islam medeniyetinin siyasî kaynakları

advertisement
İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi
Beşeri Bilimler, ISSN: 2147-0936
Vol. 2, No. 1, 2013, 80-111.
www.inijoss.com
İSLAM MEDENİYETİNİN SİYASÎ
KAYNAKLARI
Etem ÇALIK
İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü,
44280, Malatya/Türkiye
[email protected]
Özet
İslâm Medeniyetinin temelleri Abbasi Halifeliği döneminde atılmıştır. Dört
Halife dönemi, müslümanların kendilerini tanıttıkları ve hem siyasî hem de dinî
meşruiyet kazandıkları bir dönemdi. Bu açıdan ehemmiyetli bir başarı söz
konusuydu. Bununla birlikte Dört Halife döneminden sonra iktidara gelen
Emevîler’in ırkçı politikaları, İslamî hareketin bir medeniyet hareketine
dönüşmesini engelledi. Dolayısıyle Emevilerin doksan yıllık sıyasî iktidarları
İslâm tarihinin kayıp yılları olmuştur. İslâm Medeniyeti Emevî Halifeliginden
sonra iktidara gelen ve hakim olduğu coğrafyanın mirasını tamamen
sahiplenen Abbasî Halifeliğinden sonra tesis edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: İslâm Medeniyeti, Abbasiler, Emevîler, Siyasi Hakimiyet,
Dinî Meşruiyet
Abstract
The foundations of Islamic Civilization were mounted in the period of Abbasid
Caliphate. Four Caliphates period was a period in which Muslims made
themselves recognized and get political and religious legitimacy. There was a
considerable success in this regard. However, the racist policies of Umayyads,

Sorumlu yazar.
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
81
who came to power after Four Caliphs, prevented Islamic movement from being
a movement of civilization; and therefore political power of Umayyads for
ninety years was the lost period of Islam. Islamic Civilization was to be
established after Abbasids Caliphate, which came to power after Umayyad
Caliphate, appropriated entirely the legacy of the geography over which it
dominated.
Key Words: Islamic Civilization, Abbasid, Umayyad, Religious Legitimacy.
1.
Giriş
Îslâm Medeniyeti’nin siyasî kaynaklarını ele alacağımız bu çalışma, ister
istemez ilk olmanın dezavantajlarına sahip olacaktır.
Îslâm Medeniyeti bilhassa Avrupalı tarihçilerce çokça incelenmiştir.
Ancak bunlar daha ziyade bu medeniyetin görkemli zamanında ortaya konulan
eserler ve ilham kaynağı olarak da Antik Yunan Felsefesi hakkında bilgi
vermektedirler. Ancak bu kaynak tek başına Îslâm Medeniyeti’ni izah
etmemektedir. Îslâm Medeniyeti’yle aynı kaynaktan (Antik Yunan’dan)
beslenmesine rağmen Hrıstiyan dünyası Rönesans’a kadar bin yıldan fazla süren
bir karanlık çağı yaşarken, Îslâm dünyasının parlak bir medeniyet yaratmasının
sırrı neydi?
Biz burada bu suale cevap arayacağız. Elbette ki bu bir tarih çalışması
değildir. Çünkü tarih çalışması tarihî vesikalarla yapılır, biz vesikalara inmedik.
Tarihçilerin çalışmalarından faydalandık. Ve gördük ki, siyasî faktör yani
Müslümanların, Peygamberin hayatında bölgelerine hakim olması ve bunun
peşinden gelen güçlü askerî ve siyasî hakimiyet göz önünde bulundurulmadan bu
medeniyetin izahı eksik kalacaktır. Çünkü güç, toplumların kendilerini olduğu
gibi, çevrelerini, dünyayı ve dinleri algılamalarına te’sir eder.
2.
Umumi Olarak
Adından da anlaşılacağı gibi, İslâm Medeniyeti esas olarak ilhamını
İslâmiyet’ten alan ve İslâm toplumlarının ortak eseri olan bir medeniyettir. Ancak
ilhamını İslâmiyetten almasına ve İslâm Dini bu medeniyetin itici gücü olmasına
rağmen, teşekkül ve gelişme safhalarında tabiî olarak farklı kültür ve
medeniyetlerden de faydalandı. Ama bunu yaparken Hrıstiyanlık’tan farklı olarak
ilham aldığı dinî düşünce sistemini tahrip etmedi. Üstelik, Hrıstiyanlık’tan daha
Etem Çalık
82
dezavantajlı bir iklimde ortaya çıkmıştı. Hrıstiyanlık, mücerret tek Tanrı inancının
hakim olduğu bir toplumda ortaya çıkmış ve daha sonra Batı’ya doğru yayıldıkça
çok tanrılı dinlerle temasa gelip onların te’sirinde kalarak ‘teslis’ inancına
varmışken, İslâmiyet putperest bir toplumda ortaya çıkmasına rağmen, mücerret
tek Tanrı inancını o topluma hakim kılabilmiştir. İki üniversel tek Tanrılı dinin
gelişme seyirlerindeki bu farklılığın tabiî ki sebepleri vardı. Bir kere İslâmiyet,
daha Peygamberinin sağlığında ortaya çıktığı coğrafyaya hakim olmuştu. Bu
siyasî hakimiyetten yani Mekke’nin fethinden sonra bütün Arabistan
Yarımadası’nın Müslümanlaşması da kolaylaşmış ve hızlanmıştı. Yani siyasî ve
dinî hakimiyet birbirini takip etmişti ki, burada ‘güçlü olanın haklı da olduğu’
yolundaki psikolojik faktör işlenmiştir. Nitekim o zamana kadar Müslümanlık bire
bir ikna metoduyla yayılırken ve muhalifleri taraftarlarından daha fazla iken,
Mekke’nin fethinden kısa bir müddet sonra hemen hemen bütün Arabistan
Müslüman oldu. Öyle ki İslâm Peygamberinin fetihten iki sene sonraki ‘Veda
Hutbesi’ ni 100 bin civarında sahabe dinledi.
İslâmiyet, ortaya çıkmasıyla beraber, Hrıstiyanlık’ın karşılaştığına benzer
bir muhalefetle karşılaştı. Müslümanlar putperestlerin baskı ve zulmüne uğradılar,
tecrit edildiler, Mekke’den göçe zorlandılar, aralarında kanlı savaşlar oldu. Bu
husumet ve tahammülsüzlüğün asıl sebebi İslamiyet’in o toplumda hakim olan
dinî ideolojiyle taban tabana zıt oluşuydu. İslâmiyet tek Tanrı inancını
benimserken, Mekke ve çevresi yüzlerce puta tapmaktaydı. Ancak, İslâmiyet’in
Arap toplumuyla ters düştüğü husus sadece Tanrı anlayışı değildi. İslâm
Peygamberi o günkü Arap toplumunun sosyal ve kültürel yapısını temelinden
değiştirecek mesajlar vermekteydi. Neşet Çağatay’ın da belirttiği gibi ‘bilhassa
çölde yaşayan Araplar’ın başlıca öğüncü kahramanlık, şairlik, nüfuz ve servet
sahibi oluşuydu. Bütün bunlar, çöl Arabının fırsat bulunca basit sebeplerden
dolayı adam öldürmesine, çapul etmesine mani değildi. Öç alma da Araplar’ın
başlıca önem verdikleri şeydi1. Halbuki İslâmiyet’in insanları değerlendirirken
ölçü aldığı şey ‘takva’ idi. Yani Allah’tan korkan ve onun emirlerine uyup
yasaklarından sakınan insan; ırkı, cinsiyeti, servet durumu ne olursa olsun, İslâm
açısından makbul insandı.
Nüfuz ve servete, kabile asabiyyetine son derece ehemmiyet veren
Cahiliye dönemi Arap toplumu, bu özelliklere sahip olmayanlar ve bilhassa da
hürriyetten mahrum olan köle ve cariyeler hususunda oldukça katı ve acımasızdı.
Bir köle ve cariyeye, sahibi kayıtsız şartsız istediği gibi muamele edebilir, isterse
1
Neşet Çağatay; İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi
Yayınları, IV. Baskı, Ankara Üniv. Basımevi (Ankara-1982), s. 128.
83
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
onu öldürünceye kadar döver; elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta
öldürürdü2. Gerçi İslâmiyet de köleliği yasaklamamıştı, yasaklayamazdı da zaten.
Çünkü kölelik o devir toplumları için bir realiteydi. Ama köleler hakkında o
zamana kadar görülmemiş derecede insanî hükümler getirmekteydi. Kölelerin
insan bile sayılmadığı bir dönemde, ‘asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, (….)
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği
maldan harcar’3 hükmünü getirerek, kölelerin korunup gözetilmesi bakımından
Müslümanlara mes’uliyet yükler. Hatta taksirle (kasıt olmaksızın) işlenen öldürme
suçlarında4 ve edilen yemini bozma halinde 5köle azat etme müeyyidesi getirerek,
köleliğe karşı tavrını zımni olarak ortaya koymuştur. İslâmiyet, kölelerden başka,
kadınlar hakkında da çok sayıda ayette koruyucu hükümler getirmiştir. İslâm
Peygamberi’nin ‘Veda Hutbesi’nde de korunup gözetilmesi için ısrarla üzerinde
durulan iki zümre kadınlar ve köleler olmuştur. Veda Hutbesi neredeyse
İslâmiyet’in hûlâsası gibidir. Bu hutbede İslâm Dini’nin en acil ve kritik
problemleri birinci ağızdan İslâm ümmetine bir kere daha ifade edilmiştir.
Kadınlar ve kölelerle alâkalı hassasiyetin bu kısa hutbede birçok meselenin önüne
geçerek ifade edilmesi İslâmiyet’in bu hususlara verdiği ehemmiyetin ifadesidir.
İslâmiyet, getirdiği nizamla sadece o günkü Arap toplumundan değil, Batı
Medeniyetinin
temelleri
olan
Antik
Yunan
Medeniyetinden
ve
Hrıstiyanlık’tan çok daha insanî bir cemiyet hedefliyordu. Antik Yunan’da sıradan
halk bir tarafa, toplumun en münevver kesimi olan filozoflar bile köleyi ve kadını
aşağılar, onları eksik yaradılışlı bulunurlar ki, meselâ Antik Yunan’ın en meşhur
filozofları olan, sonraki Hrıstiyan Medeniyeti’ne de kaynaklık eden Platon ve
Aristo böyledirler. Bunlardan Platon ‘kadın, Dünyanın ilk çocuğu olan erkek
insanın aşağı bir şeklidir6 derken, Aristo da, kadının erkekten daha az
mükemmelliğe sahip olduğunu iddia eder7. Yine Kitab-ı Mukaddes’te ‘kadının
erkek için yaratıldığı’ hükmü vardır8.
İslâmiyet’in Arap toplumunda karşılaştığı muhalefetin ehemmiyetli bir
sebebi daha vardır ki, bu da, putperestliğin Arabistan toplumu ama bilhassa da
Mekke toplumu için ekonomik bir değer taşımasıydı. Lapidus’ün de isabetle
2
Aynı eser, s: 132
Kur’an-ı Kerim; Bakara Sûresi, 177. Ayet
4
Aynı Eser; Nisa Sûresi, 92. Ayet
5
Aynı Eser; Maide Sûresi, 89. Ayet
6
Alfred Weber; Felsefe Tarihi, Tercüme Eden: H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, V. Baskı, Kitap
Matbaacılık (İstanbul-1998), s: 62
7
Karl Vorlander; Felsefe Tarihi, Tercüme Edenler: Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin, İz Yayıncılık,
Umut Matbaası (İstanbul-2004), s: 153
8
Kitab-ı Mukaddes - Eski ve Yeni Ahit, Yeni Ahit - Korinstoslular’a Birinci Mektup, Kitab-ı
Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul Matbaacılık Anonim Şirketi (İstanbul-1969), s: 177
3
Etem Çalık
84
belirttiği gibi, ‘Kâbesiyle Arabistan’ın her yerinden hacıları çeken dinsel bir
sığınak olan Mekke, yarımadanın değişik putlarının, kabile tanrılarının yatağı ve
yıllık hac ziyaretlerinin merkezi haline gelmişti. Hac ayrıca, sadece bir dinî ibadet
değil, aynı zamanda ihtilaflâfların çözüldüğü, iddialarin, borçların ve tabiî ki
ticaretin bir karara bağlandığı bir ateşkes dönemini sağlıyordu’9.
Mekke’nin verimsiz bir toprağa sahip oluşu, dolayısıyla ziraî faaliyet için
elverişli olmaması, onu dışarıdan gelecek reaksiyonlara karşı, diğre bölgelerden
daha hassas olmaya sevketmişti. Ziraatin olmayışı ve bu sebeple de kendi kendine
yetmeyip, ancak ticarî faaliyetle ayakta durabilmesi yüzünden, Mekke’nin
bilhassa da zengin kesimi İslâmiyeti ve onun peygamberini büyük bir tedirginlik
ve husumetle karşılamıştı. Yeni dinin, onları dış dünyadan tecrit edebileceği ve iç
düzenlerini de bozabileceğinden endişe etmişlerdi. Çünkü Hz.Muhammed’in
tebliği aslında Kureyş’in inançlarına eşlik eden bütün aile ve toplum dokusuna bir
tehdit oluşturuyordu(…..). Tanrılara, ibadet ve tapınaklarına bağlı olan ekonomik
hayat, kabile geleneği, reislerin otoritesi ve Hz.Muhammed’in izleyici çekmek
istediği kabilelerin dayanışması. Din, ahlâk inancı, toplumsal yapı ve ekonomik
hayat birbirine sökülmezcesine bağlı bir düşünceler ve kurumlar sistemi
oluşturmuştu10.
