tc selçuk üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü uluslararası ilişkiler

advertisement
TC
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI
Tezin Adı
ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE İRAN’IN
İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI
Doktora Tezi
Hazırlayan
Yusuf SAYIN
Danışman
Doç. Dr. Davut ATEŞ
Konya 2015
II
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Öğrencinin
BILIMSEL ETİK SAYFASI
Adı Soyadı
YUSUF SAYIN
Numarası
104129002011
Ana Bilim / Bilim Dalı
ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
Tezli Yüksek Lisans
Doktora
Programı
Tezin Adı
ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE
İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI
Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe
ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım
kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.
Yusuf SAYIN
III
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Öğrencinin
DOKTORA TEZİ KABUL FORMU
Adı Soyadı
YUSUF SAYIN
Numarası
104129002011
Ana Bilim / Bilim Dalı
ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
Tezli Yüksek Lisans
Doktora
DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ
Programı
Tez Danışmanı
Tezin Adı
ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE
İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI
Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan “ORTA DOĞU BÖLGESİNDE
TÜRKİYE VE İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI” başlıklı bu çalışma
13.01.2015 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından doktora tezi olarak kabul edilmiştir.
Unvanı, Adı Soyadı
Danışman ve Üyeler
Doç. Dr. Davut ATEŞ
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Arif Behiç ÖZCAN
TİK Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Hakan KUYUMCU
TİK Üyesi
Doç. Dr. Metin AKSOY
Üye
Prof. Dr. Sıddık KORKMAZ
Doç. Dr. Nezir AKYEŞİLMEN
Üye–Necmettin Erbakan Üniversitesi
Yedek Üye/Selçuk Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Yiğit Anıl GÜZELİ-
Yedek Üye/Çankırı Karatekin
PEK
Üniversitesi
İmza
IV
ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR
Dünyanın çatışmalarla dolu bir yer olması istenmiyorsa, özel olarak, yaşadığımız coğrafyada barış ve uzlaşmanın tesisi ve kalıcılığını temin etmek adına uzlaşma
ve hoşgörünün sağlanabileceği yeni sistemlere veya işbirliklerine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu çalışmanın yapılmasının nedeni, bölgemizde sürmekte olan kaotik ve çatışmacı ortamın yerini, barış ve sükûnetin müştereken sağlanabileceği bir işbirliği
zeminine bırakmak adına, işbirliğinin tarihsel ve teorik arka planına yer vererek, işbirliğine yönelik argümanların ve aşılma yollarıyla birlikte olası tepkilerin paylaşıldığı, Türkiye ve İran’ın ortaklaşa tesis edebilecekleri bir işbirliği önerisinde bulunmaktır. Bu çalışmanın bilim dünyasına getirmeyi hedeflediği yenilik, çatışma ve kaos
olgularının oldukça “doğal” karşılandığı günümüzde, “işbirliği”, “uzlaşı” ve “barış”
gibi olguları, bilimsel, tarihsel ve teorik temelde “doğal” hale getirmeye çalışmak ve
birlikteliklerin sadece tarihte “olan biten bir olay” gibi algılanmasının önüne geçerek
şimdi ve gelecekte de tecrübe edilebileceğini göstermeye çalışmaktır.
Çalışmanın her aşamasına titizlikle özen gösteren danışmanım Sayın Doç. Dr.
Davut Ateş’e; bu süreçte kendilerinden istifade ettiğim Tez İzleme Komitesi üyelerimiz Sayın Yrd. Doç. Dr. Arif Behiç Özcan ve Yrd. Doç. Dr. Hakan Kuyumcu’ya
teşekkür ediyorum. Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Sayın Doç. Dr. Metin Aksoy başta olmak üzere, Sayın Doç. Dr. Nezir Akyeşilmen ve bölümümüzün öğretim
üyeleri ve çalışanlarının; Sayın Prof. Dr. Sıddık Korkmaz’ın, Sayın Yrd. Doç. Dr.
Yiğit Anılgüzelipek’in ve Fars Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Sayın Doç. Dr. Ali
Temizel’in; çalışmayı büyük bir itina ile okuyup gözden geçiren Sayın Levent Yiğittepe ve Sayın Seda Çankaya’nın bu teşekkürden payları büyüktür. Sayın Prof. Dr.
Şaban Çalış’a ve Sayın Prof. Dr. Murat Çemrek’e ise büyük şükran borçluyum. Desteklerini esirgemeyen, bugünlere gelmemde büyük pay sahibi olan ailem ve dostlarım teşekkürlerin en güzeline layıktır. Çalışma esnasında eserlerinden ve kütüphanesinden istifade etmemi sağlayan Sayın M. Cafer Özbey’e de ayrıca teşekkür ediyorum.
Yusuf Sayın–2015
V
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Öğrencinin
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Adı Soyadı
YUSUF SAYIN
Numarası
104129002011
Ana Bilim / Bilim Dalı
ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
Tezli Yüksek Lisans
Doktora
DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ
Programı
Tez Danışmanı
Tezin Adı
ORTA DOĞU BÖLGESİNDE TÜRKİYE VE
İRAN’IN İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI
ÖZET
Türkiye ve İran, aralarındaki ortak tarihi ilişkiler, yaşanmışlıklar ve deneyimler dolayısıyla Selçuklu ve Avrupa Birliği örneklerinde görüldüğü gibi, bölgede yeni bir işbirliği çabasına öncülük yapabilirler. Dünya ve bölge barışı ve istikrarına katkı sağlayacağı öne sürülen bir işbirliği fikrinin ve iki ülkenin Orta Doğu bölgesinde işbirliği imkânlarının, tarihsel, teorik ve pratik arka planlarıyla irdelendiği bu çalışma,
Türkiye ve İran’ın işbirliğinde Orta Doğu’da yeni bir modelle uluslararası dengelerin
kurulması ve bölge halklarının adalet içinde yaşa(tıl)ması idealini savunmaktadır. Bu
çalışmanın temel savı, Türkiyesiz bir İran’ın ve İransız bir Türkiye’nin baki kalamayacağı; dünyanın merkezi olduğu düşünülen bu topraklarda iki ülkenin atacakları
adımların, bölge barışına önemli katkılar sunabileceğidir. Bölgenin barışı ve istikrarı
için işbirliği adımları atmış bir Türkiye ve İran, hem kendi halkları hem de bölge
insanları için istikrar ve güven kaynağı olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, İran, İşbirliği, Selçuklular, İşbirliği, Barış
VI
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Öğrencinin
Adı Soyadı
YUSUF SAYIN
Numarası
Ana Bilim /
Bilim Dalı
104129002011
ULUSLARARASI İLİŞKİLER/ULUSLARARASI
İLİŞKİLER
Tezli Yüksek Lisans
Programı
Doktora
Tez Danışmanı DOÇ. DR. DAVUT ATEŞ
Tezin İngilizce
Adı
THE OPPORTUNITIES OF COOPERATION
FOR TURKEY AND IRAN IN THE REGION OF
THE MIDDLE EAST
SUMMARY
Turkey and Iran, due to the common historical relations and experiences between
them, can reach a new cooperation such models as the Seljuk Empire or European
Union as they are in the examples of unity. This Study treats the necessity of keeping
the people in the region alive in justice and in establishing international balance with
a new model in the Middle East under the cooperation of Turkey and Iran which was
originated from the Great Seljuks’ experience historically. The basic proposition of
this Study is that an Iran without Turkey and a Turkey without Iran will never exist
and that the steps taken by the two countries in future in these land which is thought
to be as the center of the world’s greatest civilization. In addition, it can make important contributions in the peacekeeping in the region. If Turkey and Iran take necessary other diplomatic, political, cultural, and economic steps for unity and cooperation, it can be a source of stability and reliability for both their own communities and
people in this region.
Key Words: Turkey, Iran, Seljuks, Unity/Union, Peace, Stability
VII
İÇİNDEKİLER
BILIMSEL ETİK SAYFASI ................................................................................... II
DOKTORA TEZİ KABUL FORMU ...................................................................... III
ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR ....................................................................................... IV
ÖZET ...................................................................................................................... V
SUMMARY ........................................................................................................... VI
TABLOLAR ........................................................................................................... X
KISALTMALAR ................................................................................................... XI
GİRİŞ....................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL ARKA PLANI ....................... 7
1.1. Modern Öncesi Dönem ...................................................................................... 7
1.1.1. Selçuklulardan Önce Tarihsel Durum .......................................................... 7
1.1.2. Selçuklu–Abbasi Dönemi .......................................................................... 13
1.2. Modern Dönem................................................................................................ 18
1.2.1. Modernizasyon ve Yeniden İnşa ................................................................ 18
1.2.2. “Ulus” Kimliği Oluşum Süreci .................................................................. 25
1.2.3. Musaddık ve Menderes Dönemleri ............................................................ 27
1.2.4. 1979 Devrimi ve 12 Eylül İhtilali Dönemleri ............................................. 32
1.2.5. Soğuk Savaş Sonrası Dönem ..................................................................... 38
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE–İRAN İŞBİRLİĞİNİN DİNAMİKLERİ.......................................... 42
2.1. Coğrafyanın Taşıdığı Dinamik ......................................................................... 42
2.2. Uzun Süreli Ticari ve Ekonomik İlişkiler ......................................................... 43
VIII
2.2.1. Dış Ticaret ................................................................................................. 44
2.2.2. Enerji Ticareti............................................................................................ 45
2.2.3. Altın Ticareti ............................................................................................. 47
2.2.4. Sınır Ticareti ............................................................................................. 48
2.3. Yapısal Benzerliklere Sahip Olunması ............................................................. 48
2.4. Ortak Sorunların Bulunması ............................................................................ 50
2.4.1. İklim Değişikliği ve Nüfusun Aşırı Büyümesi ........................................... 51
2.4.2. Su Sorunu .................................................................................................. 54
2.4.3. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) İşlevsellik Sorunu .................................. 55
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İŞBİRLİĞİ ÇERÇEVESİ .................................................................................... 64
3.1. Teorik Çerçeve ................................................................................................ 64
3.1.1. Örgütsellik/Bölgesellik .............................................................................. 64
3.1.2. Entegrasyon Teorileri ................................................................................ 66
3.1.3. İttifak Teorileri .......................................................................................... 74
3.2. Pratik Çerçeve ................................................................................................. 76
3.2.1. Selçuklu–Abbasi Modeli/Tarihsel Model ................................................... 76
3.2.2. Avrupa Birliği Modeli/Pratik Model .......................................................... 79
3.2.3. Diğer İşbirliği Modelleri ............................................................................ 82
3.2.3.1. D–8 Ekonomik İşbirliği Örgütü ........................................................... 83
3.2.3.2. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ............................................................... 83
3.2.3.3. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO)........................................................ 84
3.3. İşbirliğine Yönelik Öneri ve Adımlar ............................................................... 85
IX
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI VE ENGELLER ....................................................... 89
4.1. Bölgesel Sorunlarda İşbirliği Ne Kadar Mümkün? ........................................... 89
4.1.1. Suriye Sorunu ............................................................................................ 90
4.1.2. Irak Sorunu................................................................................................ 97
4.2. İşbirliğinin Önündeki Zorluklar ..................................................................... 102
4.2.1. Bazı Yapısal Farklılıkların Bulunması ..................................................... 102
4.2.2. Farklı Uluslararası Politik Tercihlerde Bulunma ...................................... 105
4.2.3. Çözüm Bekleyen Tarihsel Engeller .......................................................... 105
4.2.4. Türkiye’de Şii İran’da Sünni Sorunu ....................................................... 107
4.3. İşbirliğine Yönelik Görüşler .......................................................................... 110
4.4. İşbirliğine Yönelik Tepkiler ve Aşılma Yolları .............................................. 112
4.4.1. İşbirliğine Yönelik Tepkiler ..................................................................... 113
4.4.2. Tepkilerin Aşılma Yolları ........................................................................ 116
SONUÇ ............................................................................................................... 117
KAYNAKÇA ...................................................................................................... 121
ÖZGEÇMİŞ........................................................................................................ 140
X
TABLOLAR
Tablo 1: Türkiye–İran Yıllara Göre İthalat–İhracat Rakamları (milyon dolar)......... 44
Tablo 2: Türkiye–İran Dış Ticaret Hacmi ve Dengesi (milyon dolar) ...................... 45
Tablo 3: Türkiye–İran Yapı Benzerlikleri ............................................................... 49
XI
KISALTMALAR
BMGK
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
DP
Demokrat Parti
EİT
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
İİC
İran İslam Cumhuriyeti
İİT
İslam İşbirliği Teşkilatı
OMU
On Dokuz Mayıs Üniversitesi
SBF
Siyasal Bilgiler Fakültesi
ŞİÖ
Şanghay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization)
1
GİRİŞ
İki ya da çok taraflı veya bölgesel ya da uluslararası olsun, insanlık tarihi boyunca eski olan savaşlar veya çatışmalar, uluslararası ilişkilerin bir disiplin olarak
doğuşuna zemin hazırlamıştır. Gerek savaş durumunu ortaya çıkaran nedenleri irdelemek gerekse de savaş durumunun barış ortamına evirilmesini ve barışın kalıcı kılınmasını sağlamak, bu bağlamda bir disiplin olarak Uluslararası İlişkilerin bir konusu olmuştur. Bu noktada bölgesel ya da uluslararası işbirliği çabaları, barış, refah ve
istikrar durumunun sürdürülmesi ve olası bir savaşa ya da çatışmaya mani olunması
çabası olarak ortaya çıkmaktadır.
Bir bireyin barış ve huzur içinde bir hayat yaşama istemesi ve gelecek beklentisi içinde olması gibi, devletler de geleceklerini güven altına alma ve halklarının varlığını idame ettirme uğraşısı içinde olmuşlardır. Bu durum, Türkiye ve İran açısından
da hayati bir konudur. Çalışmada tarihi çerçevede ele alındığı üzere, Selçuklu dönemlerinden bu yana Türkiye ve İran devletlerinin kaderlerinin genellikle aynı ya da
paralel şekilde yaşandığı; birinde yaşanan bir gelişmenin, doğrudan ya da dolaylı
olarak diğerini de etkilediğine şahit olunmuştur. Dilsel, kültürel ve sosyal yönden
neşvünema bulan tarihsel ortaklıklar, iki ülkeyi, zaman zaman çatışmanın eşiğine
gelseler de, birbirlerine karşı dengeli ve dikkatli bir politika izlemeye sevk etmiştir.
Bu çalışmanın amacı, Türkiye ve İran’ın ortak bir noktada mutabakata varabileceği, Fransa ve Almanya öncülüğünde kurulan Avrupa Birliği modelinde olduğu
gibi, Türkiye ve İran öncülüğünde bölgesel bir işbirliği zemininin kurulabileceğini
ortaya koymaktır. Böylesi bir işbirliği düşüncesinin gerçekleşmesi, Türkiye ile
İran’ın tarihten bu yana devam etmekte olan ilişkilerini daha ileri bir noktaya taşımasıyla mümkün olacaktır. Çalışmada, Türkiye ve İran’ın işbirliğinde tesis edilmesi
öngörülen işbirliğinden kastedilenin ya da ortak hareket etmekle amaçlananın ne
olduğu sorularına yanıt aranmaktadır.
Çalışmanın gerçekleşme nedeni, birbirleriyle uzun süreli rekabet ilişkisi içinde
bulunan Almanya ve Fransa’nın bölgelerinde bir işbirliği çabası olarak Avrupa Birliği’nin kuruluşunu sağladıkları gibi, tarihten bu yana yaklaşık sekiz asırlık ilişkilerinde birbirleriyle rekabet ve komşuluk ilişkilerini sürdüren Türkiye ve İran’ın da Selçuklu ve Abbasi zamanlarında olduğu gibi kendi bölgelerinde bölgesel bir işbirliğine
2
gidebileceğine dair bir öneri sunmak ve bu öneriyi, iki ülke ilişkilerinin tarihsel seyri
içinde, ilişkilerin dayandığı temelleri ortaya koyarak argümanlaştırmaktır. Bu önerinin gerçekleşmesinin önünde kolaylıklar olduğu gibi, aşılması gereken zorluklar ve
cevap verilmesi gereken tepkiler bulunmaktadır. İki ülke arasında bir işbirliğinin inşa
edilmesi için, tarihsel olarak AB’nin kuruluşunda Almanya–Fransa işbirliğinin rolü
ne ise, söz konusu işbirliğinin kurulması için de Türkiye ve İran öncülüğünde tesis
edilmesi öngörülen işbirliğinin rolü o derece önem arz etmektedir. Türkiye ve İran’ın
öncülüğünde tesis edilebilecek bu işbirliği için gerekli olan, bu devletlerin kinetik
enerjilerini, potansiyel enerjiye dönüştürmeleridir.
Türkiye ve İran işbirliğinde bölgesel bir işbirliğine gidilmesi düşüncesi bölgesel bir entegrasyon sürecine işaret etmektedir. Öngörülen bir işbirliği sistemi, aynı
bölgenin iki temel unsuru olan iki ülkenin bir amacı gerçekleştirmek veya bir işi yürütmek üzere katılımlarıyla oluşturulacaktır. Böyle bir işbirliğinde Türkiye ve İran,
tüzel kişiliğe, kurumsal kimliğe ve fiziki varlığa sahip ve icra ettiği eylemlerden sorumlu olacak bir oluşuma gideceklerdir. Bu oluşumun temel hedefinin bir işbirliği
çabası olduğu kabul edildiğinde, entegrasyon ile ne kastedildiğini anlamak üzere
Uluslararası İlişkiler disiplininde yer alan entegrasyon ve ittifak teorilerine yer vermenin, çalışmanın kuramsal çerçevesini zenginleştirmek açısından yararlı olacağı
düşünülmektedir. Bu bağlamda, Türkiye ve İran’ın öncülüğünde tesis edilmesi düşünülen bölgesel işbirliğinin teorik arka planı, Uluslararası İlişkiler teorileri arasında
yer alan entegrasyon teorileri ve ittifak kuramları ve yaklaşımlarıyla açıklanmaya
çalışılacaktır.
Çalışmada, Türkiye ve İran’ın yaşadıkları ortak tarihsel deneyimler, birbirleriyle ilişkilerinin farklılaştığı ve benzeştiği noktalar ve bazı yapısal özellikleri mukayeseli bir şekilde ele alınarak, Türkiye ve İran öncülüğünde bir işbirliğinin ve yönetim
düşüncesinin nasıl tesis edilebileceği noktasında bazı argümanlar sunulmuştur. Türkiye ve İran’ın birbirleriyle olan ortak ilişkiler nedeniyle müşterek hareket ederek bir
araya gelebilecekleri ve uluslararası politikada bir denge unsuru olabilecekleri çalışmanın inceleme alanlarındandır. Çalışma boyunca cevap aranan temel sorular arasında, bölgede veya dünyada Türkiye ve İran’ın neden bir işbirliğine imza atmak durumunda oldukları, bu bağlamda Türkiye ve İran’ın hangi gerekçelerle sıkı işbirliğine
gitmesi gerektiğidir. Çalışma boyunca ayrıntılandırıldığı üzere, Türkiye ve İran’ın,
3
Selçuklu dönemlerinden bu yana ortak kültür, din ve geleneklere sahip olması, tarihsel olarak aralarında gerçekleştirdikleri paktlar, ikili ve çok taraflı anlaşmalar ve ortak üye oldukları uluslararası örgütler dolayısıyla, diplomatik, siyasi, kültürel ve sosyal derin ilişkilere sahip bulunmaları, iki ülkenin arasında rejim, anayasa, sistem ve
siyasi yapı benzerliklerinin bulunması gibi örgütlerin gerek her iki devleti gerekse de
bölgeyi ilgilendiren sorunların çözümünde yetersiz kalması gibi faktörler bu sorulara
aranan cevaplar arasındadır.
Burada, ortak kültür ve dil ile her iki toplumun İslam dinini kabul etmeleriyle
yaşadıkları dini gelenek, görenek, adet ve kültür ve yine aynı dine müntesip olmanın
getirdiği Arapça temelinde ortak dilsellik kastedilmektedir. Bu kültürel ve dilsel ortaklık, bugün her iki toplumun kültürü ve diline yansımış durumdadır. Zira her iki
ülkede de kültürel mirasın somutlaştığı benzer tarihsel mimari yapıların varlığı; her
iki ülkenin dilinde –Türkçe ve Farsça– kullanılan Arapça kelime ve ifadelerin çokluğu bu durumun açık göstergeleri arasındadır. Günümüzde Fars dili alfabesinin ve
Cumhuriyet devrimlerinden önce Türk/Osmanlı dili alfabesinin Arapça harflerden
oluştuğu özellikle hatırlanmalıdır. Özetle; “ortaklık”larla kastedilen, tarihin belirli
diliminde müştereken yaşanmış veya yaşanmakta olunan ortak tecrübe ve pratiklerdir. Bu noktada ortak din ise İslam dinine referans vermektedir.
