Avrupa Aleviliği

advertisement
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
aralık 2015 | yıl 21 | sayı 246
“Esas sorun devletin
ya da Sünnilerin
kendi varlık
alanlarını terk
etmiş olmaları
ile baş
gösteriyor.”
s. 44
Avrupa
Aleviliği
Necdet Subaşı
ile Alevi Özne
Üzerine Söyleşi
s. 32
Kebap Avrupa
Değerlerini Tehdit
Ederse
s. 14
Fuat Mansuroğlu
İle Alevilik Tanımı
Üzerine Söyleşi
s. 40
UMRE
2016
Beytullahʼı
ziyarete
gidiyoruz!
ŞUBAT/MART/NİSAN UMRESİ
EMEKLİLER UMRESİ
MAYIS/HAZİRAN/RAMAZAN UMRESİ
ARALIK (YILBAŞI) UMRESİ
• Üniversitelilere ve 25 yaş altı gençlere özel fiyatlar
• Çocuklu ailelere eğitmenler eşliğinde kreş hizmetleri
• Emeklilere belirli tarihlerde özel fiyatlar
• Okul tatilleriyle uyumlu tarihler
• Almanca ve Arapça rehberlik eşliğinde müstakil kafileler
• Türkiye’den Hennes Tour aracılığıyla yakınlarınızla birlikte umre fırsatı
Türkiye Temsilciliği|Hennes Tour
T +90 332 3515055 (Konya)
T +90 212 6355593 (Istanbul)
T +90 312 3113130 (Ankara)
[email protected]
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH
Boschstraße 61-65
D-50171 Kerpen
T +49 2237 9746-0
F +49 2237 9746-19
www.igmgreisen.com
igmgreisen
Selamların
en güzeli ile
K
Avrupa Aleviliği Özelinde Aleviliği Anlamak
imi zaman İslam’ın özü, kimi
zaman İslam dışı bir din, kimi
zaman bir erkân ve yol olarak
tanımlanıyor Alevilik. Bu farklı
tanımlama çabaları esnasında tartışılan sorular oldukça fazla: Aleviliğe ait bir teolojinin olup olmadığı ya da onun bir teolojiden uzaklaştırılmaya çalışıldığına dair sorulara Aleviliğin
İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı olduğuna dair
yorumlar ekleniyor. Bu farklı yorumların sadece teolojik bir yanı da yok üstelik; tüm bu yorumlar aynı
zamanda Alevilerin diğer Müslüman gruplarla ilişkileri, Avrupa genelinde İslam ve göç söylemlerindeki
pozisyonları ya da Aleviliğin Türkiye’deki konumu
gibi siyasi soruların tartışılmasını da beraberinde getiriyor. Oysa Aleviliği, Sünnilik içinde eritmeye çalışan çabalar kadar, onu İslam’dan koparmaya, İslam
öncesi motiflerden beslenen münferit bir din olarak
tanımlamaya dair çabalar da aynı oranda siyasi. Bu
siyasi izler kendisini en çok Aleviliği, dindarlığın
(ya da siyasi düzlemde muhafazakârlığın) karşısında
konumlandıran sol hareketlerde belirgin hâle getiriyor. İşte tam da bu esnada Aleviliği anlama çabalarının politize olmamış bir zeminde gerçekleşmesi
önem arz ediyor.
Öte yandan bu tartışmalar Alevilerle Sünniler
arasındaki ilişkinin birçok bağlamda “düşman” imgelemi üzerine kurulu olmasıyla kördüğüme dönüşebiliyor. İki tarafta da ön yargıları sarsmamaya kararlı
tavırlar var: Biri öbürüne “Sivas’ın katilleri” gözüyle bakarken, öteki diğerine “makbul Müslüman” tekeli üzerinden tahakkümvari bir tavırla yaklaşıyor.
İki tarafta da düşmanlık üzerinden kimlik bulan, bu
nedenle de o düşmanı tanımak, onunla karşılaşmak,
ona dokunmak istemeyen bir damar var.
Biz bu damarı yırtmak, bu suni ve lüzumsuz
düşman algısını dağıtmak amacıyla bir dosya hazır-
ladık. Dosyamızda bütün siyasi-konjönktürel çabaların gölgesinde Alevilerin kendilerini nasıl tanımladığını ele aldık. Bu şekilde Aleviliği “tartışmalı” bir
konu olarak addedip kuşatıcı bir iddia ile onu Sünnilik üzerinden okumak yerine, onu kendi kaynakları
ve tanımları ile ortaya koymaya çalıştık. Bunun için
de Alevilerin kendilerini neye nispet ettiklerini anlamaya gayret gösterdik. Tüm farklı görüşlerin bizzat
sahipleri tarafından dillendirilmesi hassasiyetimizi
bahsi geçen ön yargılar aşılmadığı için tam anlamıyla gerçekleştiremediğimizi de belirtmeliyiz.
Aleviliği daha iyi anlamaya yönelik hazırladığımız dosyada Avrupa Aleviliğini Anadolu Aleviliğinden ayıran noktaları ve diasporada olmanın beraberinde getirdiği kimlik dönüşümünü ele alarak
bu örnekliğin diğer Müslüman cemaatlere neler
anlatabileceğinin peşine düştük. İlyas Üzüm kavramlara ışık tutarken, Elise Massicard Avrupa’da bir
dinî cemaat olarak Alevileri ele aldı. Necdet Subaşı ile klasik Alevi öznenin dönüşümü, Avrupa Ehl-i
Beyt Alevi Federasyonu Başkanı Fuat Mansuroğlu
ile Alevilik tanımı üzerine konuştuk. Ahmet Taşğın
bizlere Aleviliğin erkân ve esaslarını anlatırken Aleviliğin, kamu tarafından Türkiye’deki makbul Müslümanlığın karşısında nasıl bir antitez olarak görüldüğüne açıklık getirdi.
Gündem kategorimizde Mehmet Köse’nin 1 Kasım değerlendirmesi ile Murat Gümüş’ün Almanya
İslam Konferansına dair yorumları yer alırken, Dünya kategorimizde Myanmar’daki seçimleri Shah
Syed analiz etti.
Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere.
Kalbî selamlarımla,
» Bekir Altaş
İçindekiler
18
GÜNDEM
10 1 Kasım, Diaspora İçin
Ne Anlama Geliyor?
22
d o s ya
İslam’da “Mezhep”
Gerçekliği:
Sünnilik, Şiilik, Alevilik,
Nusayrilik
©
Türkiye’de geride bıraktığımız 1
Kasım seçim sonuçları, birçok açıdan sosyolojik ve siyasi analizlere
tabii tutuluyor. Bu bağlamda yurt
dışında kullanılan oyların analizi
de seçim sonuçlarına sayısal etkisinin yanında yurt dışı seçmenin
davranışı ve siyasi partilerin
diaspora söylem ve politikaları
açısından irdelenmeli.
Alman İslam
Konferansı’nda “Sosyal
Hizmet” Tartışması
Shutterstock.com/thomas koch
GÜNDEM
GÜNDEM
28
d o s ya
Aleviliğin Avrupa’da
Dinî Cemaat Olarak
Varlığı
neco
Fransa’da Béziers Belediye Başkanı Robert Ménard, Avrupa değerlerini korumak adına kebaba
savaş açtı. Kebabı “otantik Fransız
kültürü”nün karşısında konumlandıran bu anlayış, Fransa’nın
farklılıklarla yaşam konusundaki
imtihanının da bir parçası.
©
14 Kebap Avrupa Değerlerini Tehdit Ederse
32
Kapak
Kapak tasarımı:
Ali Can Meydan
d o s y a / S Ö YL E Ş İ
“Klasik Alevi Öznenin
Varlık Alanı Çarpıtılıp
Dönüştürülüyor.”
Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg.
org | E-Mail: [email protected] | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî
İslam Toplumu Millî Görüş
Aylık Haber-Yorum dergisi
Aralık 2015
Dezember 2015
yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 246
Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel
Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan
• Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı |
Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar, Elif
Zehra Kandemir, Ali Çolak Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural,
36
D O S YA
Tasavvuf ve
Alevilik
40
D O S Y A / S Ö YL E Ş İ
“Biz Aleviler, Kendimizi
Arayan Bir Cemaatiz.”
1 S O R U / 3 C E VA P
49 Bir Olmak, Diri Olmak
Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, “Bir olalım, iri
olalım, diri olalım.” der. Yaşadığımız
çağda insanların ortak değerler etrafında buluşup düşmanlığı bırakmasının
anahtarı ne sizce?
44
D O S Y A / S Ö YL E Ş İ
©
Flickr.com/carnagenyc
“İktidar ve Sünnilik
Aynı Düzleme Gelince
Aleviler Daha Fazla
Kuşatıldılar.”
50
D Ü N YA
Myanmar’da Demokrasi Zaferi:
Rohingya Müslümanlarını Ne Bekliyor?
54
D Ü N YA
Kudüs’te Sömürgeci
Şiddet Sürüyor
ÜMMET MOZAĞİ
58 Cebeli Tarık’ın İncisi:
Fas
Afrika ve Avrupa arasında bir ara
yüz olarak bilinen ve beşeri yapısı
yüzyıllardır süregelen göç dalgaları ile
şekillenen bir ülke Fas. Akdeniz’le Atlas
Okyanusunu buluşturan Cebelitarık
Boğazı ile Avrupa kıtasından ayrılan
Fas Krallığı, Batı dillerinde Marocco,
Maroc olarak bilinirken, Arapça’da El
Mağrip veya El Memleket’ül Mağribiye,
Türkçe’de ise Fes şehrinden dolayı Fas
diye adlandırılmış. Yaklaşık 33 milyon
nüfusu ile Arap ülkeleri arasında en
kalabalık nüfusa sahip dördüncü ülke.
Önsöz
İçindekiler, Künye
Okuyucu Mektupları
Basında Öne Çıkanlar
Gündemden Kısa Kısa
Portre
Kitap Tanıtımı
Rabia Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: [email protected], [email protected]
Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için,
99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die Verantwortung
für die Artikel liegt bei den ­Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan Servisi: T
+49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: [email protected] | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik Hizmetleri:
Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: [email protected] | Jahresabonnement/Yıllık
abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.
Okuyucu Mektupları
Perspektif 245/2015
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
KASIM 2015 | YIL 21 | SAYI 245
“Siyasetçiler
korku körükleyip oy hesabı
yapmak yerine
daha sorumluluk sahibi bir dil
benimsemeli.”
s. 18
DÖNÜŞÜMÜN TETİKLEYİCİSİ:
AZINLIK
08
ETKİSİ
9 772195 547004
İslami Terimler Alman Kamuoyunda
Nasıl Tanımlanıyor?
s. 26
“Çoğunluk, Kendi Kötü
Resmini Aktaracağı
Kurbanlar Arar.”
Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık:
Myanmar
s. 36
s. 48
Mültecilerin Güvenli
Liman Arayışında Türkiye,
AB ve Sivil Toplum
Flickr.com/campact
Gündem
©
Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında
Türkiye, AB ve Sivil Toplum
Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği
ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda
Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin
yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan
mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor. Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü
Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen
akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan, Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve
daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu
ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak,
Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten
beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda
kendisini hissettiriyor.
Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi
ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri
rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri
görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu
an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin
teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke konumunda.
AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf
ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro
tutarında finansal destek vaadinde bulundu.
AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok
açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini
kontrol altına alması.
Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim
ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin
Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine engel olduğunu belirtmekte yarar var.
Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan
toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor.
Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil
Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük
botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan
binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu
yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olsun?
Neden mülteciler için alınması gereken küresel sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB
liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe
gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel
ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan
Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri topraklarında daimi olarak ağırlamaya
niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB
içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler
ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir
konu.
Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan
kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin daha çok tercih edilen bir rota olmasına
neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir
AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güçK A S I M 2015 • S AY I 245 • P E R S P E K T İ F
©
P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 5 • K A S I M 2 0 1 5
Flickr.com/Michael Gub
MAURIZIO ALBAHARI*
12
Albahari’nin yazısı birçok önemli noktaya değiniyor. AB, sınırlarına dayanan mülteci akınına
kollektif bir çözüm üretmediği
sürece sığınmacıların sınırlardaki çilesi ve bazı ülkelere orantısız dağılımı, buna bağlı olarak
barınma problemleri ve kaldırım
kenarlarında, parklarda uyuyan
ve yaşayan mülteci ailelerin görüntüleri gelmeye devam edecek.
Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma
ve değiştirme hakkına sahiptir.
Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır.
Bize görüşlerinizi bildirmek için:
Adres Perspektif
Colonia-Allee 3,
D-51067 Köln
Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47
Fax
+49 221 942 240 21
[email protected]
6
kullanıldığı propaganda örneği,
siyasetin sınır tanımayan manipülatif karakterini yansıtan çarpıcı bir örnek. Bilhassa İslam’ın
Batı tarafından demonize edildiği günümüzde üzerinde derin
araştırmalar yapılması gereken
bir konu.
Fatih Taşçı, Lyon
Kasım ayı dosya konunuz “Azınlığın Etkisi” gerçekten pek çoğumuzun belki de üzerinde düşünmediği
oldukça ilginç bir hususa dikkat çekiyor. Avrupa’nın
çeşitli ülkelerinde azınlığı teşkil eden bizler bence
“sosyal dönüşümün tetikleyicisi”olarak tanımlanan
bu potansiyelin farkında değiliz. Dosya ile ilgili tek
eleştirim konuyla alakalı yazı içerikleriyle söyleşiler
arasında bir bütünlük olmaması. Yazıların kapsamlı
ve nesnel içeriğine karşı söyleşiler oldukça bireysel
ve cılız kalmış. Kanaatimce dosyada bu konu üzerine çalışmalar yapmış bir araştırmacıyla somut
örnekler üzerinden yapılmış bir söyleşiye de yer verilmeliydi. Akif Emre Yağcı, Bern
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
13
Sosyal Dönüşümün
Tetikleyicisi: Azınlıklar
Dünya üzerinde toplumsal alanda büyük değişimlere neden
olan örneğin siyahi sivil haklar
ve kadın hakları hareketleri ve
hatta toplumları dönüştüren nebevi öğretilerin bile çok küçük
bir azınlığın tutarlı ve istikrarlı
talepleriyle mümkün olduğunu
görüyoruz. Fakat biz günümüz
Müslümanlarında bu ruh yok.
Kendi cemaat ve kültür çevremizin dışına çıkamadığımız sürece
Avrupa’da azınlık içinde azınlıklar olarak kalmaya devam edeceğiz. Meşru hak ve taleplerimiz
konusunda bile ortak bir tavır
geliştiremedikten sonra şu veya
bu hükûmet Müslüman vatandaşları ciddiye almıyor diye sızlanmaya hakkımız yok.
Zekeriyya Cansız, Viyana
Bu ve benzeri manzaralar da zaten uzun zamandır yükselişe geçen aşırı sağcıların ekmeğine yağ
sürüyor. Sivil toplumun mültecilere sunacağı maddi ve manevi
desteğin rolü tabii ki yadsınamaz, fakat şu anda en öncelikli
ve çözüm bekleyen şey meselenin siyasi boyutu, yani mültecilerin AB ülkelerine eşit dağılımı.
Fadime Kaygusuz, Bremen
İslami Terimler Alman
Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar?
Gündem
İslami Terimler Alman
Kamuoyunda Nasıl (Yeniden)
Tanımlanıyorlar?
Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi
tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan
El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında.
MOHAMED SAIF*
Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi
veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde
de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının ya da kullanılmamasının her zaman
toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir.
“İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami
kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50
yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt
dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde
yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar
ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz.
Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından
“molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”,
“İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami
kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar
İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil
kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra
ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile
bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim
görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında “İslami terörün tehlikeleri“, “İslami
terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami
teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir.
İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı
sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez.
Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya
grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim-
26
P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 5 • K A S I M 2 0 1 5
leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil
kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal
değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır. Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri
kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik
tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya başlar.
Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında
çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan
“cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu
kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi
olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat”
kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak
bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için
El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan
yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için
kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu
çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın
da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart
1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer
verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize
emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah
doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız. Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız
Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz
size düşman gibi davranmak istemiyoruz; sizi misafirlerimiz olarak görüyor
ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz.
Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize ve âdetlerinize uygun bir kamp
kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle
sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin hükümlerine uygun yaşayabilmeniz
için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler dininizin şartlarına uygundur. Şu
anda yüksek minaresinden peygamberinize itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami
inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin
refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır. Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam
başlamaktadır!”1 Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini
göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin
Yasalarla Desteklenen Bir
Irkçılık: Myanmar
savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi. Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan
olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ
üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an
ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya
ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst
Almanya’da 1.
Dünya Savaşı
esnasında
İslam dünyasının ayaklandırılması
konusunda
çalışmalar
yapan Şark
İstihbarat Birimi’nin (Alm.
“Nachrichtenstelle für
den Orient”)
merkezi.
©
Zeller, Joachim;
Zimmerer, Jürgen:
Das Oberkommando
der Schutztruppen in:
Zeller, Joachim; Von
der Heyden, Ulrich:
Kolonialmetropole Berlin - eine Spurensuche.
Berlin-Edition. Berlin
2002. Lizenz
K A S I M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 5 • P E R S P E K T İ F
Kesinlikle oldukça ilginç bir yazı.
Evet Batı’nın kendi elleriyle şekillendirdiği düşman imgelerini
değişen siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden
şekillendirip dönüştürdüğü bilinen bir gerçek. Bu düşmanın
adı 80’lerden önce Komunizm
ve Sosyalizm iken sonrasında İslam ve “İslami terör” olarak servis edildi. Fakat I. Dünya Savaşı
sırasında Almanya’da “cihat”
ve “mücahit” gibi İslami kavramlar ve Kur’an ayetlerinin de
27
Öyle görünüyor ki Müslüman
Rohingyalar tamamen kaderlerine terk edilmiş. Irkçı yasalarla
desteklenen baskıcı Budist rejiminin azınlıklara uyguladığı
zulmün tarifi yok. İnsan hakları
örgütleri ve uluslararası kamuoyu meseleye karşı sessiz. Batılı
“demokratlar” ise Suu Kyi gibi
sahte demokrasi kahramanlarına
nobel dağıtıp Myanmar’ın sözde
demokratikleşme adımlarını takdir etmekle meşgul. En acısı ise
Müslüman ülkelerin bile gündeminde değil bugün Rohingyalar.
Bence en fazla üzerinde durulması ve müstakil bir yazıda ele
alınması gereken konu bu.
Şeyma Nur Arık, Anvers
Basında Öne Çıkanlar
İsveç
Kanada
‘Motivated by hate’: Muslim girls told not to
walk alone in Toronto at night*
©
The Globe and Mail | 17. 11. 2015
*Müslüman kızlardan akşamları Toronto’da yalnız başına yürümemeleri isteniyor.
Paris’teki terör saldırılarının ardından Kanada’da tırmanışa geçen Müslüman karşıtı
saldırılar Müslüman toplumunu tedirgin ediyor. Toronto’nun kuzeyindeki Darul Khair
Islamic Centre adlı bir cami kız öğrencilerin akşam derslerine tek başına gelmemeleri konusunda karar aldı. Söz konusu karar, cami cemaatinden 31 yaşındaki genç bir
annenin çocuğunu okuldan aldığı sırada iki erkek tarafından feci şekilde darp edilmesinin ardından alınmıştı. Peterborough şehrinde bir caminin kundaklanması ve
ülkenin pek çok yerinde işlenen İslam düşmanı saldırılar Müslüman toplumu endişelendiriyor. En son Montreal’de Joker maskeli bir adam her hafta bir Müslüman veya
Arap öldüreceği tehdidinde bulunduğu videoyu internete yüklemiş ve tutuklanmıştı.
Hovet öppnar för
asylboende*
© Dagens Nyheter | 11. 11. 2015
*Kraliyet sarayı mültecilerin konaklaması için açılıyor
İsveç kraliyet ailesi saray taşınmazlarının mültecilerin konaklaması için kullanılmasına yeşil ışık yaktı. İsveç Millî
Emlak Kurumu Direktörü Johan Zetterberg, kullanılmayan taşınmazların sığınmacıların barınması için kullanılmasının iyi bir fikir olduğunu söyleyerek
karardan duydukları memnuniyeti dile
getirdi. İsveç hükûmeti mültecilerin barınma ihtiyaçlarının çok acil olduğunu
ve sığınmacılara barınacak yer temin
etmekte güçlük çektiklerini duyurmuştu. Kraliyet ailesinin bu konuda hassas
olduğu ve mültecilere yönelik çalışmalar yürüten kurumlara da destek verdiği biliniyor.
İsrail
Cop who beat up Palestinian teen gets six
weeks community service*
Haaretz | 19.11.2015
©
*Filistinli çocuğu darp eden İsrail polisine 6 haftalık kamu hizmeti cezası
Geçtiğimiz sene Kudüs’te Amerikan vatandaşı 15 yaşındaki Tariq Abu Khdeir adlı Filistinli çocuğu feci şekilde döverken çekilen görüntüleri medyaya sızan İsrail sınır polisi
hakkında açılan dava karara bağlandı. Sulh Ceza Mahkemesi Hâkimi Dana Cohen-Lekach’ın polisin gence şiddet uygulamasını gerektirecek hiçbir neden olmadığını belirtmesine rağmen mahkeme söz konusu polisin özrü, sicilinin temiz olması ve zor
şartlar altında ülkeye hizmet ettiği gibi gerekçelerle sanığı 45 günlük kamu hizmeti
cezasına çarptırdı. Tariq Abu Khdeir fanatik İsrailli yerleşimciler tarafından yakılarak
öldürülen kuzeni Mohammed Abu Khdeir için düzenlenen protesto gösterileri sırasında darp edilmişti.
Norveç
Politiet vil ha slutt på bevæpningen*
Aftenposten | 13. 11. 2015
©
*Norveç polisi silahsızlanıyor.
Norveç İstihbarat Teşkilatı’nın ülkedeki terör tehdidinin azaldığı yönündeki değerlendirmesinin ardından Norveç Emniyet Genel Müdürü Odd Reidar Humlegård yaptığı
açıklamada polisin silah taşımasını gerektirecek bir gerekçe kalmadığını ve bu nedenle bir sene önce geçici olarak uygulamaya konulan polislerin silah taşıma yetkisini
sonlandırma kararı aldıklarını belirtti. Buna göre artık Norveç polisi bir sene önce olduğu gibi yeniden silahını belinde değil arabasında taşıyacak.
Fransa
Double menace pour
l’espace Schengen*
Le Monde | 20.11.2015
©
*Schengen bölgesine çifte tehdit
Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve terörizm ve mülteci akınının
Schengen bölgesi için iki ciddi tehdit
teşkil ettiğini belirterek terör tehdidi
sürdüğü müddetçe sınır kontrollerini
ngüçlendirileceğini belirtti. Başbakan
Manuel Valls ise Avrupa ülkelerinin
üstlerine düşen görevi yerine getirmedikleri takdirde tüm Schengen
sisteminin çökeceği uyarısında bulundu. Fransa AB’nin dış sınırları kadar
AB ülkeleri arasındaki sınırlarda da
kontrolün sıklaştırılmasını ve kimlik
incelemelerinde Europol ve Interpol
gibi uluslararası polis teşkilatlarının
veri tabanlarından yararlanılmasını
talep ediyor.
Perspektif’i sosyal /perspektifeu
medyada takip edebilirsiniz!
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
7
Gündem
©
Flickr.com/World Bank Photo Collection
Gündemden kısa kısa
8
Mülteciler
Almanya’yı
Muhafazakârlaştıracak
AB 2015 Türkiye
İlerleme Raporu
Yayımlandı
 Gelecek bilimci (fütürist) Horst Opaschowski’ye göre Almanya’ya gelen yüzbinlerce göçmen
Almanların değerler hiyerarşisinde esaslı bir dönüşüme neden olacak. Opaschowski bireyselcilik,
kendini gerçekleştirme ve özgürleşme gibi postmodern kavramların yerini dürüstlük, edep ve düzgün
davranış gibi muhafazakâr değerlerin alacağını belirtti. Artan çokkültürlülüğe bağlı olarak muhtemel
toplumsal çatışmalardan duyulan korkunun da artacağını ve bunun önüne geçilmesi için toplumun
enerjisini daha fazla para kazanmak yerine birlikte
yaşama kültürü oluşturma üzerine yoğunlaştırması
gerektiğini ifade etti.
Öte yandan uzmanlar Orta Doğu, bilhassa Suriye ve Irak’tan gelen Müslüman mülteciler ile
Almanya’daki İslami kimliğin de çeşitleneceğini
öngörüyorlar. Bu öngörülere göre Almanya’da en
büyük Müslüman azınlığı Türklerin teşkil etmesi ve
ülkedeki en büyük İslami kuruluşların Türkiye kökenlilere ait olması hasebiyle şimdiye kadar baskın
olan Türkiye yorumlu İslam anlayışı yeni gelen geniş
Arap nüfus ile çeşitlenecek. Iraklı Müslümanlar Şii
yorumlu yeni İslami cemaatlerin ortaya çıkmasında
etkili olurken ülkedeki Müslümanların etnik dağılımında da büyük değişiklikler meydana gelecek.
