tarifat, s. 221-222; İbn Ebi’l-İzz Ali b. Ali b. Muhammed, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye,
tahkik: Abdullah b. Abdulmuhsin Şuayb el-Arnavut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1992, c. 2, s. 633.
166
Cürcânî, Tarifat, s. 310-311.
37
belli bir fiili yapmaya yetecek miktardaki güce verilen addır. Vüs’at’e gelince o, birden
fazla fiili yapmaya elverişli güce denir.167 Cehd de eylemi meşakkatle elde etmek
anlamına gelmektedir.168
Istılah olarak kudret, yaşam sahibinin, kendi iradesi ile bir işi yapmaya ya da
yapmamaya güç yetirdiği bir sıfat olarak tanımlanmıştır.169 Bunun içindir ki kavram,
fiilin meydana gelmesinde irade üzerinde etkisi bulunan bir sıfat olarak da tarif
edilmiştir.170 Amidi’ye (ö: 631/1233) göre kudret, bir şeyin yokluktan varlık sahasına
çıkmasını gerektiren bir sıfattır.171 O’nun bu tanımlamasına göre kudret, vücudî bir sıfat
olup, eylemin varlığı ya da terkini mümkün kılmaktadır.
Kudret kavramının Kur’an’daki kullanımı araştırıldığında bir yandan Allah diğer
taraftan da insan ile alakalı bir şekilde kullanıldığı görülecektir. İlgili ayetlerde172 kudret
genel olarak bir eylemi gerçekleştirmeye yönelik güç, kuvvet ve yetenek anlamında
kullanılmıştır. Bununla birlikte Allah’a ve insana nispeti açısından bazı farklı manaları
da ihtiva ettiği görülmektedir. Kavram Kur’an’da kâdir, kadîr ve muktedir siygalarında
Allah’a nispet edilmiştir.
Allah-kudret ilişkisini ifade eden ayetlerde güç yetirmek, ölçülü ve planlı bir şekilde
yaratıp düzenlemek manaları daha ön plandadır. Ayetlerde Allah’a nispet edilen sıfat
kalıbındaki kâdir, kadîr ve muktedir isimleri173 genellikle âciz olmayan, aklen imkân
dâhilinde bulunup muhal statüsüne girmeyen her şeye kayıtsız şartsız gücü yeten
anlamlarını muhtevîdir. Bununla birlikte ilgili ayetler dikkatle incelendiğinde
mübalağalı ism-i fail siygasında kadîr isminin ism-i fail siygasında kâdir’e göre daha
vurgulu bir manaya sahip olduğu görülecektir. Nitekim kâdir isminin geçtiği ayetlerde
ilâhî kudret, ayet indirmek, 174 azap göndermek, 175 ölüleri diriltmek,176 tabiatın ve sosyal
167
Yavuz, “İstitaat”, DİA, İstanbul 2001, c. 23, s. 399-400.
Ebu’l-Beka, Kitabu’l-Külliyat, s. 107-109.
169
Fahreddin Razi, Kitabu’l-Erbain fi Usuli’d-Din, Haydarabad 1353, s. 122-123; Cürcânî, Şerhu’lMevakıf: Haşiye ala Şerhi'l- Mevakıf fi İlmi'l- Kelâm, Matbaa-i Amire, İstanbul 1311, c. 6, s. 78; Gazali,
el-İktisad fi’l-İtikad, Matbaatu Mustafa el-Babi el-Halebî, Kahire 1963, s. 44.
170
Cürcânî, Tarifat, s. 222.
171
Amidi, Kitabu’l-Mübin fi Şerhi Maani Elfazi’l-Hukema ve’l-Mütekellimin, tahkik: Hasan Mahmud eşŞafi, Kahire 1993, s. 120.
172
Abdulbaki, el-Mu’cem, s. 682-683.
173
“…Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Bakara 2/20; ayrıca bkz: En’am 6/37, 65;
Mu’minun 23/18, 95; Ahkaf 46/33; Mearic 70/40; Kıyame 75/4, 40; Tarık 86/8.
174
En’am 6/37.
175
En’am 6/65.
168
38
hayatın işleyişini ilgilendiren kanunları yürütmek177 gibi alanlara yönelikken, kadîr
ismi, geçtiği kırk beş ayetin otuz beşinde birçok konuya değindikten sonra “Allah her
şeye hakkıyla gücü yetendir” buyurularak onun gücünün her şeyi kapsadığı
belirtilmiştir. Bunun içindir ki kudret kavramı ism-i fail olarak insanlara da izafe
edildiği halde, mübalağalı ism-i fail siygasında ise sadece Allah’a nispet edilmiştir.178
Çünkü kadîr, dilediği şeyi hikmetin gerektirdiği şekilde eksiksiz bir biçimde
gerçekleştiren fail demektir. Dolayısıyla Allah’tan başka hiçbir varlığın kadîr olarak
nitelendirilmesi imkânsızdır.179 Kudret kavramına yüklenen bu manalardan anlaşılan
odur ki, kâinatta meydana gelen her türlü olay ve insanın eylemleri Allah’ın kudreti
doğrultusunda meydana gelmektedir. Daha sonraki bölümlerde görüleceği üzere insanın
eylemlerinin meydana gelmesinde biri insana diğeri de Allah’a ait olmak üzere iki yön
bulunmaktadır. Allah’a ait olan yön yaratmayı içermekte, yaratmanın meydana
gelebilmesi için de yaratıcının güç ve kuvvet sahibi olması zorunluluk arz etmektedir.
Kudret
insan
münasebetine gelince,
bu kavram sadece
iki ayette insanla
ilişkilendirilerek kullanılmıştır. Hem Yunus 10/24180 hem de Kalem 68/25181 ayetlerinde
bir yandan insanın eylemde bulunma gücüne sahip olduğu, diğer yandan da bu gücün
sınırlı bulunduğu ifade edilmektedir. Kur’an’ı incelediğimizde insanın kudretine vurgu
yapan kavramlardan birinin de “istitaat” olduğu görülecektir.
İnsanın ihtiyarî eylemlerini gerçekleştirmesini sağlayan güç ve yetenek anlamında
kullanılan istitaat, miladi 7. yüzyıldan itibaren kaza-kader bağlamında insanların
eylemlerine ilişkin tartışmalarda ortaya atılan bir kavramdır. Arapça ‫ع‬-‫و‬-‫ ط‬fiilinden
türeyen istitaat sözlükte, kuvvet, kudret, takat, kadir olma, güç yetirme, bir şeyi
yapabilme ve yapacak gücü olma gibi anlamlara gelmektedir.182 Istılahta ise insanın bir
eylemi gerçekleştirebilmesini sağlayan vasıtaları kullanarak ihtiyarî fiillerini yapmasını
sağlayan güç anlamına gelmektedir.183
176
Ahkaf 46/33; Kıyame 75/40.
Yasin 36/81.
178
Topaloğlu, “Kâdir”, s. 316-317.
179
Firûzâbâdî, Besair, c. 4, s. 246.
180
“…Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün ziynet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun
üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını zannettikleri bir sırada…” Yunus 10/24.
181
“(Yoksullara yardım etmeye) güçleri yettiği halde (böyle söyleyerek) erkenden yola çıktılar.” Kalem
68/25.
182
Cürcânî, Tarifat, s. 310-311; Yavuz, “İstitaat”, s. 399-400; Bekir Topaloğlu ve İlyas Çelebi, Kelâm
Terimleri Sözlüğü, s. 166.
183
Cürcânî, Tarifat, s. 310-311; İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, c. 8, s. 242; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 5, s. 444;
Firûzâbâdî, Okyanus, c. 3, s. 350.
177
39
İstitaat kavramı Kur’an’da müştakları ile birlikte fiil kalıbında kırk iki yerde
geçmektedir. Bu ayetlerden otuz altısında kavram insanla184, beşi ilah olarak edinilen
nesnelerle185, biri de Allah ile ilişkilendirilmiştir. 186
İstitaat ile ilgili ayetlerden insanla bağlantılı olanlar onun sınırlı bir gücünün
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bazı ayetlerde insanın emir ve yasakları
yerine getirebilme gücüne sahip olduğuna işaret edilirken, 187 bir kısmında ise bazı
eylemleri yapma gücünün bulunmadığı188 belirtilmiştir. Allah’tan başka ilah olarak
edinilen nesnelerle alakalı olan ayetlerde ise herhangi bir şeye güç yetirememe manasına
vurgu yapılmaktadır.189
Sonuç olarak kudret ve istitaat kavramları hem Allah hem de insan hakkında
kullanılmakta olup kendisiyle nitelendiği varlığın iradesi doğrultusunda bir işi yapma ya
da terk etme ile vasıflandığını göstermektedir. Yani bu kavramlarla vasıflanan varlık,
irade ettiği takdirde eylemi gerçekleştirmekte veya terk etmektedir. Bununla birlikte
eylemin yapılması ya da terk edilmesi noktasında Allah için herhangi bir sınırlandırma
bulunmazken insanın kudretinin sınırlı olduğu görülmektedir. Allah, kudretle
vasıflandığı zaman O’ndan âcizliğin nefyedilmesi gerekirken, insan ise bazı eylemleri
yapmaya güç yetirmediği için âcizdir.
Kudret ve istitaat ile ilgili ayetlerde dikkat çekici bir başka husus da istitaatın kudretten
daha özel bir kullanıma sahip olmasıdır. Yani kudretin bulunduğu yerde istitaat zorunlu
olarak bulunmakla birlikte istitaatın olduğu yerden kudretin var olması zorunlu değildir.
Bu demektir ki Allah’tan başka hiçbir varlık mutlak manada kudretle vasıflandırılamaz.
184
“…Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır…” Al-i İmran
3/97; ayrıca bkz: Bakara 2/217, 273; Kehf 18/97; Enbiya 21/40; Yasin 36/67; Mücadele 58/4.
185
“Allah’tan başka taptıklarınızın ise size yardım etmeye güçleri yetmez. Onlar kendilerine de yardım
edemezler.” A’raf 7/197; ayrıca bkz: A’raf 7/192; Hud 11/20.
186
“Hani havariler de, ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirmeye güç yetirebilir mi?’
demişlerdi…” Maide 5/112.
187
Enfal 8/60; Hud 11/88; Teğabun 64/16;
188
Bakara 2/217, 273; Nisa 4/169; Kehf 18/97; Zariyat 51/45; Rahman 55/33.
189
Bkz: Enbiya 21/43; Yasin 36/75.
40
1.7. KESB
Kaza-kader probleminde ihtiyarî eylemlerin meydana gelmesinde insanın etkisini
gösteren ve kelâm literatüründe de ihtiyarî eylemlerin yaratılması bağlamında ele alınan
kesb sözlükte, bir şeyi kazanmak, elde etmek, sağlamak, temin etmek, yapmak,
gerçekleştirmek, rızkı talep etmek, toplamak, çalışıp çabalamak ve isabet etmek gibi
anlamlara gelmektedir.190 Kesb ayrıca ahlaki bir değer ifadesi olarak kişinin dünyada
yaptığı iyi veya kötü davranışları yüklenmesi ve taşıması gibi bir manayı da içeren bir
kavramdır.191
Kesb kelimesinin cahiliye dönemi Arap edebiyatında da kullanıldığı görülmektedir. Bu
şiirlerden birinde şöyle ifade edilmektedir192:
“Onu övdüm fakat ondan hiçbir şey kazanıp elde edemedim”
Bir başka şiirde ise kesb şu şekilde yer almıştır:
“O bana mal kazandırdığı için ben de ona teşekkür ettim”
Her iki şiirde de kazanmak anlamında kullanılan kesb kavramı eylemin eylemi
gerçekleştiren kişiye ait olduğunu gösteren bir delil olma niteliğindedir. Nitekim
Bravmann, kavramın bazen Arapça bir kelime olan “amile” gibi bir işleve sahip
olduğunu, eylemin gerçek şeklini oluşturduğunu ve eylemin o eylemi gerçekleştiren
kişiye aidiyetini temsil ettiğini ifade etmiştir.193
Istılah olarak kesb, bir yararı elde etmeyi sağlayan veya bir zararı uzaklaştıran fiildir
diye tarif edilmiştir.194 Isfehani (ö: 502/1108) kesbe olumsuz bir anlam yükleyerek onu,
insanın menfaat elde edeceğini zannederek topladığı, fakat sonra kendisiyle zararın elde
edildiği şeyleri ifade eden bir terim olarak tanımlamıştır.195 Kesbin âdeta kendisiyle
özdeşleştiği, hakkında “bu Eş’âri’nin kesb anlayışından daha zor” diye bir tabir dahi
dile getirilen Eş’âri’nin bakış açısına göre kesb, insanın kendisinde potansiyel olarak
190
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 1, s. 716-717; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 1, s. 455; Firûzâbâdî, Okyanus, c.
1, s. 469; Cubran, Raid, s. 1239-1240; Yavuz, “Kesb”, DİA, Ankara 2002, c. 25, s. 304-306.
191
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 1, s. 417.
192
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 1, s. 417.
193
M. M. Bravmann, "Heroic Motives in Early Arabic Literature", Der Islam, n. 36/1-2, y. 1960, s. 4-10.
194
Cürcânî, Tarifat, s. 236.
195
Isfehani, Müfredat, s. 430-431.
41
bulunan kudret ile yapmak istediği eyleme yönelmesidir.196 Onun bu tanımlama ile fiil
ve fiilin varlık kazanmasında etkin olan hâdis kudret arasında bir bağ kurulmasını
sağlayan insanın eylemdeki rolünü (insanın kudretinin fiile yaklaşımını) belirleyen bir
şeyin varlığına dikkat çektiği düşünülmektedir. Benzer bir bakış açısı sergileyen
Cürcânî’ye göre, insanın irade ve kudretiyle yakın ilişkisi bulunan kesb, eylemin
meydana gelmesinde, ona yer teşkil etme dışında herhangi bir tesiri ve müdahalesi
bulunmayan ve sadece fiile mukârin olan bir kavramdır.197
Kesb kavramı üzerinde incelemelerde bulunan Batılı düşünürlere göre bu kelime, bir
insanın eylemlerinden dolayı sorumlu tutulması, şayet gerçekleştirilen eylem yanlış ise
eylemi yapan kişinin cezalandırılması gerektiğini ifade etmektedir.198 Başka bir
anlatımla, Allah’ın eylemin yaratıcısı, insanın da eylemi yapan olduğunu açıklayan bir
kavramdır. Kesb kelimesi, bir eylemi yapmak, uygulamak, yerine getirmek-îfa etmek,
bir eylem üzerinde çalışmak-çabalamak gibi manaları içermektedir.199 Bir fiilin
meydana gelmesinde fâil ve fiili arasındaki ilişkiyi açıklayan bir kavramdır. Fâil o fiili
yapan, gerçekleştiren yani kesbedendir.200
Bu açıklamalardan ve biraz sonra Kur’an’daki kullanımından da göreceğimiz üzere
kesb, kaza-kader anlayışı doğrultusunda insanın eylemleri ile ilişkilendirilerek
kullanılan bir kavramdır. Çünkü kavramın tanımında yer alan bir yarar sağlamak veya
zararı uzaklaştırmak gibi bir durumun Allah’ın eylemleri hakkında düşünülmesi
imkânsızdır. Haddi zatında kavramın ortaya çıkış ve gelişim sürecine bakıldığında,
onun ihtiyarî eylemlerde insanın nasıl bir rol üstlendiğini tespit etmek için kullanıldığı
görülmektedir.
Kavramın nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı hususuna gelince bu durum tam olarak
bilinmemekle birlikte onu ilk kullanan kişinin kim olduğu hususunda iki farklı görüş
bulunmaktadır.
196
Bazılarına
göre
insanların
kendi
eylemlerinin
sorumluluğunu
Cüveyni, eş-Şamil fi Usuli'd-din, tahkik: Helmut Klopfer, Daru’l-Arab, Kahire 1989, s. 69; Şehristânî;
Nihâyetü'l-İkdâm, s. 88.
197
Cürcânî, Şerhu'l-Mevakıf, c. 8, s. 146.
198
Watt, The Formative Period of Islamic Thought, Edinburgh 1973, p. 191-194.
199
Michael Schwarz, "Acquisition" (kasb) in early Kalam" in Islamic Philosophy and the Classical
Tradition (Walzer Festschrift), eds. S. M. Stern, A. Hourani and V. Brown, Cassirer 1979, p. 357.
200
R. M. Frank, "The Structure of Created Causality" Studia Islamica, n. 25, y. 1966, p. 59.
42
kanıtlamak amacıyla kesb kavramını ilk kullanan kişi Ebu Hanife’dir (ö: 150/767).201
Diğer bazı âlimlere göre ise kavramı ilk kullanan Dırar b. Amr’dır (ö: 200/815).202
Onun en önemli nazariyelerinden olan kesb teorisi, insanın eylemlerinin hem Allah’ın
yaratması hem de insanların kesbi ile meydana gelmesi üzerine inşa edilmiştir.203
Yaptığımız araştırmalar, kesb kavramını ilk kullanan kişinin Ebu Hanife, bu nazariye ile
içerisinde bulunduğu Mutezilî düşünceye aykırı bir tutum sergileyen ilk şahsın Dırar b.
Amr, kesbi bir teori haline getirerek sistemli bir şekilde ele alan kişinin ise Eş’ari
olduğunu göstermektedir. Kesb kavramı hakkındaki bu kısa açıklamalardan sonra
kavramın Kur’an’daki kullanımının tahliline geçebiliriz.
Kur’ân’da kesb kavramı genel olarak insanın irade, ihtiyar ve kudretiyle yaptığı
eylemlerine işaret etmek üzere kullanılmıştır.204 Bununla birlikte ayetlerde mecazi bir
dil kullanıldığı da görülmektedir. Mesela Tebbet suresinde geçen kesb kavramıyla205
Ebu Leheb’in çocuğu kastedilmekte206, Bakara suresi 2/259 ayetinde geçen kesb207 ile
de niyet ve kasıta vurgu yapıldığı görülmektedir. Aynı zamanda Bakara 2/79 ayetinde
geçen kesb lafzının208 yazma karşılığında kazanılan para, Bakara 2/267 ayetinde209 ise
toplamak anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir.210 Mecazi anlamları dışında
Kur’an’daki kullanımına bakıldığında genel olarak bir şeyi azmederek, kastederek ona
yönelmek211; maddî kazanç sağlamak212; çabalamak ve amel213 gibi manalara geldiği
görülmektedir. Kesb kavramının geçtiği ayetler dikkatle incelendiğinde iyi eylemlerin
201
Kasım Turhan, “Kelâm ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri”, M.Ü.İ.F.V. Yay., İstanbul 1996, s.87;
Yavuz, “Kesb”, c. 25, s. 305-306; Ebu Hanife, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev: Mustafa Öz, M.Ü.İ.F.V.
Yay., İstanbul 1992, s. 73..
202
Watt, İslamın İlk Dönemlerinde Hür İrade ve Kader, terc: Arif Tekin, İstanbul 1996, s. 131.
203
Kadı Abdulcebbar, el-Muhit bi't-Teklif, Cem el-Hasan b. Ahmed b. Mat'taveyh, tahkik: Ömer esSeyyid Azmi, Kahire yy., 408; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, neşr.: Muhammed Fehmi Muhamrned,
Beyrut 1990, c. 1, s. 77-78.
204
Abdulbaki, el-Mu’cem, s. 767-768.
205
“Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı…”
206
Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., c. 5, Ankara 2006, s. 710.
207
“Allah sizi yeminlerinizdeki boşboğazlıktan ötürü sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kesb
ettiklerinden sorumlu tutar…”
208
“…kazandıklarından dolayı onlara yazıklar olsun”
209
“Ey iman edenler biriktirdiklerinizin temizlerinden infak edin…”
210
Damegani Ebu Abdullah Hüseyin b. Muhammed, Kamûsu’l Kur’an: Islahu'l-vücuh ve'n-nezair fi'lKur'âni'l-Kerim, tahkik: Abdülaziz Seyyidü'l-Ehl, 4. Baskı, Darul İlm li’l-Melayin, Beyrut 1983, s.404.
211
Bkz: Bakara, 2/225; 281; 134; 141; Maide, 5/89; Tur, 52/21; Tebbet, 111/02; Al-i İmran, 3/25; En’am,
6/70; 158; Ra’d, 13/33; İbrahim, 14/51.
212
Bakara, 2/267.
213
Bakara, 2/286; Al-i İmran, 3/61.
43
kişinin veya toplumun lehine, kötü davranışların ise aleyhine olduğu, bunun neticesinde
de ahiret hayatında mükâfat veya ceza verileceğinin belirtildiği müşahede edilecektir.
Kesb kelimesinden türemiş olmakla beraber iktisab kavramı kullanıldığı yer itibarıyla
farklılık sergilemektedir. Kesb, kişinin hem kendisi hem de başkası için elde ettiği
kazancı ifade ederken, iktisab daha ziyade kişinin kendi kazancı için kullanılan bir
kavramdır. Kesb kolay olan ve hatta niyetle bile elde edilebilecek kazancı belirtirken
iktisab ise genellikle zor ve oldukça meşakkatli bir çalışma neticesindeki kazanca vurgu
yapmaktadır.214 Nitekim İbn Kayyım’a (ö: 751/1350) göre kesb, Kur’an’da kalbin akdi
ve azmi, sa’y, amel, ticaret ve mal kazanma gibi anlamlara gelmektedir.215 Bu
açıklamalardan sonra kesb kavramının Kur’an’daki kullanımını sistematik bir şekilde üç
temel başlık altında özetlemek mümkündür. Bunlardan birincisi azmetmek ve
kastetmek,216 ikincisi ticarette mal kazanmak, 217 üçüncüsü de gayret göstermek,
yapmak, çalışmak, çabalamak ve elde etmektir.218
Sonuç olarak Mutezile, Eş’ari ve Maturidi mezhepleri tarafından üzerinde önemle
durulan ve muhtevası bakımından mezhepler arasında üzerinde bir takım eleştirilerin
yapıldığı kesb kavramı, hem Kur’an’da hem de kelâm ilminde insan ve eylemleri
arasındaki ilişkiyi ortaya koymak üzere kullanılan bir kavramdır. Sözlük ve ıstılah
anlamları ile Kur’an’daki kullanımı, eylemin o eylemi yapana ait olduğunu açık bir
şekilde göstermektedir. Nitekim ilgili ayetler insanın yaptığı iyiliklerin kendisi için bir
kazanım olduğunu, kötülüklerin ise aleyhine bir delil teşkil ettiğini belirtmektedir.
Kaza-kader probleminin temelinde insanın eylemlerini hür olarak mı yoksa cebir altında
mı gerçekleştirdiği sorusu olduğu düşünüldüğünde ihtiyarî eylemlerin meydana
gelişinde insanların sahip olduğu gücün etkisini ortaya koyan kesb kavramı problemin
çözümünde önemli bir yer tutmaktadır.
214
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 1, s. 717.
İbn Kayyım el-Cevziyye Ebu Abdillah b. Ebi Bekr, Şifau’l-Alîl fi’l Mesaili’l-Kazai ve’l-Kaderi ve’l
Hikmeti ve’t-Te’lil, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut yy., s. 230.
216
“Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat sizi kalplerinizin kazandığı (bile bile
yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar.” Bakara 2/225. Görüldüğü üzere bu ayette kesb, azmetme ve
kastetme anlamında kullanılmıştır.
217
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın helal ve iyisinden
harcayın.” Bakara2/267. Kesbin bu ayette bir ticaret sonucunda elde edilen kazanç manasında
kullanıldığı aşikârdır.
218
“…Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır…” Bakara 2/286; ayrıca bkz:
En’am 6/129; A’raf 7/39.
215
44
Kaza ve kader meselesi ile ilişkisi bulunduğu düşünülen kaza, kader, fiil, ilim, irade,
kudret ve kesb kelimelerinin kavramsal tahlilinden sonra Maturidi’nin meseleye
yaklaşımını analiz edebiliriz.
45
BİRİNCİ BÖLÜM
MATURİDİ’YE GÖRE FİİLLERİN MEYDANA GELİŞİ
Kaza ve kader konusu tüm İslam kelâmcılarının olduğu kadar Maturidi’nin de üzerinde
önemle durduğu konular arasında yer almaktadır. Bu konu bir yandan her şeyin
yaratıcısı, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi bir varlık olan Allah’ın hâkimiyetini, diğer
taraftan da Allah’ın kendisine muhatap aldığı insanın özgürlüğünü doğrudan
ilgilendirmektedir. Bu bölümde Maturidi’nin kaza ve kader kavramlarının sözlük, ıstılah
ve Kur’andaki anlamlarından hangilerini tercih ettiği ve bu kavramları nasıl
değerlendirdiği üzerinde durulacaktır.
1.1. KAZA
Maturidi kaza kavramını ayetlerden deliller getirerek ve kazandığı manalardan
hangilerinin Allah’a, hangilerinin de insana nispet edilip edilemeyeceği sorusuna cevap
arayarak açıklamaya çalışmıştır. Ayrıca diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de
özellikle Ka’bi’yi (ö: 317/929) kendisine muhatap alıp onun mevzu ile ilgili görüş ve
düşüncelerini eleştirmek suretiyle konuya daha bir genişlik kazandırmayı amaçlamıştır.
Kavramı, yaratmak219, hükmetmek220, haber vermek ve bildirmek221, emretmek222,
yapıp bitirmek223 olmak üzere beş farklı manada kullanmış, bunlardan hangilerinin
Allah’a
nispet
edilip
edilemeyeceğini
açıklamıştır.224
Maturidi
geleneğinin
temsilcilerinden olan Nesefî (ö: 508/1114) ise kavrama bu beş mana dışında bitirmek,
219
“…Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi.” Fussilet 41/12;
Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 369; “O bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece ‘ol’ der, o da hemen
oluverir.” Al-i İmran 3/47; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 270.
220
“…Artık sen vereceğin hükmü ver…” Ta-ha 20/72; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 300.
221
“Biz kitapta İsrailoğullarına ‘yeryüzünde muhakkak ki iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir
kibre kapılacaksınız’ diye bildirdik.” İsra 17/4; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 134-135.
222
“Rabbin kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak
emretti” sra 17/23; Maturidi bu ayette yer alan kaza kelimesinin ne anlama geldiği üzerinde detaylı
açıklamalarda bulunarak şu ifadelere yer vermiştir: “Bazı âlimlere göre bu ayetteki kaza kelimesi
hükmetmek, bazılarına göre emretmek, diğer bazıları açısından ise vasiyet etmek ve sorumlu tutmak
anlamına gelmektedir. Kutebi’nin ise farz ve zorunlu kılmak manasında değerlendirdiğini belirttikten
sonra onun farz, mühür, hüküm ve emir manalarının tümünü içerdiğini dile getirmiştir.” Maturidi,
Te’vilat, c. 3, s. 145.
223
“Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle yola çıkınca …” Kasas 28/29; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 594.
224
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306-307.
46
boşalmak ve fiil gibi farklı anlamlar yüklemekte, Kur’an ayetlerinden ve cahiliye
dönemi şiirlerinden delil getirerek kavramın içerdiği anlamları izah etmektedir.225
Kaza kelimesinin yaratmak ve hükmetmek manasının Allah’a nispet edilebileceğini
belirten Maturidi, bu anlamı ifade eden ayetlerin Allah’ın her türlü eylemin yaratıcısı
olduğuna ve onlara hükmettiğine delalet ettiğini dile getirmiştir.226 Maturidi, yaratmayı
da eşyanın kendi mahiyetine aykırı olmayacak şekilde meydana getirmek ve tüm varlık
âleminin yaratılışına en uygun düşecek şekilde bulunmasını sağlamak olarak
tanımlamıştır.227 Yaratma anlamına gelen kaza aynı zamanda kendisiyle vasıflanan
kimsenin ilim ve hikmet sahibi olmasını da zorunlu kılacaktır. Çünkü bir şeyin yaratılış
bakımından kendisine en uygun düşecek pozisyona sahip olmasını sağlamak o şeyi her
türlü ayrıntısı ile bilmeyi gerektirmektedir. Her şeyin tam ve eksiksiz olarak yerine
konulması ise hikmetin bir gereğidir.228 İşte bu yüzdendir ki ilim ve hikmet sahibi olan,
deliller ve burhanlar ışığında haklıya hakkını veren âlime kadı229, kadının bir kimse
hakkında vermiş olduğu karara da hüküm denilmiştir.230
Allah’ın bir şeyi yaratması ve o şey hakkında hüküm vermesi anlamındaki kazayı
Maturidi, ilim ve tekvin sıfatları ile ilişkilendirmektedir. Nitekim ona göre Allah’ın
belirli bir zaman ve mekânda belirli bir işi yapacağına hükmetmesi, o işin olacağını
bilmesi ve onu yaratmasından ibaret bir durumdur.231 Hal böyle olunca, bu hükmün
insan üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olup olmadığı sorusu akla gelecektir. Bu soru
“Maturidi’de irade” bahsinde yer alan irade ve kaza-kader ilişkisi bölümünde geniş bir
şekilde analiz edilecektir.
Kazanın, “bildirmek, haber vermek ve vahyetmek” manasında kullanımına gelince
Maturidi, kavramın bu şekilde kullanımını önemli kıraat âlimlerinden naklederek
bildirmiş, Allah’ın bildiği bir şeyi haber vermesi manasında ona izafe edilebileceğini
belirtmiştir.232 Ona göre emir manasındaki kaza fayda ve yarar sağlayan şeyler alanında
225
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310.
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 86; c. 2, s. 358, 528; c. 4, s. 337.
227
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306, 313; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310.
228
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306.
229
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306; Te’vilat, c. 4, s. 338.
230
Nesefî, Kitâbu’t-Tevhîd, c. 2, s. 310.
231
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306; Te’vilat, c. 1, s. 270; c. 2, s. 357, 359; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 311.
232
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306; Te’vilat, c. 3, s. 57; c. 4, s. 337; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 311.
226
47
Allah’a nispet edilebilir.233 Nitekim Allah’ın zarar veren ve kötü olan bir şeyi emretmesi
muhal olan bir durumdur. O halde insanlar tarafından meydan gelen her türlü kötülüğü
Allah’ın kazası ile nasıl bağdaştırabiliriz?
Maturidi’nin bu tarz bir soruya karşı cevabında çıkış noktası, kaza kavramına yüklediği
manalarda yatmaktadır. Yanlış, kötü, zarar veren, zulüm ve haksızlık içeren, küfre
götüren bir takım eylemlerle Allah’ın kazasının ilişkisi hüküm anlamında, iyilikler alanı
ile alakası bulunan eylemlerde ise emir anlamındadır. Yani Allah yanlış olan bir şeyin
yanlışlığına, tutarsız olan bir şeyin de tutarsızlığına hükmetmiş, her türlü iyiliği ise
emretmiştir.234 Nesefî ise her türlü iyilik ve kötülüğün Allah’ın kazası ile ilişkisini halk
ve tekvin sıfatları ile irtibat kurarak açıklamaktadır. Nitekim ona göre kâinatta meydana
gelen her türlü eylemi Allah’ın kaza buyurması, bunların hepsinin Allah’ın yaratması ve
tekvini ile olduğudur.235
Maturidi, bir işi yapıp bitirmek, o işten fariğ olmak anlamındaki kazanın Allah hakkında
kullanılmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Çünkü bu anlam, Allah’ın bir işle
meşgul olması veya onu yapıp bitirmesi neticesinde sorumluluktan kurtulması
gerekecektir ki bu, Allah hakkında imkânsızdır. Böyle bir mana mecazi olarak ancak
yarattığı herhangi bir varlığın meydana gelme sürecini tamamlamak anlamında Allah’a
nispet edilebilir.236
Maturidi’nin kaza kavramına yüklediği bu manalardan başka Nesefî ayrıca cahiliye
dönemine ait bir şiiri237 örnek vererek kazanın fiil anlamına geldiğini ve en uygun düşen
mananın da bu olduğunu belirtmektedir.238 Sabunî’de (ö: 580/1184) kazanın sadece bu
anlamına vurgu yaparak aynı şiiri delil getirmiştir.239 Onun böyle bir tutum
sergilemesinin nedeni diğer manaları kabul etmediğinden midir, yoksa Maturidi ve
Nesefî’nin tanımlamalarının bu kavramla alakası olmadığını düşündüğünden midir?
sorusuna
233
cevap
vermek
kolay
olmasa
gerektir.
Kanaatimize
göre,
eserini
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306; Te’vilat, c. 4, s. 337; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 311.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 307; Te’vilat, c. 4, s. 119.
235
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 311.
236
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 306; Te’vilat, c. 3, s. 19-20, 589; c. 2, s. 583; c. 1, s. 495; Nesefî,
Tabsıra, c. 2, s. 310.
237
Şiir şöyledir: “İkincinin de üzerinde Davut peygamberin veya zırh sanatkârı meşhur Tübbe’in sağlam
ve maharetle yaptığı iki zırh vardı” Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310.
238
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310.
239
Sabunî, el-Bidaye, s. 77.
234
48
incelediğimizde onun kelâmî meseleleri ayrıntılarına girmeden oldukça dar bir alanda
tartıştığı görülmektedir. Kullandığı bu yöntem kaza kavramına böyle bir yaklaşım
sergilemesinin temel nedeni olabilir.
Tüm bu açıklamalar ortaya koymaktadır ki Maturidi’ye göre bu kavram temel olarak her
türlü eylemin kendilerinde bulunan güzellik ve çirkinlik vasıflarıyla Allah tarafından
yaratılması, bir şeye hükmedip karar vermek, ona uygun olan sonucu belirlemek, o şey
hakkında söylenebilecek son sözü söylemek, bir şeyin son bulması ve tamamlanması
anlamlarına gelmektedir. Nitekim o Te’vilat isimli eserinde kaza kavramının beş
manasından bahsetmekte ve tanımlarında yaratma, inşa etme, bir şeyin son bulması ve
tamamlanması manalarını ön plana çıkarmaktadır. 240
Maturidi ekolünün kaza kavramına yükledikleri manalardan onun özellikle tekvin sıfatı
ile ilintili olduğu düşünülmektedir. Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak kaza
Allah’ın ezelde takdir ettiği şeyleri zaman, mekân ve diğer sebepler dâhilinde yokluktan
varlık âlemine çıkarması, yaratması demektir. Kavram ile ilgili bu tanımlamanın
Keskin’in aksine241 hem lügat hem de Kur’an’daki kullanımına daha uygun olduğu
düşünülmektedir. Çünkü bir şeyi yaratmak ve onun hakkında hüküm vermek onun
tamamlanması, yoklukla varlık arasının kesin olarak ayrılması demektir.
Kaza kavramı hakkında Maturidiler tarafından ortaya konulan yaklaşım tarzı, Eş’âriyye
ve Mutezile ekollerince benimsenen görüşlerle iki noktada farklılık arz etmektedir.
Bunlardan biri Eş’âri’nin kaza tanımlaması ve bu bakış açısının sonuçları, diğeri ise
Mutezilenin kaza-eylem münasebetini ele alış biçimi ile ilgilidir.
Maturidiler kazayı, eşyanın ve fiillerin yaratılması ve her şeyi layık olduğu en uygun
yere koymak242 olarak tanımlarken, Eş’âriler bu tanımı kader olarak kabul etmektedir.243
240
Maturidi burada kaza kavramının bir şeyi tamamlamak, sona erdirmek, bir şey hakkında hüküm
vermek, emretmek, haber vermek ve bildirmek manalarına geldiğini ifade etmekte ve yukarıda geçen
ayetlerle bu görüşünü desteklemektedir. Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 96;
241
Keskin çalışmasında kaza kavramının daha ziyade “bir işin tamamlanması” anlamında
kullanılabileceğini belirtmekte, bu yaklaşımına Nesefî’nin ferağ manasına daha fazla önem verişini delil
getirmektedir. Ancak Nesefî’nin eserini dikkatle incelediğimizde onun böyle bir tutum sergilemediğini,
bir şeyin tamamlanması ve sona ermesinden kastının bir şeyin yaratılması ve tekvini olduğu açıkça
görülecektir. Hatta Nesefî’ye göre kaza kavramının öne çıkan manası “fiil” dir ve bu Allah hakkında
düşünüldüğünde “yaratmak” tan başka bir şey değildir. Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310-311.
242
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 305; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 310; Ömer Nesefî, İslam İnancının
Temelleri Akaid, terc: M. Seyyid Ahsen, 17. Baskı, Bayrak Yay., İstanbul 1995, s. 137.
243
Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri Akaid, s. 138; Ali Arslan Aydın, İslam İnançları ve Felsefesi,
Çağrı Yay., İstanbul 1979, s. 361.
49
Yani Maturidilerin kaza olarak tanımladıklarına Eş’âriler kader, kader dedikleri şeye ise
kaza adını vermektedirler.244 Bu tutumun ne gibi sonuçlar doğurduğu mezheplerin kader
meselesine yaklaşımı değerlendirilirken ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.
Mutezile’ye gelince, onlar kaza kavramına Kur’an ayetlerini de delil getirmek suretiyle
bir işi yapıp bitirmek, bir işin yapılmasını istemek ve emretmek, haber vermek
manalarını yüklerken asıl üzerinde durdukları husus insanın eylemlerinin Allah’ın
kazası neticesinde olmadığıdır.245 Çünkü insanın eylemlerinin Allah’ın kazası ile
olduğunu kabul etmek, insan tarafından yapılan küfür ve zulüm gibi eylemlerin de bu
kazanın kapsamına girdiğini kabullenmek olacaktır. Bu durumda ise küfür, zulüm ve
şirke rıza göstermek gerekecektir. Dolayısıyla buradaki rıza, küfür ve şirk olmaktadır ki
bu durum aklın ve dinin kabul edeceği bir şey değildir.246
Maturidi, Mutezile’nin bu yaklaşımına kazanın onlar tarafından dile getirilmeyen
yaratma ve hüküm anlamı ile cevap vermiştir. Ona göre Allah’ın küfür, şirk ve zulüm
içeren eylemleri kaza buyurması, bu eylemlerin küfür, şirk ve zulüm oluşuna
hükmetmesi ve onları yaratmasıdır, razı olması değildir.247
Mutezile tarafından Allah’ın kazasının küfrü kapsamadığına dair ileri sürülen bir başka
delil de Peygamberimizden nakledilen kaza-i ilahi’ye rıza gösterme ile ilgili hadistir.248
Buradaki rızadan maksat, küfür, şirk ve zulüm gibi eylemlerin mutlaka yok olup ortadan
kalkması gereken şeyler olduğunu, bu tarz eylemlerden tövbe edilmediği takdirde
sahibini Allah’ın azabına müstahak kılacağını kabul etmektir. Çünkü Allah’ın kazası
aynı zamanda O’nun sıfatı olduğundan, küfür, Allah’ın kazası değil, kazasının bir
eseridir. Allah’ın kazasının bu tür eylemlerle ilişkisi onları yaratması, küfür, şirk ve
zulüm oluşlarına hükmetmesi yönündendir.249 Bu tartışmada Nesefî’nin dikkat çektiği
nokta Mutezile’nin delil getirme metodudur. Nitekim ona göre itikadî konularda onların
244
İbrahim b. Mustafa el-Halebî El-Mezari, el-Luma fi Tahkiki Mebahisi’l-Vucud ve’l-Hudus ve’l-Kader
ve Efali’l İbad, tahkik: Muhammed Zahid b. El-hasan el-Kevseri, Matbaatu’l-Envar, Kahire 1939, s. 32;
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, sad: Sabri Hizmetli, Ankara 1981, s. 329.
245
Kadı Abddulcabbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, s. 770-775.
246
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 307; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 311-312; Sabunî, El-Bidaye, s. 78.
247
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 307; Te’vilat, c. 3, s. 134-135.
248
Hadis şu şekildedir: “Benim kazama razı olmayan, belama sabretmeyen ve nimetime şükretmeyen
kimse kendisine benden başka bir Rab arasın” Münavi Zeynuddin Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadir
Şerhi’l-Camii’s-Sağir, Daru’l-Marife, Beyrut 1938, c. 4, s. 224; Ali el-Kari Ebu’l-Hasan Nureddin Ali b.
Sultan Muhammed, el-Ehadisu’l-Kudsiyyeti’l-Erbainiyye, Arif Efendi Matbaası, İstanbul 1316, s. 6.
249
Sabunî, El-Bidaye, s. 78.
50
herhangi bir hadisi kaynak olarak kullanması kabul edilebilir bir şey değildir. Aynı
zamanda o Mutezile’ye, şayet böyle bir tutum içerisine giriyorlarsa, bu hadisten daha
güçlü bir senede sahip olup “kaza ve kadere imanın zorunluluğunu” ifade eden
hadisleri niçin görmezden gelmektedirler? sorusunu da yöneltmektedir.
250
Son olarak
da hem Maturidi hem de Nesefî bu hadisin insanların başlarına gelen bir takım
musibetlere gönderme yaptığını, musibet zedelerin ise isyan değil sabrederek içerisinde
bulundukları
duruma
rıza
göstermeleri
gerektiği
hususunu
tavsiye
ettiğini
belirtmişlerdir.251 Mutezile’nin geleneksel tavrının dışına çıkarak bir hadisi delil
göstermeleri kendi anlayışlarını ön plana çıkarma çabasından başka bir şey olmadığı
düşünülmektedir.
1.2. KADER
Kelâm ekolleri arasında kaza kavramının hangi manalara geldiği hususunda çok büyük
görüş ayrılıkları ve tartışmalar bulunmamakla birlikte kader kelimesinin içerdiği
anlamlar ve doğurduğu sonuçlarla ilgili olarak önemli münakaşalar yapıldığı
görülmektedir. Biz öncelikli olarak Maturidi’nin kavramı ele alış şeklini ortaya
koymaya, ikinci olarak da diğer mezheplerin meseleye yaklaşımı karşısında
Maturidi’nin yerini ve kaza-kader münasebetini tespit etmeye çalışacağız.
Maturidi, kader kavramının biri genel diğeri de özel olmak üzere iki manayı ihtiva
ettiğini belirtmektedir. Her ikisinin de belirlemek, takdir ve tayin etmek anlamına
geldiğini dile getiren Maturidi, genel kaderi kâinatta meydana gelen olaylarla, özel olanı
ise her bir varlıkla ilişkilendirerek açıklamaktadır.
Genel anlamdaki kader, bir şeyin hayır-şer, hüsun-kubuh, hikmet-sefeh açılarından
sahip olduğu özelliklerin belirlenmesi demektir. Bu anlamdaki kader Allah’ın
vahdaniyetinin, rububiyetinin ve hikmetinin bir gereğidir. Nitekim hikmet her şeyi
kendisinin sahip olacağı, kendisine layık olan özellikler ile yapmak anlamına
gelmektedir.252 Özeli ifade eden kader ise her bir varlığın oluşacağı zaman ve mekân,
hak veya batıl oluş, mükâfat veya cezaya mahal bulunuş, her bir varlığın sahip
250
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 312.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 308; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 312.
252
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 307; Te’vilat, c. 2, s. 464, 625; c. 3, s. 398, 490; c. 4, s. 123, 202; c. 5, s.
316, 358, 385.
251
51
bulunacağı kabiliyet ve özelliklerle alakalıdır.253 Güneş ile ayın insan ve kâinat üzerinde
oluşturacağı farklı etki ve faydaların tayin ve tespit edilmesi254, Allah’ın bir nesnenin
varlık sahasına çıkmasını takdir ettiği vakte kadar onun yokluk halinde bulunması255 bu
anlamdaki kadere örnek verilebilir. Birinci mana, bütün kâinat hakkında potansiyel bir
belirlemeyi ifade ederken256 ikincisinde ise her bir varlığın bireysel olarak sahip
bulunacağı özellikleri takdir ve tayin etmek anlamı yer almaktadır.257
Kader kavramının manaları ile ilgili bu açıklamalarından sonra Maturidi, bunların insan
ile ilişkisi üzerinde durmaktadır. Ona göre her iki manada insanın ilim, irade ve kudret
açısından sahip olduğu kabiliyetlerin üzerinde bir yapıdadır. Nitekim insan, eşyanın ne
zaman, hangi mekânda ve vasıflarla meydana geleceğini belirleme yeteneğine sahip
değildir. Hem genel hem de özel manadaki kader ancak Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti
dâhilinde bulunmaktadır.258
Maturidi okuluna mensup mütekellimlerin eserlerini incelediğimizde onların da
Maturidi’nin kader ile ilgili görüş ve düşüncelerini aynen benimsedikleri ve aynı
delilleri kullandıkları görülmektedir. Nitekim Nesefî, onun konu ile ilgili görüşlerini
hemen hemen aynen aktararak kaderi tanımlamaktadır.259 Sabunî ise, onun ikili ayrımını
tek bir tanımda birleştirerek vermekle yetinmiş, delil olarak da aynı ayet ve hadisi
kullanmıştır.260
253
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 307.
Nitekim güneş zamanın ve mevsimlerin, ay ise ayların oluşmasında belirleyici olmaktadır. Maturidi,
Te’vilat, c. 2, s. 464.
255
Maturidi burada ceninin Allah’ın varlık sahasına çıkması için belirlediği süreye kadar anne rahminde
kalmasını örnek vermektedir. Maturidi, Te’vilat, c. 5, s. 358.
256
Maturidi bu manaya El-Kamer 54/49 ayetini delil getirmektedir: Bu ayet-i celilede yer alan kader,
farklı bir şekilde olması tasavvur edilemeyen belirleme anlamındadır. Aynı zamanda ayet kader ile
yaratmanın farklı olduğunu da ortaya koymaktadır. Allah önce varlık âleminin hayır-şer, hüsun-kubuh,
hikmet-sefeh, zaman-mekân, hak veya batıl oluş, mükâfat veya cezaya mahal oluş gibi sahip olacakları
kabiliyet ve özellikleri takdir etmiş, belirlemiş, daha sonra ise onları bu minval üzere yaratmıştır.
Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 269.
257
Maturidi bu manaya Cibril hadisini delil getirmektedir: Bu hadiste Hz. Peygamber ile Cebrail (as) ın
diyalogunda Cebrail (as) ın “iman nedir” sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği cevapta bulunan “…hayrı
ile şerri ile kaderin Allah’tan geldiğine inanmandır…” ibaresi bu mananın delili olarak takdim
edilmektedir. Müslim, İman 7; Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizi, Kader 10; Nesai, İman, 5-6; İbn Mace,
Mukaddime 9-10.