Aynı endişelerin sevkiyledir ki, bir başka ticarî merkez olan Taif’te de
İslamiyet’e karşı muhalefet şiddetli olmuştu. Taif bir taraftan deri sanayiî, kuru
üzüm, şarap üretimi; diğer taraftan arıcılık ve bal üretimi bakımından oldukça ileri
bir durumda idi ve bu malların ticareti ile gelişip zenginleşmişti. İşte Taif şehrinin
bu ticarî ve sınaî pozisyonu, onların bu imkânlara halel geleceği korkusuyla
İslâmiyet’in ortaya çıkışı sırasında, bu dine girmek hususunda oldukça uzun ve
şiddetli bir direnç göstermelerine sebep olmuştu11. Mekke ve Taif’in aksine
olarak, Medine eskiden beri ziraatle geçinirdi. Şehirde geniş bir Yahudi nüfus da
vardı ve zanaat ve ticareti, ellerinde bulunduranlar onlardı. İşte Medine’nin bir
yandan kendine yeten ziraî bir ekonomik yapıya sahip bulunması, diğer yandan
Tek Tanrı inancına aşina olması, Medineliler’in İslamiyet’e sempatiyle
yaklaşmalarını kolaylaştırmıştı. Netice olarak, Mekke ve Taif’in şiddetli
muhalefetinde olduğu gibi, Medineliler’in sempatisinde de esasen pratik endişeler
rol oynamıştı. Bunların içinde İslâmiyet’i anlamaya en müsait olanlar
Mekkelilerdi. Çünkü İslâmiyetin en belirgin olan ve diğer tek Tanrılı dinlerden
daha net bir şekilde ortaya çıkan yönü, ‘mücerret Tanrı’ anlayışıydı. Bu anlayışı
9
Ira M. Lapidus; İslam Toplumları Tarihi – Cilt: 2, Tercüme Eden: Yasin Aktay, İletişim
Yayınları, IV. Baskı (İstanbul-2010), s: 48
10
Aynı Eser, s: 60
11
Çağatay; a.g.e, s: 154
85
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
gerekli şekilde ifade etmek için lâzım olan zihnî gelişmişlik diğerlerinden daha
fazla onlarda mevcuttu.
Altıncı asrın ortalarıyla birlikte Mekke, Ortadoğu’nun en önemli kervan
şehirlerinden biri oldu. Mekkeliler, baharatlar, deri, ilâçlar, elbise ve Afrika veya
Uzak Asya’dan Suriye’ye gelen köleleri taşıyarak, Arabistan’a para, silâh,
hububatla dönüyorlardı12. Bu, başka toplumlarla temas ve münasebet ve bunu
temin eden ticarî hayat, Mekkeliler’in bilgi ve görgüsünü arttırdığı gibi, onlarda
zamanı daha ölçülü kullanmak ve günlük kâr-zarar hesabı yapmak gibi faktörlerin
gerektirdiği rasyonel düşünce tarzını geliştirmişti ki, İslâmiyet’in gerektirdiği
zihin yapısı tam da bu idi. Mekke ve Taif Arapları’nın başlangıçta İslâmiyet’e
karşı gösterdikleri reaksiyon ve husumetin temelinde de esasen bu şuurlu ve
rasyonel tavır alma saiki yatmakta idi. Tabiî ki, eğer İslâm Peygamberine dinini
tebliğ etme şansı verilseydi, Mekke’de menfaati haleldar olabilecek üst tabaka
dışında İslâmiyet çok daha kolay yayılacaktı. Ama bu şans verilmedi. Hem
kendisi hem de sahabeleri maddî ve manevî işkencelere tabi tutuldular. Ama
bütün bu baskılara rağmen, gene de İslâmiyet başlangıçtaki en azılı düşmanlarını,
ama bunların içinde de en zeki ve kudretli olanlarını kendi dairesine alma
muvaffakıyetini gösterdi. İkinci Halife Hz.Ömer, Peygamberi öldürmek üzere
yola çıkmışken, İslâmiyet’le ilk temasında (Kur’anı okur okumaz) Müslüman
olmuştu. Uhud Savaşı’nda İslâm ordusunu bozguna uğratan Halid bin Velid, bu
savaştan sonra Müslüman olmuş ve ordu kumandanı olarak büyük hizmetler
görmüştü. Vaktiyle İslâmiyet’in en azılı muhaliflerinden olan Amr İbn’ül As da
Müslüman olmuş, ordu komutanı olarak büyük yararlıklar göstermiş, Mısır’ı
fethetmiş ve Bizans ordularını defalarca mağlûp etmişti. Örnekler çoğaltılabilir.
Burada ifade etmek istediğimiz husus, İslâmiyet’in esas olarak zihnen gelişmiş,
bilgili ve şehirli toplumlara hitap ettiği ve onlarca daha iyi ve daha doğru
anlaşıldığıdır. Nitekim Mekkeliler başlangıçta İslâmiyet’e en şiddetli muhalefet ve
husumeti göstermelerine rağmen, müslüman olduktan sonra İslâmiyet’i en iyi
temsil edenler, İslâm’ın en büyükleri gene onların arasından çıkmıştı.
630 yılında Mekke’nin fethi, hem İslâm tarihi hem Ortadoğu ve umumî
olarak Dünya tarihi için mühim dönemeçlerden biri oldu. Bu fetihle beraber,
Arabistan Yarımadası’nın siyasî, dinî ve kültürel bakımdan bir bütün meydana
getirmesinin yolu açılmıştı. Daha evvel siyasî bir birliktelikten mahrum olan
bölge, şimdi merkezî bir otoriteye kavuşuyordu. Arabistan’ın kuzeyinde ve
güneyinde ilkçağlardan beri birçok devlet kurulmuş ve bunlardan bazıları
Peygamberin zamanına kadar gelmişti (Palmirliler, Hireliler gibi). Buna karşılık
12
Lapidus; a.g.e, s: 48
Etem Çalık
86
Orta Arabistan’da Hicaz bölgesinde merkezî bir birlik, bir devlet teşkilâtı
asırlardır ortaya çıkmamıştı. İslâm Peygamberi tebliğe başladığı zaman da Hicaz
bölgesi yani Mekke, Medine ve Taif şehirleri kabileler halinde teşkilâtlanmıştı, ki
bunlardan mesela Medine şehri (o zamanki adıyla Yesrib) Evs ve Hazrec adında
iki büyük kabilenin hakimiyetinde idi ve bu kabileler de yıllardır savaşlarla
birbirlerini yiyip bitirmişlerdi ama onlarda da bir birlik yoktu. İşte İslâmiyet’in
Mekke’ye hakim olması, dinî dönüşümün yanında siyasî bir dönüşüme de yol açtı.
Bütün inananlar birbirine eşitti. Üstünlük ancak ‘takva’ dolayısıyla idi. Bu
anlayış, kabile ve soy üstünlüğünü sona erdiriyordu. Müminler artık kabileden çok
daha büyük bir birliğin mensubuydular. İslâmiyet okumayı, öğrenmeyi teşvik
etmesiyle ilmî; ticareti teşvik etmesiyle iktisadî; ve gazayı teşvik etmesiyle de
siyasî ve coğrafî bir gelişmeye yol açmıştı. Öyle ki, asırlardır kabuğunu
kıramamış ve Arabistan’da kabileler halinde yaşayan Arap toplumu, tarihte
benzeri pek fazla görülmemiş bir gelişme ve genişlemeye ulaştı. Mekke’nin
fethinden kısa bir zaman sonra bütün Mekke, bir müddet sonra da Arabistan
Yarımadası Müslüman oldu. Bu, İslâmiyet’in kazandığı ilk mevzi idi ama burada
kalmayacaktı. Nitekim Peygamberin vefatından iki sene sonra Halid Bin Velid
komutasındaki İslâm ordusu Acnadayn Savaşı’nda Bizans ordusunu mağlup
etmiş, 636’da Şam, 637’de İran, 642’de Mısır, 643’de İskenderiye fethedilmişti.
Böylece İslâm Peygamberinin ölümünün üzerinden on yıl gibi bir zaman
geçmesine rağmen, onun bıraktığı devlet, Ortadoğu’nun hemen tamamını ele
geçirmiş, dünyanın büyük güçleri arasına girmişti. Bu devrede dinî ideoloji
siyasete yön vermiş ve bu ideolojinin Tanrı, insan ve cemiyet anlayışı bu
gelişmenin motoru olmuştu. Ama devletin sınırlarının genişlemesini sağlayan
siyasî ve askerî muvaffakiyet de bu ideolojinin sıhhatini temin etmiş ve onun
çeşitli saiklerle dejenere olmasının önüne geçmişti. Çünkü bu savaşlarda sadece
bu devletler değil, onların mensup bulunduğu dinî ideoloji de yenilmiş gibi
oluyordu. Dolayısiyle yenilmiş toplumların dinî düşünce unsurlarının İslâmiyet’e
sızması önlenmişti. Fetih hareketlerinin İslâm tarihi ve medeniyeti bakımından
asıl ehemmiyetli neticesi ise, müslümanları farklı kültürlerle temasa geçirerek,
İslâm Medeniyeti’nin doğuşuna imkân vermesiydi. Bu temas Suriye’deki şehirler
(bilhassa Şam) ve İskenderiye yoluyla oldu. Ancak Müslüman Araplar sadece
şehirleri fethedip oralara yerleşmekle kalmadılar, kendileri de büyük şehirler
kurup, bu şehirleri kültür ve medeniyet merkezi haline getirdiler. Hatta Barthold’a
göre Müslümanlar Yunan Medeniyeti’yle İskenderiye’de ve Suriye şehirlerinde
tanışmış olmalarına rağmen, başlıca medenî ve ilmî eserler Fırat ve Dicle
sahillerinde, Küfe ve Basra’da meydana gelmiştir. Bu şehirlerin her ikisi de Ömer
87
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
zamanında mutad plana göre inşa edilmişti13. Müslüman Arapla’ın kurdukları
şehirler bunlardan ibaret değildi. Halife Mansur VIII.asrın 60’ıncı yıllarında
Dicle’nin Garp sahilinde kendine yeni bir payitaht inşa ettirdi. Evvelce burada bir
Nasturi manastırı ve Bağdad isminde bir köy vardı ki, yeni şehre de bu tarihî isim
verildi14.
Yapılan fetihlerle Müslümanlar bir taraftan Antik Yunan’ın, diğer taraftan
da Hrıstiyanlık’ı biçimlendiren Roma İmparatorluğu’nun kültür ve medeniyet
mirasıyla tanıştılar. Dolayısiyle hem Yunan felsefesiyle hem de Hrıstiyanlık’la
yüzleştiler. Ancak, İslâmiyet bu temasta Hrıstiyanlık’ın daha evvel uğradığı
talihsizliğe uğramadı. Tanrı anlayışı çarptırılmadığı gibi, mukaddes kitabı da en
ufak bir tahrifata uğramadan sonraki asırlara intikal etti. İslâmiyet’in bozulmadan
muhafaza edilmesindeki ehemmiyetli bir faktör, evvelce ifade ettiğimiz gibi, onun
daha peygamberi hayatta iken, ortaya çıktığı bölgeye hakim olması ve
Peygamberinin aynı zamanda devlet reisi sıfatının bulunmasıydı. Bu hakikate
Maxime Rodinson da dikkati çeker ve Machiavelli’nin ‘Hükümdar’ isimli
eserindeki ‘bütün eli silâhlı peygamberlerin başarıya ulaştıkları, silahsız olanların
ise hüsrana uğradıkları görülmüştür’15 şeklindeki ifadesine atıfta bulunarak,
‘büyük Floransalı bilginin engin tecrübesiyle bulduğu gerçeğin bir kere daha
doğrulandığını’ belirtiyor ve ‘Muhammed’in üstünlüğü silahlı bir peygamber
oluşundan geliyordu’16 diyordu. İslâmiyet’in diğer dinler karşısında bozulmadan
muhafaza edilmesinde rol oynayan bir başka ehemmiyetli faktör, İslâmiyet’in,
komşu ülkelerin dinlerinden daha mücerret, dolayısıyla de daha ileri bir Tanrı
anlayışına ve daha kompleks ve daha rasyonel bir yapıya sahip olmasıydı.
Dolayısiyle aralarındaki temasta, diğer dinleri asimile eden İslâmiyet oldu.