Tarihsel birliktelikler ve ortaklıklar temelinde, geçmişte ortak bir medeniyet
fikri ortaya koyan ve birçok medeniyetler kurmuş Türkiye ve İran, ortak bir zeminde
bir yönetim sistemi (AB tarzı siyasi bir birlik olabilir) inşa etme yeteneğine, potansiyeline ve birikimine sahip olduğudur. Türkiye ile İran’ın öncülüğünde bölgede bir
işbirliğinin doğması, iki ülke arasında var olduğu kabul edilen sorunların adil bir
yolla çözüme kavuşturulmasıyla mümkün olabilir. Bu noktada göz önünde bulundurulacak hususlardan birisi de, Türkiye ve İran’ın tarih boyunca birbirleriyle yaşadığı
sorunların daha çok devletler ve hükümetler nezdinde gerçekleşirken, halkların arasında tarihi, dini, sosyal, kültürel, ticari ve akrabalık bağlarının hep var olagelmesidir.
Türkiye ve İran’ın modern bir devlet inşa etmek üzere sarf ettiği çabalar genellikle aynı paralelde olmuş; İslamiyet, ortak çıkarlar ve ortak mecburi gelecek unsuru,
bu devletler açısından birçok noktada belirleyiciliğini devam ettirmiştir. Türkiye ve
İran, tarihsel derinlikleri, ortak geçmişleri, ortak gelecekleri ve ortak çıkarları olan
4
iki ülkedir. Bu ülkelerin halkları tarihsel olarak birbirinin uzantısı olan iklimlerde
yaşamalarına rağmen, asırlar boyu rekabetçi siyasi yaklaşımların gölgesi altında dost,
akraba ve kardeş olarak tarihsel tecrübeler ve ortak kaderler yaşamışlardır. Coğrafi,
kültürel, tarihsel ve medeniyetsel birlikteliklerine rağmen her iki halk, hep birbirlerine bakmalarına rağmen pek de birbirlerini görememişlerdir. Zaman zaman iki ülke
kıyasıya rekabet içinde bulunmuş, bazen de çatışmanın eşiğine gelmişlerdir.
Türkiye ve İran, uluslararası ilişkilerde ve uluslararası politikada sahip oldukları konum açısından değerlendirildiğinde, öncelikle bu ülkelerin Orta Doğu’nun iki
güçlü ülkesi olduğu genel bir görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki devlet de
güçleri ve kapasiteleri bakımından bölgenin lider ülkeleri ve Orta Doğu coğrafyası
dolayısıyla da uluslararası politikada gündemi belirleyebilme potansiyeline ve aktif
diplomasiye sahip devletlerdir. Özellikle bölgede her ikisinin de nüfuz alanına giren
farklı ülkelerin bulunması, atacakları ortak adımların kuvvetini de belirlemektedir.
Her iki devletin birbirlerinden ayrıştıkları noktada bölgelerinde kaoslar, bunalımlar
ve savaşlar yaşanırken, birleştikleri ve ortak bir akıl oluşturdukları zaman, barışı ve
huzuru hâkim kılmayı başardıkları görülmüştür.
Bu çalışmada, çalışmayı destekleyici tarihsel veriler ve argümanlar paylaşılmıştır. Bunun nedeni, tarihte yaşanmışlıkların ne olduğunu irdelemekten öte olayların niçin ve neden vuku bulduğunu anlamaya dönük bir çaba sarf etme ve tekerrürlerle gelen kısır döngüyü kırmanın bir yolunu bulmaya çalışmaktır. Sözgelimi, Türklerin ve Farsların hilafete yaptıkları ilk ortak hizmetleri anlamak İran coğrafyasında
ortak bir çaba uğruna Türklerin ve Farsların bir araya gelerek verdikleri mücadeleyi
idrak etmeyi; Türkler ve Acemlerin işbirliğinde ve Selçuklu önderliğinde Anadolu’da
Bizans’a karşı verilen mücadeleyi doğru okumak Türkiye ve İran’ın gelecekte verecekleri olası ortak mücadeleleri öngörebilmekte yolumuzu aydınlatacaktır.
Yöntem bakımından bu çalışma, olası sonuçları bakımından uygulamaya dönük bir çalışma olmakla birlikte, genel anlamda teorik ve tarihi argümanlar üzerine
temellenmiş bir içeriğe sahiptir. Geniş bir literatür taraması, tarihsel verilerin yorumlanması ve pratik örneklemelerin kullanılarak vaka incelemesi yöntemlerini içermiş
olan çalışma, bilimsel çalışmada olması beklenen (çalışmanın güvenirliği, geçerlilik
durumu ve faktör yapısı gibi) özellikleri dikkate almaya çalışmıştır. Çalışmada literatür olarak yer verilen kaynaklarda özgünlüğe ve yazarların telif haklarına dikkat edi-
5
lerek, çalışma yönteminde bilimsel ilkelere riayet edilmiştir.
Çalışmada izlenen yöntem olarak, öncelikle çalışmanın temel problemi (Türkiye ve İran öncülüğünde bölgede bir işbirliğinin kurulması) belirlenmiş; nitel (literatürdeki değerlendirme ve analizler) ve nicel (istatistikî veriler) gözlemlerde bulunulmuştur. Çalışmanın temel sorunsalı ile ilgili yazılı, görsel ve işitsel veriler toplanmış,
yapılan gözlemler ve toplanan veriler ışığında söz konusu sorunsala bir hipotez, çözüm önerisi sunulmuştur. Çalışma tahminlerle desteklenirken, teorik bir temele (entegrasyon ve ittifak teorileri) bina edilmiştir.
Çalışma, bölgesel çatışma ve kaosların sonlandırılması bağlamında bilimsel
olarak yürütülen barış, ittifaklar ve birliktelikler üzerine yapılan akademik çalışmalara yeni bir tez olarak katkıda bulunabilecek; tezden yapılacak yayınlar uluslararası
indekslere kayıtlı dergilerde yayınlanarak alanındaki literatürün zenginleşmesine
katkı sağlayacaktır. Bu tezden elde edilecek veriler, başka çalışma ve tez projelerine
temel oluşturabilecektir. Çalışmanın, yürütücüsüne katkısı ise adaya bilimsel araştırma yapma ve yorumlama yeteneği kazandırmasıdır. Bu çalışmadan, barışçıl iyimserlikler taşıdığı ve insanlara acılar getiren savaşlara son verilmesi önerisi taşıdığı
için, topluma ve insana pozitif yönde katkılarda bulunması beklenebilir.
Çalışmada, konuyla ilgili alanda yerel ve yabancı dillerdeki kaynaklar taranmış
ve ilgili literatür (Ateş, 2012; Bulut, 2013; Firouzabadi, 2013; Aras, 2003; Armağan,
2011; Haas, 1964; Atabaki, 2013; Osborn, 2007; Metz, 1988; Çetinsaya, 2001; Girdner, 1999; Fisher, 2013; Black, 2010; Dehghan, 2011; El–Mafrey, 1995, Atabaki,
2007; Dwivedi, 2012; Armaoğlu, 2005; Oest, 2007; Walt, 1987; Sohrabi, 1995;
Keohane and Nye, 1993; George, 2001; İnalcık, 1998; Merçil, 2002; Metin, 2011,
vs.) dikkatli bir okuma ile ele alınmıştır. Bu çalışmada, veri toplama araçları olarak,
konuyla ilgili yazılı, görsel ve işitsel dokümantasyondan faydalanılırken, elektronik
veri tabanındaki kaynaklardan ve teknolojinin imkânlarından da faydalanılmıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde, Türkiye ile İran’ın tarihin akışı içinde bazı dönemlerde sarf ettiği işbirliği çabaları ele alınmıştır. Bu kapsamda Selçuklulardan önceki tarihsel durum, Abbasi–Selçuklu ilişkisi paralelinde İran–Türkmenistan coğrafyasında verilen ortaklaşa mücadeleler, modern dönemde her iki ülkede eş anlı olarak
yürütülen modernleşme ve yeniden inşa çabaları incelenmiştir. Bu bağlamda Türkiye
6
ve İran’da ulus kimliğinin oluşum süreci analiz edilmiştir. Musaddık ve Menderes
dönemleri, ihtilal ve devrim dönemleri ve Soğuk Savaş sonrası dönem, birinci bölümün konuları arasındadır.
İkinci bölüm, çalışmada ele alınan işbirliği önerisine yönelik tarihsel ve diplomatik gerekçeler arayışı içindedir. Bu bölümde ele alınan Türkiye ile İran arasında
Sâd–Âbad Paktı ve Bağdat Paktı gibi tarihsel–diplomatik ilişkilerin kurulması ve
modern dönemde yüksek seviyeli işbirliği mekanizmalarının tesis edilmesi, işbirliğinin diplomatik argümanlarını oluştururken, iki ülke arasındaki uzun zamandan bu
yana devam eden ticari ve ekonomik ilişkilerin varlığı, bu ülkelerin arasındaki siyasi
ve organizasyonel benzerlikler ve son olarak ortak sorunlarla ortaklaşa muhatap kalınması, çalışmada önerilen işbirliğini gerekçelendirmektedir.
Üçüncü bölüm, çalışmanın ana omurgasını oluşturan teorik ve pratik çerçevedir. Teorik düzlemde konuya Uluslararası İlişkiler disiplininin alanına giren örgütsellik ve bölgesellik bağlamında bakılırken, entegrasyon teorileri ve ittifak kuramları ile
çalışma desteklenmektedir. İkinci olarak, uygulanmış veya uygulanmakta olan bazı
modeller bu bölümde paylaşılmıştır. Bu bağlamda Selçuklu–Abbasi modeli tarihsel
bir model olarak ve Avrupa Birliği modeli ise pratik, halen uygulanan bir model olarak işbirliği önerisinin pratik zeminini oluşturmuştur. Bölüm, bir işbirliği modeli
önerisi ve bunun için atılabilecek adımlarla tamamlanmıştır.
Son bölümde Orta Doğu’daki Suriye ve Irak sorunları çerçevesinde Türkiye–
İran’ın işbirliği imkânlarının izleri takip edilmekte, söz konusu işbirliğine karşı gelmesi muhtemel tepkiler ve bu tepkilerin aşılma yolları ele alınmaktadır. Bu bölümde
işbirliğine yönelik görüşler paylaşılırken işbirliğinin önünde duran zorluklar olarak
yapısal farklılıklar, farklı uluslararası politik tercihler, çözüm bekleyen tarihsel engeller ve Şiilik ve Sünnilik meseleleri ele alınmaktadır. Çalışmanın ileri sürdüğü temel savların ve çıkarılan sonuçların paylaşıldığı Sonuç bölümü ile çalışma nihayete
erdirilmektedir.
7
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE–İRAN İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL ARKA PLANI
“Komşuları” Müslüman olan İran–Fars toplumu tarihsel olarak bir eritme potası içinde Türklerin İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır. Türklerin İslamlaşmasında
İran’ın Müslümanlarca fethiyle birlikte Müslümanların Türklerle aynı coğrafyayı
paylaşmaya başlaması ve fethi takiben İslam (İran) topraklarına giren Türk köleler
büyük öneme sahip olmuştur. İslam devleti içinde bir takım sebeplerle bulunan Türk
köleler, bir süre sonra Türk ve İslam devletleri arasında İslam kültür ve medeniyetinin taşıyıcısı olarak bulundukları bölgenin İslamlaşmasını sağlamışlardır. İran’ın
fethi dünya ve İslam tarihi açısından çok önemli sonuçlar taşırken, Türklerin İran
coğrafyasında bulunuşu, Türklerin ve Fars asıllı halkların yaşadığı İran coğrafyasının, müşterekler temelinde İslamlaşmasında büyük katkılar sağlamış ve İran–
merkezli yerleşik Türkleri ve Farsları tahayyülün ötesinde ortak bir geleceğe taşımıştır. Bu bölümde modern öncesi ve sonra dönem ayrı ayrı ele alınarak, modern öncesi
dönemde Türk ve Farsların İran–Türkmenistan coğrafyasında başladıkları müşterek
tarihselliğin günümüze kadarki serüveni ve yansımaları ele alınmıştır.
1.1. Modern Öncesi Dönem
Bu bölümde Selçuklulardan önce İran havzasının durumu, Selçukluların bölgelerinde işbirliğini sağlamak için harcadığı çabalar ele alınmıştır. Bölümde, Türkiye
ve İran’da hemen hemen aynı zaman dilimine rastlayan dönemde ulus kimliğinin
inşa süreçleri ve modernizm hareketleriyle devletin yeninden nasıl inşa edildiği incelenmiş; tarihi Türk–İran ilişkileri bağlamında, Türkmenistan–İran–Anadolu coğrafyasında işbirliği kurma uğraşlarının tarihsel süreç içindeki izleri takip edilmeye çalışılmıştır.
1.1.1. Selçuklulardan Önce Tarihsel Durum
İran’ın Müslümanlarca fethinin en büyük yansıması, İslam’ın kapılarının İran–
Fars kültür ve medeniyet havzasındaki Türklere de açılması ve İslam’la tanışmalarına vesile olmasıdır. Bu sürecin başlangıcı 642 tarihinde Müslümanlar ile Sasani İranlılar arasında gerçekleşen Nihavend Savaşı olmakla birlikte, Hz. Ömer –ra– İran’ın
fethine karar verdiğinde, Ebû Ubeyde es–Sekafi kumandanlığında bir orduyu İran’a
yollamış; iki tarafın ordusu Nâtif bölgesinde Zapt Suyu köprüsünün İran yönünde
8
karşılaşmış, fakat İslam ordusu burada yenilgiye uğramıştır. Ardından Halife Hz.
Ömer’in –ra– İslam ordularının komutanı olarak Saad bin Ebi Vakkas’ı tayin etmesi
üzerine İslam ordusu Sâsâni İran ordusu ile Necef’in güneyinde Kûfe’ye 30 km.
uzaklıktaki Kâdisiyye’de karşı karşıya gelmiştir. Savaşı kazanan taraf Müslümanlar
olmuş; bu savaş tarihe “Kâdisiyye Savaşı” olarak geçerken, Müslümanların İran topraklarına nüfuz ve hâkimiyetlerini taşımalarına kapı aralamıştır (Çağatay, 1997: 270).
Müslümanların İran coğrafyasına bütünüyle hâkim olamamasının önünde bir
engel, bu topraklarda daha önce yerleşik bulunan Türkmen nüfustur. Hephalit ve
Soğdiyan gibi kavimlerle olduğu gibi İran coğrafyasında Türk kavimleriyle de başa
çıkmak isteyen İslam Devleti için coğrafyaya tam anlamıyla hâkim olmak çok kolay
olmamıştır. Türklerin İslam’a katılmalarının bölge ve dünya tarihi açısından önemi
ne kadar büyükse, İran’ın ve Farsların İslam’a girmeleri de o kadar önemi haizdir.
İslam’a girişleriyle aynı coğrafyayı, kültürü ve tarihi paylaşan Farslar ve Türkler,
İslam kültür ve medeniyetinin zenginleşmesine büyük katkılar sağlamışlardır. Sasani
İmparatorluğunda mütemadiyen bir sorun olarak görülen Türkler, Müslümanların
İran’ı fethetmesiyle İslam Devletini uzun zaman uğraştırmışlardır. İran topraklarında
bağımsızlık yanlısı olmasına rağmen yerel çıkarlara ve askeri hırslara sahip bir toplum olan ve askeri yönden hünerli ve zinde bir yapıda bulunan Türkler, bir süre sonra
İslamiyete büyük yakınlık duymaya başlamışlardır. İran’ın fethini takip eden dönemde kurulan İslam devletlerinde çok kritik vazifeler ifa ederek, devlet kademelerinde
önemli görevler üstlenmişlerdir. Türklerin sahip olduğu yetenekler ve marifetler,
kurulan İslam devletleri tarafından takdirle karşılanırken, İslam’a çok önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Türklerle Farslar, Raşit Halifeler –ra– döneminden sonra kurulan Emevî Devleti’nin takip ettiği Emevî yanlısı ırkçı ve milliyetçi politikaların karşısında Emevî milliyetçiliğinin birleştirdiği “Acem” toplumunu oluştururken, (Türklerin ve Farsların oluşturduğu) bu Acem toplumunun İslamlaşma süreci Emevîler ve
hemen ardından Abbasiler döneminde Fars ve Türk köleler vasıtasıyla daha ileri bir
noktaya taşınmıştır. Bir dönem “köle” olarak İslam’a giren Türk ve Fars toplulukları,
İslam’ın getirdikleriyle kısa bir süre sonra İran merkezli olarak, Orta Asya, Orta Doğu ve Anadolu havzalarında büyük devletler kurmayı başararak, “köle” konumundan,
inşa ettikleri devletle ve imparatorluklarla “efendi” konumuna yükselmişlerdir. Türklerin Müslüman toplumlar ve İslam medeniyeti üzerindeki önemli rolü, Büyük Sel-
9
çuklular’ın İslam toprakları ve bu topraklar üzerinde kurulan devletler nezdinde
hâkimiyet kurmasıyla daha ileri bir noktaya taşınmıştır (Turan, 1998: 1–5).
Bu dönemde Türkler, İran gibi zengin ve medenî ülkeler arasında ilişkilerin kurulmasına aracılık etmişler, Çin’den gelen ipek kumaş kervanlarını koruyarak İran ve
Rusya sınırlarına ulaştırmışlar ve İran’dan gelen ticaret kervanlarının da Çin’e salimen varmalarına aracılık etmişlerdir. Bu durum, Türk ve İranlıların İslamlaşmasında
ve bu halklar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkışında her iki halkın aynı coğrafyayı
paylaşmasının etkisinin olduğunu ve ilişkilerin başlamasının, ekonomik ve ticari etmenlerin etkisi altında gerçekleştiğini göstermiştir (Ahmet Hilmi, 2005: 453).
İlk dönem Abbasi halifeleri, ülkeye göç eden Türkmenleri ücret mukabilinde
askeriye ve mülkiye alanlarında istihdam etmişlerdir. Devlette çıkan her türlü isyan
ve başkaldırı teşebbüsünü bastırmak ve baskıcı yönetimlerini sağlam bir şekilde
kurmak için Türklerden yoğun olarak istifade etmişlerdir. Fakat Abbasilerin hizmetine giren bu paralı askerler, kendileri açısından daha uygun gördüklerini tahta çıkarmaya ve uygun zamanı bulduklarında da yeni devletler kurmaya koyulmuşlardır (Aktaran, Ahmet Hilmi, 2005: 456).
Türklerin ve Acemlerin ortak bir işbirliği zemininde buluştukları ve tarihsel
olarak bir işbirliği ve ortaklaşa aktivizmlerine örnek olarak, Türk ya da Acem olduğu
ifade edilen Ebu Müslim’in Abbasi Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlayan aktivizmi ve Türklerin İran topraklarında İslam şemsiyesi altında tarih sahnesine ilk çıkışlarını gösteren Bâbek isyan hareketleri gösterilebilir. Haşimî ailesine mensup,
Abbasi ve Şiilik çizgisinde bir şahsiyet olan Ebû Müslim (Spuler, 1959: 48–57), başında olduğu bir ordu ile 747’de Emevîlere karşı saldırı düzenlemiş ve Irak’ı işgal
ederek, 750’de Bağdat’ta ilk Abbasi Halifeliğinin kurulmasını sağlamıştır (Metz,
1988). Ebû’l Müslim–i Horasânî’nin, Abbasi Halifesi Mansur ile yaşadığı görüş ayrılığı ve çatışma yüzünden 755 yılında Irak’ta katledilmesi üzerine, onu çok üstün ve
kutsal bir şahıs olarak gören Fars, Türk ve Kürt kökenli halk, Müslim’in katledilmesine çok büyük tepkiler göstererek, Abbasi topraklarında isyanda bulunmaya başlamışlardır.
Bâbek isyanlarının önemi ise İslam Hilafetini temsil eden Abbasilere karşı sürdürülen en büyük isyanlardan birisi olması ve sonraki dönemlerde de etkisini gös-
10
termesidir. Bu isyan hareketlerinin maliyeti çok ağır olduğundan, Abbasilerin sonunu
hazırlayan bir etmen olmuştur. Bu başkaldırı hareketinde ön plana çıkan en önemli
unsur ise bu hareketlerin Türklerin İslam Devleti’nde “hassa ordusu”na seçilmelerine
zemin hazırlaması, bölge ve dünya siyaseti açısından Türklerin nüfuzunun ve etkinlik
alanının genişlemesine neden olması ve isyanı izleyen zamanda İslam dünyasında
daha sonra çıkacak isyan hareketlerine kapı aralamış olmasıdır (Azimli, 2004).
Ebû Müslim olayı, Bâbek İsyanı gibi daha sonraları baş gösterecek Baba İlyas
isyan hareketi ve Şah İsmail meselelerinin gerçekleştiği bölgede Türk nüfusun yoğun
olarak yaşamakta oluşu ve Türklerin bu olaylardaki rolü ve bölgenin İran kültür ve
medeniyet havzası içinde bulunuşu, İslam tarihinde Türk ve İran etkisini tarihi olarak
kavramakta, İran ve Türk unsurunun bölge siyaseti ve uluslararası politika açısından
sahip olduğu konumu anla(t)makta çok önemli bir yere sahiptir. Horasânî ve Bâbek
İsyanı olayları, bölge halkları için hayati önemdeki dini, fikri ve ideolojik zemine
sahip Mehdiyet ve Mesihçilik anlayışları ve inanışlarının gelişimi ve bölge üzerindeki yansımaları açısından da büyük tesirlere sahiptir (Ocak, 2009; Apak, 2011).