 Avrupa Komisyonu’nun kasım ayında yayımladığı 2015 yılı Türkiye İlerleme Raporu Türkiye’nin
siyasi, ekonomik ve AB mevzuatına uyumu gibi çeşitli konularda yapılan değerlendirmeleri içeriyor.
Raporda siyasi ve ekonomik kriterler bağlamında
gerçekleştirilen reformlardan genel olarak olumlu
bir şekilde bahsedilirken, AB müktesebatına uyum
konusunda alınan mesafe Avrupa Komisyonu tarafından da teyit ediliyor. Bununla birlikte hukukun
üstünlüğü, yargının bağımsızlığı ve basın özgürlükleri ile terörle mücadele gibi konularda raporda
sert eleştiriler var. Türkiye tarafından söz konusu
eleştirilere özgürlük-güvenlik dengesinin ve yargı
alanında yapılan reformların göz ardı edildiği gerekçesiyle tepki gösterilirken, temel haklar ve özgürlüklerin genişletilmesi alanında söz konusu reformların sürdürüleceği kaydedildi. Raporda ayrıca
Türkiye’nin dünyanın en kalabalık mülteci nüfusuna
ev sahipliği yaptığının altı çizilirken, Suriye ve Iraklı
mültecilere göstermiş olduğu insani yardımlardan
da övgüyle bahsedildi ve Türkiye ile AB arasında
2013’te başlatılan vize serbestisi ve göç diyaloğunun da başarıyla sürdürüldüğü belirtildi.
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
ABD Eyaletleri
Suriyeli Sığınmacı
İstemiyor
Paris Saldırıları Sonrası
İslam Düşmanlığı
Tırmanışta
 ABD’de aralarında Teksas, Arkansas, Alabama
ve Florida’nın da yer aldığı toplam 28 eyalet terör
potansiyeli taşıdıkları gerekçesiyle Suriyeli mültecileri kabul etmeyeceklerini duyurdu. Dışişleri Bakanlığı ise çoğunluğunda Cumhuriyetçi Parti’nin
hâkim olduğu söz konusu eyaletlerin valileri tarafından başlatılan bu girişimin hukuki açıdan mümkün olmadığını ama bu olumsuz tavrın mültecilerin
kabulü ve yerleştirilmesinde önemli rol üstlenen
hayır kurumlarının çalışmalarını zora sokabileceğini belirtti. Başkan Obama kısa süre önce Suriye iç
savaşından kaçanlara kapıları kapamanın Amerikan değerleriyle örtüşmeyeceğini belirterek 2016
yılında 10 bin Suriyeli mültecinin kabul edileceğini
duyurmuştu. Suriyeli mülteci kabul etmeyeceğini
duyuran eyaletlerden Alabama bugüne kadar hiç
Suriyeli mülteci kabul etmemişken bir diğer eyalet
olan Michigan’da ise 200 kadar Suriyeli sığınmacının yaşadığı belirtiliyor.
 13 Kasım 2015’te Paris’te gerçekleştirilen ve
132 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırılarını
IŞİD’in üstlenmesi Avrupa’da hâlihazırda var olan
Müslüman karşıtı söylem ve saldırıları yeniden
alevlendirdi. Son saldırıların tıpkı Charlie Hebdo
sadırılarının ardından olduğu gibi politikacılar
ve Müslüman karşıtı çevreler tarafından istismar
edilmesinden endişe duyduğunu belirten Fransız
Müslümanlar bilhassa Suriyeli sığınmacıların sağcı partiler ve ırkçı saldırılar için açık hedef hâline
gelmesinden endişe ettiklerini ifade ediyor. Saldırıyı takip eden günlerde birçok Avrupa ülkesinde
camilere ve Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen
saldırılar, sosyal medyada yayımlanan tehdit içerikli İslamofobik paylaşımlar ve siyasilerin kullandıkları ayrıştırıcı dil ise bu endişelerin yersiz olmadığını gösteriyor. Fransa İslamofobiyle Mücadele
Derneği, Charlie Hebdo saldırılarını izleyen altı ay
içinde Müslümanlara yapılan saldırılarda yüzde
500 artış olduğunu belirtmişti.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
9
Gündem
1 Kasım, Diaspora İçin
Ne Anlama Geliyor?
Türkiye’de geride bıraktığımız 1 Kasım seçim sonuçları, birçok açıdan sosyolojik
ve siyasi analizlere tabii tutuluyor. Bu bağlamda yurt dışında kullanılan oyların
analizi de seçim sonuçlarına sayısal etkisinin yanı sıra yurt dışı seçmenin davranışı ve siyasi partilerin diaspora söylem ve politikaları açısından irdelenmeli.
Mehmet Köse*
10
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
2015 Anadolu Images
©
1960’larda başlayan işçi göçünün temellerini attığı diasporanın geçmişinde, köken ülke
siyasetine katılım Türkiye’nin de demokratikleşmesiyle doğru orantılı olmuştur. Darbeler ve
muhtıraların her 10 yılda bir mutat hâle geldiği
vesayet dönemlerinde, yurt dışında yaşayan Türk
vatandaşlarına oy kullanma hakkı tanınmamıştır.
Bu hak ilk defa 1987 yılında gümrüklerle sınırlı
olarak verilmiştir. 2002’den itibaren hemen her
alanda hayata geçirilen reformlar ve demokratikleşme adımları, diasporanın siyasal katılım beklentilerini de artırmıştır. Bu talep ve beklentiler
karşısında siyasi irade 2012 yılında adım atarak,
yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına Türkiye’deki genel seçimlerde ve halk oylamalarında,
ikamet ettikleri ülkelerde oy kullanma hakkı getirmiştir. Böylece Türkiye tarihinde ilk defa 2014
Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde yurt dışında kurulan sandıklarda oy kullanılmış, 7 Haziran ve 1
Kasım genel seçimlerinde de sahadaki aksaklıkların bir kısmı giderilerek, seçmenlerin bulundukları ülkelerde seçme haklarını kullanmalarına
imkân tanınmıştır.
1 Kasım seçimlerinde 1.298.325 kişi 54 ülkede 113 konsolosluk bölgesinde ve 30 gümrük
kapısında kurulan sandıklarda oy kullandı. Bu
da yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı seçmenin
yüzde 44,78’ine tekabül etmektedir. Yani Türkiye dışında yaşayan yaklaşık 6 milyon vatandaşımızdan oy verme hakkı olan 2,9 milyon kişinin
hemen hemen yarısı sandığa gitti. 1 Kasım’da,
7 Haziran’da yapılan seçimlere göre yüzde 22,9,
2011 Genel Seçimlerine (sadece gümrüklerde oy
kullanılan dönem) göre ise yüzde 904 daha fazla
katılım gerçekleşti.
Sandığa gösterilen ilginin boyutu ve katılım
oranı, dünyadaki diğer diasporaların oy kullanma
trendleriyle kıyaslandığında çok daha rahat anlaşılacaktır. İlk bakışta, toplam katılım oranları ile
yurt dışı karşılaştırıldığında yurt dışındaki yüzde
44,8’lik oran çok düşük gibi görülebilir. Ancak bu
yanlış bir değerlendirme olacaktır. Zira diasporaların oy kullanma oranları incelendiğinde Türk
diasporasının açık ara önde olduğu görülecektir.
Örneğin, 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra 8
Kasım’da gerçekleştirilen Hırvatistan seçimlerinde yurt dışındaki 400 binden fazla seçmenden
sadece 29 bini oy kullanmıştır. Hırvatistan’ın,
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
11
Gündem
ayrı bir seçim bölgesi olarak diasporaya 3 vekil
kontenjanı verdiği dikkate alındığında, böyle bir
imkâna sahip olmayan Türk diasporasının katılım oranı daha iyi takdir edilecektir. Benzer şekilde, yaklaşık 25 milyonluk diasporaya sahip olan
Rusya’da 2012 yılında yapılan Devlet Başkanlığı
seçimlerinde 1.8 milyon kayıtlı seçmenden sadece 452 bini sandığa gitmiştir.
Dünya örneklerinde de görüldüğü üzere yurt
dışındaki vatandaş sayısına oranla Türk diasporasının seçimlere katılımı ilk sıralarda gelmektedir. Türk vatandaşlarının anavatandaki seçimlere
bu derece yoğun ilgi göstermesi, geldikleri ülke
ile bağlarının ve aidiyet duygusunun önemli oranda muhafaza edildiğini göstermektedir.
Türk diasporasının görece daha geç oluşması,
yani genç bir diaspora olması bağların hâlâ güçlü
olmasında önemli etkendir. Aynı şekilde diasporanın sosyal ve kültürel kapasitesi yine seçimlere
katılımda etkin olmuştur. Katılımın yüksek olduğu ülke ve şehirler, genel olarak sivil toplum
yapılanmalarının güçlü olduğu yerlerdir. STK’ların varlığı, diasporanın kendi aralarında ve anavatanla iletişim ve etkileşiminin yoğunlaşmasını
de beraberinde getirmektedir. Yine bu sebeple,
Amerika ve Kanada gibi geniş alana yayılmış ve
örgütlenme yoğunluğunun düşük olduğu ülkelerde katılım kıta Avrupa’sındaki ülkelere göre
düşük kalmıştır.
1 Kasım’da diasporanın siyasi tercihleri sıralama olarak değişmemiş, ancak kullanılan oylar
ve oranlar farklılaşmıştır. 7 Haziran’da 519 bin
oyla yüzde 49.9 alan AK Parti, 1 Kasım’da 722
bin oy ve yüzde 56.2 oy oranı ile yine diasporanın
en çok tercih ettiği parti olmuştur. HDP’nin 211
bin oyu 233 bine çıkarken, aldığı oy oranı yüzde
20.3’den yüzde 18.2’ye inmiş; CHP’nin 179 bin
oyu 211 bin olurken, oy oranı ise yüzde 17.2’den
yüzde 16.4’e düşmüştür. MHP’nin oyları ise 96
binden 91 bine, oy oranı da yüzde 9.2’den yüzde 7.1’e gerilemiştir. Vatandaşların yoğun olarak
yaşadığı ve diaspora yapılanmalarının mesafe kat
ettiği ülkelerde seçmenlerin öncelikli tercihi AK
Parti olurken, göç toplumunun oluşumunda siyasi ilticanın belirgin olduğu ülkelerde vatandaşlar daha çok HDP’yi tercih etmiştir. Türk diasporasının siyasal eğilimlerini belirleyen etmenlerin
neler olduğuna dair detaylı araştırmalar henüz
12
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ile beraber siyasi partilerin
yurt dışı seçmenine verdiği
mesajlar daha belirgin olmaya
başlamıştır. Artık siyasi partilerin seçim beyannamelerinde
diaspora da yer almaktadır.
yapılmış değil. Ancak diasporanın siyasi tercihlerinde geldikleri şehirler, sosyal çevre, etnik ve
kültürel aidiyet gibi kriterler ile siyasi partilerin
diaspora ilgisi ve programlarının etkisinin belirgin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ile beraber siyasi partilerin yurt dışı seçmene verdiği mesajlar
daha belirgin olmaya başlamıştır. Artık siyasi
partilerin seçim beyannamelerinde diaspora da
yer almaktadır. Siyasi parti başkanları ve teşkilatları Avrupa’da programlar yaparak vatandaşlarla
buluştular ve mesajlarını ilettiler. Eğitim, kültür
ve ayrımcılıkla mücadele gibi hususlara farklı niteliklerde yapılan vurguların yanında partilerin
hepsi artık yurt dışının bir seçim çevresi olması
gerektiğini vaat etmektedir. Başlı başına bu bile
diaspora ve Türk demokrasisi için çok önemli bir
kazanımdır. Yarım asırlık Türk göçünün son on
yılında yurt dışındaki vatandaşlara yaklaşımın
ve kullanılan dilin farklılaşmaya başladığı görülmektedir. Türkiye ve Türk diasporası arasında yeni dönem başlıyor denilebilir. Bu bağlamda
siyasi partilerin elli yıldır yurt dışında yaşayan 6
milyon vatandaşın sosyal yapısını, kültürel değerlerini, ekonomik durumunu, eğitim ve kültürel ihtiyaçlarını, ümitlerini ve korkularını doğru
anlamaları ve bütüncül yaklaşım geliştirmeleri
gerekmektedir.
Partilerin ve özellikle seçimlerde tek başına
hükûmet kurma fırsatını yakalayan AK Parti’nin
yurt dışı vatandaşlara yönelik hazırladığı seçim
beyannamesinde de belirttiği yurt dışının ayrı seçim bölgesi olması ve oy kullanmayı kolaylaştıracak adımların atılması, Türk diasporasının siyasi
temsilinin kurumsallaşmasına önemli katkı sağlayacaktır. Mevcut durumda partiler, Türkiye’deki
seçim çevrelerinden yurt dışı ile ilişkili adaylar
doğumludur. Aile birleşimlerinin vize uygulamaları ile zorlaştırılması da diasporaya Türkiye’den
yeni katılımları engellemektedir. Dolayısıyla demografik yapıdaki değişimler kimlik, aidiyet ve
anavatan ilgisini etkilemektedir.
Yurt dışı seçmeninin siyasal katılım analizinde çeşitli faktörler, birbiriyle ilintili ve çok boyutlu olarak ele alınmalıdır. Ana vatandaki seçimlere katılım oranı, yurt dışında yerleşik toplumun
kimliğini muhafaza etmesi ve aidiyetini devam
ettirmesi ile doğru orantılıdır. Elbette katılımı
zorlaştıran lojistik etkenler de mevcuttur. Fakat
bu zorluklar, uygulamaları iyileştirmek suretiyle
rahatça aşılabilir. Burada altı çizilmesi gereken
husus, artık yurt dışında yaşayan 6 milyon insanı
“gurbetçi” kavramına hapsetmeden, “diaspora”
kimliğinin getirdiği daha kompleks ve uzun vadeli politikalarla bu insanları anlamaya çalışmaktır.
Bu noktada elde edilecek başarı, hem diasporanın ana vatanla bağlarının korunması hem de
Türkiye demokrasisinin gelişimi açısından hayati
öneme sahiptir.
2015 Anadolu Images
*Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı Başkan
Yardımcısı.
©
göstererek seçmenlerin karşısına çıkmaktadır.
Aynı şekilde yurt dışında kullanılan oylar Türkiye’deki seçim çevrelerine dağıtılmakta ve tüm illerdeki vekillerin seçilmesini etkilemektedir. Son
seçimlerde yurt dışından gelen oylarla AK Parti 3
milletvekili fazladan kazandı. Yurt dışı seçim bölgesi olduğu takdirde, seçmenler doğrudan kendi
temsilcilerini belirleme imkânı elde edeceklerdir.
Bu durumda partiler, seçmen tercihlerini etkileyecek siyaset üretmeyi daha da geliştireceklerdir.
Siyasi partiler yurt dışında kurumsallaşmalarıyla birlikte diaspora gerçekliğine uygun politikalar üretecek, bu toplumun hassasiyetlerine
daha fazla dikkat edecektir. Türk toplumunun
kimliği, kültürü ve değerleri yanında, içinde bulunduğu toplumda varlığını devam ettirmesi için
nitelikli siyaset üretimi elzemdir. Seçmen verileri üzerinden giderek meselenin önemi vuzuha kavuşturulabilir. Yurt dışı seçmeninin yüzde
27’si 18-30 yaş arasında ve sosyalizasyonu büyük
oranda yurt dışında gerçekleşmiştir. Aynı şekilde
Türkiye doğumlu olanların oranı yurt dışı doğumluların karşısında hızla gerilemektedir. Örneğin
Brüksel’de kayıtlı 66 bin seçmenin yaklaşık 38
bini yurt dışı doğumlu, kalan 28 bini ise Türkiye
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
13
Gündem
14
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
Kebap Avrupa Değerlerini
Tehdit Ederse
Fransa’da Béziers Belediye Başkanı Robert Ménard, Avrupa değerlerini korumak
adına kebaba savaş açtı. Kebabı “otantik Fransız kültürü”nün karşısında konumlandıran bu anlayış, Fransa’nın farklılıklarla yaşam konusundaki imtihanının da bir parçası.
Hassına Mechaï*
Kebap Fransız medeniyetini tehdit mi ediyor? Bu soru Fransa dışında her yerde kulağa
şaka gibi gelebilir ama Beziers Belediye Başkanı Robert Ménard bu konuda gerçekten endişeli.
Fransa’nın güneyindeki küçük ve şirin Beziers kentinin belediye başkanı Robert Ménard
şehrini koruma adına kent merkezinde yeni kebap restoranlarının açılmasına izin vermeme
kararı aldı. Ménard, ulusal kanal muhabirlerine
verdiği demeçte şöyle demişti: “Beziers çok güzel bir şehir. Şehir merkezinden katedrali görebiliyorsunuz. Beziers’i şimdi olduğundan daha
güzel bir şehir yapabilmek isterim.” Ancak asıl
rahatsız edici cümleler bundan sonra geliyor:
“Fransa Yahudi-Hristiyan bir gelenekten gelen bir ülke, bazıları için bunu
kabullenmek zor olabilir ama buna
alışsalar iyi olur (...) Biz Fransa’da
çok fazla göçmen var diyorsak bu
aşırı fazla demektir (...) Dolayısıyla yarın biri benden yeni bir kebap
restoranı için onay istediğinde bunu
onaylamayacağım, çünkü zaten şehirde hâlihazırda onlardan 20 tane var.”
Bu açıklamalar Robert Ménard’ın ilk icraatı
değil. Ménard, Sınırsız Gazeteciler Örgütünün
(İng. “Reporters Without Borders”) kurucularından ve aşırı sağcı Ulusal Cephe partisinin
(Front National) desteğiyle Beziers’in belediye
başkanı seçildi. Öyle görünüyor ki başkan bilhassa toplumun belli bir kesimini hedef alan
girişimlere destek verme hususunda çok hevesli, zira öncesinde işe “estetik nedenlerden
ötürü” ve “Beziers’in yararı” için cam önlerine çamaşır asılmasını kanunen yasaklamakla başlamıştı. Daha sonra saat sabah 10’dan
sonra halı silkelemeyi yasakladı. Son olarak
ise mülteci krizi sırasında polis eşliğinde bir
mülteci barınağını basarak Suriyeli mültecileri
Fransa’ya geldikleri için azarlamıştı. Ancak Beziers’in çözüm bekleyen daha önemli sorunları
var: 10 kişiden 6’sının sosyal yardımlarla geçinebildiği bir şehirde yeni bir kebap restoranının açılması kimin umurunda olur?
“Kebaplaşma” ve “İslamlaşma” Korkusu
Beziers’in “Yahudi-Hristiyan yapısı”na sözde tehdit teşkil eden kebap restoranları meselesi her gün biraz daha İslamofobik hâle gelen
Fransa’nın ulaştığı vahim noktanın sadece başka bir göstergesi. Gerçekten de her geçen gün
daha fazla sağcı belediye başkanı benzer yasal
düzenlemeleri hayata geçirmeye ve gündemlerini bu tarz konularla doldurmaya devam ediyor. Bazı belediye başkanları kamusal düzeni
koruma, emniyet, güvenlik ve sağlık düzenlea r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
15
Gündem
meleri adı altında açıkça Müslüman Fransızları
hedef alan yasal düzenlemeleri onaylamaktan
çekinmiyorlar. Bunun için başvurulan “legal”
yollar, sonuçta ortaya çıkan düzenlemelerin
ayrımcı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Benzer bir şekilde geçen haziran ayında
Beaucaire Belediye Başkanı Julien Sanchez de
mini marketlere akşam 11’den sabah 8’e kadar
çalışma yasağı getirmişti. Başka bir yasakta
ise sadece 2 sokakta bulunan tüm dükkânlara akşam 11 ile sabah 5 arası açık olmalarını
16
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
yasaklamıştı. Bu ilk bakışta gayet normal bir
düzenleme olarak görülse de, Fransa İslamofobi’ye Karşı Kolektif Mücadele Derneği (CCIF)
söz konusu düzenleme ile 6 Müslüman işyeri
sahibinin özellikle hedef alındığını belirterek
Julien Sanchez hakkında ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle şikâyetçi oldu.
Geçen ağustos ayında Chalon-sur-Saône
belediye başkanı okul menülerinde domuz eti
içermeyen alternatif yemeklerin sunulmasını
laiklik ilkesini gerekçe göstererek yasaklamıştı.
Müslüman Hukuki Savunma Birliği (İng. “The
Muslim Judicial Defence League”) ise domuz
eti içermeyen alternatif menünün 1984 yılından beri okullarda sorunsuzca sunulduğunun
altını çizerek söz konusu kararı mahkemeye
taşımıştı.
Laiklik Fransa’daki Müslümanlara Karşı
İdeal Bir Silah mı?
Robert Ménard her ne kadar icraatlarını
“Fransa’nın Yahudi-Hristiyan değerlerini koruma amacı” ile gerekçelendirse de, Fransız
aşırı sağcı parti Ulusal Cephe, Müslüman Fransızlara saldırmak için daha çok laiklik ilkesini
gerekçe gösteriyor.
Fransa kilise ile devlet yönetimini birbirinden ayıran yasanın 1905’te yürürlüğe girmesinden bu yana din hususunda “tarafsız”.
Fakat bir süredir bu tarafsızlık ilkesinin karaborsa bir tanımının yaygınlık kazandığını görüyoruz. Sanki din hususunda tarafsız olmak
artık devletin bir sorumluluğu değil de, tüm
vatandaşların kamusal alanda dinî anlamda bir
tarafsızlık sergilemek gibi bir mecburiyetleri
varmışçasına bir algı oluşturuluyor. Buna bağlı
olarak peçe veya bireyin dinî inancını gösteren
unsurların kullanımını yasaklayan tüm hukuki
düzenlemeler en başta ve çoğunlukla Müslümanları ilgilendiriyor ve onlardan bu dinî duyarsızlığa teslim olmaları bekleniyor.
Fransız aşırı sağcı parti Ulusal Cephe ise laiklik tartışmalarını şaşılacak bir şekilde sahipleniyor. “Şaşılacak şekilde”, zira 1905 yılında
yürürlüğe girdiğinde bu yasaya en sert muhalefeti yapan Katolik Kilisesi’ne yakınlığı ile bilinen aşırı sağcıların şimdi laikliğin en hararetli
savunucuları hâline gelmeleri oldukça ilginç
bir durum.
Sağcı partiler uzmanı Jean-Yves Camus da
aynı değerlendirmeyi yapıyor. Perspektif’e yaptığı değerlendirmede Camus, sağcı partilerin,
bilhassa İskandinav ülkeleri ve Hollanda’dakilerin laiklik ve toplumun diğer temel değerlerini sahiplendiklerini, öte yandan “İslam’ın değil
fakat İslamcılığın” 21. yüzyılın totaliter sistemi olduğu iddiasında bulunduklarını söylüyor:
“Bu partiler İslamcılığı Avrupa ülkeleri için
gerçek bir tehdit olarak algılıyorlar, zira onlara göre İslamcılığın hedefi kadınlar, Yahudiler,
eşcinseller, dindar olmayan insanlar ve genel
olarak dini sorgulayan tüm insanlar.”
Camus’a göre aşırı sağcı partiler toplumu
yaşayan bir organizma olarak görüyor ve örneğin Ulusal Cephe bu organizmaya dışarıdan
dâhil edilecek her hücrenin kargaşa ve şiddete
neden olacağına inanıyor. Bu durumda onlara
göre kebap restoranları da devam eden bir işgalin farklı bir cephesini teşkil ediyor. Fransız
entelektüellerine göre Araplar ve Müslümanlar
“gerçek Fransızları” ülkelerinden ediyorlar.
Tüm bunların ötesinde helal gıda, namaz,
camiler ve kebap restoranları etrafında dönen
tüm tartışmalar aşırı sağcıların medya organları üzerinde ne derece etkili olduklarının da
bir göstergesi. Aralık ayındaki seçimlerde ilk
defa Fransa’nın birçok bölgesini kazanacağı
öngörülen aşırı sağcı partinin lideri Marine Le
Pen’in ise anketlere göre bir dahaki başkanlık
seçimlerinde ikinci tura kalması bekleniyor. Bu
durumda kebaplaşma korkusuna benzer tartışmaların Fransa’da süreceğini söylemek pesimist bir tahmin olmayacak.
*Cezayir kökenli Fransız gazeteci Mechaï, hukuk yüksek lisansı yapmış ve uluslararası ilişkiler ile Afrika ve Orta Doğu
ilişkileri konusunda uzmanlaşmıştır.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
17
Gündem
Alman İslam
Konferansı’nda “Sosyal
Hizmet” Tartışması
Alman İslam Konferansı İdare Kurulu 11 Kasım 2015’te Berlin’de “Sosyal Hizmetler” başlığıyla toplandı. İslami bir (ya da birkaç) sosyal hizmet derneğinin kurulmasının tartışıldığı konferansın ardından İslami sosyal hizmet meselesinin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacı kendisini gösteriyor.