Arabistan Yarımadası dışındaki fetihlerde, Müslümanlar bir taraftan
Zerdüşt Dini’ne mensup İranlılar’la diğer taraftan da Hrıstiyan Bizans’la
karşılaştılar. Gerçi Müslüman Araplar’ın Hrıstiyanlık’la teması yeni değildi. Daha
İslâm Peygamberi tebliğine başlamadan evvel de Medine’de olsun Yemen’de
olsun Hrıstiyan topluluklar vardı. Ama Bizans İmparatorluğu Hrıstiyanlık’ın en
büyük kilisesini bünyesinde barındırdığı gibi, Mısır ve Suriye gibi, Doğu
Hrıstiyanlığı’nın merkezleri de onun kontrolündeydi. Dolayısiyle Müslümanlar
13
W. Barthold; İslam Medeniyeti Tarihi (Prof. Dr. M. Fuat Köprülü tarafından “Başlangıç, İzah ve
Düzeltmeler” kısmı ilave edilmiştir), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, III. Baskı (Ankara-1973), s: 27
14
Aynı eser, s: 29
15
Niccolo Machiavelli; Hükümdar (IL Principe), Tercüme Eden: H. Kemal Karabulut, Sosyal
Yayınlar, V. Basım, Sena Ofset (İstanbul-1998), s: 107
16
Maxime Rodinson; Hazreti Muhammed, Tercüme Eden: Attila Tokatlı, Sosyal Yayınlar, Matbaa
70 (İstanbul-1994), s: 126
Etem Çalık
88
Bizanslılar’ı yenmekle aynı zamanda Hrıstiyanlık’ın en büyük taraftar ve
koruyucusunu yenmiş oluyorlardı ve bu bir yerde İslâmiyet’in üstünlüğünün de
referansı sayılıyordu. Zaten İslâmiyet’in taşıdığı üstünlükler, onu böyle bir
temasta her zaman avantajlı kılmıştır. Bunun içindir ki, İslâmiyet’ten
Hrıstiyanlık’a sadece münferit geçişler olmuşken, kitle halinde geçişler hep
Hrıstiyanlık’tan İslâmiyet’e doğru olmuştur. Nitekim Mısır ve Suriye’de böyle bir
kitle halinde İslâmlaşma olmuşken, Boşnaklar ve Arnavutlar’ın Müslüman olması
da böyle olmuştur. Ama bunun tersi olmamıştır yani kitle halinde Hrıstiyanlık’a
geçen bir Müslüman toplum görülmemiştir.
3.
İSLÂMÎ HAREKETTE YENİ BİR SAFHA: EMEVİLER
DÖNEMİ (661-750)
Emevî Devleti, adını Emevî soyundan olan Muaviye’den alır. Emevî
Devleti, bir dizi talihsiz hadiseden sonra kurulmuştu. 656 yılındaki Cemel
Vak’ası’nda 10 bin, 657 yılındaki Sıffin Savaşı’nda ise 70 bin civarında
Müslüman ölmüştü, ki Emevî Devleti’nin kurucusu olan Muaviye, her iki
hadisenin de baş aktörlerindendi. Muaviye’nin iktidara gelmesinden sonra da
Müslümanları rencide eden hadiseler devam etti. Hicri 49 yılında Muaviye Hz.
Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın eşlerinden Esma’yı; oğluna almak, 10 bin dirhem
vermek ve 10 çiftlik hediye etmek karşılığında, eşi Hz. Hasan’ı zehirlemeye teşvik
etti. Hz. Hasan bu tertiple öldürüldü17. Muaviye’nin 680 yılında ölmesi üzerine,
oğlu Yezid hükümdar olmuş ve İslâm tarihinde saltanat ihdas edilmişti. Bundan
sonra iktidar hep Emevî ailesinde kalacaktı. Yezid’in hükümdarlığı sırasında da
uğursuz hadiseler devam etti. Halifeliğin ilk yılında Hz. Ali’nin diğer oğlu Hz.
Hüseyin’i Kerbelâ’da adamları ile beraber katletti. Bu hadise İslâm dünyasında
bugüne kadar devam eden ayrışma ve husumetin tohumunu attı ve Sünnilik ve
Şiilik şeklinde iki fırkanın doğumuna yol açtı.
Emevîler devrinde de Müslüman Araplar’ın fütuhatı devam etti. Doğu’da
Buhara, Semerkant ve Fergana’ya kadar Orta Asya fethedilirken, Kuzeyde
Anadolu’nun doğusu ve Güney Kafkasya, Afrika’da Tunus ve Batı Avrupa’da
İspanya fethedildi.
İslâm devletinin kuruluşundan itibaren bir asır zarfında bir dünya
imparatorluğu haline gelmesini hazırlayan bazı şartlar vardı. Bu şartlardan birisi,
17
Bahriye Üçok; İslam Tarihi (Emeviler - Abbasiler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Milli Eğitim
Basımevi (Ankara-1979), s: 30
89
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
ele geçirilen ülkelerin bünyelerinde mevcut olan iç karışıklıklar ise de, ikinci ve
daha ehemmiyetli olanı, İslâmiyet’in, mensuplarına telkin ettiği gaza ruhu ve bu
ruhun onlara verdiği motivasyondu. Tabiî bunlara, Andre Miquel’in belirttiği gibi,
İslâmın tahrik ettiği, yücelttiği bedevî inatçılığını da eklemek gerekir18.
Emevîler devrinde siyasî ve askerî sahada kaydedilen muvaffakiyetlere
rağmen, İslâmiyet’in insanî cephesi ihmal edilmişti. Halbuki bu devrede yapılan
fütuhat bu cephenin bilhassa öne çıkarılmasını gerektiriyordu. Çünkü
Emevîler’den evvelki fetihler, İran dışında ülkelerin aslî sahiplerine karşı yapılmış
değildi. Suriye, Filistin, Mezopotamya, Trablus ve Mısır Bizans
İmparatorluğu’nun hakimiyetindeydi. Bu ülkelerin halkları monofizit kiliselere
mensuptu. Monofizit kiliseler, Roma ve İstanbul kiliselerinden farklı olarak, Hz.
İsa’da ilâhî ve beşerî tabiatların birleşerek tek bir tabiat meydana getirdiğine
inanıyorlardı. Bunun dışında da Batı kiliselerinden ayrıldıkları noktalar vardı ve
bu ayrılıklar da İstanbul Kilisesince, hoş görülemeyecek kadar ciddi sayılıyordu.
Meselâ bunlardan merkezleri Suriye’de olan Nasturîler, tasvirleri (ikonları)
reddeder, Sebt (cumartesi) ve Pazar’ı dinî gün sayarlar, domuz eti yemez,
papazların evlenmesini meşru görürlerdi19. İşte bu farklılıklar Doğu kiliselerinin
İstanbul tarafından ‘heretik’20 sayılmasına yetmişti. Bu sebepten de bu bölgelerin
halkları Müslüman fatihlere herhangi bir mukavemet göstermediler. Bu gerçeği
batılı tarihçilerden Carl Brockelmann da ifade eder ve ‘yerli Arami halk monofizit
inançlarından dolayı, hakim bulunan Bizans Ortodoksisi tarafından sürekli şekilde
zorlanmıştır; bu sebeple imparatorluk nüfuzunun korunmasına hiçbir ilgi
göstermiyorlardı’21 der. Yerli halkın, kendisini idare edenlerin baskı ve
zulmünden kurtulma arzusu bu bölgenin fethini kolaylaştırdığı gibi, müslüman
fatihlerin onlara gösterdiği müsamaha da, Müslümanların bu bölgede kalıcı
olmalarını sağlamış ve İslâmiyet’in yayılmasına da yardımcı olmuştu. Bir diğer
Batılı tarihçi olan Andre Miquel de bu gerçeği şu ifadelerle teyid eder: ‘Ehl-î kitap
dahil tüm insanları ilke olarak zorla dine sokmak yerine, dinî telkin metodu
uygulanmaktadır. İslâm sadece ehl-î kitap olarak kabul ettiği Yahudi ve
Hrıstiyanları değil, aynı zamanda Zerdüşt, Budist ve öteki din sahiplerine de dinde
zorlama ilkesi koymamıştır(…..). Aynı zamanda vergi konusunda da bir art niyet
18
Andre Miquel; İslam ve Medeniyeti – Doğuştan Günümüze – I. Cilt, Tercüme Edenler: Ahmet
Fidan – Hasan Menteş, Birleşik Dağıtım Kitabevi Yayınları, Kar Ofset Basımevi (Ankara-1991), s:
96
19
Tacettin Şimşek; İsevilik’ten Hıristiyanlığa, Ekin Yayınları, Karmat Basımevi (İstanbul-2005),
s: 134
20
“Heretik” terimi; rafizi, sapkın manasında kullanılmaktadır.
21
Carl Brockelmann; İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Türkçeye Çeviren: Prof. Dr. Neşet
Çağatay, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih
Kurumu Basımevi (Ankara-1992), s: 45
Etem Çalık
90
yoktu. Zira cizye adı verilen özel bir vergi karşılığında korunan tebaa(zımmî),
kendi dinini uygulama hakkına sahipti22. Ne var ki, İslâm’ın ilk dönemlerinde
gayrimüslimlere gösterilen bu müsamahakâr tavır, Emevî Hanedanının
kurulmasından sonra değişti. Emevîler bir taraftan Arap olmayan Müslümanlara
karşı ayrımcılık yaparken, diğer taraftan gayrimüslim tebaaya karşı da baskıcı bir
politika tatbik ediyorlardı. Nitekim, Halife Abdülmelik (685-705) imparatorluğun
birliğini elinde bulundurmak için Arapçayı resmî dil haline getirdi ve mahallî
memurların yerine, idarenin Müslüman memurlara verilmesini emretti.
Gayrimüslimlere verilen hürriyetleri ehemmiyetli ölçüde azalttı23. Abdülmelik tek
örnek değildi. Halife II.Ömer (717-720)’in kısa süren saltanat devresi istisna
edilecek olursa, Emevîler’de umumî olarak ırkçılık ve ayrımcılık, hakim tavır idi.
Arap olmayan Müslümanlara ‘mevali’ ismini onlar vermişti. Yani Arap olmayan
Müslümanlar Araplar’ın kölesi sayılıyorlardı. Arap olan-olmayan ayrımı o derece
kuvvetli idi ki, Arap olmayan bir anadan doğan bir prens tahta geçemiyor, bir
Türk veya İranlı’nın arkasında bir Arap namaz kılmıyor, Arap’tan başkası ile bir
Arap evlenemiyordu24. Bu vaziyet de tabiî olarak Arap olmayan müslümanlar
arasında hoşnutsuzluk yaratıyordu. Araplar’ın Ortaasya’daki fütuhatı ve bu
fütuhat sırasındaki zulümleri, bu bölge halkında Müslümanlara karşı şiddetli bir
infial uyandırmıştı. Halife Abdülmelik Horosan Valiliği’ne Haccac’ı tayin etmiş,
o da Kuteybe bin Müslim’i Türkler’le meskûn bölgelerin fethine memur etmişti.
Kuteybe Toharistan’da Baykent ve Talkan şehirlerini aldıktan sonra buraları yakıp
yıkmış ve halkını katletmiş, daha sonra ele geçirdiği Semerkant’da esir ettiği 4 bin
Türk gencini öldürtmüştü25. Türkler’in Müslümanlığı geç sayılabilecek bir tarihte
kabul etmelerinde bu zulûmler büyük ölçüde pay sahibi olmuş olmalıdır.
Emevîler’in fethedilen bölgelerin halklarına tepeden bakan ve onları
ayrımcı bir muameleye tabi tutan ırkçı tavırlarının İslâm tarihi ve medeniyeti
bakımından neticesi, bu bölgelerin halkıyla fatihlerin kaynaşamaması ve büyük
bir ilmî ve kültürel miras barındıran bu toplumlardan istifade edilememesiydi.
Halbuki farklı kültür ve medeniyetlere mensup halklar arasındaki kaynaşma ve
kültür alışverişi, yeni sentezlerin yaratılmasının esaslı bir şartıdır. Emevîler bu
şansı kullanamadılar. Böyle olunca da İslâmi hareket bir İslâm medeniyetine
dönüşemedi. Aslında bunun için şartlar oldukça müsaitti. Müslüman Araplar,
Antikçağ’ın büyük kültür merkezlerini ele geçirmişlerdi. Bunlardan bilhassa
İskenderiye ve Antakya Antikçağın kültürel, ilmî ve dinî merkezleriydi.
22
Andre Miquel; a.g.e, s: 97
Bahriye Üçok; a.g.e, s: 97
24
Aynı eser, s: 58
25
Aynı eser, s: 55-56
23
91
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
İskenderiye Ptolemaioslar Hanedanı döneminde M.E. 3.asırdan M.S.2.asra kadar
tam bir ilim merkeziydi. Bundan sonra da Hrıstiyanlık’ın önde gelen dinî
merkezlerinden biri oldu. Birçok Aziz ve filozof yetiştirdi. Antakya da
Hrıstiyanlık’ın büyük merkezlerindendi. Hrıstiyanlık Helenistik dünyaya oradan
yayılmıştı26. Böyle bir kaynaşma için gerekli sempati de bu bölge halklarında
mevcuttu. Meselâ İmparator Herakliyus 628 yılında Mısır’ı İranlı fatihlerin
ellerinden tekrar koparıp aldıktan sonra, Kıptî monofizitleri İmparatorluk
kilisesine bağlamaya çalıştı(…). 631 tarihinde Kyros’u, hem İskenderiye patriği
hem de sivil yönetimin başı olarak buraya getirdi. Onun kilise siyaseti ve vergi
talepleri hususundaki zorlaması Kıptîler’e o kadar ağır geldi ki, Suriye’deki
dindaşları gibi bunlar da Araplar’ı kurtarıcı olarak selâmlamak zorunda kaldılar27.
Ayrıca İskenderiye tam bir halklar ve kültürler mozayiği idi. Orada Yunan,
Makedonyalı ve Mısırlılar’dan başka; İranlılar, Suriyeliler, Araplar, Yahudiler vb.
de vardı28. Yani aşağı yukarı, Akdeniz havzasında ortaya çıkmış bütün
medeniyetlerin varisleri orada idi. 637 yılında fethedilen İran ise, o dönemin güçlü
toplumlarındandı. Barthold’a göre ‘Sasaniler zamanında İran Roma’nın kuvvetli
bir rakibi haline geldi ve bütün medeniyet dünyası için büyük ehemmiyeti olan
Çin-Hind ticaret yolunu karadan da denizden de eline geçirdi. Medenî üstünlüğün
Avrupa’dan Yakın Asya’ya geçmesi bu hadise ile bağlı olup, bunun büsbütün
tebarüz etmesi Müslümanlar devrinde olmuştur29. Dolayısiyle Müslüman Araplar
İran kültür ve medeniyetine de varis olmuşlardı. Ne var ki, halklar birbirlerinden
kopuk olunca ve Arap olmayan toplumlar –müslüman da olsalar- sırf bu yüzden
tecrit edilip horlanınca bir kültür alışverişi mümkün olmadı ve Müslümanlar uzun
yıllar bütün bu kültür ve medeniyet mirasından habersiz yaşadılar. Bu diyalog ve
alışverişin gerçekleşmesi için Abbasiler’in ortaya çıkması beklenecekti. Ancak
ondan sonradır ki, İslâm Medeniyeti ortaya çıkıp gelişecek ve sadece Araplar
değil, Türkler, İranlılar ve hatta Yahudiler de bu medeniyetin mimarları
olacaklardı.