Buna ilave olarak, İran–Anadolu coğrafyası düzleminde işbirliğine yönelik öncü–çabalar sunması yönünden ilk Müslüman Türk devletlerinin de önemli bir rolü ve
işlevi vardır. İran–Türkistan havzasında Türkler ve Farsların kurdukları ilk devletler
ve bu devletlerin halkları, ileride bölgesel ve küresel çapta bir bütünleşme hareketini
sağlayacak Büyük Selçuklular için uygun zemin hazırlayan öncü bir rol üstlenirken,
tesis ettikleri pragmatik ve rasyonel yönetimlerle Selçuklu özelinde somutlaşacak
toplumsal, kültürel, ticari ve siyasal bir bütünleşmeye imza atmışlardır. Karahanlılar,
Gazneliler, Samaniler ve Harzemler, bu devletlerden en önemlileridir.
Karahanlılar Devleti’nin tarih sahnesine ilk çıkışı, bu güne kadar pek aydınlatılamamış bir konu olmakla birlikte, ilk hükümdarının Bilge Kül Kadir Han olduğu
bilinmektedir. Uzunca yıllar Sâmânîler ve Gazneliler’le mücadele içinde olan Karahanlılar, Doğu ve Batı hanlığı olarak ikiye ayrıldığından, Batı Hanlığı Mâverâunnehir ile Hocend’e kadar Fergana’ya sahiptir. Devlet’in merkezi önceleri Özkend iken,
daha sonra Semerkand olmuştur. Doğu Hanlığı’nın içinde Balasagun, İsficab, Talas,
Şaş, Doğu Fergana, Kaşgar, Yarkend ve Hotan bulunurken, Balasagun ve Kaşgar,
Karahanlı Devleti’nin ana merkez)leri durumundadır (Genç, 2002: 445–451).
11
İslam’ı kabul ettikten sonra kabile teşkilatını ve yönetim prensiplerini sürdüren
ilk Türk hanedanı olan Karahanlılar, kendilerinden sonraki dönemler için bir model
olarak, ileride İslam dünyasının farklı bölgelerinde hüküm sürecek birçok hanedanlık
için bir başlangıç ve milat oluşturmuşlardır. Karahanlılar’ın 992 yılında Sâmânoğulları’nın başkenti Buhara’yı fethini müteakip hanedanın Mâverâunnehir bölgesinde
hüküm sürmüş İranlı hanedanların sonuncusu Sâmânoğulları’ndan geçmesiyle bölge
ve İslam tarihi açısından çok önemli bir kırılma yaşanmış (Paul, 2002: 460–461) ve
böylece Karahanlılar’ın İran jeopolitiğine girişine kapı aralanmıştır. Ayrıca Sâmânoğulları’nın Karahanlılar tarafından ilhakı, Sâmânîler’e Karahanlı hanedanı ve devletine katılma ve yönetiminde söz sahibi olma fırsatını da sunmuştur.
Karahanlılar İslam toprakları dışında kurulan bir devlet olarak, bütün İslam
dünyasının kendisini Arapça olarak ifade ettiği ve Farsçanın (İran etkisiyle) sesini
yeni yeni duyurmaya başladığı dönemin çok önemli bir aktörüdür. Karahanlılar’ın
İslamiyet ile tanışmaları ve Müslüman olmaları ve İran halklarının yaşadığı bir bölge
olan Soğd ülkesinde rahatça yayılabilmeleri (Roux, 2007: 194–197), onların İran–
Fars coğrafyasına girmeleri anlamına gelmiştir. Karahanlılar’ın İran–Fars coğrafyasına girişleriyle İran dili (Farsça) için yeniden bir dirilme süreci başlarken, 999 yılında Karahanlı hükümdarı Buğra Han’ın Sâmânoğullarına son vererek İran topraklarında uzunca yıllar hüküm süren hanedanlığı nihayete erdirmesi, Türk hâkimiyetinin
İran coğrafyasında hüküm sürmeye başlamasının önünü açmıştır. Bu şekilde Karahanlılar’ın İran topraklarına girişi, asırlarca sürecek İslam–Türk–Fars sentezi ve işbirliği adımlarının temellerini atmıştır.
999’da Samanilerin İran’ı, Gazneliler ile Karahanlılar arasında bölüşülerek yıkılmış; İran ve Mâverâunnehir’de iki Türk devleti bu İran devletinin yerini almıştır.
Sâmânî hükümdarı Muntasır bu olayın üzerine Selçukoğulları’na sığınmış; 1005’teki
ölümüne kadar Karahanlılar ve Gazneliler’le yaptığı mücadelelerde Selçukoğlu Arslan Bey tarafından destek görmüştür. Sâmâni kuvvetleriyle Karahanlılar’a karşı akınlar düzenleyen Selçuklular, bu akınlardan umduğunu bulamamışlardır (Öztuna, 1964:
21–22).
Sâmâniler’in (819–1005) kökenleri ve nasıl ortaya çıktıklarına dair kaynaklarda çok kesin bilgiler olmamakla birlikte, şöhretlerinin Abbasi halifelerinden Me’mun
döneminde parladığı genel olarak kabul edilmektedir. Coğrafya olarak Maverâunne-
12
hir’de yerleşik, Türk ve Farisi bir halktan oluşan Sâmânîler’in bulunduğu coğrafya,
günümüzde Afganistan–İran bölgesini içine alan Türk ve Fars kökenli halkların yoğun olarak yaşadığı bir yere işaret etmektedir. Kurucusu olarak kabul edilen Sâmân
Hüda ise Abbasi devriminin liderlerinden Ebu Müslim’in yakın adamları arasında
olduğu zikredilir (Kurt, 2003: 109–114). Bulunduğu konum itibariyle Türklerin İslamiyete girişlerinde bir köprü vazifesi gören Sâmânîler, Karahanlılar ve Gazneliler
gibi yeni İslam devletlerinin ortaya çıkışına öncülük eden bir devlettir. Türkistan’da
Sâmânoğullarının eliyle canlılık kazanan İslami tebliğ ve davet faaliyetleri sayesinde
Karahanlı ailesi fertlerinin, kendileriyle uzunca yıllar süren savaş, çatışma ve rekabetin ardından İslamlaşması, ileride Karahanlılar’ın Orta Asya’nın İslamlaşması yolunda gösterecekleri çabalara zemin hazırlamış ve kendilerinin bölgede büyük itibar
kazanmasına yardım etmiştir. Fakat Sâmâniler’in İslam’a kazandırdığı Karahanlılar,
bazı siyasi sebeplerden ötürü Sâmâniler’le ayrılık yaşamışlar; Sâmâniler’in gittikçe
zayıflaması sonucuyla da Sâmâni nüfuz bölgeleri, Karahanlılar tarafından doldurulmaya başlanmıştır (Aksu, 2000: 28–29).
Sâmânîler–Karahanlılar ilişkisi dönemsel olarak rekabet–çatışma ve zaman
zaman da barış ortamında gelişmesine rağmen, Gazneliler’in Sâmâniler’den neşet
eden bir devlet olması dolayısıyla Gazneli–Sâmâni ilişkileri genelde iyi bir seviyede
seyretmiş; Sâmânilere karşı saygı ve hürmetlerini muhafaza eden Gazneliler,
Sâmâniler ile aralarında var olan hukuklarını genelde makul bir düzeyde sürdürmeden yana olmuşlardır. Gazneli–Sâmâni ilişkilerinde dönemsel gerginliklere rastlanmakla birlikte, Gazneliler ile Sâmâniler’in genellikle dayanışma içinde oldukları görülmektedir (Duman, 2012: 549).
Kuruldukları coğrafyada Türk topluluklarının İslam dinine girişlerine imkân
sağlayan Sâmâniler, Fars ve Türk kaynaşmasını sağlamış ve Türklerin İslam modeli
temelinde ilk devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır. Karahanlılar, İran–
Türkistan havzasında ilk Müslüman Türk devletinin temellerini atarken, Türk esir ve
kölelerin kurduğu Gazneliler ise Afganistan–İran içlerinden Hint denizine kadarki
jeopolitikte büyük tesirler göstermişlerdir. Sâmânîler’e bağlı bir devlet olarak ortaya
çıkan Gazneliler, sistemlerini Abbasi–Sâmânî modeli ve Fars–Türk milletleri temeli
üzerinde tesis etmişlerdir. Güçlü bir şekilde İran tesirinde bulunmalarına rağmen
kendilerine özgün Türk özelliklerini kaybetmeyen ve İran–Hindistan coğrafyasında
13
Türkçe ile birlikte Farsçayı, Türklükle İranlılığı yücelten bir devlet olan Gazneliler,
siyasetini bütünüyle Türkleri kapsayacak şekilde genişletmişlerdir. Bununla birlikte,
Türklerin Gazneli yönetiminde, sosyal hayatında ve ordusunda üstün durumda bulunması bu dönemde İran’ın doğu bölgelerinde Türk unsurunu güçlendirdiğinden
(Palabıyık, 2002: 509–510), Fars (Safevî–İran) – Türk (Osmanlı–Türkiye) sentezinin
ortaya çıkışı için büyük imkânlar sunmuştur. Bu şekilde kölelik veya esaret yoluyla
İslamiyet’e giren halklar, zamanla dünyaya hükmedecek büyük devletlerin temellerini atmışlar; kuruldukları bölge itibariyle Türkistan–İran düzleminde olmaları ise
Türk–Fars birlikteliğini güçlendiren bir faktör olmuştur.
Harezmşâhlar Devleti İslam–Türk devleti Karahanlılar’ın ve Gazneliler’in bulundukları coğrafyaya komşu olarak, Hazar Denizi’nin doğusundan Ceyhun Nehri’nin aşağısına kadar olan alanda, 1097–1231 yılları arasında hüküm süren bir Türk
devletidir. Başkenti Gürgenç/Gürgâne olan Harezm Devleti, Selçuklular tarafından
Kutbüddin Muhammed’in Harezm bölgesine vali tayin edilmesiyle Selçuklular adına
bölgeyi idare etmek üzere kurulmuşlardır (Özaydın, 2002: 883–885). Harezmîlerin
bulundukları bölge önceleri Sâmânîler’in ve daha sonra Gazneliler’in elinde olmasına rağmen sonraları Selçuklular’ın eline geçmiştir. Harezm merkezli ilk devlet
1097’de Ketbuddin/Ketbeddin Muhammed tarafından temelleri atılırken, ilk başta
Selçuklu İmparatorluğu’na bağlı bulunmuştur. 1157’de Selçuklu Sultanı Sencer’in
vefatıyla bağımsızlığını kazanan Harezmşâhlar Devleti, başta Harezm olmak üzere,
Horasan, Mâverâunnehir ve Irak–ı Acem bölgelerini içine alan bir sahada hükümran
olmuşlardır (Usta, 2002: 897).
1.1.2. Selçuklu–Abbasi Dönemi
Selçuklu İmparatorluğu tarihi üzerine bir araştırmada bulunmak, başta Türklerin tarihine olduğu kadar, Fars, Arap Kürt ve diğer bölge halklarının da tarihlerini
araştırmak olacaktır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, giriştikleri futûhat hareketleriyle
tarih sahnesine çıkan, fethettikleri coğrafyanın kültür ve medeniyet özelliklerini miras alan Selçuklular, önceden var olan Müslüman toplumu bir Türkmen çerçevesi
içinde yeniden tarihe sunmuşlardır (Cahen, 1979: 49–53). Bu çerçeve eski Türkmen
geleneklerini ve yaşam biçimlerini de kapsamakla birlikte, fethedilen coğrafyanın dil,
kültür ve medeniyet karakteristiklerini ihtiva etmiştir. Selçuklularda, sosyal hayatta
Türkmen gelenekleri sürdürülürken, idare alanında genellikle kuzey İran gelenekleri-
14
ne bağlı kalınarak hanedan sistemine yer verilmiştir. En güçlü mekanizma konumunda bulunan askeriyede ise başlangıçta Türklerin ağırlığı hissedilmesine rağmen, daha
sonra eski Arap ve İran ordularının sahip oldukları gelenekleri ve özellikleri ihtiva
ederek etnik özellikleri çeşitliliğe uğramış; on ikinci yüzyıla gelindiğinde de bu yapı
zayıflamaya yüz tutmuştur. İran coğrafyasında kurulan ve sınırları Anadolu’ya kadar
uzanan Selçuklular bir İslam–Türk devletidir. Harzem unsuru, devlet içi iktidar mücadeleleri, Abbasi Hilafeti ile yaşanan sürtüşme, Karahitaylılar ile çatışma ve Moğol
istila hareketlerinin etkisiyle ve özellikle, 1229/30 yılında Harzem Sultanı Celaleddin
Harzemşah’ın Ahlat Kalesi’ni kuşatması üzerine Anadolu Selçukluları ile Hârzemşâhlar Devleti arasında meydana gelen Yassı Çemen Savaşı’nda Selçuklular’ın
galip gelmesi, yukarıda tarihine kısaca değinilen Hârzemşâhlar Devleti’nin sonunu
hazırlamıştır. Bu mağlubiyetle yaklaşık iki asır hüküm süren Hârzemşâhlar tarihe
karışırken, Anadolu Selçukluları ile Moğollar arasında yer alan bu “tampon” yıkıldığından Selçuklular ile Moğollar karşı karşıya gelmiştir. Sonucunda Anadolu Selçuklular’ının Tiflis’e kadar yayılmalarını Moğolların Selçuklulara akınları takip etmiş ve
Anadolu Selçukluları’nın çöküşüne zemin hazırlayan Kösedağ Savaşı/Yassı Çemen
Savaşı (1243) ile Moğolların Selçuklular üzerinde galip olmaları Anadolu’da Moğol
egemenliğini tesis etmiştir. Ayrıca Yassı Çemen Savaşı, Moğollar karşısında Selçuklular ile Harzemler’in oluşturacağı muhtemel bir ittifakı suya düşürdüğünden, Türk
direnişini Moğollar lehine zayıflatmıştır (Çakmak, 2002: 904–907).
Oğuzlardan ayrılan Selçuklular, Oğuz Devleti’nin hâkimiyet sahası içinde olmakla beraber Oğuz ülkesinde Müslümanlar tarafından kurulan ve İslam devleti ile
Müslüman olmayan Türklerin yaşadığı bir uç bölgesi olan Cend Şehri (Kazakistan)
yakınlarına gelmişlerdir. İslam Devleti bu dönemde cihad alanı olarak Mâverâunnehir bölgesine yoğunlaştığından, Cend’e göç eden Selçuklular da doğal olarak İslam
devletinin cihad alanının içine girmiştir. Selçuklular’ın kurucusu Selçuk’un ve halkının bu bölgeye gelmesi, Turan’dan İran’a, dolayısıyla İslam’a geçme anlamı taşımıştır (Köymen, 1993: 14–19). Mayıs 1040’ta Gazneliler ile Selçuklular arasında gerçekleşen “Dandanakan Savaşı” ile Gazneli Ordusu, Selçuklu Ordusu’na karşı büyük
bir mağlubiyet yaşamış ve Savaş’ın Selçuklular lehine sonuçlanmasıyla da Selçuklu
Beyleri, Tuğrul Bey’i Horasan Emiri ilan etmişlerdir. Böylece Selçuklular bağımsızlıklarını ilan ederlerken, ileride kuracakları bir dünya imparatorluğu için ilk adımı
15
atmışlardır (Merçil, 2002: 601). Dandanakan (Türkmenistan) galibiyeti, kapalı kıtada
bulunan Türklere açık denizlere ulaşma fırsatı sunarken, Osmanlının kuruluşuna giden yolda öncü bir adım oldu ve ayrıca Anadolu coğrafyasına düzenlenen Haçlı Seferleri’nin gerçekleşmesine yol açan bir gelişme olmuştur (Öztuna, 1964: 30).
Selçuklular, bağımsızlık ilanını izleyen süreçte bir fermanla Abbasi Hilafetine
Selçuklu Devleti’nin bağımsızlığını bildirmişler ve yine aynı yıl içinde Hilafete itaat
ve sadakatlerini gösteren bir mektup ulaştırarak, Horasan diyarında adaleti temsil ve
tesis edeceklerini beyan ve ilan etmişlerdir. Abbasi Hilafetinin o dönemde siyasi bir
güç olmaktan öte dini bir otorite olduğu varsayıldığında, Abbasi halifeliğinin Selçuklular gibi büyük bir siyasi güce ihtiyaçları olduğu ortadadır. İslam tarihinde ilk defa
Tuğrul Bey zamanında halifenin yetkileri sultana devredilirken, kendisi sadece İslam
ümmetinin dinî lideri olarak kabul edilmeye başlamıştır (Aktaran; Özdemir, 2008:
323).
Abbasi–Selçuklu işbirliği, Halife’nin Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile
izdivacı ve Halife’nin Selçuklu Sultanına damat oluşuyla taçlandırılmıştır. Halife
Kâim Biemrillah (1031–1075), Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile evlenirken,
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey de Halife’nin kızı Seyyide Fatıma el–Betül’e talip olmuştur. Bu durumun Hilafet tarihinde bir örneği yoktur ve Abbasiler ve Abbasi Hilafeti açısından yepyeni bir gelişmedir. Çok zorlu uğraşlar sonucunda gerçekleşen ve
İslam tarihinde çok önemli gelişmelerin doğmasına yol açan bu evlilik vesilesiyle ilk
kez Arap olmayan bir hükümdar halifeliğe akraba olmuştur. Tuğrul Bey’in bu politikasının altında yatan etmen, Şiiliğe karşı Sünni doktrinini bir devlet politikası haline
getirmek, Selçuklu Hanedanını Abbasi Hilafeti ile kaynaştırmak dolayısıyla siyasi
iktidarı elinde tutan Selçuklu Saltanatı ile dini gücü temsil eden Abbasi Hilafetini
birleştirmek ve böylece geleneksel Türk askeri aristokrasisine müstenit yeni ve güçlü
bir imparatorluk kurmak olmuştur (Kitapçı, 1994: 13–14).
Abbasi–Selçuklu ilişkileri Sünnilik–Şiilik çizgisinde büyük dönüşümlerin yaşanmasına ve İslam yönetim düşüncesi bakımından yeni bir dönemin başlamasına
kaynaklık ederken, siyasi ve dini otorite ve yönetim anlayışı için yeni bir sayfa oluşturmuştur. Selçuklular ile Abbasi işbirliğiyle bu dönemde bölgede yürütülen bütünleşme çabaları çalışma açısından dikkate değer bir konudur. Bu çerçevede Türk hükümdarları, İslamiyeti kabulden önce olduğu gibi sonra da din–siyaset ekseninde
16
genellikle hassas bir denge takip etmeye çalışmışlardır. Selçuklu İmparatorluğu’nun
kurulması ve Abbasi Halifeliği ile yoğun temasların başlaması İslam ve Türk tarihi
açısından çok önemli bir başlangıç olurken, bu dönemde Türk sultanları geleneksel
örfi hukukla birlikte şer’i hukuku da dikkate almaya çaba göstermişlerdir. Çakmak’a
göre ilk devirlerde halife ile sultan arasındaki uyumlu siyaset Türk idare anlayışının
yok oluşu gibi algılanmıyorsa, ilerleyen dönemlerde sultanların halifelerle gittikçe
güçlenen mücadeleleri de İslamiyet’e karşı olanların bir cephe alma harekâtı olarak
algılanmaması gerekmektedir. Bu durum, Abbasi Halifeliği ve Selçuklu Sultanlığı
arasında cereyan eden olaylar ve dini otorite olarak Halifelik ile siyasi otorite olan
Sultanlık arasındaki ilişkiler, ilgili zaman diliminin kendi koşulları ve dinamikleri
açısından tecrübe edilen politik ve askeri olaylar olarak mülahaza edilebilir. (Çakmak, 2007: 16).
Selçukluların bölge devletinden imparatorluk olmalarına giden yolda Anadolu’ya düzenlenen fetih hareketlerinin ve bu hareketlerin İran merkezli olarak idare
edilmesi oldukça önemi haizdir. On birinci ve on dördüncü yüzyıllar arasında düzenlenen Selçuklu fetih hareketleri, Şii ve Sünni toplumları ortak bir potada ve idare
altında bir araya getirmiş; ortak idealler, hedefler, amaçlar ve hayaller zemininde,
Türk ve İran halklarını bir noktada birleştirebilmiştir. Selçuklu İmparatorluğu döneminde Türk–Fars, Türkmenistan–İran ve Şia–Sünni (idari) sistemi gibi pek çok
önemli öğe bir bütün haline gelerek Orta Asya–Anadolu kültür ve medeniyet havzasında ve Selçuklu şemsiyesi altında Türk–Fars–İran–Asya–Anadolu sentezini oluşturmuştur. Selçuklular döneminde dağınık olan İslami anlayışlar tekrardan toparlanma eğilimi göstermiş; Hindistan’dan Bizans sınırına kadar olan bölge Selçuklular
eliyle İslamlaşmıştır. Bu süreçte en etkili unsur ise Selçuklular tarafından düzenlenen
Anadolu fetih akınları olmuştur (Merçil, 2002: 601–604).