Murat Gümüş*
18
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
Henning Schacht
ler konusunun istikrarlı ve kararlı bir şekilde ele
alınmaya devam edilmesi katılımcılar arasında
oluşmuş olan güven ortamının ve atmosferinin
dayanıklılığına işaret olarak yorumlanabilir.
AİK çalışmaları kapsamında bir taraftan Almanya’daki sosyal hizmet sistemi tanıtıldı. Bu
çerçeve içinde faaliyetlerini sürdüren Caritas,
Diakonie ve Almanya Yahudileri Merkezi Sosyal
Hizmetler Kurumu gibi dinî; AWO ve Paritätische
gibi seküler nitelikli kuruluşların yapıları ve hizmetleri sunuldu. Üçüncü dönem alışma periyodunun belki de en dikkat çeken çalışmalarından
bir tanesi Almanya’da faal olan ve AİK üyesi cemaatlerin cami cemiyetlerinde verilen sosyal hizmet çalışmalarını ve buralardaki ihtiyaçları araştırmak amacıyla yapılan geniş kapsamlı anketin
sonucu oldu. Araştırmanın sonuçları arasında camilerde çocuklara, gençlere, kadınlara, ailelere ve
yaşlılara verilen hizmetlerin çok sayıda ve çeşitli
©
Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın başkanlığında Almanya İslam Konferansı (AİK) üçüncü dönemini geçtiğimiz haftalarda tamamlamış
oldu. 2006’da dönemin Federal İçişleri Bakanı
Wolfgang Schäuble tarafından başlatılan AİK, ilk
döneminde ağırlıklı olarak Müslümanlara dair
potansiyel tehdit algısından hareketle İslamcılık
ve radikalliği/aşırılığı önleyici tedbirler ve bu başlıklar ışığında ikinci döneminde üniversitelerde
İslam ilahiyat fakültelerinin/enstitülerinin kurulması ve okullarda din dersi verilmesi konularını
ele aldı. Kasım ayında sona eren üçüncü dönemde ise ilk iki dönem konularından farklı olarak
Almanya’daki Müslümanların günlük ihtiyaçlarını ele almak üzere “İslam ve Sosyal Hizmetler” konusunu işlendi. 2015 yılı başında Paris’te
gerçekleşen terör saldırılarına rağmen AİK’nın
ilk iki dönemindeki İslam’a dair potansiyel tehdit
algısına geri dönülmemesi, İslami sosyal hizmet-
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
19
Gündem
oldukları, böylece cemiyetlerin aslında Almanya
Sosyal Güvenlik Kanunu’nun hedeflediği ve desteklediği hizmetleri zaten sunduğu, her cemaatin
sosyal hizmetler bağlamında ciddi bir alt yapıya
sahip olduğu gibi tespitler dikkat çekti. Araştırmada öne çıkan bir diğer tespit ise, camilerde ve
çatı kuruluşlarında sunulan bu hizmetlerin yüzde
99.9’unun fahri kaynaklar üzerinden sunulduğu
ve bu hizmetlerin çok küçük bir boyutunun kamu
desteği üzerinden finanse edildiği oldu.
Bu veriler göz önünde bulundurularak sosyal
hizmetler bağlamında cemaatlerin gençlik, aile,
kadın, mülteciler, yaşlılar ve çocuklara yönelik
sundukları hizmetleri destekleyebilmek için çok
sayıda bilgilendirme toplantısı ve çalıştay düzenlendi. Federal Aile Bakanlığı’nın desteğiyle
AİK’ya katılan cemaatlerin birlikte bir yetkinlik
merkezi kurmaları ve bu merkez üzerinden camilerin sosyal hizmet çalışmalarının desteklenmesi,
altyapılarının güçlendirilmesi, kurum ve kuruluşlar arasında bilgi akımının sıklaştırılması, camilerdeki ve çatı kuruluşlarındaki etken aktörlerin
eğitilmesi kararlaştırıldı. Cemaatlerin orta ve
uzun vadedeki hedefi ise, bir İslami Sosyal Hizmetler çatı kuruluşunun kurulması.
İslami sosyal hizmetlerin bundan sonra destek görecek olması ve Almanya’daki Müslümanların kendi inanç kaidelerine ve bu kaidelerin
beraberinde getirdiği hassasiyetlere dayalı hizmetlerin giderek yaygınlaşarak toplumun geneli
tarafından kabul göreceği hususu hiç kuşkusuz
önemli gelişmeler için kapı aralayacaktır. Ailelere, gençlere, yaşlılara, çocuklara sunulacak olan
hizmetler, İslami bir bilinç ve anlayış ile sunulabilecek ve yaygınlaşabileceklerdir. Özellikle
Müslümanların bundan sonra sadece hizmet alan
değil, eğitim, sağlık ve sosyokültürel alanlarda
dinî-kültürel-etnik aidiyet gözetmeksizin hizmet
sunan konumuna geçecek olmaları, Müslümanların toplumsal katkısını ve kabulünü de artıracak
nitelikte olacaktır. AİK, ilk iki döneminde olduğu
gibi Müslümanları toplum ve düzen için potansiyel tehdit olarak algılayıp bu paradigma içinde
sözde uyum mekanizmaları kurgulamak yerine,
her alanda toplumsal katkıyı teşvik eden sosyal
hizmetler konusunu ele almış olsaydı, toplumun
huzuruna ve sosyal güvenliğine asıl katkıyı daha
erken bir zamanda yapmış olacaktı.
20
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Bununla birlikte ise, sosyal alanda mezun olmuş kişilere cemaatler istihdam imkanı sunabilecektir ve böylelikle uzman kayıbına karşı da bir
enstrüman oluşturmuş olacaktır.
İslami sosyal hizmetlerin bundan sonra kabul
görmesi ve yaygınlaşması bu hizmetleri sunacaklar ve bu hizmetlerden faydalanacaklar için farklı
sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Her şeyden önce Diakonie ve Caritas’ın oluşumu ile gelişiminin Hristiyanlar arasında yoğun bir şekilde
tartışılan sekülerleşme ve kiliselerin boşalması
gibi bazı sonuçlarını bu alanda faal olmak isteyen
her Müslüman kuruluşun tedbiren kendi içinde
müzakere etmesi ve önlem alması gerekiyor. Hatırlanacak olursa 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl
başlarına kadar süren ve genelde inancın, özelde
Hristiyanlığın kamusal alanın dışına itilme sürecinde, sanayileşmenin beraberinde getirdiği toplumsal sefalete karşı Katolik ve Protestan kiliseleri sosyal hizmet kurumlarını kurarak kendilerine
kamusal alanda yeni bir var oluş alanı bulmuş,
kamusal alanda varlığını ancak sosyal hizmetler bağlamında devam ettirebilmiştir. Bunu yaparken sunduğu hizmetlerin toplumsal yararını
vurgulayarak, zamanla inancın uhrevi boyutunu
atıl bırakmış ve ihmal etmeye başlamıştır. Bir
süre sonra ise Hristiyanlar Diakonie ve Caritas’ın
kurumlarını kiliselerden daha fazla ziyaret eder,
bu kurumlardan “medet umar” ve kiliseleri ihmal
eder olmuşlardır. Bu durum bu alanda faal olmak
isteyen kuruluşlar tarafından dikkatle tetkik edilmek zorundadır. Zira cemaat olarak maddi destek
alma imkânı kısıtlı olan bu kuruluşlar, maddi yetersizliklerine karşılık kendi hizmet alanlarının
önemli bir boyutunu sosyal hizmet alanına kaydırma ve bundan dolayı zihinsel dönüşümle karşı
karşıya kalabilme tehlikesini dikkate almalıdır.
Aksi hâlde Hristiyanların yaşadıkları tecrübeyi kendileri de yaşamak durumunda kalabilirler.
Sosyal güvenlik ve sosyal hizmetler bağlamında
kamu bütçelerinden destek alınabilmesi için ise
sunulan hizmetin cemaatlerin hizmet sunduğu
“ibadet” alanına girmemesi gerekmektedir. Bu
durumda camilerde sunulan hizmetlerin hangisinin ibadet alanına girmediği veya ibadet boyutunun ağır basmadığı ve hangilerinin sosyal
boyutunun olduğu veya ağırlığı olduğunun ayırt
edilmesi gerekmektedir. Bu soru ve sorunların
man kuruluşlar ise bu tecrübeleri kendi içlerinde
analiz edebilmelidir. Aksi takdirde benzer durumlarla karşı karşıya kalmaları uzak bir ihtimal olmayacaktır.
Cami cemiyetleri haklı olarak toplumun içinde daha fazla yer edinerek daha fazla sorumluluk
üstlenebileceklerini gösteriyorlar. Tam da bu esnada ancak imkânlar, tecrübeler ve hassasiyetlerin gerekli titizlikle analiz edilebildiği takdirde ve
ölçüde gerçek anlamda hayır işlenebileceği unutulmamalıdır.
IMO photothek.net
*İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Genel Sekreter Yardımcısı ve Almanya İslam Konseyi Genel Sekreteri.
©
kısa vadeli kazanım ve pragmatik çözüm ayarlı bir
bakış açısıyla cevaplanacak sorular olmadığı kesindir. Sosyal hizmetleri bir yapı olarak caminin
içinde vermenin bu tarz bir muhtemel olumsuz
gelişmeye mani olabileceği düşüncesinin kısır kalabileceği açıktır.
Sosyal hizmetler aynı zamanda maddi proje
destekleri için sosyal hizmet kurumlarının kıyasıya rekabet içinde oldukları bir alandır. Diakonie,
Caritas, AWO gibi sosyal hizmetler kuruluşları,
sabitlenen bütçeden oldukça büyük pay alabilmek için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu rekabet
anlayışından hareketle olmayan sosyal sorunları
varmış gibi gösteren ve bunlara karşı çözüm üreten projeler oluşturarak maddi destek alındığına
çok kez rastlanmıştır. Sorumluluk sahibi Müslü-
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
21
Dosya
22
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
İslam’da “Mezhep” Gerçekliği:
Sünnilik, Şiilik, Alevilik, Nusayrilik
Din, mezhep ya da tarikat… Diaspora Aleviliğini anlamak için her şeyden önce
temel kavramlara ve belli fenomenlerin birbirlerinden ayrıştıkları yerlere ışık
İlyas Üzüm*
tutmakta fayda var.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
23
Dosya
Diğer dinlerde olduğu gibi İslam’da da ilk
dönemlerden itibaren çeşitli konularda fikrî ihtilaflar olmuş, bu ihtilaflar süreç içinde kurumsallaşarak “mezhep” adı verilen gruplaşmaları
meydana getirmiştir.
Sözlükte “gidilen yol” anlamına gelen mezhep, İslam’ın inanç, ibadet ya da siyasi gelişmelerle ilgili olarak ortaya çıkan yorum çevrelerini
ifade eder. En genel anlamda mezhep “dini anlama biçimi” demektir. Başka bir ifadeyle mezhep
kendisini İslam’a nispet eden grupların bir kurucunun şahsında İslam’ı anlamaya dönük yaklaşım ve yönteminin kurumsallaşmasıdır. Dolayısıyla mezhep ayrı bir din olmadığı gibi mezhep
kurucuları da bir din tebliğcisi değildir.
Bilindiği gibi İslam temelde itikat, yani inanç
ile fıkıh ve ahlak olmak üzere üç alandan oluşur.
İhtilaflar ve bunların kurumsallaşması İslam’ın
inanç konularıyla ilgili olduğunda bunlar itikadî
mezhepleri (Selefîlik, Mu’tezile, Mürcie, Matüridîlik gibi) oluşturur. İhtilaflar ve kurumsallaşma
dinin fıkhî/amelî alanı ile ilgili ise bunlar fıkıh
mezheplerini (Hanefilik, Şafiilik, Malikilik gibi)
meydana getirir. Bu iki alanın dışında ihtilaflar
ve kurumsallaşma siyasi konularla ilgili olduğunda, bunlar da siyasi mezhepleri (Haricîlik ve
Şiîlik gibi) meydana getirir. Siyasi mezhepler zaman içinde kendilerine has itikadî ve fıkhî anlayış
geliştirerek aynı zamanda itikadî ve fıkhî mezhep
karakterleri de kazanmıştır. Mesela Şia’da imam
sayısını on iki ile sınırlayan İsnâaşeriyye Şiası
bir taraftan itikadî bir fırka vasfı kazanırken bir
taraftan da fıkhî yönü bakımından Caferîlik diye
yapılanmış ve bu adla anılmıştır.
Sözü edilen bu üç tür mezhebin ve mezhepleşmenin dışında bir de muhtelif toplulukların
İslam’ı, önceki inançlarıyla kaynaştırarak kabul
etmeleriyle ortaya çıkan “bağdaştırmacı” yapılar
ya da mezhepler vardır. İlgili literatürde bu yapılar ezoterik fırkalar veya batınî mezhepler diye
zikredilir. İsmaililik, Alevilik, Dürzilik, Nusayrîlik
bu çeşit yapılanmalara örnek teşkil eder.
Bir ihtilafın ya da yorumun mezhep vasfı taşıyabilmesi için bir takım asgari şartlar vardır. Bunlardan birisi söz konusu yorumun kendisini İslam
kaynaklarıyla temellendirmesidir. Kendisini İslam’la ve İslam kaynaklarıyla irtibatlandırmayan
bir yorum çevresini İslami bir mezhep kategori-
24
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
sinde değerlendirmek mümkün değildir. Söz gelimi Bahaîlik her ne kadar İslam coğrafyasında
ortaya çıkmış ise de bugün kendisini ayrı bir din
olarak değerlendirmektedir. Mezhep realitesinin
bir başka belirleyici özelliği İslam’a dair farklı
anlayışın sosyal bir taban bulması, yani zümreleşmesidir. Toplumsal bir taban oluşturmayan
farklı yorum ve anlayışlar salt düşünce olarak
kalır. Kendine özgü anlayışı olan pek çok İslam
ilahiyatçısı ya da âlimi böyledir. Nihayet mezhep
olgusuna ait bir başka önemli özellik, bir anlayış
ya da yorumun kendi içinde tutarlılık iddiasına
sahip olması, bir sistem kurması ya da kurma çabası içinde olmasıdır. Bu da söz konusu yapının
bilginlerinin olmasını, literatür geliştirmesini gerekli kılar. Literatürü olmayan bir yorumun “mezhep” vasfı kazanması güçtür. İslam tarihinde geçmişten günümüze birçok mezhep ortaya çıkmış,
bunların bir kısmı tarihî süreç içinde kaybolmuş,
bir kısmı ise günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir.
Ehl-i Sünnet:
Ana Bünyenin Adı Mı, Yoksa Mezhep Mi?
Ehl-i sünnet, terim olarak, inanç ve dinî yaşayışını Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetine göre gerçekleştiren ana topluluk demektir.
Tabirin tam adı “Ehl-i sünnet ve’l-cemaât”tır.
Burada “ehl-i sünnet” ifadesi ile Hz. Peygamber
(s.a.v.) ve ashabın anlayış ve uygulamaları, “cemaat” sözüyle de Müslümanların ana kitlesi kast
edilmektedir. Dolayısıyla ehl-i sünnet inanç ve
ibadet konularıyla siyasi alanda Hz. Peygamber’in
ve sahabesinin yolunu izleyen Müslüman çoğunluğu ifade etmektedir.
Ehl-i sünnet literal anlamda bir mezhep veya
bir fırka kabul edilmemiştir. Ancak bu genel çoğunluk içinde farklı grup ve oluşumların ortaya
çıkmasıyla birlikte, onlara cevap vermek, onların
itirazlarını değerlendirmek ve amelî hayatla ilgili
problemleri çözmek üzere itikadî ve fıkhî ekoller vücuda gelmiştir. İtikadî konularda Selefiyye
(Ehl-i hadis, Eseriyye), Eş’ariyye ve Matüridiyye
olmak üzere üç temel yapı ortaya çıkmıştır. İtikadî ekoller arasında büyük farklılıklar yoktur. Fıkhî
konularla ilgili olarak başta Hanefiyye ve Şafiiyye
olmak üzere çok sayıda içtihat mektebi kurulmuş,
kendi içinde tali kollara ayrılmıştır.
Günümüzde Şia ya da Şiîlik denildiğinde On
İki İmam Şiîliği akla gelir. Bu fırka ümmetin yönetimi anlamına gelen imameti merkeze aldığı
için İmamiyye, imamların sayısını on iki ile sınırlandırdığından dolayı İsnâaşeriyye, görüşlerini
altıncı imam kabul edilen Cafer-i Sadık’a dayandırdığı için Caferiyye diye de anılmıştır.
Şia’ya göre iman beş esastan oluşur: tevhit,
adalet, nübüvvet, imamet ve meâd. Ehl-i sünnetten farklı olarak Şia imameti yani devlet yönetimi konusunu iman esaslarından biri olarak kabul
etmiştir. Şia’ya göre Hz. Peygamber kendisinden
sonra Hz. Ali’nin yönetime gelmesini istemiştir.
Ne var ki sahabe Peygamber’in bu tavsiyesini dikkate almamış, önce Ebu Bekir b.
Ebî Kuhafe’ye, onun vefatından sonra da
Ömer b. Hattab’a biat etmiştir. Şia’ya göre
ilk üç halife hilafeti zorla ele geçirdiği için
“gâsıb”, sahabe de Peygamber’in vasiyetini
çiğnediği için –çok az bir kısmı hariç- mürtet olmuştur. Ayrıca Şia ehl-i beyt kavramını merkeze almış, Peygamber’in hanımlarından Hz. Ayşe ve Hz. Hafsa’yı şiddetle
eleştirmiştir.
Şia’ya göre imamların ilki Hz. Ali, sonuncusu Muhammed Mehdi’dir. Muhammed Mehdi on birinci imam Hasan el-Askerî’nin oğlu olup 260/873 yılında gizliğe
çekilmiş, hâlâ hayatta, nerede olduğu bilinmemektedir. Günün birinde ortaya çıkacak
ve ümmetin başına geçecektir.
Şia fıkhî konularda ehl-i sünnetten farklı olarak ezana “eşhedi enne Aliyyen veliyullah” cümlesini, haya ala’l-felah’tan sonra da “haya ala
hayrı’l-amel” kaydını eklemiştir. Ayrıca Şia beş
vakit namazı cem ederek üç zaman diliminde kılmayı caiz görmüş, abdest alırken ayakların yıkanmasını değil meshedilmesini meşrû saymıştır.
Öte yandan Şia muamelat konularından
“müt’a” yani geçici nikâhı kabul etmiş, bir erkeğin belli bir süre ile kayıtlandırarak evlilik akdi
yapmasını sahih görmüştür.
İmamiyye Şiası’nın en yoğun olduğu ülke
İran’dır. Ayrıca Irak, Azerbaycan, Bahreyn gibi
ülkelerde de çoğunluğu teşkil etmektedir. İslam
dünyasının ortalama yüzde 6 ila 12 arası Şiî Müslümanlardan oluşmaktadır.
©
Shutterstock.com/thomas koch
bunlardan dördü hayatiyetini koruyarak ana yapıyı temsil etmiştir.
Ehl-i sünnet inanç konularını ayet ve hadislerden yola çıkarak altı madde hâlinde tespit etmiştir: Bunlar Allah’a, meleklerine, ilahi kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere iman
etmektir.1 Ehl-i sünnete göre siyasi konular dinin
inanç yönüne değil, fürûuna ait konulardır. Hz.
Peygamber kendisinden sonra ümmetin yönetimini ümmetin tercihine bırakmış, ümmet de tarihte bilindiği şekilde tutum sergilemiştir. İlk dört
halifenin hilafeti meşrudur. Ayrıca Peygamber’in
sahabileri adalet ve fazilet sahibi şahsiyetlerdir.
Şiilik: Ana Bünyeden Ayrılan En Büyük Fırka
Müslüman genel çoğunluk olarak ehl-i sünnet
olarak alındığında, ana bünyeden ayrılan en büyük fırka olarak karşımıza Şiîlik çıkar. Tamamen
siyasi olaylara bağlı olarak ortaya çıkan Şiîlik,
terim olarak Hz. Peygamber’den sonra ümmetin yönetiminin Hz. Ali’ye, sonra da çocuklarına
ait olduğu fikrine dayanan grupları ifade eder.
Bu gruplar ana fırka olarak Keysanilik, Zeydilik,
İmamiyye ve Gâiliyye şeklinde gruplara ayrılır.
Bunlardan Keysaniyye tarihe karışmış, Zeydilik
Yemen’de varlığını devam ettirmiş, İmamiyye
ise imam sayısını on iki ile sınırlandıran İsnâaşeriyye fırkası olarak Şia’yı ağırlıklı biçimde temsil
etmiştir. Gâliyye başta İsmailiyye olmak üzere
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
25
Dosya
26
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Shutterstock.com/Vladimir Melnik
Alevilik, X. yüzyıldan itibaren, İslam’ı kabul
etmeye başlayan göçebe ve yarı göçebe oymakların, bu yeni dinle birlikte önceki inanç ve geleneklerini bir biçimde bağdaştırdıkları, sonraki
dönemde bünyeye bazı Hurufî ve Şiî unsurların
katıldığı; “Hak-Muhammed-Ali” anlayışına dayalı, yol mensubunun, dört kapı-kırk makam ile
“insan-ı kâmil” olacağını benimseyen; batınî ve
tasavvufi özellikleri öne çıkan sosyo-kültürel bir
yapıdır.
Daha açık bir ifadeyle bugün bazen Alevilik,
bazen Alevilik ve Bektaşilik diye anılan yapı, tarihsel olarak başlangıçta Kam geleneğine sahip
olan Türkmen oymakların İslam’ı kabul
etmesinden sonra eski inançlarıyla İslam’ı
bir biçimde bağdaştırmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu yapı ilk dönemlerde Yesevilik,
Vefailik, Haydarilik ve Kalenderilik gibi sûfî
kalıplar üzerinden varlığını devam ettirmiştir. Erdebil merkezli Safevi tarikatı bir
taraftan Şiîleşme, bir taraftan da siyasileşme sürecine girdiğinde bu anlayış söz konusu yapıya da yansımıştır. Şah İsmail’in
babası Şeyh Haydar On İki İmamı kabul
edip müritlerine on iki dilimli kırmızı börk
giydirmiş, böylece bu oymaklar Kızılbaş
diye anılmıştır.
İşaret edilen dinî anlayışa sahip göçebe
kesimler XI-XIV. yüzyılda Anadolu’ya intikal ettiklerinde kendilerine has dinî anlayışı sürdürmüşlerdir. Bu arada aynı geleneğe mensup olan Hacı Bektaş Veli de muhtemelen
Bektaşlu aşireti ile birlikte Anadolu’ya gelmiş,
Kırşehir-Nevşehir bölgesine yerleşerek zaviyesini kurmuştur. Onun 1270’lerde vefatından sonra
Rum Abdalları tarafından Hacı Bektaş ismi öne
çıkartılarak Kızılbaşlara göre merkezi yapı ile
biraz daha uyumlu, biraz daha yerleşik hayata
yakın Bektaşilik belli bölgelere yayılmıştır. Aslında geniş bir ortak alana sahip olan Kızılbaşlık ve
Bektaşilik genellikle Osmanlı yönetimi ile (Bektaşiler belli oranda istisna teşkil eder) gerginlik
içinde varlıklarını devam ettirmiştir.
Aleviliğin en temel inancı “Hak-Muhammed-Ali” üçleri ile ifade edilen uluhiyet, nübüvvet ve velayet anlayışıdır. Uluhiyet anlayışı bazen
genel İslami anlayışla paralel, bazen vahdet-i vücûd, bazen da vahdet-i mevcûd temellidir. Hz. Ali
en büyük Tanrı tecellisidir. Aynı zamanda o, velayetin de şahıdır. Nübüvvet anlayışı bakımından
Hz. Muhammed’e büyük saygı gösterilir, adı anılınca salavat getirilir. Ancak genellikle Hz. Muhammed’in İslam’ın zahiri yönünü, şeriatı temsil
ettiğine, Hz. Ali’nin ise İslam’ın batınî yönünü,
tarikatı temsil ettiğine inanılır.
Aleviler genellikle Kur’an’a büyük saygı gösterirler. Ancak çoğu bunun eksik olduğu düşüncesindedir. Ahiret inancı belli ölçüde kapalıdır.
Bazıları kıyamete, ahirete, cennet ve cehenneme
inanırken bazıları bu konuda farklı fikirler ortaya
koyarlar.
©
Alevilik: Batınî-Sufî Bağdaştırmacı Anlayış
Aleviler İslam’ın temel ibadetleri olan namaz,
oruç, zekât, hac gibi ibadetlere mesafelidirler.
Çoğunlukla namaz yerine niyazı yani cemi, ramazan orucu yerine Muharrem orucunu öncelerler.