258
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 308; Te’vilat, c. 3, s. 292; c. 5, s. 160.
259
Nesefî’ye göre de kader ikiye ayrılmaktadır. Birinci manasına göre eşyanın, hayır-şer, husün-kubuh,
hikmet-sefeh bakımından taşıdığı mahiyet bakımından ezelde belirlenmesidir. İkinci manası ise, her bir
şeyin zaman-mekân, mükâfat-ceza bakımından sahip bulunacağı özelliği belirlemektir. Nesefî, Tabsıra, c.
2, s. 311-313.
260
Sabunî, el-Bidaye, s. 78.
254
52
Maturidi âlimlerce kavrama yüklenen manalarda kaderin belirleme, takdir etme, tayin
ve tespit etme olarak benimsendiği görülmektedir. Bu bakış açısının bir sonucu olarak
kaderi ilim ve irade sıfatları ile ilişkilendirmek gerekecektir. Çünkü kadere yüklenen
anlamlar yaratmadan ziyade yokluktan varlık sahasına çıkacak veya yok olacak bir
varlığın nasıllığının belirlenmesini çağrıştırmaktadır. Aynı zamanda kader, kâinatta
meydana gelmiş, gelmekte olan ve gelecek olan her şeyin rast gele ve gelişi güzel değil,
takdir, tayin ve belirleme neticesinde oluştuğunun en güçlü delili konumundadır.
Maturidiler tarafından kader, ezelden ebede kadar olmuş, olan ve olacak her şeyin hayırşer, hüsun-kubuh, hikmet-sefeh, zaman-mekân, hak veya batıl oluş, mükâfat veya
cezaya mahal teşkil ediş gibi hususiyetlerini, sahip bulunacakları kabiliyet ve özellikleri
bilip ezelde tespit ve tayin etmek diye tabir olunmaktadır.261 Eş’âri ekolü ise bu
tanımlamanın karşılığı olarak kazayı kullanmaktadır. Onlara göre kader, her bir varlığın
yokluktan varlık sahasına çıkması ile alakalıdır ve yaratma anlamına gelmektedir.262 Bu
anlama uygun olarak Cürcânî’de kaderi, varlığa da yokluğa da imkân dâhilinde bulunan
varlıkların teker teker yokluktan varlık sahasına çıkışı olarak tanımlamaktadır.263
Açıklamalardan da görüldüğü üzere Maturidi ve Eş’âri kelâmcılar kaza ve kader
kelimelerini farklı manalar yükleyerek açıklamaya çalışmışlardır. İmam Maturidi ve
takipçilerine göre kaza, Yüce Allah’ın tekvin sıfatı ile alakalı olan bir yaratmayı ifade
ederken, kader ise ilim sıfatına râcî olan belirleme ve takdir olmaktadır. Eş’âriler ise
tam tersi bir tutumla Maturidilerin kaza dediklerini kader, kader diye isimlendirdiklerini
de kaza olarak tarif etmişlerdir. Böylesi bir yaklaşım kaza-kader problemine çok farklı
bir bakış açısı sergilemeye yol açmamakla birlikte ihtiyarî eylemlerde insanın
sorumluluğunun temellendirilmesinde ortaya konulan görüşlerin esasını oluşturmuştur.
Maturidi ekolünün kaza ve kader ile ilgili tanımlamaları, kavramların lugat manası ile
oldukça benzerlik göstermektedir. Nitekim kader, eşyanın nitelik, nicelik, ölçü vb.
bakımlardan kabiliyet ve özelliklerini belirlemek olarak değerlendirildiğinde, kaza da
hükmün tamamlanması ve yaratmayı içerdiğine göre ilim ve iradeye taalluk eden
belirlemenin tekvinle alakalı olan yaratmadan öce olması daha tutarlı görünmektedir.
261
Sabunî, el-Bidaye, s. 194; Mezari, el-Lum’a, s. 35; Bicuri İbrahim el-Mısri eş-Şafii, Tuhfetu’l-Mürid
ala Cevheri’t-Tevhid, Matbaatu’l-Istikame, Kahire 1279, s. 58.
262
Eş’âri, Luma, Beyrut 1952, s. 46; Bakıllani, Kitabu’t-Temhid, Beyrut 1957, s. 326.
263
Cürcânî, Tarifat, Kahire 1938, s. 152.
53
Bu bakış açısının doğal bir sonucu olarak varlık âleminde vücuda gelen ya da yok olan
her şey Allah’ın kaza ve kaderinin bir eseridir. Bununla birlikte henüz varlık
kazanmamış şeyler ise kader olmakla birlikte kaza değildir. Çünkü her kaza, kader
olmaktadır, fakat her kader, kaza değildir. Yani kaza özeli, kader ise geneli ifade eden
bir kavramdır ve kader, kazadan önce gelmektedir. Bu iki kavram ayrıca kâinatta
meydana gelen her şeyin gelişigüzel ve tedbirsiz bir şekilde değil de Allah’ın ilmi,
iradesi, kudreti ve tekvini ile belirli bir düzen içerisinde meydana geldiğini de ifade
etmektedir. Şuur sahibi olmayan varlıklar-kaza/kader ilişkisinde herhangi bir sorun
ortaya çıkmazken264, insan-kaza/kader ilişkisi söz konusu olduğunda bir takım
problemlerde kendini göstermeye başlamıştır. İşte tam bu noktada mezhepler arasında
bazı görüş ayrılıkları kendini göstermiş, şu sorular gündeme gelmiştir:
Şayet kâinatta meydana gelen her şeyin belirleyicisi ve yaratıcısı Allah ise bu âlemin
içerisinde bulunan, irade ve ihtiyar kabiliyetine sahip olan insanın ihtiyarî eylemlerdeki
rolü ne olacaktır? Kader probleminin odak noktasını oluşturan “eylem-insan
münasebeti” göz önünde bulundurulduğunda insanın yaratıcı karşısındaki sorumluluğu
nasıl temellendirilecektir?
Cebriye mezhebi bu problemi insanı tamamıyla etkisiz hale getirerek çözmeye
çalışmıştır. Onlara göre insan fiillerinde mecburdur ve fiillerini gerçekleştirirken
herhangi bir irade ya da gücü bulunmamaktadır. Bir fiilin yapılışı bakımından o fiili
gerçekleştirene izafesi hususunda canlı ve cansız varlıklar arasında herhangi bir fark
bulunmamaktadır. Yani rüzgâr esti, yaprak düştü, çiçek açtı, yağmur yağdı vb. demekle,
filan kişi oturdu, yazı yazdı, kalktı, yürüdü, konuştu demek arasında hiçbir fark yoktur.
Nasıl ki cansız varlıklardan meydana gelen eylemler kendilerine mecazen nispet
ediliyorsa, insanlar tarafından gerçekleştirilenler de onlara mecazen nispet edilmelidir.
İnsan fiillerinde mecbur olup, ister zorunlu ister ihtiyarî olsun her türlü fiilini Allah
yaratmıştır.265 Cebriye’nin bu ifadelerinden bir eylemin meydana gelmesinde irade
264
Şuur sahibi olmayan varlıklar yaratılışları gereği bir eylemi gerçekleştirmelerini sağlayacak ve bu
yüzden de sorumluluğu gerektirecek akıl, irade, ihtiyar ve kudret gibi özelliklere sahip
bulunmadıklarından onların hal ve hareketlerinin Allah tarafından belirlenmesi herhangi bir probleme
mahal bırakmamaktadır.
265
Eş’âri, Makalat, s. 279; Bağdadi, el-Fark Beyne’l-Fırak, Kahire 1990, s. 211; Cüveyni, Kitabu’l-İrşad
ila Kavati’i’l-Edille fi Usuli’l-İtikad, tahkik: Es’ad Temim, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sikafiyye, Beyrut
1985, 1. Baskı, s. 210; Nesefî, Tabsıra, c. 2, Ankara, 2003, s. 173; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, tahkik:
Abdulaziz Muhammed el-Vekil, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1948, c. 1, s. 87; Taftazânî, Şerhu’l-Akaidi’nNesefiyye, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul yy., s. 353.
54
sahibi varlıklarla diğerleri arasındaki farkın sadece görünüşte kaldığı anlaşılmaktadır.
Başka bir ifadeyle irade sahibi varlıklar ilk bakışta fiillerinde hür ve muhtar görünürken,
onlara göre aslında mecburen o fiilleri gerçekleştirmektedir. Bu bakış açısının bir
sonucu olarak insan, Allah tarafından idare ve sevk olunan bir robot veya kukladan
farksız olmaktadır. Aynı zamanda insanın sorumluluk, ceza veya mükâfat bakımından
hiçbir şekilde muhatap olmadığı, peygamber gönderilmesinin, ilahi emir ve teklifin
hiçbir anlamı kalmadığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla kader, insanın yapmamak gibi
bir alternatifinin bulunmadığı ilahi belirleme olmaktadır. Bu yüzdendir ki onlar İzmirli
İsmail Hakkı’nın (ö: 1366/1946) da ifade ettiği gibi sorumluluğu yok sayacak kadar ileri
gitmişler ve kâinatta masiyet yoktur demekten bile sakınmamışlardır.266
Cebriye mezhebinin tam zıddı bir yaklaşımla hicri 2. asrın başlarında ortaya çıkan ve
kaderî anlayışın en büyük temsilcisi olan Mutezile mezhebi, insanın fiillerini kendi hür
iradesi ve kudreti ile gerçekleştirdiğini, yani insanın yapmış olduğu fiillerin aynı
zamanda yaratıcısı olduğunu ifade etmiştir.267 İnsanların fiilleri ve fâillerinin
Kelâm tarihi yakından incelendiğinde cebir görüşünü ilk olarak savunan kişilerin Ca’d b. Dirhem ve
Cehm b. Safvan olduğu görülecektir. Onlar bu görüşlerini En’am 6/102, Furkan 25/2 ve-A’raf 7/54, Fatır
35/37, Enfal 8/17 ayetleri ile de destekleyerek insanın yapmış olduğu eylemlerin kendisine ancak mecaz
yoluyla izafe edilebileceğini belirtmişlerdir.
266
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, s. 331; İzmirli’nin bu eserinde kader-insan ilişkisine cebrî
bakış açısını ortaya koyan şu beyit de oldukça önemlidir:
“Ma hiyetu’l-abdi ve’l-agdaru cariyetun
Aleyhi fi külli halin eyyuhe’r-rai
Elgahu fi’l-yemmi mektufen ve gale lehu
İyyake iyyake en tebbettele bi’l-mai”
Anlamı: Kader, insan üzerindeki hükmünü uygularken onun için herhangi bir çare bulunur mu? Bu
durumda çaresiz insan ne yapabilir? İlk önce ellerini arkaya bağlayıp denize atıyor, sonra da sakın ha
ıslanma! diyor. Böyle bir şeyin olması mümkün mü?
267
Eş’âri, Makalat, s. 227; Bağdadi, Fark, s. 114-115; Carullah Zühdi Hasan, el-Mutezile, Kahire, 1947,
s. 96; Muhammed Ammara, El-Mutezile ve Müşkiletü’l-Hürriyyeti’l-İnsaniyye, Beyrut 1988, s. 78.
Mutezile bu görüşünü beş temel esaslarından olan adalet prensibi ile açıklamaya çalışmıştır. İnsanın
eylemlerinde hür olduğunu, yapmış olduklarından sorumlu tutulabilmesinin yapılan şeyi hür iradesi ile
gerçekleştirip gerçekleştirmemeye bağlı olduğunu, ister iyi ister kötü olsun her türlü eylemin yapma ve
yaratma yönünden insanın kendisine ait bulunduğunu, bu yüzden de emir ve yasağa muhatap olduğunu,
mükâfat ya da cezayı hak ettiğini kabul etmektedir. Mutezile’ye göre şayet insan eylemlerinde hür olmaz
ise Allah, insanları belirli fiilleri yapmaya zorlamış, iyi işlerden dolayı mükâfat, kötü işlerden dolayı da
ceza vererek zulmetmiş olurdu. Bu anlayışın bir neticesi olarak Kadı Abdülcebbar el-Muğni’de insanın
eylemlerinin yaratıcısı ve muhdisinin Allah olduğunu söyleyen birinin hata içerisinde olduğunu dile
getirmektedir. Allah adildir ve kullarına asla haksızlık etmez. Allah’ın adaletinin gereği olarak insanların
irade hürriyetine sahip olması zorunludur. Şayet insan özgür bir iradeye sahip değilse, Allah’ın hikmeti ve
adaleti gereği insanın sorumlu tutulması mümkün değildir. Mutezile, benimsemiş olduğu bu görüşünü
Kur’an ile de desteklemeye çalışarak Yunus 10/108; En’am 6/104; Nisa 4/40 ayetlerini delil getirmiştir.
Mutezile bu ve benzeri ayetlerden yola çıkarak insanların kendi hür irade ve tercihleri ile fiillerinin
yapıcısı ve yaratıcısı olduğunu, insanların fiillerinde Allah’ın takdir ve yaratma yönünden herhangi bir
müdahalesinin bulunmadığını kabul etmektedir. Mutezile, benimsediği bu fikirlerle bir fiili istemek, güç
yetirmek ve meydana getirmek bakımından insanın her yönden yetkili kılındığını, yani tefviz inancını
kabul etmiş olmaktadır. Kadı Abdu’l-Cebbar, el-Muğni, c. 8, s. 3; Şerhu Usuli’l- Hamse, s. 301, tahkik:
55
belirlenmesi
hususunda
Mutezile’nin
özellikle
şu
noktalara
vurgu
yaptığı
görülmektedir: Birincisi, insanın ihtiyarî fiillerinin yaratıcısı Allah değil, bizzat insanın
kendisidir. İnsan fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu kabul etmek, bir fiile iki fâil,
bir güç yetirilene iki kudret sahibi isnat etmektir ki bu batıldır. İkincisi, insan fâil-i
muhtardır ve fiillerini kendi kasıt ve iradesine göre meydana getirir. Bu yaklaşımı ile
Mutezile, Cebriye’nin fiillerde zorunluluk ilkesi ve fiillerin mecazi anlamda insana
nispet edilmesi anlayışının tam tersini kabul etmektedir. Yani insan, fiillerini meydana
getirmede herhangi bir zorunluluk altında bulunmamaktadır ve fiiller insana mecazi
değil hakiki manada isnat edilmelidir.268 Dolayısıyla onlar bu yaklaşımları ile Allah’tan
insanların eylemlerini belirlemeyi ve takdir etmeyi nefyederek kaderi inkâr etmektedir.
Çünkü onlara göre kaderin beyan etmek manası dışında Allah’a nispet edilebilecek
başka bir anlamı söz konusu değildir. Allah’ın bir şeyi güzel ya da çirkin olarak takdir
etmesi, Allah’ın o şeyin güzel veya çirkin olmasını beyan etmesi anlamına
gelmektedir.269
Ehl-i Sünnetin iki büyük âliminden Eş’âri, Mutezile’nin ifade ettiğinin tam aksini
belirterek insanın fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu söylemiştir.270 Allah’ın her
şeye gücünün yetmesi Eş’âri’nin çıkış noktasıdır. Eş’ari bu görüşünü desteklemek için
“Oysa Allah, sizi de yaptığınız şeyleri de yaratmıştır”271 ayetini delil getirmektedir.
Eşa’ri, Allah ve insanın eylemin meydana gelmesindeki rolünü kesb teorisi ile
açıklamaya çalışmıştır. O, yaratmak ve kesbetmek kavramları arasında fark olduğunu
ifade ettikten sonra, yaratmanın kadîm olan bir güçle fiilin ortaya çıkmasında âmil,
kesbin ise sonradan yaratılmış bir güçle fiil üzerinde etken olduğunu belirtmektedir. 272
Abdülkerim Osman, Kahire 1988; Cüveyni, Kitabu’l-İrşad, s. 200-201; Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd,
tahkik: Abdurrahman Umeyre, Beyrut 1989, c. II; s. 102; Tarif Khalidi, “Mu’tazilite Historiography:
Maqdisi’s Kitab al-Bad’ wa’l-Ta’rikh”, Journal of Near Eastern Studies, Vol. 35, No. 1 (Jan., 1976), pp.
1-12, The University of Chicago Press, s. 5.
268
Mutezilenin, "kul fiilinin halıkıdır yani insan kendi fiilini kendi yaratır" anlayışında bir fiili hem
yapma hem de yaratma yönünden insana her türlü yetkiyi vermesinin isabetli olmadığı açık bir şekilde
ortadadır. İçinde yaşadığımız dünyada tecrübe ile sabittir ki insan, her istediğini yapabilme güç ve
imkânına sahip değildir. Bir fiilin meydana gelmesinde en önemli yön yaratmadır. Yaratma ise şeyi
yokluktan varlık sahasına çıkarmak demektir. Sahip olduğu özellikler ve kabiliyetler ile insanoğlunun
yoktan var etme anlamında bir güce sahip olmadığı aşikârdır. Maturidi’nin konu ile ilgili görüşlerine yer
verirken göreceğimiz gibi yaratmanın sadece Allah’a ait olduğu ve yaratmak bakımında eşi ve ortağının
olmadığı hem aklî hem de naklî delillerle sabittir.
269
Eş’âri, Makalat, s. 227-228.
270
Eş’âri, Luma, s. 37.
271
Saffat 37/96.
272
Eş’âri, Luma, 37-40; Makalat, c. 2, s. 221; İbn Fürek Ebu Bekr Muhammed b. el-Hasen, Mücerred’u
Makâlâti’ş-Şeyh Ebi’l-Hasen el-Eş’âri, tahkik: Daniel Gimaret, Beyrut 1987, s. 92. O’na göre “bir
56
Maturidi’de Cebriye ile Mutezile arasında orta bir yol izleyerek insan eylemlerinin
yaratıcısının Allah, o eylemi kesbedenin/yapanın ise insan olduğunu belirtmiştir. Ona
göre kaza ve kader, ne Cebriye’nin iddia ettiği gibi insan eylemleri üzerinde zorlayıcı
etkiye sahiptir, ne de Mutezile’nin belirttiği üzere insan mutlak hürriyet sahibi olup
eylemlerinin yaratıcısıdır. Tam aksine insan sahip olduğu akıl ve özgür iradesi ile
tercihlerini
yapmakta,
bunun
neticesinde
de
eylemlerinin
sorumluluğunu
üstlenmektedir.273
Kelâm ekollerinin konuya yaklaşımından görüldüğü üzere kaza-kader meselesi ihtiyarî
fiillerin insana hangi açıdan nispet edilebileceği ve insanın yapmış olduğu eylemlerdeki
rolü üzerine odaklanmış durumdadır. Cebriye, insanların ihtiyarî fiilerini mecazi olarak
kendilerine nispet ederken hakikat manasında Allah’a izafe etmiştir. Mutezile bu fiilleri
hakikat manasında insanlara nispet etmiş, Allah’a ise tasarruf ve yaratma bakımından
herhangi bir yetki vermemiştir. Eş’âriler, orta bir cebir anlayışı ile meseleyi açıklamaya
çalışmıştır. Araştırmamızın esasını teşkil eden Maturidi, kaza ve kader sorununu
eylemin meydana gelmesinde hem Allah’ı hem de insanı etkin bir konuma getirerek
kaza ve kaderin insan eylemleri üzerinde herhangi bir zorlayıcı etkiye sahip olmadığını
delilleri ile ortaya koymaktadır. Kaza ve kader karşısında insan özgürlüğünü ispat
açısından yapılması gereken ilk şeyin ihtiyarî eylemlerin yaratıcısının kim olduğunun
tespit edilmesi gerektiğini belirtmekte ve bunu kaza-kader meselesinin çıkış noktası
olarak ele almaktadır. Biz de onun bu yöntemini takip ederek öncelikli olarak ihtiyarî
fiillerin yaratıcısının kim olduğu sorusuna cevap arayacağız. İkinci olarak da hem kazakader hem de ihtiyarî fiillerin yaratılması meselesinde önemli bir yere sahip olan ilim,
kimsenin küfre düştüğünü” söylemek “yaratılmış bir güçle inkâr ettiğini” kabul etmektir. Aynı şekilde
“bir kimsenin inandığını” söylemek ise “yaratılmış bir güçle tasdik ettiğini” ifade etmektir. Bu ifadeler
ise, fiili yapanın onu tam manasıyla kesbettiğini değil, fiili yapanın gerçekte Allah olduğunu
göstermektedir. Eşa’ri bu anlayışı ile dört noktaya açıklık getirmektedir: Birincisi, bir fiilin iki faili
olduğunu belirtmesi, ikincisi, fiilleri yaratanın Allah olduğunu kesin bir dille ifade etmesi, üçüncüsü,
insanın fiildeki fonksiyonunun kesbetmesi olduğunu söylemesi, dördüncüsü ise fiillerin gerçek failinin
Allah olduğunu kabul etmesidir. Eş’âri ayrıca Luma’da “siz dileyemezsiniz, Allah diler” ayetine
dayanarak insanın ancak Allah’ın insan hakkında dilediği şeyi dileyebileceğini ifade ederek, insanda
potansiyel olarak küllî bir iradenin değil, her bir fiil için ayrı ayrı yaratılan hâdis bir iradenin var
olduğunu dile getirmektedir. Bu yüzdendir ki onun itidal üzere/orta yolda olan bir cebir görüşüne sahip
olduğu belirtilmektedir. Çünkü onlar insanın fiillerini gerçekleştirmede hür olup olmadıklarını
tanımlamak için “insan muhtar suretinde muzdardır-insan ihtiyar sahibi görünmekle birlikte
eylemlerinde zorunludur” ifadesini kullanmaktadır. Eş'ari, Luma, s. 108; Ramazan Altıntaş, “Mevlana’da
İrade Hürriyeti”, C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas 2004, c. 8, sayı 2, s. 7.
273
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 309.
57
irade, kudret ve kesb kavramlarını, bu kavramlarla kaza ve kader arasındaki ilişkiyi
ortaya koymaya çalışacağız.
Fiillerin nasıl meydana geldiği sorusu Maturidi’nin düşünce sisteminde kaza-kader
probleminin en temel sorusudur. Kendisinin ifadesi ile şayet ihtiyarî eylemlerin Allah
tarafından yaratıldığı sabit olur ise kaza ve kader de sabit olacaktır.274 Bu bölümde
Maturidi ekolünün görüş ve düşünceleri ışığında fiillerin nasıl meydana geldiğini tespit
etmeye çalışacağız.
1.3. FİİL
Bölüm başlığımız Maturidi’de fiillerin meydana gelişi olduğuna göre, öncelikli olarak
onun fiil kavramına nasıl bir mana yüklediğini analiz etmenin uygun olduğu
düşünülmektedir.
Maturidi, fiilin tam bir tanımını vermemekle birlikte fiili bir vakıa, meydana gelen her
türlü iş, oluş ve davranış olarak belirtmekte, insanın mecazi değil, hakiki anlamda fiil
sahibi olduğunu, insanın kendi fiilinin bulunduğunu ifade etmektedir.275
Maturidi okulunun önemli şahsiyetlerinden biri olan Pezdevi (ö: 493/1099), fiili en
geniş anlamı ile değerlendirerek onu “şey” olarak tanımlamaktadır. “Allah her şeyin
yaratıcısıdır”276 ayetini delil olarak getiren Pezdevi’ye göre, fiil, Allah’ın yarattığı bir
nesnedir. Fiil insanın yapmış olduğu bir iş olup meful-ü mutlak manasında
değerlendirilmesi zorunludur. Çünkü mastar manasına gelen fiil, mefulden başka bir
şeydir.277 Bu açıklamalardan Pezdevi’nin iki şeye vurgu yaptığı anlaşılmaktadır.
Birincisi, insanın fiil sahibi oluşu, ikincisi ise, “şey” olarak tanımladığı fiilin Allah’ın
yaratması ile yokluktan varlık sahasına çıkmasıdır.
Maturidiye ekolünün bir diğer temsilcisi olan Sabunî’ye göre fiil, varlığı da yokluğu da
imkân dâhilinde bulunan bir şeyi, varlık sahasına çıkarmak demektir.278 Sabunî’nin
burada yaratmayı kastederek Allah’ın fiilininin mahiyetini açıkladığı düşünülmektedir.
274
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 305.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s.177.
276
En’am 6/102.
277
Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc: Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yay., İstanbul 1988, s. 153-154.
278
Sabunî, el-Bidaye (Maturidiye akaidi), terc: Bekir Topaloğlu, DİB Yay., 8. Baskı, Ankara 2005, s.
136.
275
58
İnsan söz konusu olduğunda ise fiil, imkân dâhilinde olan bir şeyin varlık bulabilmesi
için insanın alet ve vasıta gibi bir takım sebeplere müracaat ederek o şeyi yapması,
kendisine mâl etmesi, kesbetmesi anlamına gelmektedir.279
Maturidi’nin, “fiil derken ihtiyarî türünü kastediyorum”280 sözünden de anlaşıldığı
üzere insanın fiilleri biri zorunlu diğeri de ihtiyarî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
1.3.1. Zorunlu Fiiller
Zorunlu fiiller, herhangi bir mükâfat veya cezaya vesile olmayan, sayesinde eylemin
kolay ve rahat bir şekilde yapılabildiği seçim hürriyetine dayanmayan fiil türüdür.281
Mecbur olunan, dilediği şekilde hareket etme, yapma veya yapmama kudret ve
imkânına sahip bulunulmayan fiiller demektir.282 İnsanın irade, ihtiyar, kasıt ve niyeti
bulunmaksızın sadece Allah’ın yaratması ile meydana gelen, insanın herhangi bir
şekilde sorumluluğunun bulunmadığı fiillerdir.283 Nitekim insan bazı eylemlere güç
yetiremediğinin, bunların kendi irade, ihtiyar ve kudretinin dışında gerçekleştiğinin
farkındadır. İnsanın vücudundaki kan dolaşımı, saçının uzaması, organlarının çalışması
gibi durumlar bu türden fiillere örnek verilebilir. Bu fiiller üzerinde İslam âlimleri
arasında herhangi bir tartışmanın mevcut olmaması, bu tarz fiiller hususunda hepsinin
de aynı düşünceyi paylaştığını göstermektedir.
1.3.2. İhtiyarî Fiiller
İhtiyari fiiller, karşılığında mükâfat veya cezayı gerektiren, kendisiyle fiilin kolaylık ve
rahatlıkla yapılabildiği tercih hürriyetine dayanan fiillerdir.284 Zorunlu olunmayan, arzu
ettiği şekilde hareket etme, yapma veya yapmama, kendi isteğine göre hareket etme
kudret ve imkânına sahip bulunulan fiiller demektir.285 İnsanın irade, ihtiyar, kasıt ve
niyeti ile meydana gelen fiillerdir.286 Bu kategorideki eylemler, insanın bir amaca
279
Sabunî, el-Bidaye (Maturidiye akaidi), s. 186.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256.
281
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256; Kemaleddin İbn Hümam, Müsayere (Kemal İbn Ebi Şerif; Kitabu’l
Müsamere bi Şerhi’l-Müsayere li’l-allameti’l-Kemaleddin İbn Hümam fi İlmi’l-Kelâm), Çağrı Yay.,
İstanbul 1979, s. 91.
282
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 173; Sabunî, el-Bidaye, s. 190; İbn Hümam, Müsayere, s. 91.
283
Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri Akaid, s 141.
284
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256.
285
Sabunî, el-Bidaye, s 191.
286
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 173; Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri Akaid, s 141.
280
59
yönelik olarak gerçekleştirdiği eylemlerdir.287 Konuşmak, yürümek, koşmak, namaz
kılmak gibi fiiller, ihtiyarî fiillere örnek olarak verilebilir. Görüldüğü üzere ihtiyarî
fiiller, insanın kendi irade ve ihtiyarına dayanmakta, tercihleri doğrultusunda meydana
gelmektedir.
Zorunlu fiillerde herhangi bir tartışma söz konusu olmamakla birlikte insanın
sorumluluk alanına giren ihtiyarî fiiller noktasında ise İslam âlimleri arasında önemli
tartışmalar meydana gelmiştir. Bir önceki bölümden de hatırlanacağı üzere Cebriye
insana herhangi bir sorumluluk alanı tanımayarak ister zorunlu olsun ister ihtiyarî her
türlü eylemi yapan ve yaratan olarak Allah’ı göstermiştir. Mutezile ise ihtiyarî fiiller
hususunda bunun tam aksi bir tutum sergileyerek insanı tek etkin varlık olarak
göstermiş ve “ihtiyarî eylemleri yapan da yaratan da insandır” anlayışını benimsemiştir.
Maturidi ise ihtiyarî fiillerin hakikat manasında hem Allah’a hem de insanlara nispet
edilmesi gerektiğini şu sözleri ile ifade etmektedir: “İnsanların fiilleri konusunda
isabetli olan görüş, fiilleri, hakikat manasında hem Allah’a hem de insana nispet
etmektir… Bu husus nakil, akıl ve inkâr edenin gerçeğe karşı bile bile direnen kimse
durumuna düşeceği zaruri bilgi ile sabittir.”288
Maturidi bu açıklamasıyla kaza ve kader meselesinin nirengini oluşturan insan
eylemlerinin yaratılması problemini, ihtiyarî fiillerin hakikat manasında hem Allah’a
hem de insana izafe edilmesi gerektiğini belirterek çözmeye çalışmıştır.
1.4. FİİLDE YARATILMA SORUNU
Maturidi, ihtiyarî fiillerin yaratıcısının Allah ve onları yapanının da insan olduğunun
ispatı hususunda aklî, naklî ve zaruri bilgi olmak üzere üç argüman ile istidlalde
bulunmaktadır. Eserini incelediğimizde Maturidi’nin aklî ve naklî delilleri zikretmekle
birlikte zaruri bilgi konusunda herhangi bir açıklama yapmadığını, bununla birlikte
ittifak delili olarak isimlendirmeyi uygun gördüğümüz üçüncü bir delil ile de görüş ve
düşüncelerini desteklediğini tespit etmiş bulunmaktayız. Biz de onun bu yaklaşımı
doğrultusunda insanın ihtiyarî eylemlerinin yaratıcısının Allah oluşu hususunda ileri
287
288
İbn Hümam, Müsayere, s. 91.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 225, 287.
60
sürdüğü delillerden önce aklî, sonra naklî ve üçüncü olarak da ittifak delillerini tahlil
edeceğiz.
1.4.1. Aklî Deliller
İhtiyarî fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunun aklî ispatı noktasında Maturidi ilk
olarak insanın mahiyetine dikkat çekmektedir. Nitekim onun ifadelerinden anlaşıldığı
üzere insan, akıl, irade ve ihtiyar sahibi olan, fiillerde bulunan iyilik-kötülük, güzellikçirkinlik, faydalılık-zararlılık gibi özelliklerin potansiyel olarak zihnine yerleştirildiği,
iyi, güzel, faydalı ve övülmeye layık olanı yapması emredilen, kötü, çirkin ve yerilmesi
gerekeni yapması ise yasaklanan bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu bu kabiliyet ve
özellikler iradî ve ihtiyarî olarak yapmış olduğu her türlü eylemin sorumluluğunu
üstlenmesini gerektirecektir. Aksi takdirde Mutezile’nin ifade ettiği gibi fiillerin
yaratıcısı Allah değil de insanın kendisi olsa ya da Cebriye’nin söylediği üzere insanın
fiillerde herhangi bir rolü olmasa insanın bahsedilen özelliklere sahip olmasının, emir
ve yasağın herhangi bir anlamı kalmayacaktır. İnsanın sahip olduğu kabiliyet ve yetiler,
bir takım fiil ve davranışlardan sorumlu tutulması, fiillerin yaratıcısının Allah, onları
yapanın ise bizzat insanın kendisi olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.289
İkinci delilde Maturidi, “emir ve yasağın, dolayısıyla mükâfat veya cezanın muhatabı
kimdir?” sorusuna cevap arayarak şu ifadelere yer vermektedir: “İyilik ve kötülük gibi
durumlar Allah’a nispet edildiğinde, O’nun emir ve yasaklara muhatap olup mükâfat
veya cezaya konu teşkil etmesi gerekecektir. Bu durum ise aklen çirkin ve hikmetsiz
kabul edilen bir husustur.”290
Kur’an’ı incelediğimizde taat ile masiyetten, emir ve yasaktan, mükâfat ile cezadan
bahsedildiği görülmektedir. Bunların ya Allah’a ya da insanlara nispet edilmesi
gerekmektedir. Maturidi’nin ifadelerinden anlaşıldığı üzere bunların Allah’a nispet
edilmesi imkân dâhilinde bulunmamaktadır. Çünkü Allah kitabında itaat edene mükâfat
vaat etmiş, isyan edene de ceza vereceğini bildirmiştir. Şayet itaat ile isyan eylemlerini
289
“Allah insanları mükellef olarak yaratmıştır; çünkü onları iyiyi kötüden ayırmasını bilen temyiz ehli
kılmış, akıllarına kötü davranışı çirkin, iyi davranışı da güzel göstermiş, zihinlerine çirkini güzele, azaba
layık olanı mükâfatı gerektirene tercih etmeyi kabul edilemez bir davranış olarak yerleştirmiştir…”
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 221.
290
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226.
61
yapmak Allah’ın fiili olursa mükâfat veya cezaya da kendisi muhatap olacaktır ki bu
tutarlı görünmemektedir.291
Kur’an’da ayrıca insanların mü’min, kâfir, münafık, fasık veya müşrik olarak
isimlendirildikleri de görülmektedir. Şayet insanlar irade sahibi değilse onların bu
şekilde isimlendirilmesinin uygun olup olmadığını soran Maturidi, böyle bir
isimlendirmenin, Allah’ın insanları emir ve yasaklara muhatap olarak seçtiği anlamı
taşıdığını belirtmektedir. Aksi takdirde bu isimlendirmelerin Allah’a döneceğini ve
ortada Allah’tan başka herhangi bir varlık kalmayacağını da ifade etmektedir. 292
İlim elde etme yollarından biri olan ve Nesefî tarafında da fiillerin yaratıcısının Allah
olduğuna delil olarak kullanılan bir başka husus da insanın eylmelerini özgür bir şekilde
yaptığı duygusunu taşımasıdır. Bu duruma Maturidi şu sözleriyle dikkat çekmektedir:
“Herkes kendisini yaptıklarında hür, fail ve kasip olarak hisseder.”293
Bu ifadeden anlaşıldığı üzere Maturidi, insanların fiillerini herhangi bir zorlama altında
bulunmaksızın gerçekleştirdiklerinin farkında oldukları hususuna vurgu yapmaktadır.
Onun bu yaklaşımı içinde yaşadığımız dünyada tecrübe ile sabit olan bir husustur. Her
insan fiillerini gerçekleştirirken “bu davranışı kim gerçekleştirdi” sorusuna “ben
yaptım” cevabını vermektedir. Maturidi’nin burada sağlıklı olan ve algı sahasına giren
şeyleri tam ve kusursuz bir şekilde idrak ederek insanda olumlu veya olumsuz kararlar
verdirebilecek özellikteki duyu organlarını kastettiği düşünülmektedir.
Üçüncü delilde Maturidi, fiillere ait özelliklerin tamamını insan idrak edebilir mi?
sorusuna cevap aramaktadır. Ona göre fiilde iki hal mevcuttur. Bu hallerden ilkinde
insanın sahip olduğu kabiliyetler bakımından herhangi bir etkisi söz konusu değilken,
diğerinde ise onun açısından bir tesir alanı bulunmaktadır. Nitekim bir fiilin yokluktan
varlık sahasına çıkışı, bütün halleri ile tasavvur edilip planlanarak ortaya çıkacağı
zaman ve mekânın tespiti, fiilin ne gibi özellikler taşıyacağının belirlenmesi insanın etki
alanının dışındadır. İnsan fiili zaman, mekân ve sahip olduğu özellikler bakımından
belirleme gücüne sahip değilken, o fiili yapma ya da yapmama kudretine sahip
291
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226.
Maturidi böyle bir şeyin kabul edilmesinin mümkün olmadığını şu sözleri ile açıklamaktadır: “İddia
edildiği üzere bu isimler gerçekte Allah’a aitse rab da kul da, yaratan da yaratılan da O olur ve ortada
başka bir varlık yoktur. Bu ise hem nakil hem de akıl açısından kabul edilemez bir husustur.” Maturidi,
Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226; ayrıca bkz: Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 178.
293
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226-227; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 177.
292
62
bulunmaktadır. İşte insanın sahip olduğu kabiliyetler ile hedef ve planının ulaştığı
durum ise bir fiili gerçekleştirmeye ya da gerçekleştirmemeye yönelik yaklaşımıdır.294
Maturidi’nin bu açıklamalarından anlaşılmaktadır ki fiiller hakikat manasında bir
yandan insanlara ait iken, bir yandan da tüm varlıkların yapısal özelliklerini bilen, ilmi,
iradesi ve kudreti her şeyi kuşatan aşkın bir yaratıcıya ait olmaktadır. Nitekim o şöyle
söylemektedir:“İnsanlara ait fiiller birinci açıdan onların ürünü değilken, ikinci açıdan
kendilerinin ürünüdür”295
Maturidi bu sözü ile bir fiilde iki yön bulunduğunu, bu yönlerden birinde insanın etkisi
söz konusu iken diğerinde böyle bir durumunun bulunmadığını açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Eylemin insana ait yönü onu yapması, Allah’a ait yönü ise yaratması
olmaktadır.
Dördüncü delilde Maturidi’nin çıkış noktası, “bir şeyin hareket etmesini ve durmasını
sağlayan kudret kime aittir?” sorusudur. O, insanın hareket etmesi ve durması da dâhil
bütün hareket ve sükûn eylemlerinin son tahlilde Allah’ın kudreti altında bulunduğunu
belirtmektedir. Aksi takdirde insan kendi fiiline tek başına muktedir olacak ve Allah’ın
kudreti etkisiz hale gelecektir. Durum böyle olunca Allah’ın kudreti sınırlanmaktadır ve
kudreti sınırlı olan bir varlığın yaratıcı olması ise imkân dâhilinde bulunmamaktadır.
Ancak kudreti sınırlı olanın Allah değil, insan olduğu aşikârdır. Her bir insanda bir
başkası için işlevsel olmayan kudret bulunmaktadır. İşte bu sınırlı kudret Allah’a değil,
yaratılan varlıklardan her birine aittir. Bu demektir ki hareket ve sükûn dâhil insanın
tüm fiillerinin yaratıcısı Allah’tır.296
1.4.2. Naklî Deliller
İhitiyarî fiillerin yaratıcısının Allah ve bu fiilleri gerçekleştirenin ise insanın kendisi
olduğuna dair Maturidi tarafından ileri sürülen naklî deliller şunlardır:
Birincisi: Saffat 37/96 ayetinde297
yaptığınız şeyler (‫و َ )ﻣ َﺎ ﺗ َﻌ ْﻤ َ ﻠ ُﻮن‬ifadesinin insanın
fiillerini kapsayıp kapsamadığı tartışma konusu edilmektedir. Ayette yer alan ‫ﻣ َ ﺎ‬
294
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 229; ayrıca bkz: Taftazânî, Şerhu’l-Akaid- Kelâm İlmi ve İslam Akaidi,
haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 3. Baskı, 1991, s. 190.
295
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 229.
296
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 230-232.
297
“Oysa Allah sizi de yaptığınız şeyleri de yaratmıştır”
63
kelimesinin mastar manasına bir edat olması imkân dâhilinde olduğu gibi, ism-i mevsul
olan ‫ اﻟ ﱠﺬ ۪ ي‬manasında olması da muhtemeldir. ‫ ﻣ َ ﺎ‬nın mastar manasına alınması
durumunda ayeti “Oysa sizi de işinizi de Allah yaratmıştır” diye tercüme etmemiz
gerekirken, ism-i mevsul manasına almamız durumunda ise “Oysa sizi de yapmakta
olduğunuz şeyleri de Allah yaratmıştır” diye nakletmemiz gerekmektedir. Her iki halde
de ayetin insanların fiillerini kapsadığı ve bunların da yaratıcısının Allah olduğu sabit
olmaktadır.298 Ayet-i kerime aynı zamanda hem Eş’âri hem de Bakıllani (ö: 403/1013)
tarafından insan fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını gösteren en açık delillerden biri
olarak sunulmaktadır.299 Mutezile’ye göre ise bu ayet “sizi ve yonttuğunuz şeyleri
(putları) Allah yaratmıştır” şeklinde anlaşılmalıdır ve insanın fiillerinin yaratıcısının
Allah olduğuna delalet etmez.300 Ancak Maturidi ayetin bir aksiyon olarak yontma
fiilinin yaratılışını kastettiğini belirterek Mutezile’ye karşı çıkmaktadır. Şayet
Mutezile’nin iddia ettiği gibi olacak olursa yontulan şeyi Allah yaratırken onların
yontma ile ilgili eylemlerini Allah’ın yaratmadığının kabul edilmesi gerekecektir.
Ancak ayet-i kerime hem yontulan şeyin hem de yontma işinin Allah tarafından
yaratıldığını göstermektedir.301 Maturidi bu ayetin, insanları ve fiillerini yaratmanın
sadece Allah’a ait olduğunu belirtmekle kalmadığını, aynı zamanda Allah’ın yaratmak
bakımından herhangi bir ortağı ve benzerinin bulunmadığına delalet ettiğini de ifade
etmektedir.302
İkincisi: Enam 6/102 ayetinde303 ayetinde yer alan َ ‫ھُﻮ‬zamirini tahlil eden Maturidi, bu
zamirin Allah’ın zatını mı yoksa bir başkasını mı kastettiği sorusunu sormaktadır. Şayet
Allah’ın zatına has kılınmaz ise, ayetin manası gereği O’nun da mahlûk olması
gerekecektir. Bunun batıl olduğu sabit olduğuna göre, َ ‫ ھُﻮ‬zamiri Allah’ın zatını
göstermektedir ve böylece O’nun yaratıcı olduğu, bu hususta bir ve tek oluşu sabit
olmaktadır.304
298
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 247; Te’vilat, c. 4, s. 237; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 191.
Eş’âri, Luma, s. 69; Bakıllani, Kitabu’t-Temhid, s. 304.
300
Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 382; Müteşabihu’l-Kur’an; Kahire, 1969, s. 580 vd.; Maturidi, Te’vilat, c.
4, s. 237.
301
Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 237; İbn Hümam, Müsayere, s. 93-94.
302
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 247.
303
“İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na
kulluk edin. O, her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir.”
304
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 243-244; Maturidi Te’vilatta bu türden bir tartışmaya girmeksizin
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında var olan her türlü nimetin yaratıcısının ve sahibinin Allah olduğunu
belirtmekle yetinmiştir. Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 155.
299
64
Maturidi, burada ayrıca insan fiillerinin de yaratmanın kapsamına dâhil olup olmadığını
araştırmaktadır. Bu hususta dikkat çektiği nokta ٍ ‫(ُﻞ ﱢ ﺷ َﻲ ْ ء‬her
‫ ﻛ‬şey) kelimesidir. Ayetteki
bu ifadenin insan fiilleri de dâhil kâinatta vuku bulmuş, bulan ve bulacak olan her şeyi
kapsadığını belirten Maturidi, kelimenin bu şekilde değerlendirilmemesi halinde, yani
insan fiillerinin dışarıda tutulması durumunda, Allah’a noksanlık atfedileceğini, bunun
ise imkânsız olduğunu belirtmektedir. Maturidi Te’vilatta ise En’am 6/101305 ayetinde
yer alan “hâlbuki her şeyi O yarattı” ifadesi bağlamında konuyu tartışmaktadır. Allah
bu ayette açık bir şekilde her şeyin yaratıcısı olduğunu beyan etmesine rağmen
Mutezile, insanın eylemlerini, hareketlerini, sakin halde bulunuşlarını, oturuşlarını,
kalkışlarını vb. durumları Allah’ın yaratmadığını belirtmektedir. Mutezile’nin bu
yaklaşımı Allah’ın eşyanın bir kısmını yaratması, diğer bir kısmını ise yaratamamasını
kabul etmek anlamına gelmektedir. Ancak Allah hem bu ayette hem de Ra’d 13/16,
Zümer 39/62 vb. ayetlerde her şeyin yaratıcısı olduğunu beyan ederek Mutezile’nin bu
görüşünün tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Şayet Mutezile’nin iddia ettiği gibi olursa,
Allah’ın eşyanın bir kısmını yaratmayı üzerine alması, bir kısmından ise yüz
çevirmesini kabul etmemiz gerekecektir. Bu durumda da En’am 6/102 ayetinde yer alan
“Allah’ın her şeye vekil olmasını” eşyanın bir kısmını muhafaza etmesi, bir kısmını da
etmemesi
anlamında
algılamamız,
Allah’ın
bütünü
muhafaza
etmeye
güç
yetirememesini uygun görmememiz lâzımdır. Bu ise tutarlı gözükmemektedir. Çünkü
her bir kısım bütünü oluşturan parçalardır. Parçalardan bazısına güç yetirip bazısına güç
yetirememe gibi bir şey söz konusu olamaz. Şayet insan eyleminin yaratıcısıdır sözünü
kabul edecek olursak, insan bütünün yaratıcısıdır ve bütüne güç yetirendir denilmesini
de kabul etmemiz gerekecektir. Böyle bir şeyin kabul edilmesinin imkânsız olduğu
ortadadır.306 Yaratma kavramının Allah’tan başkasına izafe edilmesinin mümkün
olmadığını, aksi takdirde bunun Allah’a ortak koşmak olacağını belirten Nesefî’nin de
Maturidi ile aynı görüş ve düşüncelere sahip olduğunu görmekteyiz.307
Maturidi, üçüncü olarak insan fiillerinin yaratıcısının Allah olduğunu belirtmek
bakımından ayetin genel manasından yola çıkarak medih/övme ve yüceltme hususlarını
dile getirmektedir. Nitekim ayetin manası, Allah’ı her şeyin yaratıcısı ve rabbi olarak
305
“O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O’nun bir eşi olmadığı halde nasıl bir çocuğu
olabilir. Hâlbuki her şeyi o yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir.”