26
Mircea Eliade; Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi - Cilt: 2, Gotama Budha’dan
Hıristiyanlık’ın Doğuşuna, Tercüme Eden: Ali Berktay, Kabalcı Yayınevi, I. Basım, Yaylacık
Matbaası (İstanbul-2003), s: 393
27
Carl Brockelmann; a.g.e, s. 45.
28
Server Tanilli; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İnsanlık Tarihine Giriş – I: İlkçağ, Say
Yayınları, Evrim Matbaacılık A.Ş, 3. Baskı (İstanbul-1988), s: 379
29
Barthold; a.g.e, s. 5.
Etem Çalık
4.
92
İSLÂMÎ HAREKETTEN İSLÂM MEDENİYETİ’NE:
ABBASİLER
Abbasiler iktidara geldiklerinde, sınırları Hint Okyanusu’ndan Aral
Gölü’ne, Doğu Anadolu’dan Çin sınırına kadar yayılan bir imparatorluk
devraldılar. Ancak siyasî hakimiyetini oldukça geniş bir coğrafyaya yayan Emevî
hükümdarları zamanında, Peygamber ve Dört Halife Döneminin idealizmi
kaybolmuş gibiydi. Artık temel hedef İslâm’ı değil, siyasî hakimiyeti yaymak
olmuştu sanki. Nitekim, Emevîler’in Ortasya’daki zulümleri, onların hiç de ulvî
gayeler peşinde olmadıklarını gösteriyordu. Bunun yanında, toplum dinî ve siyasî
açıdan da parçalanmış ve birbirine düşman ve rakip kliklere bölünmüştü. Yani
başka din ve kültür mensuplarıyla münasebet ve kaynaşma bir tarafa, İslâm
toplumu kendi içinde bile birbirine tahammülü olmayan gruplara, cemaatlere
ayrılmıştı. Bu ayrışmanın başlangıcı 656 yılında meydana gelen Sıffin Savaşı’na
kadar geri gider. Bu savaştan sonra, kendilerine ‘Hariciler’ denen grup, evvelâ Hz.
Ali’nin safında iken, Hz. Ali ve Muaviye’nin aralarındaki anlaşmazlığın halli için
hakeme müracaat etmelerine karar vermeleri üzerine hüküm vermenin ancak
Allah’a ait olduğunu söyleyerek ondan ayrılmışlardı. Onlara göre, ‘Allah,
Kur’an’da isyan edenlerle itaat edinceye kadar savaşılması gerektiğini bildirmişti.
Muaviye ve taraftarları Hz.Ali’ye kuşku götürmez biçimde isyan etmişlerdi ve
onlarla görüşmeye oturmak günah sayılmalıydı30. Hariciler başlangıçta Hz. Ali
taraftarı olmakla beraber sırf Muaviye ile anlaşmak üzere hakeme gitmeyi kabul
ettiği için, ‘hüküm ancak Allah’a aittir’ (La hukme illâ Lillah) diyerek ondan
ayrıldılar. Bundan sonra Hariciler Hz.Ali, Muaviye ve Amr ibn ül As’ı öldürmeye
karar verdiler. Çünkü bunlardan ikisi hakem usûlünü hile ile, ilki ise dürüstlükle,
doğrulukla kabul ve tatbik etmişlerdi. İbn Mülcem isimli bir Harici Hz.Ali’yi
Kûfe’de cami içerisinde zehirli bir hançerle öldürmüştü. Aynı gün Amr ibn ül As
hastalığından ötürü evinden çıkıp camiye gitmediği için, onun yerine imamlık
eden Harice bin Ebi Habibe kurban gitmiştir. Muaviye ise hafif bir yarayla
kurtulmuştur31.
Haricilik İslâm dünyasında siyasî bir bölünmeye yol açmadı. Çünkü
iktidara karşı bir hareket değildi. Sadece ‘hakeme müracaat’ gibi kendilerince
itikadî sayılan bir mesele yüzünden her iki gruba da muhalefet etmişlerdi. Ayrıca
ciddi doktrinal tartışmalara girmek için donanımları müsait olmadığı gibi, esasen
böyle bir problemleri de yoktu. Montgomery Watt’ın dediği gibi ‘Haricî hareketin
30
İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti – I. Cilt, Yayın Yönetmeni: Dr. İsmail Kıllıoğlu, Hikmet
Yayınları, Zafer Matbaası (İstanbul-1988), s: 84
31
Bahriye Uçok; a.g.e, s: 28-29
93
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
varoluşunun en temel sebebi, bu önceki göçebelerin, güvensizlik duygusunun itici
gücüyle, çölde alışmış oldukları küçük samimi grubu İslâmi bir temelde tekrar
meydana getirme arzusuyla açıklanabilir32. Dolayısiyle kalıcı biçimde doktrinal
bir bölünmeye de yol açmadı. Sadece, mensuplarının yaşadığı basit, iptidaî ve
göçebe hayatın bir neticesi olarak dini son derece katı bir taassupla ve Kur’anda
geçen kavramların lafzına bağlı kalarak anladıkları için, hiçbir yoruma ve içtihada
müsaade etmeyen sonraki hareketlere örnek teşkil ettiler. Bu sebeple İslâm tarihi
boyunca Haricilik benzeri görüş ve cereyanlar hep var olmuştur, bugün de vardır.
İslâm toplumundaki asıl bölünme, Hz.Hüseyin’in 680 yılının Kasım
ayında Kerbelâ’da şehit edilmesinden sonra başlar. Bu hadiseden sonra
Müslümanlar ‘Sünni’ ve ‘Şii’ olmak üzere birbirine muhalif iki kampa ayrıldılar.
684 yılında ortaya çıkarak Hz.Hüseyin’in intikamını almak üzere toplanan ve
onun yardımına gelmedikleri için tövbe edenlerin oluşturduğu ‘Tevvabûn’ (tövbe
edenler) hareketi, Şia’nın ıstılah haline gelişinin yani İslâm içinde siyasî bir
kitleleşme hareketinin başlamakta oluşunun ilk tezahürüdür33. Temelinde
Hilâfetin Hz. Ali ve soyuna (ehl-i Beyt’e) ait olduğu anlayışının bulunduğu Şiilik,
daha sonra umumiyetle muhalefette kalmasının ve içe kapanmasının neticesi
olarak, muvaffak olamamış bütün dinî hareketlerde görülen bir kurtuluş anlayışı
getirmiştir (Mesih, mehdi gibi).
Netice olarak başlangıçtaki ulvî gayesinden sapmış, içeride birbirine hasım
topluluklara bölünmüş bu devasa imparatorluk artık askerî yönden de zayıflamaya
başlamıştı. Türkler Araplar’ı Semerkant (Maveraünnehir) bölgesine sürdü.
Kafkasya’nın ötesinde yaşayan göçebe bir halk olan Hazarlar, Arap savunmalarını
yarıp geçerek Erdebil’de Araplar’ı yendi ve Ermenistan’ı istilâ ederek 730 yılında
Musul’a kadar nüfuz sağladı. 740 yılında Yunanlılar Arap istilâcılarına karşı
Anadolu’da Aczaras’ta kesin bir zafer elde etti ve büyük bir Suriye ordusunu
çökertti. Arap ve Berberî istilâcılar 732 yılında orta Fransa’da yenilgiye uğratıldı.
Hariciliğin etkisi altındaki Berberî isyancılar Kuzey Afrika’da 27.000 askerden
oluşan bir Suriye ordusunu çökertti34.
Abbasî Halifeliğinin, dolayısıyla iktidarının kurulması, 9 Haziran 747
tarihinde başlayıp 750 tarihinde sona eren bir isyan hareketi neticesinde mümkün
oldu. İsyanın lideri Ebu Müslim’di. Bernard Lewis onun azat edilmiş Pers bir köle
32
W. Montgomery Watt; İslam Nedir?, Tercüme Eden: Elif Rıza, Birleşik Yayıncılık, 2. Baskı,
Bayrak Matbaası (İstanbul-1993), s: 149
33
Ethem Ruhi Fığlalı; Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 3. Baskı, Kent
Basımevi (İstanbul-1986), s: 120
34
Lapidus, a.g.e, s: 113
Etem Çalık
94
ve militan bir mezhebin lideri olduğunu söyler35. Ayaklanma Ebu Müslim’in
memleketi Horasan’da yani İran topraklarında başladı. Bu sebepsiz değildi. İran,
Ortadoğu’da Arap asıllı olmayan tek toplumdu. Onun için de Emevîler’in ırkçı
taassuplarından en fazla zarar gören onlardı. İran’daki müslüman halk, Emevî
hakimiyetinin yol açtığı eşitsizliklerle eziliyordu. Uzun bir zaman ikamet ederek
yarı yarıya Persleşen Arap ordusu ve yeni yerleşimciler, isyancılar zafer
kazanmak üzereyken bile, kendi aralarında bölünmüş halde, aşiret kavgalarına
devam ediyorlardı36. İşte bütün bu müsait şartlar isyanın hedefe varmasını
kolaylaştırdı ve Ebu Müslim Horasan’ı ele geçirdikten sonra Suriye ve Irak’ta da
zaferler kazanarak 750 yılında Emevî Hilafeti’nin sonunu getirdi. Hz.
Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan olan Ebu’l Abbas Abdullah, Kûfe’de
askerler tarafından Halife ilân edildi. Hanedan değişiminin temelinde asırlık bir
mücadelenin, zulmün ve kinin bulunması, Abbasiler’i de bütün bu işlenen zulüm
ve cinayetlerin rövanşını almaya sevketti. Dolayısiyle Abbasiler’in iktidara
gelmesinden sonra Emevî soyundan olanlara karşı korkunç katliamlar yapıldı.
Binlerce insan öldürüldü. Bütün bu cinayetleri işleten veya işlenmesine seyirci
kalan Ebu’l Abbas’a ‘seffah’ (kan dökücü) unvanı bu yüzden verildi.
Ebu’l Abbas’ın halifeliği kısa sürdü. Dört yıl halifelik yaptıktan sonra 754
yılında 30 yaş civarında öldü. Yerine geçen kardeşi Ebu Cafer Mansur’un dönemi
Abbasî İmparatorluğu’nun dönüşüm geçirmeye başladığı dönemdir. Mansur
döneminde de ciddi iç problemler oldu. Bir taraftan amcası Abdullah bin Ali’nin
halifelik iddiası ile uğraşıp onu, diğer taraftan da Emevî iktidarının yıkılmasında
büyük hizmetleri geçen ve Abbasi İmparatorluğu’nda da oldukça güçlü bir
mevkide olan Ebu Müslim’i tasfiye etmişti.
Mansur’un yaptığı ehemmiyetli icraatlardan birisi, Bağdat’ı kurarak
İmparatorluğun başkenti yapmak oldu. Emevîler’in başkenti Şam’ı da, Hz. Ali
taraftarlarının güçlü ve kalabalık olduğu Kûfe’yi de kendisi için emniyetli
bulmamıştı. Gerçi Mansur, Hz. Ali’nin amcası Abbas’ın soyundan geliyordu, yani
Haşimoğulları sülâlesindendi. Ancak Hz. Ali’nin soyundan gelenler hilafet davası
güdüyorlardı. Bunlardan ‘Nefsü’z- Zekiyye’ (Saf ruh) lâkabıyla anılan ve Hz.
Hasan’ın büyük torunu olan Muhammed Mehdi Seffah’a biat etmemişti. Kardeşi
İbrahim de Basra bölgesinde isyan başlatmıştı. Her ikisi de Halifenin kuvvetleri
tarafından bozguna uğratıldı. Ancak bu hadiseler Halife Mansur’un Ehl-i Beyt
düşmanı gibi görülmesine yol açmıştı37. İşte bir taraftan bu dahilî hadise ve
35
Bernard Lewis; Ortadoğu, Arkadaş Yayınevi, 5. Baskı, Sözkesen Matbaacılık (Ankara-2007), s:
96
36
Aynı eser, s: 96
37
İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti, s: 121
95
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
endişeler, diğer taraftan ikliminin müsait olması ve ihtiyaçların kolayca
karşılanması sebebiyle Bağdat, dört yıllık bir çalışma netîcesinde 762 yılında înşa
edildi ve Hilâfet merkezi oldu.
Mansur iktidara geldiğinde Yunanca’dan, Sanskritçe’den ve Suriye
dillerinden eserler tercüme edilmeye başlanmıştı. El Mansur’un emriyle 773’te
‘Siddantha’lar tercüme edildi. Bunlar İsa’dan 425 yıl öncesine kadar uzanan Hind
astronomi eserleri idi. Will Durant, Bu tercümeler sayesinde Arap rakamları ve
‘sıfır’ın Hindistan’dan İslâm’a geçtiğini söylemektedir38.