Alevilik’te en önemli kavramlardan birisi
“dört kapı-kırk makam”dır. Bunlar talibin Hakk’a
yükselip “insan-ı kâmil” olması için kat etmesi
gereken basamaklardır. Dört kapı şeriat, tarikat,
marifet, hakikat olup her kapının kırk makamı
vardır.
Alevilik’te merkezî erkân “cem”dir. Cem, Hz.
Muhammed’in miraca çıkması, kırklar meclisine
uğraması ve kırkların semaha kalkıp Hak aşkıyla dönmesini temsil eder. Cemde on iki hizmet
yerine getirilir. Cemin musahiplik cemi, görgü
cemi, dardan indirme cemi, Abdal Musa cemi gibi
çeşitleri vardır. Bunlardan musahiplik cemi evli
iki çiftin birbiriyle yol kardeşliği bağı kurmasını
ifade eder.
Alevilikte “dede” en büyük yol önderidir. Dedelerin peygamber soyundan geldiklerine inanılır. Evlad-ı resul olmayan bir kimse dedelik postuna oturamaz.
Nusayrilik: Arap Aleviliği
Tamamıyla batınî ve “bağdaştırmacı” bir yapı
olan Nusayrîlik IX. asırda Muhammed b. Nusayr
en-Nemiri tarafından kurulmuş ve ona nispetle anılmıştır. Fırkanın Alevi adıyla anılması I.
Dünya Savaşı sonrasına dayanmaktadır. Önceki
dönemlerde Nusayrîlik yanında, sınırlı oranda
Nemiriyye diye de anılan fırka kimi zaman alt
grupları ifade eden Haydariyye ve Kilaziyye diye
de isimlendirilmiştir. Tarihî arka planı, inanç ve
anlayışları bakımından Anadolu Aleviliğinden
farklı olan fırkaya Türkiye’de, bu farklılığa işaret
etmek üzere Arap Aleviliği de denilmiştir. Zira
fırka Arap aşiretlerinden oluşmaktadır; konuşulan dil ve fırkanın temel eserleri Arapçadır.
Nusayrîlik, Basra ve Kufe’de yani Irak’ta ortaya çıkmış olmakla birlikte, XI. yüzyılın ortalarından itibaren Lazkiye (Suriye) ve Kilikya (Hatay-Adana-Mersin) bölgelerine intikal etmiştir.
Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Osmanlı
hâkimiyetine giren Nusayrîlik, bölgedeki siyasi
gelişmelerle bağlantılı olarak günümüze kadar
gelmiştir.
Nusayrîliğin temeli Hz. Ali’ye uluhiyet nispet
edilmesine dayanır. Fırkaya göre Hz. Ali’nin konumu tıpkı Hıristyanlık’ta Hz. İsa’nın konumu gibidir. Aşkın bir Allah’a inanılmakla birlikte O’nun
Hz. Muhammed zamanında Hz. Ali’de bedenlendiği kabul edilir. Nusayrîlik’te “mânâ-isim-bâb”
üçlemesi vardır. Mânâ Hz. Ali’dir. O, bir yönüyle
beşer, bir yönüyle ise Allah’ın kendisinde enkarne olduğu şahsiyettir. “İsim” ya da “hicab” Hz.
Muhammed’dir. Selman-ı Farisi ise “bâb”tır. Ayn,
mim, sin veya AMS (Ali, Muhammed, Selman) fırkanın sembolüdür.
Nusayrîler vahiy gerçeğini kabul ederler.
Aynı şekilde melek inancı vardır. Ancak önemli
bir farklılık olarak Nusayrîlik “tenasüh” inancını
benimser. Onlara göre ölen bir insan, dünyadaki
yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde yeniden dünyaya gelir. Cennet ve cehennem
inancı bulunmakla birlikte, yaygın İslami anlayıştan farklıdır.
Nusayrîlik, batınî dokusuna paralel olarak temel İslami ibadetleri tevil ederek büyük ölçüde
reddeder. Nusayrîlerde namaz, oruç, hac, zekât
gibi ibadetler bambaşka şekilde yorumlanır. Mesela oruç, Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın
sessizliğini temsil eder ve “batınî” sırların gizlenmesi anlamına gelir. Zekât şeyhlere verilir. Bir
takım kutsal kişileri sembolize eden haccın da
bilinen hacla ilgisi yoktur.
Nusayrîlik’te “batınî namaz” vardır. Bu
Kur’ân-ı Kerîm’den fatiha ve ihlas sureleri ile
Kitabü’l-mecmu’un ve “kuddâs” adı verilen duaların okunmasından ibarettir. Namazla yükümlü
olan erkeklerdir. Kadınların birkaç duadan başka
dinî mükellefiyetleri bulunmamaktadır.
Nusayrîlikte bayramların özel önemi vardır.
Toplam 50 kadar bayram vardır. Bayramda topluca ibadet edilir. Kadınlar ve Nusayrî olmayanlar
bayramlara alınmaz.
Nusayrîliğin temel metni on altı sureden oluşan Kitabü’l-Mecmu adlı kitaptır. Her Nusayrî
erkeği bu metni ezberlemekle yükümlüdür. Belli
yaşa gelen erkek çocukları “din amcası”nın yanına giderek bu kitabı ve “kuddâs”ları ezberler.
Ayrıca yolun sırlarını öğrenir. Özel bir programla
Nusayrîliğe katılan bu erkek çocuğu sırları kimseyle paylaşmayacağına söz verir.
Nusayrî din adamları “şeyh” adıyla anılır ve
toplumda kendilerine büyük saygı gösterilir.
Suriye nüfusunun takriben yüzde 8 ila 12’si
Nusayrî olup devletin idari mekanizması büyük
ölçüde bu yapıya mensup olanların elindedir.
Çok sınırlı oranda Lübnan’da da Nusayrî vardır.
Türkiye’de ise Hatay, Adana ve Mersin illerinde
Nusayrîler bulunmaktadır.
*Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan
Prof. Dr. İlyas Üzüm’ün Günümüz Aleviliği, Kültürel Kaynaklarına Göre Alevilik, Günümüz Bulgaristan Aleviliği, Tarihsel
ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik gibi yayımlanmış çalışmaları
vardır.
1
Bk. Müslim, “İman”, 1.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
27
Dosya
Aleviliğin Avrupa’da Dinî
Cemaat Olarak Varlığı
Anadolu Aleviliğinin hem
Türkiye’de hem de Avrupa’da sosyokültürel bir
harekete dönüşmesi, dahası Alevilerin Avrupa’da birer dinî cemaat olarak örgütlenmeleri, Alevi kimliğindeki değişimlerin de
ana göstergeleri arasında yer alıyor.
ElIse MassIcard*
28
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
Shutterstock.com/thomas koch
©
Alevilik bir Batı Avrupa fenomeni hâline geldi. Günümüzde Alevi dernekleri Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya,
Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Avustralya, Kanada ve Amerika’da bulunmaktadır. Çoğu Alevi
1960, 1970 ve 1980’lerin başında Batı Avrupa’ya
yerleşmelerine rağmen Alevilik, yerleşim ülkelerindeki kamu alanlarında henüz yenice ortaya
çıkmıştır. Bu ortaya çıkış da göç süreci nedeniyle değil, kültür ve dinle ilgili sorunlara karşı artan farkındalık nedeniyle gerçekleşmiştir.
Aleviliğin Avrupa’da daha görünür bir şekilde
varlık göstermesinde bir diğer önemli faktör
ise 1980’lerden itibaren hem Türkiye’de hem de
yurt dışı yerleşim ülkelerinde gözlemlenen Aleviliğin yeniden dirilişi ve canlanmasıdır.
Aleviler Batı Avrupa’ya ne zaman ve nasıl
yerleştiler? Burada üç ana safhadan söz edilebilir. İlki, 1960’larda işçi göçü nedeniyle Alevi erkekler Türkiye’den Batı Avrupa’ya, özellikle de
Batı Almanya’ya büyük gruplar hâlinde göç etmeye başladılar. İkinci safha 1970’lerin başında
işçi göçlerinin son bulmasıyla başlamıştır. Çelişkili bir şekilde işçi göçü dursa da özellikle aile
birleşimi için gelen kadın ve çocuklar nedeniyle
Türkiyeli göçmenlerin sayısı artmıştır. Üçüncü
safha ise 1980 yılında Türkiye’de gerçekleşen
askerî darbenin hemen öncesi ve sonrasındaki
süreçtir. Bu süreçte işçi göçünden beri en büyük Türkiyeli göçmen akını meydana gelmiş;
bu göçmenlerden bir kısmını siyasi sığınmacılar oluşturmuştur. Günümüzde gözlemcilerin
tahminlerine göre Almanya’da yaşayan Alevilerin sayısı 400 bin ila 600 bin arasındadır. Kimi
araştırmalara göre Aleviler getto denilen azınlık
mahallelerinde değil, farklı bölgelerde dağınık
şekilde yaşamaktadırlar.
Batı Avrupa’ya yerleşen Aleviler ilk zamanlar görünmez kaldılar. Sünniler gibi yerleşim
ülkelerinde biçimselleşmiş bir dinî yaşantı kurmadılar. Bunun birinci nedeni göçlerin meyda-
na geldiği dönemlerde Türkiye’deki Alevilerin
dinî pratiklerinin zaten zayıflamakta olmasıydı.
İkinci olarak göç hareketinin kendisi dinî pratiklerin azalmasına sebep oldu; zira Alevilerin
dinî pratiklerinin çatısını oluşturan köy toplulukları fiziksel olarak dağıldı. Üçüncü olarak,
pek çok Alevi takiyye yapmaya devam etti; yani
Türkiye’de olduğu gibi göç ettikleri ülkelerde de
kimliklerini halk içinde gizlemeye ya da inkâr
etmeye devam ettiler. Hemen hemen hiç biri
alenî olarak Alevi kimliğini açıklamadığından,
Türkiye’den göçen göçmenler arasında Sünni İslam gözle görülebilen tek din hâline geldi.
Türkiyeli göçmenler bu nedenle dinî açıdan homojen kabul edildi; bu durum Türkiye’nin resmî
kimliği ve söylemine de uygundu. Son olarak,
Avrupa’daki Aleviler, öncelikli olarak Alevi kimlikleri üzerinden örgütlenmediler.
Batı Avrupa’da Alevi kimliklerini açıkça ortaya koyan organizasyonlar, Aleviliğin yeniden
canlanmaya başladığı 1980’lerin sonunda kurulmaya başladı. Aleviliğin yeniden canlanması
ise küresel gelişmelerle, yani hem Türkiye’deki
hem de Batı Avrupa’da yaşamakta olan Alevilerin içinde bulundukları koşullarla ilgiliydi.
Diğer genel faktörlerin yanı sıra pek çok Alevinin taraftar olduğu sol hareketlerin gerilemesi önemli bir faktördü. Bu gerileme Türkiye’de
gerçekleşen 1980 askerî darbesi ile daha da arttı. Aynı zamanda yeni ideolojiler, özellikle de
kimlik ve etnisite önem kazandı. Bu durum Kürt
sorunu ile alakalı olarak 1980’lerin başında PKK
tarafından başlatılan savaş ile Türkiye’de baş
gösterdi. Bir diğer faktör ise, 1980 askerî darbesinden sonra cuntanın, dümenini Türk ulusal
kimliğine doğru çevirmesi, ulusal bütünlüğü
sağlamak amacıyla Sünni İslam’ı vurgulaması oldu. Dahası pek çok Alevi’nin tehdit olarak
gördüğü siyasal İslam Türkiye’de ivme kazanmaktaydı. 1993’teki Sivas saldırısı ile 1995’teki
Gazi olayları Alevi dirilişini hızlandırdı. Türkiye
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
29
Dosya
ve Batı Avrupa’daki birçok Alevi, Aleviliklerini
açıkça ifade etmeye başladı ve çok sayıda Alevi
derneği kuruldu.
Aleviliğin dirilişi, özellikle Batı Avrupa devletlerinde çokkültürlülük politikaları sayesinde
gelişti. 1980’lerde ve hatta 1990’larda çokkültürlülük, İngiltere, Almanya, Hollanda, İsveç
gibi ülkelerde ivme kazandı. Bu ülkeler göç meselesine temelde kültürel farklılık olarak yaklaşmaya başlamış; farklı olma ve özgür ifade hakkını desteklemiş, kimlik ve kültür söylemlerine
dayalı politikalar uygulamıştır. Çokkültürlülük
Aleviliğe böylelikle Alman kamusal alanında ilk
kez tanınma fırsatını vermiş oldu. Bu kültürel
fırsatın Alevi derneklerinin Avrupa’da kurulma
ve gelişmesi açısından önemli sonuçları oldu.
Bu fırsatı yakalayan Aleviler, devlet yardımları
ya da entegrasyon konularında çoğunluk toplumu ile müzakere etmek amacıyla kendilerinin
“Türk kültürü”nden farklılıklarını vurgulamaya
ve Aleviliği, korunmaya muhtaç bir kültür olarak
tanıtmaya başladı. Örneğin ana Alevi federasyonu AABF (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu)
Aleviliğin kültürel bir versiyonunu ortaya koymuştur. Aynı şekilde Almanya’daki çoğu Alevi
derneği Aleviliği demokrasi, hoşgörü ve yardımseverliğe dayalı bir “kültür” olarak görmektedir.
Alevi dernekleri gelişmekte ve saz çalmak
ve semah tutmak gibi esasında ritüellere dayalı
Alevi pratiklerini öğretmektedirler. Bu pratikler Alevi kimliğinin sembolleri hâline gelmiş
ve özellikle gençler tarafından benimsenmiştir.
Bununla beraber Alevi dernekleri kutlamalar,
anma günleri ve konserler gibi kültürel aktiviteler de düzenlemektedirler. Bu aktiviteler
halkın ilgisini çekmekte ve dinî merasimlerden
daha fazla ilgiyle karşılanmaktadır. Dahası Türk
dernekleri gibi Alevi dernekleri de Aleviliğin
tanınması için isteklerini dillendirmekte, yerleştikleri ülkelerde Aleviliği tanıtma kampanyaları düzenlemekte, özellikle kültürlerarası ve
dindarlararası diyalog projelerine katılmaktadırlar. Bununla birlikte, toplum merkezleri ya da
cemevleri kurmak için de çalışmalar yürütmektedirler.
Geçtiğimiz yıllarda sayıları giderek artan
Alevi dernekleri -özellikle AABF ya da Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’na (AABK)
30
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
bağlı olanlar- Aleviliğin dinî boyutunu vurgulamaya başlamış, daha dinî adlar benimsemiş ve
dernek binalarını ibadet yerleri olarak görmeye
başlamışlardır. Bu değişim ve geçişi nasıl açıklayabiliriz? Almanya’da devlet ve dinî cemaatler
ortaklaşa çalışmalar yürütmekte ve birçok dinî
cemaat kamu tüzel kişiliğine sahip bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî cemaat (Alm. “Religionsgemeinschaft”) statüsü elde etmek -göçmen olsun
ya da olmasın- dinî gruplarca öncelikli bir amaç
hâline gelmiştir. Bununla birlikte dinî cemaat
olarak resmen tanınmış bir grup, devlet okullarında din eğitimi verme hakkını kullanabilmektedir.
Avrupa’daki Aleviliği incelemeye devam ettiğimizde ana akım Sünni Müslümanların tersine Alevilerin Avrupa’da oldukça iyi bir imaja
sahip olduğunu görürüz. Aleviler kendilerinin
diğer Türk göçmenlerden farklı olduklarını ifade ederek birçok insanın ön yargıyla yaklaştığı
İslam’la aralarına mesafe koymaktadırlar. Aleviler arasında İslam’ın tehdit olduğuna dair genel
inanışı kabul eden ve hatta İslam’ın “fundamentalist bir tehlike yaydığına dair” kalıp yargının yayılmasına katkıda bulunanlar bile vardır.
Buna karşın kendilerini diğer Türk ya da Müslüman göçmenlerden daha modern, liberal ve
açık görüşlü olarak tanımlayan Aleviler de mevcuttur. Bu kimseler Aleviliğin cinsiyet eşitliğini
savunduğu ve alkol tüketimine izin verdiği iddialarını vurgulama eğilimi gösterirler. Böylelikle
Alevi/Sünni farklılığının aslında Alevilik ile Avrupa kültürü arasındaki uyumluluğa işaret ettiği
vurgusu ile Alevilerin Avrupa toplumlarındaki
entegrasyonunda sorun olmadığı düşüncesi anlatılmaya çalışılır. Bu durum, Alevilerin Avrupa
ülkelerindeki toplumlarla iyi ilişkiler geliştirmelerine, bu ilişkilerden hareketle de yerleştikleri ülkelerde kurumsal entegrasyon ve resmî
tanınma stratejileri oluşturmalarına neden olmaktadır. Örneğin Almanya’da, AABF’ye bağlı
Alevi dernekleri 2000’li yılların başında çeşitli
eyaletlerde dinî topluluk olarak tanınmış, bu tanınma Sünni Müslüman derneklerin tanınmasından çok daha hızlı ve kolay olmuştur. Benzer
gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de mevcuttur: 2007 yılında Danimarka’daki Alevi derneği
İslam’dan ayrı bir dinî cemaat olarak tanınmış
Shutterstock.com/thomas koch
©
ve böylelikle resmî nikâh kıymak, yurt dışından
getirilen din adamlarına çalışma izni sağlamak
ve Alevi mezarlıkları oluşturmak gibi pek çok
hak elde etmiştir. Farklı ülkelerin birbirinden
farklı kurumsal entegrasyon imkânları sağlaması Alevilerin tanınma stratejilerini etkilemiş
olsa da (örneğin Danimarka’dakine benzer bir
sistem Fransa’da bulunmamaktadır) şu ilginç
durum bütün açıklığıyla kendisini göstermektedir: Avrupa’da Aleviler dini farklılıklarını ifa-
de etme özgürlüklerine Türkiye’de olduğundan
fazlasıyla sahiptir ve bu siyasi, toplumsal ve hukuki çerçeve Avrupa’daki Alevileri dönüştüren
en büyük etmenlerden biri olmuştur.
*Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezine (CNRS) bağlı
Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsünde (IFEA) araştırmacı olan Massicard’ın uzmanlık alanları Türk politikaları ve
Alevilik çalışmalarıdır.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
31
Dosya/Söyleşi
“Klasik Alevi Öznenin
Varlık Alanı Çarpıtılıp
Dönüştürülüyor.”
32
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
©
neco
Necdet Subaşı, Türkiye’deki Alevi Açılımı’nın en önde gelen ismi. Din sosyoloğu ve Alevi Çalıştaylarının koordinatörü olan Subaşı ile değişen Alevi
kimliği üzerine konuştuk.
Aleviliğe ait bir teolojinin olup olmadığına
dair tartışmada farklı pozisyonlar var. Bazıları
Aleviliğe yeni bir teoloji üretildiğini söylüyor.
Siz ne düşünüyorsunuz?
Aleviliğin bir kültür mü mezhep mi yoksa bugün daha sık dillendirildiği anlamda bir
ideoloji mi olduğu çokça tartışılan konular
arasında yer alıyor. Alevi aktivistler, gelenekte “Dede” etrafında oluşan inanç ve ritüel temelli bir evrenin bugün nasıl sürdürüleceği
konusunda geleneğin klasik muhafızlarından
kopuk bir şekilde yeni bir inşa denemesine girişmekteler. Özellikle 80’li yıllardan itibaren
gözlenen bir yayın patlaması, Aleviliği kendi
evveliyat ve müktesebatından ayrıştırmaya
yönelik bir hevesle çaba harcandığını göstermektedir. Aleviliği teolojik bir düzeyde tartışmak ya da değerlendirmekten imtina eden
yaklaşımlar bugün Aleviliği yeniden kurgulamaya yönelik teolojik bir zemine taşınmaktadır.
Hem Aleviler, hem de diğer mezheplerden
araştırmacılar Alevilik hakkında farklı saiklerle
farklı değerlendirmeler ortaya koyuyorlar. Siz
Aleviliğe dair ilahiyat incelemelerinde hangi
hataları gözlemliyorsunuz?
Aleviliği günümüzdeki siyasi-dinî-ideolojik beklentiler içinde kalarak yorumlama çabası geleneğin kendi dünyasını çarpıtmaktan
öteye gitmiyor. Çağdaş düşünce hareketlerinin dâhil olduğu fikrî düzlemde Aleviliği yeniden şekillendirme çabası uzun vadede bildik
Alevi öznenin hareketin içindeki özellikli konumunun hırpalanacağına işaret etmektedir.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
33
Dosya/Söyleşi
Ayrıştırmacı-dışlayıcı tanımlamaların bitmesi için diyaloğun,
tanışma ve bilişme süreçlerinin artırılması gerek.
Sünnilerin Alevilerle ilişkilerinde Sünniliği
esas aldıkları ya da üstten bakan bir yaklaşıma
sahip olmalarının neticesinde Alevileri asimile
gayretinde oldukları iddia edilir. Öte yandan
Alevilerin de Sünnilerle ilişkisinde ön yargılar
ve tarihten tevarüs edilen düşmanca tavırlar
dikkat çekebiliyor. Karşılıklı ön yargıların aşılması nasıl mümkün sizce?
Belirttiğiniz gibi, karşılıklı ön yargıların
olmadığı söylenemez. Kendini büyük toplumdan her daim ayrıştırma gayreti içinde olan
ve bu bağlamda kendini diri tutmak adına sürekli olarak farklılıkların altını çizme çabası
içinde olan her yapı sonunda kendine ilişkin
bir ön yargı ve merak baskısıyla karşı karşıya gelecektir. Aynı husus merkeze dâhil olma
çabasının sürekli püskürtüldüğü ve açıkça
marjinalliğe savrulduğu hemen her “azınlık
söylemi”nin de benzer şekilde kendi dışındaki
varlık ve yapıları belli bir ön yargı temelinde gözlemlemesine yol açmaktadır. Alevi ve
Sünniler arasındaki ön yargıların kaldırılması
konusunda eğitimden siyasete, ekonomiden
dine hemen her alanda dikkatli bir çaba içinde
olunması gerekmektedir.
Homojen ve yegâne bir Sünnilikten ya da
tek bir Alevilikten bahsedilemezken Sünniliğin
ortodoksi, Aleviliğin ise heterodoksi olarak görülmesi ne denli doğru bir yaklaşım?
Bu tanımlama daha çok hakikati kendi tekelinde tutma iddiası taşıyan gruplardan sadır olmaktadır. Söz konusu kavramların bizim
dinî dünyamızda birebir karşılığı olmamakla
beraber ana akım dinselliğe dâhil olmayan
yapı ve grupların heretik olarak takdim edilmesi daha çok hâkim dinî topluluğun temsil
ettiğini düşündüğü hakikate sahip olma kaygı ve endişesinden kaynaklanmaktadır. İslam
34
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
dinî kültür tarihinde daha çok ehli zındık,
mülhid, ehli bid’at ya da rafizi kavramlarıyla
ifade edilen dinî grupların sonuçta bir şekilde sapkın sayılabileceklerine ilişkin tasavvur
kökleşmiş bir bilinçaltının ürünüdür. Bu tür
ayrıştırmacı-dışlayıcı tanımlamaların bitmesi
için diyaloğun, tanışma ve bilişme süreçlerinin artırılması ve güçlendirilmesi gerekmektedir.
Avrupa Alevileri, kendilerini İslam’dan tamamen ayrı bir inanç grubu olarak tanımlıyorlar. Örneğin Almanya’daki Avrupa Alevi
Birlikleri Federasyonuna göre “Bazı Alevilerin
kendilerini hem Alevi hem de Müslüman olarak
tanımlamaları, Sünni asimilasyon politikasının
bir sonucu.” Bu cümleyi ufak değişikliklerle şu
hâle getirebilir miyiz: “Bazı Alevilerin kendilerini İslam’dan tamamen kopuk tanımlamaları,
Avrupa’nın Alevileri İslam’dan koparma politikalarının bir sonucudur.”
Bu konularda kalıcı değerlendirmeler yapmak için resmî kayıtlara ihtiyaç var. Aleviliği
İslam dışı bir akım ya da kendi başına bir dinî
söylem olarak görme çabası içinde olan birtakım örgütlerin hem İslam’la hem de Aleviliğin
İslami kökleriyle hesaplaşma çabası içinde oldukları söylenebilir. Bununla birlikte asıl sorun belki de Avrupa temelinde Alevilerin ilgili
devletler nezdinde kendilerini takdim etme
sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda İslami köklere atıfta bulunarak kendi
durumlarını meşrulaştıran Türkiye kökenli
Müslüman organizasyonlara katılarak öteden
beri vurguladıkları farklılıklarının eriyeceğinden kaygı duyan kimi stratejist Alevi grupları, ilgili ülkelerin kimi ilginç beklentilerini de
dikkate alarak bu söylemde karar kılma çabası içindedirler. Ancak ifade etmek gerekir ki
Bugün aslolan Aleviliğin kendi gerçekliğinin nasıl korunup
geliştirileceğidir.