306
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 244; Te’vilat, c. 2, s. 155, s. 625; c. 4, s. 320; İbn Hümam, Müsayere, s.
96-98.
307
Nesefî, Tabsıra, c.2, s. 181-182.
65
takdim edip O’nun övülme ve yüceltilmesi gerektiğinei belirtmektedir. Şayet insanın
eylemlerini ilahi kudret ve yaratma dairesinin dışına çıkarıp bu eylemleri yaratanın
insan olduğunu kabul edecek olursak, Allah’a eksiklik ve noksanlık atfetmemiz, bunun
neticesinde de övgü ve yüceltmenin, rububiyet ve mülkiyet isimlerinin sakıt olması
lazım gelecektir. Bunun batıl oluşu ise her yönüyle açıktır. Çünkü buradaki ilahi beyan
Allah’ın her şeyi kudreti dairesinde tutmasını, her şeyin yaratıcısı olmasını, dolayısıyla
bütün varlıklarda bu durumun kabulünün bir sonucu olarak boyun eğiş halinin
gerçekleştirmesi sebebiyle övgü ve yüceltmeyi ifade etmektedir.308
Üçüncüsü: Maturidi, Mülk 67/13-14 ayetlerinde309 yer alan ْ ‫ﻣ َﻦ‬kelimesine dikkat
çekmektedir. Ona göre bu kelime Allah’ı işaret etmektedir ve ‫(ﯾ َﻌ ْﻠ َﻢ ُ ﻣ َﻦ ْ ﺧ َ ﻠ َﻖ‬yaratan
َ ‫ا َﻻ‬
bilmez mi hiç) lafzı açık ve gizli her türlü fiilin Allah’ın yaratması kapsamına girdiğini
göstermektedir. Ayet aynı zamanda insanın eylemlerinin, sözlerinin ve kötülüğün de
Allah tarafından yaratıldığına delil teşkil etmektedir. Allah Teâlâ yaratmayı kendisine
izafe ederek her türlü fiilin yaratıcısı olduğunu beyan etmektedir. Aksi takdirde bu ifade
ile Allah’ın kendi ilminin mevcudiyetine delil getirmesi mümkün değildir.310 Nesefî’nin
de belirttiği üzere bir kimse hiç yapmadığı bir şeyi bilemez. Şayet yaratma fiili Allah’a
değil de bir başkasına ait olsaydı, yaratmayı kendisine izafe ederek böyle bir istidlalde
bulunmasının bir anlamı kalmayacaktı.311
Mutezile ise bu ayette yer alan ‫ ﻣ َﻦ‬kelimesinin Allah’ı değil insanı işaret ettiğini
belirterek insanın kendi eylemlerinin yaratıcısı olduğunu iddia etmiştir. Maturidi’ye
göre ayet vaîd (korkutma-tehdit) kapsamındadır ve şayet yaratıcı olarak insan kabul
edilecek olursa, korkutma ve tehdidin bir anlamı olmayacaktır. Çünkü insanın yaptığı
eylemler yüzünden kendi kendini korkutması veya tehdit etmesi düşünülemez. Aynı
zamanda bir eylemin yaratıcısının insan olduğunu belirttiğimizde, Allah’ın insan
tarafından gerçekleştirilecek her türlü eylemi bilen olması da imkânsız olacaktır.
Nitekim bir kimsenin yapmadığı bir şeyi bilmemesi kadar doğal bir şey olamaz. Allah’ı
da eylemlerin yaratıcısı olarak kabul etmediğimizde O’nun bu eylemler ile ilgili ilmini
308
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 245-246.
“Sözünüzü gizleyin yahut onu açığa vurun; (fark etmez). Şüphesiz Allah, sinelerin özünü (kalplerde
olanı) hakkıyla bilir. Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır”
310
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 254; Te’vilat, c. 5, s. 194.
311
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 195-196.
309
66
de yok saymamız gerekecektir. Bununla birlikte ayet Allah’ın gizli ve açık her şeyi
bildiğine ve dolayısıyla yarattığına açık bir şekilde vurgu yapmaktadır.312
Dördüncüsü: Enbiya 21/23 ayetinde313 Maturidi insanların niçin sorgulanacağı, Allah’ın
ise niçin sorgulanamayacağı üzerinde durmakta, meseleyi üç farklı açıdan ele
almaktadır. Bunlardan ilkinde o, herhangi bir kimseye sahip olduğu mülkünde ve
hükümranlığı altında bulunan bir mekânda nasıl hareket ettiği hususunda soru
sorulmasının uygun olmayacağını, ancak hükümranlığı ve mülkü dışında bir kimsenin
yapıp ettikleri hakkında soru sorulabilmesinin mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu
delili ile Maturidi’nin, içinde yaşadığımız kâinatın mülkü ve hükümranlığının Allah’a
ait olduğunu, canlı-cansız tüm nesneleri dilediği gibi yarattığını ve bu hususta eşi ve
benzerinin bulunmadığını kastettiği düşünülmektedir. Çünkü yapıp-ettiklerinden
sorguya çekilmesi mümkün olmayan o mülke sahip olandır. Nitekim mülkiyet hakkı
konusunda “mülk sahibi, mülkünde istediği gibi tasarruf yetkisine sahiptir” diye
meşhur bir söz de vardır. İkincisinde, zatı gereği hâkim olan birinin yapıp ettiklerinden
dolayı sorguya çekilmesinin mümkün olmadığını, fiillerinde hikmetsizlik olma ihtimali
bulunanın
sorguya
çekilebileceğini
dile
getirmektedir. 314
Allah’ın
fiillerinde
hikmetsizlik bulunmayacağına göre, hikmetsizlik ve sefehin insanın fiillerinde
bulunduğu tecrübe ile sabittir. Çünkü bir fiilin hikmet dairesinin dışına çıkması o fiili
işleyenin bilgisizliğini veya ihtiyacını gösterir.
Bilgisizlik ve ihtiyaç ise Allah’tan
münezzeh olan hususlardır. Allah’ın her türlü ihtiyaçtan uzak oluşu, ilmi ve kudretinin
her şeyi kuşatması, bir şeyi yokluktan varlık sahasına çıkarmaktan aciz olarak
nitelendirilmesini geçersiz kılacaktır. Yapıp ettikleri hikmet dairesinin dışına çıkmayan
yalnız Allah olduğuna göre, yaratmak bakımından da O’nun eşi ve benzeri yoktur.315
Rad 13/16 ayetiyle316 de Maturidi, insan fiillerinin yersiz, hikmetsiz, itaat ve
teslimiyetten ibaret olduğunu belirttikten sonra, Allah’ın fiillerinin ise hikmet, isabet,
lütuf ve ihsanı kapsadığını söylemektedir.317 Bu ayette vurgu yapılan noktalardan biri de
yaratmak bakımından Allah’a eş ve ortak bulunmasının reddedilmesidir. Nitekim o, bir
312
Maturidi, Te’vilat, c. 5, s. 194-195.
“O yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar”
314
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 323.
315
Maturudi, Kitabut Tevhid, s. 216, 221.
316
“Yoksa Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması
onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet
sahibidir.”
317
Maturudi, Kitabut Tevhid, s. 248.
313
67
benzeşmeden söz edilecek ise bunun aynı konumda bulunan birden fazla varlık için her
yönden olması gerektiğini belirtmektedir. Ayette müşrikler tarafından yaratma
noktasında benzer olarak telakki edilen putlar hâdis olduklarından benzerliğin
sağlanabilmesi için Allah’ın da hâdis olması lazım gelmektedir. Bu durumun ise muhal
oluşu sabittir. Bu yüzdendir ki Allah bu ayet ile insan fiilleri de dâhil her şeyin yaratıcısı
olduğunu, yaratmak bakımından eşi, benzeri ve ortağının bulunmadığını ifade
etmiştir.318 Bu ayet aynı zamanda “insan eylemlerinin yaratıcısıdır” diyen Mutezile’ye
de cevap niteliğindedir. Nitekim Maturidi bu ayetin Allah’ın insanın fiillerini
yaratmadığını ve onları yaratmaya güç yetiremediğini iddia eden Mutezile’ye cevap
verdiğini belirtmektedir. Şayet eylemlerin yaratıcısı olarak Allah’ı değilde insanı kabul
edecek olursak insan yaratmak bakımından Allah’a benzer olacaktır. Ayet-i kerime ise
yaratma noktasında Allah’a benzerliği reddederek onların bu iddiasının yanlış ve
tutarsız olduğuna delalet etmektedir.319 Maturidi’ye göre bu ayette yer alan “Allah her
şeyin yaratıcısıdır” sözünü söylemek her zaman ve mekânda uygun düşerken, “Allah
her şeyin kailidir veya her haberin muhbiridir” demek imkânsızdır. Bu da “hâlık” ile
“kâil” ve “muhbir” lafızlarının benzer olmadığını göstermektedir.320 Son olarak da
Maturidi, sorguya maruz kalmanın emre ve yasaklamaya da muhatap olmayı
gerektirdiğini, emir ve nehyin ise doğru veya yanlış bir takım tavır ve davranışlarda
bulunmayı imkân dâhilinde bıraktığını, bunun neticesinde de mükâfat veya cezanın
gerçekleşeceğini belirtmektedir. Allah’ın emir, nehiy, mükâfat ve ceza gibi durumlara
muhatap olması imkân dâhilinde olmadığına göre yaratıcının bir ve tek oluşu sabit
olmaktadır. Bu demektir ki, insanı ve fiillerini yaratan Allah’tır. Emir ve nehye muhatap
olarak o fiilleri yapan, neticesinde de mükâfat ve cezaya maruz kalan ise insandır.321
Mutezile ise insanın bir takım iyi işleri yapması ve kötü işlerden sakınması hususundaki
fiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmenin, Allah’ın kendisine iyilikleri
yaratmayı emrettiğini ve kötülükleri yaratmayı da yasakladığını kabul etmek anlamına
geleceğini belirtmektedir.322 Maturidi, Mutezile’nin bu yaklaşımına iman-küfür
karşılaştırması ile cevap vermektedir. Mutezile’nin bu bakış açısının kabulü iman ve
318
Maturidi, Kitabut Tevhid, s. 249; Te’vilat, c 2, s. 625; “O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden
eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur. O hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” Şura 42/11 ayeti de yaratmak bakımından bir benzerliğin
hâsıl olmasının muhal olduğunu ortaya koymaktadır.
319
Maturidi, Te’vilat, c 2, s. 625.
320
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 241.
321
Maturudi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 221; Te’vilat, c. 3, s. 323; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 177.
322
Kadı Abdul Cebbar, Şerh, s. 223-226.
68
benzeri davranışların emredilmesi, küfür ve benzeri kötülüklerin yasaklanması,
dolayısıyla bunların yaratılması anlamına gelecektir. Bu durumda da her bir insanın
yaratıcı olmasını gerektirecektir. Bu ise muhaldir. Bir şeyi emretmek ve yasaklamak
ayrı bir durum, yaratmak başka bir şeydir.323
Beşincisi: Zilzal 99/7-8324 ve aynı manadaki diğer ayetlerde325 Allah Teâlâ insanı bir
takım fiil ve davranışları gerçekleştiren olarak isimlendirmekte, yapmış olduğu şeylere
de fiil adını vermektedir.326 İnsanın amel eden, iş yapan olarak nitelendirilmesi o şeyin
faili olduğunun delilidir.327 İnsanların fail, yaptıkları şeylerin ise fiil olarak
isimlendirilmesi emir, nehiy, va’d ve vaîd tarzında gerçekleşmektedir.328 Bu açıklamalar
fiilde insanın fail olarak rolü bulunduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
1.4.3. İttifak Delili
Maturidi’nin ittifak delilindeki çıkış noktası, Allah’ın her şeyin yaratıcısı, geri kalan her
şeyin de yaratılmış olduğu noktasında Müslümanlar arasında genel kabul gören anlayış
ile onlar tarafından benimsenen düşünce ve ifadelerdir. O’na göre tüm Müslümanlar
Allah’tan başka bir yaratıcı ve Rab kabul etmemiş, ibadet edilmesi gereken tek varlık
olarak da yine O’nu tanımışlardır.329
Maturidi tarafından ileri sürülen aklî, naklî ve ittifak delillerinden anlaşıldığı üzere bir
fiilin varlık sahasına çıkmasında biri Allah’a diğeri de insana ait olmak üzere mana
bakımından birbirinden farklı iki yön bulunmaktadır. Bu yönlerden birini yaratmak
(halk) diğerini ise yapmak (kesb) olarak isimlendiren Maturidi, Allah’ın fiillerin
323
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 236-237.
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir
kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.”
325
Bkz: Fussilet 41/40; Hac 22/77; Bakara 2/167; Secde 32/17; Nahl 16/90; Vakıa 56/24.
326
Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 225-226; Te’vilat, c. 5, s. 506-507.
327
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 176.
328
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd; s. 226; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 176.
329
Maturidi ittifak delilini şu görüş ve düşünceleri ile ortaya koymaktadır:
“İnsanlar arasında Allah’tan başka yaratıcı ve O’nun benzeri bir Rab yoktur tarzında genel kabul
görmüş bulunan kanaat de konumuzun delilini oluşturur” Maturidi, Kitabu’t Tevhid, s. 235.
“Hâlbuki Müslümanlar Allah’tan başkasının yaratıcı olmasını kabul etmemiş, yine onlar yaratıcı vasfı
taşıyana ibadet edilmesi gerektiği noktasında herhangi bir fikir ayrılığına düşmemiş ve yaratıcının hem
rab hem ilah olduğunu kabul etmişlerdir.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 237;
“Müslümanlar tarafından benimsenen ve daha sonraki kuşaklara aktarılan hususlardan biri de şudur:
Allah yaratıcıdır, O’nun dışındaki her şey yaratılmıştır. O, her şeye kâdirdir. Her şeyin rabbi ve ilahıdır.
Müslümanlar bu konuda hiçbir fikir ayrılığına düşmemiş, farklı hiçbir görüşe meyletmemiştir.” Maturidi,
Kitâbu’t-Tevhîd, s. 239.
324
69
yaratıcısı olduğunu, insanların da onları yapan olduğunu belirterek330 sadece Allah’a
değil aynı zamanda insana da hakikat manasında fiil nispet etmiştir ve bu kavramların
kime tahsis edilmesi gerektiğini tespit etmeye çalışmıştır. Bu iki yönden birinin Allah
ile ilgili olup fiilin yaratılması merhalesini oluşturduğunu, ikinci yönün ise insanı
ilgilendirdiğini ve yapılmak safhasını teşkil ettiğini belirtmektedir. Fiilin yaratma
yönünden Allah’a ait olması, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu söylediği ilke ile
bağdaşmakta, yapma yönünden insana ait olması da teklif ve sorumluluğa anlam
kazandırmaktadır. Fiilin yaratma ve kesb gibi iki kudretin etkisi ile meydana geldiği
görüşünün Nesefî tarafından da aynen benimsendiği görülmektedir.331 Taftazânî’nin (ö:
792/1390) de aynı görüşü paylaştığını onun şu ifadelerinden anlamaktayız:“Güç
yetirilen bir şey iki kadirin kudreti altında bulunmaktadır. Fiil, yaratma yönünden
Allah’ın makduru, kesb yönünden de insanın makdurudur.”332
Maturidi tarafından ilk defa ileri sürülen333 “fiilde yönler” kavramına benzer bir
yaklaşımın daha sonraki dönemlerde İsferaini (ö: 418/1027) ve Bakıllani tarafından da
kullanıldığı görülmektedir. Nitekim İsferaini’ye göre insanın fiili birbirinden ayrı
tesirleri bulunan biri Allah’a diğeri de insana ait olan iki kudretin bir araya gelmesi ile
meydana gelmektedir. Bakıllani’ye göre ise bir fiilin meydana gelmesinde biri fiilin
aslına diğeri de vasfına olmak üzere iki kudretin etkisi vardır. Allah’ın kudreti fiilin
aslına etki ederek onu yaratmakta, insanın kudreti de fiilin vasfına etki ederek ona
günah veya sevap olma niteliği kazandırmaktadır. 334
Eş’âri ise bir fiile iki failin etkisini kabul etmeyerek Allah’tan başkasının fiili
bulunmadığını, tek failin Allah olduğunu, insanın kudreti ile alakalı olan şeyin onun fiili
değil, ancak kesbi olabileceğini belirtmektedir.335 Eş’âri’nin bu düşüncesinin
330
Maturidi benimsemiş olduğu bu görüşünü şu şekilde ifade etmektedir:
“Fiiller, bulundukları hal üzere yaratılmaları ve bir zamanlar yokken icat edilmeleri açısından Allah’a,
kesbedilmeleri ve yapılmaları bakımından da insanlara aittir.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226.
“Bir fiilde aslolan şudur ki o, kesb yönünden ve hakikat manasında insana aittir. Aynı zamanda yaratmak
bakımından ve hakikat manasında ise Allah’a ait bulunmaktadır.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 228.
“İnsanın eylemleri konusunda isabetli olan görüş, onları, hakikat manasında hem Allah’a hem de insana
nispet etmektir.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 229.
331
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 227-228.
332
Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 198.
333
Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s. 35.
334
Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 198; Bakıllani, Kitabu’t-Temhid, Beyrut, 1957, s. 304-305; Şerafeddin
Gölcük, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, Kayıhan Yay., 1. Baskı, İstanbul 1979, s. 175, 288.
335
Eş’âri, Luma, s. 72; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 175-176.
70
merkezinde bir sonraki bölümde ayrıntılı bir şekilde ele alınacak olan kesb
nazariyesinin yer aldığı kanaatindeyiz.
Maturidi, fiilde yönler düşüncesi ile insana tam bir yaratma gücü izafe ederek mutlak bir
hürriyet tanıyan Mutezile ve insana fiili üzerinde hiçbir yetki tanımayarak fiilin her
yönü ile Allah’a ait olduğunu iddia eden Cebriye’nin aksine fiile iki yön vererek orta bir
yol tutmuştur. Onun bu ifadesinden Mutezile’nin iddia ettiği gibi336 fiilin yarısının
Allah’a, diğer yarısının da insana ait bulunması neticesinde fiilin Allah ile insan
arasında ortaklaşa meydana geldiği mi kastedilmektedir? gibi bir soru akla gelebilir.
Maturidi’nin görüş ve düşüncelerinin anlaşılmasında büyük rol oynayan ve Maturidi
geleneğinin önemli simalarından olan Nesefî, fiile yönler tayin etmenin herhangi bir
ortaklık doğurmasının mümkün olmadığını belirtir. O, öncelikli olarak problemi ortaklık
kavramını açıklayarak ele almaktadır. Ortaklığı, ortaklardan her birinin sahip olduğu
şeye diğerinin sahip olmaması olarak tanımlayarak her ikisinin de tasarruflarında
bağımsız olduğunu ve birbirlerine müdahale etmediklerini söyler.337 Bu tarifte yer alan
ortaklık tanımından fiilin Allah tarafından yaratılmış olmasının, insanın o fiili
gerçekleştirmesini etkilemediğini, yönlendirme ve zorlama bakımından herhangi bir rol
oynamadığını göstermektedir. Ayrıca bu tanım fiilin meydana gelmesinde iki farklı
kudretin etkin olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu kudretlerden biri Allah’ın bir şeyi
yaratması, yokluktan varlık sahasına çıkarması, diğeri de insanın o fiili kazanması,
kesbetmesidir.
Sonuç olarak Maturidilere göre bir fiilin meydana gelmesinde iki müessir gücün etkisi
bulunmaktadır. Maturidi bu güçleri açıklamak için halk ve kesb terimlerini
kullanmaktadır. Halk, insanın kendi kudret ve isteği olmadan meydana gelen
eylemlerdir ve fiilin yaratılması ile ilgilidir. Kesb ise insanın o fiili gerçekleştirmesi,
yapması kendine mal etmesi gibi anlamlara gelmektedir. Kâinatta meydana gelen her
şeyle birlikte insanın fiillerinin yaratıcısının da Allah olduğu sabit olduktan sonra hem
bu konu hem de kaza ve kader meselesi ile yakından ilgisi bulunan irade, kudret, ihtiyar
ve kesb kavramlarını Maturidi’nin nasıl ele aldığını analiz etmenin kaza-kader
problemini daha iyi anlamak bakımından faydalı olacağı düşünülmektedir. Çünkü kaza336
337
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 178-179
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 178; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 118.
71
kader meselesinin merkezinde ihtiyarî eylemler yer almaktadır. Bir eylemin meydana
gelmesinde yaratma ve yapma bakımından iki yön bulunduğu düşünüldüğünde ihtiyarî
eylemle ilim, irade, ihtiyar, kudret ve kesb arasında yakın bir ilişki olduğu görülecektir.
72
İKİNCİ BÖLÜM
MATURİDİ’YE GÖRE FİİLİN ARKA PLANI
Maturidi’nin kaza-kader anlayışının temelini oluşturan insan eylemlerinin yaratıcısının
Allah olduğunun ispatı ile birlikte eylemin meydana gelmesinde ve insanın eylemdeki
rolünü belirlemede temel faktörler olan ilim, irade, ihtiyar, kudret ve kesb kavramlarına
Maturidi’nin ne tür bir yaklaşım sergilediğini analiz etmenin kaza-kader meselesini
daha anlaşılır kılacağı düşünülmektedir. Çünkü kaza-kader meselesinde temel problem
ihtiyarî eylemlerin nasıl meydana geldiği, Allah ile insanın bu eylemlerdeki temel
fonksiyonunun ne olduğudur. Maturidi’nin kaderi Allah’ın her şeyi bilmesi, kazayı da
bildiği şeylerin yeri ve zamanı geldiğinde vuku bulması şeklinde algıladığı
düşünüldüğünde kaza-kader meselesinin Allah’ın ilim, irade, kudret sıfatlarıyla sıkı bir
ilişkisi olduğu görülecektir. Eylemlerin meydana gelmesi ile ilgili bölümde Maturidi’ye
göre ihtiyarî eylemlerde iki yön bulunduğu (halk ve kesb), bu yönlerden yaratmanın
Allah’a, kesbin ise insana izafe edilebileceği hem aklî hem de naklî delillerle ele
alınmaya çalışılmıştır. Burada karşımıza şu sorular çıkmaktadır. Kaza ve kader
meselesinin aslını teşkil eden ihtiyarî eylemlerin meydana gelmesinde Allah’ın ilim,
irade ve kudretinin ne gibi etkisi söz konusudur? Bu sıfatlar, insanları, eylemlerini
yapmaya zorlayan etkenler midir, değil midir? İnsana ait olduğu ifade edilen kesb,
Allah-insan-eylem ilişkisinde nasıl bir rol oynamaktadır?
2.1. İLİM
İlim kavramı, birinci bölümden de hatırlanacağı üzere hakkında herkes tarafından kabul
gören bir tanımı yapılamayan kavramlardan biridir. Bu yüzdendir ki farklı kelâm
ekollerine mensup âlimler ayrı tariflerle kavramı açıklamaya çalışmışlar, kavram
73
üzerinde çeşitli tartışmalar yapmışlardır. Maturidi’nin eserlerinde ilim hakkında özel bir
tanımlama yer almamakla birlikte Nesefî, onun ilmi, ait olduğu kimseye, söylenmesi ve
düşünülmesi mümkün olan her şeyin ortaya çıkmasını sağlayan bir sıfat olarak
tanımladığını belirtmektedir. Nesefî’nin de kabul ettiği bir tanımlamaya göre ise ilim,
hayat sahibi olandan bilgisizlik, unutkanlık, şüphe ve zan gibi özellikleri ortadan
kaldıran bir sıfattır.338 Her iki tanımlamanın da Allah’ın bilgisini ifade etmek
bakımından yetersiz olduğu ortadadır. Birinci tanımda ortaya çıkan şey, bilinmesi
mümkün olan şeyin kendisi olmaktadır. İlahi bilgi ise infialî bir bilgi değil fiilî bir
bilgidir. Bu bilgi ise herhangi bir şarta veya varlığa bağımlı olmayan bir yapıdadır.
İkincisinde ise Allah’ın noksan sıfatlardan tenzihini ifade eden selbî bir yaklaşım söz
konusudur.339
İlim kavramına kaza ve kader meselesinde yapılan en büyük itiraz, Allah’ın kâinatta
meydana gelecek her türlü olayın hangi surette vuku bulacağını ezelî ilmiyle bilmesi ve
irade buyurmasının insanı cebre zorlayıcı bir faktör olup olmadığı noktasındadır. Bu
yüzdendir ki biz burada Maturidi’nin meseleye bakışı çerçevesinde Allah’ın ilmini tahlil
ederek bu soruyu cevaplamaya, kaza-kader problemiyle ilgisini ortaya koymaya
çalışacağız.
2.1.1. Allah’ın İlmi
Maturidi, eserlerinde öncelikli olarak Allah’ın ilim sıfatı ile muttasıf bulunup
bulunmadığı sorusunu irdelemiş, ikinci olarak da bu sıfatın mahiyetini ortaya koymaya
çalışmıştır. Allah’ın ilim sahibi bir varlık olduğunu ifade eden Maturidi’nin bu hususta
sunmuş olduğu aklî delilleri dört kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlardan
ilkinde Maturidi’nin çıkış noktası canlı varlıklarda meydana gelen her türlü gelişmedir
ve o, insanın varlık kazanması ve gelişim sürecine dikkat çekmektedir. O’na göre bir
bebeğin oluşum sürecinde anne ve baba sebep teşkil ederken, onun anne rahminde
bulunuş aşamasını, fiziksel ve ruhsal anlamda nasıl bir yapıya sahip olacağını ne anne
ne de babanın bilmesi ve belirlemesi mümkündür. Ayrıca doğumdan ölüme kadar ki
süreçte de herhangi bir insanın, ihtiyaç duyduğu gıdalara temel besin özelliklerini
yerleştirmesinin imkânsız oluşu da tecrübe ile sabittir. Tüm bu gelişmelerin tesadüf
338
339
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 19.
Keskin, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, s. 94-95.
74
eseri ortaya çıktığını söylemek de aklın kabul etmeyeceği şeylerdendir. Bu
saydıklarımızın sahip olduğu özellikler, onların Yaratıcı’sının ilim ve hikmet sahibi
olmasını gerektirmektedir. Nitekim her şeyin belirli bir ölçü ve düzen içerisinde olması
O’nun her şeyi bilen ve ilim sahibi bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır.340
İkinci olarak Maturidi, canlıların sahip oldukları işitme, görme, konuşma, akıl ve irade
gibi özelliklere dikkat çekmektedir. Ona göre bu kabiliyetler Allah’ın gıdalara
yerleştirmiş olduğu bir takım özelliklerle bebeklikten itibaren sürekli gelişme
gösterirken, belirli bir yaştan sonra ise aynı gıdaların tüketilmesine rağmen gelişmek
yerine gerilemeye başlamaktadır. Dolayısıyla fiziksel ve ruhsal gelişim ve gerileme
süreci gıdalar yüzünden değil, Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmektedir. Böyle bir
yaratma ise Allah’ın zatı gereği âlim oluşunun ve kendisine hiçbir şeyin gizli
kalmayacağının delilini teşkil etmektedir.341
Üçüncü delilde Maturidi, cisimlerin sahip oldukları birleşme, ayrılma, hareket ve sukün
gibi arazlar üzerinde durmaktadır. Cisimler cansız varlıklar olup birleşme, ayrılma,
hareket ve sükûn bakımından kendileri ile ilgili herhangi bir şeyi bilmeleri ve meydana
getirmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla onların sahip oldukları bu özellikler kendileri
dışında onları her yönüyle bilen bir varlık sayesinde mevcut olmuştur.342
Dördüncü delilde Maturidi, varlıkların ihtiyaç ve beklentilerine yoğunlaşmaktadır. Ona
göre kâinatta bulunan her varlık, bir takım ihtiyaç ve beklentileri olan, bunları kendi
kendine karşılaması mümkün olmayan varlıklardır. Var olmaları ve varlıklarını devam
ettirmeleri noktasında her biri diğerine muhtaç kılınmıştır. Ayrıca onlar başkasının
ihtiyacının giderilmesi ve mevcudiyetinin sağlaması açısından herhangi bir tasarruf ve
yönetim gücüne de sahip değillerdir. Bu demektir ki, her bir varlığın onların her türlü
özelliklerini, ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların giderilme yollarını bilen ilim sahibi bir
yöneticisi vardır. İşte bu ilim doğrultusunda her şeyi yerli yerinde ve düzenli olarak
yaratmıştır.343
340
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 61.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 61.
342
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 61.
343
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 61-62.
341
75
Nesefî ve İbn Hümam’da (ö: 861/1456) Allah’ın ilim sahibi oluşunu ispat noktasında
kâinatta meydana gelen nesne ve olaylar, insan ve hayvan türünün sahip olduğu özellik
ve kabiliyetler, göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan düzen, intizam ve uyuma
dikkat çekmektedir. Onlara göre göklerde ve yerde müşahede ettiğimiz her türlü nesne
ve olayın yaratılışındaki tertip, uyum ve sağlamlık, insan, hayvan ve bitkilere verilen bir
takım kabiliyet ve özellikler Allah’ın ilim sahibi olduğunun en güçlü delillerindendir.
Kudret olmaksızın eylemin ortaya çıkması nasıl mümkün değilse, ilim olmaksızın
böylesine muhteşem bir uyum ve nizamın varlığı da imkânsızdır. Mesela güzel bir hat
yazısı, o yazıyı yazanın o alana dair ilim sahibi olduğunu gösterir. Aksi takdirde bu
alana dair bilgisi olmayan herhangi birinden böylesine bir yazının ortaya çıkmasını
beklemek mümkün değildir. Hat yazısına nispetle tarif edilemeyecek mükemmelliğe
sahip olan bu kâinatın Yaratıcısının ilim sıfatı ile muttasıf bulunması zorunludur.344
İbn Hümam’a göre, varlığa da yokluğa da imkân dâhilinde bulunan iki durumdan birini
tercih etme kabiliyetinin varlığında söz edebilmek için öncesinde ilmin bulunması
zorunludur. Çünkü tercih ancak ilimle birlikte gerçekleşen bir durumdur. Bir şeyin
yokluktan varlık sahasına çıkması noktasındaki yöneliş, öncesinde o durum hakkında
bir ilme sahip olunduğunun göstergesidir.
Allah kâinatta var olan tüm nesne ve
olayların fâil-i muhtarı olduğuna göre O’nun ilim sahibi olması zaruridir.345
Sadece aklî değil naklî deliller de Allah’ın ilim sıfatı ile muttasıf bulunduğunu
göstermektedir. Kur’an, Allah’ın ilim sahibi olduğunu, Allah’ın her şeyi, hatta her bir
varlığı ve onların gizli-açık bütün durumlarını bildiğini açık bir dille ifade etmektedir.
Allah’ın ilmi ile ilgili ayetler birinci bölümde değerlendirildiğinden burada özellikle
Yunus 10/61346 ve Mülk 67/14347 ayetleri üzerinde durulacaktır.
Yunus 10/61 ayetinde Allah’ın sadece cansız varlıkları değil, insan eylemleri de dâhil
her şeyi bildiği açıklanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’e hitaben “sen hangi işte
bulunursan bulun” sözüyle bir insana ait her türlü fiili bildiğini belirtirken “ona dair
Kur’an’dan ne okursan oku” sözüyle de bir harfin okunması gibi en küçük eylemlerden
344
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 246-247, 257-258; İbn Hümam, Müsayere, s. 58-59.
İbn Hümam, Müsayere, s. 60.
346
“(Ey Muhammed!) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’an’dan ne okursan oku ve (ey
insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz. Ne yerde,
ne gökte, zerre ağırlığınca (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden
uzak (ve gizli) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”
347
“Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.”
345
76
birinin dahi Allah tarafından bilindiği vurgulanmaktadır.348 Ayrıca sadece bireysel değil
toplumsal eylemlerin yanısıra henüz aksiyon haline dönüşmemiş gizli ve aşikâr tüm
niyetlerin de Allah tarafından bilindiği pek çok ayette349 belirtilmektedir.
Mülk 67/14’de ise “Yaratan bilmez mi hiç” sözü ile iki noktaya vurgu yapılmaktadır.
Bunlardan birincisinde Allah’ın nesne ve olayların yaratıcısı olduğu dile getirilmektedir.
İkincisinde ise yaratma fiilinin ön şartı olarak ilim takdim edilmiştir. Şayet bilgi
olmaksızın yaratma mümkün olsaydı, ilmi gerektirmeyen bir şeyle ilmi ispat etmek de
caiz olurdu ki bu muhaldir.350 Ayrıca Allah, eşyayı yaratmadan önce onun hakkında
herhangi bir bilgiye sahip olmasaydı,
bu ve benzeri ayetlerle kendi ilmine delil
getirmezdi. Nitekim ayette eylemin yaratılmadan önce Allah tarafından bilindiği ön
plana çıkarılarak, ister küllî ister cüz’i olsun ilminin her şeyi kapsadığı belirtilmiştir.351
Bu delillerdeki genel tema, bir eylemi gerçekleştirmenin ilk şartının o eylemi yapacak
olanda eyleme ait bir bilginin bulunmasının zorunlu olduğudur. Kâinatta meydana gelen
her türlü nesne, olay ve eylemin belirli bir amaç doğrultusunda ve o amaca uygun bir
şekilde yaratılması, ahenkli ve düzenli bir şekilde sürüp gitmesi Allah’ın fiili olduğuna
göre bu durum eylemin bilgiye dayandığını, dolayısıyla Allah’ın ilim sahibi olduğunu
açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü ilim sahibi olmayan bir varlıktan böylesine
muhkem, uyumlu, sistemli, planlı ve düzgün eylemlerin ortaya çıkması mümkün
değildir. Maturidi’nin Allah’ın ilim sahibi olduğunu kabul etmesi ve bunu aklî ve naklî
delillerle desteklemesi, ilmi itikad olarak tanımlayan ve bizzat Allah’ın zatı olduğunu
ileri süren Mutezile’ye bir reddiye özelliği taşımaktadır.352
348
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 488.
“Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli tuttuklarını da bilir, açığa vurduklarını da.” Bakara 2/77;
Ayırca bkz: Maide 5/99; Lokman 31/34. Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 66; c. 2, s, 84; c. 4, s. 79-81.
350
Maturidi, Te’vilat, c. 5, s. 194-195; Nesefî, Tabsıra, c. , s. 259.
351
İbn Hümam, Müsayere, s. 60.
352
Mutezile’nin ilme bu şekilde bir yaklaşım sergilemesi Allah’ın zatı üzerine zâid bir ilim sıfatını kabul
etmedikleri içindir. Onlar, Allah’ın ilminin kadîm olduğunu, eşyanın değişmesiyle değişmeyeceğini, her
şeyi kuşattığını kabul etmekle birlikte Allah’ın bilmesinin zatından dolayı olduğunu dile getirmektedirler.
Mutezile’ye göre Allah’ın ilmi ilimle muttasıf olan zatıdır. Nitekim Ebu Huzeyl el-Allaf “Allah herhangi
bir ilimle âlimdir ve O’nun ilmi zatıdır” diyerek Allah’ın ilmi hakkındaki bakış açılarını ortaya
koymuştur. Allah’ın zatından başka ilim sıfatı gibi bir durumun varlığını kabul etmek kadimlerin
çokluğunu gerektireceğinden tevhid ilkesine aykırıdır. Ancak Maturidi hem aklî hem de naklî delillerle
Allah’ın ilim sıfatı ile muttasıf bulunduğunu ispat ederek Mutezile’nin bu bakış açısını kabul etmediğini
belirtmiştir. Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 9-12; Şehristânî, Nihayetu’l-İkdam, s. 199, 221; Hayyat Ebu’lHuseyin Abdurrahim b. Muhammed, el-İntisar ve’r-Redd ala İbn Ravendi el-Mülhid, tahkik: Albert N.,
Matbaatu’l-Katolikiyye, Beyrut 1957, s. 81-83.
349
77
İlim meselesinde Maturidi’nin üzerinde durduğu ikinci husus, ilahi bilginin nasıllığı ile
ilgilidir. Maturidi, Allah’ın ilminin mahiyetini ilmi, kadîm ilim ve hâdis ilim353 olarak
ikiye ayırmak, kadîm ilmi Allah, hâdis ilmi de diğer akıl ve irade sahibi varlıklar ile
ilişkilendirmek suretiyle ortaya koymaktadır.354 Burada kâdim bilgiden maksat,
herhangi bir zamana veya mekâna tâbi olmayan, kendisine bir başlangıç tayin
edilemeyen bir bilgi olduğudur.355 Allah bu bilgi ile ezelde muttasıftır ve bu mutlak bir
bilgidir. İşte Allah bu kadîm bilgi ile kâinatta meydana gelmiş, gelmekte olan ve
gelecek olan her şeyi bütün ayrıntıları ile bilmektedir.356 Çünkü Allah’ın ilmi
insanlardaki gibi tecrübe yolu ile kazanılmış bir bilgi olmadığından, onun herhangi bir
zaman veya mekâna, sebebe bağlı kalması tasavvur edilemez. O, geçmiş, şu an ve
gelecekteki her şeyi değişmeyen ve değişmeyecek olan bilgisi ile bilmektedir. Nitekim
peygamberler357, müminlerin ve kâfirlerin ahiret hayatında karşılacakları durumlar358,
gelecekte vuku bulacak bir takım hadiseler359 hakkındaki ayetlere dayanan haberler,
Allah’ın geleceğe dair bilgi sahibi oluşunun delillerindendir. Allah Teâlâ bu olayları
haber verdiğine göre ya bunları bilmektedir ya da onlar hakkında herhangi bir bilgisi
yoktur. O’nun bilgisi olmadığı kabul edildiğinde verilen haberlerin doğru olmama
ihtimali ortaya çıkacak, dolayısıyla işitenler bu haberlere güvenmeyecektir. Böyle bir
yaklaşım ise O’na eksiklik, cehalet, acziyet gibi noksan sıfatlar atfetmek, yalan isnad
etmektir ki bu küfrü gerektiren bir durumdur. Allah gelecekte dâhil her şeyi bildiğini
haber verdiğine göre O’nun ilminin zaman ve mekânla sınırlanması muhal olmaktadır.
Allah her şeyi bildiğine, O’nun ilmi her zaman ve mekâna hâkim olduğuna göre insan
fiileri de bu ilmin alanına girmekte midir?
Allah’ın ilminin kapsamını ifade eden her şeyin içerisine insanın fiilleri de dâhildir.
Şayet bu fiilleri Allah’ın ilmi dışında tutacak olursak, O’nun bunları bilmediğini kabul
etmemiz, dolayısıyla ulûhiyete bir noksanlık atfetmemiz gerekecektir. Ulûhiyet ise biraz
353
Hâdis bilgi, kadîm bilginin aksine zaman, mekân ve sebeplere bağlıdır. Tecrübelerle kazanılmış bir
bilgidir. Kendisinde değişme söz konusudur ve bilginin hâsıl olmasından önce konu hakkında
bilgisizlik/cehalet söz konusudur. Aynı zamanda hâdis bilgi, zaman açısından taalluk ettiği
malum/bilinenden sonradır. Bkz: Sabunî, el-Bidaye, s. 16.
354
Maturidi, Te’vilat, c, 2, s. 134; c. 3, s. 108; c. 4, s. 398; c. 5, s. 490; İbn Hümam, Müsayere, s. 65;
Sabunî, el-Bidaye, s. 16.
355
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 433.
356
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 215, s. 221, c. 2, s. 93; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 259; İbn Hümam, Müsayere,
s. 60; Pezdevi, Usuli’d-Din, s. 60.
357
Saff 61/6
358
Nur 24/55; En’am 6/28; Secde 32/13
359
Fetih 48/27
78
öncede ifade ettiğimiz gibi her türlü kemal sıfatlarla muttasıf kılınmayı, cehalet vb.
noksanlıktan münezzeh olmayı zorunlu kılan bir durumdur.360 İnsan eylemleri de
Allah’ın ilminin kapsamına girdiğine göre, insan eylemlerini merkezine alarak önemli
bir
tartışma
konusu
haline
gelen
ilim
ve
kaza-kader
münasebeti
nasıl
temellendirilecektir.
2.1.2. İlim-Kaza/Kader İlişkisi
Allah’ın insanın eylemleri de dâhil kâinatta meydana gelen her türlü hadiseyi meydana
gelmeden önce bilmesini ifade eden ilim kavramının kaza-kaderle bağlantısı
noktasındaki en önemli tartışma, Allah’ın ezelî bilgisinin insan eylemleri üzerinde
zorlayıcı bir etkiye sahip olup olmadığı hususundadır. Maturidi bu tartışmaya Allah’ın
ilim sahibi oluşu ve ilminin mahiyetinin nasıllığını açıklayarak katılmıştır.
Maturidi, Allah’ın ezelî ve mutlak manada ilim sahibi olduğunu ve bu ilmin O’nu zatı
ile kâim bulunduğunu belirtmiştir. Çünkü O’nun zatının sonradan meydana gelen
şeylere mahal olması imkânsız bir durum olduğundan zatı gibi ilmi de ezelîdir. Cehalet
noksanlık, bilmek ise yetkinlik olduğuna göre Allah’a herhangi bir noksanlık
atfetmemek için O’nun insan eylemleri de dâhil vacib, mümkün ve muhal olan her şeyi
bilen bir varlık olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Allah yok olanı yokluk halinde
yok olarak bilirken, onun yokluktan varlık sahasına nasıl çıkacağını da bilendir.
Mümkünü de mümkün olarak bilirken yokluk halinde kalacağını ya da varlık
kazanacağını da bilmektedir. Varlığa gelince onun da varlık haline ve hangi surette yok
olacağına dair bilgiye sahiptir.361 Ebu Hanife bu duruma şu ifadeleri ile dikkat
çekmektedir: Allah madumu/yok olan şeyleri, yoklukları halinde yok olarak bildiği gibi,
onları yarattığında nasıl varlık kazanacaklarını da bilmektedir. Zira Allah, varlık
kazanmış her şeyi varlıkları halinde var olarak bildiği gibi, nasıl yok olacaklarını da
bilmektedir. Allah ayakta duran bir kimseyi o hali ile ayakta duruyor olarak bildiği gibi,
oturduğunda da içinde bulunduğu durum üzere oturuyor olarak bilmektedir. Varlık
âleminde meydana gelen bu değişmeler Allah’ın ilminde herhangi bir değişmeyi
gerektirmediği gibi bunlardan dolayı artma ya da eksilme de söz konusu değildir.362
360
İbn Hümam, Müsayere, s. 61.
İbn Hümam, Müsayere, s. 60.
362
Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber ( İmam-ı Azam’ın Beş Eseri İçinde), çev: Mustafa Öz, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul 1992, s. 72.
361
79
Bu olaylar hakkında Allah’ın zat ve sıfatlarında herhangi bir değişmenin olması da
kabul edilemez. Çünkü değişme, sonradan olan varlıklar için söz konusudur. Allah’ın
zat ve sıfatlarında bir değişme söz konusu olmayacağına göre mahlûkatın değişmesi
O’nun ilminde de bir değişmenin olmasını gerektirmez. Şayet böyle bir durumun
valığını kabul edecek olursak ilminin değişmesiyle birlikte zatının değişmesini de kabul
etmemiz gerekecektir ki bu muhaldir. Bu demektir ki Allah’ın ilmi olmuş, olan ve
olacak olan her şeyi kapsayan sonsuz ve değişmeyen bir ilimdir.363
Her şey ifadesinin, insanın eylemlerinin de bu ezelî ilim kapsamına girdiğine işaret
ettiğini daha önce belirtmiştik. Allah’ın insanın eylemleri ile ilgili ön bilgisi bilkuvve
bir nitelik taşımaktadır ve gaybîdir. Çünkü Allah bunları ezelde gerçekleşmiş bir surette
değil, gerçekleşecek diye bilmektedir. Eylemin varlık kazanması ile birlikte de mevcut
olarak bilmektedir. Allah’ın bilgisinin malûma ezeldeki taalluku ile onun meydana
gelmesinden sonraki aidiyeti arasında fark bulunmaktadır. Çünkü herhangi bir nesne
veya olayın varlık kazanmadan önceki hali hakkındaki bilgi ile varlık kazandıktan
sonraki durumuyla ilgili bilgi birbirinden farklıdır. Nitekim ilahi bilginin ezelde bilinene
taalluku bilkuvve bir nitelik taşırken bilinenin varlık kazanmasından sonra bilkuvveden
bilfiil durumuna geçmiş demektir.
Allah’ın insanın eylemleri hakkındaki bu ezelî bilgisi onu herhangi bir davranışı
yapmaya zorlayan bir bilgi değildir. Zira bilginin yaratma manasına gelmediği herkes
tarafından bilinen bir husustur. Eylemi yapmaya karar verme noktasında bir irade ve o
eylemi gerçekleştirecek kudret olmadan salt bilginin bir şeyi yapmayı gerektirmediği
aşikârdır. Mesela, resim sanatını bilmek, resmin varlığını gerektiren bir durum değildir.
Var olan bu bilginin eyleme dönüşmesi için gerekli malzemelerin bulunması, resim
yapmayı irade etme, güç kullanarak bilgiyi aksiyona dönüşmesi gerekmektedir. Bu
demektir ki bilgi, tek başına fiili gerektiren değil onu mümkün kılan bir özelliktir.
Eylemin yokluktan varlık sahasına çıkabilmesi için irade ve kudret sıfatlarının da ona
taalluku lazımdır. Bu duruma göre bir eylemin ortaya çıkmasında asıl belirleyici
faktörün ilim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ilim-irade ve kudret birlikteliğinde irade
ilme, kudret de iradeye bağlıdır. İlme öncelik vermeyecek olursak kâinatta bulunan her
şeyin, uyumun, düzen ve intizamın yaratılmışlığının nasıllığı sorusuna cevap vermek
imkânsız hale gelecektir. Nitekim Nesefî de Allah’ın kâinatta meydana gelen nesne ve
363
İbn Hümam, Müsayere, s. 60.