Dünya ve bölge tarihi açısından çok önemli bir gelişme olarak, 1071’de cereyan eden Malazgirt Savaşı’yla Bizanslıların yenilgiye uğratılmasıyla Anadolu’nun
kapıları ardına kadar Selçuklulara açılmış ve Anadolu coğrafyasının İslamlaşma süreci bu galibiyetin ardından hız kazanmıştır. Bu savaşla birlikte çok önemli tarihsel
sonuçlar ortaya çıkmış ve Selçuklu tarihi özelde olmak üzere, İslam tarihi açısından
bir dönüm noktası yaşanmıştır. Bu savaşta elde edilen başarılar, Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında daralma yaşamasına sebep olurken, Bizans’ın yıkılmasına yol
17
açacak sürecin kilometre taşlarını hazırlamıştır (Turan, 1999: 178–188). Malazgirt
Savaşı’nı müteakip Selçukluların Anadolu’ya düzenledikleri akınların ardı arkası
kesilmemiştir. Sultan Alp Arslan döneminde en yoğun dönemini yaşayan Anadolu
fütuhat hareketleri Alp Arslan’dan sonra diğer sultanlar döneminde de devam etmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla Anadolu’nun İslamlaşma süreci hızlanırken, Asya kıtasından Avrupa kıtasına kadarki bölge Türk ve İranlı halkların kurdukları bir imparatorluk olarak Selçukluların hâkimiyeti altına girmiştir. Batı’da büyük başarılar elde eden Selçuklular, bu arada Doğu kanadında Moğol saldırıları nedeniyle büyük bir sorunla karşı karşıya kalırken, Moğol istilaları Selçukluların bölgede tesis ettikleri barış ve huzur ortamını sekteye uğratmıştır (Turan, 1999: 300–
301).
Asya’da ve Avrupa’da yaşayan halklar arasında toplumsal ayrışmayı körükleyen Moğol saldırıları, bölgede manevi değerlere sahip kitleleri ve şehirleri yok etmiş,
tarihleri altüst ederek asırlarca süregelen İslam kültür ve medeniyetini fesada uğratmıştır. İslam dünyasının tarihte başına gelen “en büyük felaket” olarak değerlendirilen Moğol saldırıları (Tekin, 2012), yüzlerce yılda tesis edilmeye çalışılan barış ve
kardeşlik ortamını ifsat etmiştir. Buna ilave olarak, istilaların bunca yıkıcılığının yanında istilalardan kaçarak Anadolu’ya sığınan Türkmenler ve Acemler, Anadolu’nun
kültür hayatını zenginleştirmişler; Moğolların yol açtığı tahribatın ve zayiatın giderilmesinde büyük çabalar sarf etmişlerdir (Turan, 2011).
Türklerin İran’a göç ettikleri ve İslam dinine girdikleri dönemde Sünni İslam
davetçileri yanında Şii İslam bilgeleri ve düşünürleri de bulunmuştur. Bu durum
Sünniliğin ve Şiiliğin bir potada buluşmasına zemin hazırlarken, Türk ve Fars halkları arasında Sünnilik kadar Şiiliğinin de benimsenmesine yol açmıştır. Moğol saldırılarından olumsuz yönde daha çok Sünnilik etkilenirken, on dördüncü yüzyılda Moğol
yönetimi ve hükümdarları genelde Şiiliğe meyilli olmuşlardır. Bu durum Anadolu
coğrafyasında Şiiliğin daha çok gelişmesine kapı aralayan bir etken olurken, Şiiliğin
Anadolu’da Moğol istilalarıyla yayılma ve propaganda imkânı bulmasına yardım
etmiştir (Bozkuş, 2001: 5–6).
18
1.2. Modern Dönem
Türkiye ve İran’ın sahip olduğu jeopolitik özellikler, Anadolu ile İran’ı birbirine stratejik olarak yaklaştırırken, bu iki ülke arasında bir karşılıklı bağımlılığın doğuşuna kaynaklık etmiştir. Anadolu’nun Balkanlar’la olan bağlantısı göz önüne alındığında, Avrasya kıtasının güney kuşağını harmanlayan büyük ölçekli siyasi yapılar,
söz konusu bağımlılığı bir stratejik bütünlüğe dönüştürebildikleri ölçüde başarılı olmuşlardır. Persler’den Büyük İskender’e, Bizans’tan Sâsanilere ve Selçuklulara, Osmanlı’dan Safevîlere kadar uzanan bölge tarihi Balkanlar–Anadolu–İran hattının
karşılıklı etkileşiminin bir eseridir. Yukarı bölümde zikredilen, Orta Asya’daki dinamik ve hareketli göçebe geleneğinden yerleşik devlet geleneğine geçiş sürecinde
devletin çekirdeğini oluşturan Selçuklular, güç merkezlerini İran’da sağladıktan sonra stratejik açılımlarını Anadolu’ya yapmışlardır. 16. yüzyıldan sonra oluşan Osmanlı–Safevî dengesi ise hem söz konusu jeopolitik bağımlılıktan kaynaklanan zorunlulukların hem de tarihsel siyasal dönüşümlerin izlerini taşımaktadır. Orta Asya’dan
gelen hareketli ve dinamik kültürü İran yerleşik kültür süzgecinden geçirerek Anadolu’ya taşıyan Selçuklu birikimi üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, temelini Anadolu’da atarken, merkezini Balkanlar’a taşımış; stratejik açılımını Batı istikametinde
Orta Avrupa’ya, Doğu’da İran’a, Kuzey istikametinde steplere ve güney istikametinde ise Mısır ve Hint coğrafyasına taşımıştır. Tarihi ve coğrafi faktörler açısından bakıldığında Osmanlı/Türkiye–Safevî/İran ilişkisi, bir açıdan Almanya–Fransa ilişkisine benzemekte (Davutoğlu, 2001: 427–429), çalışmada işbirliği düşüncesine model
olarak sunulan örneklerden birisi olarak Avrupa kıtasında bir işbirliği çabası şeklinde
ortaya çıkan Avrupa Birliği’ni hatırlatmaktadır. Bu bölümde, tarihsel, stratejik ve
jeopolitik karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak gelişen Türkiye ile İran ilişkileri, modern dönem bağlamında işbirliği çerçevesinde ele alınmıştır.
1.2.1. Modernizasyon ve Yeniden İnşa
Türkiye ve İran, modernleşme ve ulus–inşa süreçlerinde de olduğu gibi, pek
çok açılardan ortak dinamiklere ve farklılıklara sahip iki ülkedir. Her iki ülkenin sahip olduğu ortak dinamikler olarak kastedilen; tarihi, kültürel, siyasi, toplumsal ve
ticari açılardan birbirlerine benzeyen noktalar iken, farklılıkları, dinamikler yönünden birbirlerinden ayrıldıkları hususlara adres vermektedir. Birbirleriyle genelde bir
rekabet halinde ve zaman zaman da husumet ikliminde bulunan Türkiye ve İran, ara-
19
larındaki İslam bağının tesis etmiş olduğu kardeşlik hukukunu –dönemsel bazda sorunlar yaşasalar da– sürdürmeye gayret göstermişlerdir. Bu bağlamda, Osmanlı’da
(Türkiye) ve İran’da, yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşen Meşrutiyet hareketleri
karşılıklı olarak mukayese edildiğinde, on dokuzuncu yüzyılda hissedilmeye başlanan Avrupa ve Rusya tehdidinin yol açtığı anti–emperyalist tepkinin ve bu dönemdeki dış politik ortamın benzer olduğu; buna karşılık tarihsel farklı iç dinamiklerin her
iki ülkede yaşanan devrim, modernizm veya reform hareketlerini başka mecralara
sevk ettiği görülmüştür (Gürakar, 2012: 334–336).
1908’deki genç Türk devrimi ve 1906 yılında İran’daki anayasal devrim, anayasal devrimsellik paradigmasının etkisi altında, güçlü ve etkili bir devrimsellikten
uzak bir noktada gerçekleşmiştir. Buna ilave olarak Osmanlı ve İran’daki devlet–içi
bölünme ve çatlamalar karşısında devrimlerle gelen anayasal rejimleri restore etmek
adına askeri desteğin edinilmesine çalışılmıştır. 20. Yüzyılın başlarında anayasacılık
dominant bir model olduğundan, 1905 Rus Devrimi’nde olduğu gibi Türk ve İran
devrimlerinde de anayasal iktidar sisteminin savunulmasından alınan güçle anayasacılık, iddiasını meşrulaştırma imkânı bulmuştur (Sohrabi, 1995: 1383).
Sohrabi’ye göre 18. ve 19. yüzyıllarda devleti ve sosyal yapıları etkileyen devrime öncül reformlar, Osmanlı’daki ordu ve bürokrasi ve İran’daki ordu kanadının,
neden muhalefetin tarafını tuttuğunu daha açık izah etmektedir. Söz konusu devrime
öncül reformlar Osmanlı’da kısmi bir başarı olarak görülse de, İran açısından bir hata
olmuş; ilginç bir şekilde bu durum aynı zaman da Türk ve İranlı toplumlar için modernizasyonun ilk dalgasını oluşturmuştur. Ayrıca devrime öncül modernleşme reformlarının genel başarı derecesi, bu toplumların devrimlere dair istekliliği üzerine
doğrusal bir etki oluşturmamıştır (Sohrabi, 1995: 1390–1391).
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar, Osmanlı/Türkiye ve İran için kaderlerinin
belirlendiği çok önemli bir dönüm noktası olurken, her iki devletin de önemli dönüşüm ve değişimler yaşadığı, Batılı tarzda reform ve modernizasyon hareketlerine
muhatap kaldığı bir döneme atıf yapar. Bu dönemde, her iki devlet de yoğun bir modernizasyon sürecine muhatap olurken, devlet ve ulus aidiyetleri yeniden şekillenmiş; anayasal hareketler aracılığıyla da siyasi ve idari düzeyde çok önemli gelişmeler
yaşamıştır. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti ve İran, sosyal ve
ekonomik yapı yönünden azımsanmayacak benzerliklere sahip olmakla birlikte Batı
20
da Osmanlı ve İran üzerinde derin bir tesire sahip olmuştur (Milani, 1994: 27).
Bu ülkelerin sahip olduğu iç dinamikler ise söz konusu reformasyon hareketlerinde oldukça etkili olmuştur. Bu dönemde Osmanlı (Türkiye) ve İran’ın batıya duydukları gereksinimlerine ve batıyla ilişkileri yönünde benzerlikler bulunmasına rağmen, yapısal olarak durumları birbirinden farklılık arz etmiştir. Osmanlı, sahip olduğu imparatorluk yapısıyla çözülme içine girerken, imparatorluğun içindeki farklı
milletler, siyasi ve dini gruplar Osmanlı’dan ayrılma talebinde bulunmuştur. İran’da
ise durum Osmanlı’ya kıyasla farklılık gösterdiğinden, Osmanlı’da olduğu gibi toprak kaybı, parçalanma, ayrılık ve özerklik talepleri gibi durumlarla çok karşılaşılmamıştır. Çünkü İran, yapısal olarak Osmanlı’ya nazaran daha homojen bir yapı sergilemiştir.
Orta Doğu modernizasyon sürecinin genellikle savunmacı bir muhtevada gerçekleştiği göz önüne alındığında, Türkiye ve İran’ın modernizasyon, değişim ve reform deneyimleri de iki yüz yıllık süre zarfında cereyan eden savaşlar ve bu savaşlar
sonucunda imzalanan anlaşmalara tepki olarak geliştiği görülür. Modernizasyon sürecinde bu ülkelerdeki reform hareketlerinin kaynağı Avrupai tarzda ordular kurulması olsa da reform hareketleri kısa bir süre içinde askeri alanın dışına, toplumsal ve
sosyal alana da teşmil edilmiştir. İran ve Türkiye’de aşağıdan değişimlerin ve reform
girişimlerinin ülkenin bütünlüğü ve egemenliğine yönelik bir tehdit olarak algılandığını not edersek; her iki komşu ülkede de –ister aşağıdan olsun isterse yukarıdan–
daha önce bu ülkelerdeki modernizasyon çabalarının başarısız olduğuna yönelik algı,
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ve İran’daki otoriter modernizasyon uygulamalarının ortaya çıkışına zemin hazırladığı görülür. Bu durum, doğal olarak bir
“güvensizlik” ortamının doğmasına kaynaklık etmiştir. Kalabalıklara veya kitlelere
duyulan bu güvensizlik Osmanlı ve İran reformcularının düşüncelerinin bir parçası
haline geldiğinden, modernizasyon projelerini yürütürlerken haliyle bu kitlelerin tepkisiyle karşılaşmışlardır (Atabaki ve Zürcher, 2012: 3–5).
Her iki devlet de merkezi yönetim yapılarını, devlet bürokrasisi mekanizmasını
ve hükümet sistemini, üzerlerine kuruldukları devletlerden (Türkiye Osmanlı’dan;
İran, Kaçar Hanedanlığı’ndan) miras alırken, yeni bir devlet ve ulus kimliği inşa etmede hayli itirazlar, eleştiriler, siyasi çatışmalar, başkaldırı hareketleri, isyanlar ve
halk gösterileri ile karşı karşıya gelmişlerdir. 1909’da İstanbul’da meydana gelen
21
karşı devrim hareketi, 1924 yılında Tahran’daki cumhuriyet karşıtı ayaklanma,
1925’te Türkiye’de “Kürt İsyanı” olarak anılan Şeyh Said Ayaklanması1 ve
1930’daki Menemen hadisesi2, bu tepkiselliğin göstergeleri arasındadır. İran’ın Kuzey bölgelerinde Rıza Han’ın merkezîleştirme politikalarına tepki olarak 1921–25
arasında yaşanan isyan hareketleri, 1925 yılının sonunda; Türkmen ayaklanmaları ise
1926’nın sonu, 1927’nin başlarında bastırılabilmiştir. İran’da 1924’te Burucerd bölgesinde Kürtler ayaklanmışlardır. Yine 1926 yılında Kuzistan bölgesinde Arap isyanı
baş gösterirken, Sistan’daki Beluçlar da bu isyan hareketine katılmışlardır (Yenisey,
2008: 113). 1927–28 yıllarında ise yönetimin baskıcı ve tepeden inmeci reform ve
modernizasyon hareketlerine tepki olarak gelişen isyan hareketlerinin merkezi güney
bölgelerine ve merkezde bölgelere kaymıştır. “Meşrutiyet” olarak adlandırılan bu
dönemde ayrıca Hıyabani (1920), Mirza Küçük Cengeli (1914–21), Gilan (1920) ve
Hüdaverdi (1920) isyan hareketleri görülmüştür (Karadeniz, 2013: 194–212).
Bu ayaklanma ve isyan hareketlerinde halk, kendilerine dayatılan reformlara
tepkilerini göstermek istemiş; bu ülkelerde modernizasyon sürecini (tekelinde) sürdürmeye çalışan otoriter yönetimler de bu halk hareketlerini çok katı ve kanlı bir
şekilde bastırma yoluna gitmişlerdir. Birçok ortak yöne sahip İran ve Türkiye halkları hemen hemen eş zamanlara rastlayan dönemlerde tepeden inmeci reform ve düzenlemelere muhatap kaldıklarından, halkların bu yönetimlerin baskıcı ve dayatmacı
şekillendirme taleplerine cevapları da aynı tonda gerçekleşmiştir. Bu noktada Yirminci Yüzyıl siyasi tarihinin Türkiye ile İran açısından ve bu ülke halkları nezdinde
hemen hemen aynı şekillerde gerçekleştiği görülür. Her iki ülkede modernizasyon
siyaseti, bu ülkelerin geleneksel toplumsal ve sosyal yapısını değiştirirken siyasal
yapısını da dönüşüme mecbur etmiştir. Bu ülkelerde “ulusal” düzenli ordular, ulusal
para sistemi ve seküler bir eğitim müfredatı gibi yenilikler gerçekleştirilirken, yargı
sistemi de sekülerize edilmiştir (Atabaki ve Zürcher, 2012: 9). Ayrıca bir ulus oluşturulması ve tüm kesimleri kapsayan bir ulusal işbirliği tesis edilmesi maksadıyla ülke
içinde mecburi iskân ve göç hareketleri gerçekleştirilirken, bu ülkelerdeki rejimler
1
“Genç Hadisesi” olarak da bilinen Şeyh Said ayaklanması, Nisan 1925’te Güneydoğu Anadolu
bölgesinde yönetim karşıtı olarak ortaya çıkmış ve bölgenin büyük bölümüne tesir etmişti. Yönetimi
çok zor durumda bıraktığından, devlet tarafından sert bir şekilde bastırılmıştı. Bk. (Töker, 1994;
Mumcu, 1991).
2
“Kubilay Olayı” olarak da adlandırılan “Menemen Hadisesi”, 1930’da İzmir’in Menemen ilçesinde
karşıt görüşler arasında ortaya çıkan ve Şeyh Said isyanında da olduğu gibi devlet tarafından
sıkıyönetim ilan edilerek sert bir şekilde bastırılan isyan hareketidir.
22
tarafından son derece sert ve yıkıcı tedbirler alınmıştır.
Atabaki’ye göre ülkelerinde değişim ve reform arayan çoğu Osmanlı ve İranlı
eliti için saat ve zamanlama, takvim ve program, şüphesiz ki modernliğin ikonları
olmuş ve bu ifade edilenlere adapte oluş ise modern bir toplum olabilmenin yolu
olarak görülmüştür. Her iki ülkedeki otoriter modernleşmenin elitist karakterleri, elit
olmayanlar adına otonomiye mahal vermemiştir. Türkiye ve İran’da modernleşmeye
uyum ve “düzenin adamları” tarafından empoze edilen değişim ve reform trendlerine
halkın nasıl tepki gösterdiğine yönelik her iki ülkenin “düzenin adamları” öncesinde
tecrübe ettiği politik ve sosyal değişimler üzerine düşünülmelidir. İlave olarak, eğer
1905 İran devrimi ile 1908 Türk devrimi mukayese edilirse, Türkiye’deki siyasal
olayların elitist karakterlerinin daha güçlü olduğu görülecektir (Atabaki, 2007: 15–
16). Türk ve İran modernleşmesi benzer kaygıların ürünü olmakla birlikte, Türkiye
ve İran’ın ülkesel gerçeklikleri bu süreçte oldukça belirleyici olmuş; genellikle önceliklere göre bir yol takip edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’ye kıyasla İran’da kısır tartışmalar ve inkılâp hareketlerinin uygulanmasındaki tereddütler dolayısıyla gecikmeler yaşanırken (Metin, 2011: 319), bu durum İran’ın modernizasyon hareketini yavaşlatmış ve reformun başarı şansını düşürmüştür.
Türk reformasyon hareketi (Kutlu, 2006) ise reformun ve özelde batı–merkezli
modernizasyon hareketinin karşısında yer alan tarafların (başkaldırı ve isyanlarının)
bastırılması ve sindirilmesinde gerçekleşen “başarı”nın üzerine temellenirken,
İran’da öncülüğünü din adamlarının yaptığı çok güçlü muhalif sesler yükselmiştir.
Türkiye’de aynı şekilde kurumsallaşmış bir din adamları sınıfının bulunmayışı ve var
olan kesimlerin sesinin rejim tarafından çok sert bir şekilde kesilmesi Devrim’in kurucu aklı Atatürk’ün işini kolaylaştırırken, takip edilen reform hareketlerinin başarı
şansını artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye’de modernleşme “bir Türk hümanizminin doğuşuna” (İnalcık, 1998: 128) kaynaklık etmiştir.
Modernizasyon sürecinde bu ülkelerde düşük düzeyde kültürel, etnik ve dilsel
çeşitlilik gerçekleşirken, yüksek düzeyde etnik bir homojenlik oluşmuştur. İran’da ve
Türkiye’de muasırlaşma (moaser buden–Frs.) genellikle basına karşı baskı uygulamak, meclis dağıtmak ve din adamlarının gücünü kısıtlamak yoluyla iktidarı ele geçirip siyasal otoriteyi kendi eline alarak ve ülkeyi toplumsal bir devrime hazırlayarak
ideal bir otoriter lider öncülüğünde, İran’da Pehlevi rejimi ve Türkiye’de Kemalist
23
rejimin marifetiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Atatürk’ün ve Şah’ın Türkiye ve
İran’da hükümetin gücünü merkezîleştirme ve modernizasyonu yürütme siyasetleri,
bir anlamda yaygın olarak hissedilen otoriteryan reform ihtiyaçlarına cevap oluşturmuştur (Atabaki ve Zürcher, 2012: 6–7).