Türkiye Aleviliği bu tür tanımlamaları hem
kompleks hem de haince bulmaktadırlar.
Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da bilhassa sol eğilimli gruplar içerisinde Aleviler çoğunlukta. Bunun nedeni ne olabilir sizce?
Aleviliğin öteden beri muhalif bir dil içinde kendi evrimini sürdürdüğü söylenebilir.
Cumhuriyet’in radikal laik politikalarında
kendi gelecekleri için uygun bir mecra bulmakta gecikmeyen Aleviler, ilerleyen süreçte
kendi geleneksel paradigmalarını laik bir tasavvur içinde sürdürememişler ve bu değişim
Alevileri her düzeyde sol grup ve motivasyonlarla aynı hizaya getirmiştir.
Türkiye’de ve Avrupa’da Alevilerin dinî özgürlükleri kapsamındaki haklarını elde edebilmeleri için önce “Aleviliğin İslam’daki konumu”
mu tartışılmalıdır? Aleviliğin İslam içi/dışı bir
mezhep olup olmadığı tartışması bir tarafa bırakılarak mesafe katedilemez mi?
Bu konunun Sünni ya da diğer dinî oluşumlardan hatta devletten çok Alevilerin düşünmesi gereken bir konu olduğu kanaatindeyim.
Bugün yeni zamanların talep ve beklentileri
karşısında Aleviliğin bilinen geleneksel-dinî
karakterini ne ölçüde sürdürebileceği esaslı bir sorundur. Aleviliği artık etnik temelli
bir ideolojik hareket olarak tanımlayanların
çabaları klasik Alevi öznenin varlık alanını daraltmaya, çarpıtmaya ve dönüştürmeye
başlamıştır. Bugün aslolan Aleviliğin kendi
gerçekliğinin nasıl korunup geliştirileceğidir.
Aleviliğin modernlikle imtihanı ne şekilde
sonuçlandı? Aleviler modernite ile tecrübeleri
bağlamında Sünnilerle ne tarz paralellikler/ayrışmalar gösterdiler/gösteriyorlar?
Aleviliğin bu süreçten başarıyla çıktığı
söylenemez. Bugün Alevilik de Aleviler de
hem modernleşme dalgasının hem de şartsız
koşulsuz bağlandıkları laik siyaset söylemlerinin etkisi altında kendi manevi miraslarına
sağlıklı bir şekilde dönebilme olanaklarını
kaybetmişlerdir. Sünni dünyanın modernleşme karşısında ortaya koymaya çalıştığı direncin bir benzerini Alevilerde görmek şimdilik
imkânsız gibi görünüyor. Dedenin geleneksel
rolü aşındırılmış, belli başlı dinî pratikler arasında yer alan ayin-i cem’in manevi anlamı
sekteye uğramıştır.
Alevilik ve Alevilerle ilgili tartışmaların siyasi, ideolojik ya da savunmacı bir retoriği aşabilmesinin yolu nedir sizce?
Kişisel kanaatim Alevilerin kendi geleneksel temsillerinin yeniden hatırlanması ve ihya
edilmesidir. Bu bağlamda dedeliğin, musahipliğin ve düşkünlük mekanizmasının ele alınması gerekir. Hiç kuşkusuz modern akılcılık,
küresel sistemin bozucu etkileri, yeni pazar
ekonomileri ve farklı entelektüel ve dinî rekabet alanları da Aleviliğin tarihsel donanımını
geçmişte olduğu gibi sadece kırsal yaşam ünitelerine göre değil bugün fazlasıyla dâhil olduğu kent gerekliliklerine göre inşa etmesini
gerektirmektedir.
Demin de vurguladığım gibi klasik kaynaklar yeniden hatırlanmalı ve bütün bunların İslami gelenek içindeki yeni konumları samimi
ve dindarane bir çabayla emek verilerek geliştirilmelidir. Bütün bu beklentileri siyasallaşmış Alevi aktivistlerinin gerçekleştirmesi ise
asla mümkün değildir.
Elif Zehra Kandemir sordu.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
35
©
Flickr.com/Murat Tanyel
Dosya
Tasavvuf ve
Alevilik
“Tekke”, “dergâh”, “tarikat” gibi kavramların Cumhuriyet tarihi içerisinde oldukça
olumsuz bir bağlamda ele alınması, Aleviliği tasavvufi bağlam içerisinde ele almayı büyük ölçüde engellese de Aleviliği anlayabilmek için önce bu inkâr refleksinden kurtulmak şart.
Niyazi Öktem*
36
P e r sp e kt İ f • S ay ı 246 • aralik 2 0 1 5
Sosyal sorunların derininde yatan bilimsel
veri ve gerçeklikler bilinmeden çözüm üretmek
olanaksızdır. Bu durumda, Anadolu Aleviliğinin
tarihsel, dinsel ve sosyal kökenleri konusunda
ciddi bilimsel araştırmalara girmediğimiz takdirde ideoloji ve slogan düzeyinde kalarak havanda su dövmekten ileri gidemeyiz.
Bu yaklaşımla tartışmaları ana hatlarıyla ele
alıp bu bağlamda hem Türkiye’deki hem de diasporadaki Alevilerin konumunu değerlendirmeye çalışalım:
Öncelikle Anadolu Aleviliği, bu coğrafya içerisinde yeşeren tasavvufi bir İslam inanç yolu
ve yorumudur. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen
insanların sayısı en fazla 800-900 bin civarındadır. 11 ila 14. yüzyıllar arasında gerçekleşen bu
göç zamanında Anadolu’da yaşayan Ermeni ve
Rum ağırlıklı Bizans İmparatorluğunun nüfusu
ise en az 5 milyondu. Anadolu’da yüzyıllardan
beri yaşamakta olan bu insanlara ne oldu? Buharlaşıp gökyüzüne mi çıktılar? Övünerek anlattığımız İslam misyonerleri, Horasan Erenleri
kimleri Müslüman yaptı? Tabii ki Anadolu’nun
Hristiyan, heretik ve dağlarda yaşayan pagan
nüfusunu... Anadolu Aleviliği de, bu coğrafyada
oluşan ırksal ve kültürel alaşımın dinidir. Bin
yıllara dayanan zengin Anadolu kültürü değişim sürecine girmiş ve tüm inanç ve antropolojik birikim mirası o topraklara gelenlerin etkisiyle yeni bir din yorumuna bürünmüştür. İslam
potası içerisinde yeşeren hümanist, özgürlükçü,
birey eksenli bu yeni yapılanmayı başka İslam
coğrafyalarında görmek olanaksızdır.
Ne yazık ki Türkiye’deki de, diasporadaki
Alevi de bahsi geçen bu zengin alaşımın farkında değil gibi görünmektedir. Kimine göre Alevilik Orta Asya’dan gelmiştir, diğeri onu İran
Şia’sı içinde eritmeye çalışır, bir diğeri ise Aleviliği Mazdeizmin devamı olarak görür. Başka
bir yaklaşım ise olayın sadece kültür boyutuna
bakar veya Anadolu’nun 3000 yıllık kendine
özgü dini olarak bu inanç yapılanmasını farklı
yerlere taşır.
Farklı, kendine özgü inanç yorumu Türkiye
dışında daha yaygın gibi görünmektedir. Diasporadaki Alevilere göre Alevilik bir kültür ve
yaşam biçimidir, dinsel konumu ikinci plandadır. Doğrudur, bu kültür 3000 yıllık bir maziye
sahiptir, ama yaşam biçimi olarak çağlar boyunca Manikeizm, Mazdeizm, Hristiyanlık ve de son
olarak İslam diniyle senkretikleşme (bağdaşma)
sürecine girmiştir. Her gelen yeni dinle eski kültür ve yaşam biçimi farklı senkretik yapılanmaları gündeme getirmiştir. Ayrıca onların ortaya
attığı, kendine özgü bu tür bir dine hiçbir dinler
tarihi, din sosyolojisi yapıtı değinmemektedir.
O hâlde bilimsel metodolojinin değinmediği
bu tarz analizlerin ciddiyetinden söz etmek de
mümkün olmayacaktır.
Bu bağlamda sorulması gereken ilk soru şudur: Anadolu Aleviliğini bu toprakların kültürünün İslam yorumu ve inanç yolu olarak ele aldığımızda kurumsal ve inançsal yapılanmasının
analizini nereye oturtabiliriz?
Bilindiği gibi İslam dini, Ehl-i Sünnet ve Şia
adı altında iki ana kola ayrılmıştır. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin güçlü
iktidarları tarih boyunca Sünni geleneği sürdürmüştür. Buna mukabil, Araplar dışında sonradan Müslüman olan kavimler, yeni dini kerhen
benimsemelerinden dolayı genelde güçlü siyasal iktidarlara entegre olamayıp muhalefetin
İslam yorumu olan Şia içinde kendilerine yer
aramışlardır. Farklı tarihlerde, farklı coğrafyalar
içerisinde 30 civarında Şii alt mezhep çıkmıştır.
Bunlardan biri de Anadolu Aleviliğidir. 12.-13.
yüzyılın Anadolu’sunda yaygın olan tasavvuf
ruh ve anlayışının insan ve birey eksenli varoluş
felsefesi, ezilen halka hoş ve cazip görünmüş,
onlar da bu tür bir yorumun peşine düşmüştür.
Anadolu insanının bu yolu tercih etmesi,
Anadolu’daki hem Alevi, hem de Sünni inanç
boyutlarını daha özgürlükçü hâle dönüştürerek
diğer İslam coğrafyalarındaki katı İslam yorum
ve yollarından uzak tutmuştur. Ne var ki Sünni özgürlükçü Anadolu yorumları, Yavuz Sultan
Selim’in Kahire’nin zaptından sonra El-Ezher
ulemasını İstanbul’a taşımasıyla birlikte öz ve
esasından uzaklaşarak tutucu bir hâle dönüşmüştür.
Anadolu Aleviliği vahdete ulaşma yoludur
ki bunun adı tasavvuftur. Bilindiği gibi “tarik”,
“yol” demektir. Alevilik de bir yol olduğuna
göre, tasavvufi bir tarikat kavram ve olgusu
içerisine girer.
Ama gelin görün ki, hem Türkiye hem de dia r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
37
Dosya
aspora Alevisi tarikat sözcüğüne alerji duymaktadır. Bu alerjiye sahip olanların aklına hemen
Devrim Yasaları, irtica ve yobaz tarikatlar gelir.
Oysa tüm dinlerin yapılanması mezhepler ve tarikatlar şeklinde oluşmaktadır. Tarikat şeklinde
yapılanmanın yasaklanması inanç özgürlüğünün özüne ters düşmektedir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra tekke ve zaviyelerin kaldırılması,
dergâhların kapatılması siyasal bir operasyondu. O dönem için gerekli görülebilirdi. Bu meyanda Alevi-Bektaşi dergâhları da kapatılmıştı.
Ancak normalleşme ve demokratik yapılanma
süreciyle birlikte yeni bir düzenlemenin gündeme getirilmesi gerekirdi. Zaten günümüzde
dergâhlar, tekke ve zaviyeler de iure (hukuken)
kapalı olmalarına rağmen de facto (fiilen) açık
durumdadırlar.
Tarikat yapılanmasının doğurduğu bir başka
sorun da inanç mahallinin hukuki konumudur.
Bu anlamda şu soru kendisini göstermektedir:
“Cemevi mi? Alevi Bektaşi tekkesi mi? Yoksa
Alevi dergâhı mı?”
Yukarıda belirtiğimiz gibi tekke ve zaviyeler
ile dergâhların kurulması Devrim Kanunlarına
aykırı olup, anayasal bir suçtur. Bu hukuki düzenlemeyi hem Türkiye, hem de diaspora Alevisi benimsemekten öte hararetle savunmaktadır.
Bu düzenlemeyi savunanlar için devrimler kutsaldır, tekke ve zaviyeler ile dergâhlar da Sünni
yobazların yuvalanma odaklarıdır.
Tekke bağlamında hem Sünni, hem de Alevi ibadet yapılanmalarını mercek altına alalım:
Sünni Müslüman camide namaz ibadetini gerçekleştirir, zikir ibadetini ise dergâhın başka
bir mekânı konumunda bulunan tekkede yerine
getirir. Oysa Alevi Müslüman, namaz ibadetiyle zikir ibadetini birleştirmiş olup her ikisini de
aynı mekân ve ibadethanede yerine getirmektedir. Bir Sünni, zikirle namaz ibadetini birleştirmediğinden camideki namazdan sonra zikir
için “mecburen” tekkeye geçmektedir.
Zikir yapılan tüm ibadethanelerin adı tekkedir. Peki, zikir yapılan yerin adı eğer tekke ise,
içinde zikrin de bulunduğu Alevi ibadetinin yapıldığı ibadethanenin adı ne olacaktır? Cumhuriyet’e kadar Alevi ve Bektaşi tekkelerinden söz
38
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
edilirdi. Devrim Kanunları tekkeleri yasaklayınca zorunlu olarak “cemevi” deyimi yaygın hâle
geldi. Eskiden bu deyim tekkelerin bulunmadığı
köylerdeki küçük mahaller için kullanılmaktaydı.
Bu veriler ışığında gerek Türkiye, gerek diaspora Alevi topluluklarının üzerinde durmaları gereken hususları iki açıdan özetleyebiliriz.
Birinci hususta tüm Alevilerin ciddi bir şekilde bilimsel çalışmalar içerisine girmeleri,
Anadolu’nun tarihsel, demografik, antropolojik,
kültürel, sosyal ve inanca ilişkin yapılanmasını
incelemeleri gerekliliği kendisini göstermektedir. Bu konuda Sünni kökenli araştırmacıların
ve Batılı bilim insanlarının yoğun ve önemli çalışmaları vardır. Bazı Aleviler, Alevilerin kendi
kimliklerini kendilerini tanımlamaları gerektiğini söylese de ne yazık ki, kimlik tanımlaması
yapabilecek Alevi araştırmacı sayısı çok azdır.
Aslında bilim kimsenin tekelinde değildir. Alevi, Sünni üzerinde; Sünni Alevi üzerinde; Protestan Katolik üzerinde çalışma yapma hak ve
özgürlüğüne sahiptir.
İkinci husus, inanç özgürlüğü konusunda
diaspora Alevilerinin de içinde yaşadığı Batılı
devletlerdeki demokratik düzenlemeler Anadolu Alevileri için örnek teşkil etmelidir. Diasporada Türkiye’de olduğu gibi “cemevi mi, yoksa
tekke mi” türünden tartışmalar var mıdır? İnanç
özgürlüğü mutlak haklar içerisine girmektedir.
İsteyen, istediği yerde, istediği şekilde, istediği
mekânda ibadet eder ve ibadethanesini, ibadethanesinin adını kendi seçer.
Hem Türkiye’deki, hem de yurt dışındaki
Aleviler sosyal bilimlere, felsefeye, tarihe, dinler tarihi ve inanç sosyolojisi-psikolojisi çalışmalarına sarılmalıdırlar. Ancak bu şekilde tabu
ve sloganlardan uzaklaşarak bilimsel veri ve
temeller üzerine oturan gerçek kimlikler ortaya
çıkabilir.
*Fatih Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olan Prof.
Dr. Niyazi Öktem’in uzmanlık alanı hukuk felsefesidir.
Flickr.com/Dennis Jarvis
©
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
39
Dosya/Söyleşi
“Biz Aleviler, Kendimizi
Arayan Bir Cemaatiz.”
Fuat Mansuroğlu yıllarca Dünya Ehl-i Beyt Vakfı’nın önce Almanya, ardından
Avrupa koordinatörlüğünü yürütmüş. 2001 yılında kurucu başkanlığını üstlendiği Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonunun aynı zamanda Genel Başkanı olan
Mansuroğlu ile kurumun Alevilik tanımı ve diaspora Aleviliği üzerine konuştuk.
Alevi kimliği genelde “dışarıdan” tanımlanıyor.
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Alevilik hem dışarıdan, hem de birbirinden
tamamen farklı tanımlanıyor. Bunun en temel
nedeni Alevi inancının yıllarca baskı altında kalması. Ne yazık ki Alevi toplumu da baskılar neticesinde kendi inancına yabancılaştı. Bunun neticesinde kimileri Aleviliği bir inanç, kimileri başka
bir din, kimileri bir hayat biçimi, kimileri bir kültür olarak tanımlıyor.
Bir Alevi olarak benim kendi öz tanımım bellidir: Alevilik İslamiyet’in özünden gelen, Peygamberimiz’e, Hz. Ali’ye ve ehl-i beyte sevgiyle bağlı
olan bir inanç durumudur. İslam dışında bir Alevilik düşünmek mümkün değildir. İslam’la ilgisi
olmayan birinin bırakın Hz. Ali’yi, onun kılıcıyla
dahi ilgisi olamaz. İslam için geçerli 5 şart Alevilik
için de geçerlidir. Ama siz namazınızı kılar ya da
kılmazsınız; bu Allah ile sizin aranızdadır.
Ben ve benim temsil ettiğim Alevi cemaat Allah’ın varlığına, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e, O’nun
sünnetine ve ehl-i beyte inanır, orucunu tutar,
namazını kılar. “Ben Alevi’yim.” deyip de bunları
reddeden gruplar da var. Bu farklılığa saygı duymakla birlikte, bir ateistin kendisine Alevi diyebilmesini şaşırtıcı buluyorum.
Bu durumda sizinle bir Sünni arasında bir fark
yok gibi…
Bir Alevi’nin bir Sünni’den tek farkı içtihat
farkıdır. İçtihat da zenginliktir aslında, fark değil.
Fark dediğiniz zaman katı bir inanç farklılığı geliyor aklımıza. İnanç farklılığı olması için kitabımızın, peygamberimizin ayrı olması gerek. Biz eğer
Peygamberi, dini, inancı bir insanlardan bahsediyorsak, geriye sadece içtihatta farklılıklar kalıyor.
40
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Bazı gruplar Aleviliğin İslam’ın içinde tanımlanmasına şu itirazda bulunuyor: “Kendilerini
Müslüman zanneden Aleviler, senelerce asimilasyona maruz kaldıkları için böyle düşünüyorlar.” Ne
dersiniz?
Alevilerin Anadolu topraklarında maruz kaldığı baskı yadsınamaz. Ben bunu çocukluk dönemimde bizzat yaşadım. Bundan 15-20 sene
öncesine kadar Türkiye’de, “Aleviyim.” demek
bile suçtu. Türkiye’de Alevilik tam anlamıyla
yasaklıydı, baskı görüyordu. Dolayısıyla Aleviler
de kendi inançlarını saklıyorlardı. Fakat bu baskı, aynı zamanda Alevi toplumunun kendi inanç
havzasıyla arasının açılmasına ve kendi kimliğinden uzaklaşmasına da neden oldu.
Türkiye’yi ele alalım: Sünni inancını öğreten
camiler, imam hatipler, ilahiyat fakülteleri var.
Bir Sünni kardeşimiz inancını bir şekilde öğrenebiliyor. Ama Aleviliği öğreten hiçbir kurum ya da
neşriyat yok. Aleviler inanç ve kimliklerini kulaktan kulağa anlatarak muhafaza edebiliyorlar ancak. Bu ne denli sağlıklı? Türkiye’de hangi yöreye
giderseniz gidin orada mutlaka bir Aleviye rastlarsınız. Fakat onun ibadetleri, düşünceleri ve
inanç sistemi ile başka bir yerdeki Alevinin inanç
sisteminin tamamen farklı olduğunu görürsünüz.
Sorunuza geri dönersek: “Hangisi doğru?”
sorusuna cevap verebilmek için bilimsel temellere dayalı açıklamalara ihtiyaç var. Son 20 yıldır Alevilik üzerine çok şeyler yazıldı. Ama bizim
için geçerli olan bilimsel temele dayalı çalışmalar. Bugün Almanya’da, kendilerine Alevi diyen
bir grup Alevi din dersleri ile ilgili Alman hükûmetinden din dersi hazırlama hakkı aldı. Ama o
müfredatta Alevilik ve İslam’la yakından alakası
olmayan o kadar çok şey var ki!.. Ben bir Alevi
olarak çocuklarımı o derse gönderemem.
Bugün Kuzey Ren Vestfalya ve Berlin’de okutulan Alevilik ders kitaplarına bakın, aralarında
dünya kadar fark var. Buna karşın, bu iki yerdeki
camilerdeki Cuma hutbelerine bakın, çok benzerdir. Çünkü Sünni cemaatin kurumsallaşmış bir
inanç perspektifi var. Alevilik’te ise yazılı kültür
eksik. Ben bir Alevi olarak çocuğumu hangi şehre göndersem Aleviliğe dair başka bir şey öğrenecek. Alevi inancı bilimsel olarak bir çerçeveye
oturtulmazsa, herkes kişisel çıkarlarına göre bir
sonuç çıkarmak ister.
Aleviliğin coğrafyalar arası
bir parçalanmışlığa sürüklenmesinin önlenmesinin
yolu, sorunların Türkiye’de
çözülmesine dayanıyor.
Anadolu sınırlarının dışına çıktığında hangi değişiklikler gözlemlenmiş Alevilikte?
Çok ilginç karşılaşmalar olmuş. Örneğin
Hacı Bektaş Veli’nin müritlerinden Balkanlara
gidenler olmuş. Bugün Kosova’da hâlâ Bektaşiliğin yaşatıldığı yerler var. Buralarda Osmanlı’nın ilk zamanlarındaki dergâh yaşantısı hâlâ
aynı şekilde sürdürülüyor. Bulgaristan’da Kara
Orman bölgesinde Alevi köyleri var. Bu cemaatlerle Anadolu Alevileri arasında, yaşam tarzları,
eğitim ve kültür açısından çok farklılıklar var.
Daha çok Makedonya kültüründen ve yerel şartlardan etkilenmişler, aralarında cem yapan da
var, namaz kılan da.
Bir “Avrupa Aleviliği”nden bahsedilebilir mi ve
bu tarz bir kimliğin temel bileşenleri neler?
Bugün Avrupa’da Türkiye’nin her vilayetinden, Alevi, Sünni, gayrimüslim her türlü insan
var. Hiçbirinin homojen, birbirinin tıpatıp aynısı
bir yaşam sürdürdüğünü söyleyemeyiz, birçoğu
Türkiye’de sürdürdüğü yaşantısının izlerini taşıyor. Öte yandan Sünnilerde Avrupa’ya geldikten sonra bir kimlik oluşumu daha kolay olmuş,
çünkü geldikleri yerden inançlarını ve bu inancın sarmalandığı kültürü alarak gelmiş ve burada örgütlenerek inançlarını idame ettirmişler.
Aleviler inançlarını öğrenerek gelmediler buraya. Bu nedenle Türkiye’den geldiklerinde değişik fraksiyonlarda kendilerine göre ibadetlerini
yapmaya çalışmışlar. Ama doğru, ama yanlış,
bunun tartışmasını din adamları yapabilir.
Türkiye’de Alevi kimliğindeki sorunlar diasporadaki Alevileri de etkiledi yani…
Elbette. Türkiye’de bugün 23 milyon Alevi
var. Alevilerin anavatanı Türkiye, bu nedenle
sorunların kaynağı da çözümü de Türkiye’de.
Hâl böyleyken siz bu topluma gereken önem
ve eğitimi vermezseniz Avrupalı devletler sizin
görevinizi üstlenirler. Bugün Avrupa’nın birçok
yerinde Alevilik İslam’dan ayrı bir dinî cemaat
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
41
Dosya/Söyleşi
olarak kabul görüyor. Almanya’da İslami cemaatler kamu tüzel kişiliğine kavuşmuş değil, ama
Alevi din dersi kabul görmüş. Bunlar, Alevilerin
sorunlarının Türkiye’de çözülememiş olmasının
diasporaya yansımaları…
Türkiye’den ne bekliyorsunuz tam olarak?
Devlet Alevi bilginleri toplayacak, bir şura
oluşturulacak. Aleviliğin özü ve kimliği şekillenecek. Türkiye’de üniversitelerde eğitim
kurumları oluşturulacak. Din hizmetlerinden
sorumlu olan Diyanet İşleri, bünyesinde Alevileri de barındıracak. Nasıl 80 bin camiye imam
atanıyorsa, kaç tane cemevi varsa, oraya da
hoca, dede atanmalı. Cemevleri artık bir statü
kazanmalı. Vergileriyle ülke genelinde camileri
de finanse eden insanlara kendi inançlarını özgürce istedikleri yerde gerçekleştirme hakkını
vermeniz gerekir.
Bugün dünyanın her tarafında Sünni inancı öğreten kurumlar arasında sadece ufak tefek
farklılıklar var. Aleviler söz konusu olduğunda
Avusturya’ya, Almanya’ya bakın. Birbiriyle hiç
alakası olmayan eğitimler veriliyor. Aleviliğin
coğrafyalar arası bir parçalanmışlığa sürüklenmesinin önlenmesinin yolu, sorunların Türkiye’de çözülmesine dayanıyor.