80
olaylar hakkında ezelî bilgisinin olmadığını ifade etmenin kâinatın bir bilgi
doğrultusunda yaratıldığı anlayışına zarar verdiğini belirtmiştir.364
Maturidi ekolünün Allah’ın ilmi hakkındaki bu görüşleri, Cehm b. Saffan (128/746),
Hişam b. Hakem (190/805) ve Mutezili olan Hişam b. Amr el-Fuvati’ye de cevap
niteliğindedir. Nitekim onların yaklaşımı365 Allah’ın bilgisine bir başlangıç belirleme,
acziyet atfetme, bilgisinde bir değişme ve artmanın imkân dâhilinde olması sonucuna
götürmektedir. Maturidiler yukarıdaki görüşleriyle Allah’ın ilminde zaman ve mekân
bakımından herhangi bir sınırlamanın bulunmadığını, Allah’ın her şeyi tek bir bilgi ile
bildiğini, O’nun ilminin insanların irade ve kudretlerini yok etmediğini ortaya
koymuştur.
Sonuç olarak Allah’ın ilminin kaza ve kader ile ilişkisi, insanın eylemlerini bilmek
noktasındadır. Nitekim Maturidi, kaderin manasını meydana gelecek her türlü olayı
Allah’’ın bilmesi olarak tanımlamak suretiyle Allah’ın ilminin kader olduğunu dile
getirmiş, bir anlamda her ikisini aynîleştirmiştir. Burada kader, insanı herhangi bir
davranışı yapmaya zorlayıcı, hürriyeti kısıtlayıcı bir etken olmamakta, eylemini hür bir
irade ile özgürce yerine getirme noktasında insana imkân tanımaktadır. Kur’an ayetleri
de Allah’ın ilmini mahlûkatın yaratılmasını zorunlu kılan aktif bir sıfat olarak
sunmamakta, varlığın her türlü halleri ile bilindiğine dair bir delil olarak takdim
etmektedir. Bunun içindir ki Maturidi, İlahi bilgiyi bilineni zorunlu olarak gerektiren bir
sıfat olarak değil, mümkün kılan bir bilme olarak algılamaktadır.
364
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 257-258.
Cehm, Fuvati, Rafizîlerin önde gelen âlimlerinden Hişam b. Hakem ve aynı düşünceye sahip olanlar
Allah’ın sadece var olanları bilen bir varlık olduğunu, gelecekte hâsıl olacak nesne ve olayları hâsıl
olmadan önce bilmesinin imkânsız olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşlerini desteklemek için Bakara
2/143, Kehf 18/12; Ta-ha 20/43-44, Muhammed 47/30-31, Mülk 67/1-2 ayetlerini delil getirerek Allah’ın
bir şeyi bilebilmesinin ön şartı olarak onun yokluktan varlık sahasına çıkışını göstermişlerdir. Onlara göre
Allah’ın madumu bilmesi söz konusu değildir. İnsan fiilleri de bu kategoride düşünüldüğünde Allah’ın
insanların gelecekte ne yapacaklarını, tercihlerini hangi yönde kullanacaklarını bilmesi mümkün değildir.
Bunun mümkün olduğunu düşündüğümüzde insanların eylemlerinde mecbur olduklarını da kabul
etmemiz gerekecektir. Çünkü insanların ilahi ilmin aksine tercihler yapmaları muhaldir. Yine onlara göre
Allah’ın cüz’iyyat hakkındaki bilgisi hâdistir ve bilinenin değişmesiyle Allah’ın ilmi de değişir. Bir şeyin
varlığı son bulduğunda da Allah’ın o şey hakkındaki bilgisi de son bulur. Bu demektir ki nesne ve olaylar
hem var olmadan önce hem de yok olduktan sonra bilinemezler. Allah’ın hâdis olan, nesne ve olayların
değişmesiyle değişen ilmi ne herhangi bir mahalde ne de Allah’ın zatı ile kâimdir. Tüm bu açıklamalar
ortaya koymaktadır ki, onlara göre Allah’ın ilmi, hâdis olan, sürekli değişen ve herhangi bir mahalde
kâim olmayan bir sıfattır. Eş’ari, Makalât, c. 2, s. 164; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 256; Şehristânî,
Nihayetu’l-İkdam, s. 215.
365
81
2.2. İRADE
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd isimli eserinde irade kavramına geniş bir yer ayırmakta, onun
meşiet ile aynı manaya geldiğini belirtmektedir.366 O, iradenin manalarını açıklamakla
kalmayıp bunlardan hangilerinin Allah hakkında ne şekilde kullanılabileceğini de ifade
etmiştir. Ayrıca ilahi iradenin varlığını akli ve nakli delillerle ispat etmekte, irade ile fiil
arasındaki ilişkiyi ve ilahi irade karşısında insan iradesinin yeri ve rolünü de ortaya
koymaktadır. Biz de onun bu yaklaşımı doğrultusunda meseleyi ele almayı uygun
görmekteyiz.
Maturidi’ye göre irade genel olarak dört temel manayı içermektedir. Bunlardan ilki, bir
işin, bir şeyin olmasını dilemek, istemek, temenni etmek ve arzulamaktır. İkincisi,
birilerinin bir şeyi yerine getirmesini emretmek ya da birilerini bir şey yapmaya davet
etmektir. Üçüncüsü, rıza göstermek, benimsemek, razı olmak demektir. Sonuncusu da
eylemi gerçekleştirenin unutma, gaflet, yenilgi ve baskı altında tutulmadığını beyan
etmektir. Çünkü bir varlığın eylemin gerçek sahibi olduğu, eylemini herhangi bir baskı
ve zorlama altında gerçekleştirmediği ancak bu şekilde ortaya konabilir.367
Bu tanımlardan bir şeye duyulan arzu ve isteği ifade eden temenni anlamındaki iradenin
herhangi bir şekilde Allah hakkında kullanılması mümkün değildir. Bu sadece insanlar
için söz konusudur. Emir manasındaki iradeye gelince iki durum söz konusudur.
Bunlardan ilki, failine fayda sağlayan, onu övgü ve mükâfata mazhar kılan haldir. Bu
anlamın Allah’a izafe edilmesinde hiçbir sakınca yoktur. İkincisi ise failine zarar veren,
onu yergiye ve cezaya maruz bırakan durumdur. Böyle bir tanımlamanın her bakımdan
Allah’tan nefyedilmesi gerekir. Rıza göstermek ve benimsemek anlamındaki irade de
emretmek gibi iki farklı açıdan ele alınmalıdır. Failin her türlü hal ve hareketleri
Allah’ın rıza gösterdiği, benimsediği bir yapıda değildir. Bu yüzdendir ki faile dünya
hayatında zarar veren, ahiret hayatında da cehenneme sürükleyen tavır ve davranışlara
Allah’ın razı olması muhaldir. Dördüncü sırada yer alan, bir fiili gerçekleştirirken baskı
ve zorlama altında bulunmamayı ifade eden irade ise her bakımdan Allah’a izafe
366
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 297; Te’vilat, c. 2, s. 6; Kerramiye fırkası hariç mütekellimlerin tamamı
meşiet ile iradenin aynı manaya geldiğini belirtmektedir. Kerramiyeye göre ise meşiet Allah’ın ezelî bir
sıfatıdır ve o, Allah’ın nesnelerin varlık sahasına çıkmasını dilemesini içermektedir. İradeye gelince o,
meşietten başkadır ve Allah’ın kadim olan zatında hâdis bir sıfattır. Allah’ın irade edilecek şeyler
adedince iradesi de bulunmaktadır. Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 610-611;
367
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 294; Te’vilat, c. 2, s. 173, 336, 371.
82
edilmek zorundadır. Şayet böyle kabul edilmeyecek olursa, her şeyin yaratıcısı olan
Allah’ın bazı eylemlerini baskı ve zorlama altında yapmış olduğunu benimsememiz
gerekecektir. Bu ise ulûhiyet ile bağdaşmayan bir yapı arz etmektedir. Bu manadaki
irade ile Allah’ı vasıflandırmamız, O’nun yarattıkları hususunda baskı ve cebir altında
bulunmadığını beyan ettiğimiz anlamına gelmektedir.368
Nesefî’ye göre irade biri talep diğeri de meyil olmak üzere iki manayı içermektedir.
Talep ile meyil irade adı altında birlikte ve eş zamanlı olarak bulunmakta ve biri
diğerinin varlığını gerektirmektedir. Talebin varlığından söz etmek ancak meyil ile
mümkündür.369 Nesefî’nin irade ile ilgili bu tanımlamasından iradeyi beşeri düzeyde
açıkladığı görülmektedir. İnsanın hür bir şekilde eylemde bulunmasının ve iki fiil
arasında yapmak ya da yapmamak şıklarından birini tercih etmesinin temelinde o fiile
karşı arzu ve istek neticesinde bir talebin hâsıl olması gerekmektedir. İbn Hümam,
iradenin tanımı hakkında herhangi bir bilgiye yer vermezken, Sabunî ise genel bir bakış
açısı sergileyerek iradeyi, yapılacak şeylerin o şekle değil bu şekle, o vakte değil bu
vakte tahsisini gerektiren bir sıfat olarak tanımlamıştır.370
Maturidi okuluna mensup âlimlerin irade kavramı ile ilgili analizleri onu hem İlahi hem
de beşeri düzeyde ele aldıklarını göstermektedir. Onlara göre irade hem Allah hem de
insandan her türlü zorlama ve baskıyı ortadan kaldıran, kendisiyle vasıflanana özgür bir
şekilde tercihte bulunma imkânı veren bir özelliktir. Bu demektir ki, irade sahibi her
varlık eylemlerini herhangi bir mecburiyet altında gerçekleştirmemekte, hür bir şekilde
yerine
getirmektedir.
O
halde
Allah’ın
iradesi
ve
insanın
iradesi
nasıl
temellendirilebilir? Bu iradelerin mahiyeti nasıldır? Allah’ın iradesi karşısında insan
iradesinin fonksiyonu nedir? Allah-insan ilişkisinde insan tarafından gerçekleştirilen
eylemler aslında kime aittir ve dolayısıyla bu eylemlerden doğan ahlaki sorumluluk
kime, nasıl yüklenmelidir?
2.2.1. Allah’ın İradesi
Maturidilere göre Allah irade sahibi bir varlıktır. Bunu hem akıl hem de nakil açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Akli deliller hususunda Maturidi, özellikle üç noktaya
368
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 294; Te’vilat, c. 1, s. 404.
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 490.
370
Sabunî, el-Bidaye, s. 43.
369
83
dikkat çekmektedir. Birincisi cevher ve arazlarıyla birlikte farklı özelliklere sahip
bulunan nesnelerin yaratılışıdır. Allah’ın kâinatta meydana gelen nesne ve olayların
yaratıcısı olduğu, onları yaratmadan önce haklarında ilim sahibi olması gerektiği daha
önceki bölümlerden aklî ve naklî delillerle sabit olduğuna göre, cevher ve arazları farklı
özellikleri ile yaratmanın ilimden sonraki ikinci ön şartı, onların iradeye dayandığını
kabul etmektir.
Çünkü yaratma fiilinden önce hangi varlığın hangi özelliğe sahip
bulunacağını, varlık sahasına çıkacağı zaman ve mekânını tercih ve tahsis eden bir sıfat
gerekmektedir ki bu iradedir. Aksi takdirde her şeyi bilen ve konumu nesne ve olayları
hiçten yaratma derecesinde bulunan bir varlığın, eylemlerini zorlama ve baskı altında
gerçekleştirdiğini benimsemek gerekecektir ki bu muhaldir.371
İkincisi kâinattaki düzen ve intizamdır. Maturidi’ye göre Allah’ın fiillerinin herhangi bir
bozukluk, düzensizlik, hikmetsizlik bulunmaksızın düzenli bir şekilde sürüp gitmesi,
fiile esas teşkil eden şeyin failin iradesi neticesinde meydana geldiğini göstermektedir.
Nitekim iradenin yokluğu halinde herhangi bir şeyin farklı şekillerde tezahürünü tercih
etmek ve bu doğrultuda onları meydana getirmek gibi bir durumdan söz etmek imkân
dâhilinde bulunmamaktadır.372
Üçüncüsü de nesne ve olayların nasıl ortaya çıktığını araştırmaktır. Kâinatta meydana
gelen her türlü hâdise insanın kendi eylemlerinden de tecrübe ettiği üzere öncesinde ilim
ve iradeyi gerektirmektedir. İrade, her failin eylemini kendi tercihi doğrultusunda
gerçekleştiridiğini gösteren bir sıfattır. O halde bu olaylar nasıl meydana gelmektedir?
sorusuna iki yönden cevap verilebilir. Birincisi, her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi
doğrultusunda meydana geldiğini ifade etmektir. Bu sözünü ettiğimiz şeyin ta
kendisidir. İkincisi ise Allah’ın ilmi ve iradesi dışında bir takım şeylerin meydana
geldiğini belirtmektir. Herhangi bir fiilin Allah’ın irade buyurmadığı bir şekilde vücut
bulduğunu düşündüğümüz takdirde O’na cebir, acziyet ve zayıflık gibi noksan sıfatlar
atfetmemiz gerekecektir. Çünkü başkasının saltanat ve hükümranlığı altında tasvip
etmediği ve istemediği bir şeyi yapmak onun güçsüzlüğü ve yenilgisinin göstergesidir.
Bunlarla vasıflanan birinin ise ilah olması imkânsızdır. Bu demektir ki nesne ve olaylar
her şeyin Yaratıcısı olan Allah’ın dilemesiyle meydana gelmektedir.373
371
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 45; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 490; İbn Hümam, Müsayere, s. 63-64.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 45.
373
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 291, 293; Te’vilat, c. 2, s. 173; c. 5, s. 428; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 493494.
372
84
Maturidiler aynı zamanda naklî delillerle de Allah’ın irade sahibi olduğunu ispat
etmişlerdir.374 Allah’ın iradesini beyan eden nakli deliller ile ilgili açıklama birinci
bölümde yer aldığından burada özellikle Allah’ın iradesinin nasıllığı üzerinde
durulacaktır.
Maturidi, Cebriye375 ve Mutezile’nin aksine376 Allah’ın zatı ile kâim olan ezelî ve kadîm
bir ilahi irade anlayışına sahiptir. İradenin Allah’ın zatından ayrı olarak düşünülmesi
mümkün değildir. Böyle olduğunu düşünmek, kâinatın cebrî olarak yaratıldığını kabul
etmek anlamına gelecektir. Çünkü iradenin olmadığı yerde cebir, ihtiyarın olmadığı
yerde zorlama yer almaktadır. Allah hakkında baskı ve zorlama düşünülemeyeceğine
göre irade, Allah’ın zatı ile kâim kadîm bir sıfat olmaktadır.377
Allah’ın iradesi mutlaktır. O’nun dilediği olur, dilemediğinin ise gerçekleşmesi mümkün
değildir. Nitekim Allah Teâlâ İnsan 76/30 ayetinde378 insanın dilemesinin Allah’ın
dilemesine bağlı olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir. Bu demektir ki Allah’ın
dilemesi halinde insanın istememesi, Allah’ın dilememesi halinde de insanın istemesi
diye bir şey söz konusu değildir. Allah’ın iradesinin mutlak olmadığını kabul
ettiğimizde bir şeyi irade buyurmasına rağmen onun gerçekleşmeme ihtimalinin
bulunmasını, irade etmemesine rağmen de gerçekleşme olasılığının varlığını kabul
374
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 287; Te’vilat, c. 1, s. 336, 519; c. 2, s. 173, 371; c. 4, s. 106, 197, 343; c.
5, s. 428.
375
Cebriye mezhebi iradenin varlığını kabul etmekle birlikte onu sadece Allah’ın iradesi ve dilemesi
olarak tanımlamaktadır. Onlara göre Allah mutlak irade sahibidir ve insanın irade sahibi olması söz
konusu değildir. Kâinattaki tüm olaylar Allah’ın irade ve kudretiyle meydana gelmektedir. Allah’tan
başka hiçbir varlığın gerçek manada iradesi yoktur. Her şey Allah’ın ilahi iradesi ve ol demesiyle varlık
kazanmaktadır. Bu yüzdendir ki insan, Allah tarafından belirlenen kader doğrultusunda hareket etmek
mecburiyetindedir. Neşşar, İslam’da Felsefi Düşünce, c. 2, s. 106-107.
376
Mutezile’nin tamamı Allah’ın irade sıfatı ile muttasıf bulunuşu ve mürid oluşu hususunda ittifak
halindedir. Onlara göre bu vasıflanış hakiki anlamda değil mecazi anlamdadır. Allah’ın dilemesi kendi
fiiline yönelik olduğunda zorunlu olmadan yaratması, başkasının fiiline yönelik olduğunda onu emretmesi
demektir. Allah’ın iradesi bir mahalde olmaksızın hâdistir ve fiilî bir sıfattır. İrade, irade edilen şeylerin
değişmesiyle değişir, artması ile de artar. Bişr b. El-Mutemir’e göre irade sıfatının iki yönü vardır. O bir
yönüyle zatî bir sıfattır. Diğer yönüyle de her türlü mahlûkata tallauk eden fiili bir sıfattır. Nazzam ve
Ka’bi ise iradenin fiil, emir ve hikmet açısından üç fonksiyonlu bir yapıya sahip olduğunu ifade
etmişlerdir. Onlara göre Allah’ın iradesi zatına talluk ederse fiili, insana taalluk ederse emri, kaianata
taalluk ederse hikmetidir. Allaf’a göre, Allah’ın iradesi herhangi bir mahalde bulunmaksızın hâdistir.
Çünkü irade, müşahede ettiğimiz âleme kıyasen bir mahale muhtaçtır. Onun bu yeri kalptir. Allah cisim
olmaktan münezzeh olduğuna göre iradesi de bir mahalle muhtaç değildir. Sonuç olarak Mutezile’ye göre
Allah’ın iradesi fiilî sıfatlar arasında yer almaktadır, hâdistir, herhangi bir mahalde kâim değildir,
değişmeye ve çoğalmaya da müsait bir yapıdadır. Eş’âri, Makalat, c. 1, s. 224, 245; Maturidi, Kitâbu’tTevhîd, s. 293-294; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 493; Şehristânî, el-Milel, c. 1, s. 82, 97.
377
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 286-288, 291; Sabunî, el-Bidaye, s 71.
378
“Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.” İnsan 76/30; Ayrıca bkz: Tekvir 81/27-29.
85
etmemiz gerekecektir. Her iki durumda ulûhiyet ile bağdaşmayan bir durumdur.379
Maturidi’nin mutlak irade anlayışı nesne ve olayların varlık ya da yokluk kazanmasının
Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu ortaya koymak bakımından oldukça önemlidir.
Alah’ın iradesi olmuş, olan ve olacak olan her şeyi kapsamaktadır. Allah, irade edilmesi
imkân dâhilinde bulunan her şeyi dileyendir. Mümkün olan her şey ifadesinin içerisine
insan eylemleri de girdiğine göre Allah, onları da dileyendir.380
Allah’ın iradesi ilmine göre taalluk etmektedir. İlmin ise bilinenin varlık kazanması
noktasında nötr bir etkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla Allah’ın bilgisi yaratıcı bir unsur
olmaktan ziyade imkânlar âleminin bildiricisi olma özelliği taşımaktadır. İrade ise
imkânlar âleminin zeminini oluşturan bu bilgiye dayalı olarak değişme kabul etmeyen
yapısıyla nesne veya olayın varlık ya da yokluğunu tercih ve tahsis eden, İlahi seçmenin
kendisiyle gerçekleştiği bir sıfat olma özelliğindedir. Dolayısıyla Allah, var olacağını
bildiği her şeyin varlığını, yok olacağını bildiği her şeyin de yokluğunu irade edendir.
Hidayet ve dalâlet381, iman ve inkâr382 gibi bir kimse veya toplumun geleceği383
hakkındaki Allah’ın iradesi de aynı kategoride değerlendirilmelidir. Allah’ın bir
kimsenin/toplumun hidayetini veya dalâletini, imanını ya da inkârını, refahını yahut
helakını dilemesi onlardan o fiilin sadır olacağını bildiği içindir.384
Burada tartışılan konulardan biri de kötülüğün Allah’ın iradesi kapsamına girip
girmediği üzerindedir. Maturidi’ye göre kötülük de ilahi iradenin alanına girmektedir.385
Nitekim nesne ve olaylar Allah’ın yaratması ile varlık kazandığına, irade de yaratmanın
379
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 295; Te’vilat, c. 4, s. 106, 197, 524.
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 554; c. 4, s. 216.
381
“…Allah kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.” En’am 6/39; ayrıca
bkz: Hud 11/34; Rad 13/27; İbrahim 14/4; Nahl 16/93.
382
“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse,
onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar…” En’am 6/125.
383
“Biz bir memleketi helak etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati)
emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkında hükmümüz gerçekleşir de oranın
altını üstüne getiririz.” İsra 17/16; Ayrıca bkz: Maide 5/4; Tevbe 9/85; Yunus 10/88.
384
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 334, 404; c. 2, s. 173, 505; c. 3, s. 361, 610-611; c. 5, s. 353; Maturidi’nin
ilim-irade ilişkisi hakkındaki bu düşünceleri Mutezile’ye cevap özelliği de taşımaktadır. Mutezile’ye göre
Allah tüm mahlûkatın hidayetini, imanını, iyiliğini ve kötülüklerden sakınmalarını dilemiştir. Allah’ın
dalâleti, inkârı ve kötülüğü murad etmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü Allah’ın kulların
fiillerini yaratması ve tedbiri diye bir şey söz konusu değildir. Hidayet ve dalâletin, iman ve inkârın,
iyilik ve kötülüğün yaratıcısı insanın kendisidir. Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 361.
385
Mutezile mezhebine göre Allah’ın iradesi kötülüklere taalluk etmez. Onlar iradeyi emir ve rıza ile aynı
manada değerlendirdiklerinden kötülüğü irade edenin kötü olacağını, dolayısıyla ilahi iradenin ancak
iyiliklere taalluk edebileceğini iddia etmişlerdir. İnsan kendi fiilinin yaratıcısı olduğundan yapmış olduğu
kötü fiiller de yine kendi ürünü olmaktadır. Kadı Abdu’l-Cebbar, Şerh, s. 431.
380
86
ön şartlarından olduğuna, kötülüğün de bu âlemdeki varlığı sabit bulunduğuna göre
bunları da dileyen Allah’tır. Allah’ın iradesi ilmine taalluk etmektedir. Her şey Allah’ın
ilminde yer aldığı gibi kötülük de O’nun ilminde bulunmaktadır. Allah’ın ilmine aykırı
bir şekilde varlık hakkında irade buyurması muhaldir. Şerrin ilminde yer aldığı ve haber
verdiği durum dışında meydana gelmesini dileyecek olsa Allah’ı yalancılık ve
hikmetsizlik ile vasıflandırmamız gerekecektir. Ayrıca kötülüğü Allah’ın iradesinin
haricinde tuttuğumuzda En’am 6/102386 ayetindeki ifade de anlamsız bir yapıya
bürünecektir. Çünkü Allah Teâlâ bu ayette “her şeyin yaratıcısı” olduğunu beyan
etmiştir. Bunun içerisine her türlü kötülük de dâhildir. O’nun iradesini şerre teşmil
etmemek bu ayet-i kerime ile bildirdiği haberde aslı olmayan bir beyanda bulunduğu
anlamına gelecektir ki bu muhaldir.
387
Burada söz konusu olan kötü fiiller, yaratmaya
dair iradenin kapsamına girmektedir. Bu manadaki irade, iyi-kötü, güzel-çirkin, taatmasiyet gibi her şeye taalluk eder. Allah her ne kadar kötü fiillerin yaratılmasını irade
buyursa da onları emretmez ve onlara hiçbir şekilde rıza göstermez. Bunun içindir ki
emir, rıza ve muhabbete dair iradesi sadece iyi, güzel, faydalı ve taat ile ilgili şeylere
taalluk etmektedir.388
Sonuç olarak Maturidi’nin irade ile ilgili tanımlamalarından Allah’ın iradesini üç açıdan
ele aldığını görmekteyiz. Bunlardan ilki yaratmaya taalluk eden irade, ikincisi emre,
üçüncüsü de rıza ve muhabbete dair irade olmaktadır. Allah’ın iradesi ilim sıfatına
râcîdir ve var olması imkân dâhilinde bulunan her şeyle ilişkilidir. Tercih ve tahsis edici
bir sıfat olan Allah’ın iradesi zatı gereği imkân dâhilinde olan her şeyin varlığı veya
yokluğunu gerektirmektedir. Hayır-şer, güzel-çirkin, iyi-kötü, taat-masiyet her şeyi
içerisine almaktadır. Allah’ın iradesi her şeye şamil olduğuna, insanın eylemleri de bu
her şey kapsamına girdiğine, Allah dilemedikçe insanın istemesinin bir anlamı
olmadığına göre Allah’ın iradesi karşısında insanın kendisine ait hür bir iradesi var
mıdır? İnsanın iradesinin eylemler üzerinde nasıl bir etkisi bulunmaktadır? Meşiet-i
ilahiye nedeniyle insanların eylemlerinde herhangi bir şekilde cebir ve zorlama söz
konusu mudur?
386
“İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na
kulluk edin. O, her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten) dir.” En’am 6/102.
387
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 295.
388
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 294.
87
2.2.2. İnsanın İradesi
Kelâm okulları Allah’ın irade sahibi oluşunda ittifak halinde olmalarına rağmen insanın
iradesinin bulunup bulunmadığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazısı insanın hiçbir
şekilde irade sahibi olmadığını iddia ederken389, diğer bazısı da insana mutlak bir irade
hürriyeti tanımıştır.390
Maturidi, mutlak cebirci olan Cebriye mezhebi ile mutlak tevfizci olan Mutezile
mezhebi arasında orta bir yol benimsemiştir. Allah’ın mutlak, ezelî ve zatı ile kâim
bulunan iradesi ile birlikte insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu, herhangi bir
şekilde baskı ve zorlama altında bulunmadığını kabul etmektedir.
Fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu belirtmek üzere kullandığı “duyu yoluyla elde
edilen bilgiler güvenilir midir?” sorusunu burada da soran Maturidi, verdiği cevap ile
insanın hür bir iradeye sahip olduğunu ifade etmektedir. Nitekim ona göre, “herkes
kendisini yaptıklarında hür, fâil ve kasib olarak hisseder.”391
Bu söylemiyle Maturidi, insanın eylemlerini özgür bir şekilde yaptığını, fiili
gerçekleştiren ve kesbeden olduğunu dile getirmektedir. Nitekim insanın fiillerini
gerçekleştirirken serbest olduğu şuurunda bulunması, hür bir iradeye sahip olduğunu
göstermektedir. Dolayısıyla Allah’ın iradesi fiil üzerinde hakikat manasında etkin
olduğu gibi insanın iradesi de aynı şekilde dinamiktir.392
389
Bu görüşün savunucuları Cebriye mezhebidir. Onlara göre insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu
kabul etmenin imkânı yoktur. Allah’ın mutlak irade ve kudreti karşısında insan özgür değildir. İnsanın
eylemde bulunması için gerekli olan gücü Allah yarattığı gibi irade ve ihtiyarını da yaratan Allah’tır. Her
şey Allah’ın önceden tayin ve tespit ettiği minval üzere gerçekleşmektedir. İnsan, aynene bir robot gibi
Allah’ın kendisi için planladığı şeyleri yapmaya mecburdur. Allah’ın mülkünde ancak O ne diler ve
isterse o gerçekleşir. Eş’âri, Makalat, s. 267; Bağdadi, Fark, s. 194-195.
390
Bu görüşün savunucusu olan Mutezile’ye göre insan, mutlak bir irade hürriyetine sahiptir. Bir şeyi
yapıp yapmamak tamamıyla insanın irade ve isteğine bağlıdır. Bu İlahi adaletin bir gereğidir. Aksi
takdirde işlemiş olduğu iyi veya kötü eylemlerinden dolayı ahrette mükâfat ya da cezaya çarptırılmasının
herhangi bir anlamı kalmayacaktır. İnsanın özgür bir iradeye sahip olmaksızın Allah tarafından bazı
fiillerinden dolayı cezalandırılması haksızlık ve zulüm olup, Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz. İlahi adaletin
bir gereği olarak insan kendisine bahşedilen mutlak anlamda özgür iradesi ile tercihlerini yaparak
eylemlerini yaratan olmaktadır. Kemal Işık, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1967, s. 69; Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi: Başlangıştan
İbn Rüşd’ün Ölümüne Kadar, çev: Hüseyin Hatemi, İletişim Yay., İstanbul 1986, s. 118.
391
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 288; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 177.
392
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 2225, 221, 287.
88
Maturidi ayrıca insanın eylemleri ve Allah’ın bu eylemler üzerindeki etkisi üzerinde
durmaktadır. Allah’ın yaratıcı gücüne rağmen insan, eylemlerini özgür bir şekilde
yapmaktadır. Çünkü eylem yaratma yönünden Allah’a ait olmakla birlikte yapma
yönünden insana aittir. Allah insanı herhangi bir eylemi yapmaya zorlayıcı değildir.
Nitekim insanlardan her biri kendisini hür, tercihler yapabilen, yapmakta olduğu şeyin
tam zıddını işleme imkânına sahip bir varlık olarak bilmektedir. İnsanın irade sahibi
olarak yaratılması, tercih etme eylemini de kendi sorumluluk alanına dâhil etmektedir.
Bu prensipten hareketle her insan yaptığı şeyi yapmaya kabiliyetli olduğunu, yapmayı
arzu ettiği şeyden başkasını tercih etme ve onu da gerçekleştirebilmeye yetenekli
bulunduğunu, yapmayı arzu ettiği şeyden engellendiğinde böylesi bir müdahalenin can
sıkıcı ve tahammül edilemez olduğunu bilmektedir. Aynı zamanda herkes yapmak
istediği şeyin aksini yapmak noktasında özgür bir iradeye sahip olduğunun da
farkındadır. Bu yüzdendir ki yapılan eylemin insanın kendisine ait olduğu gerçeğini
reddetmek için hiç bir yol yoktur.393
İçinde yaşadığımız dünyada tecrübe ile sabittir ki Allah her şeyin yaratıcısı olmasına
rağmen insan yaptığı şeyleri özgürce yapmaktadır. Cebriyenin aksine Allah insanı
yaptığıı şeyleri yapma hususunda ne zorlamakta, ne de mecbur kılmaktadır. İnsan arzu
ettiği şekilde hareket etmektedir. Şayet insan özgür bir iradeye sahip olmamış olsaydı,
Cebriyenin söylediklerinin doğruluğunu kabul etmek gerekirdi. Nitekim insanlar
yaptıkları eylemlerin aksine hareket etme kabiliyetine de sahip olarak yaratılmışlardır.
Çünkü Allah onları ne yaptıkları şeyi yapmaya zorlamıştır ne de yapmayı arzu ettikleri
şeylerden onları uzaklaştırmıştır. Bu yüzdendir ki insanlar yaptıkları şeyleri özgürce
seçtiklerini, bir eylemi diğerine hür bir şekilde tercih ettiklerini ve yapacakları şeyi terk
etmeye muktedir olduklarını bilmektedir. İnsanların gerçekleştirdiğim eylemi yapmak
zorundaydım gibi bir düşünceye sahip olmalarının hiç bir gerekçesi olamayacağı gibi
yaptıkları eylemi bu türden bir anlayış temeli üzerine bina etmeleri de mümkün değildir.
Böylesi bir durumun varlığı onların yaptıkları eylemin sorumluluğundan kurtulmasını,
kaçmasını veya herhangi bir şekilde bahane üretmesini de desteklemez. Belirtmiş
olduğumuz şeyler ortaya koymaktadır ki insan ben yaptıklarımdan sorumlu değilim
demek gibi bir imkâna sahip değildir.394
393
394
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 309.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 309-310.
89
Maturidi’nin bu açıklamalarından anlaşılan odur ki insanın iradesi, yaptığı eylemin
farkında olduğu temeli üzerine kurulmuştur. İnsanın özgürlüğü, bazı içsel sinyallere
dayanan içsel bir sezgi olmaktadır. Böylece Maturidi insanın kendisinin muhtar, fâil ve
kâsib olduğunu bildiğini ifade etmektedir. O, yapmayı arzu ettiğimiz şeyi yapmaktan
engellendiğimizde böylesi bir müdahalenin tahammül edilemez ve bunaltıcı olduğunu
buluruz demektedir. Açık bir şekilde ifade edilmeyen şey şudur ki insanın yolundaki
engellere karşı bu içsel reaksiyonlar insanın seçme özgürlüğü için içsel bir doğrulama
oluşturmaktadır. Zorlanılan ve dikte edilen eylem insanın doğasına uygun olsaydı, bu
içsel reaksiyonların hiçbir anlamı olmayacaktı, çünkü doğa kendisiyle uyumlu olan şeyi
hor görmez. Dolayısıyla insanın tercihlerinin engellenmesine karşı isyan ettiğinin kanıtı
şudur ki bizim için seçmenin doğal yolu özgür seçimden geçmektedir. İnsan sadece
yaptığı şeyi yapması dışında, aynı zamanda bu iç gözlem yoluyla bir eylemi başka bir
eyleme tercih ettiğini ve hatta yaptığı şeyin aksini yapmayı tercih edebileceğini de
bilmektedir. Burada ayrıca yapılan seçimin özgürce olduğunun başka bir göstergesi de
vardır. Nitekim hiç kimse zorlandığı zaman eylemi yapmaya zorlandığından şüphede
değildir. Yukarıda belirtilen içsel reaksiyonlar böylesi bir zorlamaya insanın doğasının
içgüdüsel cevabıdır.
Maturidi’nin dikkat çektiği bir başka husus da dinin temel varlığı ve mahiyetidir. Allah,
peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle dinin temel ilke ve esaslarını açıklamış,
hidayet ve dalâlet yollarını göstermiş, böylece de insanı emir ve yasaklara muhatap
kılmıştır. İman edilmesi gereken esaslara iman etmenin, emir ve yasaklara uymanın
yolu aklî istidlal ve fikrî çabadan geçmektedir. Bu ise ancak özgür bir irade neticesinde
gerçekleşebilecek bir olgudur.395
Daha sonraki Maturidi âlimler insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu açıklamak için
iradeyi küllî/tümel ve cüz’i/tikel olmak üzere ikiye ayırarak değerlendirmeye tabi
tutmuşlardır. Tümel iradeyi Allah tarafından insana potansiyel olarak verilen bir yeti
olarak tanımlamışlardır. Yaratılmış olan bu yeti sayesinde insan, imkân dâhilinde olan
bütün fiilleri tercih etme kabiliyetine sahip olmaktadır. Nitekim Sadru’ş-Şeria tümel
iradeyi, failin kendisiyle iki eşit taraftan birini veya tercih edilebileni tercih etme imkânı
veren bir sıfat olarak tanımlamıştır.396 Tikel irade ise potansiyel olarak mevcut bulunan
395
396
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 288.
Sadru’ş-Şeria, et-Tavdih fi Halli Gavamizi’t-Tenkih (Saduddin Mesud b. Ömer Taftazânî, Şerhu’t-
90
seçme yetisinin belirli bir fiile yönelmesi, sarf edilmesi ve kullanılmasından ibarettir. Bu
manadaki irade azm-ı musammem/kesin ve kati karar diye de tabir olunmaktadır.397
Tikel iradenin ihtiyar manasına geleceğini ifade eden Maturidi âlimler, Eş’ârilerin
aksine398 yaratılmasına gerek duyulmayan bu irade sayesinde insanın yapmak ya da
yapmamak şıklarından birini tercih edebildiğini belirtmişlerdir.399 Tikel iradeyi ihtiyar
olarak kabul eden Semerkandi, ihtiyarı bizatihi insanın fiili olarak tanımlamakta, onun
iradenin bir gereği olduğunu belirtmektedir. İrade ise yapılan fiillerden sorumlu
tutulmanın en önemli göstergelerindendir. İhtiyarı olmayan bir kimsenin iradesinden söz
etmek mümkün olmayacağı gibi sorumluluğundan da bahsetmenin hiçbir anlamı
kalmayacaktır.400
Bu açıklamalardan görüldüğü üzere Maturidiler, Cebriye ile Mutezile arasında orta bir
yol izlerken, tikel irade anlayışları ile de Eş’âri’den farklı bir bakış açısına sahip
olmuşlardır. Hem Maturidi hem de Eş’âri yaratmak bakımından Allah’ın, yapmak/kesb
bakımından da insanın hakikat manasında fiilde etkisinin bulunduğunu kabul ederken,
cüz’i iradenin yaratılıp yaratılmadığı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Maturidiler onun
yaratılmadığını kabul ederken Eş’âriler ise yaratıldığını belirtmişlerdir. Cüz’i iradenin
yaratıldığını kabul eden Eş’âriler iradenin belirli bir yöne sarf edilmesini ve
kullanılmasını da kabul etmemiş olmaktadır. Maturidiler ise ihtiyarın yaratılmadığını,
onun doğrudan doğruya insan ile alakalı olduğunu belirterek iradenin belirli bir yöne
sarf edilmesini ve kullanılmasını kabul etmişlerdir. Onlara göre insanın yaptığı fiillerden
sorumlu tutulabilmesinin temelinde ihtiyarın yaratılmadığının kabulünün yer aldığı
görülmektedir. Burada şöyle bir soru akla gelebilecektir:
Telvih ale’t-Tavdih kenarında), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut yy, c. 1, s. 354.
397
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelâm, Umran Yay., Ankara 1981, c. 2, s. 202-203; Abdullatif
Harputi, Tenkihu’l-Kelâm, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1330, s. 240; Ebu Said Muhammed b.
Mustafa Hadimi, Barikatu Muhammediye fi Şerh-i Tarikat-ı Muhammediye ve Şeria, Şirket-i Sahafiye-i
Osmniyye, İstanbul 1318, c. 2., s. 185.
398
Eş’âriler ise küllî irade gibi cüz’i iradenin de yaratıcısının Allah olduğunu iddia etmişlerdir. Aynı
zamanda bu iradenin insan eylemlerinin ortaya çıkmasında da hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Kısacası
Eş’âriler, insanın eylemlerinde hiçbir etkisi ve ilgisinin bulunmadığını, iradenin belirli bir yöne sarf
edilmesini ve o yönde kullanılmasının mümkün olmadığını iddia etmektedir. Cüz’i iradeyi böyle kabul
ettiğimizde insanın ihtiyarının da zorunlu fiillerden olması gerekecektir. Bu durumda ise emir ve yasağın,
teklifin, insanın sorumluluğunun herhangi bir anlamı kalmayacağı aşikârdır. Davud el-Karsi, Risale fi’lİradeti’l-Cüz’iyye, İstanbul 1312, s. 24-27.
399
Karsi, Risale fi’l-İradeti’l-Cüz’iyye, s. 24-27.
400
Ahmed Saim Kılavuz, Ebu Seleme es-Semerkandi ve Akaid Risalesi, İstanbul, 1989, s. 63.
91
Kur’an’ın da belirttiği üzere Allah her şeyin yaratıcısı401 olduğuna göre Maturidiler
cüz’i iradeyi ayette yer alan “her şey” kapsamının dışına nasıl çıkarmaktadır? Şayet
cüz’i iradenin yaratıcısı Allah değilse onun yaratıcısı kimdir? İnsanın kendisi ise bu
durumda da yaratmak bakımından bir ortaklık oluşmamakta mıdır?
Maturidiler bu tür sorulara cüz’i iradenin anlamı üzerinde durarak cevap vermektedir.
Onlara göre bu kavram hal olarak tanımlanabilir ve bu da itibari bir şeydir. İnsanda bir
özellik olarak varlığı söz konusu olmakla birlikte hariçte varlığından söz etmek
mümkün değildir. Ayette geçen şey kelimesi ise hariçte var olana işaret etmektedir.402
Nitekim kelâm ilminde şey kelimesi hariçte var olanları ifade etmek için
kullanılmaktadır.403 İhtiyar hariçte var olmadığı için şey değildir. İhtiyar, iradenin
herhangi bir fiile taallukundan ibaret bir durumdur. İnsan zihninde var olmakla birlikte
hariçte varlığı bulunmamaktadır. Bu ve benzeri şeyler hal adını almaktadır. Hallerin ne
varlığı ne de yokluğundan söz edilebilir. Bunlar zihinde bulunan hakikatlerdir. Bu gibi
hallere yaratma taalluk etmez. Yaratmanın hariçte var olana taalluk ettiğini ifade eden
Maturidiler, yaratma fiilinin taalluk etmesinin mümkün olmaması sebebiyle cüz’i/tikel
iradenin yaratılmamış olduğunu kabul etmektedir.404 Yukarıda belirtmiş olduğumuz
soruya cüz’i iradeyi ihtiyar olarak kabul eden İbn Hümam tarafında da şu şekilde cevap
verilmiştir. İhtiyarın bizzat insan tarafından meydana getirilişi aklen zaruri olup bunu
kabul etmemek gibi bir durum söz konusu değildir. İhtiyarı, Allah’ın her şeyin yaratıcısı
olduğunu ifade eden ayetlerin kapsamı dışında tutarak ihtiyar dışındaki nesne ve
olaylara tahsis etmek gerekmektedir. İhtiyarı da Allah’ın yaratması kapsamına dâhil
ettiğimizde insanın ihtiyarî eylemlerinde de zorunluluk altında bulunduğunu kabul
etmeliyiz. Bunun sonucunda da emir, nehiy, mükâfat, ceza ve sorumluluk gibi
durumların hiçbir anlamı kalmayacaktır. Böyle bir hataya düşmemek için yapılması
gereken şey, ihtiyarı yaratmanın kapsamı dışında tutarak hal olarak kabul etmektir.405
Araştırmalarımız cüz’i iradenin/ihtiyarın yaratılmamış olduğunu kesin bir dille ifade
eden ilk kelâm âliminin İbn Hümam’dan yaklaşık olarak 30 yıl önce dünyaya gelen
Sadru’ş-Şeria (ö: 747/1346) olduğunu göstermektedir. Sadru’ş-Şeria’ya kadarki süreçte
401
Zümer 39/62.
İsmail Gelenbevi, Haşiye ale’l-Celal, Matbaa-i Amire, 1308, s. 211;
403
Abdullah Pakoğlu, “İslam Kelâmında “Şey” Kavramı”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler
Ensitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 1999.
404
Sadru’ş-Şeria, et-Tavdih, c. 1, s. 178.
405
Sadru’ş-Şeria, et-Tavdih, c. 1, s. 178.
402
92
Maturidi âlimleri insanın irade sahibi bir varlık olduğunu belirtmekle birlikte bunun
yaratılıp yaratılmadığı hususunda net bir şey söylememişlerdir. İnsanın sorumluluğunun
temellendirilmesinde ihtiyarın büyük bir öneme sahip olduğunu, insanın tasarrufuna
bağlı olarak işlerlik kazandığını belirtmelerinin yanı sıra önce Sadru’ş-Şeria daha sonra
da İbn Hümam ihtiyarı, yaratılmamış bir sıfat olarak tanımlayarak onu insanın
kullanımına açmak suretiyle insanın eylemlerinde özgür olduğunu vurgulamak
istemişlerdir. İhtiyarın bu şekilde ele alınışı, (yaratılmamış bir sıfat olarak tanımlaması),
her iki âlimin de Maturidi ekolü içerisinde farklı ve orjinal bir durum sergilediğinin en
açık göstergelerindendir.
Sonuç olarak, insan özgür bir iradeye sahiptir ve bu sayede istediği şeyi tercih
edebilmektedir. Onun iradesi Eş’âriler tarafından iddia edilenin aksine eylem üzerinde
etkin bir iradedir. Bununla birlikte Allah’ın iradesi insanın tercih ettiklerine
ulaşabilmesinin ön şartıdır. Allah’ın son tahlildeki iradesi olmadan insanın isteği bir
anlam ifade etmeyecektir. Hal böyle olduğuna göre Allah’ın mutlak iradesi karşısında
insanın özgür bir iradeye sahip oluşu, herhangi bir baskı ve zorlama atında bulunmayışı
nasıl temellendirilmelidir? İnsanın irade hürriyeti ve bu hürriyet neticesinde mükâfat
veya cezaya müstehak oluşu kaza ve kaderin varlığı ile de yakından alakalı olduğundan
bu sorunun, irade ve kaza-kader ekseninde ele alınmasının uygun olduğu
düşünülmektedir. Çünkü şayet insanın eylemleri Allah’ın iradesi sayesinde meydana
geliyorsa, O’nun tüm sıfatları ezelî olduğundan ve irade sıfatı da ilmine taalluk
ettiğinden kaza ve kaderin insan eylemleri üzerinde zorlayıcı bir etkisi olduğu
ispatlanmış olacaktır.
2.2.3. İrade ve Kaza/Kader İlişkisi
Kaza ve kaderin temel sorunu insanın eylemlerinde hür olup olmadığı üzerine
odaklandığından bu başlık altında irade ve eylem ilişkisi üzerinde durulacaktır. İrade ve
eylem arasındaki münasebet ilim-fiil ilişkisine benzemektedir. İlim ve kaza-kader
ilintisiyle ilgili açıklamalarımızdan da hatırlanacağı üzere Allah muhal, mümkün ve
vacib olan tüm nesne ve olayları bilmektedir. Bu bilgi fiilî bir sıfat olmadığından eşya
üzerinde ontolojik açıdan herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Aynı durum irade sıfatı
içinde söz konusu mudur?