Çok fazla eleştiri almasına rağmen söz konusu reform hareketlerinin Türkiye’deki seyri ve temel hareket noktaları “Batılılaşma” ve “Sekülerizm” çizgisinde
olurken, İran’da Şah’ın yaptığı gibi Kemalist yönetim tarafından İslam sentezi modeli ve İran’da ise dinin belirleyici konumuna dönüşte olduğu gibi) Osmanlı kurumlarına geri dönülmesi görüşü terk edilmiş (Aktaran: Milani, 1994: 59); 1925’te Rıza Şah
Pehlevi ile başlayan dönemde İran, ‘Batılılaşma ve Reform’ olarak adlandırılan bir
değişim ve dönüşüm sürecine girmiştir (Gök, 2005: 88). Geleneksel patrimonyalizm
(Şah’ın kutsal kişiliğinde), Batı tarzı kalkınma ve gelişim, anayasacılık ve halkçılık
gibi farklı unsurların bir araya gelmesiyle oluşan bu modernist söylem, zamanla otoriterlik, tepeden inmeci reformlar, modern rasyonalizm, İran nasyonalizmi, üniter
devlet, kültürel modernleşme, sekülerizm ve sanayi alanında kalkınma gibi unsurlarla
birleşmiştir (Beşiriye, 2009: 64–65). Bu söylem çerçevesinde inşa edilen üniter devlet, geleneksel İran toplumu ve ekonomisini modern ve kapitalist bir sisteme doğru
dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Bu söylem, eş zamanlı olarak dini, ticari, kavmi ve
gelenekselci grupları iktidar ve yönetimden uzaklaştırıcı bir etmen olmuş; siyasal
katılım ve rekabeti akamete uğratmıştır. Bu söylemle gelen reformlar, Türkiye’de
olduğu gibi, çeşitli direniş ve siyasi mücadele hareketlerinin ortaya çıkmasına yol
açarken, her iki devletin de geleneksel devlet ve toplum yapısını ve sistemini değişime mecbur etmiştir.
Celal Metin’e göre her iki ülkedeki devrimlerin ve modernizm hareketlerinin
öncüleri olan Atatürk ve Rıza Şah, aynı ölçeklerde değerlendirmeye uygun değillerdir. Zira Rıza Şah daha çok Atatürk’ü izlemeye veya taklit etmeye çalışırken, ona
karşı bir hayranlık da duymuştur. Her ikisinin de Türkiye ve İran’da sürdürdüğü modernleşme ve reform hareketleri temelde bazı benzerliklere sahip olmasına rağmen,
bazı yönlerden de farklılık göstermiştir. Söz konusu bu farklılık, Atatürk ve Rıza
Şah’ın şahsiyeti, hayat görüşü, hayat hikâyesi ve kariyeri noktasında yaşanırken, bu
durumun ortaya çıkmasında içine doğdukları ve hitap ettikleri toplumların niteliklerinin ve dinamiklerinin de etkisi bulunmuştur (Metin, 2011: 317–318). Atatürk, Os-
24
manlının son dönemlerinden itibaren gelişmekte olan kamuoyu bilinci, gittikçe artan
iletişim kanalları, ulusal ortak bilinç oluşturabilecek birikim ve yeteneğe sahip olma,
Türkiye (Osmanlı) coğrafyasındaki nispi türdeşlik ve toplumda Batı’yla temas sonrası dönüşen alışkanlıklar, yaşam stilleri ve dünyaya olan bakış açıları bağlamında
avantajlı bir konumda bulunurken Rıza Şah, kimliğin tanımlanmasında güçlü yerel
bağların cari olduğu ve toplumun sahip olduğu çok renkli doğa, göçebelik ve köylülüğün oldukça yaygın olması, toplumsal düzeyde Batı’yla temasın az olması, İran’da
müesseseleşmiş bir kamuoyunun bulunmaması, iletişim imkânlarının ve ağlarının
sınırlı oluşu, aydınların–elitlerin parçalı bir vaziyet arz etmesi ve aralarındaki görüş
farklılıklarının büyük olması ve ortak sosyal bir bilincin bulunamaması gibi nedenlerden ötürü Atatürk’e kıyasla dezavantajlı bir durumda bulunmuştur (Metin, 2011:
319–320).
Sonuç olarak, son iki yüz yıldan daha uzun bir süre Avrupai tarzdaki modernleşme, Türkiye ve İran örneğinde olduğu gibi, Avrupa–dışı toplumlar tarafından modernleşmede bir model olarak algılanmıştır. Avrupa modernizasyonu bireysel özerkliğin adım adım gerçekleşmesi sonucu eleştirel aklın tedrici gelişimi ve yayılışıyla
birlikte bir sivil toplumun ortaya çıkışına zemin hazırlarken, Osmanlı Türkiye’sinde
ve İran’da modernizasyon tecrübesi, kendi çıkarlarını devletin çıkarlarıyla aynı gören
bürokratlardan ve askerlerden oluşan bir yapı tarafından benimsenmiştir. Dolayısıyla
eleştirel akıl ve bireysel özerklik, İran ve Türkiye modernleşme sürecinde çok yer
edinememiştir (Atabaki ve Zürcher, 2012: 1–2). İran’da Rıza Şah öncülüğünde Savaş
ile birlikte harap olan bir sistem ve devlet yeniden inşa edilmeye çalışılırken,
1923’ten ölümüne kadarki zaman diliminde Atatürk, Osmanlı’nın bıraktığı miras
üzerinde hali hazırda cari olan bir devleti, giriştiği inkılâp ve reform çabaları3 ile
dönüştürmeye çalışmıştır. Yine Türkiye’de modernizasyon çabaları doğrultusunda
Avrupai tarz, uygulama ve siyasetler, batının seküler sistemi ve kanunları4 ile birleştirilerek bir sistem haline getirilirken, İran’da bu süreç daha çok Şahlığın şahsi uygulamaları ve keyfi idaresi şeklinde neşvünema bulmuştur. Türkiye’de de şahsi ve keyfi
uygulama ve siyasetler görülmüş; fakat Türkiye, İran’dan farklı olarak bu keyfîlik ile
3
TBMM, 1924’te öğretimi birleştirdi; 1925’te Şapka Kanununu çıkardı; 1925’te Tekke ve zaviyeleri
kapattı ve 1928’de Latin alfabesini kabul etti (Mumcu, Özbudun ve diğerleri, 1987: 277).
4
Türkiye, Cumhuriyet dönemi inkılâpları kapsamında, 1926’da İsviçre’den Medeni Kanunu, 1928
yılında yine İsviçre’den Borçlar Kanununu, Almanya’dan Ticaret Kanununu, İtalya’dan Ceza
Kanununu ve Fransa’dan da İdare Hukukunu aldı.
25
birlikte modernizmi, Batı yanlısı uygulamaları ve gelenekleri kurumsallaştırabilmiştir.
1.2.2. “Ulus” Kimliği Oluşum Süreci
Türkiye’de Kemalist ve İran’da Pehlevi devrim ve modernizm hareketlerine
rastlayan dönemde her iki ülke Batılı tarzda tepeden inmeci yaklaşımla yoğun bir
modernizasyon süreci yaşarken, öte yandan da devletin ve devlet kurumlarının değişimine ve dönüşümüne tanıklık etmiştir. İran’da ve Türkiye’de bu dönemlerde sosyal
ve siyasi alanda halk ve devlet üzerinde yapılmaya çalışılan Batı merkezli reform
hareketleri, bir başka açıdan bu ülkelerin sahip olduğu aidiyetsel özelliklerini de dönüşüme mecbur ederek, yeni bir “ulus kimliği”nin inşasına kapı aralamıştır.
İran ve Türkiye’nin bu dönemde ulus aidiyetlerini nasıl inşa ettiklerine bakmadan önce ulus kimliğini oluşturan “ulus” ve “kimlik” kavramlarına kısaca bakıldığında; tartışmalı bir kavram olan ulusun, genel olarak milliyetçiliklerin sebebinden ziyade sonucu olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Gellner, modern toplumların kültürel homojenlik ihtiyacının ulus kavramını doğurduğunu ve milliyetçiliklerin de tarım
toplumundan, endüstri toplumuna geçişte kültürel entegrasyonu sağlayan modern bir
kurgu olduğunu savunurken (Aktaran: Yaylacı, 2005: 44) Hobsbawn, modern ulus
dâhil pek çok şeyin, uygun ve genelde çok yakın zamanlı semboller ve bunlara uydurulmuş söylemlerle “ulusal tarih” ilişkilendirildiği için “geleneğin icadı”na gerekli
dikkat gösterilmeden ulus fenomeninin üzerinde hakkıyla durulamayacağını söylemektedir (Hobsbawn, 2005: 17–18).
Kimlik ise, ortak aidiyetlerden katıldıklarımız, arzularımız, hayallerimiz, kendimizi tasavvur etme, yaşama, ilişki kurma ve tanıma gibi “hayattaki duruş yerimizi”
bildiren niteliklerin toplamı (Bostancı, 1998: 38–55) olarak ortaya çıkar. Kişinin biyolojik, sosyal, siyasal, kültürel ve/ya dini varlığını tanımladığı, kişiye farklılık veya
benzerlik kazandıran nitelik (Demir, 2006: 244) olarak tarif edilir. Bireyin mensubu
olduğu “yapılar”ın birleşimine ve kişinin kendisini tanımladığı aidiyet formlarının
toplamına işaret eder. Ulusal kimlik ise, bir siyasi topluluğu gerektirirken, siyasi bir
topluluk da, topluluğun bütün fertleri için en azından belli ortak kurumların, hak ve
görevlere dair tek bir yasanın varlığını ima etmektedir. Topluluk mensuplarının kendilerini özdeşleyecekleri ve aidiyet hissi duyacakları belli bir toplumsal mekânı ve az
26
çok hatları kesin ve sınırlanmış bir toprak parçasını akla getirmektedir (Smith, 2004:
24). İran ve Türkiye’de ulus kimliğinin oluşumu süreci, her iki ülkede de eş zamanlı
olarak cereyan eden kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri ve bu hareketlerin temelinde
yer alan milliyetçi akımların gölgesinde yaşanırken, Gellner’in de not ettiği gibi, her
iki ülke kültürel homojenlik ihtiyacını bir ulus kimliği inşa ederek karşılamaya çalışmışlardır. Bunu yaparken de kadim geleneklerine, duygu, düşünce ve sembollerine
bağlılık göstermişlerdir. Hobsbawn’ın not ettiği gibi, geleneklerini yeniden icat etmeye çaba göstermişlerdir. Her iki devlet de “hayal edilmiş bir gerçeklik” tasavvur
ederek toprakları içinde “siyasi milletler” oluşturma yoluna giderken, modernizmle
örtülü uygarlaşma projelerine halklarının bağlılığını ve sadakatini sağlamaya çalışmışlardır.
İran’da ulusal kimliğin oluşum süreci ilkin meşrutiyet dönemi aydınları tarafından eski İran geleneklerinin yeniden yorumlanması ve “ulus” ve “ulusal kimlik”
gibi kavramların devrimci bir bakış açısıyla dönüştürülmesi şeklinde cereyan etmiştir. İran’da meşruti dönemden önce (şahlığa) bağlı “tebaalar” olarak görülen halk,
meşrutiyetle birlikte “özgür vatandaşlar” olarak görülmeye çalışılmış ve bu dönemde
özgürlük ve demokrasi düşünceleri yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. İran ulusal kimliğinin ikinci safhasını oluşturan Pehlevi hanedanlığı iktidarı döneminde ulusal aidiyet Şahlık rejiminin resmi ideolojisi doğrultusunda yeniden yorumlanmaya çalışılırken, ulusal aidiyet vatandaşın özgür iradesinden ziyade saltanat/şahlık sistemi ile
belirlenmiştir. Bu dönemde İranlı kimliği ırksal aidiyetlerle izah edilmeye çalışılmıştır. İran ulusal kimliğinin üçüncü safhasında sol gruplar tarafından aidiyet tanımı
yapılırken, “İran ulusu”, yerini “İran halkları” kavramına bırakmış; İran’da “uluslar”
meselesi gündeme gelmiştir. Dördüncü aşama ve müteakip beşinci aşamada ise söz
konusu bu üç aşamadaki aidiyet tanımında bir kırılma yaşanmış; İran kimliği ulusal
ve dini kimliğin karışımından ibaret bir formda yeniden tanımlanmıştır. Bu bağlamda
İran Devrimi’yle daha önceki aidiyet tanımlarından nispi olarak vazgeçilerek ve bu
tanımların bir karışımı yapılarak, İran kimliği İslami referanslarla açıklanırken, din
ve mezhep aidiyetleriyle sıkı temaslar kurulmaya çalışılmıştır. Bu noktada İran’ın
kimliğinde ön plana çıkan unsur “İslam ümmeti” fikri olmuştur (Ahmedi, 2009: 115–
118).
Pehlevi döneminin merkezîleş(tir)me politikaları, Fars ulusal kimliği içinde di-
27
ğer aidiyetleri eritme ve Farslı etnik grubu devletin egemen etnik çekirdeği durumuna getirme çabaları, İran’da etnik aidiyetlerin billurlaşma sürecini başlatmıştır. Bu
sürecin oluşmasında, yabancı güçlerin İran’ı işgal politikaları ve merkezi bürokratik
sistemde yaşanan zafiyetler ve otorite yoksunluğu yer alırken, İran’daki bütün milletleri ve toplulukları içine alan bir İran üst kimliği ihdas etme çabası, Fars ulusal kimliğinin gelişimini desteklemiştir (Yenisey, 2008: 124–125). Aynı şekilde Kemalizm
dönemi Türkiye’sinde devlette merkezîleşme çabalarına rastlanırken, Türk ulusal üst
kimliği şemsiyesi altında diğer etnik aidiyetler eritme potasına koyulurken, Türk etnik kimliği kristalize edilmeye çalışılmıştır. İran’daki duruma benzer şekilde, Türkiye’nin işgal, saldırı ve isyan hareketleriyle karşı karşıya kalması ve bunları egemenliğine ve bağımsızlığına bir tehdit olarak görmesi, Türkiye’yi, Osmanlı’dan miras
aldığı çok dilli, kültürlü ve milletli yapısını terk ederek ortak bir aidiyet (Türk), dil
(Türkçe) ve toprak parçası (Misak–ı Milli sınırlarıyla) üzerinde tek–biçimli bir ulus
inşa etmeye itmiştir.
Türkiye ile İran’ın ulus inşa etme çabaları kısaca mukayese edildiğinde,
İran’da ulusal aidiyet 1906 Anayasa’sında taslağı çizildiği şekilde İran’daki bütün
etnik aidiyetler üzerinde şemsiye bir aidiyet olarak işlevde bulunurken, Türkiye’de
ise daha çok Türk etnik kimliği (Ateş, 2008) üzerine güçlü bir şekilde temellenmiştir.
Bu minvalde Türk vatandaşlık formülü, Alman etnosentrik ve ayrılıkçı modele daha
yakınken, İran vatandaşlık formu toprak temelli ve asimilasyonist Fransız modeline
daha yakın bir noktada gerçekleşmiştir. Türkiye ve İran’da yeni kurulan modern devletler, sahip oldukları imparatorluk geleneklerini kurumsal seviyede dönüştürürken,
bu ülkelerde ulusal kimliğin ihdası, ideolojik seviyede gerçekleşmiştir. Bu süreçte
devletçi elitler ve kitleler, ulusal aidiyet formunun şekillendiği modernizasyon süreçlerinin belirlenmesinde yer almışlardır (Erden, 2010: Giriş IV, 25–26).
1.2.3. Musaddık ve Menderes Dönemleri
Türkiye ve İran’ın yirminci yüzyılın ilk yarısında tepeden inmeci tarzda modernleşmesi ve bu dönemdeki siyasi ve ideolojik ortam, ulusal aidiyetlerin yeniden
tanımlandığı bir sürece işaret ederken, her iki ülkede de demokratik yönetim felsefesi
ve liberal ekonomik modelin temel alındığı bir zaman dilimine rastlamaktadır. Bu
dönemde Şah ve Atatürk döneminin ortak karakteristikleri göz önünde bulundurulduğunda, İran ve Türkiye’nin sahip olduğu siyasi ve tarihsel müşterekler, daha son-
28
raki yıllarda Menderes ve Musaddık dönemlerinde de aynı şekilde müşahede edilmektedir. Her iki ülke açısından bu döneme hâkim tema, baskıcı otoriter uygulamalardan duyulan rahatsızlığın belirmeye başlaması ve bu duruma halkın demokratikleşme ve özgürlüklere vurguda bulunarak cevap vermesidir. Bu dönemde ekonomi
alanında liberal model takip edilmeye çalışılmakla birlikte, ulusal ekonominin ve
kamulaştırma hareketlerinin görülmüştür. Her iki ülkeyi de bu dönemde yöneten lider kadroların düşünce sistemlerinin ve liderlik özelliklerinin hemen hemen aynı
çizgide bulunması ve halklar nezdinde özgürlük ve haklara vurgunun yapıldığı bir
dönem yaşanmıştır. Türkiye’de Menderes ve arkadaşları tarafından otoriter sistemden kurtularak özgürlüklerin tekrardan sağlanması arayışı görülürken, İran’da Musaddık ve Ulusal Cephe ile siyasi ve ekonomik bağımsızlığa ulaşma arzusunun ortaya
çıktığı bir dönem tecrübe edilmiştir.
Time dergisi tarafından 1951 yılında “Yılın Adamı” (Time, 2013) olarak seçilen Musaddık’ın yıldızı (www.mohammadmossadegh.com, 2013) 1951 yılında Başbakan oluşuyla parlamış, ilerleyen yıllarda ülke içinde ve uluslararası arenada büyük
bir popülerlik kazanmıştır. Musaddık’ın “İran İranlılarındır” sloganıyla karşılık
bulan felsefesi ve 1951’de petrolü millileştirmesi gibi eylemleri, o dönemde petrol
gelirlerinden büyük hisse alan devletlerin karşısına çıkarırken, genelde çizgisi Batı
karşıtı ve Sovyet yanlısı bir politikada olmuştur (Çağlayan, 2012: 93–94). İran’da
ekonominin her geçen gün kötüye gittiği, yoksulluğun ve açlığın ülkeyi zora soktuğu
ve politik istikrarsızlık ve dış müdahalelerin olduğu bir zamanda, toplumun çeşitli
kesimlerini bir araya getiren ortak bir refleks, her geçen gün İran içinde yabancıların
artan nüfuzuna ve ekonominin belkemiği olan petrol imtiyazlarını elinde bulunduran
ve ülkenin egemenliğine bir tehdit olarak beliren Anglo–İran petrol şirketine bir tepki
ve İran için ortak dava olan petrolü millileştiren şahıs olarak Musaddık (Gürakar,
2012: 263), petrolü millileştirmesi ile İngilizleri karşısına almıştır.
Musaddık dönemine hâkim unsur, İran’a duyulan milliyetçi bağlılığın ilkelerin
başında yer almasıdır. Bu dönemde olgunlaşan İran ulusal kimliği Musaddık hükümetlerinin temel referans noktası olurken, yukarıdaki bölümde ifade edilen modernizasyon hareketleri Musaddık dönemi hükümetlerinin uygulamaları arasında da yer
almıştır. Bu dönemde demokratik unsurlara ağırlık verilirken, ulusalcı söylem gündemde kalmaya devam etmiştir. Şehir yaşamının düzenlenmesine yönelik yeni adım-
29
lar atılırken, vergi sistemi düşük gelir gruplarının lehine olacak şekilde yeniden tanzim edilmiştir. Siyasal katılım teşvik edilirken, siyasal katılımı artırmaya yönelik
yasal girişimlerde ve düzenlemelerde bulunulmuştur. Üniversiteler daha özerk bir
yapıya kavuşturulmaya ve yargısal bağımsızlık sağlanmaya çalışılırken, özel sektör
desteklenmiş ve yerel yönetimler güçlendirilmiştir (Ahmedi, 2009: 150–151). Bu
dönemde devlet, yapısal ve yasal olarak büyük dönüşümler yaşarken, ülke içinde ise
siyasal kargaşanın ve ideolojik çatışmaların önüne geçilememiştir. Ulusal ekonomi
çabalarına karşılık İran’ın ve özelde Musaddık’ın maruz kaldığı baskı, yirminci yüzyılın ikinci yarısı ile İran’da başlayan yeni dönemde büyük sancıların yaşanmasına
yol açmıştır (Bk. McCarthy ve Tusa, 2012: IV. Bölüm).
İran milliyetçiliği, 1951’de Muhammed Musaddık’ın şahsında iktidara geldiğinde, iktisadi ve siyasi yönden tam bağımsızlığı ve “negatif denge doktrini”ni savunmuştur. Bu şekilde mutlak tarafsızlık sağlanmaya çalışılmıştır (Türkeş ve Uzgel,
2002: 294–295). Böylece İran, ABD ile SSCB arasında kıyasıya cereyan eden Soğuk
Savaş’ta Sovyetler tehdidi karşısında ABD desteğine ve yardımına bağımlı hale gelirken, Musaddık iktidarının İran için temel hedef olarak gördüğü bağımsızlık politikasından İran’ın aleyhine, Amerika’nın lehine vazgeçmiştir. 1950 genel seçimlerinden Milli Cephe’nin galibiyetle çıkması 1951’de Musaddık’ı Başbakanlığa taşırken,
1952’de Musaddık’ın Şah’tan yetkilerini artırmasını talep etmesi ve Şah’ın buna
olumsuz yanıt vermesi ile Başbakanlık’tan istifası İran içinde büyük siyasi bunalımların doğmasına kapı aralamıştır. Bu dönemde yaşanan siyasi karışıklığın maliyeti
İran açısından oldukça ağır olmuştur. Olayların dinmemesi üzerine Şah, çok geçmeden Başbakanlığa tekrardan Musaddık’ı atamak zorunda kalmış ve Musaddık,
1953’te Amerikan istihbarat ajansı CIA ve İngiliz istihbarat servisi MI6 ortaklığında
yapılan bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıncaya kadar Başbakanlık görevini sürdürmüştür.