Ebu’l Abbas ve Mansur dönemi, devletin birlik ve huzurunu teminat
altına alma gayretleriyle geçmiş, ayrıca Mansur döneminde İmparatorluk sınırları
içindeki ilim ve kültür mirasından faydalanmak yönünde teşebbüsler olmuştu.
Ama bu yolda en büyük gayreti gösteren ve ilim-irfanı teşvik edip canlandırmayı
bir devlet politikası haline getiren, 813 yılında tahta geçen Me’mun olmuştur.
Me’mun, 830 yılında Bağdat’ta ikiyüz bin dinar sarfıyla bir ‘Beytü’l-Hikme’
kurdu. Burası bir fen üniversitesi, bir rasathane ve bir umumî kütüphaneden
meydana geliyordu. Burada aylıkları devlet tarafından ödenen bir mütercimler
heyeti bulunuyordu39. Me’mun sadece ilim merkezleri açmakla kalmıyor, ilmî
faaliyetlerde bulunanlara doğrudan nakdî ödeme de yapıyordu. Beytü’lHikme’deki tercüme faaliyetinin başında bulunan Hunain İbni İshak (809-873)’a
tercüme ettiği kitaplarının ağırlığı kadar altın ödeyerek hazineyi tehlikeye
düşürmüştü40.
Bağdat’ta ilîm ve kültür sahasında yapılan bu hizmet ve yatırımlar
semeresini vermekte gecikmedi. İmparatorluğun dört bir yanından çeşitli etnik
topluluklara mensup insanlar gelip Bağdat’ta ilîm tahsil ediyorlardı. Netîcede de
Bağdat, tıptan kimyaya, matematikten astronomiye kadar ilmin bütün şubelerinde
büyük simalar yetiştiren bir merkez oldu.
Bağdat’ın, kuruluşundan itibaren kısa bir müddet zarfında bir kültür ve
medeniyet merkezi haline gelmesi sebepsiz değildi. Bağdat ticarî bir merkez
olduğu gibi, tekstil, deri, kağıt gibi malların üretildiği bir sınaî merkezdi de.
Lapidus’un belirttiği gibi, Bağdat’ın Ortadoğu tarihi içerisindeki en büyük önemi
nüfusunun kozmopolit niteliğiydi. Yahudiler, Hrıstiyanlar ve Müslümanların yanı
sıra gizli putperestler, İranlılar, Iraklılar, Araplar, Suriyeliler ve Orta Asyalılar
38
Will Durant; İslam Medeniyeti, Tercüme Eden: Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser
Yayınları, Kervan Matbaacılık, s: 97
39
Aynı eser, s: 95
40
Aynı eser, s: 96
Etem Çalık
96
Bağdat’ın nüfusunu oluşturuyorlardı41. Böylece bir taraftan etnik ve kültürel bir
çeşitlilik, diğer taraftan sınaî ve ticarî faaliyetlerin yoğun olarak yürütüldüğü
ekonomik bir canlılık meydana gelmişti. Yani bir medeniyetin ortaya çıkmasına
yol açan maddî ve manevî şartlar hazırlanmıştı. Bu yoğun temas ve hareketliliğin
medeniyet doğuracak bir senteze yol açması için gereken müsamaha da İslâm
toplumunda vardı. Bernard Lewis, Müslüman olmayanların dahi, Ortaçağ’da hatta
günümüz Hrıstiyanlığında bile Hrıstiyan olmayanlara gösterilmeyen bir güvenlik
ve hoşgörüden yararlandıklarını ifade eder42.
İslâm Medeniyeti tarihinde ehemmiyetli bir siyasî hadise de İspanya’da
Endülüs Emevi Devleti’nin, dolayısı ile Îslâm hakimiyetinin kurulması oldu.
Abbasiler’in takibinden kaçan Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam bin
Abdülmelik, emrindeki kuvvetlerle beraber 756 yılında İspanya’ya çıktı ve
istiklâlini ilân etti. Endülüs Emevi Devleti’nin böylece kurulmasının Îslâm tarihi
ve medeniyeti bakımından ehemmiyetli netîcesi, bütün Avrupa karanlık çağı
yaşarken, Avrupa’nın batısındaki bu ülkede parlak bir medeniyetin kurulması
oldu, ki Endülüs’teki bu medeniyetin ömrü Îslâm dünyasının doğusundakinden
daha uzun olmuştur.
Abbasiler döneminde Îslâm toplumu coğrafî olarak genişlemediği gibi
aksine ciddi parçalanmalara uğradı. Zaten Emevîler döneminde genişlemenin
sınırına gelinmişti, neredeyse. Bu sebeple Abbasiler döneminde birkaç
ehemmiyetsiz fetih dışında büyük fetih hareketleri olmamıştı. Hatta daha
imparatorluğun kuruluş safhasında İspanya müstakil olmuş, onu 788’de Fas,
801’de Tunus, 868’de Mısır ve 872’de İran takip etmişti.
Abbasî İmparatorluğu’nun erken denebilecek bir dönemde dağılmaya
başlamasının sebeplerini onlardan evvelki Emevî hanedanlığı döneminde aramak
gerekir. Emevîler’in Arap olmayan halklara yukarıdan bakan tavırları, bu
halklarda Arap aleyhtarlığını kışkırtmış ve bu tavır, Abbasiler dönemindeki
müsamaha ortamında su yüzüne çıkmıştı. Arap aleyhtarı bu hareketlerden birisi
‘Şu’ubiyye hareketiydi. Fuat Köprülü’nün de belirttiği gibi Şu’ubiyye cereyanı,
Arap tahakkümüne karşı diğer Müslüman unsurlarda tabiatiyle hasıl olan kavmî
şuurun uyanmasından başka bir şey değildi43. Köprülü, bu hareketin İslâm
birliğini zayıflatmak gibi fena bir netice doğurmakla birlikte, İslâm muhitinde
güçlü bir hürriyet ve müsamaha havası yarattığına ve millî lisanların edebî dil
41
Lapidus; a.g.e, s: 118
Lewis; a.g.e, s: 93
43
Barthold; a.g.e, s: 100
42
97
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
olarak ihyasına yol açtığına da işaret eder44. Pakistanlı ilim adamı Fazlur
Rahman’a göre ise, Şu’ubiyye hareketinin temelinde Şiilik bulunmaktadır. Ona
göre Şiilik, Irak’ın karışık nüfusu içinde durumundan memnun olmayan
İranlılar’ın işine yaradı ve Abbasiler devrinde aşırı bir İran kültür ve milliyetçilik
hareketi olan Şu’ubiyye’nin ortaya çıkmasına sebep oldu45.
İran kaynaklı bir diğer muhalefet hareketi, Ebu Müslimin 755 yılında
Halife El-Mansur tarafından öldürtülmesi üzerine ortaya çıktı. Horasan ve
Doğu’daki pek çok kişi onun öldüğüne inanmayı reddettiler ve Mehdi olduğunu
ileri sürdüler. Bunlar ‘Ebumüslimiyye’ olarak bilinmektedir46. İran’da ortaya
çıkan ve Ebu Müslim’in Tanrı ile münasebetine dayanan bir doktrin de gene
Horasan’da Mukanna tarafından ortaya atıldı. Kısa boylu, çirkin bir adam olup,
yüzünü daima bir peçe ile örten ve bundan dolayı bu adı alan Hâşim bin Hâkim,
ulûhiyetin çeşitli vücutları işgal ettiğini, nitekim Hz.Adem’den Nuh’a, sonra Ebu
Müslim’e, en sonunda da kendisine geçtiğini söylüyordu47. Ebumüslimiyye
hareketinin de kaynağı olan Hurremiyye hareketi de Horasan’da ortaya çıkmıştı.
Halife Me’mun devrinde hareketin başına Babek’in geçmesi, hareketin
ehemmiyetini arttırmıştı. Hurremiyye hareketi de siyasî bakımdan İranlılar’ın
Araplar’a karşı duyduğu kin ve nefrete dayanıyordu48. Millî bir refleksten
doğduğu için, ilham kaynakları da İran kaynaklı dinler olmuş, Zerdüştçülük ve
Maniheizmin bir sentezinden meydana gelmişti.
Yukarıda zikredilen hareketler bir takım kültürel ve doktrinal farklar ortaya
koymuşlar, ancak siyasî bir bölünmeye yol açmamışlardı. Abbasî
İmparatorluğu’nda siyasî bir bölünmeye yol açan cereyan esas olarak Şiilik oldu.
Başlangıcı bir kabile asabiyyetine ve Emevî-Haşimî rekabetine dayanan Şiilik,
Hz.Hüseyin’in katlinden sonra giderek, kendine has doktrini olan bir İslâmî
fırkaya dönüştü. Ve bundan sonra kendisini siyaseten de tecrit edip, kendi
devletine sahip oldu. Yani Şia’nın doğuş ve gelişim safhasında siyasî faktör
ideolojiyi belirlerken, sonraki dönemlerde ideolojik faktör siyasete yön verdi.
Abbasî İmparatorluğu’ndan ilk kopan bölge Kuzey Afrika oldu. 788
yılında Fas’ın Kuzeyinde Ali ve Fatıma’nın torunlarından İdris tarafından kurulan
İdrisîler Devleti’yle başlayan çözülme, Kuzey Afrika’nın bütünüyle
44
Aynı eser, s: 101
Fazlur Rahman; İslam, Tercüme Edenler: Doç. Dr. Mehmet Dağ – Doç. Dr. Mehmet Aydın,
Selçuk Yayınları, 1. Baskı, Fakülteler Matbaası (İstanbul-1981), s: 217
46
W. Montgomery Watt; İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Tercüme Eden: Doç. Dr. Ethem
Ruhi Fığlalı, 1. Baskı, Umran Yayınları, San Matbaası (Ankara-1981), s: 192
47
Üçok; a.g.e, s: 100
48
Hakkı Dursun Yıldız; İslamiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, Kuşak Ofset (İstanbul-1980), s: 143
45
Etem Çalık
98
İmparatorluk’tan kopmasına varmıştı. Bu bölgenin İmparatorluk merkezinden
uzak olması ve bundan dolayı kontrol edilmesindeki güçlük, Abbasi Halifelerinin
bölgeyi elde tutmak için fazla ısrarlı olmamalarına sebep olmuştu. Hatta
İfrikiyye(Tunus)’de olduğu gibi, Halifelerin bazen bir saltanat, dolayısı ile otonom
bir devlet kurulmasına müsaade ettikleri de olurdu, ki ‘Ağlebîler Devleti’ bu
şekilde otonom olmuştu49. İmparatorluğun Doğu bölgelerinde ortaya çıkan ilk
devlet ‘Tahirîler’ oldu. Bu devlet Îranlı olan ve Farsça konuşan General Tahir
tarafından 821 yılında Horasan’da kuruldu ve 873 yılına kadar hüküm sürdü.
Tahirîler zamanında Horasan’ın merkezi Merv’den Nişabur’a nakledilmiş ve
burası az zamanda medeniyet merkezlerinden biri haline gelmişti50.
Me’mun’dan sonra kardeşi ve bir Türk cariyeden olma Mu’tasım’ın
Halifelik makamına gelişi, Abbasi İmparatorluğu tarihinde yeni bir safhayı
başlattı. Me’mun dönemi nasıl Îslâm tarihinde kültürel ve ilmî bakımdan bir
dönüm noktası olduysa, Mu’tasım’ın hilafet dönemi de siyasî bakımdan bir
dönüm noktası oldu. Bu siyasî dönüşüm daha sonra ehemmiyetli ilmî ve kültürel
dönüşümlere de imkân verecektir. Mu’tasım’la beraber Ortadoğu siyaset
sahnesine yeni bir unsur olarak Türkler dahil oldu. Türkler bundan sonra
Ortadoğu siyaset sahnesinde de hep var olacaklardır. Onların Mu’tasım’la
başlayan Ortadoğu macerası bin yıldan fazla sürecek ve bu bölgede hep belirleyici
rol oynayacaklardır. Bazen iktidarın el değiştirmesini sağlayarak bazen de kendi
devletlerini kurup siyaseten hakim olarak…
Mu’tasım, daha Me’mun’un iktidarı döneminde köle menşe’li dört bin Türk’ten
müteşekkil bir muhafız alayı kurdu. Maveraünnehr’den alınan ve binicilik ve
okçuluklarıyla tanınan Türkler’den başka, Slavlar ve Berberileriler’den alınan
askerlerle halife ordusunun mevcudu hemen hemen yetmiş bin kişiye ulaşmıştı51.
Mu’tasım, 835 yılında hükümet merkezini Samarra’ya taşıdı. Şiî ve
Hanbelî unsurlardan meydana gelen Bağdat, Mutezilî akideye şiddetle karşıydı.
Ayrıca Türk atlılarla yerli halk arasında sık sık meydana gelen tatsızlıklar da
Mu’tasım’ı yeni bir başkent kurmaya sevketmişti52. Samarra 870 yılına kadar
Hilâfetin idarî ve askerî başkenti olmaya devam etti.
Mu’tasım’ın 842 yılında Samarra’da ölümünden sonra oğlu el-Vâsık
Billâh halife oldu (842-847). Onun döneminde Türk komutanlar Halifelik
merkezinde nüfuzlarını o derece arttırdılar ki, Halife onlardan Eşnas isimli birisine
49
Üçok; a.g.e, s: 104-105
Barthold; a.g.e, s: 47
51
İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti, s: 135
52
Aynı eser, s: 135
50
99
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
‘sultan’ unvanı vermek zorunda kaldı. Vasık genç yaşta öldüğünde, Eşnas’ın
halefi Vasıf tahta istediği kimseleri geçirebilecek kadar kuvvet kazandı53. Nitekim
Vâsık’ın 847 yılında genç yaşta ölümü üzerine Vâsıf diğer mülkî erkânla
anlaşarak Mu’tasım’ın diğer oğlu Cafer el-Mütevekkil Billâh’ı tahta çıkardı.