93
Maturidi’ye göre Allah göndermiş olduğu peygamberler ve kitaplarla bir yandan dinin
ilke ve esaslarını açıklamış diğer yandan da hidayet ve dalâlete götüren yolları
göstermiştir. Bu esasları kabul etme ya da etmemenin, emir ve yasaklara uyma veya
uymamanın, hidayet yahut dalâleti tercih etmenin yolu ise aklî istidlal ve fikrî çabadan
geçmektedir. Bu durum ise cebre değil ihtiyara vurgu yapan bir husustur. Bu yüzdendir
ki insanlardan bazısı kendi iradesi ile iman etmekte, bazısı inkâr etmektedir. Bazısı yine
kendi iradesiyle emir ve yasaklara itaat etme noktasında bir duruş sergilerken, diğer
bazısı da isyan etmektedir. Şayet insanların iradesi zorlama altında bulunsaydı, iman
veya inkârın, itaat ya da isyanın hiçbir anlamı olmazdı.406 Nitekim Allah Teâlâ “…Eğer
Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzere toplardı…” ayeti407 ile herhangi bir
zorlamanın söz konusu olmadığını, sahip oldukları hür irade ile hidayeti tercih ettikleri
takdirde onlara hidayeti nasip edeceğini beyan etmektedir. Çünkü Allah dileseydi tüm
insanları hidayet üzere olmaya zorlardı. Cebir ve zorlamanın bulunduğu bir yerde ise
hidayetten söz etmenin hiçbir manası bulunmamaktadır. Hidayet ancak ihtiyarî eylem
neticesinde hâsıl olan bir durumdur. İşte bu yüzdendir ki Allah insanlara vermiş olduğu
akıl ve irade ile tercihlerinde özgür bırakmış, dileyene hidayeti, dileyene de dalâleti
bahşetmiştir.408
Maturidi’ye göre şayet insanın iradesi baskı ve zorlama altında bulunacak olsa, her bir
bireyin doğuştan iman etmiş olması ve hidayetinin bu yolla meydana gelmesi
gerekecektir. Çünkü cebir altındaki irade, Allah’ın tüm insanların iman ve hidayetini
dilemesini zorunlu kılan bir durumdur.409 Bu takdirde de Yunus 10/99410 ayetinde yer
alan “eğer Rabbin dileseydi” sözünün bir anlamı kalmayacaktır. İman, cebir ve zorlama
olmaksızın irade ile gerçekleşen bir durumdur. Cebir ve ikrahın söz konusu olduğu bir
yerde ne imandan ne de mahlûkata has bir tesirden bahsedilebilir. Zira her ikisi de
eylemin sorumluluğunu failinden uzaklaştıran durumlardır. Allah’ın dilediği şey
gerçekleştiğine göre, şayet Allah tüm insanlığın imanını dilemiş olsaydı muhakkak
hepsi de iman ederdi. Ancak Allah böyle bir baskı ve zorlamaya dayalı iman yerine
herkesi kendi hür iradesi ile baş başa bırakmış, imana davet etmiştir.411
406
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 288.
En’am 6/35.
408
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 113.
409
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 288.
410
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekün iman ederlerdi. Öyle iken sen
mi mü’min olsunlar diye insanları zorlayacaksın” ayrıca bkz: Secde 32/13
411
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 502; c. 4, s. 89.
407
94
Cebir ifade eden ayetler412 de insanın özgürlüğünü temellendirmede önemli
referanslardandır. Bu tarz ayetler ilk bakışta sanki insanın, eylemlerini bizzat kendisinin
belirleme özgürlüğünü Allah’ın elinden aldığı, her türlü eylemin Allah tarafından tayin
ve tespit edildiği izlenimi vermektedir. Hâlbuki ayetlerin siyak ve sibakı dikkate
alınarak okunduğunda durumun hiç de öyle olmadığı görülecektir. Nitekim Maturidi
cebir manası taşıdığı ileri sürülen bu ayetleri tam tersine insanın iradesinin hiçbir
şekilde baskı altında bulunmadığını göstermek için delil olarak kullanmıştır. Özgürlüğü
temellendirmek için de ilim-irade ilişkisine dikkat çekerek Allah’ın iradesinin ilmine
taalluk ettiğini, ilmi doğrultusunda irade buyurduğunu, bu durumun ise insanın
eylemlerini tercih etmesinde zorlayıcı bir etkisinin bulunmadığını ifade etmektedir.413
Bu ayetlerden biri En’am 6/125’dir.414 Bu ayette Allah, dilediği kimseyi İslam’la
müşerref kılmak suretiyle hidayete erdireceğini, dilediğini de saptırmak suretiyle dalâlet
üzere bırakacağını haber vermektedir. Bu ifade özel bağlamından koparılıp tek başına
değerlendirmeye tabi tutulduğunda ilk bakışta insanın her haliyle çaresiz bir şekilde
ilahi yönlendirme altında olduğunu çağrıştırmaktadır. Ayeti kendi bağlamı içerisinde
tahlil eden Maturidi onu şu şekilde yorumlamıştır:
Allah Teâlâ bu ayette insanları iki sınıfa ayırmaktadır. Birincisi, kendileri için hidayeti
dilediği kimseler, ikincisi de kendileri için dalâleti istediği kimselerdir. Allah’ın hidayet
veya dalâleti irade buyurmasının temelinde ilmi yer almaktadır. Allah kimin hidayeti,
kimin de dalâleti tercih edeceğini ezelî ilmi ile bilmektedir. İşte bu bilgi doğrultusunda
da irade buyurmaktadır. Dalâleti ve düşmanlığı tercih edeceğini bildiği bir kimsenin
hidayetini dilemesi mümkün değildir. Çünkü iradenin hareket alanı Allah’ın ilmi ile
kayıtlıdır.415 Maturidi’nin bu ifadesi, Mutezile’ye de cevap niteliğindedir. Nitekim
Mutezili âlimlerden Cafer b. Harb (ö: 236/851) ve Ka’bi bu ayeti şu şekilde
yorumlamışlardır: Allah’ın hidayete erdirmek istediği kimseden maksat, yaratılışının
başlangıcında Allah’ın hidayetini kabul eden kimsedir. Bu kabul edişle birlikte Allah
onun göğsünü güzellik ve iyiliklere açmıştır. Yaratılışının başlangıcında Allah’ın
412
Bkz: Bakara 2/6-7; Al-i İmran 3/154, 166; Nisa 4/78, 88; Maide 5/4, 41; En’am 6/17-18, 25, 39, 111,
123, 125; A’raf 7/34, 54, 100; Yunus 10/88, 99-100; Hud 11/34; Ra’d 13/16; İsra 17/4, 16; Kehf 18/2324, 28; Neml 27/4; Fatır 35/11; Saffat 37/96; Fussilet 41/25; Şura 42/11-12; Hadid 57/22; İnsan 76/30.
413
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 18-19;
414
“Allah, her kimi doğruya erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse,
onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, inanmayanlara azap ve sıkıntıyı işte böyle
verir.”
415
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 173.
95
hidayetini kabul etmeyen kimseye gelince, bu reddedişin doğal bir sonucu olarak onun
da göğsünü ceza olarak daraltmıştır. Allah, insanların tümünün hidayetini ve göğüslerini
İslam’a açmayı istemiştir. Ancak onlar doğru yolda ilerlememiştir. İyiliği, kötülüğü,
itaati, isyanı, sevabı ve günahı, kısacası hepsini insan kendi yapmaktadır.416
Mutezile’nin bu açıklamalarına göre bir şeyi yapmak veya yapmamak tamamıyla insan
iradesi ve dilemesiyle alakalı olup, sadece onu ilgilendiren bir husus olmakta, Allah’ın
herhangi bir müdahalesi bulunmamaktadır. Maturidi, bu bakış açısının Allah’ın
iradesine sınırlama getirdiğini ve insanın iradesini Allah’ın iradesinden daha üstün bir
seviyeye taşıdığını belirterek kabul edilmesinin mümkün olmadığını dile getirmiştir.
Nitekim Mutezile’nin yorumuna göre Allah insanların tamamının doğru yol üzere
olmasını istemiş, fakat bu isteği gerçekleşmemiştir. Bu ise Allah’ın vaadini
gerçekleştirmekten aciz olduğu sonucuna götürür ki kabul edilmesi imkânsızdır.417
Allah hem hidayeti hem de dalâleti dileyendir. Bu dilemenin kaynağı ilimdir. Allah
insanların kendi hür irade ve arzularıyla hidayet ya da dalâleti tercih edeceği, emir veya
yasağı yerine getireceği ile ilgili bilgisi doğrultusunda irade buyurmaktadır. Allah’ın bu
dilemesinin insanlar üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olmadığı aşikârdır.418
Sonuç olarak, Maturidi bir yandan insanın özgür bir iradeye sahip oluşunu ispat ederken
diğer yandan da eylemlerini gerçekleştirirken herhangi bir şekilde baskı altında
bulunmadığını dile getirmektedir. Buradaki temel argümanı insanın eylemlerini ihtiyarı
doğrultusunda özgür bir şekilde yapan ve kazananın bizzat kendisi olduğunu bildiği ve
hissettiğidir. İrade, zorlama ve istenilmeyen bir eylemin reddedilmesidir. Bu tanımlama
aynı zamanda seçme özgürlüğünü de gösterir. Seçme fiili ne baskı ne de şans eseri
meydana gelmektedir. Seçme, irade ve kasıta dayalı bir eylemdir. Nitekim Maturidi,
irade ve seçmenin sonuca giden bir şart olduğunu söylemektedir. Şayet murad ediliyorsa
seçilmiş demektir. Bununla birlikte eylemin Allah’ın ilim ve iradesi ile yakından ilişkili
olup insanın Allah’ın ilmi ve iradesinde bulunanın aksini yapmaları gibi bir durumun
söz konusu olmadığı da belirtmektedir. Zira kâinatta meydana gelen her türlü nesne ve
olay Allah’ın ilmi ve iradesine bağlı olarak varlık kazanmaktadır. Çelişkili görünen bu
durumdan kurtulmak için Maturidi, iradenin farklı tanımlamalarına dikkat çekerek İlahi
416
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 173.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 288-289; Te’vilat, c. 2, s. 173.
418
İbn Hümam, Müsayere, s. 111-112.
417
96
iradenin boyutlarını ortaya koymuştur. İzmirli İsmail Hakkı’nın da belirttiği üzere419 bu
iradeyi tekvin-i ve teşrii irade olarak değerlendirmemiz mümkündür. Birinci iradenin
alanı yaratma ile ilgili olmakla birlikte ikinci iradenin alanı emir, rıza ve muhabbetle
alakalıdır. Tekvin-i iradenin alanına müdahale edilemezken, teşrii iradeye işaret eden
alanda ise insan özgürdür, dilediği gibi hareket etme imkânına sahiptir. Allah’ın emir ve
yasaklarını dilerse uygular, dilerse isyan eder. Allah insanın tercihi doğrultusunda
eylemi yaratır. Fakat isyan içerikli hiçbir eylemi emretmez ve buna rızası da yoktur. Şu
halde hem ilahi iradenin insan eylemleri üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olmadığı
hem de insanın yaptığı eylemlerin sorumluluğunu taşımasını gerektiren özgür bir
iradeye sahip olduğu görülmektedir.
Kaza ve kader meselesinde üzerinde durulan diğer bir konu da eylemin
gerçekleşmesinin üçüncü ön şartı olan kudrettir.
2.3. KUDRET
Faile bir işi yapma ya da yapmama imkânı veren, iradeye uygun olarak güç yetirilen
şeyler üzerinde etkisi bulunan kudret kavramı, kaza ve kader probleminin çözüme
kavuşturulmasında ilim ve irade ile birlikte kendisine müracaat edilen kavramlardan
biridir. İlim ve iradeye taaluk eden Allah’ın kudreti, kâinatta imkân dâhilinde bulunan
tüm nesne ve olayların varlık veya yokluk kazanmasında son derece önemli bir
faktördür. Çünkü Allah her şeyin yaratıcısı olduğundan yaratmanın oluşabilmesi için
yaratıcının kudretinin bulunması gerekmektedir. Bununla birlikte kudret mümkün
varlıklara mümkün olmaları itibariyle taalluk etmekte olup onların yokluktan varlık
sahasına çıkmasında tek başına etkin olmayan bir sıfattır. Çünkü kudret imkân hali
olduğundan bir mümkünün yokluktan varlık sahasına çıkışı kudretten ayrı ve müstakil
bulunan tekvin sıfatıyla alakalıdır. 420
Kudret sıfatının Allah’a verilmesinde kelâm ekolleri arasında herhangi bir görüş
419
İzmirli İsmail Hakkı iradenin emir manasından hareketle Allah’ın iradesini tekvin-i ve teşrii irade
olmak üzere iki kategoriye ayırmak suretiyle İlahi iradenin mahiyetini ortaya koymaya çalışmıştır. O,
tekvin-i iradenin iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı, taat-masiyet açısından her şeye taalluk ettiğini,
teşrii iradenin ise sadece iyi, güzel, faydalı ve taat türünden olan şeylere taalluk ettiğini belirtmiştir.
Tekvin-i iradenin taalluk ettiği nesne ve olaylar mutlaka gerçekleşirken, teşrii iradenin taallukunda böye
bir durum söz konusu değildir. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, s. 270.
420
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 45-46; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 246, 400; İbn Hümam, Müsayere, s. 5758; Sabunî, el-Bidaye, s. 25.
97
farklılığı bulunmamasına rağmen Maturidi, hem Allah’ın kudreti hem de insanın
kudretinin mahiyetini analiz ederken bir yandan Mutezile diğer yandan da Eş’âri’den
farklı bir yol izlemektedir.
2.3.1. Allah’ın Kudreti
Allah’ın kudretinin ayet merkezli açıklamaları birinci bölümde ayrıntılı bir şekilde tahlil
edildiğinden, burada Maturidi’nin Allah’ın kudretinin mahiyeti hususundaki görüşleri
değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Maturidi’ye göre kudret, Allah’ın zatı ile kâim ezelî bir sıfattır. Hiçbir şey O’nun
kudretinin kapsamı dışında kalamaz. Maturidi, Allah’ın kâdir oluşunu O’nun
eylemlerini gerçekleştirirken irade sahibi oluşuyla temellendirmektedir. Allah kâinatı
yoktan yaratmıştır. Böyle bir eylemi yapan ancak irade ve ihtiyar sahibi fail-i muhtar bir
varlıktır. Kâinatta bulunan düzen ve intizam da bunun bir başka delilidir. İrade mahiyeti
gereği eylemin varlık kazanmasında yeterli bir sıfat olmadığına göre bunu yapacak olan
kudrettir. İradenin semeresi eylem olmamakla birlikte kudretin ki eylemdir. Zira kudreti
bulunmayan bir kimse tarafından meydana gelen eylem zorunluluk arz eder. Zorunluluk
ise sonradan olma ve zayıflık alametidir. Allah bütün bunlardan münezzehtir. Bununla
birlikte yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Allah’ın kudreti bir imkân hali olup Eş’âri’nin
aksine421 eylemlerin yaratılmasında etkin olan bir başka sıfat daha vardır ki o da
tekvindir.422 Nitekim Nesefî’ye göre tekvin, tahlik, halk, icad, ihdas ve ihtira’
kavramlarıyla eş anlamlı olup yok olanı yokluktan varlık sahasına çıkarmak anlamına
421
Eş’ari de Allah’ın zatı ile kâim, mutlak ve ezelî bir kudreti anlayışına sahiptir. Allah’ın kudreti sonsuz
ve sınırsız bir sıfattır. Allah’ın kâdir oluşunun anlamı, kâinatı yaratması ya da yaratmayı terki
manasındadır. Allah’ın ilminin bütün mümkünata taalluku gibi kudreti de taalluk etmektedir. Bilinen
ancak Allah’ın bildiği güç yetirilen de ancak Allah’ın kadir olduğu şeydir. Dolayısıyla Allah bilinebilecek
her şeyi bilmekte ve güç yetirilecek her şeye güç yetirmektedir. Ayrıca onlar, Maturidi düşüncenin aksine
Allah’ın bu kudretinin her şeyi yaratmak için yeterli olduğunu ve başka bir sıfata gerek olmadığını,
dolayısıyla ezelî bir tekvin sıfatının bulunmadığını kabul etmektedir. Eş’ari, Luma, s. 93-94; İbane, s. 5253; Makalat, c. 2, s. 205; Bakıllani, Kitabu’l-İnsaf, s. 35.
Mutezile ise kudreti, irade ve ihtiyar doğrultusunda bir eylemin gerçekleşmesini sağlayan araç
konumunda olduğunu ifade etmiştir. Onlara göre kudretin en önemli hususiyeti ibda ve icad yani var
etmektir. Buna göre kâdir, kendi ihtiyarıyla, yok olanı vücuda çıkaran olmaktadır. Bu yüzdendir ki hem
Allah’ın hem insanların bu kudretle vasıflanması gerekmektedir.421 Onların kudrete böyle bir bakış açısı
sergilemelerinin temelinde insanın eylemlerinin yaratıcısı oduğunu temellendirmeye çalışmaları
yatmaktadır. Nitekim onlar bu yaklaşımlarının bir uzantısı olarak ihtiyarî eylemleri yapan ve yaratanın
insan olduğunu belirtmişlerdir. Maturidi ise kudreti bir eylemi yapmaya imkân sağlayan güç olarak
tanımlayarak ve bir şeyin yokluktan varlık kazanmasını sağlayan yaratmayı ise tekvine râcî kılarak
kudretin yaratma anlamı taşımasının mümkün olmayacağını belirtmiştir. Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 4546; Kadı Abdu’l-Cebbar, Şerh, s. 151-156.
422
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 45-46.
98
gelmektedir.423
Maturidi kudret konusunu işlerken Allah’ın kudretinden ziyade insanın kudreti üzerinde
durmakta ve eylemlerini gerçekleştirebilmesinin şartı olan kudretin insanda var olup
olmadığı, var ise nasıl bir gerçekliğe sahip olduğu sorularına cevap aramaktadır. Biz de
onun bu yaklaşımı doğrultusunda meseleyi ele almayı uygun görmekteyiz.
Maturidi’nin görüşlerine geçmeden önce burada şu hususu belirtmekte yarar var ki,
Cebriye
mezhebi424
dışında
tüm
mezhepler
insanın
ihtiyarî
eylemlerini
gerçekleştirebilmesi için bir kudretinin bulunması gerektiğini kabul etmektedir. Zira
eylemin meydana gelebilmesi için kudret şarttır ve eylem bulundukça kudrete
muhtaçtır.425
2.3.2. İnsanın Kudreti/ İstitaatı
Maturidi ekolüne göre insan bir eylemi yapma veya terk etme özelliğine sahip olduğuna
göre kudret sahibi olması gerekmektedir. Çünkü insan ancak canlıya fiili yapma veya
terk etme imkânı veren kuvvet manasına gelen kudret sayesinde fiili yapma veya terk
etmeye kabiliyetlidir.426
Maturidi insanın kudretini iki kısma ayırarak ele almaktadır. Bu kudretlerden birincisi
sebeplerin müsait olması (selametü’l-esbab) ve vasıtaların sağlıklı olması (sıhhatu’lalat), ikincisi de fiilin kendisiyle meydana geldiği kudrettir.427 Kanaatimize göre onun
böyle bir yaklaşım sergilemesinin temel nedeni, insanın eylemlerini gerçekleştirirken
cebir altında bulunmadığını, eyleminin yaratıcısı olmadığını, bilakis eylemlerinde özgür
olduğunu ve onlardan sorumlu bulunduğunu ortaya koymak içindir. İçerdikleri manalar
itibariyle bunlardan ilkini bilkuvve, ikincisini de bilfiil kudret başlığı altında
423
Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 400; tekvin konusundaki tartışmalar için bkz: Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 4549; Nesefî, Tabsıra, c. 1, s. 400 vd; Hüdaverdi Adam, İbn Arabi-Kaza ve Kader, Değişim Yay.,
Adapazarı 1998, s. 147-153.
424
Daha önceki açıklamalardan da bilindiği üzere Cebriye insana gerçek anlamda eylem isnat
etmemektedir. İnsan tarafından gerçekleştirilen eylemler ona ancak mecazen nispet edilebilir, hakikatte
ise onlar Allah’ın eylemleridir. İnsanın ne eylemi, ne ihtiyarı ne de kudreti bulunmaktadır. Fâil ve kâdir
olan yalnızca Allah’tır. Bağdadi, Usuli’d-Din, İstanbul 1928, s. 134; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 114.
425
Sabunî, el-Bidaye, s. 62.
426
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 261; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 113.
427
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256; Te’vilat, c. 1, s. 241; c. 2, s. 412; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 113;
Sabunî; el-Bidaye, s. 62.
99
değerlendirmeyi uygun görmekteyiz.
2.3.2.1. Bilkuvve Kudret
Nesne ve olaylara ait sebeplerin ve eylemi gerşekleştirecek kişiye ait hallerin müsait
olması anlamına gelen bilkuvve kudret insanda potansiyel olarak mevcuttur. İnsan
kendisinde potansiyel olarak bulunan bu kudret ile bir eylemi yapma ya da yapmama
imkânına sahip olmaktadır.428 Bu manadaki kudret zaman bakımından eylemden
öncedir. Çünkü eylemin meydana gelişi bu kudretin varlığına bağlı bulunmakla birlikte,
doğası gereği münhasıran o eylem için yaratıldığını söylemek mümkün değildir. Fakat
bu kudret, Allah’ın dilediği kimselere bahşettiği lütuflarından biridir ve daha sonra
insanlardan, bu lütfunu algıladıkları ve zekâları onların bilgisine ulaştığı sürece
kendisine şükran duymalarını talep etmektedir.429
Maturidi’nin bilkuvve kudret ile ilgili açıklamalarından onun eylemin meydana gelmesi
için yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Bu kudretle dikkat çekilen husus, insanın
sorumluluğunun temellendirilmesi için eylemin meydana gelmesinden önce hem nesne
hem de insanda eylemin gerçekleşmesini sağlayacak haller bakımından herhangi bir
bozukluk bulunmaması gerektiğidir.430
Maturidi’nin
sebeplerin
müsait
ve
vasıtaların
sağlıklı
olması
manasındaki
kudretin/istitaatin varlığıyla ilgili delillerinden biri Mücadele 58/4 ayetidir.431 Bu ayette
yer alan “gücü yetmeyen” ifadesi eylemin gerçekleşmesini sağlayan değil, eylemin
meydana gelmesinden önce ilgili nesneye ve fâile ait sebep ile hallerin sağlıklı ve
sıhhatli olmaması anlamına gelmektedir. Gücü yetmek tabiri iki ay oruç tutmakla
ilişkilendirilmekte, insanlardan bazılarının peş peşe iki ay oruç tutmaya güç
yetiremeyecek bir durumda bulunabileceğine dikkat çekilmektedir. Bu ise eylemi
gerçekleştiren değil, eylemden önce bulunan sebep ve vasıtların sıhhatli olması ile ilgili
428
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 113; Sabunî, el-Bidaye, s. 62.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256; Te’vilat, c. 1, s. 294; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 113.
430
Bilkuvve kudretle ilgili olarak Mutezile’nin de aynı düşüceye sahip olduğu görülmektedir. Onlara göre
de bu kudret eylemden önce bulunmalıdır. Aksi takdirde güç yetirilemeyen bir şeyle insanın sorumlu
tutulması gerekecektir. Zira bir şeyi yapabilmenin ilk şartı onu yapabilecek imkâna sahip olmaktan
geçmektedir. Mesela bir şeyi tutabilmemiz ve yürüyebilmemiz için el ve ayaklarımızın sağlıklı olması
gerekmektedir. Kadı Abdu’l-Cebbar, Şerh, s. 390.
431
“Kim (köle azat etme imkânı) bulamazsa, eşine iki ay dokunmadan önce ard arda iki ay oruç
tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar, Allah’a ve Rasulüne
hakkıyla iman edesiniz, diyedir. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kâfirler için elem dolu bir azap vardır.”
429
100
kudrettir. Aksi takdirde buradaki kudret eylemi gerçekleştiren olsaydı, güç yetirememe
gibi bir durumdan söz edilmesi imkânsız olurdu.432
İkinci delil, Tevbe 9/42 ayetidir.433 Bu ayette yer alan “eğer gücümüz yetseydi” ifadesi
eylemi yapmaya engel teşkil eden hastalık ve mali imkânsızlık gibi durumlardır.
Münafıkların böyle bir bahane ileri sürmelerinin nedeni yolculuk için gerekli olan araç
ve gereçle birlikte fiziksel bakımdan da yeterli güce sahip olmadıklarını düşündükleri
içindir. Bu bahanelerin tamamının da eylemin gerçekleşmesinden önceki istitaat olduğu
aşikârdır. Münafıklar bunları söylerken eylemin gerçekleşmesini sağlayan kudret
hakkında
bir
bilgiye
sahip
olmayıp,
güçsüzlük/kuvvet,
hastalık/sağlık
ve
yoksulluk/zenginlik gibi içerisinde bulundukları durum doğrultusunda bahane ileri
sürmüşlerdir. Çünkü fiili oluşturan kudret sürekli olarak yok olup yeniden oluşmaktadır.
Bu demektir ki buradaki kudretle eylemlere ait değil, hal ve sebeplere ait sıhhat ve
selamet kastedilmektedir.434 Nitekim Allah Teâlâ savaşa çıkmamayı gerektirecek istitaat
yokluğunu zayıflık, hastalık ve maddi imkânsızlıkla sınırlandırmakta, güçlü, sağlıklı ve
zengin olmayı sorumluluk göstergesi saymaktadır.435
Üçüncü delil, Nisa 4/25436 ve Al-i İmran 3/97437 ayetleridir. Bu ayetlerde yer alan “güç
yetirme” ifadeleriyle hâsıl olan istitaat ile fiziksel ve maddi imkânlar kastedilmektedir.
Nitekim birinci ayette hür bir kadınla evlenmeye maddi bakımdan gücü yetmeyen bir
kimsenin cariye ile evlenmesi tavsiye edilmekte, ikinci ayette de hacca gidebilmek için
sağlığın elverişli olması, yeteri kadar maddi imkâna sahip olunması ve yol güvenliği
gibi hususlara dikkat çekilmektedir. Bunlara sahip olmayanlar, bu ayetlerin kapsamı
432
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 257; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 114.
“Eğer yakın bir dünya menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, (sefere katılmayan münafıklar da)
mutlaka sana uyarlardı. Fakat meşakkatli yol, onlara uzak geldi. Gerçi onlar, ‘eğer gücümüz yetseydi,
elbette sizinle beraber çıkardık’ diye Allah’a yemin edeceklerlerdir. Onlar kendilerini helaka
sürüklüyorlar. Allah, biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.”
434
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 257; Te’vilat, c. 2, s. 412; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 114.
435
“Allah ve Rasulüne karşı sâdık ve samimi oldukları takdirde güçsüzlere, hastalara ve (seferde)
harcayacakları bir şey bulamayanlara (sefere katılmadıkları için) bir günah yoktur. İyilikte bulunan
kimselerin (kınanması) için de bir sebep yoktur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Kendilerini bindirip (cepheye) sevk edesin diye sana geldikleri zaman, senin, ‘sizi bindirebileceğim bir
şey bulamıyorum’dediğin; bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri
yaş döke döke geri dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur. Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde
senden izin isteyenlerindir. Bunlar, geride kalan (kadın ve çocuk) larla birlikte olmaya razı oldular. Allah
da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.” Tevbe 9/91-93.
436
“Sizden kimin, hür mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmezse sahip olduğunuz mümin genç
kızlarınızdan (cariyelerinizden) alsın…”
437
“Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna
gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır…”
433
101
dışında tutularak herhangi bir sorumluluk yüklenmemekte, sahip olanların ise
eylemlerinden sorumlu oldukları bildirilmektedir.438 Bunun aksini iddia ettiğimizde,
bulunmayan bir imkâna dayanarak emir verme ve yasaklamanın varlığını da kabul
etmemiz gerekecektir ki bu muhaldir. Bu durum gözleri görmeyen bir kimseye gör, eli
olmayan bir kimseye elini uzat demek gibidir. Böyle bir yaklaşım ise kişiden imkânsızı
istemekten başka bir şey değildir.439 Bunula birlikte Allah Teâlâ insanların
sorumluluğunu sahip oldukları güçlerle sınırlandırarak her şahsı gücünün yettiği ölçüde
mükellef tutacağını beyan etmiştir.440
Maturidi’nin bilkuvve kudreti açıklarken vurgu yaptığı noktalardan biri de bu kudretin
eylemin meydana gelmesinde tek başına yeterli olmadığıdır. Bunun için bir başka
kudrete ihtiyaç duyulmaktadır ki bu bilfiil kudrettir.
2.3.2.2. Bilfiil Kudret
Maturidi bu kudretin tam bir tarifini yapmamakla birlikte onu eylemin kendisiyle ortaya
çıktığı kudret olarak nitelendirmektedir. Bilkuvve kudretin aksine fiil ile birlikte
bulunan, fiil için olan ve sürekli olarak yok olup yenilenen bir kudrettir. Bu kudretle
birlikte meydana gelen eylem neticesinde sevap ve ceza, güzellik ve çirkinlik gibi
vasıflar hâsıl olmaktadır. Bilfiil kudret bilkuvve kudretin eyleme dönüşmüş halidir ve
Mutezile’nin aksine eylemle aynı anda bulunmaktadır.441
İrade ve ihtiyar neticesinde hâsıl olan eylemin gerçekleşmesini sağlayan bu kudretin
varlığına işaret eden pek çok ayet bulunmaktadır. Bunlardan biri el-Kehf 18/67
ayetidir.442 Bu ayette hal ve sebepler anlamındaki kudretin bulunmasına rağmen eylemin
438
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 293-294, 397; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 114-115.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 257; Te’vilat, c. 1, s. 294.
440
“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar…” Bakara 2/286. Ayrıca bkz: Talak
65/7.
441
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 256; Sabunî, el-Bidaye, s. 62; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 114; Mutezile
bilkuvve kudrete bakış açısıyla Maturidilerle aynı düşüncede olduğunu ortaya koyarken bilfiil kudret
konusunda ise farklı bir anlayışa sahiptir. Onlara göre bilfiil kudret de eylemden önce bulunmaktadır.
Eylem ile birlikte bulunan bilfiil kudret değil, eylemin meydana gelmesini sağlayan hâdis sebeptir. Bilfiil
kudretin eylemin varlık kazanmasında herhangi bir etkisi yoktur. Bilfiil kudretin eylemle birlikte
olduğunu kabul ettiğimizde insanı gücünün yetmediği bir şeyle sorumlu tutmamız gerekecektir. Bu ise
kabih bir iştir. Kabihi işlememek ise adalettendir.
442
“Sen benimle birlikte bulunmanın gerektirdiği sabra asla güç yetiremezsin.”; ayrıca bkz: Al-i İmran
3/97; Hud 11/20; Kehf 18/72, 82; Tegabun 64/16.
439
102
gerçekleşmemesi, fiilî kudretin nefyini gerektirmiştir. Hud 11/20 ayetinde443 ise işitme
ve görme ile ilgili organlarında herhangi bir rahatsızlık bulunmamasına rağmen Allah
muhataplarını, tebliğ etmiş olduğu hak ve hakikatleri görmezden gelerek kulaklarını
tıkadıkları için kör ve sağır olmakla vasıflandırarak onları kötülemiştir. Dolayısıyla bu
ayette yer alan istitaattan maksat sebeplerin uygunsuzluğu ve aletlerin müsait
olmayışıyla ilgili değil, bilakis fiil ile alakalı istitaattir.444
Bu açıklamalar ortaya koymaktadır ki bilfiil kudret doğrudan eyleme taalluk eden ve
eylemin varlık kazanmasını sağlayan kudrettir. Allah tarafından eylemle birlikte
yaratılan bu kudretin eylemden önce ya da sonra olması mümkün değildir. Böylece
insan her zaman ve mekânda eylemde bulunabilmek için Allah’ın yardımına muhtaç bir
varlık olmaktadır.
Bilkuvve kudret ve eylem arasındaki ilişki ve onun eylemden önce bulunması
hususunda herhangi bir tartışma yaşanmazken bilfiil kudret ve eylem arasındaki ilişki
ortaya konulurken önemli tartışmaların yapıldığı görülmektedir. Tartışmalardan ilki bu
kudretin eylemden önce mi yoksa eylemle birlikte mi bulunduğu, ikincisi bilfiil kudretin
iki zıt için müsait olup olmadığı, üçüncüsü de güç yetirilemeyecek bir şeyle insanın
mükellefiyeti üzerinedir.
2.3.2.2.1. Bilfiil Kudretin Eylemle Birlikte Bulunuşu
Maturidi ekolüne göre bilfiil kudret eylem ile birlikte bulunan, sürekli yenilenen, fiilden
önce veya sonra bulunması imkânsız olan bir kudrettir. Maturidi, bilfiil kudretin eylemle
beraber bulunuşunu ilk olarak onun araz olması üzerine temellendirmektedir. Eş’âri
âlimlerinden Bakıllani’nin de bu kudretin eylemle birlikte bulunuşu noktasında aynı
delili ileri sürdüğü görülmektedir.445 Arazlar yapısı gereği süreklilik arz etmezler. Bâki
olabilmeleri için kendileri dışında beka özelliğine sahip başka bir şeyin varlığı
gerekmektedir. Arazların varlığı kendi kendine değil sonradan var olan ve yer işgal eden
cevher ve cisimlere bağlı bulunduğundan onlar da hâdis olmaktadır. Hâdis olan bu
443
“Onlar yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakabilecek değillerdir. Onların Allah’tan başka sığınabilecekleri
bir yardımcıları da yoktur. Azap onlar için kat kat artırılacaktır. Çünkü onlar (gerçekleri) işitmeye
tahammül edemiyorlar, hem de görmüyorlardı.”
444
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 258; Te’vilat, c. 2, s. 517; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 11-115.
445
Bakıllani Kadı Ebu Bekir, Kitabu’l-İnsaf, tahkik: Muhammed Zahid b. Hasan el-Kevseri, elMektebetu’l-Ezheriyye li’t-Turas, Kahire 1993, s. 47; Yazıcıoğlu, “İslam Kelâmında Önemli Bir Mesele:
İstitaat”, İslami Araştırmalar Dergisi, Sayı: 1, Temmuz 1986, s. 52-53.
103
kudret eylemden önce olsaydı, eylemin kudretsiz olarak meydana geldiğini kabul
etmemiz gerekirdi. Bir fiilin kudret olmaksızın varlık kazanması ihtimal dâhilinde
olsaydı, eylemin âciz bir kimseden de ortaya çıkması mümkün olurdu ki bunun temelsiz
bir iddia oluşu sabittir. Eylemden sonra olduğunu kabul ettiğimizde de insan kudreti
olmaksızın fâil konumunda olacaktır. Bu demektir ki araz olan bilfiil kudret ne
eylemden önce ne de eylemden sonra olup eylemle birlikte bulunmaktadır.446
İkinci olarak Maturidi, bilkuvve kudrete dikkat çekerek, bu kudretin müsait olmasını
eylemin gerçekleşmesinin birincil ön şartı olarak kabul etmektedir. Bu kudretle ilgili
açıklamalarımızdan hatırlanacağı üzere eylemden önce bulunan sebep ve vasıtalar
eylemin gerçekleşeceği anda sağlıklı ve sıhhatli olmadığı sürece eylemin gerçekleşmesi
mümkün değildir. Bilfiil kudret de aynı kategoride değerlendirilmelidir. Eylemden önce
veya sonra olması halinde eylemin varlık kazanması imkânsız olduğundan eylemle
birlikte bulunması zorunludur. Çünkü kudret olmadan fiilin gerçekleşmesi tasavvur
edilemez, fiilin varlığı ona bağlıdır.447 Bir kimse ayakta duruyorken ayakta durma,
yatıyorken yatma, oturuyorken de oturma fiilinin fâilidir. Her bir eylemini ancak bir
diğerini terk ederek gerçekleştirebileceği ortadadır. Yani ayakta iken oturma ve yatma,
yatıyorken ayakta durma ve oturma, oturuyorken de yatma ve ayakta durma eylemlerini
terk ederek fiilini işlemektedir. Bu demektir ki insan sürekli olarak bir eylemi yapmak
için diğerini terk etmelidir. Eylemi gerçekleştirebilmesi için kudretinin bulunması
zorunlu olduğuna göre kudretin eylemden önce bulunmasının imkânsız olduğu sabit
olmaktadır.448
Üçüncü olarak Maturidi’nin çıkış noktası Fatır 35/15 ayetidir.449 Bu ayet açık bir
şekilde insanın Allah’a muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Eylemin oluşması için
gerekli olan bilfiil kudretin eylemden önce olduğunu kabul ettiğimizde kişi daha fiili
oluşturmadan önce bu kudretle yetineceğinden Allah’tan müstağni olacaktır. Ayet-i
kerimenin ışığında bu durum kabul edilemeyecek bir şeydir.450 Bu hususta Nesefî de
aynı düşüncede olup bilfiil kudretin eylem ile birlikte bulunduğunu, eylemden önce ya
446
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 260-261; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 119 vd.; Sabunî, el-Bidaye, s. 62-64; elPezdevi Ebu Yusr Muhammed, Ehli Sünnet Akaidi, terc: Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yay., İstanbul
1988, s. 166.
447
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 261.
448
Pezdevi, Ehli Sünnet Akaidi, s. 170.
449
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye
hakkıyla lâyık olandır.”
450
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 261.
104
da sonra olmasının mümkün olmadığını dile getirmektedir. Nitekim ona göre kudretin
eylemden önce olması, insanın Allah’a muhtaç olmaması sonucuna götürecektir.
Bununla birlikte insanın bir an bile olsa Allah’tan bağımsız olması tasavvur edilemez.
Şayet Allah eylemden önce insana bu kudreti verecek olursa insanı eylemini
gerçekleştirmeden önce kudretli kılmış olacaktır. Hal böyle olunca insan Allah’a ihtiyaç
duymayacak, kendisini O’ndan bağımsız hissedecektir ki bu mümkün değildir.451
Nesefî’nin bu konuda dikkat çektiği bir başka husus da şudur: Kudretin eylemle birlikte
bulunmadığını, Mutezile’nin iddia ettiği üzere eylemden önce bulunduğunu iddia
ettiğimizde daha sonraki bir zamanda gerçekleştirilecek eylem için kudretin varlığını
değil, yokluğunu kabul etmemiz gerekecektir. Dolayısıyla eylem kudretsiz meydana
gelecektir. Bu ise ancak âciz kimseler için söz konusudur. Çünkü kudreti bulunmayan
birinin kâdir olarak isimlendirilmesi muhaldir. Durum böyle olunca, eylemin meydana
gelmesi için kâdir olmaktan ziyade âciz olmak vasfı etkinlik kazanacaktır. Zira kudretin
yokluğu ile eylemin varlığı ortaya çıktığından kudretin varlığı ile de eylemin yokluğu
sabit olmaktadır. Bu demektir ki kudretle acziyet yer değiştirmiş, kudret acziyet olmuş,
acziyet de kudret olmuştur. Ancak biz biliyoruz ki acziyet halinde eylemin varlığı
muhaldir ve eylem ancak kudretle varlık kazanabilir.452
Maturidiler neden bilfiil kudretin eylemle birlikte bulunuşu üzerinde önemle durmakta,
aklî ve naklî delillerle bu görüşlerini temellendirmektedir? Daha önce de belirttiğimiz
üzere Maturidi’nin iki yönlü bir kudret anlayışına sahip olmasının temelinde eylemin
meydana gelmesinde eylemde yönler anlayışı yer almaktadır. Bu anlayışa göre eylemi
yaratan Allah yapan da insandır. Bilfiil kudretin eylemden önce olduğu kabul
edildiğinde insanın onların yaratıcısı olduğunu da benimsemek gerekecektir. Bu, ihtiyarî
eylemlerin yaratıcısının insan olduğunu iddia eden Mutezilenin kabullendiği bir
görüştür. Nitekim onlara göre Allah’ın insan hayatına müdahalesi bilkuvve kudreti
sağlam bir şekilde yaratmasından ibarettir. Bundan sonrasını insana bırakmıştır.
Maturidi ekolü ise böyle bir yaklaşımın insanı yaratmak bakımından Allah’a ortak
koşmak anlamına geleceğini, aynı zamanda Allah’tan müstağni olmasını gerektireceğini
ifade ederek reddetmişlerdir. Bu bakış açısı ayrıca Allah’ın kudretine sınırlama getirerek
kâinatta O’nun kudretinin haricinde bir takım eylemlerin meydana gelebileceğini de
451
452
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 159.
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 135.
105
zorunlu kılmaktadır. Bunun ise açık bir hata olduğu ortadadır. İşte Maturidi,
Mutezile’nin düştüğü bu hataya düşmemek, insanın hem zorunlu hem de isteğe bağlı
eylemlerinin yaratıcısının Allah olduğunu, ihtiyarî eylemlerden doğan sorumluluğun
insana aidiyetini ortaya koymak için kudreti ikiye ayırarak değerlendirmeye tabi
tutmuştur.
Sonuç olarak Maturidi, bilfiil kudreti eylemin kendisiyle varlık kazandığı etken,
bilkuvve kudreti de insanın eylemlerinden doğan sorumluluğu üstlenmesinde temel
faktör olarak değerlendirmektedir. Bu demektir ki bilfiil kudret bulunmasa da insanın
sorumluluğu devam etmektedir. Çünkü bu kudretin varlığı hem nesne ve olayların hem
de eylemi gerçekleştirecek kişinin sağlıklı bir yapıda olduğunu göstermektedir. Nitekim
Sadru’ş-Şeria bilkuvve kudreti “sorumluluk gerektiren kudret” 453 olarak tanımlayarak
bu kudretin insana veriliş nedeninin mükellefiyeti temellendirmek olduğunu belirtmiştir.
Bu kudretin bulunmadığını düşündüğümüzde acziyet ortaya çıkacak, teklifin sıhhati gibi
bir durumdan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bu kudret bulunmadığı takdirde
eylemi gerçekleştirme veya gerçekleştirmeme imkânı bulunmayan âciz bir kimsenin
sorumluluk altına girmesi gerekir. Mesela bir kimsenin kıyam, rükû ve secde gibi
namazın farzlarını yerine getirme ve oruç tutma mükellefiyeti bedenen sağlıklı
olmasıyla alakalı bir durumdur. Mazereti olanlar oturmak suretiyle namazla ilgili
farzların,
fidye
vererek
de
orucun
sorumluluğundan
kurtulabilmektedir.
Bu
saydıklarımızın ise bilfiil kudretle değil bilkuvve kudretle alakalı olduğu aşikârdır.
Çünkü o, süreklilik arz etmediğinden, daimi olarak insanla birlikte bulunmamakta,
zaman içerisinde yok olup var olmaktadır. Bir başka örnek de sahip oldukları mâli ve
bedenî imkânlara rağmen insanın emir ve yasakları yerine getirme noktasında Allah’tan
yardım ve güç talep etmeleridir.454 Şayet bilfiil kudret devamlılık arz etseydi ya da
yokluğu halinde sorumluluk ortadan kalksaydı, insanın Allah’tan böyle bir istekte
bulunmasının hiçbir anlamı olmazdı.455 İnsanın eylemi gerçekleştirme anında Allah
tarafından kendisinde yaratılan bilfiil kudretle eylemlerini gerçekleştirdiği sabit olunca
bunun akabinde bu kudretin hem taat hem de masiyete elverişli olup olmadığı sorusu
gündeme gelmiştir.
453
Cürcânî, Tarifat, s. 35.
Bkz: Fatiha 1/5; Hud 11/56.
455
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, 258-259.
454
106
2.3.2.2.2. Bilfiil Kudretin İki Zıt İçin Elverişli Oluşu
Maturidi, bilfiil kudretin iki zıt için elverişli olması meselesini Ebu Hanife’nin (ö:
150/767) konu ile ilgili görüşlerini naklederek tartışmaktadır. Ebu Hanife’ye göre
insanın bilfiil kudreti hem iman hem de küfür için geçerlidir. Fakat bu bir anda değil,
bedel yoluyla gerçekleşmektedir. Buradaki bedelden maksat, kendisiyle imanın
meydana geldiği istitaat, imana yakın olduğunda iman için geçerli olup, küfür için
geçerli olmamaktadır. Tam tersine imana bedel olarak küfre yakın olsaydı, küfür için
geçerli olup, iman için geçerli olmayacaktı.456
Nesefî, Maturidi’nin konu ile ilgili görüşlerini zikrederken onun farklı anlayışları ortaya
koymakla birlikte hangi düşünceyi benimsediğinin muğlâk olduğunu ifade etmiştir.
Dahası onun sözlerinin çoğunun bilfiil kudretin iki zıt için uygun olmadığına delil teşkil
ettiğini de belirtmiştir.457 Yaptığımız araştırmalar Nesefî’nin bu tespitinin doğru
olmadığını göstermektedir. Maturidi konu hakkındaki şu düşünceleri bunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır:
Bu meselenin aslı şudur ki, insan âciz bir varlık olmayıp hakiki manada kudret sahibi
olduğundan bir şeyi yapmaya güç yetirdiği gibi onun zıddını yapmaya da kâdirdir. Aksi
takdirde insanın eylemlerini özgür bir şekilde yaptığını söylemek imkânsız olacaktır.
Zira bir eylemi yapmaya elverişli olup da onun zıddını gerçekleştirmeye müsait
olmayan bir kimsenin eylemleri irade ve ihtiyara dayalı olmayıp, cebrî bir nitelik
taşıyacaktır. Aynı durum kudret için de söz konusudur. Şayet kudret birbirinin zıddı olan
iki şey için geçerli olmaz ise ortaya çıkacak eylem ihtiyarî değil zorunlu olacaktır. Bu
durumda da ilahi emir ve nehyin herhangi bir manası kalmayacaktır. İrade ve kudretin
baskı ve zorlama altında bulunması ise insanı bir robot olarak gören Cebriye’nin
düşünce sistemine uygun bir yaklaşım olup geçersizdir.458 Bu açıklama kudretin iki zıt
için elverişli olduğunun Maturidi tarafından da benimsendiğini göstermektedir.
Nesefî, kudretin iki zıt için uygunluk arz ettiğine birkaç açıdan delil getirerek katkıda
bulunmuştur. Bunlardan ilkinde bilkuvve kudret kapsamında bulunan sebeplerle ilgili
kabiliyetlere dikkat çekerek yaratılışları itibariyle iki zıt için elverişli bulunduklarını
456
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 263; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 117; Sabunî, el-Bidaye, s. 64.
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 117.
458
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 263.
457
107
söylemektedir. Dil ile hem yalan hem de doğrunun söylenebileceğini bu duruma örnek
verebiliriz. İkincisinde bir eyleme güç yetirip yetirememe hususu üzerinde durmaktadır.