İran ve Türkiye ortak tarihsel deneyimlerine örnek olması açısından önemli bir
başka örnek de Menderes dönemidir. Adnan Menderes, 1899 yılında Aydın’da dünyaya gelen, Musaddık gibi, hukukçu bir siyaset adamıdır. 1930 yılında Aydın’da
Serbest Fırka (Avşar, 1998) teşkilatını kurarak ilk kez siyasete girmiş; 1931’de partinin kapatılmasıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) Aydın’dan Milletvekili seçilmiştir. 1945’te CHP’den ayrılarak, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’la
30
beraber Demokrat Parti’yi (DP) kuran Menderes, 1950–60 döneminde beş kez hükümet kurmuş ve başbakanlık yapmış bir siyasetçidir. İktidarı döneminde Kore Savaşı, NATO üyeliği, 6–7 Eylül olayları, Bağdat Paktı’nın kurulması, Einsenhower
Doktrininin ilanı, Kıbrıs Sorunu ve 1958 Devalüasyonu gibi çok önemli olaylarda
aktör olarak yer almıştır. Çok çekişmeli başlayan siyasi hayatı 1960 Mayıs’ında ordunun yönetimi el koyması ve açılan davalar sonucunda idama mahkûm edilerek
Yassıada’da infazı son bulmuştur. Daha çok siyasal ve ekonomik liberalizm taraftarlarınca desteklenen DP ve Menderes, iktidarları döneminde siyaseti seçkinlerin ilgi
alanından çıkararak geniş halk kitlelerinin katılımına açmış; Türkiye’de bürokratik–
baskıcı devlet geleneğinin yumuşamasına kaynaklık etmiştir. Pek çok alanda giriştiği
reformlarla siyasal ve ekonomik yapıyı dönüştürürken, ulusal ticaret burjuvazisinin
doğmasına yol açmıştır. Menderes ve arkadaşları liderliğindeki DP, Cumhuriyetin
ilanıyla gelen Tek Parti Dönemi’nin otokratik, baskıcı ve elit yönetim sistemini, halk
kitlelerine açık ve liberal bir tarzda dönüştürmüştür (Yücel, 2001: 242–243).
DP iktidarı ile fikir ve uyanma akımı devletten millete doğru olmaktan çıkmış;
milletten devlete doğru, milletin kendisini idare edeceği bir yapıya evirilmiştir. Bu
minvalde kurulan ve on yıl boyunca iktidarda kalan ve Türk siyasi tarihinde önemli
bir kırılma noktasının kapısını aralayan DP, devlet yönetimini tabana yayarak, aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir yapıya dönüştürmüş; siyasal katılımı teşvik ederek
siyasaların belirlenmesinde geniş kamuoyu desteğini yanına almıştır. 1946’da
CHP’den ayrılan bir grup milletvekili tarafından kurulun DP, Tek Parti döneminin ve
özellikle “Milli Şef” döneminin eleştirisini (Durç, 2010) temel politik eksen olarak
belirlemiş ve kısa bir zaman içinde yönetimden hoşnut olmayan kesimlerden destek
görmüştür. 1950’de barışçıl yollarla ve müdahale olmaksızın DP’nin iktidar olması,
dönemin koşulları açısından gelişmekte olan ülkeler içinde benzersiz bir deneyim
olduğundan, “kansız” veya “beyaz” ihtilal olarak tarif edilmektedir (İnan, 2007:
117).
27 Mayıs 1960’ta Menderes ve DP için yolun sonu görünmüştür. “TSK’nın hiyerarşik yapısının dışından yapılan ilk ve son başarılı askeri müdahale” (Ahmad,
1994: 147) ile ordu güçleri yönetime el koyarken ve DP iktidarına son verilirken,
Menderes idam sehpasına çıkarılmıştır. 27 Mayıs askeri müdahalesi ile Türkiye’de
yeşermeye başlayan sivil ve demokratik irade sekteye uğrarken, Menderes ve arka-
31
daşlarının DP ile Türkiye’yi daha ileri bir seviyeye ve konuma yükseltme girişimleri
askeri müdahale yoluyla engellenmeye çalışılmıştır.
Bu arada İran’da Komünist Tudeh Partisi’nden destek alan Ulusal Cephe’nin
Musaddık liderliğinde iktidara gelişi Türk–İran ilişkilerini geçici bir süre kriz ortamına sokarken, Türkiye açısından İran’da bir kaos ortamının yaşanabileceği algısını
oluşturmuştur (Sancaktar, 2011: 58–59). İran milliyetçiliğinin ve bunun dış politikada yansıması olan tam tarafsızlık siyasetinin İran’da hâkim olmaya başlaması, öte
yandan Sovyet yanlısı Tudeh Partisi’nin güç kazanması ve aynı dönemde Türkiye’nin Batı Blok’u içinde sağlam bir yer edinmeye ve aktif bir rol almaya çalışması,
bu dönemde Türk–İran ilişkilerinde gerginliklerin yaşanmasına yol açmıştır. Bu dönem, Türk–İran ilişkilerinin kopma noktasına geldiği bir evre olmuştur. İran’da Musaddık’ın petrolü millileştirme girişimlerine karşı Birleşik Krallık tarafından uygulanan ambargoya Türkiye destek verirken, İran’a Batı tarafından yapılması düşünülen
siyasi müdahalelere üstü örtülü yeşil ışık yakmıştır. İran petrollerinin millileştirilmesi
konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıkta Türkiye’nin açığa vurulmuş bir görüşü olmamakla birlikte, doğal zenginliklerini kullanmada İran’ın asıl istifadeye hakkı olduğu
ifade edilmiştir (Gürün, 1983: 347).) Buna karşılık Musaddık yönetimi de Türkiye’yi
emperyalizme maşalık yapmakla suçlarken, Türkiye’ye karşı genelde bir şüphe içinde olmuştur. Musaddık’ın devrilmesini ve Şah’ın tekrar İran’a dönmesini müteakip
Celal Bayar, “menfi kuvvetleri yıkmak” suretiyle kazandığı başarıdan dolayı Şah’ı
tebrik ederken, Şah 29 Ekim’de resmigeçit törenine katılan Türk sporculara, “Türk
ve İran milletleri arasındaki dostluk babadan bana intikal eden bir mirastır. Bu dostluk ebediyen payidar kalacaktır” mesajı vermiştir (Çetinsaya, 2001: 138–140).
Menderes ve Musaddık dönemlerine rastgelen 1951–53 yılları, Türkiye–İran
ilişkilerinin krize girdiği döneme işaret etmektedir. İran’a yapılan İngiliz–ABD operasyonuna destek veren Türkiye, İran tarafından “emperyalizmin maşası” olarak nitelenmiştir (Oran, 2004: 649–650). Demokrat Parti iktidarlarınca belirlenen bu dönemdeki Türk dış politikası, Sovyet istekleri ve tehditleri karşısında Batı’yla sıkı ittifak
ilişkileri kurmayı ve Avrupa Konseyi, NATO ve Balkan Paktı gibi Batılı kurum ve
kuruluşlara katılmayı hedeflerken, NATO ile imzalanan Atlantik Anlaşması, Türkiye
açısından bir ulusal politika olmuştur. Bu dönemde itibar görmeye başlayan “Bağlantısızlık” politikası ise Türkiye tarafından pek de muteber görülmezken, Batı’yla iliş-
32
kiler Türkiye açısından ulusal çıkarların gerçekleşmesinde en iyi yol olarak görülmüştür (Gönlübol ve diğerleri, 1996: 311–313).
1.2.4. 1979 Devrimi ve 12 Eylül İhtilali Dönemleri
Türk–İran ilişkileri açısından bir kırılma noktası oluşturan ve iki ülke ilişkilerinin genel tarihi seyri içinde yeni bir dönem olarak yorumlanabilecek gelişmeler, iki
ülkede eş zamanlı gerçekleşen iki darbe teşebbüsü ve izleyen zamanda bu ülkelerin
siyasi, idari, iktisadi ve hukuki sistemlerinde yaşanan değişim ve dönüşümlerdir.
Türkiye ve İran açısından bu dönem, devletlerin siyasal yönden model değiştirdiği,
ülke içinde yaşanan kriz ve buhran ikliminin son bulup, siyasi ve ideolojik taleplerin
daha çok siyasal ve hukuki kanallarla aktarılmaya başladığı bir evreye işaret etmektedir. Her iki ülkede de darbe ve ihtilal girişimlerinin yaşandığı bu dönem, Türkiye
ve İran açısından ortak özellikler taşımakla birlikte, bazı yönlerden farklılıklar arz
etmektedir. Modern dönem Türk–İran ilişkilerinde olduğu gibi, darbe girişimleriyle
başlayan bu evrede de Türkiye–İran işbirliğinin nasıl gerçekleştirilebileceğine yönelik tarihsel veriler sunmaktadır.
Bu evrede ilk olarak İran’da yaşanan devrim ele alındığında; İran Devrimi ve
Devrimin kurucu aklı Humeyni hakkında çok şey söylenebilir; fakat çalışmanın kapsamı açısından burada bazı noktalara temasla yetinilecektir. 1979’da gerçekleştirilen
Devrim, İran’da yıllarca sürüp gitmekte olan pek çok sorunun yol açtığı, toplumun
hemen hemen her kesiminden, bizatihi de bağımsızlık yanlılarının ve Şah ile Batı
karşıtı kesimlerin örgütlenmesiyle oluşan toplumsal ve sosyal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. 1979 Devrimi’nin hedefi, Şahlık rejiminin ve monarşinin yıkılması ve
İran’ın her alanda egemenliğinin ve bağımsızlığının geri alınmasıdır. Devrim ile birlikte dış politikasında Batı’yla ilişkilerini tekrardan gözden geçiren İran, Devrim sonrasında uluslararası ilişkilerde bağlantısızlık yanlısı bir siyaset izlemeye başlamıştır.
Devrimin davet ve tebliğ yöntemiyle diğer ülkelere ihraç edilmesi ve tüm dünyada
İslami bir düzenin kurulması fikri ve ideali Devrim sonrası İran dış politikasının başlıca unsurları arasında yer alırken, Şia İslam felsefesini takip etmek, dış politikayı
dini esaslara ve ideolojik yaklaşımlara göre belirlemek, ezilenlerin ve sömürülenlerin
koruyucusu olmak, tüm dünyanın İslamileştirilmesi uğrunda çalışmak ve bu uğurda
mütemadiyen mücadele vermek, Devrim sonrası İran dış politikasında hâkim vizyonlar olmuştur.
33
Devrimin kurucu aklı olarak mücadelesini Müslümanlar arasında gittikçe yayılan seküler anlayış karşıtlığı ve Şii din adamları arasında bir birliğin olmaması eleştirisi üzerine dayandıran Humeyni, bu karşıtlığa İslami Hükümet Risalesi ile cevap
verirken, mücadelesinin ikinci alanını oluşturan birlik meselesine velâyet–i fakih
teorisi ile cevap vermiştir. Musaddık dönemi olayları ve Beyaz Devrim gibi İran siyasi tarihinde bazı olaylarda etkili ve aktör olan Humeyni, savaşımını, genellikle Şah
karşıtlığı, seküler akımlara karşı koyma ve din adamları arasında işbirliğini sağlama
üzerine vermiştir. 1964 yılına gelindiğinde iktidara muhalifliği dolayısıyla tutuklanmış ve 1979’a kadar ülke dışında sürgünde kalmıştır. 1 Şubat 1979’da ise İran’a dönen Humeyni, İran Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Devrim’den sonraki on yıl boyunca
İran’da Rehberlik ve İmamlık görevlerini sürdüren Humeyni, 3 Haziran 1989’da
İran’da vefat etmiştir (Taflıoğlu, 2010: 95–104, 115–138). Bu noktada altı çizilebilecek bir husus, bir ülkenin nasıl inşa edildiği o ülkenin yaşadığı darbe, devrim, ihtilal
gibi siyasi deneyimler göz ardı edilerek anlaşılamaması, politik tecrübeler ve siyasi
eylemler de eylemi gerçekleştiren kurucu akıllar ve süreçte rol oynayan önemli aktörler dikkate alınmadan idrak edilememesidir. Bu noktada modern İran siyasi tarihinde 1979 Devrimi’nin yeri ne kadar kritik ise, bu Devrim’i gerçekleştirenler ve
temelde Devrim’in kurucu aklı Humeyni’nin konumu da oldukça hayati bir noktada
bulunmaktadır.
Devrime giden süreçte, 9 Ocak 1979 tarihinde Azhari hükümetinin yerine Şahpur Bahtiyar hükümeti işbaşına geçti. 12 Ocak’ta Humeyni, Devrim Konseyi’nin
kurulduğunu açıkladı. 16 Ocak’ta Şah İran’ı terk etti. 1 Şubat’ta Humeyni İran’a
döndü ve büyük bir halk gösterisiyle karşılandı. 6 Şubat’ta Mehdi Bazargan Humeyni tarafından geçici olarak Başbakanlık görevine getirildi. 11 Şubat’ta Humeyni yayınladığı bir bildiriyle askeri devletin geçersiz olduğunu ilan etti. Ordu’nun halk safına katılmasıyla Bahtiyar düştü ve Devrim zafere ulaştı. 30–31 Mart’ta İran ilk gerçek referandumuna gitti ve % 98,5 oran ile halk, şahlık rejiminin sonunu getirdi (İİC,
200: 13).
1978 Ocak ayında hükümetin Humeyni karşıtı açıklamalar yapması ve bunun
üzerine halk kitlelerinin tepkilerini ortaya koymaları ile başladı. Halk gösterilerine
karşın hükümet bazı reform çabalarında bulunmasına rağmen yeterli olamadı. 16
Ocak’ta Şah’ın (tatil gerekçesiyle) İran’dan ayrılması, 1 Şubat’ta ise Humeyni’nin
34
Paris’ten İran’a dönmesiyle Pehlevi Hanedanlığını ve monarşiyi sona erdiren Devrim
gerçekleşmiştir. 1979 Mart’ında İran İslam Cumhuriyeti (İİC) kuruluşu ilan edilirken, 15 Kasım 1979 (24 Âbanmah 1358) tarihinde de yeni anayasa (Bk. Hatemi,
1980) kabul edilerek, imamet düşüncesinde köklü bir reform anlamına gelen Velayet–i Fakih sisteminin yorumu yapıldı. 1983’e kadar Devrim yanlısı gruplar arasındaki görüş ayrılıkları devam ederken, Humeyni yanlısı gruplar üstünlüğü zamanla ele
aldığından, diğer muhalif oluşumlar gittikçe bastırıldı (Arı, 2005: 526–549).
Humeyni, İran Devrimi’ni bir ütopik İslam imparatorluğu inşa etmenin ilk
adımı ve mükemmeliyet, sonsuz onur ve güzellik olarak görmüştür. Müslümanların
artık ayağa kalkmaları ve süper güçlerin propagandalarından korkmamaları gerektiğini ifade eden Humeyni, Müslümanların işbirliği yapması halinde yeryüzünün en
güçlüleri olacağını öne sürmüştür (Rubin, 2006). Şahin’e göre İran Devrimi, oluşu
itibariyle “devrim” olmasına rağmen son yıllarda da müşahede edildiği üzere “darbe”
olarak tanımlanabilir. Zira Devrim, başlangıçta radikaller, solcular, liberaller ve kadınlar gibi toplumun hemen hemen her kesiminden destek alırken, ilerleyen zamanlarda belli bir grubun, bir başka ifadeyle, muhafazakârların eline geçtiği görülmektedir (Şahin, 2013). Bu noktada geniş halk kitlelerinin desteğini alan İran Devrimi’nin
daha sonra devletçi–seçkinci bir grup tarafından bir karşı devrim hareketiyle şekillendirilmeye çalışıldığını söylemek ve Devrim’in kurucu aklı Humeyni’nin Devrimin
ideali dışına çıkarılmak istendiğini ifade etmek yanlış olmayabilir.
İran Devrimi, –Türkiye’nin temel ilgi alanları olan– ABD, Batı ve modernizm
karşıtı bir hareket olmasına rağmen Türkiye, barış içinde bir arada yaşama (peaceful
coexistence) politikası ve iradesi gösterebilmiştir. İran ise içinde bulunduğu bunalımlı durum ve (Irak ile) savaş hali nedeniyle Türkiye’ye yönelik pragmatik bir tutum
izlemiştir (Gundogan, 2003: 10). İran Devrimi’nin gerçekleştiği zaman dilimi, Türkiye’nin çok ciddi siyasi ve ekonomik problemler içinde bulunduğu bir dönemdir.
Gerek Türkiye içindeki kargaşa durumu gerekse ABD ambargosunun yol açtığı ekonomik sorunlara bir de sınır komşusu İran’dan gelen Devrim’in yol açtığı endişeler
eklenince Türkiye bütün bu sorunlara bir çözüm bulmak adına Batı ve hassaten ABD
ile işbirliğine yönelmiştir. Türkiye’de 12 Eylül Darbesi’ni hazırlayan koşullar içinde
bu noktada İran Devrimi önemli bir rol üstlenmiştir. Zira laik–olmayan Orta Doğu
karşısında laik Batı’nın desteği Türkiye için daha faydalı görülmüş; ABD ile işbirliği
35
Türkiye açısından içinde bulunduğu kötü durumdan çıkmak için bir ümit kaynağı
olmuştur (TBMM, 2012 I. Cilt: 667–668).
1970 ve 80’li yıllarda Türkiye, siyasal istikrarsızlığın getirdiği ekonomik istikrarsızlıkla ve çok büyük sosyal ve toplumsal sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmıştır
(Tutar, 2006:147–148). 1970 ila 80 arasındaki bunalımlar ve karmaşa, büyük maliyetlere yol açan bir darbeyle sonuçlanırken, Türkiye açısından yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Türkiye açısından 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin mirası ve sonucu olarak değerlendirilen bu kriz döneminde askeri bir darbeyle durdurulmaya çalışılan sivil irade, hem 1960–80 arası dönemde büyük çatışma ve bunalımlara kapı aralamış hem de benzer bir başka askeri müdahalenin zeminini hazırlamıştır. 27 Mayıs,
sonuçları ve ilan ettiği anayasal sistemiyle, yine askeri rejimlerin hâkim olduğu 12
Mart ve 12 Eylül Türkiye askeri ihtilallerine giden yolu açmıştır. Feroz Ahmad’a
göre, sürüp gitmekte olan siyasi şiddet ve kan, darbeci generalleri müdahaleyi düşünmeye sevk etmemiştir. Eğer öyle olsaydı, daha önce müdahale edebilirlerdi ve
etmeleri de gerekirdi. Bu açıdan bakıldığında, generallerin müdahalesinin asıl nedeni, İran Devrimi’nden sonra Batı için bir anda stratejik önemini artıran “Türkiye’nin
istikrarı ile ilgili kaygı ve tazyik durumlarıydı” (Ahmad, 1994: 355).
TSK’nın 12 Eylül’de olduğu gibi yönetime zaman zaman müdahale etmesinin
altında bazı nedenler yatmakta ve müdahale gerekçeleri açıklanırken de bazı analizler yapılmaktadır. Örs’ün analizine göre, Türkiye’de askeri yapının özellikleri müdahalelerde etkili olmakla birlikte, siyasal kültür, siyasal yönetimin başarısızlıkları ve
ekonomik bozulma, meşruiyet yitimi gibi çevresel faktörler de müdahalelerde önemli
unsurlardır. Türkiye’de Ordu’yu müdahaleye sevk eden ve kolaylaştıran faktörler,
genellikle siyasal yönetimin başarısızlığı ve ekonomik kötüye gidiştir (Örs, 1996:
31–71, 148–174).
12 Eylül gerçekleştikten sonra yönetimi ele alan TSK, kendisine yöneltilen
tepkiler dolayısıyla yönetimin kısa bir süre içinde sivillere devredileceği ve yeni bir
anayasanın hazırlanacağını beyan etmiştir. Yapılan çalışmalar sonrasında hazırlanan
Anayasa, Kurucu Meclis tarafından onaylanmış ve yapılan halk oylamasıyla da büyük bir çoğunlukla kabul görmüştür. Darbe sonrasında ilk seçimler, 6 Kasım 1983’te
yapılmış ve yeni Meclis 24 Kasım 1983’te toplanmıştır. 6 Aralık 1983’e gelindiğinde
askeri rejim sona ererken, Turgut Özal’ın başbakanlığa gelmesiyle Türkiye’de yöne-
36
tim tekrardan sivil iradenin eline geçmiştir (Öcal, 2009: 9–10).