Mütevekkil halife olunca ilk icraatlarından birisi, Memun’dan beri
İmparatorluğun resmî mezhebi olan Mutezile’yi yasaklamak oldu. Hz.Hüseyin’in
Kerbelâ’daki türbesi yıktırıldı ve orayı ziyaret etmek yasak edildi. O zamana
kadar Kur’an’ın mahlûk olduğu akidesine karşı koydukları için hapse atılmış olup,
içlerinde Ahmet bin Hanbel’in de bulunduğu bütün din alimleri serbest
bırakıldılar ve bundan sonra bu konudaki bütün münakaşalar yasaklandı54.
Mütevekkil’in, Türkler’in devlet idaresindeki nüfuzunu azaltarak onları
pasifize etme yolundaki siyaseti bir müddet için muvaffak olduysa da neticede bu
yüzden hem tahtını hem hayatını kaybetti. 861 yılında oğlu tarafından veziri ile
beraber öldürüldü. Türk emirleri tahta Mütevekkil’in oğlu Muntasır’ı, onun 862
yılında ülümü üzerine de Mu’tasım’ın torunu Musta’în’i geçirdiler.
Musta’in dönemi Abbasi İmparatorluğu’nun dağılmaya başladığı bir
dönem oldu. 864 yılında mezhep temelinde ilk siyasî bölünme meydana geldi.
Deylem’in Hazar bölgesinde Abbasî zulmünden kaçan Şiî Müslümanlar yöre
halkını Müslüman yaptılar. Abbasî Halifesini kovdular ve müstakil bir devlet
kurdular55.
Mütevekkil’i öldürdükten sonra Türk emirleri hilâfet merkezinde kontrolü
yeniden ele geçirdiler. Nitekim, onun yerine tahta geçirdikleri Musta’in’i de 866
yılında çekilmeye zorladılar56. Yerine geçirdikleri Mutez de gene 869 yılında
isyan eden Türk askerler tarafından tahtından indirildi ve hapsedildiği
hapishanede öldü57.
Mu’tez’in halifeliği döneminde Mısır’da 868 yılında Tulunoğlu Ahmet
tarafından yarı müstakil Tulunoğulları Devleti kuruldu ve 905 yılına kadar hüküm
sürdü.
53
Brockelmann; a.g.e, s: 108
Aynı eser, s: 108
55
Lapidus; a.g.e, s: 199
56
Yıldız; a.g.e, s: 118
57
Aynı eser, s: 124
54
Etem Çalık
100
Mu’tez’den sonra tahta geçen Mühtedi’nin Türk emirlerinin nüfuzunu
kırmak istemesi hayatına mal oldu. Türk Emirlerinden Musa bin Boğa tarafından
870 yılında tahtından indirilerek işkence ile öldürüldü58.
Artık Abbasî Halifeleri Türk emirlerin elinde oyuncak haline gelmişler ve
böylece merkezin otoritesinin zaafa uğraması neticesinde İmparatorluğun doğu
bölgelerinde bir takım müstakil devletler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Merkezdeki istikrarsızlık yüzünden, İmparatorluğun doğu bölgelerinde
kopmalar devam ediyordu. Nitekim, Mühtedi’nin öldüğü sene İran’da Ya’kub bin
Leys adında bir bakırcı (Saffar)’nın liderliğinde, Saffarîler isminde Fars etnik
temelinde bir başka devlet ortaya çıktı. Mühtedi’den sonra Halife olan Mu’temid
döneminde(870-892) Maveraünnehir’de 874 yılında eski bir Zerdüşt olup
sonradan ihtida eden Nasır adında bir İranlı tarafından Samanoğulları Devleti
kuruldu(874-999).
İran artık Abbasî İmparatorluğu’ndan kat’î olarak kopmuştu. Hatta İran
Abbasî İmparatorluğu’ndan ve Îslâm dünyasının geri kalanından sadece siyaseten
değil, doktrinal bakımdan da kopmuştu. Müslüman Araplar’ın onları diğer
Müslümanlarla beraber ikinci sınıf vatandaş sayarak horlamaları yüzünden olmalı
ki, İran Abbasî Halifeliğinin tam zıddı bir kutupta yer alacak ve muhalefeti temsil
eden Şiîliğin fanatik bir taraftarı ve koruyucusu olacaktır.
Mu’temid döneminde hilâfet merkezi Samerra’dan tekrar Bağdad’a
nakledildi. Prof.Dr.Hakkı Dursun Yıldız daha evvel Samerra’nın Türkler için
kurulup başkent yapıldığını, dolayısıyla hilâfet merkezinin yeniden Bağdad’a
nakledilmesinin, Abbasî İmparatorluğu’nda, siyasî sahada Türk hakimiyetinin
sona erdiğini gösterdiğini belirtmektedir59.
Mu’temid’den sonra Halife olan Mu’tezid döneminde, 900 yılına doğru
mezhep temelinde bir bölünme daha oldu. Bu tarihte Zeydîler Yemen’de Şiî
akidesine dayalı bir devlet kurdular.
Abbasî İmparatorluğu’ndan kopmalar devam ediyordu. 908 yılında Şiî
Îsmaîliye Mezhebine mensup olan Ubeydullah, Kuzey Afrika’da Ağlebîler
Devleti’ne son verdi ve Fatımî Devleti’ni kurdu. Fatımîler’e, Îsmaililer adının
verilmesinin sebebi, Cafer es-Sadık’tan(765) sonraki imamın, büyük oğlu Îsmail
olduğunu kabul etmeleriydi.
58
59
Üçok; a.g.e, s: 123
Yıldız; a.g.e, s: 129
101
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
Mu’tezid’in oğlu Müktefi döneminde (902-905) tekrar Abbasî
İmparatorluğu’na bağlanan Mısır ve Suriye , 930 yılında Şam ve 933 yılında Mısır
valiliğine tayin edilen Muhammed bin Toğuç adlı bir Türk’ün 935 yılında
istiklâlini ilân etmesiyle tekrar İmparatorluktan koptu. Böylece Mısır ve Suriye’de
Türkler’in hakimiyetindeki İhşidler Devleti kurulmuş oldu(935-969).Mısır Abbasî
Halifeliğinden kat’î olarak kopmuştu,artık. 969 yılında dördüncü Fatımî halifesi
el-Muiz tarafından Kahire fethedildi ve İhşidîler Devleti son buldu.
Kahire’nin Fatımîler tarafından fethi, Îslâm tarihinde yeni bir dönemi
işaret ediyordu. Böylece Mısır imparatorluktan sadece siyasî olarak kopmuş
olmayacaktı. Fatımîler Mısır’da sadece bir devlet değil, aynı zamanda Sünnî
Abbasî Halifeliğine rakip bir Şiî Halifeliği de kurdular. Farhad Daftari’nin de
belirttiği gibi, Fatımî Halifeliği’nin 909 yılında kuruluşundan Fatımî Halifesi elMuntasır’ın 1094’teki ölümüne kadar olan 185 yıllık dönem boyunca, Fatımî
halifeleri sadece idareleri altındaki topraklarda değil, Îslâm dünyasının her
yerindeki Îsmailîler’in ana gövdesi tarafından meşru imamlar olarak kabul
edildiler. Yine aynı yazara göre, bu dönem, Îsmailîliğin kendine ait zengin bir
devlet kurduğu ve edebiyatını doruğa ulaştırdığı altın çağıdır60.
Batı Îran’da bir hanedan te’sis etmiş olan Şiî Büveyh ailesi 17 Ocak 946
tarihinde Bağdat’ı işgal etti. Artık halife kendi şehrinin efendisi değildi61. Sünnî
Îslâm’ın idarî ama daha da ehemmiyetlisi dinî merkezi bir Şiî devletin kontrolüne
geçmişti.
Büveyhîler halifeyi yerinde bırakmışlardı. Ama Halifelik artık sadece
sembolik bir makamdı. Bundan sonraki bütün fonksiyonu, sünnî Îslâm’ın birliğini
temsil etmek ve siyasî iktidarlara meşruiyet kazandırmaktan ibaret olacaktı.
Aslında Abbasî Halifelerinin siyasî otoritesinin zayıflamasını, İmparatorluk
ordusunda Türk emirlere salâhiyet verilmesiyle başlar. Abbasî Halifelerinin, Şiî
muhalefetine karşı bir muvazene unsuru olarak düşündükleri bu tedbir, Halifelerin
istedikleri emniyeti temin etmiş, ancak nüfuz ve otoritelerini de oldukça
sınırlandırmıştı. Halifeler daha Mu’tasım(833-842) ve Vâsık(842-847)
dönemlerinde kendi generallerinin kuklaları gibiydiler. Öyle ki generaller
istedikleri gibi halifeleri indirip yerine başkasını geçiriyorlardı62.
Hilâfet merkezinin Şiî hakimiyetine geçmesi ile Abbasî İmparatorluğu
fiilen sona ermişti. Ancak halifelik sembolik olarak devam edecekti. Abbasî
60
Farhad Daftary; İsmaililer – Tarihleri ve Öğretileri, Tercüme Eden: Erdal Toprak, Doruk
Yayımcılık, Ufuk Matbaası (İstanbul-2005), s: 221
61
Lewis; a.g.e, s: 104
62
Aynı eser, s: 104
Etem Çalık
102
İmparatorluğu’nun dağılması, imparatorluğun kurulmasından kısa bir müddet
sonra başlamıştı. Bu erken parçalanmanın ehemmiyetli bir sebebine yukarıda
temas etmiştik. Emevîler’in ırkçı tavırlarının Arap olmayan Müslümanları
İmparatorluğa yabancılaştırması gibi… Abbasî İmparatorluğu’nun dağılması biraz
istisnaî bir şekilde vuku bulmuştu. Lapidus’ün de ifade ettiği gibi Abbasî
Devleti’nin gerilemesi en güçlü olduğu dönemde başladı63. Ancak bu erken
parçalanmada Araplar’ın uzun asırlar boyunca devlet kurmadan kabileler halinde
yaşamalarının ve kabile asabiyyetinin devlet kurmayı önlemesinin, neticeten de
tarihten gelen bir devlet tecrübesine sahip olmayışlarının da rolü olmuş olmalıdır.
Bu hususla alâkalı olarak İbn Haldun da ‘ Araplar vahşi bir millettir.(…) Onlara
göre vahşilik zevkli bir şeydir, çünkü bunda ahkâmın (ve kanunların)
boyunduruğundan çıkmak, siyasî bir liderliğe boyun eğmemek (hür ve serazad
yaşamak) vardır. Fakat bu tabiat umrana aykırıdır ve ona terstir’64 der. İbn
Haldun, Araplar’ın siyasî bir teşkilât kurup yaşatmadaki muvaffakiyetsizliklerini
onların tabiî hallerine, mizaçlarına bağlamakla birlikte, fiilî sebebi teşhiste isabetli
görünmektedir. Asırlardan beri göçebe hayatı yaşamak, Araplar’ın bir devlet çatısı
altında bir araya gelmelerini ve bu devleti müesseseleştirmelerini zorlaştırmış
olmalıdır.
Abbasî İmparatorluğu’nun parçalanıp, sonra da yıkılmasının kendine has
bir hususiyeti daha vardır. Abbasî İmparatorluğu, daha evvelki Roma
İmparatorluğu’nda olduğu gibi dışarıdan yapılan hücumlar neticesinde yıkılmadı.
Roma İmparatorluğu, 3.asrın ilk yarısında başlayan ve neredeyse sonlarına kadar
devam eden istilâlar yüzünden, uzun bir istikrarsızlık ve kaos hali yaşamıştı.
Dolayısiyle, yaşanan bu travma dinî düşüncede içe kapanmayı ve dünyayı
reddetmeyi getirirken, ilmî düşüncede de bir gerilemeye ve irrasyonalizme yol
açmıştı. Halbuki Abbasî İmparatorluğu topraklarında kurulan devletler, daha
evvel Abbasîler tarafından fethedilip halkı Müslümanlaştırılan ülkelerde
kurulmuştu. Yani İmparatorluk, dışarıdan bir hücum ve istilâya uğramadan kendi
içinden parçalanmıştı. Bu sebeple de Roma İmparatorluğu topraklarında meydana
gelen anarşi ve kaos hali yaşanmamıştı.
Hilâfet merkezi olan Bağdat, 9.asrın ikinci yarısından itibaren siyasî
yönden istikrarsız bir devreye girmişti. Halifeler Türk Emirlerin oyuncağı
olmuşlar ve bu Emirler keyiflerince halife tayin ve azleder duruma gelmişlerdir.
Öyle ki 862-870 yılları arasında bu Emirlerin müdahalesiyle halifelik üç kere el
değiştirdi. Bu tarihten sonra Bağdat’ta istikrarsızlık kalıcı hale gelecektir.
63
Lapidus; a.g.e, s: 191
İbn Haldun; Mukaddime – I, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 7. Baskı, Ana
Basın Yayın Gıda İnş. Tic. A. Ş. (İstanbul-2011), s: 364
64
103
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
Merkezdeki bu istikrarsızlık ve bunun yol açtığı zaaf, merkezin nüfuz ve
kontrolünden kurtulan uzak bölgelerde yeni ve güçlü devletlerin kurulmasına yol
açtı. Bunun da İslâm Medeniyeti bakımından neticesi, bu medeniyeti temsil
fonksiyonunun Bağdat’tan bu yeni bölgelere geçmesi oldu. Bağdat önemini
kaybederken; Semerkant, Buhara, Nişabur, Isfahan, Kahire, Fez, Kordoba Îslâm
Medeniyeti’nin yeni merkezleri oldular65.