Kudretin iki zıt için müsait olmadığını kabul ettiğimizde güç yetirilemeyen şeyle insanı
sorumlu tutmamız gerekecektir. Mesela kâfire iman etmesini teklif etmek güç yetmeyen
bir şeyi teklif etmek anlamına gelecektir ki bu yanlıştır. Sonuncu delili de eylemin
ihtiyarî ya da cebrî bir yapıda olduğu üzerine inşa edilmiştir. Ona göre kendisiyle bir şey
meydana gelip zıddı için müsait olmayan her şey ile hâsıl olan durum, ihtiyarî değil
cebrîdir. Mesela, kar ile soğuğun, ateş ile ısının oluşması gibi. Şayet kâfirde bulunan
kudret, imanın bulunması için uygun olmayıp sadece küfre elverişli bulunduğunda,
onun küfürden ayrılıp da iman sahibi olmasını düşünmek imkânsız olacaktır ki bu
muhaldir.459 Bu açıklamalardan Maturidi ekolünün kudret
açısından insanın
özgürlüğünü temellendirme noktasında sadece kudretin eylemle birlikte oluşunu değil
aynı zamanda iki zıt için uygun olmasını da bir argüman olarak kullandığı
görülmektedir.
Nesefî, kudretin iki zıt için elverişli olduğunu benimsemenin aynı zamanda üzerinde
ısrarla durulan güç yetirilemeyen bir şeyle insanı sorumlu tutmayı da ortadan kaldırdığı
görüşündedir.460
2.3.3. Güç Yetirilemeyen Bir Şeyle Sorumlu Tutmak
Maturidi bu meseleyi de ikili kudret anlayışı bağlamında iki farklı açıdan
değerlendirerek tahlil etmektedir. Nitekim o, güç yetirilemeyecek şeyle mükellefiyetin
olup olamayacağı sorusuna hem olumsuz hem de olumlu cevap vermektedir. Yani bir
kimsenin güç yetirilemeyecek şeyle sorumluluğu bir taraftan imkânsızken diğer taraftan
da böyle bir şey mümkündür.461 Nesefî de arkadaşlarımız bu hususta bilkuvve kudreti
şart olarak ileri sürmüş, bilfiil kudreti şart koşmamışlardır diyerek aynı görüşü
benimsediğini dile getirmiştir. Öncelikli olarak o, güç yetirilemeyen şeyden kastın ne
olduğu sorusunu sormaktadır. Bilkuvve kudret bağlamında güç yetirememenin söz
konusu olduğu durumlarda Allah’ın insanları sorumlu tutmayacağı görüşündedir.
Nitekim Allah Teâlâ el-Bakara 2/286 ayetinde insanları güçlerinin yetmeyeceği şeylerle
459
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 161-162.
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 161.
461
Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 264-265; Te’vilat, c. 1, s. 241; Sabunî, el-Bidaye, s. 69-70.
460
108
mükellef tutmayacağını beyan etmiştir. Bu ayette yer alan mükellefiyetten maksat da
sebeplerin ve vasıtaların sağlıklı olması manasındaki istitaatla alakalıdır.
462
Bunun
yokluğunda Allah’ın âciz bir insana sorumluluk yüklemesi gerekecektir ki bu
imkânsızdır. Mesela akli dengesi yerinde olmayan birini namaz kılmakla mükellef kılma
bu eylemi yapmaktan aciz olan birini sorumlu tutma anlamına gelecektir. Bu durum ise
hikmetten uzak olup hikmet sahibi olan Allah’a böyle bir şey izafe edilemez. 463
Mutezile’den Ka’bi ise bir kimsenin güç yetirilemeyecek şeyle sorumlu tutulmasının
aklen çirkin bir iş olduğunu belirtmektedir. Maturidi onun bu bakış açısının kudrete
yüklediği manadan kaynaklandığını belirterek reddetmektedir. Nitekim Mutezile’ye
göre kudret tektir ve varlığı eylemin de varlığını gerektirmektedir. İşte bu yüzdendir ki
fiil işlenirken güç yetirilemeyecek bir şeyle sorumlu tutmak aklen câiz olmamaktadır.
Ancak Allah Teâlâ Hz. Musa’nın rakibi Firavun’u yapmaya güç yetiremeyeceğini
bildiği halde imanla sorumlu tutmuştur. Maturidi, ilgili ayetlerde464 irade ve ihtiyar
neticesinde hâsıl olacak, failini mükâfat veya cezaya müstehak kılacak bilfiil kudrete
işaret edildiğini belirterek bu kudreti emre değil de nehye kullanarak kudretini zayi eden
kimsenin mükellef tutulmasının gerekliliğini dile getirmektedir. Dolayısıyla burada
insanın güç yetirememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü Firavun’da iman
ya da inkâr durumlarından birini tercih edebilmeyi sağlayan ve mükellefiyetin esasını
teşkil eden sebepler ve vasıtalar anlamındaki bilkuvve kudret mevcuttur. 465
2.3.4. Kudret ve Kaza/Kader İlişkisi
Maturidi, kaza ve kader bağlamında insanın eylemlerinden doğan sorumluluğunu ve
eylemlerini özgür bir şekilde gerçekleştirdiğini temellendirmek için kudret kavramının
genel (bilkuvve) ve özel (bilfiil) kullanımına dikkat çekerek meseleyi ele almaktadır.
Kudretle ilgili bu ikili ayrımına ilim ve irade meselelerinde olduğu gibi ayetleri de delil
getirmek suretiyle yaklaşımını teolojik bir temele yerleştirdiği görülmektedir. Kudretin
bu şekilde ikiye ayrılması Maturidi ekolüne has bir durumdur. Böyle bir yöntem
izlemesinin arkasında eylemin yaratıcısını tespit ederken ona yönler tayin etmesinin
bulunduğu
462
düşünülmektedir.
Hatırlanacağı
üzere
ihtiyarî
eylemlerin
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 168.
İbn Hümam, Müsayere, s. 170-171; Sabunî, el-Bidaye, s. 69.
464
Bkz: A’raf 7/103; Enfal 8/52; Hud 11/97; Mü’min 40/26.
465
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 264-265; Te’vilat, c. 1, s. 241; Sabunî, el-Bidaye, s. 70.
463
varlık
109
kazanmasında yaratmak bakımından Allah’ın, yapmak bakımından da insanın etkisi
bulunmaktadır. Allah tarafından eylemden önce insana bahşedilen bilkuvve kudretle,
hem çevresel etkenlerin uygun ve yerinde olması, hem de insanın ortopedik, duyusal,
zekâ bakımından fiziksel ve zihinsel herhangi bir rahatsızlığının bulunmamasına dikkat
çekmektedir. İnsan sahip olduğu bu kudret sayesinde sadece dünyevi eylemlerini değil
aynı zamanda dini görev ve yükümlülüklerini de yerine getirme noktasında potansiyel
bir donanıma sahip olmaktadır. Bilkuvve halinde bulunan bu kudret eylemden önce
insanda bulunmaktadır. Bu kudretin varlığı, sağlam ve sağlıklı olması eylemin gerçeklik
kazanmasının ön şartını oluşturmaktadır. Çünkü Maturidi’nin düşünce sisteminde bu
kudret insana yaşamının başlangıcında verilmekle birlikte zaman içerisinde değişime
uğraması da söz konusudur. Fiziksel ve zihinsel bakımdan sağlıklı olan bir insan bu
kabiliyetlerinden biri veya her ikisini de kaybedebilir. Mesela fiziksel sağlığı ve akli
dengesi yerinde olan bir insan hem dünya ile ilgili işlerini hem de dini görevlerini
yerine getirebilecek güce sahip olup, irade ve ihtiyarı doğrultusunda gerçekleştirdiği
eylemlerinden dolayı dünya ve ahiret noktasında sorumlu bulunmaktadır. Akli dengesi
yerinde olmayan veya zaman içerisinde bu kabiliyetini kaybeden birinden ise dini ve
dünyevi sorumluluk kalkmış olmaktadır. Bilkuvve insanda mevcut olan bu kudret,
niyetlendiğimiz eylemin oluşması kendisine bağlı bulunmakla birlikte özellikle o eylem
için hazırlanmış bir kudret değildir. Maturidi bu kudreti, mutlak güç sahibi olan Allah’ın
bir lütfu olarak tanımlamakta ve kendisine bahşedilen bilkuvve kudretten dolayı insanın
Allah’a müteşekkir olması gerektiğini dile getirmektedir. Bilkuvve kudretin bir diğer
boyutu da ortamla ile ilgilidir. Maturidi eylemin varlık kazanması için aynı zamanda
nesne ve olaylarla ilgili şartların da müsait olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Kudretin birinci anlamından oldukça farklı bir yönde seyreden ikinci manasına gelince,
genelden (bilkuvve) özele (bilfiil) doğru bir yapıda olduğu görülmektedir. Bu kavramın
tanımlamasından da açıkça görülmektedir. Nitekim Maturidi, bu kudretten insanın irade
ve ihtiyarı doğrultusunda bir eylemi yapmaya veya yapmamaya karar verdiğinde o
eylemin gerçekleşmesi için Allah tarafından yaratılan kudret diye bahsetmektedir.
Bilkuvve kudret eylemden önce bulunurken bilfiil kudret eylem için eşzamanlı olarak
onunla birlikte ortaya çıkmaktadır. Bu kudret olmadan eylemin meydan gelmesi
imkânsızdır. İnsan, eylemi gerçekleştirme anında Allah tarafından kendisine verilen
bilfiil kudret sayesinde eylemi yapmaktadır. İnsanın eylemi elde edebilmesi için eylemi
110
yapmaya yönelmesi, irade ve ihtiyarını eylemi gerçekleştirme yönünde kullanması
gerekmektedir. Her ne kadar bilkuvve kudrete sahip bulunsa da Allah tarafından bilfiil
kudret yaratılmaksızın eylemin varlık sahasına çıkması mümkün değildir. Böylece
Maturidilere göre insanın eylemi gerçekleştirirken etkin bir iradeye taalluk eden
dinamik bir kudrete sahip olduğu ve bu yüzden de sorumlu bulunduğu görülmektedir.
2.4. KESB
Kesb, insanın eylemlerini özgür bir şekilde gerçekleştirdiğini ispat noktasında Allaheylem-insan ilişkisinin nasıl temellendirildiğini gösteren bir kavramdır. Kesb kavramı
ve tarihsel gelişimi ile ilgili açıklama birinci bölümde tahlil edildiğinden burada
Maturidilerin kavrama yükledikleri manalar ve kavramın insan özgürlüğüyle ilişkisi
değerlendirilecektir.
Maturidi ekolüne göre insanın ihtiyarî eyleminin meydana gelmesinde hem Allah’ın
hem insanın etkisi bulunmaktadır. Maturidi bu hususu, Cebriye466, Mutezile467 ve
Eş’âri’den468 farklı olarak bir eyleme iki kudretin tesirini, yaratıcının Allah, kesbedenin
466
Cebriye insanın ihtiyarî eylemleri de dâhil her türlü eylemin yaratıcısının Allah olduğunu, insanın bu
hususta hiçbir müdahalesinin bulunmadığını belirterek özgürlük sorununu çözmeye çalışmıştır. Onlara
göre insan eylemlerinde mecburdur. Allah kendi irade ve kudretiyle insanda eylemleri yaratır ve bu
eylemler insana ancak mecazi olarak nispet edilebilir. Şehristânî, Milel, c. 1, s. 87; Bağdadi, Fark, s. 188.
467
Mutezile ise kesb kavramına farklı bir mana yükleyerek ihtiyarî eylemlerin yaratıcısının insan
olduğuna delil olarak kullanmıştır. Maturidi onların kesb hakkındaki görüşlerini şu şekilde ifade
etmektedir: “Mutezile mezhebine göre insanın, eylemin bir yönü üzerinde kudreti vardır ve bu kesbden
ibarettir. Allah’ın da eylem üzerinde bir tür kudreti mevcut olup o da icad yani yoktan var etmektir.
Bununla birlikte Allah’ın insanda bulunan eylem için ne takdiri ne de yaratması söz konusudur. İnsanın
da Allah’ı ilgilendiren yön üzerinde hiçbir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd,
s. 91. Bu açıklamaya göre kesb ve icad kavramları aynı manaya gelmekle birlikte ilişkilendirildikleri
varlıklar bakımından farklılık arz etmektedir. İnsanın kesbinin bulunduğu alana Allah müdahil
olamazken, Allah’ın icadının bulunduğu alana da insan müdahil olamamaktadır. Böylece insan icad
yönünden âciz bir yapıda iken, kesb yönünden Allah’tan daha güçlü bir konuma yükselmiş olmaktadır.
Kesbe yüklemiş oldukları bu mana ile insanın ihtiyarî olarak gerçekleştirdiği bir eyleme her yönüyle
hâkim olduğunu ve bu yüzden de sorumlu bulunduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.
468
Eş’âri Maturidi’nin yaptığı gibi bir eyleme her ikisi de dinamik olan iki kudretin etkisini kabul
etmemektedir. Eylemler Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmekte olup, insanın hâdis kudretinin eylemde
herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü bir eserde iki müessirin etkisi mümkün değildir. Kesb, bir
şeyin onu kesbeden tarafından ve hâdis bir kudretle meydana gelmesidir. Bu yüzdendir ki insan sadece
kesbedendir. Eş’ari, Makalat, s. 280; Luma, s. 96; Cürcânî, Şerhu’l-Mevakıf, Matbaai Amire, İstanbul
1311, c. 3, s. 118. Araştırmalarımıza göre Eş’âri’nin bu yaklaşımının daha sonraki bazı Eş’âri âlimler
tarafından benimsenmediği görülmektedir. Bakıllani ihtiyarî eylemlerin hem insanın hâdis hem de
Allah’ın kadîm kudretinin etkisiyle meydana geldiğini belirtmektedir. Ona göre Allah’ın kudreti eylemin
aslına, insanın kudreti de vasfına tesirde bulunmaktadır. Mesela bir kimse yetim birine tokat atmak
istediğinde Allah o eylemi yaratır ve tokat atılmış olur. Bu eylemin aslıyla alakalı bir durumdur. Bu
davranışın mükâfat ya da cezayı gerektirmesi ise eylemin vasfıyla ilişkilidir. Tokadı atan kimsenin niyeti
bunun belirleyicisidir. Maksadı olumsuz bir davranışından dolayı yetimi terbiye etmekse karşılığı
mükâfattır. Ona eziyet etmek kasdıyla vurmuşsa bunun da karşılığı cezadır. Fahreddin Razi, el-Muhassal
111
ise insan olduğunu dile getirerek ortaya koymuştur. Kavramla ilgili cümlelerinden469
yaratma-eylem-kesb
üçlüsünü
bir
arada
değerlendirdiği
görülmektedir.
Bu
kategorilendirmede Allah’ın eylemle ilişkisi yaratmak, insanın ki ise yapmak
noktasındadır.470 Bu yüzdendir ki insan eylemlerini gerçekleştirirken herhangi bir baskı
ve zorlama altında bulunmamaktadır ve yaptıklarından sorumludur. Öyle ki herkes bir
eylemi yaparken hür, fâil ve kâsib olduğunun farkındadır. Görüldüğü üzere Maturidi
seçtiği bu kavramlarla insanın özgürlüğüne, eylemi bizzat yapan olduğuna ve eylemin
sahibi bulunduğuna dikkat çekmektedir. Bu demektir ki eylemin Allah tarafından
yaratılması insanı hiçbir şekilde mecburiyet altında bırakmamaktadır. İnsan sahip
olduğu hür irade ve ihtiyarı doğrultusunda bir eylemi gerçekleştirmeye karar verdiğinde
Allah’ın onu yaratmasıyla o eylemi kesbeden olmaktadır.471
Allah’ın tek yaratıcı olduğunu, insanın yaratmak bakımından herhangi bir gücünün
bulunmadığını kabul eden Nesefî’de insanın eylemin meydana gelmesindeki katkısını
ortaya koymak için kesb terimini kullanmaktadır. Ancak ona göre bu kavramı
tanımlamak zor olmakla birlikte kavranamayan bir yapıda değil, kavranabilecek bir
yapıdadır. Kanaatimize göre Nesefî burada kesbin kavranabileceğini, bununla birlikte
herkes tarafından anlaşılabilecek şekilde ifade edilmesinin kolay olmadığını dile
getirmektedir. O, kavramı yaratmayla ilişkilendirerek birkaç farklı tanımlama ile
açıklamaya çalışmıştır. Bu tanımlardan birincisinde kesb, kudretin bulunduğu yerde
meydana gelen herhangi bir iştir. Yaratma ise kudretin bulunmadığı yerde meydana
gelen eylemdir. Bu tanımlamada bir yandan insanın kudretine diğer yandan da Allah’ın
(Kelâm’a Giriş), çev: Hüseyin Atay, Kültür Bakanlığı Yay., 2002, s. 208; Şemsuddin b. Mahmud b.
Abdurrahman el-Isfahani, Metailu’l-Enzar ala Tavaili’l-Envar, Şirket-i Der Saadet-i Alemiyye, 1305, s.
390.
469
Maturidi’nin bu husustaki ifadeleri şunlardır: “İhtiyarî eylemler, mahiyetleri itibariyle yaratılmaları ve
bir zamanlar yokken icat edilmeleri açısından Allah’a, kesbedilmeleri ve yapılmaları bakımından da
insanlara aittir” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226.
“Her insan kendisini yaptıklarında hür, fâil ve kâsib olarak hisseder” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 226.
“İhtiyarî eylem, kesb açısından ve hakikat manasında insanlara ait olup, yaratmak açısından ve hakikat
manasında da Allah’a aittir.” Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 228.
470
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 96;
471
“Eylem yaratma (halk) açısından zorunlu olup, insanın bu alana herhangi bir müdahalesi söz konusu
değildir. İnsanın yaratıcı olarak isimlendirilmesi de söz konusu değildir. Eylem, kesb açısından ise
ihtiyaridir. Yani o, kesb açısından ihtiyaridir, fakat yaratma (halk) açısından değildir. Eylemin yaratma
yönü onun ihtiyari özelliğini ortadan kaldırmaz. Burada yaratma derken insanın eylemini yaramakla
gökyüzünü ve yeryüzünü yaratmak arasında bir fark yoktur. Zira bunların hiçbirinde yaratma eyleminden
insanları men etmek ve bu yüzden de onlardan ihtiyarı izale etmek söz konusu değildir. Ayrıca eylemi
yaratma (halk) diye isimlendirmek cebir vasfını da gerektirmez. Çünkü eyleme ait olan kudrette
yaratılmıştır ve eylemin zorunlu değil de ihtiyarî oluşunun sebebi de budur. Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s.
239.
112
kudretine vurgu yapılmaktadır. İnsanın sahip olduğu kudretle yaptığı herhangi bir iş
kudretin bulunduğu yerde meydana geldiği için kesb adını almıştır. Bununla birlikte
Allah insan gibi herhangi bir olaya mahal teşkil etmediği için olayların Allah’ın zatında
meydana gelmesi mümkün değildir. Tam tersine zatının dışında meydana gelmektedir.
Bu durum ise Nesefî’nin tanımında yer alan yaratma ile alakalıdır.472
İkinci tanıma gelince kesb, herhangi bir aletle meydana gelen şey olup, yaratma ise
aletsiz meydana gelen şeydir. Nesefî’nin burada bilkuvve kudrete işaret ettiği
düşünülmektedir. Nitekim insan herhangi bir eylemi yaparken sebeplere, aletlere ve
vasıtalara bağlı olarak gerçekleştirmektedir. Bunlarda bir eksiklik söz konusu olduğunda
eylemi yapması da mümkün değildir. İşte insanın bilkuvve kudrete dayanarak yaptığı
işin adı kesb olmaktadır. Meseleye Allah açısından bakıldığında O’nun bilkuvve kudret
bağlamında bir sebebe dayanarak eylemlerini gerçekleştirmesi düşünülemez. O
eylemlerinde hiçbir vasıta veya alete muhtaç değildir. Allah tarafından aletsiz ve
vasıtasız olarak meydana getirilen eylemin adı da yaratmadır.473
Üçüncü tanımda ise kesb, bir kimsenin gücünün yettiği şeyi tek başına yapamaması
demektir. Yaratma ise güç yetirilen bir şeyin tek başına yapılabilmesidir. Nesefî’nin bu
tanımlamada dikkat çektiği husus, güç yetirilen bir şeyi yapabilmek için herhangi bir
yardıma muhtaç olup olmadığımızdır. Şayet bir yardım alarak eylemlerimizi
gerçekleştiriyorsak bunun adı kesbtir ki bu, insanla ilişkilidir. Dışarıdan bir müdahale ve
yardım söz konusu olmaksızın eylemlerimizi yapıyorsak bunun adı da yaratma
olmaktadır ki bu da Allah’a aittir.474
Nesefî’nin bu açıklamalarından, yaratma-eylem-kesb ilişkisinde yaratma Allah’a aittir
ve bunda herhangi bir sınırlamanın söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Allah her
şeyin yaratıcısıdır. İnsan ise irade ve ihtiyarı doğrultusunda eylemi kesbedendir.
Allah’ın eylemi yaratması insanın onu yapmaya/kesbetmeye yönelmesine bağlıdır.
Çünkü Allah, insanın kesin bir şekilde yapmaya karar verdiği her eylemi yaratmaktadır.
Nesefî tarafından kullanılan kastetmek kelimesi, İbn Hümam’da yerini azm-ı
musamme’-kesin ve kat’i karar’a bırakmıştır.475 Bu demektir ki insan özgür irade ve
472
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 242; Yazıcıoğlu, Maturidi ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s. 69.
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 242.
474
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 242.
475
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 240; İbn Hümam, Müsayere, s. 111.
473
113
ihtiyarıyla bir eylemi gerçekleştirmeye kesin ve kati bir şekilde karar verdiğinde Allah
âdeti gereği eylemi o insanda yaratmaktadır. İnsan da yaratılan bu eylemi kendi isteği
doğrultusunda kesbetmektedir. Durum böyle olunca burada Allah’a eylemi yaratma
hususunda bir zorunluluk atfedilmemekte midir?
Bu soruya cevap verebilmek için yapılması gereken ilk şey, öncelik ve sonralık
bakımından yaratma ve kesb arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. Zira kesbin önceliği
Allah’ın eylem üzerindeki etkisini ortadan kaldırarak Mutezile’yi haklı çıkaracak476,
yaratmanın önceliği ise insanı mecbur duruma düşürerek Cebriye’nin söylemini tasdik
edecektir. Nitekim yaratma-kesb ilişkisinde iki durum söz konusudur. Bunlardan ilkinde
yaratma kesbden öncelik arz etmektedir. İkincisinde ise yaratma ve kesb arasında bir
öncelik ya da sonralık söz konusu değildir. Kesbden önceki yaratmanın mahiyeti kesbe
mahal teşkil edecek farklı karakterdeki nesne ve olayların yaratılmasıyla ilintilidir.
Bunların varlığı insanın özgürlüğü ve sorumluluğunun da esasını oluşturmaktadır.
Nitekim insan değişik özelliklere sahip nesne ve olaylar arasından dilediğini seçip
benimseyerek yaptığında özgür olduğundan söz etmemiz mümkün olacaktır. Böyle bir
yaratmanın varlığını kabul etmediğimizde kâinatta herhangi bir farklılık bulunmayacak
ve insanın seçme özgürlüğünden bahsetmemiz imkânsızlaşacaktır.477
İkincisine gelince, bu Maturidiler tarafından benimsenen husustur. Nitekim onlar bir
fiile eş zamanlı olarak iki kudretin etkisi olduğunu belirterek her ikisinin de
birlikteliğine vurgu yapmışlardır. İnsan bir eylemi gerçekleştirmeye kesin bir şekilde
karar verdiğinde Allah onu yaratmaktadır. İnsan da aynı eylemi kesbedendir. Böylece
eylem üzerinde aynı anda yaratmak bakımından Allah’ın, kesbetmek açısından da
insanın etkisi söz konusudur. İnsanı eylemi yapma veya yapmamaya sevk eden birincil
faktör onun iradesidir. Bu demektir ki iradenin bir eylemi yapmaya yönelmesi eylemin
varlık kazanmasında, yapmamayı tercih etmesi de onun yokluk halinde bulunmasında
asli unsur olmaktadır. İbn Hümam, insan bir şeyi kuvvetli bir iradeyle istediği ya da
arzuladığında (azm-ı musammem) Allah’ın o eylemi yarattığını belirterek bu hususa
476
Kesbin yaratmadan önce olması, yaratma olmaksızın onun varlığını kabul etmemiz anlamına
gelmektedir. Bu durumda ise insan hem eylemi seçen hem de onu yaratan olacaktır. Çünkü kesbin
mahiyeti yaratılanlar arasında tercihte bulunmayla alakalıdır. Yaratılan herhangi bir şeyin yokluğunda ise
varlık kazanmamış bir şeyin kesbi söz konusu olmaktadır ki bu yaratmadır. Böylece insana ihtiyarî
eylemlerini yaratma kudreti veren Mutezilî söylem geçerlik kazanmış olacaktır. Yazıcıoğlu, Maturidi ve
Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s. 63.
477
Necati Öner, İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara 1982, s. 17-20.
114
dikkat çekmektedir.478 Bu açıklamalardan anlaşılan odur ki Allah’ın yaratmasını insanın
kesin ve kati niyeti, arzu ve isteği tayin etmektedir. Eyleme karşı bu ön hazırlanış,
Allah’ın eylemi yaratması, insanın da onu kesbiyle neticelenmektedir. İşte insan,
eylemden önceki safhada onun varlık kazanmasını isteyen, eylemden sonraki safhada da
onu kesbeden olduğundan, Allah’ın eyleme müdahalesi ise sadece yaratmak bakımından
bulunduğundan, eylemden doğan her türlü sorumluluğun sahibi olmaktadır.
Sonuç olarak Maturidi’nin kesb kavramını bir eylemin varlık kazanmasının nasıllığı
hususunda kullandığı eylemde yönler teorisine göre açıklamaya çalışmıştır. Ona göre
her türlü eylemin yaratıcısı Allah’tır. Bununla birlikte insan ihtiyarî eylemlerini
gerçekleştirmede herhangi bir zorlamayla karşı karşıya değildir. Tam aksine eylemlerini
özgür bir şekilde yapmaktadır. Sahip olduğu özgür irade doğrultusunda tercihlerini
yapmakta, Allah’ın kendisinde yarattığı bilfiil kudretle eylemlerini gerçekleştirmektedir.
Bunun neticesinde ortaya çıkan eylemi de kesbeden olmaktadır. İşte Maturidi insanda
var olduğunu düşündüğü bu özgürlüğü yaratma-eylem-kesb ilişkisi üzerine bina ederek
insanın eyleme etkisinin kesb yoluyla olduğunu ifade etmektedir.
478
İbn Hümam, Müsayere, s. 110-111.
115
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAZA VE KADER İLE İLİŞKİLİ KONULAR
Kaza ve kaderin temel prensibi Allah’ın insanların her türlü eylemlerini bilen ve yaratan
olduğudur. Maturidi bu hususu kazayı Allah’ın yaratması, kaderi de Allah’ın bilmesi ile
ilişkilendirerek açıklamaya çalışmıştır. İnsanın ihtiyarî eylemleriyle alakalı olan
hidayet-dalâlet, rızık, ecel gibi hususların da kaza ve kader ile yakın bir ilişkisi
bulunmaktadır. Bu bölümde araştırma konumuz olan kaza-kader meselesi ve insanın
eylemleri ile bağlantısı bulunan bu üç kavram ele alınacaktır.
3.1. HİDAYET-DALÂLET
Hidayet ve dalâlet meselesi üzerinde erken dönemlerden itibaren tartışmalar yapılan bir
meseledir.
Münakaşaların temelinde bir kimsenin hidayet veya dalâlet üzere
bulunmasında Allah’ın rolünün bulunup bulunmadığı yer almaktadır. Bu bölümde
cevap aranacak temel sorularımız şunlardır: Bir insanın hidayete ulaşması veya dalâlet
üzere kalması tamamıyla kendi eylemi midir yoksa Allah’ın da bir rolü var mıdır?
Kaza-kader ve hidayet-dalâlet ilişkisi nasıl temellendirilmelidir?
Arapça ‫ي‬-‫د‬-‫ ه‬kökünden mastar olan hidayet kelimesi sözlükte rehberlik etmek, yol
göstermek için öne geçmek, yol göstermek, hediye sunmak, her şeyin ilki ve önde olanı,
açıklamak, öğretmek, doğruyu göstermek, talep edilene ulaştıran yolu bulmaya delalet
etmek, doğru yola kılavuzluk yapmak, doğru yolu irşad etmek gibi anlamlara
gelmektedir.479 Istılahta ise Allah’ın insanda iman ve itaati yaratması anlamına
gelmektedir.480 Isfehani’ye göre hidayet dört çeşittir. Birincisi, insanın sahip olduğu
479
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 15, s. 353-354; Firûzâbâdî, Okyanus, c. 4, s. 1229-1230; İbn Faris,
Mu‘cemu Makayisı’l-Luga, tahkik: Abdusselam Muhammed Harun, c. 6, Kahire 1972, s. 42; Zebîdî,
Tâcu’l-Arûs, c. 10, s. 406-407; Sabunî, el-Bidaye (Maturidiyye Akaidi), s. 189; Yavuz, “Hidayet”, DİA,
İstanbul 1998, c. 17, s. 473-474.
480
Sabunî, el-Bidaye (Maturidiyye Akaidi), s. 189.
116
akıl, zekâ ve bir takım zaruri bilgilerdir. İkincisi, insanın hakka daveti noktasında
Peygamberler ve kitapların gönderilmesidir. Üçüncüsü, doğru yol üzere bulunma
hususunda gayret sarfedenlere verilen başarıdır. Sonuncusu da ahiret hayatının
başlamasıyla birlikte doğru yol üzere bulunanlara ödül olarak cennetin verilmesidir. 481
Dalalet kavramı ‫ل‬-‫ل‬-‫ض‬
kökünden bir mastardır. Sözlükte kaybetmek, yok olmak,
yokluk, görünmezlik, yolunu kaybetmek, yanılmak, hata etmek, yoldan çıkarmak, hak
yolun ve hidayetin zıddı, yanılgı, sapkınlık, helak olmak, hedeflenen yere varmayan yol
manalarına gelmektedir.482 Mecazi olarak da dinin belirlemiş olduğu hakikatleri
görmezden gelerek akla, duyulara ve gerçeğe aykırı bir takım ilke ve esasları
benimsemek suretiyle doğru yoldan sapmak anlamında kullanılmaktadır. Istılahta ise
Allah’ın peygamberleri aracılığı ile bildirmiş olduğu hakikatleri görmezden gelerek bu
hakikatlere aykırı inanç ve düşünceyi benimsemeye dalâlet denilmektedir.483
Kavramların Kur’an’daki kullanımına gelince her ikisi de farklı manaları ihtiva edecek
şekilde kullanılmıştır. Nitekim doğru yol484, İslam dini485, iman486, yol gösteren
işaretler487, ilahi kitaplar ve peygamberler488, hak ve hakikate yönelme489, irşad490,
davetçi491, tevhid492, daha öncekileri takip493 ve istirca494 kelimeleri hidayetin
açıklayıcısı olarak kullanılan kelimelerdir. Hidayet kavramının ayrıca farklı varlıklarla
481
Isfehani, Müfredat, s. 538.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 11, s. 390-391; Isfehani, Müfredat, s. 297-298; Firûzâbâdî, Okyanus, c.
3, s. 1402-1403; İbn Faris, Mu’cemu’l-Makayısı’l-Luga, c. 3, s. 356; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 7, s. 410.
483
Ömer Faruk Harman, “Dalâlet”, DİA, İstanbul 1993, c. 8, s. 427-428.
484
“İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.”
Bakara; 2/5; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 15.
485
“…De ki: Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Bakara 2/88; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 88.
486
“Allah doğruya erenlerin hidayetini artırır…” Meryem 19/76; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 276.
487
“O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları
yaratandır…” En’am 6/97; Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 151.
488
“…Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir
korku yoktur…” Bakara 2/38; Maturidi, Te’vilat, c. 1; s. 45; c. 4, s. 608.
489
“…Onunla dilediğin kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin…” A’raf 7/155; Maturidi,
Te’vilat, c. 2, s. 293.
490
“(Şehirden çıkıp) Medyen’e doğru yöneldiğinde, ‘umarım Rabbim beni doğru yola irşad eder’ dedi.”
Kasas 28/22; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 591.
491
“…Her kavim içinde bir yol gösteren vardır.” Ra’d 13/7; Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 618; c. 3, s. 337.
492
“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi dğru yola
eriştirir.” Kasas 28/56; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 605.
493
“İşte bu, Allah’ın ayetleridir ki, kullarından dilediğini buna iletip yöneltir. Eğer onlar da Allah’a
ortak koşsalardı, bütün yaptıkları boşa gitmişti.” En’am 6/88; Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 144.
494
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 108; Sözlükte geri dönme, yapılmakta olan bir işi, bir davranışı terk etme
anlamındaki rücû kökünden türeyen istirca kelimesi bir musibet anında Allah’ın takdirine rıza gösterip
O’na sığınmayı ve bu sayede teselli bulmayı ifade eden söz ve davranışlar için kullanılan bir kavramdır.
Hayati Hökelekli, “İstirca”, DİA, İstanbul 2001, c. 23, s. 374-375.
482
117
ilişkilendirilerek kullanıldığı görülmektedir. Allah495, peygamberler496 ve Kur’an497
hidayet ilişkisini bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.
Saptırmak498, hata etmek ve şaşırmak499, sapkınlık500, yanılmak ve unutmak501,
kaybolmak ve boşa gitmek502, hüsrana uğramak ve eli boş çıkmak503 kelimeleri ise
dalâletin açıklayıcılarıdır. Dalâlet sebepleri olarak da heva ve hevese uyma504,
bilgisizlik505, şeytanın506, putların507 ve toplumun önde gelenlerinin saptırması508
gösterilmiştir.
Kavramların araştırma konumuzla ilgisi yönünden Kur’andaki kullanımlarına
bakıldığında hidayet ya da dalâlet üzere olma hususu bazen insana nispet edilmekle
birlikte509 pek çok yerde de insanın herhangi bir rolünün olmadığını îma eden
ayetlerin510 bulunduğu görülmektedir. Asıl problem de işte burada ortaya çıkmaktadır.
Nitekim insanın hidayet veya dalâlet üzere bulunmasında Allah’ın irade ve kudreti
kaşısında sahip olduğu irade ve ihtiyarın bir rolü bulunmakta mıdır? sorusu geçmişten
bugüne İslam âlimlerinin tartıştığı meseleler arasında yerini almıştır.
Maturidi’nin, hidayet ve dalâlet meselesini eserlerinde sistematik bir şekilde ele
almadığı, irade bahsini işlerken gerekli gördüğü yerlerde ilgili ayetlere atıfta bulunarak
495
“Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanları ise (Allah), kendisinden bir rahmet ve lütfa kavuşturacak ve
onları kendisine varan doğru bir yola iletecektir.” Nisa 4/104; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 533; c. 2, s. 466;
c. 5, s. 438.
496
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 604.
497
“Bu kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.”
Bakara 2/2; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 14.
498
“… Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.” En’am 6/39;
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 115.
499
“Seni yolunu şaşırmış bulup da doğru yolu göstermedi mi?” Duha 93/7; Maturidi, Te’vilat, c. 5, s. 477.
500
“…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir
sapıklığa düşmüş olur.” Nisa 4/136; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 515.
501
“Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir…” Bakara 2/282; Maturidi,
Te’vilat, c. 1, s. 236; c. 2, s. 604.
502
“İnkâr edenler ve Allah yolunda alıkoyanlar var ya; işte, Allah onların bütün amellerini boşa
çıkarmıştır.” Muhammed 47/1; Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 499.
503
“…Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkmıştır.” Mü’min 40/25; Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 340.
504
“…Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği
kimseyi gördün mü?...” Casiye 45/23; Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 476.
505
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için,
eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır…” Lokman 31/6; Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 64.
506
“Onları mutlaka saptıracağım…” Nisa 4/119; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 504.
507
“… Çünkü o putlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar” İbrahim 14/36; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 29.
508
“Firavun, halkını saptırdı, onlara doğru yolu göstermedi.” Ta-ha 20/79; Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 300.
509
“…Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim saparsa, ancak kendi aleyhine sapar.
Ben sizden sorumlu değilim.” Yunus 10/108; ayrıca bkz: İsra: 17/15: Zümer 39/41.
510
“Allah, kimi doğru yola iletirse, odur doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa, işte onlar, ziyana
uğrayanların ta kendileridir.” A’raf 7/178; Ayrıca bkz: Yunus 10/25; Kasas 28/56.
118
değerlendirdiği görülmektedir. Bununla birlikte Nesefî ise hidayet ve dalâlet adı altında
bir başlık açarak meseleyi tahlil etmiştir.511 Aynı yaklaşımı Sabunî’de de bulmak
mümkündür.512
Maturidi ekolü hidayet ve dalâlet meselesini bir yandan Allah’ın ilmi diğer yandan da
yaratması ile ilişkilendirerek açıklamaktadır. Allah’ın insanı hidayete erdirmesinden
maksat, insanda bunu yaratması demektir. Saptırması da aynı manaya gelmekte olup,
insanda dalâleti yaratması demektir.513 Bu demektir ki hidayet ve dalâletle Allah’ın
ilişkisi yaratmak noktasındadır. Allah’ın mutlak hâkimiyetine vurgu yapan ayetlerde bu
manada anlaşılmalıdır. Bu ayetlerde üzerinde durulan bir başka husus da ilim-yaratma
münasebetidir. Nitekim Allah, kendilerini hidayete götüren yollara tutunacaklarını
bildiği kimseler için hidayeti, dalâlete ulaştıracak sebeplere tevessül edeceklerini bildiği
kimseler için de dalâleti yaratacağını beyan buyurmuştur.514
Bu kavramlarla insanın alakasına gelince o, Allah’ın hidayete veya dalâlete götüreceğini
beyan buyurduğu alametlerden herhangi birini kendi hür iradesiyle seçerek ya hidayeti
ya da dalâleti tercih etmektedir. Bu hususta insan tamamıyla özgürdür. Dilerse imanı
dilerse küfür seçebilir. Allah da onun bu seçimi doğrultusunda imanı veya küfrü yaratan
olmaktadır. Maturidi’nin bu yaklaşımı onun özgür irade anlayışının doğal bir
sonucudur. Şayet insan hidayet üzere bulunmak istiyorsa dikkat etmesi gereken şey
hidayete engel olacak her türlü tutum ve davranıştan uzak durmaktır.515 Dalâlet yollarını
tercih ettiğinde ise hiç şüphesiz ki bu hal üzere bulunacaktır.516
Onun bu probleme yaklaşımını konu ile ilgili gördüğümüz bazı ayetler üzerindeki
yorumlarını tahlil ederek neticelendirmeyi düşünüyoruz. Allah’ın mutlak hâkimiyetine
vurgu yapan ayetler bu meselenin tartışılmasına esas teşkil ettiğinden biz de burada
özellikle ilgili ayetler517 üzerinde durmaya çalışacağız. Bu ayetler ilk bakışta hidayete
511
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 223, 293, 314, 635; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 314; Sabunî, el-Bidaye, s. 79.
Sabunî, el-Bidaye, s. 79.
513
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 223; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 314.
514
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 469; c. 2, 293, s. 635;
515
Bkz:Ramazan Biçer, “Maturidi’ye Göre Hidayete Engel Olan Beşeri Zaaflar ve Tezahürleri”, C. Ü. İ.
F. D., c. 8/1, Sivas 2004, ss. 41-59.
516
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 632; c. 5, s. 347; c. 3, s. 197.
517
“Allah bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu…” A’raf 7/30; “…Onunla dilediğin
kimseyi saptırırsın, dilediğini de doğruya iletirsin…” A’raf 7/155; “Allah kimi doğru yola iletirse odur
doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” A’raf 7/178;
“…Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.”Ra’d 13/27; “Allah,
512
119
erme veya dalâlet üzere olmanın tek kaynağı olarak Allah’ın mutlak hâkimiyetine işaret
edip bu hususta insanın herhangi bir fonksiyonu bulunmadığı manasında bir çağrışım
yapmaktadır. Ancak bu ayetler dikkatle incelendiğinde Allah’ın insanlardan bazısına
hidayet etmesinin ve bir kısmını da dalâlet üzere bırakmasının temel nedeninin, onların,
hidayete veya dalâlete ulaştıracak yolları tercih etmeleri olduğu görülecektir.518 Her kim
hidayete götüren sebeplere tutunup, şeytanın vesveselerinden kendini korursa, hem
Allah nezdinde hem de hidayetin ne olduğunu bilen kimse nezdinde doğru yol üzeredir.
Kendini korumayan ve şeytanın aldatmacaları karşısında kendini muhafaza etmeyen
kimse ise dalâlettedir.519 Hidayet, dinin bir emridir. Bunun muhatabı ise seçme
kabiliyetine sahip olan mahlûkattır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, sahip olduğu özgür
irade ile hidayet ya da dalâlet üzere olmak isteyen kimseyi Allah ya hidayete erdirmekte
veya dalâlet üzere bırakmaktadır.520 Allah, kendisine yönelen ve onları kabul eden
kimseleri hidayete götürecek, onlardan yüz çeviren kimseleri de dalâlete sürükleyecek
ayetleri indirendir. Bir şeye yönelme, kabul etme ya da yüz çevirme gibi durumlar
ihtiyara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu demektir ki insanların hem hidayet hem de
dalâletleri, onların ihtiyarları neticesinde hâsıl olmaktadır.521 Nitekim Allah, insanları
doğru yol veya dalâlet üzere bulunma noktasında serbest bırakmıştır. İnsanlar,
kendilerinde bulunan hür irade ve ihtiyarlarıyla hidayet ya da dalâleti tercih etmekte,
Allah da bu doğrultu da eylemi yaratmaktadır. Çünkü iman ya da küfür ancak ihtiyar
halinde ortaya çıkacak durumlardır. Allah’ın bunun aksi bir irade ortaya koyması insan
iradesine baskı anlamı taşıyacaktır. Allah, En’am 6/149 ayetinde522 insanları ihtiyarî
eylemlerinde serbest bıraktığını, herhangi bir baskı ya da zorlamaya maruz
bırakmadığını beyan etmektedir.523 Öyleki Allah, hidayet verdiği kimsenin doğru yolda,
yani dünyada hidayet verdiği kimsenin ahirette de doğru yolda olduğuna, dünyada
dalâlet üzere olan kimsenin de ahirette hüsran içerisinde bulunduğuna da şahitlik
etmiştir.
Görüldüğü üzere Maturidi, bir kimseyi hidayete erdirme veya dalâlette
bırakma noktasında Allah’ın katkısını, bu durumlara şahit olması ve insanın isteği
kimi doğru yola iletirse işte o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, böyleleri için O’nun dışında
dostlar bulamazsın…” İsra 17/97.
518
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 223.
519
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 197; Aynı manayı ifade eden ayetler için bkz: Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 469;
c. 2, 635; c. 2, s. 293.
520
Maturidi, Te’vilat, c. 5, s. 438.
521
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 632.
522
“…O dileseydi elbette sizin hepinizi doğru yola getirirdi.” En’am 6/149.
523
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 189-190.
120
doğrultusunda bu eylemleri onlarda yaratması şeklinde ortaya koymaktadır. Ayrıca
hidayet üzere bulunan kimseye Allah’ın yardım ve desteğinin, dalâlet üzere bulunan
kimseye ise böyle bir şeyin söz konusu olmadığını da dile getirmektedir.
Bu meselede dikkat edilmesi gereken bir başka husus da hidayeti beyan, dalâleti ise
isimlendirme olarak açıklayan Mutezile’nin tutarsızlığı hakkındadır.524 Öyle ki Mutezile
Allah’ın hidayet etmesini doğru yolu beyan etmesi şeklinde algılamaktadır. Allah doğru
yolu beyan etmiş, açıklamış ve bildirmiş olmasına rağmen kâfirler doğru yola
gelmemiştir. Bu demektir ki Mutezile’ye göre hidayet ve dalâlet haber verme, beyan ve
isimlendirmeden ibarettir.525
Şayet hidayet beyan, emir ve nehiy olsaydı kâfir ve
mü’min arasında herhangi bir fark olmazdı. Çünkü kâfir için bulunan beyan, mümin
için de geçerlidir. Bu tartışma bağlamında ele alınan A’raf 7/178 ayetinde Allah’ın
mümin için bulunan, fakat kâfir hakkında vuku bulmayacak bir manaya işareti vardır ki
bunlar başarı, koruma ve yardımdır. Bunlar kâfir için olsaydı, kâfir de mümin gibi iman
ederdi. Nitekim Allah’ın dalâlette bıraktığı kimse, dalâlet üzere bulunduğu için hüsrana
uğramıştır. Buradaki manaya ziyade ise dalâlet eyleminin yaratılmasıdır.526 Ayrıca şayet
hidayetin manası beyan olsaydı, Hz. Peygamber’den nefyedilmesi mümkün olmazdı.
Çünkü o, hem sevdiğine hem de sevmediğine doğru yolu göstermiş, hidayeti
açıklamıştır.527 Allah nezdinde hidayetin karşılığı insanları hidayet üzere kalmada
başarılı kılmasıdır. Bunun manası beyan olsaydı bu minnet ve lütfun hiçbir manası
olmazdı.528
Sonuç olarak Allah, göndermiş olduğu peygamberler ve ayetlerle hidayet ve dalâletin
yollarını açıklamıştır. İnsan sahip olduğu akıl ve iradesiyle dilerse hidayete, dilerse
dalâlete götüren yolları tercih edecektir. Şayet kişi, hidayet üzere bulunmak isterse
hidayet, dalâlet yolu üzere olmayı istemişse dalâlet üzere bulunacaktır. Allah da onun
bu tercihi doğrultusunda hidayet veya dalâlet eylemini yaratmaktadır.
524
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 313, Te’vilat, c. 2, s. 309; c. 2, s, 232; c. 3, s. 605; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s.
314 vd.; Sabunî, el-Bidaye, s. 79.
525
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 314.
526
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 309.
527
“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola
eriştirir. O doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” Kasas 28/56.
528
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 232; c. 3, s. 605.