12 Eylül 1980 darbesi sonucunda, “650.000 kişi gözaltına alınmış, 1 milyon
683 bin kişi fişlenmiştir. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılanmış,7 bin kişi
için idam cezası istenmiştir. 517 kişiye ise idam cezası verilmiş, haklarında idam
cezası verilenlerden 50’si asılmıştır. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden ve 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılanmış, 388 bin kişiye
pasaport verilmemiş, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten ve 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılmıştır. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelenmiştir. 23 bin 677 derneğin
faaliyeti durdurulmuştur. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirmiştir
(TBMM, 2012 I. Cilt: XIV–XV).
1979 İran Devrimi sonrasında Türkiye, olası bir Sovyet müdahalesi ya da
İran’da iktidarın komünistlerin eline geçmesi ihtimalini göz önünde bulundurmuş ve
bu durumu, güvenliğine yöneltilen bir tehdit ve çıkar meselesi olarak algılamıştır.
Bununla birlikte Türk hükümeti, İran’daki çatışma ve iç karışıklık durumunu ve tarafsızlığını muhafaza etmeye çalışmıştır. Devrim esnasında Şah’a açık bir destek
vermekten kaçınan Türkiye, 13 Şubat 1979’da devrimin başarıya ulaştığı açıklanır
açıklanmaz yeni İran hükümetini meşru hükümet olarak hemen tanımış ve İran’la
ilişkilerini yeni dönemde daha ileri bir seviyeye taşıma niyetini açıkça beyan etmiştir. İran Devrim’i Türk–İran ilişkilerini daha çok olumlu yönde etkilerken iki ülkenin
bu süreçte takip ettikleri pragmatik politikaları iki ülke arasındaki ideolojik problemlerin barışçıl bir zeminde çözülmesine yardımcı olmuştur (Gundogan, 2003: 2, 10).
Bu süreçte Türkiye’nin izlemiş olduğu denge siyaseti, iki ülkenin siyasi, hukuki, ticari ve sosyal meselelerinde görülebileceği gibi, İran ve Türkiye’nin ortak muhatap oldukları devletlere yönelik dış politikalarında da kendini göstermiştir. Türkiye
ve İran, diğer üçüncü taraflarla münasebetlerinde birbirleri için güvenlik kaygıları
oluşturacak konularda genellikle temkinli davranma yoluna gitmişlerdir. İran Devrimi döneminde Amerikan elçiliğinin işgal edilmesi üzerine Türkiye İran’a kınamada
bulunurken bu olay nedeniyle Amerikalıların İncirlik Üssü’nü kullanma taleplerini
reddetmesi, bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Şah döneminde işbirliğinin hâkim olduğu ve CENTO ve RCD ile kurumsallaşan Türk–İran ilişkileri, İran Devrimi’nin İran’ı aynı zamanda Türkiye’nin müttefiki
37
olan Batı karşısında bir devlet haline getirmesine rağmen İran’ın Sovyet nüfuz alanına girme tehlikesinin önüne geçmek isteyen Türkiye’nin gayretleri ile Devrim sonrasında daha da iyileşme göstermiştir (Hale, 2003: 180). Bu bağlamda Türkiye, Tahran’da ABD elçiliği çalışanlarının rehin alınması üzerine 1980’de ABD tarafından
İran’a uygulanmak istenen ambargoya katılmamış ve İran’a karşı düzenlenecek muhtemel bir askeri operasyonda üslerini kullandırmayacağını açıklamıştır. 12 Eylül rejiminin İran’a olumsuz yaklaşması ve ilişkileri zayıflatması beklenirken, iki ülkenin
stratejik ve ticari çıkarları, aralarındaki ilişkileri eskisinden daha olgun ve ileri düzeye taşımıştır. İran Devrimi’ni müteakip patlak veren İran–Irak Savaşı’nda tarafsız bir
tutum sergileyen Türkiye, İran’la ticari ilişkilerini petrol karşılığında ihracat öngören
anlaşmalarıyla daha öteye götürmüştür (Çetinsaya, 2001: 150–151). İran ve Irak ile
yakın ilişkileri bulunan ve Savaş’ta tarafsız bir siyaset izlemeye çalışan Türkiye, bazı
arabuluculuk girişimlerinde ve Savaş’ı sona erdirmek için İİT ve Arap Birliği gibi
hükümetlerarası kuruluşlar nezdinde teşebbüslerde bulunmuştur. İİT’nın Savaş’ı sona erdirmek üzere bir araya geldiği Taif Zirvesi’nde oluşturulan Aracılık Komitesi’nde Türkiye yer aldığı gibi Arap Birliği’nin ricasıyla dönemin Başbakanı Bülent
Ulusu, Savaş’a son verilmesine yönelik bazı aracılık girişimlerinde bulunmuştur
(Gönlübol ve diğerleri, 1996: 607).
Devrimi takip eden dönemde Türkiye, İran’dan kendisine yönelik devrim ihracı
(Büyükelçi Hosseinpour’a göre “Devrim bir ürün değildir ki ihraç edilsin; inkılâp
bir fikirdir, örnek alınabilir. Bunlar propagandadır” (TRT, 07.02.2012)), PKK’yı ve
terörizmi ve radikal İslamcıları desteklemesi ve Türkiye içinde düzenlenen kimi suikastlarda parmağının olduğu kuşkusu dolayısıyla bir tehdit algılaması içinde bulunurken, 1980–90 döneminde iki ülke ilişkilerinin tansiyonu yükselmiştir. İran–Irak
savaşına rastlayan dönemde Türkiye tarafsızlığını korumaya çalışırken, İran’la ekonomik partnerliğini güçlendirmeye özen göstermiştir. Devrim sonrası iki ülke ilişkileri ekonomik ilişki ve bağların diğer siyasi sorunları gölgede bıraktığı bir dönem
olmuştur (Karacasulu ve Karakır, 2011: 111–112).
Türkiye, İran Devrimi’ne rağmen İran’la ilişkilerini devam ettirmeye özen göstermiştir. Bu durumun ortaya çıkışında iki ülke ticaretinin etkisi ağırlıkta olurken, 12
Eylül’deki Askeri Darbe sonrası Türkiye’nin ekonomi politikası olarak liberal modeli
takip etmesi ve bu modelin de bir sermaye birikimine gereksinim duyması etkili ol-
38
muştur. Bu noktada Türkiye’nin sermaye birikimi ile ilgili endişeleri, Türkiye’yi
İran’la iyi geçinmeye sevk etmiştir. Türkiye’nin İran’dan ticari ve ekonomik bağlar
dolayısıyla ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi ihtiyacı 1980’ler sonrası Türk–İran
ilişkilerinde belirleyici olmuştur (Olson, 2005: 12).
Sonuç olarak yukarıdaki ele alınan Menderes–Musaddık ve darbe dönemleri
kısaca mukayese edildiğinde, iki ülkenin de Amerika ve Batı ile ilişkilerinin birbirleriyle ilişkilerinin seviye ve niteliğini belirlediği gözlenmiştir. Buna göre Türkiye–
ABD ilişkisinin güçlü olduğu zamanlarda Türkiye–İran ilişkileri gergin dönemler
yaşamış; İran–Batı/ABD yakınlaşmasının gerçekleştiği dönemlerde ise İran ile Türkiye ilişkileri zaman zaman çıkmaza girmiştir. Bu bağlamda, Türk–İran ilişkileri
genellikle üçüncü tarafların ya da bölgede meydana gelen gelişmelerin etkisi altında
kalmıştır. Her iki dönemde de değişmeyen olgu iki ülkenin de kendi içlerinde yaşanan siyasi kriz dönemlerinde birbirlerine karşı temkinli bir siyaset yürütmesi ve krizden çıkış dönemlerinde ise birbirlerine destekte bulunmaları olmuştur.
1.2.5. Soğuk Savaş Sonrası Dönem
Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye ile İran arasında işbirliği adımlarını tarihsel temellerde aramak adına önemli olduğu düşünülen önemli bir gelişme, ihtilal
sonrasında Turgut Özal ile başlayan dönemde Türkiye’nin yeni bir aşamaya girmesiyle yaşanmıştır. Bu döneme hâkim özellik, siyasette demokratik değerlerin üstünlüğü, ekonomide ise liberal ideallerin belirleyiciliğidir. Özal, dış politikada mevcut
geleneksel kalıpların Türkiye için artık yetersiz olduğunu düşünmüş ve dış politikada
daha hareketli, risk ve inisiyatif alabilen bir politika takip edilmesi gerektiğine olan
inancını her zaman tekrarlamıştır (Çalış, 2001: 147–148). Özal’a göre bu aktif dış
politikanın amacı Bosna’dan Azerbaycan’a ve Orta Asya’ya kadar Türkiye’yi bir
şekilde alakadar eden devletlerle daha yakından ilişkiler tesis etmek, onlara her şekilde yardımda bulunmak ve liderlik yapmaktır.
İkinci olarak Soğuk Savaş sonrası dönemde Türk–İran ilişkilerinde yaşanan bir
diğer gelişme İran–Irak savaşıdır. Türkiye bu savaşın başından sonuna kadar “aktif
tarafsızlık” politikası izlemiştir. Türkiye’nin bu politikası bir ara Türkiye’nin aracılığını gündeme getirmiş olsa da, savaşan tarafların tutumları buna izin vermemiştir.
1987 Temmuz’unda İran ile Irak arasında kesilen ilişkiler, Türkiye’nin Tahran ve
39
Bağdat büyükelçilikleri üzerinden sürdürülmeye çalışılmıştır (Armaoğlu, 2005: 875).
Soğuk Savaş sonrası evrede Özal ve Hatemi dönemi, her iki ülkenin dışa açılması, uluslararası ilişkiler sisteminin bir parçası haline gelmesi ve ilişkilerde normalleşme sürecine girilerek, gerginlikleri bir kenara bırakması sürecine işaret etmektedir.
Özal ve Hatemi, birbirine yakın kişilik ve karakteristik özelliklere sahip olmakla birlikte, aynı çizgideki fikirler ve dünya görüşleriyle iktidarlarında ülkeleri için büyük
dönüşümlere imza atmış devlet adamlarıdır. Her iki lider de ülkelerinin büyük buhran dönemlerinden sonra rahat bir nefes almalarını sağlarken, gerek ikili gerekse
üçüncü taraflarla ilişkileri geliştirmeyi ve canlandırmayı hedeflemişlerdir. Hatemi ile
İran dış politikasına ve Türk–İran ilişkilerine yeni bir soluk gelmiştir. Hatemi dönemine kadar “Büyük Şeytan” olarak nitelenen Amerikan halkı “Büyük Halk” olarak
görülmeye başlanmıştır. Hatemi döneminde İran’ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı
üzerine kurulu dış politika anlayışı yaşamsal olarak kabul edilmiş, karşılıklı saygı ve
güven içinde devletlerarası ilişkilerin geliştirilmesi amaç edinilmiştir. Bu dönemde
dünyadaki bütün Müslüman halklara sahip çıkılmaya çalışılmış ve İran Hatemi döneminde yeniden uluslararası sistemin bir parçası haline getirilerek ilişkiler normalleştirilmeye çalışılmıştır (Durmuş, 2005).
Soğuk–Savaş sonrası dönemde Türkiye–İran ilişkilerinde belirleyici olan gelişmeler belli başlı başlıklar altında değerlendirildiğinde; Sovyetlerin dağılışından
sonra yeni kurulan ülkelerle (Ermenistan, Azerbaycan) Türkiye ve İran sınırdaş ülkeler haline gelmiştir. Bu dönemde, Ermeni–Azeri sorunu vuku bulmuş ve Ermenistan,
Dağlık Karabağ özerk bölgesi ile Azerbaycan’ın bir bölümünü işgal etmiştir. Bu durum Türkiye ve İran’ı dış politikada zorlu süreçlere sokmuştur. Saddam yönetimindeki Irak’ın izlediği sertlik yanlısı politikalara bir de Kuveyt’in işgali eklenince, İran
ve Türkiye dâhil olmak üzere tüm bölge ülkelerinin stratejileri derinden sarsılmıştır.
1992–2001 dönemlerinde Balkanlar’da meydana gelen olaylar ve savaşlarda (Bosna–
Hersek gibi) iki ülkenin zaman zaman müdahalesi gözlenmiştir. Yine bu dönemde
İsrail–Filistin arasındaki Orta Doğu Barış Süreci, bu ülkelerin politikalarında belirleyici etmen olmuştur. 11 Eylül saldırılarını takiben meydana gelen Afganistan ve Irak
savaşları, İsrail’in Lübnan’a müdahalesi, İran’a uygulanan uluslararası ambargolar,
nükleer kriz, uluslararası terörizm, Kürt sorunu, enerji ve enerji güvenliği gibi meseleler, Soğuk Savaş sonrası Türk–İran ilişkilerinde hâkim ögeler olmuştur (Gündoğan,
40
2010: 395–399).
Soğuk Savaş sonrasında Türk–İran ilişkilerinin genellikle “ideoloji” ve “güvenlik kaygıları çerçevesinde seyrettiği görülmüştür. 1980’ler ve 90’lar boyunca görülen
bölgesel ve küresel gelişmeler iki ülke arasındaki ilişkilerin olumsuz seyrine katkıda
bulunmuştur. 90’ların sonuna gelindiğinde Türkiye ile İran arasında diplomatik ilişkiler kopma noktasına gelirken, iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler de
durma noktasına gelmiştir. Bununla birlikte Hatemi’nin ve İsmail Cem’in gayretleri
sonucunda iki ülke arasındaki ilişkiler büyük ölçüde onarılmıştır. Cumhurbaşkanı
Sezer’in 2002’de İran’a yaptığı ziyaret ise Türk–İran ilişkileri açısından bir dönüm
noktası olmuş; Türkiye ile İran arasında pragmatik ilişki tarzının başlangıç noktasını
oluşturmuştur. Sezer’in İran ziyareti ile birlikte her iki taraf da diğerini olduğu gibi
kabullenmeye başlamış, “ideolojik” farklılıklar ikili ilişkiler üzerindeki belirleyici
etkisini kaybetmiştir. Bu dönemde Türkiye ve İran ideolojik farklılıklarını bir kenara
bırakılarak ikili ilişkilerin, özellikle de ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine
çalışılmıştır (Sinkaya, 2011: 22). Bu dönem, her iki ülkenin de ideoloji–devlet ilişkisi
ve gerilimini yoğun bir şekilde yaşadığı bir zaman dilimi olmuştur. İç siyasi durumu
belirleyen ideoloji–devlet ilişkisi, iki ülkenin dış politika yapımını da doğrudan etkilemiş; bu ülkelerin bölgesel politika ve ikili ilişkilerine yansımıştır. İkili ilişkilerde
dönemsel iniş–çıkışlar yaşanmasına sebep olan bu yansıma, yine iki ülkenin karşılıklı
ilişkisinde tarihi tecrübe birikimine dayalı rasyonel/pragmatik boyutun zamanla devreye girmesini önleyememiştir. Bundan dolayı, Türkiye–İran sınırı, Soğuk Savaş
sonrası dönemin geçiş sürecinde bölgenin en istikrarlı sınırı olma niteliğini sürdürmüştür (Davutoğlu, 2001: 430).
Sonuç olarak, Türk–İran ilişkilerinde devrim ihracı, laiklik, İslami yönetim sistemi inşa etme, Batı, Rusya Federasyonu ve Orta Doğu ile ilişkiler, Kürt meselesi,
terörist grupların desteklenmesi, sınır sorunları, uluslararası ambargo ve yaptırımların uygulanması, Filistin Sorunu, kapitalizm, emperyalizm, ABD ile ilişkiler, İsrail,
Türkî Cumhuriyetler, enerji, halk hareketleri gibi konular genelde gündemde yer
almıştır (Görçün, 2008). Bugün Türkiye ve İran’da bazı konularda dünyadaki yaklaşımların tersine pragmatik bir işbirliği sergilerken, bu işbirliği ilkesel olmaktan daha
çok dönemsel çıkar ilişkilerine göre belirlenmektedir. Taraflar, Kasr–ı Şirin Anlaşması’ndan bu yana aralarında çekişme ve kıyasıya bir rekabet yaşasalar da, genel
41
olarak birbirleriyle çatışmadan kaçınmaktadırlar (Çubukçu, 2013).
42
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE–İRAN İŞBİRLİĞİNİN DİNAMİKLERİ
Türkiye ve İran, sahip oldukları tarihsel, sosyal, kültürel, coğrafik ve ekonomik
dinamiklerle, Asya ve Avrupa kıtalarını içine alan Avrasya bölgesinde etkin ve lider
konumda bulunan iki ülkedir. Bu iki ülkenin taşıdığı coğrafik dinamikler, sahip oldukları ekonomik ve ticari potansiyeller, her iki ülkenin de yapısal olarak benzer
özelliklere sahip bulunmaları, buna ilave olarak bölgesel ve küresel bazı sorunların
karşısında müştereken muhatap durumda olmaları, Türkiye–İran işbirliği imkânlarını
artırıcı özelliktedir. Türkiye ve İran, kendi coğrafyalarında kurulmuş ve bölgede
egemen olmuş devletlerin hem coğrafik hem de tarihi olarak mirasçısı konumundadır. Bu bölümde, Türkiye–İran işbirliği fikrinin coğrafik, ekonomik ve yapısal gerekçeleri sunulmaya çalışılmıştır.
2.1. Coğrafyanın Taşıdığı Dinamik
İran’ın en önemli özelliklerinden birisinin, ülkeyi jeopolitik etkileşim alanı haline getiren bölgelere ve kıtalararası geçiş niteliğine sahip olması, Türkiye ile arasındaki benzerliklerin temelini oluşturmaktadır. Türkiye de İran gibi herhangi bir bölgeyle sınırlandırılabilecek veya tek bir jeopolitik bir havzaya indirgenebilecek bir
ülke değildir. İran ve Türkiye, Asya–Avrupa güney bağlantısının ana geçiş hattı üzerinde bulunurken, Avrasya anakıtasının kuzey–güney merkezi geçiş hattını oluşturan
Kafkaslarla doğrudan sınıra sahiptir. Avrasya kıtasının dört önemli iç denizi ve körfezinden ikisinin bağlantısı Türkiye (Karadeniz ve Akdeniz), diğer ikisinin bağlantısı
ise İran (Hazar ve Basra Körfezi) üzerinden sağlanmaktadır. Bu noktada Türkiye,
Afro–Avrasya anakıtasının kesişim alanında bulunan Orta Doğu bölgesinin Avrupa
bağlantısını, İran ise Asya bağlantısını oluşturmaktadır. Bu jeopolitik özellikler,
Anadolu–Türkiye coğrafyası ile İran’ı stratejik olarak birbirine bağımlı kılmıştır.
Tarih, bu karşılıklı bağımlılığın ilginç örneklerini sunmaktadır (Davutoğlu, 2001:
426–427).
Türkiye ve İran’ın sahip olduğu büyüklük, tarihsel geçmişleri, coğrafik konumları ve sahip oldukları kültürel zenginlik için her iki ülkenin işbirliğine yönelik imkân
ve ihtiyaçlar sunmaktadır. Jeopolitik olarak Türkiye ve İran, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden hatırlanan Avrasya coğrafi alanının iki büyük ülkesi durumunda-
43
dır. Bu coğrafi özellik iki ülkeyi Avrupa ve Asya kıtaları üzerinde güçlü kılarken, sahip oldukları potansiyellerini söz konusu kıtalar üzerindeki ülkelere hissettirebilmelerine fırsat vermektedir. Coğrafik olarak İran, Türkiye için Orta Asya’ya kara
yolu ulaşımı fırsatı sunarken, Türkiye ise İran için Avrupa’ya açılan bir kapı konumundadır. İran’ın Türkiye üzerinden sahip olduğu doğal kaynaklarını Avrupa pazarlarına ulaştırma şansı varken, Türkiye de İran üzerinden Orta Asya, Kafkasya ve Hazar Havzası ile çeşitli ticari ve ekonomik ilişkiler kurma dinamiklerine sahiptir (Tükel, 2009). İran, Türkiye’nin karadan komşuları içinde yüzölçümü ve nüfus bakımından en büyük komşu ülkesi olarak Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya ve Türkistan’a da aynı
anda komşu durumundadır. Hem Hazar’a hem de Körfez’e ve Hint Okyanusu’na
komşu olan tek ülkedir (Sarıkaya, 2012: 1). Sonuç olarak İran gibi Türkiye’nin de
sahip olduğu coğrafik ve jeopolitik özellikler göz önüne alındığında, iki ülkenin coğrafik özellikleri ve yer altı kaynaklarının zenginliğiyle etkileyici ve önemli bir konuma sahip olduğu söylenebilir. Bu ülkelerin dış politikasının belirlenmesinde ve uluslararası politik konumu açısından sahip oldukları coğrafik niteliklerin ağırlığı oldukça fazla olmakla birlikte coğrafik yapılarıyla sahip oldukları askeri, siyasi ve ekonomik hedefleri arasında büyük paralellikler bulunmaktadır. Türkiye ve İran’ın sahip
olduğu coğrafik konum risklerle dolu olduğu gibi iki ülke açısından tehditler ve fırsatlar da sunmaktadır.