Abbasî İmparatorluğu’nun parçalanması ile İslâm dünyasında sahneye yeni
aktörler olarak Türk devletleri çıktı. 962 yılında Afganistan’da kurulan Gazneliler
Devleti, 997 yılında Sultan Mahmut’un hükümdar olmasından sonra İmparatorluk
haline geldi. Sultan Mahmut’un ve haleflerinin alim ve san’atkârlara verdikleri
değer, bu coğrafyada ilîm ve san’atın yeşermesini sağladı. Şehname yazarı
Firdevsi, tarihçi Utbi ve filozof,matematikçi ve astronom Ebu Reyhan el-Biruni
bu topraklarda yetişmişlerdi, ki bunlardan sonuncusunun Sultan Mesud’a
astronomi tabloları yaptığını ve dünyanın yuvarlak olduğunu bildiğini Will Durant
zikreder66. Gazneliler İslâmiyet’in Hindistan’da yayılmasını da sağlayarak İslâm
coğrafyasını genişlettiler. Yine Hindistan’da Müslümanlığı yaymak için pek çok
camî, mescit, medrese ve saire yaparak mimarlığın gelişmesini sağladılar67.
1040 yılında meydana gelen Dandanakan Savaşı’nda Gazneliler’in mağlup
olmasından sonra kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu da İslâm Medeniyeti’ne
ehemmiyetli hizmetlerde bulundu. Ama Selçuklular’ın siyasî hizmetleri de oldu.
O sıralarda İslâm’ın Sünnî koluna bağlı halifeliği, Batı İran’daki Buyîler
(Büveyhîler) Mısırdaki Fatımîler, Şiîliğin taraftarı olarak sıkıştırmakta idiler.
Tuğrul Bey’in karşı çıkmasıyla Sünnîler üstün geldi ve Abbasî Halifeliğinin daha
ikiyüz yıl var olması sağlandı68. Tuğrul Bey 1055’te Bağdat’a girdi. Artık Halife
İslâm dünyasının sadece dinî lideriydi. Selçuklular Ortadoğu’ya girerken
barbarların Roma İmparatorluğu topraklarında yaptığını yapmadılar, yakıp
yıkmadılar. Bu hususta Rasonyı de dikkati çeker ve ‘Selçuklu akınının Arap ve
Fars kültürünü sarsmamış ve zayıflatmamış olması onların yararı ve erdemi olarak
belirtilmektedir’69 der.
Selçuklular fethettikleri bölgelerde tahribat yapmadıkları gibi, aksine ilîm,
kültür ve san’atı geliştirme yönünde gayret sarfettiler. Bağdat’ta kurdukları
65
Lapidus; a.g.e, s: 226
Durant; a.g.e, s: 102
67
Çağatay Uluçay; İlk Müslüman Türk Devletleri, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Milli Eğitim
Basımevi (İstanbul-1965), s: 17
68
La’szlo’ Ra’so’nyı; Tarihte Türklük, Tercüme Edenler: H. Z. Koşay – T. Andaç – N. Uğurlu, 2.
Baskı, Örgün Yayınevi, Yaylacık Matbaacılık San. Tic. Ldt. Şti (İstanbul-2008), s: 243
69
Aynı eser, s: 243
66
Etem Çalık
104
Nizamiye Medreselerinde dinî bilgiler yanında felsefe (kelâm), filoloji (Arap dili
ve grameri) ve matematik (riyaziyat, heyet) vb. ilimler okutuyorlardı. Avrupa’da
benzer müesseseler daha geç tarihlerde kurulmuş olduğundan, Bağdat Nizamiyesi
yeryüzünde ilk üniversite sayılmaktadır70.
Selçuklular devri, İslâm Medeniyeti’nin soluklandığı ve yeni bir hamle
kazandığı bir devirdir. Onların döneminde hem şiirde hem de matematik ve
astronomide bir zirve olan Ömer Hayyam (ölm.1131), yine astronomide Ebu’l
Muzaffer Îsfizarî, Îbn Necib’ul-Vasıfî gibi isimler yetişmiştir, ki bunların
hazırladıkları takvim bugün kullandığımız Gregoryen (Miladî) takviminden daha
doğru hesaplara dayanıyordu71.
Endülüs Emevîleri’nin hakimiyetindeki İspanya’da da İslâm Medeniyeti
canlılığını sürdürdü. Hatta denilebilir ki, Endülüs medeniyeti doğu İslâm
dünyasındakinden daha uzun ömürlü oldu. İspanya’da Mesleme İbn
Ahmed(ölm.1007) ve İbrahim el- Zerkali (1029-1087) gibi astronomlar yetişmişti.
Bunlardan Mesleme İbn Ahmed el- Harizmi’nin astronomik tablolarını İspanya’ya
göre ayarlamıştı. İbrahim el- Zerkali ise zamanın en iyi astronomik müşahidi idi72.
Müslümanların medeniyet sahnesine çıkardıkları bir başka ülke de Mısır
oldu. Yaklaşık olarak ikibin yıldır hayatiyetini kaybetmiş ve kabuğuna çekilmiş
olan Mısır, İslâm hakimiyetinde yeni bir medeniyetin mimarları arasında yer
alacaktı. Türk hanedanlar olan Tolunoğulları ve İhşidler, Mısır’da mülkiyet
hakkına, gayrimüslim cemaatlere saygılı davrandılar. İlîm, edebiyat ve güzel
san’atlara büyük ilgi duydular. Her alanda değerli san’at ve ilîm adamlarını
himaye ettiler73. Bu hanedanların hazırladığı altyapıdan sonra Mısır’da asıl
gelişme Fatımîler zamanında meydana geldi. Bu dönemde Mısır hem ekonomik
hem de ilmî yönlerden büyük hamleler yapmış, siyasî gücün temin ettiği emniyet
ticaretin getirdiği zenginlikle
birleşince, ilim hayatı da bu gelişmeden
faydalanmış ve oldukça ileri bir seviyeye varmıştı. Tabiî İslâmiyet’in sağladığı
motivasyon, Ortadoğu ve Ortaasya’da olduğu gibi bu bölgede de bütün bu
gelişmelerin motoru olmuştu. Bu dönemde Kahire gelişmişlik seviyesi
bakımından Bağdat’ı geride bırakmıştı. Ticaret Basra Körfezi’nden Kızıldeniz’e
70
İbrahim Kafesoğlu; Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat A.Ş., 23. Basım, Özener Matbaası
(İstanbul-2003), s: 390
71
Aynı eser, s: 390
72
Durant; a.g.e, s: 209-210
73
Ersal Yavi – Necla Yazıcıoğlu Yavi; Tarihöncesi Çağlardan Günümüzde Modern Dünyanın
Kaynağı Mısır, 4. Baskı, Yazıcı Basım Yayıncılık San. ve Tic. Ltd. Şti (İzmir-2001), s: 136
105
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
kaymış, bütün Kuzey Afrika ve Suriye limanları, kentleri kervan ve gemicilerle
dolmuştu74.
Maddî sahada meydana gelen bu gelişmeler ilmî sahada da yansımasını
bulmuştu. Meselâ Will Durant’ın ifadesiyle İslâm aleminin belki de en büyük
astronomu olan Ali İbn Yunus (ölm.1009 ve Ortaçağ Avrupası’nda Alhazen diye
tanınan riyaziyeci ve mühendis Muhammed İbnü’l Hişam gibi değerler yetişmişti
Mısır’da75. Yine aynı yazara göre Bacon, Witelo ve diğer Avrupalılar mikroskop
ve teleskopa doğru giden ilerlemelerinde Hişam’ı örnek almışlardı76.
Mısır’da medeniyetin bu derece inkişaf etmesinde, çok sayıda faktör
beraberce rol oynamıştı. Burada Müslüman hakimiyetinin kurulmasından ve
zengin bir ticarî hayat meydana getirilmesinden sonra bolluk ve refah da artmış,
bu da bölgeyi başka halklar için cazip hale getirmişti. Nitekim 10.yüzyıla
gelindiğinde, artık Mısır sakinlerinin çoğunluğu İslâmiyeti benimsemiş ve bu
zengin ve bereketli topraklara yerleşmek üzere dalgalar halinde göç eden
Araplar’la evlilik yoluyla akraba olmuştu77. Böylece Araplar Mısır’a tek Tanrılı
dini ve ilmî düşünceyi getirirken, oradaki medeniyet mirasından da faydalandılar.
Mısır Müslümanları Kopt asıllı tabilerinden kakma usûlüyle kutu, kasa, masa
vs.yi süslemeyi, deri, ağaç, fildişi, kemik işçiliğini öğrendiler. Yine Koptlar’dan
tahta levhalar yardımıyla kumaş üstüne baskı yapma tekniğini aldılar. Sonradan
bu teknik Müslüman Mısır’dan Haçlılar vasıtasıyla Avrupa’ya aktarıldı78.
Mısır’ın dinen müslümanlaşırken etnik olarak da Araplaşmaya başlaması, İslâm
toplumu ve medeniyetiyle bütünleşmesini ve bu medeniyetin inşasında rol
oynamasını mümkün kıldı. Mısır’ın İslâm Medeniyeti’ne katkı yapmaya
başlamasının, Bağdat’tan yaklaşık bir buçuk asır, fethinden üç asır sonra ancak
mümkün olmasının sebebi bu olsa gerek.
İranlılar ve Türkler gerçi Araplaşmadılar ama ancak Müslüman olduktan
sonra İslâm Medeniyeti’nin mimarları arasına girdiler. Bunun istisnası Yahudiler
oldu. Onlar dinlerini değiştirmediler, Musevi kaldılar. Ama aynı zamanda İslâm
Medeniyetinin inşasında pay sahibi oldular.
Müslümanların bu derece geniş bir coğrafyaya hakim olarak, her sahada
kalıcı eserler ortaya koyan bir medeniyet vücuda getirmelerinin altındaki saik, her
74
Aynı eser, s: 137
Durant; a.g.e, s: 179
76
Aynı eser, s: 180
77
Afaf Lutfi al – Sayyıd Marsot; Mısır Tarihi – Arapların Fethinden Bugüne, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1. Basım, Step Ajans (İstanbul-2010), s: 11
78
Durant; a.g.e, s: 177
75
Etem Çalık
106
şeyden evvel, İslâmiyet’in sağladığı motivasyondu. Ancak, evvelki bahislerde de
ifade ettiğimiz gibi, eğer Müslümanlar Arabistan’a siyaseten hakim olmasalardı,
bir medeniyet kurmaları mümkün olamazdı. Ne var ki tek başına siyasî hakimiyet
bir medeniyeti kurmak için yeterli bir faktör değildir. Tarihte bunun onlarca misali
gösterilebilir. Nitekim, Müslümanlardan evvel Ortadoğu’da, sonuncusu Romalılar
olan, çeşitli imparatorluklarca hakimiyet kurulmuş olmasına rağmen, bugün
bölgede kalıcı olan, İslâm Dini ve onun kültürüdür. Meselâ Büyük İskender
M.E.336 yılından 323’te ölümüne kadar bütün Ortadoğu’yu fethetmiş, ancak
ölümünden yirmi yıl kadar sonra imparatorluğu dağılmıştı. Fethettiği bölgelere
Yunan ilim ve kültürünü taşımış ve kendi adıyla kurduğu İskenderiye, sahip
olduğu etnik ve kültürel çeşitlilik ve tevarüs ettiği tarihî miras sayesinde, M.E.4.
ve M.S.2. asırlar arasında bir ilim merkezi haline gelmişti. İskenderiye’deki bu
gelişme Alfred Weber’in belirttiği gibi Roma Devleti’nin merkezileşmesiyle
II.yüzyılda birdenbire durdu79. M.E.30 yılında İskender’in haleflerinden
Ptolemaios Hanedanının Romalılarca ortadan kaldırılmasından sonra İskenderiye
ilmî hareketteki öncülüğünü kaybedecek ve Müslümanların hakimiyetine kadar
sönük bir devreye girecekti.
Roma İmparatorluğu devraldığı Yunan mirasını yeni sentezlerle
zenginleştirip daha ileri bir noktaya taşımak şöyle dursun, ya İskenderiye’deki
ilmî harekette olduğu gibi gerilettiler ya da felsefede olduğu gibi, dondurup
Hrıstiyanlık’ın emrine verdiler. Yani Romalılar Yunan dünyasına siyasî olarak
hakim olmalarına karşılık, kültürel olarak hiçbir zaman hakim olamadılar.
Braudel’in ifade ettiği gibi ‘Roma’nın meydana getirdiği ön cephenin gerisinde
Yunan uygarlığı yerli yerinde kalmış ve Roma İmparatorluğu’nun 5.yüzyılda
çöküp, Bizans’ın nöbeti devralmasıyla –ki Bizans Yunan uygarlığıdır- yeniden
egemen hale gelmiştir’80. Charles Freeman da Yunanca’nın daima Doğu
İmparatorluğunun ilk dili olarak kaldığını söyler81.