121
3.2. ECEL
Kaza-kader probleminin alt konularından biri olarak ele alınan ecel, teknik bir terim
olarak kelâm tarihindeki en tartışmalı konulardan birini ifade eder. Çünkü kâinatta
meydana gelen her şey Allah’ın belirlemesi, takdiri ve kazası neticesinde olduğuna
göre, canlı varlıklar için meydana gelebilecek en önemli olayın ise ölüm olduğu
düşünüldüğünde kaza-kader problemi çerçevesinde ecel-kader ilişkisi oldukça önemli
bir yer teşkil etmektedir.
Maturidi’de ecel sorununu kaza-kader, dolayısıyla Allah’ın ilmi ve iradesi ile mütalaa
etmekte ve “bir insanın öldürülmesi” olayı çerçevesinde konuya açıklık getirmeye
çalışmaktadır.
Bu bölümde öncelikli olarak ecel kavramının sözlük ve ıstılah
anlamlarına yer verilecek, Kur’an’daki kullanımı tahlil edilecek, daha sonra da
Maturidi’nin görüş ve düşünceleri ışığında konuya açıklık getirilmeye çalışılacaktır.
Arap dilinden ‫ل‬-‫ج‬-‫ ا‬kökünden mastar olan ecel kavramı sözlükte, geciktirmek,
gecikmek, ertelemek, bir şeyin süresi, alışverişte sürenin belirlenmesi, belirli bir vaktin
sonu, geleceğe ait olmak üzere belirlenmiş zaman, ölüm vaktinin gelmesi, Allah
nezdinde malum olan, her canlının hayatının sona ereceği vakit, borç vadesinin dolması
gibi anlamlara gelmektedir. Görüldüğü kadarıyla ecel, bir yandan herhangi bir şey
hakkında önceden belirlenen ve tespit edilen süreyi diğer yandan da bu sürenin sonu
anlamında kullanılan bir kavramdır.529
Istılahta ise Allah Teâlâ tarafından her bir canlı için takdir edilen yaşama süresi ve bu
süreyi sona erdiren ölüm vakti anlamına gelmektedir.530 İnsan kastedildiğinde, o
kimsenin hayat süresini ve bu sürenin son bulmasını ifade eden ecel kavramı, dünya söz
konusu olduğunda ise kıyamet günü anlamına gelmektedir. Kavramın konumuz ile ilgili
olan yönü ise insan-ecel münasebetidir. Bu bağlamda kelâm âlimleri problemi maktül
meselesi ekseni etrafında tartışmakta, şu sorulara cevap aramaktadır: Eceli kim tespit
etmektedir? Birileri tarafından öldürülen kişi eceli ile mi ölmüştür?
529
Şayet kişi
İbn Manzur, Lisanul-Arab, c. 11, s. 11-12; Firûzâbâdî, Okyanus, c. 3, s. 1147-1148; Zebîdî, Tâcu’lArûs, c. 7, s. 203-204; Isfehani, Müfredat, s. 11; Cüveyni, Kitabu’l-İrşad, Mısır 1950, s. 361; Maturidi,
Te’vilat, c. 1, s. 184, 185, 233, 456; c. 3, s. 594.
530
Sabunî, el-Bidaye, s. 183.
122
öldürülmeseydi kendisi için geleceğe dair başka bir ecel ve bu ecele kadar yaşama
imkânı bulunacak mıydı? Ömür artar veya eksilir mi?
Bu sorulara daha sağlıklı cevap verebilmek ve Maturidi ile kendisine muhatap aldığı
Mutezile’ye mensup olan Ka’bi arasındaki ecel tartışmasında hangisinin Kur’an’la
örtüşen bir anlayışı benimsediği hakkında sağlıklı bir fikre ulaşmak için öncelikli olarak
kavramın Kur’an’daki kullanımını incelemek gerektiği düşünülmektedir.
Kur’an’ın birçok ayetinde ecel kavramı yer alır ve ilgili ayetlerde farklı anlamlar taşır.
Ancak bu farklı anlam ve kullanımların tamamı kelimenin sözlükteki asıl anlamı olan
“süre” manasıyla yakından alakalıdır.
Kur’an’da ecel, mutlak ve mukayyed manada tayin edilen süre531, canlı ve cansız
varlıklar için belirlenen sürenin sonu ve kıyamet günü532, bir borcun ödenmesi için
belirlenen sürenin sonu533, boşanan veya eşi ölen bir kadının bir başkasıyla
evlenebilmesi için beklemesi gereken süre534, kendilerine gönderilen peygamberlere
itaat etmemeleri ve vermiş oldukları ahde vefa göstermemeleri neticesinde helak
edilmeden önce kâfirlere tanınan vakit535 anlamlarında kullanılmıştır.536
Ecel kavramı on altı ayette de sıfat tamlaması şeklinde belirlenmiş süre anlamında
“ecel-i müsemma” olarak ifade edilmektedir.537 Nitekim Müslümanların belirli bir vade
ile birbirlerinden borç alıp vermeleri538, çocuğun ana karnında kalış süresi539 bu manaya
531
“Musa, şöyle dedi: Bu seninle benim aramda bir iş. İki süreden hangisini tamamlarsam bana bir
husumet yok. Allah söylediklerimize vekildir.” Kasas 28/29; ayrıca bkz: Lokman 31/29; Fatır 35/13;
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 594; c. 4, s. 77; c. 4, s. 174-175.
532
“O geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da
belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir…” En’am 6/60; ayrıca bkz:
En’am 6/128; A’raf 7/34; Yunus 10/49; Hud 11/3, 104. Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 125; c. 2, s. 175; c. 2;
226; c. 4, s. 6.
533
“Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın…” Bakara 2/282;
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 233.
534
“…Bekleme müddeti bitinceye kadar da nikâh yapmaya kalkışmayın…” Bakara 2/235; ayrıca bkz:
Bakara 2/231, 234; Talak 65/2, 4; Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 196; c. 1, s. 184; c. 5, s. 160.
535
“Fakat erişecekleri bir süreye kadar biz azabı üzerlerinden kaldırınca hemen yeminlerini bozarlar”
A’raf 7/135; ayrıca bkz: Nisa 4/77; İbrahim 14/44; Ta-ha 20/129; Ankebut 29/53; Maturidi, Te’vilat, c. 2,
s. 278; c. 3, s. 33-34; c. 3, s. 313.
536
Firûzâbâdî’ye göre ecel kavramı Kur’an’da beş farklı manada kullanılmıştır Brincisi mukadder
ölümdür. İkincisi, belirlenmiş süredir. Üçüncüsü, kâfirlerin helakı demektir. Dördüncüsü, kadınların
boşandıktan sonra beklemek zorunda oldukları süre (iddet) manasındadır. Sonuncusu da azap ve
ukubettir. Firûzâbâdî, Besair, c. 2, s. 108.
537
Abdulbaki, el-Mu’cem, s. 18-19.
538
Bakara 2/282.
539
“…Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz…” Hac 22/5; Maturidi, Te’vilat, c. 3,
123
delalet etmektedir. Bununla birlikte aynı kavramın En’am 6/2540 ayetindeki manası
üzerinde bir takım farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Çünkü bu ayette Allah Teâlâ insanlar
için iki ecelin varlığından söz ederek ecel-i müsemmanın (belirlenmiş ecel) kendi
katında olduğunu beyan etmiştir. Müfessirler bu ayetteki ecel kavramlarından ilkinin
ölüm vakti, yaratılışla ölüm arasındaki süre, ömür süresi kesinleşmiş olanların ve bu
sürenin sonunda ölenlerin eceli, uyku hali, insanın ömründen geçen süre, geçmişteki
insanların ecelleri ve insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının sona
ermesi (ecel-i tabi) gibi anlamlara geldiğini belirtmişlerdir. İkinci manadaki ecelin ise
kıyamet vakti, ölümle diriliş arasındaki süre veya bu sürenin sonu, sıla-i rahim, sadaka
gibi hayırlı işler yaptıkları için ömürleri uzatılacak olanların eceli, ölüm, insanın
yaşamında geriye kalan süre, henüz hayatta olanların eceli, boğulma, yangın vb. kazalar
ile bir cinayete kurban gitme gibi nedenlerle hayatın son bulması (ecel-i kaza)
anlamlarına geldiğini ifade etmişlerdir.541
Maturidi’ye göre iki ecelden birincisi başkalarında gördüğümüz ve kendimizin de
yakinen müşahede edeceği yaşamımızın sona ermesi anlamına gelen ölüm halidir. Eceli müsemma ise bir insanın yaşamının sona ermesi542, bir kavmin helak vakti543, bir
bebeğin ana rahminde tutulduğu süre544 ve kıyamet günü545 gibi anlamlara gelmektedir.
İslam düşünürleri de bu ayette yer alan iki ecelden yola çıkarak onu farklı şekillerde
tanımlamak suretiyle açıklamaya çalışmışlardır. İslam filozoflarına göre ecel, ecel-i
müsemma ve ecel-i kaza olmak üzere iki kategoriye ayrılarak ele alınmalıdır. Bu görüş
sahiplerine göre ecel-i müsemma hastalık ve kaza gibi herhangi bir harici sebep
olmaksızın bir kimsenin ölmesi demektir. Ecel-i kaza ise adından da anlaşılacağı üzere
s. 357.
540
“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir. (Kıyametin
kopması için) belirlenmiş ecel de O’nun katındadır. Siz ise hala şüphe ediyorsunuz.” En’am 6/2;
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 96.
541
Salebi Ebu İshak Ahmed b. Muhammed, el-Keşf ve’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut 2004, c. 2, s.
520; Taberi Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut
1999, c. 7, s. 145-147; Zemahşeri Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzil, Daru’lKütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1977, c. 2, s. 4; Şevkani Muhammed Ali b. Muhammed, Fethü’l-Kadir, Daru’lMarife, Beyrut yy., c. 2, s. 114; İbn Aşur Muhammed Tahir, et-Tahrir ve’t-Tenvir, Dar-u Sahnun li’nNeşr ve’t-Tevzi, Tunus yy., c. 4, s. 130-131.
542
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 125; c. 3, s. 11, 370; c. 4, s. 357.
543
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 313; c. 4, s. 25, 400; c. 5, s. 261.
544
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 357.
545
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 96, 175; c. 3, s. 313; c. 4, s. 175, 293.
124
hastalık, boğulma, trafik kazası, zehirlenme, cinayet vb. olaylar neticesinde meydana
gelen ölümdür.546
Bazılarına göre de ecel meselesi ne Allah’ın ne de insanın müdahil olduğu bir
meseledir. Ecel denildiğinde akla yıldızların hareketleri gelmelidir. Kâinatta meydana
gelen ve gelecek olan her şey yıldızların hareketlerine bağlıdır. Hareket, sükûn, ayrılma
ve birleşme bu ezelî varlıkların hareketleri ile meydana gelmektedir.547 Deterministler
tarafından savunulan bu düşüncenin ana teması, ecel de dâhil meydana gelen her türlü
olayda Allah’ın ve insanın hiçbir fonksiyonu olmadığı, temel belirleyicinin yıldızların
hareketleri olduğudur.
Ebu’l-Berekat el-Bağdadi (ö: 570/1174), kâinatta meydana gelen olayları doğal (tabii),
iradî ve tesadüf eseri olmak üzere üçe ayırarak açıklamaktadır. Doğal olarak meydana
gelen her türlü olay kaza ve kader doğrultusunda belirli bir düzen içerisinde cereyan
etmektedir. İradî olaylar ise zaman ve kişilere göre değişmekte olduğundan bunlarda
kaza ve kaderin herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Bir kaza eseri meydana gelen
ölüm gibi tesadüfî işlere gelince onlarda da kaza ve kaderin herhangi bir fonksiyonu
yoktur.548 Görüldüğü üzere Bağdadi, ecel meselesini doğal, iradî ve tesadüfî olarak ele
almaktadır. Doğal ölüm, Allah’ın belirleme ve takdiri ile meydana gelmekle birlikte
cinayet
iradi
olmaktadır.
Bir
kaza
sonucu
olanlar
ise
tesadüfî
olarak
değerlendirilmektedir.
Mutezile’nin Bağdat ekolü ve Ka’bi ise ecel konusunu maktulün eceli ekseninde
tartışmaktadır. Onlara göre bir cinayet olayında öldürme fiilini gerçekleştiren kimse
(katil), öldürülen kimsenin (maktul) Allah tarafından takdir edilen ecelinin önüne
geçmiştir. Şayet maktül öldürülmeseydi Allah’ın ilminde bulunan ve o kişi için takdir
edilen süreye kadar kesinlikle yaşayacaktı. Bu görüşün savunucularına göre maktulün
biri öldürülme, diğeri de ölüm olmak üzere iki eceli bulunmaktadır. Ölüm Allah’ın fiili,
öldürme ise katilin fiilidir. Durum böyle olunca maktul, Allah’ın fiili ile değil, katilin
fiili ile ölmüştür. Katil, maktulün Allah’ın ilminde o kimse için belirlenen yaşam
546
Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd, İstanbul 1277, c. 2, s. 119; Şerhu’l-Akaid (Kelâm İlmi ve İslam Akaidi),
haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1991, s. 224; Tehanevi, Keşşafu Istılahati’l-Funun,
Kahraman Yay., İstanbul 1984, c. 1, s. 83; Abdullatif Harputi, Tenkihu’l-Kelâm, Dersaadet 1330, s. 262;
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1339-1343, c. 2, s. 225-226.
547
Ebu’l-Berekat el-Bağdadi, Kitabu’l-Muteber fi’l-Hikmeti’l-İlahiyye, terc: M. Şerafeddin, İlahiyyat,
Burhaneddin Matbaası, İstanbul 1932, s. 22-25.
548
Bağdadi, Kitabu’l-Muteber, s. 24.
125
süresine müdahale etmek ve ecelini öne almak suretiyle büyük bir zulüm işlemiştir. İşte
katil bu tutumu yüzünden Allah tarafından kötü olarak nitelendirilmiş ve cezaya
çarptırılmayı hak etmiştir.549 Bu açıklamalardan da görüldüğü üzere Mutezile’nin
Bağdat ekolü ve Ka’bi bir cinayet olayında katilin Allah’ın belirlediği eceli kesintiye
uğrattığını belirterek insana Allah’ın üstünde bir konum atfetmişlerdir. Şayet Ka’bi ve
arkadaşlarının söylediği gibi olacak olursa Allah vaad ettiği şeyi yerine getiremeyen bir
yaratıcı konumunda olacaktır. Çünkü bir insan gelip diğerini öldürdüğü zaman, Allah’ın
öldürülen için vaad ettiği ecelini kesintiye uğratıp Allah’ın vaadini yerine getirmesini
engellemiş demektir. Bu durum ise bir acizlik göstergesidir ve vaadinden dönmektir.
Böyle bir şeyin ise Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız oluşu aşikârdır.
Mutezile içerisinde bu görüşten farklı olarak ecelin Allah tarafından belirlenen bir vakti
olduğu, bir insan ister doğal yollarla ölsün, isterse öldürülsün takdir edilen eceli ile
öldüğü ifade edilmiştir. Allaf (ö: 226/840) ve Cübbai (ö: 303/915) tarafından ileri
sürülen bu görüş Ka’bi ve Bağdat ekolüne bir reddiye özelliğindedir. Nitekim Allaf ve
Cübbai’ye göre maktul öldürülmese bile başka bir vakte kadar yaşaması imkânsızdır ve
katil onun eceline müdahalede bulunmamıştır.550 Mutezile içerisinde üçüncü bir görüşte
her iki iddia arasında orta bir yol izleyen Kadı Abdulcebbar (ö: 415/1024) tarafından
ileri sürülmüştür. Ona göre bir cinayet hadisesinde maktulün ölmesi veya öldürülmeyip
daha uzun bir yaşam sürmesi imkân dâhilindedir. Şayet öldürülmeseydi daha uzun yaşar
mıydı, yaşamaz mıydı tarzında bir soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir. Her
iki durumda mümkündür, yaşayabilirdi de, yaşamayabilirdi de.551
Buraya kadar ki açıklamalardan görüldüğü üzere ecel meselesi bir yandan ecel-i kaza ve
ecel-i müsemma ayrımlarına tabi tutulmuş, diğer yandan da bir cinayet olayı
bağlamında ecel-i kaza meselesiyle ilişkilendirilerek, katilin maktulün ecelini kesintiye
uğratıp uğratmadığı sorusuna cevap aranarak açıklanmaya çalışılmıştır.
549
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 281; Te’vilat, c. 2, s. 226, 278; c. 3, s. 94; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276277; Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 782-783; Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd, c. 2, s. 118; Abdulkahir elBağdadi, Usulu’d-Din, İstanbul 1928, s. 143; Sabunî, el-Bidaye, s. 76-77.
550
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276; Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 782-783; Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd, c. 2, s.
118-119; Şerhu’l-Akaid, s. 224.
551
Kadı Abdulcebbar, Şerh, s. 782-783; Cürcânî, Şerhu’l-Mevakıf, İstanbul 1286, s. 525.
126
Maturidilere gelince onlar, eserlerinde ecel meselesini kaza ve kader ile bağlantı kurarak
Allah’ın ilmi çerçevesinde konuyu ele almaktadırlar.552 Nitekim Maturidi’ye göre
deterministlerin aksine kâinatta meydana gelen her şey Allah’ın kaza ve kaderi
neticesinde hâsıl olduğundan ölüm hadisesi de ister doğal yolla isterse bir kaza ve
cinayet sonucunda gerçekleşsin Allah tarafından takdir edildiği şekilde meydana
gelmektedir.553
Maturidi’ye göre Bağdat ekolü ve Ka’bi’nin iddia ettiğinin aksine ecelin iki değişik
boyutu sadece bir söylemden ibarettir ve mana itibariyle herhangi bir farklılık söz
konusu değildir. Aynı zamanda ecel ne öne alınabilir ne de sonraya bırakılabilir. Yani
ecelde takdim veya tehir gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü ecel, ister insan
doğal olarak ölsün, isterse öldürülsün levh-i mahfuzda takdir edildiği şekilde öne
alınmayan ve arkaya da bırakılamayan belirli bir vakit anlamına gelmektedir.554 Bir
kimse için biri doğal olarak ölüm (mevt) diğeri de öldürülme (katl) olmak üzere ecelin
iki boyutu sadece söylemdedir, hakikatte böyle bir şey söz konusu değildir. Yani bu
ifade katilin, maktulün ecelinin önüne geçmesi anlamına gelmez. Allah bir kimsenin
cinayete kurban gideceğini veya doğal bir şekilde öleceğini bilmektedir. Allah’ın
bilgisinde bir değişme söz konusu olmayacağına göre öncelik veya sonralık olmaksızın
maktul de dâhil herkes kendisi için belirlenen eceli ile ölmektedir.555 Herkes kendisi için
belirlenen eceli ile öldüğüne ve bundan kaçış olmadığına göre katilin herhangi bir
sorumluluğu var mıdır?556 sorusuna Maturidiler, bir cinayet olayında biri katl (öldürme),
552
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 281-284; Te’vilat, c. 2, s. 278; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276-278; Sabunî,
el-Bidaye, s. 76-77.
553
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 281; Te’vilat, c. 5, s. 188; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276; Sabunî, el-Bidaye,
s. 76-77; Ömer Nesefî; İslam İnancının Temelleri Akaid, s. 127; “O, hanginizin daha güzel amel
yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır...” Mülk 67/2 ayetinde açıkça görüldüğü üzere hem
hayatı hem de ölümü yaratanın Allah olduğu açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu demektir ki Allah
dışında herhangi bir varlık için ölümü yaratmak veya yok etmek muhaldir.
554
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 282-283; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276-277; Sabunî, el-Bidaye, s. 76-77;
Ömer Nesefî, İslam İnancının Temelleri Akaid, s. 127; Maturidi, el-A’raf 7/34 ayetinde yer alan “her
ümmetin bir eceli vardır” ifadesinin her bir milletin bir eceli bulunduğunu, bu süreden önce helak
edilmelerinin söz konusu olmadığını, vakit tamamlanınca da helak olayının ne öne alındığını ne de arkaya
bırakıldığını belirttiğini dile getirmektedir. Maturidi; Te’vilat, c. 1, s. 319;
555
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 282; Te’vilat, c. 2, s. 278; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276; Sabunî, el-Bidaye,
s. 77; Mutezile İbrahim 14/10 ayetinden yola çıkarak her insanın ecel-i tabi ve ecel-i kaza olmak üzere
iki eceli olduğunu, eylemleri doğrultusunda bu ecellerden biri ile ölümünün gerçekleştiğini
belirtmektedir. İmam Maturidi ise Allah’ın olan ve olacak olan her şeyi bildiğini, mahlûkat hakkında
öncelik ve sonralığı gerektirecek iki ecel belirlemesinin ihtimal dâhilinde bulunmadığını, her bir canlının
ecelinin herhangi bir değişme olmaksızın Allah tarafından belirlenen vakitte meydana geleceğini dile
getirmektedir. Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 11.
556
Kayseri Kapalı Ceza İnfaz Kurumundaki cezaevi vaizliği görevim esnasında bir insanın ölümüne
sebebiyet vermek suçundan tutuklu veya hükümlü bulunan insanlarca tarafıma yöneltilen soruların
127
diğeri de mevt (ölüm) olmak üzere iki yön bulunması ile cevap vermektedir. Onlara
göre maktul kendi eceli ile ölmüştür ve başka bir eceli söz konusu değildir. Öldürme
eylemini gerçekleştiren katildir, fakat ölümü yaratan Allah’tır.557 Görüldüğü üzere
eylemi yapan Allah değil, katil olmaktadır. Katil, Allah tarafından yasaklanmış bir fiili
yaptığı için sorumludur.
İnsanın ömrünün uzayacağını belirten hadisleri558 de Allah’ın ilmi çerçevesinde ele alan
Maturidi, Allah’ın sadaka verecek ve vermeyecek, sıla-i rahim yapacak ve yapmayacak
kimseyi bildiğini, bu bilgisi doğrultusunda da sıla-i rahim yapanın ömrünü
yapmayandan
uzun
kıldığını
belirtmektedir.559
Maturidi’nin
meseleye
bakışı
çerçevesinde şunu belirtmek gerekmektedir ki, sadaka ve sıla-i rahimin ömrü
uzatmasından maksat bir kimsenin ecelinin şarta bağlı olmadığıdır. Yani şayet sadaka
verir veya sıla-i rahim yaparsa bir kimsenin ömrü altmış yıl, yapmazsa elli yıl tarzında
bir durumun varlığı muhaldir. Çünkü o kimsenin eceli, dolayısıyla da yaşam süresi
Allah tarafından belirlenmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Nitekim Kur’an
ayetleri de ecelin öne alınması ya da sonraya bırakılmasının mümkün olmadığını açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.560
Sonuç olarak insanın eceli ile ilgili ayet ve hadisleri bir arada değerlendirdiğimizde
Maturidiler tarafından öne sürülen görüşlerle uyum içerisinde olduğu görülecektir.
İnsan da dâhil kâinatta bulunan her şeyin bir sonu vardır ve bu Allah tarafından
belirlenmiştir. Ecelin kaza ve kader ile ilişkisinde çıkış noktasını Allah’ın ilmi ve iradesi
yani kader oluşturmaktadır. Kader, Allah’ın her şeyi nasıl olacaklarsa o şekilde bilmesi
başında “öldürdükleri kişinin kendileri tarafından öldürüleceğini Allah belirlediğine ve bu belirleme
doğrultusunda öldürme eylemi meydana geldiğine göre herhangi bir sorumlulukları olup olmadığı” sorusu
gelmektedir. Böyle bir bakış açısının temelinde psikolojik olarak rahatlama hissinin yattığı
gözlemlenmiştir.
557
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 282-283; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 276; Sabunî, el-Bidaye, s. 76. ,
558
Bu manayı ifade eden hadisler şunlardır: “Sadaka belayı def eder ve ömrü uzatır” Buhari, Zekat 28;
Müslim, Birr 69; Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40; “Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını
severse sıla-i rahim yapsın” Buhari, Edep 12; Müslim, Birr 20; Ebu Davud, Sünnet, Zekat 45.
559
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 278.
560
Bkz: Yunus 10/11, 49; Nahl 16/61; İsra 17/99; Mü’minun 22/43; Lokman 31/29; Fatır 35/189; Zümer
39/5; Gafir 40/67; Nuh 71/4; Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 484; c. 3, s. 197; c. 3, s. 403; c. 4, s. 77; c. 4, s.
189; c. 4, s. 293; c. 4, s. 357; c. 5, s. 261; Hadislerde yer alan ömrün uzaması ile ilgili ifadelere farklı
yorumlar getiren âlimler de olmuştur. Nitekim Taftazânî’ye göre bu hadislerdeki ifadelerden maksat,
vücudun güçlü ve sıhhatli olması, ömrün bereketlenmesidir. Ahiret hayatına yönelik güzel ve faydalı işler
yapması için insana verilen bir sermaye olan ömrün belirtilen hedefler doğrultusunda kullanılarak hem
dünya hem de ahiret hayatı bakımından kazançlı bir şekle dönüştürülmesidir. Bu yorumlamaya göre
sadaka ve sıla-i rahim gibi güzellikler insan ömrünün verimini artıran birer araç olmaktadır. Taftazânî,
Şerhu’l-Akaid (Kelâm İlmi ve İslam Akaidi), s. 223.
128
ve takdir etmesi olduğuna göre, ecel de aynı şekilde Allah’ın onu meydana gelmesi
muhtemel bütün mahiyetleri ile bilip takdir etmesi neticesinde hâsıl olmaktadır. İlahi
bilgide (kader) bir değişme olmayacağından ecelin vaktinin değişmesi de düşünülemez.
İster doğal yolla olsun isterse bir cinayet veya kaza neticesinde olsun her canlının
yaşamının son bulacağı bir süre belirlenmiştir. Bu zaman geldiğinde artık ne öne
alınabilir ne de sonraya bırakılabilir. Belirlenen bu sürenin sona ermesiyle birlikte ölüm
olayının yaratılması ise kaza olmaktadır. Madem eceli Allah belirlemektedir ve biz ne
yaparsak yapalım belirlenen bu ecelde bir değişme söz konusu değildir, sağlıklı bir
hayat sürmemize yardımcı olacak bir takım tedbirler almamızın anlamı nedir? tarzında
bir soru aklımıza gelebilecektir. Böyle bir soruya şu şekilde cevap verilebilir:
İçinde yaşadığımız dünyada hergün farklı sebeplerle meydana gelen ölüm hadiseleri ile
karşılaşmaktayız. Bizim üzerimize düşen şey gerekli tedbirleri alarak Hz. Ömer’in veba
salgınına gösterdiği tepki gibi Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine sığınmaktır.
Kimin nerde, ne zaman ve nasıl öleceğini bilen yalnız Allah olduğuna göre ölüme
sebebiyet verecek bazı tutum ve davranışlardan kaçınmak ve korunmak asli
görevimizdir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in belirttiği gibi561 her türlü tedbire
rağmen hakkımızda takdir edilen kaza okları bazılarımıza isabet edebilir. Mesela bizim
dışımızda meydana gelen sel, deprem vb. doğal afetler pek çok insanın ölümüne
sebebiyet verebilir. Böyle bir durumun varlığı tedbiri elden bırakmayı değil, ölüm
olaylarını en aza indirgemek için her türlü tedbire sıkı bir şekilde tutunmayı gerektirir.
Yazılı ve görsel basında müşahede ettiğimiz bir takım güncel hâdiseler de bizim
dışımızda gelişen olaylar karşısında tedbir alındığı takdirde ölü sayısını en aza
indirmenin mümkün olduğunu bizlere göstermiştir. Mesela 1999 yılı Ağustos ayında
ülkemizde meydana gelen 7.5 büyüklüğündeki deprem neticesinde resmi kayıtlara göre
561
Abdullah b. Mesud tarafından rivayet edilmektedir: “Hz. Peygamber bir defasında, (yere) bir kare
çizdi; sonra da bu karenin ortasından kare dışına uzanan bir çizgi çizdi. Daha sonra da bu çizginin
ortasından itibaren bu ortadaki çizgi ile kesişen bir takım küçük çizgiler çizdi. Nihayet bunları şöyle izah
etti:
Şu karenin ortasındaki uzun çizgi insandır; şu kare de, onu her yönden kuşatan ecelidir. Şu kare dışına
uzanan çizgi ise kişinin emelidir. Bu ufak çizgilerde kişinin yaşamı boyunca her zaman karşılaşması
muhtemel bir takım afet ve musibetlerdir. Şimdi insana şu afet isabet etmezse diğer dokunur, o da
dokunmazsa bir diğeri isabet eder… Nihayet onu son afet yani ölüm yakalayıverir.” Buhari, Rikak 4;
Tirmizi, Kıyame 22; Kader 14; İbn Mace, Zühd 27.
Aynî bu hadisin, insanın bir takım harici sebeplerle ölmediği takdirde doğal ölümden kurtulmasının
mümkün olmadığı manasına geldiğini belirtmektedir. Ebu Muhammed Bedreddin Musa el-Hanefi Aynî,
Umdetu’l-Kari Şerh-i Sahihi’l-Buhari, İdaretü’t-Tıbaati’l-Müniriyye, Kahire 1972, c. 18, s. 411-412.
129
17.480 kişi ölmüştür.562 12 Ocak 2010 tarihinde Haiti’de meydana gelen 7.0
büyüklüğündeki deprem neticesinde ise 50.000’den fazla insan ölmüştür.563 Bununla
birlikte 3 Eylül 2010 tarihinde Yeni Zelanda’da 7.1 büyüklüğünde meydana gelen
depremde iki kişi ağır yaralanmış, hiç kimse hayatını kaybetmemiştir.564 Bir başka
örnek de trafik kazaları sonucunda meydana gelen ölümlerdir. Türkiye İstatistik
Kurumu verilerine göre ülkemizde her yüz kazada ölen kişi sayısı yaklaşık olarak altıdır
ki bu rakam diğer Avrupa ülkelerine nazaran oldukça yüksektir.565 Bu veriler ortaya
koymaktadır ki gelişmemiş ülkelerde kaza eseri meydana gelen ölümler gelişmiş
ülkelerden oldukça fazladır. Bunun nedeni ise gerekli bir takım önleyici tedbirlerinin
alınmamasıdır. Bu demektir ki insanın karşılaştığı ve karşılaşacağı bir takım olaylar
karşısında alacağı tedbirler onun hayatı ve eceli üzerinde büyük bir etkiye sahip
olmaktadır. Bunun aksi düşünülüp kaza-kader ve ecel konularında her türlü sorumluluk
Allah’a verildiğinde, Allah’ın takdirinin gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler
açısından, özellikle İslam dünyası, olumsuz bir içeriğe sahip olduğu, gelişmiş ülkeler
açısından da daima olumlu tarzda bulunduğu yönünde bir kanaate sahip oluruz. Allah’ın
ise insanlara zulmetmeyeceği tüm mezhepler tarafından kabul edilen bir husustur. Sorun
Allah’ın takdirinde değil, bizim yaşam felsefemiz ve olaylara yaklaşımımızda
yatmaktadır.
3.3. RIZIK
Arapça ‫ق‬-‫ز‬-‫ ر‬kelimesinden türeyen bir isim olan rızık sözlükte, gıda, maişet, yemek,
nimet, iyilik, mal, mülk, servet, gelir, ücret, yenilen, içilen ve faydalanılan şey gibi
anlamlara gelirken, fiil olarak da ihsan etmek, karşılıksız vermek, hayatını kazanmak,
geçinmek, yiyecek, içecek ve faydalanılacak şeyler vermek, rızıklandırmak demektir.566
Rızık ıstılahta Allah tarafından canlılara verilen ve canlılar tarafından yenilen şeyin ismi
562
http://tr.wikipedia.org/wiki/1999_G%C3%B6lc%C3%BCk_Depremi (04.10.2010 tarihinde
ulaşılmıştır.)
563
http://www.yerbilimleri.com/12-ocak-2010-haiti-depremi/ (04.10.2010 tarihinde ulaşılmıştır.)
564
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/15709398.asp (04.10.2010 tarihinde ulaşılmıştır.)
565
Türkiye İstatistik Kurumu`nun hazırladığı AB Ülkeleri ve Türkiye Karayolu Trafik Kazaları-2003
istatistiklerine göre, Türkiye`de 2003 yılında 67 bin 31 trafik kazası meydana gelmiş, bu kazalarda 3 bin
946 kişi hayatını kaybetmiştir. Aynı yıl İngiltere`de meydana gelen 214 bin 30 kazada 3 bin 508 kişi,
Avusturya`da meydana gelen 43 bin 426 kazada 931 kişi, Hollanda`daki 31 bin 635 kazada bin 88 kişi,
Almanya`daki 354 bin 334 kazada ise 6 bin 613 kişi ölmüştür. Bu rakamlara göre Türkiye`de her 100
kazada ölen kişi sayısı 5.9 olarak gerçekleşirken, Almanya`da bu oran 1.9, İngiltere`de ise 1.6 dır.
566
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. 10, s. 114-15; Isfehani, Müfredat; s. 194; Firûzâbâdî, Okyanus, c. 3, s.
858-859; Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, c. 6, s. 355-356; Cubran, Raid, s. 728.
130
olarak tarif edilmektedir.567 Bir başka tanıma göre rızık, Allah’ın canlılara yaşamlarını
devam ettirebilmeleri için ihsan ettiği maddi ve manevi her türlü nimettir.568 Bu tanımda
dikkat çekici unsur, rızkın sadece maddi değil manevi bir boyutu olduğunun da
vurgulanmasıdır. Tehanevi (ö. 1158/1745) rızkı, Allah’ın insanlara yemeleri, içmeleri
ve giymeleri için verdiği şeyler olarak tanımladıktan sonra onun dörde ayrıldığını
belirtmektedir. Birincisi, garanti edilmiş rızık (rızk-ı mazmun) olup, bir insanın zaruri
ihityaçlarını gidermesini sağlayacak şekilde kendisine verilen yiyecek, içecek ve
giyeceklerdir. İkincisi, taksim edilen rızık (rızk- maksum) dır ki, bir insanın ezelde
kısmetine düşen rızık ve pay demektir. Üçüncüsü, sahip olunan rızık (rızk-ı memluk)
manasına gelip, bir insanın mülkü olan ve tasarruf yetkisine sahip olduğu eşyadır.
Sonuncusu da vaad edilmiş rızık (rızk-ı mev’ud) demektir ve Allah’ın emir ve
yasaklarını yerine getirme noktasında titizlik gösteren salih kullara Allah’ın vaad ettiği
rızıktır.569 Rızkın bu çeşitlerinden sadece birincide tevekkül ön plana çıkarken
diğerlerine ulaşmak ise belirli bir gayret neticesinde gerçekleşebilecek bir durumdur.
Çünkü Allah, ayetlerde de göreceğimiz üzere ihtiyaç ve zaruret miktarınca tüm canlılara
rızkını vereceğini beyan etmektedir.
Rızık kavramı ilgili ayetleri dikkatle incelediğimizde bilhassa şu beş noktaya dikkat
çektiği görülmektedir: Rızkı veren ve yaratanın yalnız Allah olduğunu belirten
ayetler570, Allah tarafından takdir edilen rızkın sahibine ulaşmasına sebep teşkil eden
insanlar bulunduğunu ifade eden ayetler571, Allah’ın insanları helal ve temiz rızıklarla
rızıklandırdığı ve bu rızıkların yenilmesi ve kullanılması gerektiğini dile getiren
ayetler572, Allah’ın rızkı dilediğine dilediği kadar vereceğini belirten ayetler573, rızkın
567
Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 226;
Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 281.
569
Tehanevi, Keşşaf, c. 1, s. 580-581.
570
“Yine o, hayvanlardan da irili ufaklı var edendir. Allah’ın size rızık olarak verdiğinden yiyin de
şeytanın adımlarına uymayın…” Enam 6/142; ayrıca bkz: Bakara 2/176; Nisa 4/39; A’raf 7/50; Hud 11/6;
er-Rum 30/40; Yasin 36/47; Şura 42/37; Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 183; c. 2, s. 509; c. 4, s. 54; c. 4, s.
205.
571
“Allah’ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin. O mallarla onları
rızıklandırın, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin” Nisa 4/5; ayrıca bkz: Bakara 2/233; Nisa 4/8.
Maturidi, Te’vilat, c. 1, s. 356; c. 1, s. 360.
572
“Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta
olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının” Maide 5/88; ayrıca bkz: Bakara 2/57; Nahl 16/114. Maturidi,
Te’vilat, c. 1, s. 54-55; c. 3, s. 126.
573
“Allah rızkı dilediğine bol verir ve dilediğine kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir”
Ankebut 29/62; ayrıca bkz: Şura 42/12 Maturidi, Te’vilat, c. 4, 31; c. 4, s. 398.
568
131
sadece bu dünyaya ait değil, aynı zamanda uhrevi bir boyutu olduğunu vurgulayan
ayetlerdir.574
Kelâm ekolleri arasında rızkı yaratanın Allah olduğu hususunda ittifak olmasına rağmen
gayr-i meşru yoldan elde edilen şeyin rızık olarak isimlendirilip isimlendirilemeyeceği
ve haram rızkın Allah’a nispeti konusunda ihtilaf bulunmaktadır.575 İşte tam bu noktada
da rızık-kaza/kader ilişkisi gündeme gelmektedir. Bilindiği üzere kader meselesinin
temelini
“insanın
ihtiyarî
eylemlerinin
yaratıcısının
kim
olduğu”
sorusu
oluşturmaktadır. İhtiyarî eylem sonucunda elde edilen rızık da bu eksende tartışılarak
özellikle insanın ihtiyarî eylemlerinin bir parçasını oluşturan rızık, (meşru olmayan
yoldan elde edilen rızık kastedilmektedir), tahsis yönünden insanın kendisine mi Allah’a
mı aittir? sorusuna cevap aranmıştır.
Mutezile bu soruya rızkı, insanın yaşamını devam ettirebilmesi için sahip olduğu ve
kendisinden faydalanmanın yasaklanmadığı mülkiyet olarak tanımlamak suretiyle cevap
vermeye çalışmıştır. Onlar ayrıca rızkı tahsis yönünden tüm insanlığın ya da bazı
insanların istifadesine sunulan diye ikiye ayırarak açıklamaktadır. Birincisinde deniz
ürünleri, av hayvanları, hava gibi bütün insanlığın faydalandığı rızık kastedilirken,
ikincisinde ise özel mülkiyet esastır ve mâlikin mülkiyeti altında bulundurup yediği
şeyin adıdır.576 İşte tam bu noktada Mutezile’nin itirazı gelmekte ve muhatabına “biz
nasıl haram yoldan elde edilen bir şeyi rızık olarak Allah’a nispet edebiliriz?” sorusunu
yöneltmektedir. Onlara göre nasıl ki ihtiyarî eylemlerin meydana gelmesinde Allah’ın
bir rolü yoksa hem rızkın tahsisini hem de haram rızık gibi çirkin bir şeyi Allah’a nispet
etmek
imkânsızdır.
Ayrıca
şayet
gayr-i
meşru
rızık
Allah’ın
fiili
olarak
değerlendirilecek olursa bu rızkı elde eden kimsenin kötülenmesi ve cezalandırılması
gibi bir durumu düşünmek doğru değildir. Bu yüzdendir ki haram olan bir şey ne rızık
olarak isimlendirilebilir ne de Allah’a nispet edilebilir.577 Bu bakış açısının doğal bir
574
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, Allah onlara muhakkak
güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır” Hac 22/58. Maturidi,
Te’vilat, c. 3, s. 382.
575
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 284; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s.279; Kadı Abdu’l-Cebbar, el-Muğni, c. 11, s.
41; Sabunî, el-Bidaye, s. 75-76; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, s. 226.
576
Kadı Abdu’l-Cebbar, Şerh, s. 785; el-Muğni, c. 11, s. 27.
577
Kadı Abdu’l-Cebbar, el-Muğni, c. 11, s. 34-35. Kadı, haram olan bir şeyin rızık olarak
nitelendirilmesinin ve Allah’a nispet edilmesinin mümkün olmadığını hem aklî hem de naklî delilerle
geniş bir şekilde tartışmaktadır. Haramın rızık olmadığını, şayet rızık ise ondan infak edilmesinin Allah
tarafından emredilmeyeceğini, haram bir rızkın Allah’a izafesinin haram olduğunu belirtmektedir. Geniş
bilgi için bkz: Kadı Abdu’l-Cebbar, el-Muğni, c. 11, s. 30-35.
132
sonucu olarak bir kimse hem kendi rızkını hem de başkalarının rızkını elde edebilir.
Çünkü her ne kadar rızkı Allah yaratsa da bu rızkın tahsisine hiçbir müdahalesi
bulunmamaktadır. Şayet biz rızkın tahsisini de Allah’a verecek olursak, başkasının
malını gasp ederek rızıklanan bir kimsenin rızkını Allah’ın tahsis ettiğini nasıl kabul
edebiliriz.578 Kanaatimize göre Mutezilenin burada hataya düştüğü nokta rızkı ve rızka
ulaştıran sebepleri aynileştirmesidir. Çünkü rızık ve rızka götüren sebepler birbirinden
farklı şeylerdir. İnsana rızık olarak takdim edilen şeyin kendisi hiçbir şekilde haram
değildir. O rızka götüren sebeplerin bazısı haramdır. Kişi kendi iradesiyle meşru
olmayan sebeplere tutunarak rızka ulaştığı için rızık haramlık vasfı kazanmıştır. Kişinin
cezayı hak etmesi de ihtiyar ve iradesini kötüye kullandığı içindir. Meseleye
Mutezile’nin penceresinden baktığımızda tüm yaşamı boyunca gayr-i meşru yollardan
rızık elde eden birinin sağladığı imkânlarla yaşamını idame ettiren kişi hakkında onu
rızıklandıranın Allah değil de gayr-i meşru âlemde bulunan kimse olduğunu kabul
etmemiz gerekecektir. Bu durumda da rızkın yaratıcısı bir yandan Allah olurken diğer
yandan insan olacaktır ki bu Allah’a şirk koşmak demektir. Allah ise yaratmak
bakımından eşi ve benzeri olmayandır.
Maturidilere göre bütün canlıların rızıkları Allah tarafından belirlenmiş ve yaratılmıştır.
Nitekim Allah Teâlâ “yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın”579
beyanıyla insanlar da dâhil her türlü canlının rızkını yaratmanın kendisine ait bir iş
olduğunu açık bir şekilde ifade etmiştir.580 İster helal isterse haram olsun rızkı veren,
genişleten veya daraltan581 yalnız Allah’tır. Bu bağlamda İsra 17/30 ayetinin582
açıklamasında Maturidi, Allah’ın rızkın genişlemesi veya daraltılması hususunda tek
yetkili olduğunu şu sözleriyle ifade etmektedir: Allah rızkı genişletmeyi dilediği
kimseye genişletir ki o fakirdir. Daraltmayı dilediği kimseye de daraltır ki o kimse
fakirleşir. Yani bu Allah’a aittir, mahlûkata değil. Bunu insanların birbirlerine rica
etmeyi kesmeleri, fakirlik veya zenginliğin başkalarından değil de Allah’tan olduğunu
bilmeleri için böyle yapmıştır.583 Fakat haram rızka O’nun rızası yoktur.584 Çünkü O,
578
Sabunî, el-Bidaye, s. 75-76.
Hud 11/6.
580
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 284.
581
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 156; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 279; Sabunî, el-Bidaye, s. 75.
582
“Şüphesiz Rabbin dilediğine rızkı bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından
haberdardır ve onları görmektedir.”
583
Maturidi, Te’vilat, c. 3, s. 152.
579
133
kendisini rızık verenlerin en hayırlısı olarak nitelendirmiş, kendisinden başka rızık
verici olmadığını bildirmiş, Rezzak ismini ise sadece kendisi için kullanarak rızkın
kendisine ait olduğunu ifade etmiştir.585 Aynı zamanda Allah rızıklandırmanın
ulûhiyetin bir gereği olduğunu kesin bir dille belirtmekte, müşriklerin tapmakta
oldukları putların ise en küçük bir rızka bile güç yetirmelerinin imkanszılığını dile
getirerek putlara tapmanın yanlış bir tutum olduğunu ortaya koymaktadır.586 Bu ayet ve
daha pek çok ayet ışığında Maturidi ekolü, helallik vasfı taşısın taşımasın rızkın her
yönüyle Allah’a ait olduğunu, kişinin sahip olduğu kabiliyet ve özellikler, değerler ve
inanç dünyası ne olursa olsun az veya çok rızkı verenin Allah olduğunu belirtmektedir.
Bununla birlikte rızkın haram yoldan elde edilmesi, eylemi gerçekleştiren kişiyi
günahkâr yapmaktadır. Çünkü rızkı yaratan Allah olmakla birlikte meşru olan bir rızkın
gayr-i meşru bir yapıya bürünmesi insanın tercihi yüzündendir.
Rızkın tahsisinde, artırılması ve azaltılmasında insanlar arasında herhangi bir ayrım söz
konusu değildir. İnsanların nazarında rızkı fazla olması gerekenler bulunmakla birlikte
onların rızkı azdır. Bununla birlikte rızkının az olması gerektiği düşünülen bir takım
insanlarda vardır ki onlarınki ise tam aksine fazladır. Böylesi durumlarda emir
tamamıyla Allah’a aittir, bir sebebe binaen veya sebepsiz olarak rızıklandırarak
kimilerine rızkı bol kimilerine de az ihsan edebilir.587
Allah’ın rızkı artırmasının
temelinde verilen nimete karşı layıkı ile şükrünü edaya davet vardır, rızkın az olması ise
içinde bulunulan duruma sabretmeyi gerektirmektedir. Maturidi es-Sebe 34/36 ayeti588
çerçevesinde bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: Allah’ın bir kimseye rızkı
genişletmesi o kimsenin üstün olması veya derecesinin yüksek olmasından dolayı
değildir, bilakis bir nimettir. Rızkın daraltması da Allah’ın o kişiye olan düşmanlığı ya
da kişinin bir suçu yüzünden değil, bir imtihandır. Nitekim etrafımıza baktığımızda
Allah müminlerin bazısına nimetlerini bol verirken bazılarına da daraltmaktadır. Rızkı
genişletilenler için herhangi bir fazilet, üstünlük veya derecenin bir gereği olmadığı,
darlatmanın da günah ya da suçun bir yansıması olmadığı aşikârdır. Allah her ikisine de
güç yetirendir. Rızkın bu şekilde taksiminde tevhide ve onu tercihe rağbet, küfürden ve
584
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 274; Te’vilat; c. 1, s, 425; c. 3, s. 45, 412; c. 4, s. 54, 356; c, 2, s. 631; c.