Bu demek değil ki devlet Aleviliği tanımlasın, asla! Devlet imkânı sağlasın, baskıyı
kaldırsın, hakları tanısın. Alevi önderleri, din
adamları bir araya gelsin. Alevilik, ancak Alevi
önderlerinin oluşturacağı bir çerçeve içinde tanımlanıp eğitimi de yine aynı çerçevede verilebilir. Benim kastım, Aleviliğin –tüm dünya genelinde- bu doğrultuda bir perspektif içerisinde
konumlandırılmasının sağlanması. Aleviler ancak bu şekilde yön bulabilir.
Devletin Türkiye’de dinî cemaatlerle mevcut
ilişkisinin pek de iç açıcı olmadığını biliyoruz. Bu
durumda Aleviler söz konusu olduğunda mevcut
sisteme eklemlenmek yerine daha otantik bir
model üretilemez mi?
Türkiye’de birçok model üzerinde çalışılıyor. Söylediklerim sadece Alevileri kapsamıyor
aslında. Ben devletin elini inançtan çekmesi
gerektiğini, ancak bunun ardından Alevilere
kendilerini bulma ve “Ben kimim?” sorusunu
42
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
sorma imkânı tanınabileceğini söylüyorum. Biz
şu anda kendimizi arayan bir cemaatiz. Biri,
“Ben Aleviyim ama bizim İslam’la bir alakamız yok.” diyor. Diğeri, “Bizim dinimizin Şamanizm’le etkileşimleri var.” diyor. Devlet gerekli
alanı açarak bu arayışımızda bize destek verebilir, belirli bir yol çizerek değil.
Türkiye’deki Alevi Çalıştayları bunu başaramadı mı?
Birinci çalıştayda masada öyle zıt fikirli
insanlar bir araya geldi ki! Fakat önemli olan
bu fikirlerin buluşabilmesiydi. İkinci çalıştayda çekişmeler başladı. Herkes herkesi yanlış
düşünmekle itham etti. Üçüncü çalıştayda
çatışmalar azaldı ve altıncı, yedinci çalıştaya
gelindiğinde ortak noktalar belirmeye başladı. Yeterli değildi elbette ama arkası gelmedi
bu çalıştayların. Şayet gelseydi ortak noktalar
çoğalabilirdi. Çalıştayların amacı Alevilerin
temel sorunlarının ve çözümlerin tespiti idi,
yedinci çalıştay sonunda sorunlar tespit edildi
fakat çözüm sürecine girilemedi.
Neden?
Bana göre bu siyasi iktidarın sürecin üzerine yeterince eğilmemesinden kaynaklandı.
Eğer üzerine gidilseydi bir sonuç çıkabilirdi.
Diasporadaki Alevilerle Sünniler arasındaki
ilişkinin, Türkiye’deki ilişkilere nazaran daha iyi
olduğunu söyleyebilir miyiz?
60’lı, 70’li yıllarda Türkiye’den buraya gelen
kesim genelde muhafazakârdı. Onların geldiği
Türkiye’de son 10-15 seneye kadar Alevi olduğunu söylemek suçtu. Ben anneme, “Biz Alevi
miyiz?” diye sorduğumda, “Sakın böyle bir şeyi
başka bir yerde söyleme!” diyerek bir tokat yediğimi hatırlıyorum.
Buradaki ilk nesil de geldikleri zaman sahip oldukları ön yargılarla kaldılar. Türkiye’de açılımlar yaşanırken Alevilerle Sünniler
birbirlerini daha yakından tanımaya başladı,
fakat benzeri bir değişim burada aynı şekilde
görülmedi. Buradaki değişim ancak yavaş yavaş kendisini gösteriyor. Diasporadaki Sünni
ile Alevi, burada bir dayatma olmadığını gördü. Buradaki Alevi, “Ben Sünniyim.” diyene,
“Banane, ben de Aleviyim.” diyebildi. Sünni kardeşimiz de, “Vay sen Alevisin.” diyerek baskı uygulamadı Türkiye’de olduğu gibi.
Şimdi diasporadaki Alevilerle Sünniler bu
serbestiyet ortamının sağladığı rahatlıkla ön
yargıları aşıyorlar. Ama hepimizin acı hikâyeleri var. Örneğin benim eşim Sünni, evleneceğimiz zaman kayınbabam kızını inkâr etti ve,
“Gitsin bir gavurla evlensin, Alevi ile evlenmesin.” dedi. Aramızdaki ilişki yavaş yavaş oluşmaya başladığında federasyona ziyarete geldi,
orada mescidi görünce, “Siz namaz mı kılıyorsunuz?” dedi. “Evet baba.” dedim. Sonra kapıdaki tabelayı göstererek, “Her şey iyi hoş da şu
Alevi kelimesi hoşuma gitmedi.” dedi.
Öte yandan çok sevdiğim bir arkadaşımın,
“Bize bir Alevinin Müslüman olması için önce
Hristiyan olması gerektiği öğretildi.” dediğini
hatırlıyorum.
“Mum söndü” düşünceleri, “Alevi’nin kestiği yenmez, haramdır” demeler... Alevilere yönelik bu kadar ayrıştırıcı ve aşağılayıcı düşünce
neden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Birbirimizi tanımıyoruz. Ne Aleviler Sünnileri tanıyabiliyor, ne Sünniler Alevileri tanıyabiliyor.
Bilhassa Avrupa’da birbirimizi daha yakından
tanımalıyız. Sorunlarımız ortak, çocuklarımız
birlikte büyüyor. Artık farklar üzerinde değil,
ortaklıklar üzerinde durmalıyız.
Cemaatler arasında ortak bir çalışma geliştirilebiliyor mu?
Ben 2002’den beri Almanya İslam Konseyine üyeyim. 2006’dan beri de İslam Konseyinin başkan yardımcısıyım. İslam Konseyinde
28’e yakın federasyon var. Bunun içinde Türk,
Arap ve Boşnaklar var. Hepsi ile irtibatımız var.
Azınlıkları ilgilendiren konularda, Türkçe’nin
okullarda okutulmasında, yani ortak sorunlarımızda tüm teşkilat başkanları istişare eder ve
ortak kararlar alırız.
Bir araya gelemediğiniz kurumlar var mı?
Elbette diasporada Alevi cemaatini temsil
etme iddiasında olan, fakat politize olmuş, tabiri caizse toplantılarında sadece sloganlar ve
siyasi propogandanın hâkim olduğu kurumlar
da var. Bu kurumlar senelerce Alevilere ait yegâne organizasyonlar olarak boy göstermişler.
Dinî kimliğinden uzaklaşmış bu tarz kurumlar
bizim gibi Alevileri “Sünnileşmiş Alevi” olarak tanımlıyorlar. Ben bu tarz yaklaşımlarla
bir yere varılamayacağını, siyasi ajandalardan
arındırılmış bir Alevilik kimliğini tartışmaya
açmamız gerektiğini düşünüyorum.
Fatıma Zehra sordu.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
43
Dosya/Söyleşi
“İktidar ve Sünnilik Aynı
Düzleme Gelince Aleviler
Daha Fazla Kuşatıldı.”
Ahmet Taşğın, Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Bilim, Danışma Kurulu üyesi ve enstitü tarafından yayımlanan derginin yazarlarından. Yirmi yılı aşkın süreden beri
İran, Irak, Suriye, Balkanlar ve Avrupa’da Alevilik araştırmaları yapan, konuyla ilgili
birçok makale, bildiri ve kitapları bulunan Taşğın ile Alevilere dair diasporadan
Türkiye’ye kadar uzanan tartışmaları konuştuk.
44
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
Nedir Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü? Hangi
amaçla, ne zaman, kimler tarafından kurulmuştur?
Öncelikle ben Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü
adına konuşmadığımı ya da sorularınızı onlar adına cevaplamadığımı vurgulamalıyım. Bu vurgunun
ardından şu bilgileri verebilirim: Enstitü, Gülizar
Cengiz ve yakın dostları tarafından kuruldu. Enstitünün başkanlığını da Gülizar Hanım yürütmekte.
Onursal başkanlığını ise merhum Prof. Dr. Irene
Melikoff yürütmekteydi. Enstitü kitap, akademik
bir dergi yayını ve sempozyum gibi akademik çalışmalar yapmaktadır. Yine enstitü bünyesinde
Bektaşi Dergâhı bulunmakta, burada meydan açılıp erkân yürütülmektedir. Bektaşi Dergâhı, nasipli
canların bulunduğu bir erkâna sahiptir.
Almanya’da yaşayan Aleviler önce Almanya
Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında
örgütlendiler ve bu bakımdan da federasyon Almanya’da Alevi sorunlarına ilişkin ciddi adımlar
attı. Daha sonra federasyonda yönetim değişikliği oldu ve Gülizar Hanımın da bulunduğu bu ilk
grup yönetimden ayrıldı. Bütün ısrarlara rağmen
de geri dönmedi. Bu değişiklikle beraber giderek
derin bir ayrışma meydana geldi. Bu ayrışmanın
en temel özelliği Alevi sorunlarına ilişkin siyasi ve
ideolojik bir yapıda olmasıdır. Bu farklı siyasi ve
ideolojik yaklaşımlar, Alevilerin kamusal alandaki
varlıkları üzerine kuruludur. Bu dönem itibariyle
federasyon verdiği mücadeleyi daha çok Türkiye’ye
yönelik sürdürdü ve bir süre sonra da bu ilişkilerden kısmen vazgeçti. Buna rağmen federasyon
konfederasyona dönüştü ve hem federasyon hem
de konfederasyon başkanı 7 Haziran 2015 seçiminde İstanbul milletvekili seçildi. Ayrıca Aleviliğin
yol ve erkân olarak canlandırılmasına yönelik talepler giderek arttı ve federasyon dışına itildi. Bu
talep sahipleri daha küçük ya da dar bir alanda faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu talepler federasyon
tarafından dikkate alınarak ve yeni bir alan oluşturularak bir dizi çalışmayla üstesinden gelinmeye
çalışıldı. Lakin siyasi ve ideolojik kurgu içerisinden
yapılan düzenleme ve arayışlar yeni tartışmaları da
beraberinde getirdi. Bunlar arasında Aleviliğin İslam içi/dışı oluşundan Sümer ve Hitit kökenlerine
kadar birçok başlık tartışma yarattı. Her şeye rağmen federasyon Aleviliğin inanç, ibadet boyutunu
dikkate aldı ve İnanç Kurulu, Dedeler Kurulu gibi
düzenlemelerle beklentilere cevap vermeye çalıştı.
Sonuç olarak 1990 yılından itibaren giderek
artan talepler doğrultusunda Almanya’daki Alevi örgütlü yapısının Alevi cemaatinin sorunlarına
yaklaşımında farklılık oluştu. Bir bakıma Alevi örgütlü yapısı “federasyon ve diğerleri” şeklinde iki
ana gövdeye ayrıldı.
Alevilik, oldukça sık bir şekilde “dışarıdan” tanımlanıyor. Sizin Alevilik tanımınız nedir, bu tanımın olmazsa olmazları nelerdir?
Ben 1993 yılından beri Alevilik araştırmaları
yapan bir akademisyenim. Bu çerçevede İran, Irak,
Suriye ve Balkanlar gibi ülkelerde çalışmalar yaptım ve yapmaya da devam ediyorum.
“Alevilik dışarıdan tanımlanıyor” ifadesi de iki
anlam içermektedir. Birincisi siyasi bir tavır olarak kamunun taleplerine karşı gelmekle, diğeri de
gerçekten Aleviliğin tanımının Alevi olmayanlar
tarafından yapılmasıyla ilgili. Bu çerçevede kamu
ve kamuyu temsil eden kendinden vergili ideolojik
aygıtların tamamı resmî ideolojinin çerçevesiyle
kendisi dışında kalan her şeyi yeni baştan tanımlamakta; bölücü, aykırı, sapık gibi birçok hazır tanımı yürürlüğe koymaktadır. Alevilerin siyasi bu
girişime yine siyasi bir tavırla karşı durduklarını
söylemek eksik olmaz. Nihayetinde siyasi ve ideolojik bu güçlü yapı örgütlü bir yapılanmaya ihtiyaç
duymakta ve bu ihtiyacı da ilk kuruluşundan itibaren federasyon üstlenmiş durumdadır.
İkinci olarak “Aleviliğin dışarıdan tanımlanma”
itirazı öncelikli olarak yine Türkiye’ye yöneliktir ve
buradan da Diyanet, ilahiyat fakülteleri ve “İslami”
grup ve cemaatler kast edilmektedir. “Nasıl olur
da sufi çevreler ve dinî gruplar bir başka sufi grubu ve dinî hareketi dışarıdan tarif ederken yanlış
yapabilir?” Bu itirazın iki veçhesi var: İlkinde Türkiye Cumhuriyetinde modern dönemin mağdurları
olan çevrelerin bir başka mağdur üzerinden kendilerine meşruiyet üretme çabasını görüyoruz. İkincisinde ise “şeriat ve zahir” alanında duranların
“marifet ve batın” alanına yönelik hamle yapıp onları kendilerine benzetme çabasını gözlemliyoruz.
Doğrusu iktidar ve Sünnilik giderek aynı düzleme
gelince Aleviler daha fazla kuşatıldıkları vehmine
kapıldılar. Fakat esas sorun devletin ya da Sünnilerin kendi varlık alanlarını terk etmiş olmaları ya
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
45
Dosya/Söyleşi
da eksik ve yanlışlıkla kendilerini kurmalarıyla baş
gösterdi. Türkiye, en başından Selçuklu ve Osmanlı
olmak üzere iki ana hat üzerinde durmakta, doğal
olarak bu iki hattın siyasi, kültürel, sosyal, iktisadi, bilgi ve irfan sahasını da temsil etmektedir. Bu
hâliyle bakıldığında giderek Emevi ya da Selefi bir
Sünniliğin Türkiye Müslümanlığına dönüşmesi
veya kuşatması çok büyük bir risktir. Aleviliğe buradan bakış da “dışarıdan” bakışı fazlasıyla yansıtmaktadır.
Aleviler için de dışarıdan bakış söz konusudur:
Siyasi ve ideolojik çevrelerin Alevi bir ailede doğmayı Alevi olmakla eş değer tutmalarının dışında bu çevrelerin Aleviliğe ilişkin bilgileri de yine
“devlet, diyanet, şeriat ve zahir” çevrelerle aynı
düzlemde durmaktadır.
Hz. Hacı Bektaş Veli’nin Alevi kimliğinin şekillenişindeki etkisi nedir?
Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri, Aleviliğin
Selçuklu Türkiye’si ya da Anadolu’sunda erkân
olarak yeniden toparlanmasını sağlayan kişidir.
Doğal olarak Selçuklu göçerlerin Konya ve çevresine yöneldikleri dönemde karşı karşıya kaldıkları
sorunlara da çözüm üreten kişidir. Hünkâr Hacı
Bektaş Veli Hazretlerinin bütün bu coğrafyayı ve
bu coğrafyada yaşayan toplulukları yapılandırdığı
bilinen bir husustur. Günümüz Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan Müslümanların ve
özellikle Alevilerin Hünkâr Hacı Bektaş Hazretlerinden yeterince istifade ettiklerini söylemek ise
zor görünmektedir.
Aleviliği öğrenmek isteyen kişi hangi kaynağa
başvurmalıdır?
Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerîm sözlü bir metindir. Söz, Cebrail (a.s.) aracılığıyla âlemlere rahmet
olarak gönderilen Muhammet Mustafa’ya sözlü
olarak gelmiş ve Rahmeti Rahman kendi sözünü
onun kalbine yazmıştır. Alevilik, İslam ve Kur’an
kaynaklıdır ve sözlüdür. Bu söz, ehlibeyte sahip
çıkıp ona bend, yani talip olup bağlanıp erkânı
yürütmekle mümkün olur. Böylece yola giren yani
ibnüssebil olan kişi, bu meşakkatli ve zorlu yolculukla meşgul olurken kulluk derecelerini bir bir
geçer. Netice itibariyle Marifet ve Hakikat’e ulaşır.
Esas mesele Kelam’ın önce ikrar ile kalbe indirilip hak edilmesi, ardından amel ve en sonunda da
46
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
sözle ifade edilmesindeki aşamaları takip etmektir. Bunun için ilk kural ikrar verip yola girmek, yol
oğlu olduktan sonra da erkânı yerine getirmektir.
Bunun için ehlibeyt soyundan gelen pir ve mürşit
olması gereklidir. Bu programı takip edebilmek
için kişi ceme cemaate devam etmeli, yıllık görgüsünü ikmal etmelidir. Bu hâliyle Alevilik erkân ve
esasları anlaşılabilir ve takip edilebilir.
Kaynaklara gelince birinci kaynak mürşit ve pirin aktardığı bilgi ve gösterdiği erkândır. Yanı sıra
büyük erenlerin menakıbnameleri, velayetnameler, makalat, fütüvvetnamelerdir. Bu sonuncu kaynak, kimi zaman erkânname, kimi zaman buyruk
olarak isimlendirilmektedir. İlk defa İmam Cafer
Sadık Efendimiz tarafından tedvin ve tekmil edilmiştir. Bir şekilde kâğıda aktarılmış ve elden ele
dolaşan bu kaynaklar da yine mürşit ve pir meydanında ya da marifet sofrasında okunur ve konuşulur.
Aleviliği İslam’ın içinde ya da dışında konumlandıran tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tartışmaları kamunun giderek bütün dinî
hareketleri dünyevileştirmesi karşısında tersinden bir çıkış olarak değerlendiriyorum. Alevilerden yükselen itiraz, Türkiye Cumhuriyetinin tek
din başlığı altında dayattığı anlayışa reddiyedir.
Bu reddiyenin bir diğer yönü de Aleviliğin İslam’ın
özü oluşuyla ilgilidir. Doğrusu Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet olarak kuruldu ve bu kuruluşun
gereğini yaptığı dönemde bu kurguya karşı duran
direnç noktalarından bir tanesi sufi çevrelerdi. İlk
ve etkili hamlelerden bir tanesi de nihayetinde bu
çevrelere yönelmiş oldu. Ağır ve kalıcı etkiyle karşı
karşıya kalan Aleviler, birçok alanda derin yaralar aldı. Bu müdahaleyi yaşayan Aleviler sekülerizmin yeniden tartışıldığı son dönemde dinî bir
hareket olarak ortaya çıktı. Bu defa Alevi aktörler
pozitivist akılla kendisine yöneldiğinde kamuya
itirazını bu başlık altında gerçekleştirdi. Hâlbuki bu itiraz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulus
devlet kurgusunun önemli başlıkları altında yer
alan tek din konusuyla doğrudan ilişkilidir. Fakat
Alevi temsilcilerin düşük yoğunluklu tartışmaları
kamusal alana yansıdığında bu tartışmalar etrafında onların, İslam-dışılık ile İslam-karşıtlığı arasına
sıkıştırıldığı söylenebilir. Diğer yandan Alevi yeni
aktörler, İslam-dışılık ve İslam-karşıtlığı kuşat-
masından rahatsızlık duymadılar. Çünkü bu yeni
aktörlerin dine ilişkin yaklaşımları Türkiye’ye özgü
sosyalist solun okumalarından geçtiği için öncelikli müdahaleleri yerli olana, gelenek ve inançlara
karşı gerçekleşti. Bir adım sonrasında Avrupa’daki
tartışmalara paralel olarak Aleviler de tartışmayı
kültürel bir alandan takip etmeye devam etti.
Bir “Avrupa Aleviliği” kimliğinden bahsedilebilir
mi ve bu tarz bir kimliğin temel bileşenleri neler?
Alevilik bizatihi Türkistan, Horasan, Rum ve
Balkanlar dörtlü alanında zuhurlarla devam ettirilmiştir. Temel esasları itibariyle bir değişime uğramamıştır. Zaman ve mekâna uygun yeni erkân
geliştirilmiştir. Toplumsal hayatın canlı, farklı oluşu karşısında görülen lüzum, ihtiyaca göre yeni bir
programı da beraberinde getirmiştir. Lakin uzun
süreden beri Selçuklu ve Osmanlı hattında Müslümanlık anlayışında yaşanan kriz günümüze kadar
ulaşmıştır. Bu hususta son beş yüz yıldır Selçuklu
ve Osmanlı hattında bir model geliştirilememiştir.
Çünkü Türkistan, Horasan, Rum ve Balkan modelinden vazgeçilmiş ve alan terk edilmiştir. Bu
açıdan bakıldığında esas krizi yaşayanlar “Sünni”
çevrelerdir ve onların terk ettikleri Müslümanlıkları kamusal bir alana ya da formel profesyonel
bir modele dönüşmüştür. Sorun yaşadığı düşünülen Alevilerin, Sünni olarak adlandırılan çevrelere
göre bu hâlleriyle daha sağlıklı bir yerde durduklarını teslim etmek gerek. En azından yukarıda ifade
edilen tarihî coğrafyanın hafızası ve bu hafızanın
bileşenleri olan hususların aktarıldığı bir topluluk
olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Kanaatime göre çok yakın bir zamanda Almanya’da yaşayan Aleviler, tarihî coğrafya ve hafızayı
geri getirecek ve hem İslam dünyasının hem de
Avrupa’nın yaşadığı sorunlara umut olacaklar. Alevilik fütüvvet, yani bütün insanları Allah’ın kulları
olarak görüp onlara hizmet etmek esası üzerine
kuruludur. Özellikle miskin, yetim, esir, aciz ve
gariplere hizmet esası üzerine kurulu bir sistem,
yıllardır yaşadığı gizliliğini yavaş yavaş ortaya çıkarmaktadır.
Avrupa’daki Alevilerin diğer İslami cemaat ve kurumlarla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Avrupa’ya misafir işçilikle başlayan
elli yıllık göç hikâyesinin her aşamasında bu ilişki
devam etmiş. Bölünme veya farklı olma hâli topluluklar veya cemaatler arasında keskin hatlarıyla
olsa da nihayetinde göçmenler veya yabancılar
bir dayanışma içinde. İkinci olarak aynı ülkeden,
üçüncüsü aynı dinden insanlar olarak bu iki grup
birbirine yakın. Doğrusu Aleviler daha fazla farklı
toplulukla temas hâlinde ve bağlantı noktalarını
da sürdürüyorlar. Bu husus hem siyasal olarak hem
kültürel olarak birden fazla alana uzanıyor. Mesela
Türk, Kürt, solcu gibi tartışmaların merkezinde çok
yoğun bir şekilde Aleviler yer almış, her çevreyle de
bağlantılarını sürdürmüşler.
Burada esas sorun diğer dinî grupların Alevilerle olan ilişkilerinin çok zayıf ve çekingen olmasıyla
ilgili. Hatta diğer topluluklar kamuyla ve resmî din
anlayışıyla aynı paralellikte Alevilere yaklaşmakta,
bunun için de bağlantı kurmaya cesaret edememektedir. Bir süre sonra bu ilişkilerin sorunlu ve
sorumlu alanı olarak da Alevileri görmektedirler.
Aleviliğin İslam içi mi dışı mı olduğuna dair
tartışmalar, kamusal bir söylem olarak Alevilerin
dışındaki toplulukların bilgi, kurgu, düşünce alaa r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
47
Dosya/Söyleşi
Alevi temsilcilerin düşük yoğunluklu
tartışmaları kamusal alana yansıdığında bu tartışmalar etrafında onların, İslam-dışılık ile İslam-karşıtlığı
arasına sıkıştırıldığı söylenebilir.
Diğer yandan Alevi yeni aktörler,
İslam-dışılık ve İslam-karşıtlığı ku-
şatmasından rahatsızlık duymadılar. Çünkü bu yeni aktörlerin dine
ilişkin yaklaşımları Türkiye’ye özgü
sosyalist solun okumalarından geçtiği için öncelikli müdahaleleri yerli olana, gelenek ve inançlara karşı
gerçekleşti.
nında yer almaktadır. Doğrusu makbul Müslüman
olarak Alevilik dışı topluluklar, öteden beri kamu,
devlet ve profesyonel bir dindarlığın koruyucu, taşıyıcı ve yüklenicisi olarak Aleviliği İslam-dışı olarak görmese bile anlaşılır olarak kabul etmemektedir. Böylece kamusal belirsizliği oluşturan ve tehdit
eden kısım da Alevilikle izah edilmektedir. Hâlbuki
sorunlu bakışa sahip olan, her ne kadar güçsüz bırakılmış olsa ve kendilerini ifade etmekte güçlük
çekseler de Aleviler de değil, Alevilerin dışında kalan ve kendilerine Sünni adını veren çevrelerdir.
çevrelerin üzerinde daha fazla yoğunlaştığı husus
da budur ve yakın zamanda bu talepler de gelecektir.