Romalılar ilmî ve felsefi hareketleri durdurup geriletmekle kalmadılar,
Ortadoğu’da tek Tanrılı bir din olarak ortaya çıkan Hrıstiyanlık’ı da politeist
inançlarla karıştırıp tahrif ettiler. Yani bin yıldan fazla bir müddet hüküm sürmüş
olan Roma İmparatorluğu –ki, imparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra Doğu Roma
İmparatorluğu da bin yıldan fazla yaşamıştı- medeniyet dünyasına hukuk dışında
ciddi bir miras bırakmamıştı. Bu da sadece teknik olarak ileri olup, insanî
79
Weber; a.g.e, s: 106
Fernand Braudel; Uygarlıkların Grameri, Tercüme Eden: Mehmet Kılıçbay, İmge Kitabevi
Yayınları, 1. Baskı, Zirve Ofset (Ankara 1996), s: 67
81
Charles Freeman; Mısır, Yunan ve Roma – Antik Akdeniz Uygarlıkları,Tercüme Eden: Suat
Keman Angı, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Pelin Ofset (Ankara-2005), s: 508
80
107
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
bakımdan son derece zayıf ve utanç verici idi. Bu hukuk sisteminde köleler
hukuken ‘şahıs’ (kişi) sayılmadıklarından haklardan faydalanamazlardı. Hak
sahibi olamazlar, borç altına giremezlerdi(….) Nitekim köleler gerek Eşya
Hukukunda gerek Borçlar Hukukunda bir mal gibi işlem görürlerdi82.
Roma İmparatorluğu Akdeniz çevresinde meydana gelen bütün
medeniyetlerin (Mısır, Yunan, Fenike, Helen, Mezopotamya vs.) mirası üzerinde
kurulduğu halde bir sentez meydana getirememiş ve üstelik de skolastik zihniyeti
doğurarak Avrupa’yı bin yıl daha sürecek bir karanlık çağa sokmuştu. Halbuki
İslâmiyet bir çöl toplumunda ortaya çıkmıştı. Gerçi Mekke ticaret yoluyla
zenginleşmiş ve farklı kültürlerle temas neticesinde ufku genişlemiş bir toplumdu.
Fakat asırlardır bir devlet teşkilâtına sahip olmadığı gibi toplumda da bir birlik ve
düzen yoktu. Kabile asabiyetine dayanan rekabet ve kavgalarla toplum kendini
tüketiyordu. Bu asabiyetin daha sonraki dönemlerde bile tam olarak ortadan
kalkmadığını ve İslâm toplumuna ne derece pahalıya malolduğunu evvelki
bahislerde görmüştük.
Hz.Muhammed’in öncülüğünde bu kabileler asırlardır ilk defa olmak üzere
birlik haline gelmiş ve Abbasiler’le beraber de tarihin en büyük
medeniyetlerinden birine giden yol açılmıştı. Bu hamlenin başlatıcısı ve itici gücü
tabiî ki her şeyden evvel dahil oldukları İslâm Dini ve onun Peygamberi idi.
Bravdel’e göre de ‘eğer o olmasaydı; rakip kabileler ve kabile federasyonları
halinde parçalanmış, yabancı etkilere, İran’ın, Hrıstiyan Etyopya’nın, Bizanslı
Suriye ve Mısır’ın sömürgeleştirici çabalarına açık olan Arabistan, birliğini
kuramaz ve bu talancıları iyice kuzeye süremezdi83.
Dört Halife ve Emeviler devrinde fethedilen ülkeler, Abbasiler devrinde
kültürel olarak da İslâm toplumuna dahil edildi. Buralarda yaşayan toplumlar
sadece Müslüman olmakla kalmadılar, İranlılar ve Türkler dışında, Arapçayı da
resmî ve günlük dil olarak benimsediler. Emevî Halifesi Abdulmelik, daha sonra
Şamlı Loannes(655-749) adıyla keşiş olacak bir Hrıstiyan danışmanını 700 yılında
çağırarak, bundan sonra devlet dairelerinde Yunanca kullanımını kaldırdığını
bildirmiştir84. Yani Yunanca’nın bu bölgede 7.asrın başlarına kadar sürdürdüğü
hakimiyet, ancak İslâmî hareket devresinde sona ermişti.
Müslümanların, fethettikleri bölgelere kültürel olarak da hakim olmalarını
ve bu hususta Romalılar’dan farkını Montgomery Watt şöyle izah etmektedir.
82
Özcan Karadeniz Çelebican; Roma Hukuku, Ankara Üniv. Hukuk Fakültesi Yayını, 3. Basım
(Ankara-1982), s: 135
83
Braudel; a.g.e, s: 69
84
Aynı eser, s: 96
Etem Çalık
108
‘Gerçekte Yunanca, Yunana’dan Latince’ye herhangi bir tercüme olmaksızın
kendi kültürünün bir vasıtası olarak kalırken, Roma imparatorluk kültürü Yunanca
oldu. Hilâfetteki durum çok farklı idi. Arabistan dışına taştıkları zaman,
Arablar’ın edebiyatta, Kur’an ile şiir ve hitabet geleneğinden başka bir şeyleri
yoktu. Buna rağmen Arapça yalnızca hükümet ve din dili olmakla kalmadı, aynı
zamanda ilim, felsefe ve edebiyat dili oldu85. Yani İslâmî hareket, başlangıçta
avantajsız bir noktada olmasına rağmen , RomA İmparatorluğu’nun yapamadığını
yapmış ve kendi hüviyetini kaybetmeden muazzam bir coğrafyaya kendi
damgasını vurabilmiştir.
5.
NETİCE
İslâm Medeniyeti’nin siyasî kaynaklarını ortaya koymaya çalıştığımız bu
makale, muhakkak ki meseleyi bütün açıklık ve teferruatiyle izah etmek
iddiasında değildir. Biz burada sadece bu medeniyetin ortaya çıkmasında siyasî
faktörün nasıl bir rol oynadığını göstermeye çalıştık. Birkaç asra damgasını vuran
bu medeniyet, çok daha titiz ve şümüllü bir incelemeyi gerektiren bir vakıadır.
İslâm Medeniyeti belki de tarihteki en dikkat çekici ve nev’î şahsına
münhasır bir hadisedir. Bu sebeple de üzerinde çokça düşünülmesi, çok iyi tahlil
edilmesi ve çok ders çıkarılması gerekmektedir. Müslüman alimler, Batı
Avrupa’ya Antik Yunan filozoflarını tanıttıkları gibi, tıptan astronomiye,
matematikten kimyaya kadar her sahada ortaya koydukları eserler ve yaptıkları
keşif ve icatlarla Batı Medeniyeti’nin yaratılmasında mühim bir rol oynadılar.
İslâm Medeniyeti’nin kurulup geliştiği topraklar bugün gene eski kıraç
haline dönmüştür. Vaktiyle üç kıtaya ışık yayan bir medeniyetin beşiği olan bu
coğrafya, bugün cehalet, tembellik, terör ve huzursuzluk dışında bir şey
üretmemektedir. İslâm toplumlarının üzerinde düşünüp kendilerini sorgulamaları
gereken asıl mesele de budur. ‘Dün oradaydık da bugün niye buradayız?’ Tabiîdir
ki, İslâm Medeniyetinin gerileyip çökmesinden dolayı İslâm toplumlarını
suçlamak doğru değildir. İlkçağlardan beri ortaya çıkıp da bugüne intikal etmiş bir
medeniyet yoktur. Hatta Batı Medeniyeti’nin ilham kaynağı olan Antik Yunan
Medeniyeti, Aristo’dan sonra sükût etmiş olduğu gibi, Yunan toplumunun Batı
Medeniyeti’nin kurulmasında hiçbir katkısı yoktur. Modern Avrupa’yı hazırlayan
keşif ve icatların hiçbirinin altında Yunan imzası bulunmamaktadır. İslâm
toplumlarının asıl kusuru, bugünkü çürümüşlükten kurtulmaya çalışmak bir tarafa,
rahatsızlık bile duymamalarıdır.
85
Montgomery Watt; a.g.e, s: 217
109
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
Avrupa Ortaçağ karanlığında yaşarken, müslümanlar muazzam bir
coğrafyada, bir medeniyetin inşası için lâzım olan her şeyi nerede bulmuşlarsa
almışlardır. Herhangi bir kompleks duymadan gayrimüslimlerden faydalanmışlar,
bunu yaparken kendi hüviyetlerini de muhafaza etmişlerdir.
İslâm toplumu, Hrıstiyanlık ve Zerdüştlük gibi iki köklü dinin ve Bizans
ve İran gibi, biner yıllık siyasî geçmişe sahip iki imparatorluğun arasında doğmuş
olmasına ve başlangıçta onlardan çok daha geri ve avantajsız durumda
bulunmasına rağmen, her iki imparatorluğu da savaş meydanlarında mağlûp
etmiştir. Bunlardan İran’ı fethettiği gibi, İslâmiyet dairesine de almıştır. Doğu
Roma İmparatorluğu’nun da Afrika ve Asya’daki topraklarını (Anadolu hariç) ele
geçirmiş ve bu bölgeleri de Müslümanlaştırmıştır.
Bugünkü İslâm dünyasında, müslümanlar başka din mensuplarına
müsamaha etmek bir yana kendi aralarında bile, müsamahayı birbirlerinden
esirgemekte, canlı bomba olup birbirlerini katletmektedirler. Bunu da kendilerine
göre ‘ Allah rızası için’ yapmaktadırlar. Bugün İslâm dünyasının her şeyden evvel
yeni bir insan, cemiyet ve dünya anlayışına ihtiyacı vardır. Avrupa Rönesans
medeniyetini yaratırken nasıl, ilhamını Antik Yunan’dan aldıysa, Müslümanlar da
yeni bir medeniyet için ilhamlarını Ortaçağ İslâm Medeniyeti’nden almalıdırlar.
Çünkü o medeniyetten halâ alınacak birçok ders vardır.
Kaynakça
[1] Afaf Lutfı al-Sayyıd, Marsot, Mısır Tarihi- Araplar’ın Fethinden Bugüne,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2010
[2] Alfred, Weber, Felsefe Tarihi, Ter. H.Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, İstanbul
1998
[3] Andre, Miquel, İslâm ve Medeniyeti-Doğuştan Günümüze-I.Cilt, Ter. Ahmet
Fidan- Hasan Menteş, Birleşik Dağıtım Kitabevi Yayınları, Ankara 1991
[4] Bahriye, Üçok, İslâm Tarihi- Emeviler-Abbasiler, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayını, Ankara 1979
[5] Bernard, Lewis, Ortadoğu, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2007
[6] Çağatay, Uluçay, İlk Müslüman Türk Devletleri, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayını, İstanbul 1965
Etem Çalık
110
[7] Carl, Brockelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, Ter. Prof.Dr.Neşet
Çağatay, Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1992
[8] Charles, Freeman, Mısır, Yunan ve Roma-Antik Akdeniz Uygarlıkları, Ter.Suat
Kemal Angı, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005
[9] Ersal, Yavi- Necla Yazıcıoğlu, Yavi, Tarih öncesi Çağlardan Günümüze
Modern Dünyanın Kaynağı Mısır, Yazıcı Basım Yayımcılık San. ve Tic.Ltd.Şti,
İzmir 2001
[10] Ethem Ruhi, Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Selçuk Yayınları,
İstanbul 1986
[11] Farhad, Daftary, İsmailîler-Tarihleri ve öğretileri, Ter.Erdal Toprak, Doruk
Yayımcılık, İstanbul 2005
[12] Fazlur, Rahman, İslâm, Ter.Doç.Dr.Mehmet Dağ-Doç.Dr.Mehmet Aydın,
Selçuk Yayınları, İstanbul 1981
[13] Fernand, Braudel, Uygarlıkların Grameri, Ter.Mehmet Ali Kılıçbay, İmge
Kitabevi Yayınları, Ankara 1996
[14] Hakkı Dursun, Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980
[15] Ira M., Lapidus, İslam Toplumları Tarihi-Cilt 2, Ter. Yasin Aktay, İletişim
Yayınları, İstanbul 2010
[16] İbn Haldun, Mukaddime-I, Haz.Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
2011
[17] İbrahim, Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003
[18] İslâm Tarihi- Kültür ve Medeniyeti- I.Cilt, Yayın Yönetmeni; Dr.İsmail
Kıllıoğlu, Hikmet Yayınları, İstanbul 1988
[19] Karl, Vorlander, Felsefe Tarihi, Ter. Mehmet İzzet- Orhan Saadeddin, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004
[20] Kitab-ı Mukaddes-Eski ve Yeni Ahit, Yeni Ahit-Korintoslulara Birinci
Mektup, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul 1969
[21] Kur’an-ı Kerim
[22] Laszlo, Rasonyı, Tarihte Türklük, Ter.H.Z.Kaşay, T.Andaç, N.Uğurlu, Örgün
Yayınevi, İstanbul 2008
111
İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları
[23] Machiavelli, Hükümdar (II Principe), Ter. H.Kemal Karabulut, Sosyal
Yayınlar, İstanbul 1998
[24] Maxime, Rodinson, Hazreti Muhammed, Ter. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınlar,
İstanbul 1994
[25] Mircea, Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi-Cilt 2, Gotama
Budha’dan Hristiyanlık’ın Doğuşuna, Ter. Ali Berktay, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul 2003
[26] Neşet, Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, A.Ü İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara 1982
[27] Özcan Çelebican, Karadeniz, Roma Hukuku, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayını, Ankara 1982
[28] Server, Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- İnsanlık Tarihine GirişI:İlkçağ, Say Yayınları, İstanbul 1988
[29] Tacettin, Şimşek, İsevîlikten Hristiyanlığa, Ekin Yayınları, İstanbul 2005
[30] W., Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara 1973
[31] W.Montgomery, Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül
Ter.Doç.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı, Umran Yayınları Ankara 1981
Devri,
[32] W.Montgomery, Watt, İslâm Nedir, Ter. Elif Rıza, Birleşik Yayıncılık,
İstanbul 1993
[33] Will, Durant, İslâm Medeniyeti, Ter. Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001
Temel Eser Yayınları
Download