3, s. 152; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s, 279; Sabunî, el-Bidaye; s. 75-76.
585
Maturidi, Te’vilat; c. 3, s. 382.
586
Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 10-11.
587
Maturidi, Te’vilat, c. 2, s. 509; c. 4, s. 52; c. 4, s. 27;
588
“Ey Muhammed, de ki: Şüphesiz, Rabbim rızkı dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Fakat
insanların çoğu bilmezler.” Sebe 34/36.
134
içinde bulunduğu bir takım olumsuz ortamlardan sakınmaya davet vardır.589 Ayrıca ister
helal isterse haram olsun insan ancak kendisi için tahsis edilen rızka ulaşır. Hiç kimse
başka birinin rızkına ulaşamaz ve yiyemez.590 Durum böyle olduğuna göre nimete
ulaşmak için çalışmanın ve gayret etmenin ne anlamı var? gibi bir soru aklımıza
gelecektir. İnsanın yapması gereken şey, Allah'ın kâinattaki kanunları doğrultusunda
çalışmak, çabalamak, sebeplere sarılmak ve rızkı kazanmak için mücadele etmektir.
Allah da onun yaklaşımı doğrultusunda rızkını yaratır. Çünkü burada da kader
meselesinde olduğu gibi herhangi zorlayıcı bir durum söz konusu değildir. Allah kişinin
nasıl bir hayat anlayışına sahip olduğunu ve olacağını, ne gibi tercihlerde bulunacağını
bildiğinden bu bilgisi doğrultusunda rızkı tayin ve tespit etmiştir. Allah'ın yegâne rızık
veren ve onu tahsis eden olması, tembellik yapmamızı, çalışmamamızı, dolayısıyla
yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmamızı gerektirmez. Allah rızka ulaşma
noktasında insana akıl ve irade, hayvana da içgüdü gibi kabliyetler vermiştir. Hayvanlar
âlemi rızka ulaşmak için içgüdülerini kullanırken, insanlar da sahip oldukları akıl, irade,
fiziksel özellikler gibi yeteneklerini kullanmak durumundadır.
Sonuç olarak rızık meselesinin de temelinde kaza-kader problemi yer almaktadır. Bunun
içindir ki kelâm ekolleri “insanın rızkı Allah tarafından belirlendiğine göre onun bu
rızka helal ya da haram yoldan ulaşmasında ne gibi bir sorumluluğu bulunacaktır”
sorusuna cevap aramıştır. Mutezile insanın ihtiyarî alan ile ilgili eylemlerinde yaratma
aktını insana vermek suretiyle problemi çözmeye çalışmıştır. Bu yaklaşımının doğal bir
sonucu olarak da rızkın tahsisinin Allah’tan olmadığını dile getirmiştir. Maturidi ekolü
ise her ne şekilde olursa olsun rızık verme işinin Allah’a ait olduğunu, her bir canlının
rızkının tahsis edildiğini, insan için tayin ve tespit edilen rızka ulaşmak için biri meşru
diğeri de gayr-i meşru iki yol bulunduğunu belirtmiştir. Şayet insan irade ve ihtiyarıyla
rızka ulaştıran sebeplerden helal olanı tercih ederse Allah’ın rızasını kazanarak övgüye
mazhar olmakta, haram olanı yeğlerse Allah’ın gazabını celbederek cezaya
çarptırılmaktadır.
589
590
Maturidi, Te’vilat, c. 4, s. 157-158.
Maturidi, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 274; Nesefî, Tabsıra, c. 2, s. 281;
135
SONUÇ
İnsanın eylemlerinde özgür olup olmadığı ve takdir sorununu konu edinen kaza ve
kader meselesi en eski dönemlerden günümüze kadar üzerinde derin tartışmaların
yapıldığı problemlerden biri olma özelliğindedir. İnsanlık tarihi kadar eski olan bu
meselenin hem tek tanrılı diğer dinlerde hem de cahiliye dönemi ile başlayıp İslamın ilk
dönemlerinden itibaren tartışıldığı görülmektedir. Konuya dair görüş beyan eden İslam
düşünürlerinden biri de Maturidi’dir. Maturidi’nin kaza ve kader konusundaki görüş ve
düşüncelerini tahlil etmeyi hedefleyen bu çalışmada öncelikli olarak meselenin tarihi
seyri araştırılmış, ikinci olarak da Maturidi’nin konu ile ilgili ortaya koymuş olduğu
söylem tespit edilmeye çalışılmış, şu neticelere varılmıştır:
Kaza ve kaderin İslam dünyasındaki gelişimi göz önünde bulundurulduğunda biri fikrî
diğeri de siyasi olmak üzere iki yönü bulunduğu, başka din ve kültürlerle etkileşim
neticesinde fikrî boyuttan siyasi boyuta doğru bir kayma gösterdiği tespit edilmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kaza ve kader üzerinde fikrî seviyede bir
takım tartışmalar yaşanmakla birlikte daha sonraki süreçte bu tartışmalar farklı bir
yapıya bürünmüştür. Özellikle Hz. Ali ve Hz. Osman döneminde yaşanan ve daha sonra
da ateşlenerek devam eden bazı olumsuz hadiseler pek çok meselenin ortaya çıkmasına
neden olduğu gibi kaza-kader problemini de farklı bir düzeye taşımıştır. Emeviler
zamanına kadar bir düşünce hareketi olan bu meselenin bu tarihten sonra siyasete alet
edildiği görülmektedir. Nitekim Emevi hilafeti iktidarını güçlendirmek adına insanlara
yapmış olduğu zulmün nedeni olarak kaderi yani Allah’ı göstermiş, davranışlarını
meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu siyasi yön günümüzde de kendisini göstermekte, iktidar
sahipleri meydana gelen deprem, sel vb. felaketlerde takdir-i ilahi söylemini
dillendirmek
suretiyle
kendilerini
arka
plana
çekerek
sorumluluğu
Allah’a
yüklemektedir.
Kaza ve kader meselesinde temelde Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnet tarafından
desteklenen üç farklı yaklaşımın olduğu saptanmıştır. İnsan hürriyeti konusunda bu üç
mezhebin farklı yaklaşım sergilemelerinin asıl nedeni ise ilahi sıfatlara yükledikleri
manalarla ilgili olup, her üçünün de amacı Allah’ı her türlü noksanlıklardan uzak
tutmaya çalışmaktır. Cebriye insan hürriyetini hiçe saymış, tüm eylemleri yapan ve
yaratanın Allah olduğunu söylemiş, insanın fiillerini işlemede mecbur bulunduğunu
136
ifade etmiştir. Araştırmalarımıza göre bu yaklaşımı sergilemelerinin nedeni Emevi
iktidarının davranışlarını meşrulaştırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu
anlayışın karşısına Mutezile mezhebi çıkmış ve insanın mutlak anlamda özgür
olduğunu, dahası kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu iddia etmiştir. İlk bakışta Mutezile
ve Cebriye’nin meseleye yaklaşımı savunulabilir ve anlaşılabilir gelse de insan
eylemleri ile ilgili aklî ve naklî deliller derinlemesine analiz edildiğinde hiç de öyle
olmadığı görülecektir. Nitekim Kur’an her şeyi bilen, irade eden, her şeye gücü yeten ve
her şeyin yaratıcısı olarak Allah’ı göstermektedir. Allah’ın ilim, irade ve kudretinin
insanın ihtiyarî eylemleri üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olamadığını yine Kur’an
bize haber vermektedir. Bu yüzdendir ki Ehl-i Sünnet kelâmcıları bu mezheplerin
kullandığı argümanların yanlışlığını görerek meseleye yeni bir boyut kazandırmıştır.
Onlara göre insan ne Cebriyenin iddia ettiği gibi fiillerini yapmaya mecbur, ne de
Mutezilenin belirttiği üzere eylemlerinin yaratıcısıdır. Bir fiilin meydana gelmesinde
biri Allah’a diğeri de insana ait olmak üzere iki yön vardır. Ehl-i sünnet Allah’ın mutlak
hâkimiyetini ifade etmek için fiillerin takdir ve yaratılmasını Allah’a vermiş, insanın
sorumluluğunu temellendirmek için de eylemi yapanın insan olduğunu belirtmiştir. Bu
düşünceyi savunan İslam kelâmcılarından biri de Maturidi’dir. O bu meseleyle ilgili
olarak ileri sürdüğü görüş ve düşünceleri ile çağdaşlarından farklı bir çizgide hareket
ederek bu kavramları insan özgürlüğünü ispat hususunda en iyi değerlendirdiği
düşünülen kelâmcıların belki de ilkidir.
Eserlerini inceledeğimizde onun akıl, nakil ve diğer sosyal bilimlerden faydalandığı,
uygun gördüğü yerlerde yanlış düşünce ve inançlara da, özellikle Mutezile’ye karşı,
eleştirel bir bakış açısı sergilediği görülmektedir. Onun meseleleri çok rahat bir şekilde
tartışması içerisinde bulunduğu ortamın bu tür tartışmalar için oldukça müsait olduğunu
göstermektedir. Mutezile âlimlerinden Ka’bi’yi kendisine muhatap olarak seçmesi, yeni
fikirlerin ortaya çıkmasını, dolayısıyla derinlemesine tahliller yapılmasını sağlamıştır.
Maturidi’nin kaza ve kader problemini temellendirirken yaptığı ilk şey insan
eylemlerinin yaratıcısının kim olduğu sorusuna cevap aramak olmuştur. Kaza ve kader
probleminin temel sorunu Allah’ın mutlak hâkimiyeti karşısında insan hürriyeti
olduğuna göre yapılması gereken ilk iş eylemin nasıl meydana geldiğini tespit etmek
olacaktır ki Maturidi’nin bu yaklaşımı oldukça tutarlıdır. Ortaya koyduğu aklî, naklî ve
ittifak delilleriyle fiilde yaratma (halk) ve yapma (kesb) olmak üzere iki yön
137
bulunduğunu, bu yönlerden yaratmanın Allah’a, yapmanın da insana ait olduğunu
belirtmiştir. O bu bakış açısı ile insanın mutlak manada özne olmadığını ortaya
koymakla kalmamış, insanın sorumluluğunu, eylemlerin aidiyetini ve Allah’ın
hâkimiyetinin mutlaklığını temellendirmiştir. Araştırmalarımız kelâm tarihinde fiile bu
şekilde yön tayin eden ilk kişinin Maturidi olduğunu göstermektedir.
Kaza ve kader kavramlarına yaklaşımı ile de muasırlarından farklı bir duruş sergileyen
âlim olma özelliğindedir. Ona göre kader, olmuş, olan ve olacak olan her şeyi Allah’ın
bilmesi demektir. Böylece kader, Allah’ın ilim sıfatına râcî olmaktadır. Bu bilme, nötr
bir durumda olup insan eylemleri üzerinde herhangi bir zorlayıcı etkisi söz konusu
değildir. Allah’ın ilmi eylemi gerektiren bir sıfat olmamakta onu mümkün kılan bir
sıfat olmaktadır. Kaza ise kader doğrultusunda zamanı gelince nesne ve olayların
yaratılmasını ifade etmektedir. Bu ise tekvin sıfatına râcî olmaktadır. Kaza kavramı
hakkında Maturidiler tarafından ortaya konulan bu yaklaşım tarzının, Eş’âriyye ve
Mutezile ekollerinin düşünceleri ile iki noktada farklılık arz ettiği tespit edilmiştir.
Eş’âri ile arasındaki fark, kaza tanımlaması ve bu bakış açısının doğurduğu sonuçlarla
alakalıdır. Eş’ârilere göre Maturidilerin kaza tanımlamasının karşılığı kaderdir. Bu
tanımlamalara göre Maturidi geleneğinde kader kazaya nazaran daha kapsamlı iken,
Eş’âriler açısından kaza daha şumullü bir durum arz etmektedir. Ayrıca Maturidi
penceresinden kader ilimle, kaza da yaratma ile ilişkilendirilirken, Eş’âriler tam tersini
iddia
etmektedir.
Kur’an
merkezli
düşünüldüğünde,
Maturidi
ekolünün
değerlendirmelerinin Kur’anî bakış açısına daha yakın bir yaklaşım sergilediği
düşünülmektedir. Mutezile’ye gelince temel fark onların kaza-fiil ilişkisini ele alış
biçimi ile ilgilidir. Mutezile küfür, şirk ve her türlü kötülük gibi eylemlere odaklanarak
bunların Allah’ın kazası kapsamına giremeyeceğini belirtmişlerdir. Kazanın hüküm
verme ve yaratma anlamında son sözü söylemekten ibaret olduğunu belirten Maturidi
ise kâinattaki her türlü eylemin Allah’ın kazasına dâhil olduğunu ifade etmiştir.
Maturidi’nin orjinalliğinin bir başka göstergesi de yaratma olayında ilmi merkezi bir
konuma yerleştirmesidir. Nitekim o insanın sorumluluğunu oluşturan ihtiyarî eylemleri
ilmin taalluk alanı içerisinde değerlendirmekte ve bunu ihtiyarî eylemler üzerinde
Allah’ın irade ve kudretinin herhangi bir rolü olmadığını iddia eden Mutezile’ye karşı
bir argüman olarak kullanmaktadır. Bu durumda insanın eylemlerini özgür bir şekilde
138
yerine getirdiğini ispat noktasında temelde irade ve kudret sıfatlarından ziyade ilim
sıfatı yer almaktadır.
Allah’ın iradesinin insan eylemleri üzerinde herhangi bir etkiye sahip olup olmadığı
hususunu ise iradeye verdiği farklı tanımlamalarla ve bunlardan hangilerinin, nasıl
Allah ile ilişkilendirilebileceğini ortaya koyarak açıkladığı saptanmıştır. Böyle bir
yöntem izlemesinin temel nedeninin Mutezile’nin ihtiyarî eylemlerin yaratıcısının insan
olduğu ve kötü eylemlerin Allah’a izafe edilmesinin mümkün olmadığı tezini
çürütmeye yöneliktir. Getirdiği aklî ve naklî delillerle tutarlı ve akla yatkın izahlar
yaptığı görülmektedir. Ancak kesinlik ifade eden ve herkes tarafından kabul gören bir
açıklama getirdiğini söylemek de mümkün değildir. Çünkü yapılan açıklamalar,
Allah’ın ilim ve iradesinin taalluk ettiği şeyin varlık kazanacağını ifade etmektedir. Bu
ilim ve iradede bir değişme olamayacağına göre insanın, Allah’ın ilmi ve iradesinin
sınırları dışına çıkmaları söz konusu değildir. Bu sıfatların ihtiyarî eylemlere tabi
olduğunu, yani ilmin maluma, iradenin de murat edilene tabi olduğunu kabul
ettiğimizde insanın tercihleri Allah’ın ilim ve iradesine sebep teşkil edecektir. Sebepmüsebbep bağlantısı göz önünde bulundurulduğunda sebebin müsebbebden önceliği söz
konusudur. Bu demektir ki insanın eylemleri de ezelî olmaktadır. Maturidi bu
çıkmazdan kurtulmak için insanın ihtiyarî eylemlerini yaparken kendisini özgür, eylemi
yapan ve eylemin sahibi olduğunu hissettiği prensibi üzerine bina etmektedir. Bu
meselede, Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratmasının insan eylemleri de dâhil her şeyi
kapsadığını, herhangi bir değişmenin söz konusu olmadığını, iradesinin ilmine,
kudretinin de iradesine taalluk ettiğini bir iman ilkesi olarak kabul etmemiz
gerekecektir. İnsanın özgürlüğünü de en basit şekliyle Maturidi’nin hislere dayanan
ilkesi ile açıklayabiliriz. Bir eylemi yapmak istediğimizde öncelikli olarak o eylemi
yapabilecek fiziksel ve zihinsel kapasiteye, doğal şartlara dikkat ettiğimiz bir gerçektir.
Daha sonra ise bilgisel ön hazırlık, eyleme karşı arzu, istek ve karar aşamasından sonra
Allah insanda eylemi yapmaya gerekli olan bilfiil kudreti yaratmakta ve eylem bu
kudretle eşzamanlı olarak gerçekleştirmektedir. Bu sayede bir yandan insanın
sorumluluğu temellendirilmekte diğer yandan da her türlü nesne ve olayın Allah’ın ilim,
irade ve kudreti kapsamında bulunduğu dile getirilerek her türlü noksan sıfatlardan
tenzihi sağlanmaktadır.
139
Tüm bu açıklamalar ortaya koymaktadır ki kâinatta meydana gelmiş, gelen ve gelecek
olan tüm nesne ve olaylar Allah’ın kaza ve kaderiyle meydana gelmektedir. Allah’ın
ilmi, iradesi, kudreti ve yaratmasının mutaallakı olan kaza ve kaderin ise insan eylemleri
üzerinde herhangi bir zorlayıcı etkisi bulunmamaktadır.
140
KAYNAKLAR
Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Müfehres el-Mu’cemu’l-Müfehres li
Elfazi’l-Kur’an’il-Kerim, Kahire 1988.
Abdulhamid, Mahmud, et-Tefriku’l-Felsefi fi’l-İslam, Beyrut 1974.
Abu Tammam, Habib İbn Aws al-Ta’i, Kitab Ashar al-hamasah: maa sharh Abi
Zakariya Yahya ibn Ali ibn Muhammad ibn Bastam al-Shaybani al-Tibrizi, waarbaat faharis, ed. Ghiyurgh Wilhilm Faritagh, In Officina Baadeni, Bonnae
1828.
Adam, Hüdaverdi, İbn Arabi-Kaza ve Kader, Değişim Yay., Adapazarı 1998.
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 5. Baskı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1988.
Akbulut, Ahmet, “Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi,
A.Ü. Basımevi, c. 33, Ankara 1992, ss. 129-156.
Aliyyu’l-Kari, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevi, Şerhu Fıkhı’l-Ekber, 1. Baskı,
Matbaatu’t-Tekaddüm, Kahire 1323.
Ali el-Kari, Ebu’l-Hasan Nureddin Ali b. Sultan Muhammed, el-Ehadisu’l-Kudsiyyeti’l
Erbainiyye, Arif Efendi Matbaası, İstanbul 1316.
Altıntaş, Ramazan, “Mevlana’da İrade Hürriyeti”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi,
c. VIII, s. 2, 2004, ss. 1-15.
Amidi, Seyfeddin, Kitabu’l-Mübin fi Şerhi Maani Elfazi’l-Hukema ve’l-Mütekellimin,
tahkik: Hasan Mahmud eş-Şafi, Kahire 1993.
_______Gayetü’l-Meram, neşr.: Hasan Mahmud Abdullatif, Kahire 1971.
Ammara, Muhammed, El-Mutezile ve Müşkiletü’l-Hürriyyeti’l-İnsaniyye, Beyrut, 1988.
Atvan, Hüseyin, el-Fıraku’l İslamiyye fi biladi’ş Şam fi’l Emevi, Amman 1980.
Aydın, Ali Arslan, İslam İnançları ve Felsefesi, Çağrı Yay., İstanbul 1979.
Aydınlı, Osman, “İlk Mutezile’nin Özgür İrade Söylemi: Amr b. Ubeyd ve Kader
Anlayışı”, Ç.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/2, ss. 127-146.
Ayni, Ebu Muhammed Bedreddin Musa el-Hanefi, Umdetu’l-Kari Şerh-i Sahihi’lBuhari, İdaretü’t-Tıbaati’l-Müniriyye, Kahire 1972.
Bağcı, Musa, İnsanın Kaderi: Hadislerin Telkin Ettiği Kader Anlayışı, Ankara Okulu
Yay., Ankara 2009.
Bağdadi, Abdulkahir, el-Fark beyne’l-fırak, neşr.:M. Muhyiddin Abdulhamid,
Beyrut yy.
141
_______el-Fark Beyne’l-Fırak, Kahire 1990.
_______Usulu’d-Din, İstanbul 1928.
Bağdadi, Ebu’l-Berekat, Kitabu’l-Muteber fi’l-Hikmeti’l-İlahiyye, terc: M. Şerafeddin,
İlahiyyat, Burhaneddin Matbaası, İstanbul 1932.
Bakıllani, Kadı Ebu Bekir, Kitabu’t-Temhid, Beyrut 1957.
_______Kitabu’l-İnsaf fi ma Yecibu İ’tikadatuhu ve la Yecuzu’l-Cehlu bihi,
tahkik: Muhammed Zahid b. Hasan el-Kevseri, el-Mektebetu’l-Ezheriyye li’tTuras, Kahire 1993.
Bardakoğlu, Ali, “Kudret”, DİA, Ankara 2002.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara 1988.
Bicuri, İbrahim, Haşiye ala Metn el-Senusiyye, Kahire 1286.
Biçer, Ramazan, “Maturidi’ye Göre Hidayete Engel Olan Beşeri Zaaflar ve
Tezahürleri”, C. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 8/1, Sivas 2004, ss. 41-59.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzah İlm-i Kelâm, İstanbul 1972.
Birand, Kamiran, İlkçağ Felsefe Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1964.
Bravmann, M. M., "Heroic Motives in Early Arabic Literature", Der Islam,
n. 36/1-2, yy. 1960, pp. 4-10.
Buhari, Muhammed b. İsmail, "es-Sahih ", Dâru Sâdır, Beyrut 2004.
Cafer, Sübhani, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İlm ve’l-Felsefeti’l-İslamiyye, Arapça çev:
Muhammed Hadi el-Yusuf el-Ğaravi, yy. 1975.
Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara yy.
Carullah, Zühdi Hasan, el-Mutezile, Beyrut 1995.
_______el-Mutezile, Kahire 1947.
Corbin, Henry, İslam Felsefesi Tarihi: Başlangıştan İbn Rüşd’ün Ölümüne Kadar, çev:
Hüseyin Hatemi, İletişim Yay., İstanbul 1986.
Cubran, Mesud, er-Raid fi’l-Luga, 2. Baskı, Beyrut 1967.
Cürcânî, Seyyidü’ş-Şerif Ali b. Muhammed, Kitabu’t-Tarîfat, tahkik: İbrahim el-Eybari,
Daru’l-Kütübi’l-Arabî, 2. Baskı, Beyrut 1992.
_______Şerhu’l-Mevakıf: Haşiye ala Şerhi'l- Mevakıf fi İlmi'l-Kelâm, Matbaai Amire,
İstanbul 1311.
_______Şerhu’l-Mevakıf, İstanbul 1286.
Cüveyni, İmamu’l-Harameyn Abdulmelik, Kitabu’l-İrşad ila Kavati’i’l-Edille fi
Usuli’l-İtikad, Mısır 1950.
142
_______Kitabu’l-İrşad ila Kavati’i’l-Edille fi Usuli’l-İtikad, tahkik: Es’ad Temim,
Müessesetü’l-Kütübi’s-Sikafiyye, Beyrut 1985.
_______eş-Şamil fi Usuli'd-din, tahkik: Helmut Klopfer, Daru’l-Arab, Kahire 1989.
Çağrıcı, Mustafa ve Hayati Hökelekli, “İrade”, DİA, İstanbul 2000.
Dağîm, Semih, Felsefetu’l-Kudur fi’l-Fikri’l-Mutezile, Beyrut 1992.
Damegani, Ebû Abdullah Hüseyin b. Muhammed, Kamusu’l Kur’an: Islahu'l-vücuh
ve'n-nezair fi'l-Kur'ani'l-Kerim, tahkik: Abdülaziz Seyyidü'l-Ehl, 4. Baskı,
Darul İlim li’l-Melayin, Beyrut 1983.
Davud el-Karsi, Risale fi’l-İradeti’l-Cüz’iyye, İstanbul 1312.
De Boer, Tarihu’l-Felsefeti fi’l-İslam, terc: Ebu Ride, Kahire 1938.
Desuki, Ahmed Faruk, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İslam, Riyad 1986.
Ebu’l-Beka, Eyyub b. Musa el-Hüseyni el-Kufi, Kitabu’l-Külliyat Mu’cemun fi’lMustalahat ve’l-Furuki’l-Lugaviyye, tahkik: Adnan Derviş, Muhammed elMısri, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1992.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş’as, "es-Sünen", tahkik: Kemal Yusuf Hut, Daru’l-Cinan
ve Müessesetü’l- Kütübi’l-Sekafiyye, Lübnan 1988.
Ebu Hanife, Numan b. Sabit, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev: Mustafa Öz,
M.Ü.İ.F.V. Yay., İstanbul 1992.
Emin, Ahmed, Fecru’l-İslam, Kahire 1985.
Eş’âri, Ebu’l-Hasen, Makalatu’l-İslamiyyin ve İhtilafi’l-Musallin, tashih; Helmut Ritter,
3. Baskı, Weisbaden 1980.
_______Makalatu’l-İslamiyyin, Wiesbaden 1963.
_______el-İbane an Usuli’d-Diyane, Daru İbn Zeydun, Beyrut yy.
_______el-Luma fi’r-Reddi ala Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bid’a, tashih: Hamude Gurabe,
yy. 1955.
_______Kitabu’l-Luma fi’r-Reddi ala Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bid’a, Beyrut 1953.
Farğal, Yahya Haşim Hasan, Neş’etü’l-Ara’ ve’l-Mezahib ve’l-Firaki’l- Kelâmiyye
Cevanibu’t-Tekfir fi’l-Akideti’l-İslamiyye, yy. 1972.
Ezheri, Ebu Mansur, Tehzibu’l-Luga, Kahire 1384-1387.
Fahreddin Razi, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Daru’lKütübü’l-İlmiyye, Beyrut 2004.
_______Tefsir-i kebir, terc: komisyon, Akçağ Yay., Ankara 1988-1995.
_______el-Metalibu’l-Aliye
mine’l-İli’l-İlahi,
neşr.:
Ahmed
Hicazi
es-Sakka,
143
Beyrut 1987.
_______Kitabu’l-Erbain fi Usuli’d-Din, Haydarabad 1353.
_______el-Muhassal (Kelâm’a Giriş), çev: Hüseyin Atay, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 2002.
Firûzâbâdî, Necmuddin Ebu Tahir eş-Şirazi, el-Okyanusü’l-Basit fi Tercemeti Kamusi’lMuhit (Kamus Tercemesi), çeviren: Ahmet Asım b. Cenani Gazia, Bahriye
Matbaası, İstanbul yy.
Frank, R. M., "The Structure of Created Causality", Studia Islamica, n. 25, y. 1966,
p. 59.
Gazali, Ebu Hamid Muhammed, el-Maksadu’l-Esna Şerhu Esmailahi’l-Hüsna,
Mısır 1324.
_______el-Mustesfa min İlmi’l-Usul, Bulak 1322.
_______el-İktisad fi’l-İtikad, Matbaatu Mustafa el-Babi el-Halebî, Kahire 1963.
Gelenbevi, İsmail, Haşiye ale’l-Celal, Matbaa-i Amire, yy. 1308.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, 4. Baskı, İstanbul 1980.
Gölcük, Şerafettin ve Süleyman Toprak, Kelâm, Konya 1988.
Gölcük, Şerafeddin, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, Kayıhan Yay., 1. Baskı,
İstanbul 1979.
Halebî, İbrahim b. Mustafa El-Mezari, el-Luma fi Tahkiki Mebahisi’l-Vucud ve’l-Hudus
ve’l-Kader ve Efali’l İbad, tahkik: Muhammed Zahid b. El-hasan el-Kevseri,
Matbaatu’l-Envar, Kahire 1939.
Hadimi, Ebu Said Muhammed b. Mustafa, Barikatu Muhammediye fi Şerh-i Tarikat-ı
Muhammediye ve Şeria, Şirket-i Sahafiye-i Osmniyye, İstanbul 1318.
Halid el-A’la, Cehm b. Safvan ve Mekanetuhu fi’l-Fikri’l-İslami, Bağdad 1965.
Harman, Ömer Faruk, “Dalâlet”, DİA, İstanbul 1993.
Harputi, Abdullatif, Tenkihu’l- Kelâm, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1330.
Hökelekli, Hayati, “İstirca”, DİA, İstanbul 2001.
http://tr.wikipedia.org/wiki/1999_G%C3%B6lc%C3%BCk_Depremi
(04.10.2010
tarihinde ulaşılmıştır.)
http://www.yerbilimleri.com/12-ocak-2010-haiti-depremi/
(04.10.2010
tarihinde ulaşılmıştır.)
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/15709398.asp (04.10.2010 tarihinde ulaşılmıştır.)
Hayyat, Ebu’l-Huseyin Abdurrahim b. Muhammed, el-İntisar ve’r-Redd ala İbn
144
Ravendi el-Mülhid, tahkik: Albert N., Matbaatu’l-Katolikiyye, Beyrut 1957.
Hitti, Philiph K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev: Salih Tuğ, Boğaziçi Yay.,
İstanbul 1980.
Hizmetli,
“Tarihi
Sabri,
Rivayetlere
Göre
Hz.
Osman’ın
Öldürülmesi”,
A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara 1983, c. 27, ss. 149-176.
Isfehani, Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’l-Asfiya,
Matbaatu’s-Seade, Kahire 1974.
Isfehani, Şemsuddin b. Mahmud b. Abdurrahman, Metailu’l-Enzar ala Tavaili’l-Envar,
Şirket-i Der Saadet-i Alemiyye, 1305.
Işık, Kemal, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, A.Ü.İ.F., Ankara 1967.
İbn Aşur, Muhammed Tahir, et-Tahrir ve’t-Tenvir, Dar-u Sahnun li’n-Neşr ve’t-Tevzi,
Tunus yy.
İbn Asakir, Ebi Kasım Ali b. Hasan, Tarihu Medinet-i Dımeşk, tahkik: Ali Şîrî, Dar’ulFikr, Dimeşk 1982.
İbn Cevzi, Ebu’l Ferec Cemaleddin, Nüzhetü’l-A’yuni’n-Nevazir fi İlmi’l-Vücuh ve’nNezair,
tahkik:
M.
Abdulkerim
Kazım
er-Radi,
Müessesetü’r-Risale,
Beyrut 1987.
İbn Ebi’l-İzz, Ali b. Muhammed, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye, tahkik: Abdullah b.
Abdulmuhsin Şuayb el-Arnavut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1992.
İbn Faris, Mu‘cemu Makayısı’l-Luga, tahkik: Abdusselam Muhammed Harun,
Kahire 1972.
_______Mücmelü’l-luga,
tahkik:
Abdulmuhsin
Sultan,
Müessesetu’r-Risale,
Beyrut 1984.
İbn Fürek, Ebu Bekr Muhammed b. el-Hasen, Mücerred’u Makâlâti’şŞeyh Ebi’l-Hasen
el-Eşarî, tahkik: Daniel Gimaret, Beyrut 1987.
İbn Hacer, el-Askalani, Tehzibü't-Tehzîb, Beyrut 1968.
İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali el-Endelusi ez-Zahiri, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’nNihal, yy. yy.
İbn Hümam, Kemaleddin, Kitabu’l-Müsayere (Kemal İbn Ebi Şerif; Kitabu’l Müsamere
bi Şerhi’l-Müsayere li’l-allameti’l-Kemaleddin İbn Hümam fi İlmi’l-Kelâm),
Çağrı Yay., İstanbul 1979.
145
İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebu Abdillah Şemsuddin Muhammed b. Ebi Bekr, Şifâu’l-Alil
fi’l mesaili’l-Kazâi ve’l-Kaderi ve’l Hikmeti ve’t-Te’lil, Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut yy.
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, el- Mearif, Daru’l-Mearif, 2. Baskı,
Kahire 1969.
İbn Mace, Muhammed b. Yezid Ebû Abdillah, "es-Sünen", tahkik: Halil Me'mun Şiha,
Daru'l-Ma'rife, Beyrut 1988.
İbn Manzur, Cemaluddin Muhammed, Muhtasar tarih-i Dımaşk li İbn Asakir, tahkik:
İbrahim Salih, Dımaşk 1989.
_______Lisanu’l-Arab, Beyrut 1968.
İbn Murtaza, Ahmed b. Yahya, Kitabu’t-Tabakati’l-Mutezile, tahkik: Susanna Diwald
Wilzer, Beyrut yy.
_______el-Münye ve’l-Emel fi Şerhi’l-Milel ve’n-Nihal, tahkik: Muhammed Cevad
Meşkûr, Beyrut 1990.
İbn Sa’d, Ebu Abdullah Muhammed, et-Tabakatu’l-Kubra, Beyrut yy.
İrfan, Abdulhamid, Dirasat fi’l-Firaki’l-Akideti’l-İslamiyye, Beyrut 1997.
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, sad: Sabri Hizmetli, Umran Yay., Ankara 1981.
Judd, Steven C., “Ghaylan el-Dimashqi: The Isolation of a Heretic in Islamic
Historiography”, International Journal of Middle East Studies, Cambridge
University Press, vol.31, No. 2, 1999, pp. 161-184.
Kadı Abdulcebbar, Şerh-u Usulu’l Hamse, Kahire 1965.
_______el-Muhit bi’t-Teklif, tahkik: Ömer es-Seyyid Azmi, ed-Daru’l-Mısriyye, Kahire
yy.
_______Müteşabihu’l-Kur’an; Kahire 1969.
Karadeniz, Osman, Ecel Üzerine, Anadolu Matbaacılık, 1. Baskı, İzmir 1992.
Karaman, Hayrettin, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez vd., Kur’an Yolu Türkçe
Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2006.
Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay., İstanbul 1997.
Khalidi, Tarif, Mu’tazilite Historiography: Maqdisi’s Kitab al-Bad’ wa’l-Ta’rikh,
Journal of Near Eastern Studies, The University of Chicago Press Vol. 35, No.
1 (Jan. 1976), pp. 1-12.
Kılavuz, Ahmed Saim, Ebu Seleme es-Semerkandi ve Akaid Risalesi, İstanbul 1989.
Koçyiğit, Talat, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara 1989.
146
Kubat, Mehmet, Hasan el-Basri, Hayatı, İlmi Kişiliği ve Kelâm İlmindeki Yeri,
Çıra Yayınları, İstanbul 2008.
Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami‘ li Ahkami’l-Kur’an,
Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1988.
Kutluay, Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Ankara 1968.
Mahmud, Abdülhalim, et-Tefkiru’l-Felsefeti fi’l-İslam, Beyrut, 1974.
Maturidi, Ebu Mansur Muhammed, Te’vilatu Ehli’s-Sünne, tahkik: Fatıma Yusuf elHayme, Resalah Publishers, Beyrut 2004.
_______Kitâbu’t-Tevhîd, tahkik: Fethullah Huleyf, el-Elif Ofset, İstanbul 1979.
_______Kitâbu’t-Tevhîd Tercümesi, terc: Bekir Topaloğlu, İSAM Yay., Ankara 2002.
Mengüşoğlu, Takiyyetin, Felsefe’ye Giriş, İstanbul 1992.
Münavi, Zeynuddin Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadir Şerhi’l-Camii’s-Sağir,
Daru’l-Marife, Beyrut 1938.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc, "es-Sahîh", tahkik:. Muhammed Fuad
Abdulbâkî, Dâru'l-Hadis, Kahire 1991.
Nesai, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb, "es-Sünen", tahkik: Abdulfettah Ebu Ğudde,
Mektebu’l-Matbûati’l-İslâmiyye; Halep 1988.
Nesefî, Ebu’l-Muin Meymun b. Muhammed, Tabsıratu’l-Edilleti fi Usuli’d-Din,
tahkik: Hüseyin Atay ve Şaban Ali Düzgün, DİB Yay., Ankara 2003.
_______Bahru’l-Kelâm fi Akaidi Ehli’l-İslam, çev: İsmail Hakkı Uca, Mustafa
Akdedeoğulları, Can Kitabevi, Konya yy.
Nesefî, Ömer, İslam İnancının Temelleri Akaid, terc: M. Seyyid Ahsen, 17. Baskı,
Bayrak Yay., İstanbul 1995.
Neşşar, Ali Sami, Neşetü’l-Fikri’l-Felsefeti fi’l-İslam, Kahire yy.
Öner, Necati, İrade Hürriyeti, Vadi Yay., Ankara 1995.
_______İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara 1982.
Öztürk, Yener, “Kaderle Alakalı Yeni Yorumlara Eleştirel Bir Bakış”, Ekev Akademi
Dergisi, yıl: 7, sayı: 14, Erzurum 2003.
Pakoğlu, Abdullah, İslam Kelâmında “Şey” Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), Sivas 1999.
Pezdevi, İmam Ebu Yusr, Usuli’d-Din, Kahire 1963.
_______Ehl-i Sünnet Akaidi, terc: Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yay., İstanbul 1988.
Ragıp El İsfehani, Ebu’l-Kasım el-Huseyn b. Muhammed, el- Müfredat fi Garîbi’l-
147
Kur’an, tahkik: Muhammed Swyyid Keylani, Matbaai Mustafa el-Bali,
Kahire 1961.
Razi, Muhammed b. Ebi Bekr, Muhtaru’s-Sıhah, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.
Sabunî, Nureddin, el-Bidaye fi Usuli’d-Din-Maturidiyye Akaidi, çev: Bekir Toplaoğlu,
DİB Yay., Ankara 2005.
Sadru’ş-Şeria, et-Tavdih fi Halli Gavamizi’t-Tenkih (Saduddin Mesud b. Ömer
Taftazânî; Şerhu’t-Telvih ale’t-Tavdih kenarında), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut yy.
Safvet, Ahmet Zeki, Cemherat Resaili’l-Arab, Beyrut yy.
Sa‛lebi, Ebu İshak Ahmed b. Muhammed; el-Keşf ve’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an,
Beyrut 2004.
Salih, Muhammed Muhammed es-Seyyid, Amr b. Ubeyd ve Arauhu’l- Kelâmiyye,
Kahire 1985.
Schacht, Joseph, “New Sources fort he History of Muhammadan Theology”,
Studia
Islamica, Maisonneuve & Larose , 1953, no 1, pp. 23-42.
Schwarz, Michael, "Acquisition" (kasb) in early Kalam" in Islamic Philosophy and the
Classical Tradition (Walzer Festschrift), eds. S. M. Stern, A. Hourani and V.
Brown, Cassirer 1979.
Semin, Ebu'l-Abbas Şihabüddin Halebî, Umdetü’l-Huffâz fi Tefsiri Eşrefi’l-Elfaz,
Alemu’l-Kutub, Beyrut 1993.
Subhani, Cafer, el-Kaza ve’l-Kader fi’l-İlm ve’l-Felsefeti’l-İslamiyye, çev: Muhammed
Hadi el-Yusuf el-Ğaravi, yy. 1979.
Şahin, Hasan, Maturidi’ye Göre Din, Kayseri, 1987.
Şavasi, Süleyman, Vasıl b. Ata ve Arauhu’l- Kelâmiyye, Libya 1993.
Şehristânî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim, el-Milel ve’n-Nihal, tahkik: Ahmet
Fethi Muhammed, Beyrut 1992.
_______el-Milel ve’n-Nihal, tahkik: Abdulaziz Muhammed el-Vekil, Daru’l-Fikr,
Beyrut 1948.
_______Nihâyetü’l-İkdâm fi İlmi’l-Kelâm, London 1934.
_______ Nihâyetü’l-İkdâm fi ilmi’l-Kelâm, y.y., y.y.
Şevkani, Muhammed Ali b. Muhammed, Fethü’l-Kadir, Daru’l-Marife, Beyrut yy.
Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarihu’l-Umem ve’l-Mülük, tahkik: Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut yy.
148
_______Camiu’l-Beyan an Te’vili Ayi’l-Kur’an, Daru’l-Fikr, Beyrut 1999.
Taftazânî, Sa’duddin Mesud b. Ömer Abdullah, Şerhu’l-Akaid (Kelâm İlmi ve
İslam Akaidi), haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., 3. Baskı, İstanbul 1991.
_______Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1985.
_______Şerhu’l-Akaidi’n-Nesefiyye, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul yy.
Tehanevi, Muhammed b. A’la b. Ali, Keşşafu Istılahati’l-Funun, Kahraman Yay.,
İstanbul 1984.
Tarafah, ibn al-Abd, Diwan Tarafah ibn al-Abd / sharh al-Alam al-Shantamari watalihi taifah min al-shir al-mansub ilá Tarafah, tahkik Durriyah al-Khatib,
Lutfi al-Saqqal, Majma al-Lughah al-Arabiyah, Dimashq 1975.
Tirmizi, Muhammed b. İsa, "es-Sünen", tahkik: İbrahim Atuh Avz, Daru’l-Hadis;
Kahire yy.
Topaloğlu, Bekir, Kelâm’a Giriş, İstanbul 1981.
_______“Kâdir”, DİA, Ankara 2002.
Topaloğlu, Bekir ve İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İSAM Yay., İstanbul 2010.
Topçu, Nurettin, Psikoloji, Üçler Basımevi, İstanbul 1949.
Tunç, Cihat, “Ecel”, DİA, İstanbul 1994.
Turhan, Kasım, Kelâm ve Felsefe Açısından İnsan
Fiilleri, M.Ü.İ.F.V. Yay.,
İstanbul 1996.
Türkiye İstatistik Kurumu, Emniyet Genel Müdürlüğü; Trafik Kaza İstatistikleriKarayolu 2008, Ankara 2010.
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev: Ethem Ruhi Fığlalı,
Ankara 1981.
_______Free Will and Predestination in Early Islam, London I943.
_______The Formative Period of Islamic Thought, Edinburgh 1973.
_______İslamın İlk Dönemlerinde Hür İrade ve Kader, terc: Arif Tekin, İstanbul 1996.
Yavuz, Yusuf Şevki, “İstitaat”, DİA, İstanbul 2001.
_______“İlim”, DİA, İstanbul 2000.
_______“Kader”, DİA, İstanbul 2001.
_______“Kesb”, DİA, Ankara 2002.
_______“Hidayet”, DİA, İstanbul 1998.
Yazıcıoğlu, M. Said, Maturidi ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Akit Yay.,
Ankara 1988.
149
_______“Fiil ”, DİA, İstanbul 1996.
_______“İslam Kelâmında Önemli Bir Mesele: İstitaat”, İslamî Araştırmalar Dergisi,
Sayı: 1, Temmuz 1986, s. 50-53.
Yeprem, M. Saim, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul 1984.
Yörükhan, Yusuf Ziya, “İslam Akait Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı Azam Ebu
Hanife”, A.Ü.İ.F.D., Ankara 1952-1953.c. 2-3, ss. 71-87.
_______“İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler ve Ebu Mansur-ı Maturidi”, A.Ü.İ.F.D.,
c. 2-3, s. 127--142.
Zarou, Halid Davud, el-Hayatu’l-İlmiyye fi Biladi’ş-Şamfi’l-Karneyni’l-Evvel ve’s-Sani
li’l-Hicre, Beyrut 1971.
Zawzani, Husayn ibn Ahmad, Kitab sharh al-Muallaqat al-sabli-Abi Abd Allah alHusayn ibn Ahmad ibn al-Husayn al-Zawzani, Maṭbaat al-Saadah, Misr 1925.
Zebîdî Muhibbü’d-Din Ebu’l-Feyz b. Murtaza, Tâcu’l-Arûs fi Şerhi’l-Kamus (Tacu’lArus min Cevahiri’l-Kamus, Daru’s-Sadr, Beyrut 1386.
Zehebi, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyer A’lami’n-Nübela, tahkik:
Şuayip el-Arnavut, Me’mun es-Sağırcı, Beyrut 1982.
_______Mizanu’l-İtidal fi Nakdi’r-Rical, tahkik: Ali M. Becavi, Dar’ul-İhya’ilKutub’il-Arabiyye, y.y. 1963.
Zemahşeri,
Ebü’l-Kasım
Mahmud
b.
Ömer,
el-Keşşaf
‘an Hakaiki’t-Tenzil,
Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut 1977.
Zihni, Hacı Mehmet, El-Müntehab ve’l-Mugtedab fi Kavaidi’s-Sarf ve’n-Nahv,
Marifet Yay., İstanbul 1981.
150
ÖZGEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
Adı, Soyadı
: Harun IŞIK
Uyruğu
: Türkiye (T.C.)
Doğum Tarihi ve Yeri: 25 Haziran 1976, Kayseri
Medeni Durumu
: Evli, 1 çocuk
Tel
: +090 506 787 82 11
Email
: [email protected]
Yazışma Adresi
: Mevlana Mh. Halef Hoca Cd. Yüce Apt. 48/6 Talas-KAYSERİ
EĞİTİM
Derece
Kurum
Mezuniyet Tarihi
Doktora
EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
2011
MPhil (Master of Philisophy)
University of Birmigham
2010
Yüksek Lisans
EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
2003
Lisans
EÜ İlahiyat Fakültesi
2000
Lise
Kayseri Lisesi
1993
İŞ DENEYİMLERİ
Yıl
Kurum
Görev
2005-Halen
Kayseri Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Cezaevi Vaizi
2004-2005
Yeşilhisar İlçe Müftülüğü/Kayseri
Vaiz
2003-2004
Sarılar Köyü-Kaş/Antalya
İmam-Hatip
YABANCI DİL
İngilizce, Arapça, Osmanlıca
YAYINLANMIŞ ESERLERİ
1. Cezaevlerinde Din, Lâçin Yayınları, Kayseri 2009.
2. Şiadan Kızılbaşılığa Türkler’de Alevilik, Bizim Kitaplar, İstanbul 2010.
3. Ceza İnfaz Kurumlarında Din Hizmetleri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar DergisiThe Journal of International Social Research, volume: 3, issue: 12, ss. Summer 2010.
TEBLİĞLER
1. Cezaevlerinde Sunulan Din Hizmeti Faaliyetleri: İngiltere ve Galler örneğinden
hareketle ülkemiz cezaevi vaizliğine ilişkin bazı tespit ve değerlendirmeler, IV. Din
Şurası, Ankara 12-16 Ekim 2009.
Download