Bu anlamda Türkiye açısından düşünülecek
olursa cemevlerinin yasallaştırılmasına yönelik
yeni tartışma ve bu çerçevede beklentiler ciddi bir
hayal kırıklığına yol açacaktır. Çünkü Avrupa’da
tekke ve zaviye kurmak sorun olarak görülmemekte ama kendi anavatanında böyle bir yapıya dönmek ya da yeniden oluşturmak ciddi bir sıkıntı gibi
görünmektedir. Avrupa’da mümkün olan bu talep
acaba Alevilerin kendi ülkesinde neden ve niçin
mümkün olamamaktadır? Dinî ve muhafazakâr
çevreler, neden ve kimden çekinmekte veya neyi
korumaktadır? Oysa Alevilerin bugün verdikleri
mücadele kamuya sıkıştırılmış Müslümanlığın aslına döndürülmesidir. Alevilere dayatılan model,
resmî, kamu denetim ve kontrolünde ve profesyonel bir alan olarak Aleviliktir. Bu çerçevede Alevilerin zorlandığı meşrulaştırma aracı olarak “dernek
cemevi” ve “dernek dedesi” modelinin kabulü, bu
resmî alanla ve Aleviliğin iç edilmesiyle ilgilidir. Bu
ciddi bir sorundur ve yeni sorunlara da yol açacaktır.
Sonuç olarak kamusal bir taleple başlayan Aleviliğin kamuya açılan tartışma başlıkları konjonktüreldir. Bu konjonktür üzerinden geliştirilecek
politikalar toplumsal dayanışmayı örseleyecektir.
Konunun bu kapsamdan çıkarılıp tarihî kültürel
coğrafyaya uygun bir model üzerinden ele alınması elzemdir. Bunu yapacak olan da kamu ve kamu
imkânlarını elinde tutanlardır. Alevi topluluklar
arasında sürüp giden tartışma ve bu tartışmanın
bir tarafı olarak kamu ve kamu imkânlarıyla kendilerine yer açanlar, kendi varlıklarına ilişkin de ciddi
ucuzlatma içindedir.
2002’de Almanya’da Berlin’de başlayıp bugün
birçok eyalete yayılan Alevi din dersi, yeterli çoğunluğun sağlandığı okullarda diğer dersler gibi sınıf
geçmeli bir ders olarak veriliyor. Mevcut müfredat
Alevi toplumundaki yorum çeşitliliğini yansıtıyor
mu? Siz, bu derslerin müfredatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahsettiğim gibi federasyon İnanç Kurulu ve
Dedeler Kurulu gibi organizasyonlarla bu hususa
nispeten cevap vermeye çalıştı. Burada akademik
bir destek alındığı da unutulmamalı. Fakat esas
hazırlığı Alman Devleti ve Alman akademik çevreler yaptılar. İslam ve pedagoji alanında otorite
olan kişiler uzun süre bu konu hakkında ciddi çalışmalar yaptı ve bu müfredatın en iyisi hakkında
bir program ortaya çıkardılar. Mutlaka eksikleri ve
tamamlanması geren yanları var. Fakat bu hâliyle
bile Alevilik bir varlık yokluk meselesi olmaktan
çıkmış bir konu olarak telakki edilmelidir. Bu saatten itibaren içeriği yenilenebilir, eksikler giderilebilir. Bu derslere destek örgütlü Alevilerden gelmekte ve din dersleri de daha fazla bu çevrelerden
aileler tarafından talep edilmektedir.
Alevilik din eğitimiyle ilgili örgün eğitim dışında esas eğitim dergâh ve tekke modeli üzerinden
yürütülmelidir. Zannederim Avrupa’daki Alevi
48
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Lale Nihal sordu.
1 Soru/3 Cevap
Bir Olmak, Diri Olmak
Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” der. Yaşadığımız çağda insanların ortak değerler etrafında buluşup düşmanlığı bırakmasının anahtarı sizce nedir?
Farklı toplum kesimleriyle diyalog kurmak, yapıcı
bir sosyal devrim gerçekleştirmenin başlangıcı.
Bence dünya üzerinde tanık olduğumuz savaş, ırkçı eylemler veya cinsiyetçi
şiddet gibi düşmanlıkların pek çoğu anlayış ve empati eksikliğinden kaynaklanıyor. Marjinalize olmuş gruplar kendilerini ifade edemiyor ve çoğunluk tarafından görmezden gelinmeye devam ediyorlar. Bu nedenle iktidar
sahipleri yaptıkları icraatların doğuracağı sonuçların farkında olmalı ve
toplumu yozlaştıran baskıcı yapılarla mücadele etmeli. Bu tabii radikal bir
mentalite değişimi gerektiriyor. Şahsen farklı toplum kesimleriyle bir diyalog
ortamı oluşturmanın cesur bir vizyon yaratmak, toplumsal özgüveni inşa etmek ve yapıcı bir sosyal devrim gerçekleştirmek için iyi bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Bizler sesini yükseltmekten korkmayan, egolarını
bir kenara bırakmış ve dünyayı iyi yönde değiştirecek yeni nesil liderler
yetiştirmek zorundayız.
Nesima Aberra, Washington, yazar ve sosyal medya aktivisti
Etrafımızı dayanışma için bilinçlendirmeliyiz.
Değişim insanın içinde başlar ve “öteki”ne karşı geliştireceğimiz esaslı
bir empati bizi daha iyi bir dünyaya ulaştırır. Hepimiz anlaşılmayı, onurlu
ve güvenli bir hayat sürmeyi istiyoruz. İnsani değerlerden uzaklaşmanın
toplumsal yaşam için bir zehir olduğunu anlamalı ve kendimizi dönüştürmeye çalışmalıyız. Aynı zamanda etrafımızdaki insanları da dışlanmış
kimselere yeniden insani değerleri kazandırma ve böylece gerçek bir
dayanışma ortamı oluşturma konusunda bilinçlendirmeliyiz.
Namira Islam, Detroit, MuslimArc Anti-Racism Collaborative müdürü
Birbirimizin hakkını gözettiğimiz sürece farklı
olmanın bir önemi yok.
Öncelikle birbirimize güvenmek zorundayız. Hepimizin güvende, sağlıklı
ve onurlu bir yaşam sürmek, sevilmek ve değer verilmek gibi temel insani
duygu ve ihtiyaçlar taşıdığını unutmamalıyız. Bu anlamda aramızdaki
farklılıkların birbirimizin hakkını gözettiğimiz sürece çok da fazla
bir önemi yok.
Julie Pascoet, Brüksel, Avrupa Irkçılıkla Mücadele Ağı (ENAR) hukuk danışmanı
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
49
Dünya
50
P e r sp
s p e kt
k t İ f • S ay ı 246 • aralik
aralik 2015
Flickr.com/carnagenyc
©
Myanmar’da Demokrasi Zaferi:
Rohingya Müslümanlarını
Ne Bekliyor?
Myanmar’ın 8 Kasım 2015’te geride bıraktığı seçimler Rohingya Müslümanları
açısından da geniş bir değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor.
Shah Syed*
Özgür ve adil bir seçimle bütün dünya
Myanmar’ın demokrasi yolunda kat ettiği beklenmedik ilerleyişi gördü. Bu ilerleyiş yalnızca
ülkedeki özgürlük sever milyonlarca insan arasında değişim umudunu yeşertmekle kalmadı;
bu umudun ışığı, baskıcı anti demokratik askerî
rejimlerden dolayı uluslararası toplum tarafından terk edilmiş bir şekilde yaşayan insanların
hayatında olumlu bir değişim görmek isteyen
dünya toplumları arasında da yaygın bir biçimde görülüyor. Myanmar hakkında en ufak bir fikre sahip herhangi bir insanın zihninde ortaya çıkıveren tüm bu meselelerin ötesinde Rohingya
Müslümanlarının zulme uğraması bütün dünyanın meselesi hâline geldi. Gelecek demokratik
rejimin Rohingyalara tanınmış bir statü getirme
girişimine dair beklentiler ise oldukça büyük.
Peki, seçimlerin ardından Rohingya Müslümanlarını neler bekliyor?
Bir güneydoğu Asya ülkesi olan Myanmar
dünyaya açık görünüyor. On yıllar evvel iktidarı
ele geçirmiş olan askerî cuntalar ülkeyi bir paryaya döndürdü. Ülkenin demokratik hareketleri
baskılayan, etnik azınlıkları bastıran ve özelde
de Rohingya Müslümanlarına sistematik zulüm
uygulayan yapısıyla insan hakları ihlalleri konusunda kötü bir geçmişi bulunuyor. Demokrasi
ve insan hakları ideallerinin aforoz edildiği ülke
uluslararası toplumdan da ayrı bırakıldı.
8 Kasım’da yapılan genel seçimler son 25 yıldaki ilk özgür ve adil seçim olarak adlandırılıyor.
Aung San Suu Kyi’nin partisi Demokrasi İçin
Ulusal Birlik Partisi (NLD) salt çoğunluğu elde
etti ve eğer tarih tekerrür etmezse yeni hükûmeti kuracak.
NLD’nin zaferi on yıllardır süren askerî diktatörlüğe karşı değişim arzusunun bir yansıması. Myanmar’ın demokratik seçimleri demokratikleşme alanında elde edilmiş önemli bir
ilerleme olsa da daha önemli olan mesele yeni
aralik 2015 • S ay ı 246 • P e r sp e kt İ f
51
Dünya
hükûmetin insan hakları durumunu olumlu
yönde ilerletip ilerletmeyeceği, daraltarak söyleyecek olursak Rakhine eyaletindeki Müslüman
azınlık olan Rohingyalara uygulanan ırksal ve
etnik şiddeti durdurup durdurmayacağıdır. Etnik gerilimle yaşayan ülke, yıllarca sürecek bir
uzlaşma süreci gerektiren çok fazla nefret ve
bölünme tohumu ürettiği için bu soruyu cevaplamak göründüğü kadar kolay değil.
Son seçimlerde NLD’nin zaferi Budist aşırıcıları mutlu etmiş değil. Seçimlerde ciddi bir
yenilgiye uğrayan askerin desteklediği Birlik,
Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) askeriyede önemli yer edinmiş bulunan Budist aşırıcıların desteğini alıyor. Budist aşırıcılar ise destekçilerini, “Müslümanlar sayılarını arttırıyor ve
Myanmar devletini ele geçiriyor.” diyerek artırıyor. Onlara göre Müslümanlar yabancı ve Myanmar toplumundan dışlanmaları gerek. Askerî
yöneticiler ise Budistlerin Myanmar’ı “yabancı”
Müslüman “mütecavizler”den koruma davasına
sıcak bakarak daima Budist ulusalcıları destekledi ve Myanmar’daki Müslümanlara zulmetti.
Milyonlarca Müslüman oy vermekten ve Rakhine eyaletinde ya da başka bir yerde kaydolmaktan alıkondu. 8 Kasım seçimlerinde Budist ultra
ulusalcı gruplar Aung San Suu Kyi ve partisine
karşı geniş çaplı bir propaganda yürüterek onların Müslüman siyasetçilerle iş birliği içinde
olduğu ve “tehlikeli” Rohingya Müslümanlarına
karşı yeteri kadar sert olmadıklarını belirttiler.
Bu askerî-ulusalcı bağlantı açısından
NLD’nin zaferi ülkedeki Müslüman karşıtı güçlerin yenilgisi olmuş gibi görünüyor. Pek çok
Myanmarlı Müslüman liderin yakınlarda umudunu ifade etmesiyle birlikte demokrasinin askeriyeden kurtulması Müslümanlara karşı şiddetin durmasında hayati önem taşıyor. Ancak
Müslüman karşıtı propagandanın seçmenlere
hitap etmediğini düşünmek çok safdil bir tutum
olur, çünkü tarihte ilk kez hiçbir Müslüman aday
meclise girmedi. NLD’nin zaferinde önemli rol
oynayan şey daha çok halkın, Myanmar’ı dünyanın geri kalanından ayıran on yıllar boyu süren
askerî diktatörlüğü kaldırma arayışıdır.
Çok sayıda siyasi analizcinin söylediği gibi
NLD’nin iktidara gelişi Myanmar’daki Müslü-
52
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
manların kaderini de değiştirecek. “Demokrasi
lideri” olarak anılan Aung San Suu Kyi’nin Rohingya meselesi üzerine gözlemlenen suskunluğuna rağmen Rohingya sempatizanlarının,
NLD’nin Rohingyalı Müslümanları vatandaş
olarak tanıyarak onlara Myanmarlılarla eşit
haklar vermesi için çalışacağı yönündeki beklentilerini göz önüne aldığımızda Myanmar siyasetinin karmaşık denklemindeki bazı noktalara değinme ihtiyacı ortaya çıkıyor.
NLD’nin Rohingyalara karşı mevcut politikaları değiştirmeye yönelik herhangi bir girişiminin anayasal olarak meclisteki temsilin yüzde
25’ini işgal eden ve en güçlü üç bakanlığı (İçişleri, Sınır ve Savunma Bakanlığı) kontrol eden
askeriyenin sert muhalefetiyle karşılaşacağı
aşikâr. USDP ülkeyi yönetme meşruiyetini ciddi
anlamda sert Budist ulusalcılara dayandırıyor.
Dolayısıyla bu partinin NLD’nin bu tür bir hareketini desteklemek için herhangi bir nedeni de
yok. Dahası, NLD’nin Rohingya meselesindeki
duruşu belirsiz ve parti politikasının ötesine geçebilirmiş gibi görünmüyor. Aung San Suu Kyi
Budist keşişlerin güdümündeki ulusalcıların
©
Flickr.com/Remko Tanis
Rohingyalara karşı işlediği etnik şiddeti kınayan
net ifadelerde bulunmaktan kaçınıyor ve Myanmar’ın mutlak kontrolünü elinde bulunduran
askerî rejimi kızdırmak istemiyor. Onun sessizliği Rohingyalara yapılan ve tüm dünyanın
haykırdığı zulmün de açık bir inkârı anlamına
geliyor.
Pek çok uzmana göre Rohingya mevzusu
Myanmar toplumunu öylesine kutuplaştırdı ki
Suu Kyi aşırı bölünme yaratan ve oluk oluk kan
akmasına sebebiyet veren bir çatışmada herhangi bir partiyle hareket ederek halk desteğini
riske atmayı tercih etmiyor. Ayrıca Suu Kyi, bir
yandan ancak halkın egemenliğiyle gerçekleştirilebilecek mevcut demokratik hareketlerini
sürdürmek için Myanmar halkının çoğunluğunun desteğini kaybetmekten korkuyor. Öte yandan NLD’ye oy vermekten başka seçeneği olmayan milyonlarca Müslümanın desteğini de cepte
tutmak istiyor. NLD’nin siyaseti, iktidarın demokrasi ve insan hakları idealleri üzerine çıktığı
kaba bir reel politiği ortaya koyuyor. Bu durum
da Suu Kyi ve partisinin demokrasi hareketinin
sorgulanmasına neden oluyor.
NLD bir seçim stratejisi olarak Müslüman
adayların yerine Myanmar’ın etnik gruplarından adayları getirdi. Yani parti, Myanmar halkının Myanmar Müslümanları ve özelde Rohingyalar hakkındaki hassasiyetinden korkuyor.
Partiye göre Müslümanları desteklemek hâlâ
siyasi bir tabu.
Meclisteki koltukların çoğu, Budist aşırıcı
gruplarla olan ilişkisi ve Rohingyaların vatandaşlık ve seçme hakkı elde etmesine karşı lobileşmesiyle bilinen bir siyasi grup olan Arakan
Ulusal Partisi tarafından kazanılmış olmasına
karşın NLD’nin iktidara gelişi Rakhine eyaletinde Rohingyaların uğradığı zulmün yoğunluğunu
muhtemelen değiştirecek. Gelgelelim mecliste
bir Müslüman vekilin bulunmaması ya da NLD
üyesi bir Müslümanın ulusal mecliste partiye
katılmaması hâlinde Rohingya politikasının
muhafazası veya üzerinde herhangi bir değişiklik yapılması mevzusu Aung San Suu Kyi ve
Myanmarlı parti üyelerinin insafına kalacaktır.
Red ve dışlama kültürünü değiştirmede Rohingyaların yapabileceği şey sınırlı gibi görünüyor. Rohingya Müslümanları bu marjinalleştirilmiş topluluğun sistematik biçimde zulme
uğramasına karşı küresel kamuoyu yaratmak
ve Myanmar Devleti üzerinde baskı kurmak için
uluslararası toplumun desteğine ihtiyaç duyuyor. Kimliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulan ve normal bir hayat sürmekten alıkonan
Rohingya etnik cemaati potansiyel terör yuvası
olarak işlev görebilir. BM üyesi ülkelerin terörle mücadele çabaları bizzat üye devletler eliyle
gerçekleştirilen uluslararası terörizmin ardındaki yapısal nedenlere işaret etmelidir. Rohingya zulmü vakası bunun bir istisnası değildir.
Myanmar’da demokrasinin hakiki zaferi insan
haklarının itibar gördüğü, etnik topluluklar
arasındaki farklılıkların arasının bulunduğu ve
şiddetin itidalle yer değiştirdiği bir ortam yaratmakta yatmaktadır.
*Bangladeş’te lisans eğitimini, Norveç’te yüksek lisansını
tamamlayan Syed, Güney Asya’daki siyasi gelişmeleri takip
etmekte ve Bangladeş Barış ve Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nde analist olarak çalışmaktadır.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
53
Dünya
Kudüs’te Sömürgeci
Şiddet Sürüyor
54
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Flickr.com/Audrey AK
©
Geçtiğimiz üç ay boyunca Batı Şeria’daki İsrailli yerleşimciler ile Filistinliler arasında beklenmedik bir şekilde tırmanan çatışmalara dönüşen yeni bir şiddet dalgasına tanıklık ettik. Medya ve İsrailli sağcılar tarafından sıklıkla tanımlandığı
şekliyle bir “din savaşı” olmaktan uzak olan bu son olaylar, esasında İsrail’in eskiden beri süregelen Kudüs’ü Yahudileştirme ve yerli Filistinli nüfustan arındırma
planlarının sonucu.
*
Alessandra Bajec
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp
aralik
s p e kt
ktİf
55
Dünya
Eylül ayı boyunca İsrail polisi ve Filistinli protestocular arasında cereyan eden şiddet
içerikli günlük çatışmalar Kudüs’ün tarihî şehir merkezinde yaşandı. 13 Eylül’de, İsrail polisinin iddialara göre Filistinlilerin Yahudilerin
ziyaretlerini sekteye uğratma girişimlerini önceden engellemek maksadıyla terör estirmesinin ardından Yahudi yılbaşına saatler kala
Müslümanlar Aksa Camii’nde İsrail polisiyle
çatıştı. Yine İsrail Savunma Bakanı Moshe Yaalon’un, Aksa’da devriye gezen iki Müslüman
grubu cami avlusuna girmekten men etmesinin
ardından huzursuzluklar yaşandı. İsrail ilerleyen günlerde Yahudi yerleşimci ve diğer Yahudi grupların kutsal günlerde yaptıkları günlük
ziyaretleri kolaylaştırmasına karşın Filistinlilerin kutsal mekâna girişlerini zorlaştırdı. Bu
tutum ise daha fazla çatışmayı tetikledi.
İsrail’in Aksa külliyesini Müslümanlar ve
Yahudiler arasında bölmeye çalışması da Filistinlilerin korkusunu arttırarak yeni çatışmaların yaşanmasına neden oldu.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 1967’den
beri yürürlükte olan, Yahudilerin ziyaretlerine
izin veren ancak gerilimi engellemek maksadıyla gayrimüslimlerin ibadetlerini kısıtlayan
uygulamanın herhangi bir değişikliğe uğratılmayacağı yönündeki teminatı da beyhude görünüyor. İsrail’in niyetleri karşısında Filistinliler arasında bu konudaki derin güvensizlik
sürüyor. Zira Harem-i Şerif külliyesi İslam’ın
üçünü kutsal mekânı, aynı yer aynı zamanda
Yahudilerin de en kutsal yeri. Yıllardır külliye
İsraillilerle Filistinliler arasındaki çatışmanın
mekânı olageldi, çünkü İsrailli merciler şiddetli çatışmaların yaşandığı bu yeri kimin ne zaman ziyaret edebileceğini denetliyor.
İsrail’in artan sayıdaki şiddetli Aksa baskınlarıyla beraber geçtiğimiz yıl boyunca külliyeye girmekle ve Yahudilerin orada ibadet etme
hakkıyla ilgili çağrılarda bulunarak mevcut
uygulamayı sürekli ihlal eden aşırı Ortodoks
Yahudilerin ve sağ kanat kanun koyucuların
yaptığı ziyaretler arttırıldı. Radikal Yahudi yerleşimciler, ibadet edenlere sözlü tacizde bulunarak alenen caminin yıkılması çağrısında
bulundular.
Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca yaşanan ge-
56
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
rilimler Yahudi bayramlarıyla çakıştı. Bu yıl da
Müslümanların Kurban Bayramı ve Yahudilerin Yom Kippur’u aynı güne denk geldi ve bu
nedenle tansiyon her zamankinden yüksekti.
Şiddet Kudüs’te, civardaki Arap mahallelerine sıçrarken Filistinlilerin Aksa çevresindeki
olaylarda artan öfkesi ekim ayı başında eski
şehrin dışında kitlesel gösterilerin yapılmasına neden oldu. İki İsrailli eski şehirdeki bir
Filistinli adam tarafından bıçaklandı, bunun
ardından başka saldırı ve bıçaklama olayları
yaşandı. Daha sonra protestolar Batı Şeria ve
İsrail’e yayıldı.
İsrail güçleri ve Filistinli taş atanlar arasındaki şiddet, İsrailli yerleşimcilerle Filistinliler
arasında 2014’ten beri görülmemiş yeni bir
şiddet patlamasına neden oldu. 2014’te Batı
Şeria’da üç İsrailli genç kaçırılarak öldürülmüş,
buna misilleme olarak Yahudi aşırıcılar gerilimi daha da arttıracak ve İsrail’in yazın Gazze’ye savaş açmasıyla son bulacak olan Doğu
Kudüslü bir Filistinli genci diri diri ateşe verme
eylemini gerçekleştirmişlerdi.
Bu yeni çatışma dalgası ise sürpriz olarak
görülmemeli, zira İsrail’in sömürgeci apartheid politikaları, süregiden işgali, Filistinlilere
uyguladığı zulmü, zayıflatma politikaları ve
sistematik şiddeti İsrail ordusu ve İsrailli yerleşimciler tarafından mütemadiyen sürdürülüyor.
Filistinliler on yıllardır işgal altında.
1967’den beri İsrail, Filistinlilerin demografik
yayılımını tasarımlayan politikalar ile bir yandan şehirdeki Yahudi varlığını tahkim ederken
öte yandan Filistin kimliğinin yok edilmesi ve
etnik temizliğini hedefleyen ayrımcı politikalar
üzerinden Kudüs’ü Yahudileştirmesini hızlandırıyor. İsrail, şehrin etrafında Batı Şeria’daki
İsrail yerleşimleriyle olan coğrafi bağlantıyı
sağlamak amacıyla yan yollara bağlanan bir
yerleşim halkası inşa ederek Kudüs’ün fiziksel görünümünü de dönüştürdü. 2002’de inşa
edilen ve 1967’den önceki ateşkes hattından
çok uzakta kalacak şekilde sınırları belirleyen
ayrımcılık duvarı, Yahudi çoğunluğu sağlamak
amacıyla şehri bölmek ve Filistinlilerin bulunduğu bölgeleri dışarıda bırakmak için tasarlandı.
İsrail’in Aksa’ya gerçekleştirdiği saldırılar bağımsız olaylar olmaktan ziyade Kudüslü Filistinlileri dışarı sürerek Kudüs’ü temelden sadece Yahudi şehri yapmaya dönük bir projenin
parçasıdır.
Kudüs’te yaşanan son huzursuzluklar, öteden beri sürmekte olan özsel meselelerin, yani
sömürgeci baskı, kurumsallaşmış ayrımcılık,
mülksüzleştirme, toprak hırsızlığı ve İsrail’in
şehir üzerindeki üstünlüğünü temin etme eylemlerinin birer sonucudur.
Flickr.com/Jonny White
*Kahire merkezli serbest gazeteci olan Bajec, 2010-2011 yılları arasında Filistin’de yaşadı. Makaleleri European Journalism Centre, IRIN ve The Majalla gibi dergilerde yayımlandı.
©
Ayrımcı İsrail politikaları Arap ve Yahudi
mahalleleri arasında sağlanan hizmetlerdeki
farklılıklarda da görülebiliyor. Filistinliler Yahudi vatandaşlarla aynı miktarda emlak vergisi
ödemelerine karşın belediye bütçesinin ancak
yüzde 10’undan daha azı Filistinlilerin olduğu bölgeler için ayrılıyor. Kudüslü Filistinliler
aşırı yoksulluk, sağlık ve eğitim hizmetlerinin
bulunmayışı, yüksek işsizlik oranları ve hayat
pahalılığı gibi gittikçe kötüleşen sosyo-ekonomik koşullar altında hayatlarını sürdürüyor.
Bu nedenle, Filistinlilerin İsraillilerle olan
çatışması, daha geniş bir mücadele bağlamında, İsrail’in işgal, ayrımcılık ve etnik temizliğine karşı direniş eylemleri olarak anlaşılmalı.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
57
Ümmet Mozaiği
Cebeli Tarık’ın İncisi:
©
Flickr.com/Mhobl
©
Flickr.com/Mhobl
Fas
Rabia Şanlıalp
Afrika ve Avrupa arasında bir ara yüz olarak bilinen ve beşeri yapısı yüzyıllardır süregelen göç dalgaları ile şekillenen bir ülke Fas. Akdeniz’le Atlas Okyanusunu buluşturan Cebelitarık Boğazı ile Avrupa kıtasından ayrılan Fas Krallığı, Batı dillerinde
58
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
Flickr.com/Evgeni Zotov
Flickr.com/Mhobl
©
©
2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden
Marocco, Maroc olarak bilinirken, Arapça’da El Mağrip veya El Memleket’ül Mağribiye, Türkçe’de ise Fes şehrinden dolayı Fas diye adlandırılmış. Yaklaşık 33 milyon
nüfusu ile Arap ülkeleri arasında en kalabalık nüfusa sahip dördüncü ülke.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
59
60
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
©
Flickr.com/Mhobl
©
“Afrika’ya açılan kapı” olarak
bilinen Fas, coğrafi konumundan
ötürü tarih boyunca Araplar, Yahudiler, Kartacalılar, Romalılar
ve Moorlar tarafından birçok kez
işgale uğramış ve bugün kültürel
olarak birbirinden farklı bu medeniyetlerin izlerini taşımaktadır.
Arapça ve Berberice’nin resmî
dil olduğu ülkede, Fransız işgalinin ardından ekonomik ve kültürel
hayatın yanı sıra devlet dairelerindeki resmî yazışmalarda Fransızca
da kullanılmaktadır. Faslıların kullandıkları Darija lehçesi diğer Arap
lehçelerinden oldukça farklıdır.
Aynı zamanda ülkede yoğun olarak
yaşayan Berberilerin de kullandıkları farklı lehçeler bulunmaktadır.
Ülkenin kuzey kesiminde tarihsel
bağlar nedeniyle İspanyolca konuşanlara da rastlamak mümkündür. Ülkede baskın olan Müslüman-Arap kültürünün etkisiyle Hristiyan, Yahudi ve Paganizm
gibi çeşitli dinlere mensup birçok
etnik grubun zaman içerisinde İslamlaştığı gözlemlenmiştir. Bugün
Faslıların yüzde 98.2’si Müslüman
olup Maliki mezhebine mensuptur.
Ülkede Araplaşmış Berberlerden
sonra asimile olmamış Berberler
ikinci büyük etnik grubu teşkil
eder. Toplam nüfusa oranı itibarıyla üçüncü sırada gelen etnik unsur
ise Moritanya kökenli Moorlar’dır.
Bunlardan başka ülkede ayrıca Yahudiler ve İspanyollar başta olmak
üzere çeşitli Avrupa ülkelerinden
Hristiyan azınlıklar da bulunmaktadır.
Dün olduğu gibi bugün de yoğun bir göç alan Fas, geçmiştekinden farklı olarak göçmenler için
artık bir nihai varış noktası olmaktan ziyade Avrupa’ya yakınlığı dolayısıyla transit bir geçiş köprüsü
olarak görülmektedir. Ne var ki
Flickr.com/Mhobl
Ümmet Mozaiği
Avrupa Birliği tarafından birliğe
üye ülkelere artan göçün önünü
kesmek için getirilen pek çok kısıtlama neticesinde, ekonomik
anlamda güçsüz ve siyasi açıdan
istikrarsız ülkelerden gelen mültecilerin Sahra’ya doğru göç ettikleri tespit edilmektedir. Bugün
Fas’ta 10 bin ila 20 bin arası Afrika
kökenli yasadışı göçmenin olduğu
tahmin ediliyor.
4 milyon nüfuslu Kazablanka şehrinin orta sınıf kesiminin
meskûn olduğu Mâarif semtinde
yaşayan El Mehdi evli ve 32 yaşında. Kazablanka ticari ve ekonomik bakımdan Fas’ın ve Afrika
kıtasının en büyük metropollerinden biri olarak biliniyor. El Mehdi üniversite eğitimi için 10 sene
Almanya’da yaşamış ve İşletme
Enformatiği üzerine lisans eğitimi
almış. 29 yaşındaki eşi de Fas’ta
bilgisayar bilimleri üzerine yüksek
lisans eğitimini tamamlamış. El
Mehdi çevrimiçi bir Alman firmasında E-Ticaret danışmanı olarak,
eşi ise kalite güvence alanında bir
yazılım mühendisliği firmasında
çalışıyor. Çift ekonomik olarak hayatlarını rahatça sürdürebildikleri
bir gelire sahip.
El Mehdi’nin ailesi ticaret ile
uğraşıyor ve uzun yıllardır ayakkabı ve tekstil üzerine bir mağaza
işletiyorlar. Kız kardeşi de eşi gibi
bilgisayar bilimleri üzerine yüksek
lisans yapmış ve şu anda Paris’te
Bilişim Teknolojileri danışmanı
olarak çalışıyor. El Mehdi’nin kimya eğitimi alan kayınpederi lise
düzeyindeki okullarda müfettişlik
görevini yürütüyor. Kayınvalidesi
ise sınıf öğretmeni.
Aile gün boyu işleriyle meşgul
olurken, molalarını namaz vakitlerine göre ayarladıklarını belirtiyorlar. Çift işten sonra genellikle
spora gidiyor. Eve geldiklerinde ise
eşi akşam yemeğini hazırlarken,
Shutterstock.com/danm12
©
Flickr.com/Mhobl
©
Kazablanka ticari ve
ekonomik bakımdan Fas’ın
ve Afrika kıtasının en
büyük metropollerinden
biri olarak biliniyor.
•
•
•
•
1956’da bağımsızlığına kavuştuktan sonra
anayasaya dayalı meşruti bir krallık hüviyetine bürünen Fas’ta Temsilciler Meclisi ve
Danışmanlar Meclisi’nden oluşan iki meclisli parlamenter monarşi rejimi hâkimdir.
Anayasaya göre resmî dinin İslam olduğu
Fas’ta Fas Kralı aynı zamanda “halife” ve
“inananların önderi” olarak ülkedeki en
yüksek rütbeli dinî liderdir.
Yüzde 99’a yakını Müslüman olan Fas
toplumunda Hristiyan nüfusun yüzde bir
civarı olduğu tahmin ediliyor. Reconquista
sonrası İspanya’dan ülkeye sığınan yüzbinlerce Yahudi nüfustan geriye bugün yaklaşık 7 bini kalmış, onlar da toplam nüfusun
0,01’ine tekabül etmektedir.
Fas’ta 2011 yılında kabul edilen yeni yasa
uluslararası insan hakları teamüllerine ulusal hukuk üzerinde üstünlük tanımaktadır.
El Mehdi yüzünde bir tebessümle
bazen bu konuda eşine yardımcı olduğunu ekliyor. Fas’ta günün
en önemli öğünü çorba, kırmızı
et ve tatlıdan oluşan öğle yemeği.
Akşam yemeğinde Faslılar öğleye
göre daha hafif bakliyat ve hamur
işi yiyecekler tüketmeyi tercih ediyor. El Mehdi ve eşi akşam yemeği
ve yatsı namazının ardından istirahate çekiliyor.
El Mehdi, aile kavramının
Fas’ta çok büyük anlam ifade ettiğini ve aile büyüklerine saygının
çok önemli olduğunu belirtiyor.
Bununla birlikte aile içerisinde bireysel sınırların ve özgürlük alanlarının da mevcut olduğunu, fakat
yeri geldiğinde aile büyüklerinin
fikirlerine de başvurduklarını aktarıyor.
Fas’ta Hz. Peygamber’in bir
sünneti olan ve Endülüs’te de etkisi görülen öğle istirahati, İspanyolların deyimiyle “fiesta” gele-
neği devam ettiriliyor. Hafta içi
her gün sabah 8’den akşam akşam
18.30’a kadar açık olan mağazalar
öğlen 12 ile 14.30 arası kapalı. El
Mehdi’nin babasının mağazasına
gelen müşterilerin yüzde 70’ini
Fransız, İspanyol, Alman ve Doğu
Avrupalı gayrimüslimler oluşturuyor. Sömürge dönemine göre Avrupalı yerleşimci sayısının oldukça
azaldığı Fas’ta yaşayan Avrupalı
göçmen nüfus bugün Kazablanka
ve başkent Rabat’ta yoğunlaşmış
durumda. Bu da ailenin gayrimüslimlerle sıkı arkadaşlıklar kurmasına, saygı ve sevgi dolu diyalog ortamlarının oluşmasına yol açmış.
Kazablanka’da yoğun bir Yahudi
topluluğun yaşadığını belirten El
Mehdi, dedelerinin zamanlarında
Yahudilerin Fas’ta barış ve refah
içinde yaşadığını ve Müslüman
toplumla aralarında sevgi ve saygı
dolu bir ilişkinin hüküm sürdüğünü aktarıyor. II. Dünya Savaşı sıa r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
61
Ümmet Mozaiği
Almanya’da yaşadığım 10 sene
bana her ırka,
dine ve sosyal
sınıfa karşı
saygılı olmayı
öğretti.
rasında Almanya’nın Fransa işgali
sırasında kurulan Fas’taki Vichy
rejimi Yahudilere karşı ayrımcı
politikalar uygulamaya başlamış.
İsrail’in kurulmasından sonra ise
Yahudi ve Müslüman toplum arasında yükselen tansiyon nedeniyle
birçok Yahudi İsrail’e göç etmiş.
1963 yılında yüz bin civarında Fas
Yahudi’si zorunlu göçe tabi tutulmuş. El Mehdi dönemin kralı
V. Muhammed’in Yahudi göçüne
karşı çıktığını, hatta göçe zorlanan
Yahudi halkla birlikte kendisinin
de sınır dışı edilmesini talep ettiğini söylüyor. Geçmişe nazaran
bugünkü Yahudi-Müslüman ilişkilerinin daha kötü bir durumda olduğunu, bunun başlıca nedeninin
ise yaklaşık üç çeyrek asırdır süren
Filistin işgali olduğunu belirtiyor.
“Almanya’da yaşadığım 10 sene
bana her ırka, dine ve sosyal sınıfa
karşı saygılı olmayı öğretti”
El Mehdi Almanya’da yaşarken
farklı tecrübeler edindiğini ve bu
62
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
tecrübelerden hareketle farklı dinî,
etnik, kültürel ve sosyal çevrelere
mensup insanlarla karşılıklı saygı
içerisinde birlikte yaşamayı öğrendiğini belirtiyor. Fas’ta durumun
biraz farklı olduğunu vurgularken,
hoşgörü ve yardımseverliğin bazen
kişinin kendisi için zarara dönüşebildiğini ve insanların iyi niyetinin
istismar edildiğini belirtiyor. Yine
de bu konuda Allah’a tevekkül ettiğini ve yaşadığı tecrübelere güvendiğini dile getiriyor. Hayattaki en
önemli hedeflerinin ahiretlerini
süsleyecek mümkün mertebe çokça
salih amelde bulunmak, evlat sahibi olmak ve evlat edinmek olduğunu belirten El Mehdi, ayrıca ileride
kendi işlerini kurmak istediklerini
de ekliyor. Aile, işlerinden arta kalan zamanlarda spor yapmayı, seyahat etmeyi, okumayı, akraba ve
arkadaş ziyaretlerinde bulunmayı
ve farklı yardım etkinliklerine katılmayı tercih ettiklerini söylüyor.
Fas’ta da her Müslüman ülkede
olduğu gibi Ramazan ve Kurban
bayramları aileyle birlikte vakit
geçirilen, aile büyüklerinin ziyaret
edildiği ve büyük-küçük demeden
herkesin mutlu edilmeye çalışıldığı yılın en önemli günlerinden.
Her iki bayramda da, ilk gün bayram namazından sonra büyük bir
aile kahvaltısıyla güne başlanıp
çeşitli ziyaretler yapılıyor. El Mehdi Ramazan Bayramı’ndan farklı
olarak Kurban Bayramı’nın üç gün
kutlandığı Fas’ta köylerde bayram
kutlamalarının iki veya üç haftaya kadar sürebildiğini belirtiyor.
Bunun nedeni ise bu bayramın
yıllık izin olarak sayılması ve genellikle köylerden şehre gelen işçi
sınıfının bu izinden yararlanıyor
olması. Bayram süresince metropollerin boşaldığını, mağazalar ve
iş yerlerinin kapandığını aktarıyor
El Mehdi. Ramazan Bayramı’nın
ise iki günden fazla sürmediğini
ve aile ile geçirilen zamanlar dışında bu günleri genellikle deniz
©
Shutterstock.com/badahos
kıyısına veya farklı yerlere seyahat
ederek değerlendirdiklerini belirtiyor. Bu iki bayram dışında Fas’ta
Hz Peygamber’in doğum gününün
kutlandığı Eid al Mawlid adlı bir
dinî bayram daha mevcut.
1956’da bağımsızlığına kavuştuktan sonra anayasaya dayalı
meşruti bir krallık hüviyetine bürünen Fas’ta parlamenter monarşi
rejimi hâkim. 1 Temmuz 2011’de
çok yüksek bir katılımla gerçekleştirilen referandumla seçmenin
yüzde 98.5’inin evet dediği yeni
anayasa, çağdaşlarına uygun, geniş hak ve hürriyetleri garanti altına alan bir nitelikte. El Mehdi
Kasım 2011’den beri iktidarda olan
Adalet ve Kalkınma Partisi PJD’nin
(Parti de la Justice et du Développement) bilhassa Müslüman
kesimin sempatisini kazandığını
belirtiyor. Bu sempatinin iktidar
partisinin İslami ve demokratik bir
siyaset benimsemesinden kaynaklandığını vurgularken, bu siyaset
anlayışının Müslümanların gündelik sorunlarına kolaylaştırıcı yaklaşımlar içerdiğini belirtiyor. Buna
en basit örnek olarak ise ev satın
alma konusunda sağlanan kolaylıkları zikrediyor. Çoğu Müslümanın faizle ev almak istemedikleri
için ev sahibi olamadıklarını, bu
soruna çözüm bulmak için belli
bir kanuni alt yapı gerektiğini ve
PJD’nin tam da bu noktada güzel
bir siyaset yürüttüğünü öne sürüyor. Bu olumlu siyasi havaya bağlı
olarak Müslümanların da siyasete
katılımlarının yavaş yavaş arttığını vurgulayan El Mehdi, artık her
kesimden insanın oy vermek için
sandığa gidiyor olmasının bunun
en belirgin göstergesi olduğunu
söylüyor. Bu durumun halk, kral ve
iktidar arasında gelişen güvenden
kaynaklandığını vurguluyor.
El Mehdi ve ailesinin ümmetten en büyük beklentileri ise,
Müslümanların artık bir olması ve
bu birliğin güçlenmesiyle birlik-
te artık İslam coğrafyasına barışın hâkim olması. Bunun için Hz.
Peygamber’in, “Müslüman Müslümanın kardeşidir ona zulmetmez;
onu düşmana teslim etmez. Kim
bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın
sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamette onun bir sıkıntısını giderir.
Kim de bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun bir
ayıbını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3)
hadisini hayat felsefesi olarak benimseyerek, bu ümmet bilincini
insani ilişkilere de yansıtmak gerektiğini vurguluyor.
Aynı zamanda IŞİD’in sebep
olduğu fitne ve zulümlerin İslam
âlemi ve Müslümanları çok güç
duruma soktuğunu, bu nedenle de
geleceğe dair endişe duyduklarını ekliyor El Mehdi. Bu ve benzeri
İslam ile alakası olmayan oluşumların İslam’ın Batıda olduğundan
çok daha farklı ve kötü algılanmasına neden olduğunu, bunun ise
bilhassa Batılı ülkelerde yaşayan
Müslümanların hayatlarını git
gide zorlaştırdığını belirtiyor.
a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f
63
Portre
Bir Arşiv Kuru
cusu:
Muhammed A
bdul Nafi Çele
bi
Almanya İslam
Arşivi Merkez
Enstitüsü kuru
Almanya’da k
cularından ola
urumsallaşan
n Muhamme
Müslüman o
den biridir.
d Abdul Nafi
rganizasyonla
Çelebi,
r bağlamında
en önemli şa
hsiyetler» Filiz Keskin
64
P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5
17 Aralık 1901 tarihinde Suriye’nin Halep selesi, uluslararası İslami dergiler, yabancı
şehrinde dünyaya gelen Muhammed Abdul politikalar kapsamında kilise gibi konularNafi Çelebi, 1923 tarihinde Berlin’e göç etmiş da evraklar bulundurmakta, bunun yanı sıra
ve orada bulunan Mühendislik Enstitüsünde arşiv “yan meseleler” olarak 6000 civarında
öğrenim görmüştür.
konuya ev sahipliği yapmaktadır. Arşiv aynı
Kısa sürede Berlin’de bulunan uluslararası zamanda tarihî Almanca Kur’an yayınlarının
öğrenci hareketinde önemli rol almıştır. Öyle en kapsamlı arşivi olarak nitelendirilmekteki Berlin’e yerleştikten 4 yıl sonra, 1927’de Al- dir. Arşivin bir diğer hizmeti olan “İslam-Echo”
manya’nın en eski İslam arşivi olan Almanya gazetesi Almanya’daki İslami cemaatlere dair
İslam Arşivi Merkez Enstitüsünü (Alm. “Zent- olay ve gelişmeler hakkında bilgi içermektedir.
ralinstitut İslam-Archiv-Deutschland”) kur- Aynı şekilde 4 ayda bir çıkarılan “Moslemische
muştur. Avrupa ve İslam dünyası arasındaki Revue” dergisi kurum tarafından yayımlanyabancılaşmanın açık bir düşmanlığa dönüş- maktadır.
meye başladığı bir dönemde İslami bir arşiÇelebi birçok dergi yayımlamış, çeşitli kurumlarda görev almış ve kendi zamanında
vin önemini vurgulayan Çelebi, kendisini de
dürüst bir aracı olarak nitelendirmektedir. Bu Müslümanların Almanya’da kök salması için
kurum için Çelebi öncelikle Almanya ile İslam çalışan en önemli şahsiyet olarak tanınmıştır.
dünyası arasında kültür değişimi için manevi Kendisinin tavsiyesi üzerine 1930 yılında Albir merkez olması amacını taşırken aynı za- manya’nın ilk Müslüman organizasyonlarınmanda her iki tarafı da aracı sıfatıyla besleme- dan olan Alman-Müslüman Topluluğu (Alm.
“Deutsche Muslimische Gesellschaft) kurulsi gerektiği anlayışını taşımaktaydı.
Muhammed Nafi’nin önderliğinde bu ku- muştur. Yine aynı şekilde 1932’de İslami Dünrum Berlin ve çevresinde büyük ve önemli bir ya Kongresinde Alman Komisyonunu kurarken
en önlerde yerini almıştır. Muazzam gayreti
açılıma vesile olmuştur.
Mevkisi 1981’den itibaren Soest olan ve ve başarılı çalışmaları neticesinde 1500 üyesi
bulunan İslam Cemaati Berlin ile Ahmediye
müdürlüğünü Muhammed Salim Abdullah’ın
yürüttüğü arşiv 1739’dan beri kurulan İslami cemaatinin ilişkileri de normale dönmüştür.
Çelebi 1933 yılında bir göl kenarında ölü
cemaatlerin kuruluş belgelerini muhafaza etmekte, Almanya’daki İslami azınlıklara belge- olarak bulunmuştur. Ölüm sebebi, naaşının
sel gözetim ve yardımlaşma hizmeti sunmakta, nereye götürüldüğü ve nereye defnedildiği
Müslümanlarla gayrimüslim cemaatler ara- hâlâ bilinmemektedir. 32 yaşında vefat eden
sında diyalog çalışmaları gerçekleştirmektedir. Çelebiyle birlikte Almanya Müslüman toplumu
Arşivde Almanya, Avrupa ve dünya genelin- en önemli şahsiyetini kaybetmiştir. Almanya
deki İslami organizasyonlar, İslami ülkelerde- İslam Arşivi Merkez Enstitüsü Almanya’da yaki Hristiyan azınlıklar, Hristiyan-Müslüman şayan Müslümanlar ile çoğunluk toplumu aradiyaloğu, Müslümanlar arasında Hristiyan sındaki diyaloğu destekleyen çalışmalar yapan
misyonları, okul ve din dersleri, Almanya’da kişilere onun adına Muhammed Nafi Çelebi
İslam’ın kamu tüzel kişiliğine kavuşması me- ödülü vermektedir.
aralik 2015 • S ay ı 246 • P e r sp e kt İ f
65
Kitap Tanıtımı
Anadolu Aleviliğinin
Senkretik Yapısı
İslami Siyasi
Düşünürler
Niyazi Öktem
Truva Yayınları
Otuz seneye yakın bir süredir Anadolu Aleviliği üzerine birçok çalışma yapmış
olan Prof. Dr. Niyazi Öktem
birbirine zıt tanımlamalar
içeren ve yıllardır siyasete
konu edilen bu Anadolu
İslam yorumunu tarihsel
gelişim süreci ile ele alıyor.
Anadolu Aleviliğini “Anadolu’daki ırksal ve kültürel
alaşımın İslam yorumu” olarak tanımlayan Öktem
kitabında ayrıca inanç ve sosyal olgu kavramlarının
birbirleriyle olan etkileşimini devlet-inanç ve hukuk
felsefesi üçgeninde etraflıca işliyor.
IGMG App
hizmetinizde
Cami arama
Namaz vakitleri | Ezan fonksiyonu
Kur’an
Zekât hesaplama
Ajanda
Evrâd
Kitaplık
Haberler
Kişisel ayarlar
66
P e r sp e kt İ f • S ay ı 246 • aralik 2 0 1 5
www.igmg.org | [email protected] |
igmgorg
(Islamisch-politische Denker: Eine Einführung in die
islamisch-politische Ideengeschichte)
Dili: Almanca
Farid Hafez
Peter Lang Edition
Siyaset Bilimci Farid Hafez’in siyaset bilimi perspektifinden İslam siyaset
geleneğini incelediği kitabında Farabi’den İbn-i Haldun’a, İbn-i Teymiyye’den
Hasan El-Benna’ya ve Muhammed Esed’den Yusuf
El-Kardavi’ye 20 farklı islam şahsiyetinin görüşleri
ışığında İslam siyaset düşüncesinin tarihi ana hatlarıyla ele alıyor. Kitap, içinde yaşadıkları toplumsal,
siyasi ve düşünsel arka planın farklı asırlarda yaşamış
İslam mütefekkirlerinin ana kavramları yorumlayışlarındaki derin etkileri irdeliyor. Akademisyenlere
olduğu kadar sıradan okuyucuya da hitap eden, içerik
ve diliyle İslam siyaset geleneği üzerine derin analizler
içeren kitap alanında büyük bir boşluğu kapatıyor.
Kur’an Çalışması
(The Study Quran: A New
Translation and Commentary)
Dili: İnglizce
Seyyid Hüseyin Nasr
HarperOne
Seyyid Hüseyin Nasr’ın yayıma hazırladığı kısa süre
önce çıkan ve alanında bir
ilk olarak kabul edilebilecek
bu açıklamalı Kur’an tercümesi teolojik, metafizik, tarihî ve coğrafi arkaplanın
yanı sıra alanında uzman şahsiyetlerin yorum ve
değerlendirmelerini de içeriyor. Sünni ve Şii kaynaklar, hukuki ve teolojik metinler ışığında 1400 yıllık
geleneksel İslam yorumlarından yararlanılan bu eser,
Kur’an’ı okuma ve anlamada bilimsel bir yaklaşım
sunuyor. Bu oldukça kapsamlı ve titiz çalışma İngiliz
dil coğrafyasında olduğu kadar Kur’an Çalışmaları
alanında da eşsiz bir kaynak teşkil ediyor.
BİZ, EN ACILI
GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ
IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000
HERKES ÖLECEK YAŞTADIR
DER TOD KENNT KEIN ALTER
BELGE
URKUNDE
RESMÎ İŞLEMLER
BEHÖRDENGÄNGE
DİNÎ VECİBELER
RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN
NAKİL
ÜBERFÜHRUNG
TESLİM
ÜBERGABE
IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri
IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG)
Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | [email protected] | www.igmgukba.org
Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33
Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele
IGMG Sosyal Yardım Derneği
T +49 2237 92942-0 | F +49 2237 92942-42
www.hasene.org | [email protected] |
haseneorg
—
Havale için banka bilgileri:
Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.
Banka: Kreissparkasse Köln
IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33
Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0009972
Zor şartlarda yaşayan mülteciler için
ACİL KIŞ YARDIMI
Bir battaniye ve kışlık giysi paketi de sen gönder.
*
Bir battaniye ve kışlık giysi paketi bedelidir.
20€
*
150 DKK | 200 SEK
200 NOK | 25£ | 30 CHF
35 AUD | 35 CAD
Download