2.2. Uzun Süreli Ticari ve Ekonomik İlişkiler
Türkiye ile İran ticari yönden birbirlerinin önemli partnerleridir. Zamansal iniş
ve çıkışlara ve rekabet ilişkilerine rağmen, aralarındaki ticari ve ekonomik bağların
hep devam ettiği izlenmektedir. Bu durum bir taraftan karşılıklı bağımlılık olgusunun
sonucu olarak gerçekleşirken diğer taraftan da Türk–İran ilişkilerinin belirli bir seviyede bulunmasına yardımcı olmaktadır. Bu durumun ortaya çıkışında Türkiye’nin
İran’a enerji yönünden bağımlı olması ve İran açısından Türkiye’nin, İran’ın ihracat
ve özelde AB ülkeleriyle ticareti yönden hayati bir konumda bulunması etkilidir.
Türk–İran ilişkilerinin arka planındaki itici güçlerden birisi de iki ülkenin sahip olduğu ekonomik kaynaklarıdır. Aşağıda da ele alındığı üzere iki ülke özellikle enerji
sektöründe büyük ticari potansiyele sahiplerdir. İran büyük bir petrol ve doğal gaz
ihracatçısı ülke iken Türkiye, bütünüyle petrol ve doğal gazda ithalata bağımlı bir
konumdadır. Buna ilave olarak İran’ın maruz kaldığı uluslararası yaptırımlar ve eko-
44
nomik izolasyon İran’ı, petrol–dışı ürünlerin yatırımı ve ticareti konusunda Türkiye’ye daha da yaklaştırmaktadır. Bu bağlamda İran/Batı mücadelesi, İran/Türkiye
ilişkilerini geliştiren bir faktör olmaktadır. Son yıllardaki ekonomik göstergeler, İran
ile Türkiye arasındaki ikili ticari ve ekonomik ilişkilerin, diplomatik ilişkilerin gelişimine paralel olarak gittikçe güçlendiğini göstermektedir. Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesinin altında Türkiye’nin Orta Doğu komşularıyla ticari
ilişkilerini geliştirme inisiyatifi ve buna paralel olarak icra edilen aktif dış politika ve
diplomasi yattığı düşünülmektedir. Ayrıca iki ülke arasında düzenlenen üst düzey
ziyaretlerle imzalanan ticaret anlaşmalarının da ikili ekonomik ilişkilerin gelişimine
katkısı yadsınamamaktadır. Bu çerçevede 1995 yılından 2012 Ocak ayına kadar imzalanan ikili ticari/ekonomik anlaşmaların sayısı on dörttür (Habibi, 2012: 4–5).
2.2.1. Dış Ticaret
Türkiye’nin, İran ile 1996 yılında 1 milyar dolar civarında olan dış ticaret hacmi, 2008 yılı itibarıyla 10 milyar doları aşmıştır. Türkiye aleyhinde seyreden dış ticaret dengesi, İran’dan doğal gaz ithalatı ile birlikte son yıllarda daha da artmış ve 2008
yılı itibarıyla 6 milyar doların üzerinde gerçekleşmiştir. 2009 yılında küresel piyasalarda yaşanan ekonomik krizin etkisiyle iki ülke ticaret hacminin yaklaşık 5,5 milyar
dolara gerilemekle birlikte kriz etkilerinin hızla atlatıldığı 2010 yılında hacim olarak
10,6 milyar dolar seviyesi aşılmıştır. 2011 yılında 16 milyar dolarlık dış ticaret hacmine ulaşılmasına rağmen iki ülke arasındaki dış ticaret dengesi Türkiye aleyhine
ilerlemiştir. 2012 yılında ise 2011 yılına göre Türkiye’nin İran’a ihracatı %176 oranında artış göstererek 9,9 milyar dolara ulaşmış, ithalat ise bir önceki yıla göre %3
oranında azalarak 11,9 milyar dolara düşmüştür (Ekonomi Bakanlığı, 2014). Türkiye
ile İran arasındaki dış ticarete ilişkin bazı göstergeler aşağıdaki tablolarda sunulmuştur.
Tablo 1: Türkiye–İran Yıllara Göre İthalat–İhracat Rakamları (milyon dolar)
2008
2009
2010
2011
2012
2013
İthalat 2.030
İhracat 8.200
2.025
3.406
3.044
7.645
3.590
12.462
9.922
11.965
4.193
10.383
Kaynak: Ekonomi Bakanlığı, 2014. www.ekonomi.gov.tr
2014
(Ocak–Ağu.)
2.078.948
6.803.570
45
Tablo 2: Türkiye–İran Dış Ticaret Hacmi ve Dengesi (milyon dolar)
TÜRKİYE–İRAN
(Ocak –Ağustos)
HACİM
2013
2014
10.357
8.883
DENGE
Hacim
2013
2014
Pay (%)
3,4
–4.093 –4.725
Kaynak: Ekonomi Bakanlığı, 2014. www.ekonomi.gov.tr
Bu tablolarda da görüleceği üzere, Türkiye’nin İran’a ihracatı yıllara göre artış
eğilimi gösterirken ithalatı dalgalı bir seyir izlemektedir. 2014 yılının Ocak–Ağustos
rakamlarına göre iki ülke ticaret hacmi 8 milyar dolar olarak gerçekleşirken, ithalat 2
milyar dolar ve ihracat ise 6 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin İran’a ihraç ürünleri arasında altın, altın kaplama gümüş ve adi metal, altın
kaplama döküntü ve artığı yer alırken, ithalatındaki başlıca ürünleri, taşkömürü katranı ve ham petrol ve doğal gaz oluşturmuştur.
2.2.2. Enerji Ticareti
İki ülke ticari ilişkilerinin önemli bir diğer boyutunu ise enerji oluşturmaktadır.
Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrol miktarını yaklaşık %20 azaltması ve doğal gaz
fiyatı konusunda tahkime başvurmasıyla son yıllarda iki ülke arasında hızla gelişen
dış ticaret hacminde önemli ölçüde bir düşüş ortaya çıkabilir (USGAM, 2012). 2011
yılında Türkiye’nin ham petrol ithalatının yaklaşık yarısı İran’dan karşılanmıştır.
Doğal gaz fiyatları konusunda geri adım atmayan İran’ın kendisine yönelik ABD
yaptırımları karşısında şimdiye kadar esnek ve nispeten bağımsız bir dış politika izlemeye çalışan Türkiye’nin enerji güvenliği konusundaki endişeleri tartışılmaktadır.
İran, 135 milyar varillik petrol rezerviyle dünya petrol rezervlerinin yüzde
12’sine sahiptir ve petrolde Suudi Arabistan’dan sonra dünyada ikinci sırada gelmektedir. Yaklaşık %15,4 oranında ise doğal gaz rezervine sahip olan İran, Rusya’dan
sonra ikinci sırada gelmektedir. İran’ın son yıllarda sanayisinde kullanılan petrolün
payı azalırken, doğal gazın payı artmış, ülkenin enerji ihtiyacının karşılanmasında
doğal gazın payı %63’e yükselmiştir. Dünya doğal gaz rezervlerinin %15.4’üne sahip olan İran’ın doğal gazı üretip dışarı ihraç edebilecek ciddi bir teknoloji ve pazar
ihtiyacı vardır. Bunun için İran ile Rusya arasından petrol–doğal gaz sahalarının
arama–çıkarma çalışmalarının birlikte yapılması, yeni rafinerilerin kurulması ve iletim hatlarına yatırımı öngören bir mutabakat anlaşması imzalanmıştır (Bayraç, 2009:
46
132–134)
Türkiye ile İran arasındaki doğal gaz ticareti 1995 yılında iki ülke arasında imzalanan satış mutabakatıyla başlamıştır. Bu mutabakatla iki ülke arasında bir doğal
gaz boru hattı inşa edilmesine karar verilmiştir. Bu mutabakat 8 Ağustos 1996 tarihinde “NIGC–İran ile Doğal gaz Alım ve Satım Antlaşması” olarak imzalanmış ve bu
antlaşma ile İran, Türkiye’ye yıllık 3 milyar metreküp doğal gaz vermeyi ve bu rakamı 2007 yılında 10 milyar metreküpe çıkarmayı taahhüt etmiştir. 13 Temmuz 2007
tarihinde imzalanan “Doğal gaz Mutabakatı” ile İran ve Türkmen doğal gazı Türkiye
üzerinden Avrupa’ya taşınacak ve İran, 14 trilyon metreküp rezerve sahip Güney
Pars bölgesindeki doğal gaz sahalarından üçünü “ihalesiz” olarak Türkiye’ye verecek
ve TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) bu sahalarda yatırım yaparak, sahaların gelişimine katkıda bulunacaktır. 17 Kasım 2008 Tarihli Doğal gaz Mutabakatı’yla ise Türkiye, daha önceki mutabakatta sözü geçen Güney Pars’ın üç fazında
yaklaşık 12 milyar dolarlık bir yatırım yapacak ve buradaki doğal gaz sahalarının
geliştirilmesine ortak olacaktır. Bu fazlardan çıkarılacak doğal gazın % 50’si Türkiye’de satılacak, kalan kısmı ise Türkiye rotası üzerinden Avrupa’ya ihraç edilecektir.
Türkmenistan doğal gazı ise böylece İran üzerinden Türkiye’ye taşınacaktır. (Ekinci,
2008: 3–4, 10).
Türkiye, pahalı olmasına rağmen doğal gaz ihtiyacının yaklaşık % 20’sini
İran’dan karşılaması ve Orta Asya ile ticaretinde İran köprüsünden geçmesi; aynı
şekilde İran’ın da Almanya gibi dış ticaretinde en önemli partnerlerinden birisinin
Türkiye olması ve İran’ın Avrupa ile ticaretinde Türkiye köprüsünden faydalanması,
ekonomik ve ticari ilişkiler temelinde Türkiye–İran ilişkilerini istikrarlı kılmakta ve
sağlam temellere oturtmaktadır. Bu çerçevede, ticari ve ekonomik bağlar dolayısıyla
iki ülke arasında bir karşılıklı bağımlılık olgusunun oluşması ise iki ülkeyi birbirine
yaklaştıran bir unsur durumundadır. Ayrıca Türkiye’nin İran doğal gazını Almanya’ya ulaştırmak adına petrol–doğal gaz boru hattı projelerine yönelik adımlar atması
(Enerji Günlüğü, 2013), güçlü bir ittifak zemininde işbirliği düşüncesinin Doğu ve
Batı dünyaları arasında güçlü bağlar tesis edeceği fikrini uyandırmaktadır.
Sonuç olarak, İran’ın, nükleer programı konusunda ABD ve AB ile yaşadığı ihtilaflar, İran’ın küresel enerji piyasalarında istediği yeri elde etmesini engellemektedir. İran, dünyada petrol üretiminde ve ihracatında dördüncü sıradadır. Doğal gazda
47
ispatlanmış rezervleri itibariyle Rusya’nın ardından ikinci sırada gelmektedir. Rusya’nın ardından Türkiye’nin ikinci doğal gaz tedarikçisi ülke ise İran’dır. Doğal gaz
tedarikinde tek başına Rusya’ya bağımlı kalmak istemeyen Türkiye, İran’la mevcut
doğal gaz anlaşmalarını daha ileri bir noktaya taşımak ve iyi ilişkileriyle İran’ı önemli bir kaynak ülke olarak değerlendirmek istemektedir. Ancak, Türk–İran işbirliğinin
önünde en önemli bir engel olarak ABD müdahalesi ve İran’a uygulanan uluslararası
yaptırımlar bulunmaktadır. İran’la ABD baskısı ve engellemelerine rağmen önemli
ikili ticari ilişkilere sahip Türkiye, kendi güvenliğine de doğrudan katkı sağlayacağını düşündüğü Nabucco projesine büyük önem verdiği gibi, İran’ın kaynak ülke olarak projeye dâhil edilmesi için de büyük çabalar sarf etmektedir (Koç, 2012: 171–
172).
2.2.3. Altın Ticareti
Doğal gaz gereksiniminin %16–20’sine yakın kısmını İran’dan karşılayan Türkiye, doğal gaz ödemesini Türk Lirası cinsinden yapması Halkbank aracılığıyla gerçekleşmiştir. İran ise gaz karşılığı elde ettiği Türk Lirasını uluslararası bankacılık
sistemine sokamadığı için Türkiye’den külçe altın satın almış ve bunu çeşitli yollarla
ülkeden çıkarabilmiştir. Türkiye’nin altın ihracatı 2012 yılında 2011 yılına kıyasla 10
kat artarak yaklaşık 12 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’nin İran’dan ithal ettiği petrolün ödeme vadesinin 30 gün olan normal standartlara nazaran, 60 gün olması ve
Türkiye’nin ödemeyi TL cinsinden yapması Türkiye için önemli bir avantaj olmuştur. Global finans sisteminin dışına itilen İran açısından Türkiye’nin İran’a altın ihracı Tahran’a mali bir destek sağlamıştır. Altın yaptırımı kararının 6 Şubat tarihinde
yürürlüğe girmesiyle bu süreç bir nevi sona ermiştir (Kırdar, 2013: 2).
2012 yılının Temmuz ayındaki bir açıklamasında TÜİK, İran’a petrol–doğal
gaz karşılığı olarak altın ödendiğine dair bir kaydın bulunmadığını açıklasa da, altın
ihracatı ham petrol ve doğal gaz bedelinin ödenmesi amacıyla yapılmış ve takas işlemi olarak değerlendirilerek ihracat işlemi olarak kaydedilmiştir. Nitekim 2012 yılının Mart ayından itibaren İran’a olan Türkiye’nin altın ihracatı önceki dönemlerle
kıyaslanamayacak ölçüde artış göstermiştir. Yine TÜİK verilerine göre altın ihracatı
2012’nin ilk altı ayında 5,4 milyar dolara ulaşmış, bunun 4,4 milyar dolarlık kısmı
İran’a gerçekleşmiştir. Bir önceki yılın aynı döneminde İran’a yönelik altın ihracatı
ise sadece 54 milyon dolar düzeyinde olmuştur. Dolayısıyla iki ülke arasında 2012
48
yılında ulaşılan 22 milyar dolarlık ticaret hacmine söz konusu altın ticareti katkı sağlamış; İran’la dış ticaret dengesi ciddi anlamda Türkiye lehine değişim göstermiştir.
Fakat İran’ın Türkiye’ye verdiği gaz karşılığındaki alacaklarını ABD yaptırımları
nedeniyle transfer edemediği için uygulanan bu geçici çözüm, ABD yaptırımlarının
kıymetli madenleri de kapsayacak şekilde genişletilme girişimleriyle işlemez hale
getirilmiştir (Sarıaslan, 2013: 77–78).
2.2.4. Sınır Ticareti
Türkiye’nin yasal olarak sınır ticaretine izin verdiği ülkelerden birisi de (Gürcistan ve Suriye ile birlikte) İran’dır. Türkiye ile İran, yasal olarak öngörülen alanlarda sınır ticaret merkezleri kurmayı ve sınır ticareti kapsamında ithalat ve ihracat
faaliyetleri yürütmeyi düzenleyici karar ve antlaşmalara imza atmışlardır. “Değer
Limiti” olarak adlandırılan bir uygulamayla Türkiye, sınır illerine komşu ülkeden bir
yılda toplam 100 milyon dolar ithalat hacmine sahiptir. Bu bağlamda, İran’a komşu
olan tüm iller Sınır Ticareti kapsamında bu ülkeden bir yılda sadece 100 milyon dolarlık ithalat yapabilmekte; bu miktar, İran ile sınırı bulunan dört il (Ağrı, Iğdır, Van
ve Hakkâri) nüfusları ve önceki yıllardaki dış ticaret performanslarına göre paylaştırılmaktadır. 2012 yılında İran’a komşu iller için ayrılan 100 milyon dolarlık miktarın
51 milyon doları Van iline, diğer 49 milyon doları ise Ağrı, Hakkâri ve Iğdır ‘a verilmiştir” (Görür, 2012).
Sonuç olarak İran, kendisine uygulanan tecridi ve yaptırımları dengeleme arayışında Türkiye’yi önemli bir ortak olarak görmektedir. İki ülke arasındaki ticaret
2000–2011 yılları arasında 16 kat artış kaydetmiştir. 2011 itibariyle Türkiye’de 2000
İran şirketi faaliyet yürütmektedir ki bu sayı 2002’ye göre altı kat artmıştır (Wagner
ve Cafiero, 2013). Bu çerçevede İran’daki çeşitli sanayi kollarının küresel ekonomiyle irtibat kurmada Türkiye’ye bağımlı olduğu düşünülebilir. Diğer taraftan da Orta
Doğu’da büyük bir siyasi kargaşa veya İran’a askeri bir saldırı düzenlenmesi, Türkiye’nin enerji ve ticaret çıkarlarına 1991 Körfez Savaşında olduğu gibi çok önemli
ölçülerde zararlar verme potansiyelini taşımaktadır.
2.3. Yapısal Benzerliklere Sahip Olunması
Türkiye ile İran’ın bazı yapısal özelliklere sahip bulunmaları, bölgede iki devletin müşterek bir işbirliği çabası sarf etmesine yardımcı olacak unsurlar arasında yer
49
almaktadır. Bugün uluslararası sistemde baskın konumda bulunan ABD ve Rusya
gibi devletler, kurucu unsurlarının ortaklaşa sahip oldukları yapısal özellikleri sayesinde kendi siyasal bütünleşmelerini sağlamayı başarmışlardır. Bu kapsamda amaçsal
ve çıkarsal olarak çok farklı çizgideki devletlerin ortak gayretleriyle bir bütünleşme
çabası göstermiş olan ABD, farklı ekonomik gelişmişlik düzeylerine sahip devletlerin bir federasyonu görünümünde olmasına rağmen siyasi birliğini gerçekleştirmiş
durumdadır. Rusya Federasyonu ise içinde yaşayan onlarca farklı etnik, dini ve dilsel
oluşumlara ve gruplara rağmen bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumasını
bilmiştir.
İki ülkenin birbirlerine yakın noktada bulundukları yapı benzerliklerine aşağıda
değinilmiştir. Bu tabloya göre Türkiye ve İran, demografik, dini, ekonomik ve siyasi
yönden aralarında çok fazla farklılığın bulunmadığı ve yapı benzerliklerine sahip iki
ülkedir. Demografik yönden benzeşmenin izleri sürüldüğünde ise her iki devletin de
içinde aynı kökenden gelen etnik grupların, aynı dini paylaşan insanların ve ortak
dillerin bulunduğu görülecektir. İki ülkenin de nüfusu ise hemen hemen birbirine
yakındır. Ayrıca Türkiye ve İran’ın nüfus büyüme, doğum ve ölüm, kentleşme ve
şehirleşme oranları, cinsiyet dağılımları, sağlık giderleri ve hastalık durumları gibi
demografik birçok veri de birbirine çok yakındır. Söz konusu bu etnik ve dilsel kategoriler her iki ülkede de mevcut ve aşağı yukarı aynı orandadır. Kısacası, bölgede
Türkiye ve İran öncülüğünde verilecek bir işbirliği çabasının gerçekleşmesi, aşağıda
da görüleceği üzere, iki ülkenin uluslararası kurumlara ortak üye olmaları, aralarında
tarihsel olarak köklü dilsel, etnik ve dini özelliklerinin bulunması ve sahip oldukları
ekonomik/ticari potansiyellerle oldukça mümkün görünmektedir.
Tablo 3: Türkiye–İran Yapı Benzerlikleri
Yapı Benzerlikleri
Benzerlik Verileri
Birleşmiş Milletler (UN), Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
(ECO), Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Uluslararası
Uluslararası Kurumlara Ortak Üyelik
Atom Enerji Ajansı (IAEA), Uluslararası Ekonomik
İşbirliği Bankası (IBRD), Uluslararası Sivil Havacılık
Teşkilatı (ICAO), Uluslararası Ticaret Odası (ICC),
Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi (ICRM),
Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), İslam Kalkınma
50
Bankası (IDB), İslam Konferansı Örgütü (ICO–OIC),
Uluslararası Finans Teşekkülü (IFC), Uluslararası Tarım
Gelişimi Fonu (IFAD)
Türkiye: Türkler (% 70–75), Kürtler (% 18), Araplar (%
2), Çerkezler, Boşnaklar, Arnavutlar, Çingeneler, Bulgarlar, Yunanlılar, Rumlar, Zazalar, Soraniler, Gürcüler,
Süryaniler;
Etnik, Dilsel ve Dini
Durum
Müslümanlar,
Hıristiyanlar,
Yahudiler;
Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Rumca; 80,694,485
(Temmuz 2013 tahmini)
İran: Azeri Türkleri (% 16), Kürtler (% 10), Araplar (%
2), Beluciler, Peştunlar, Süryaniler, Rumlar, Boşnaklar;
Müslümanlar, Zazalar, Soraniler, Hıristiyanlar, Yahudiler;
Farsça,
Türkçe,
Kürtçe,
Arapça,
Ermenice;
79,853,900 (Temmuz 2013 tahmini)
Türkiye; GSYİH: 774,983 milyar $ (2011), KDMG:
4940$. İhracatta dünya 32ncisi. İthalatta 5. sıradaki
partneri İran’dır.
Ekonomik Durum
İran; GSYİH: 514,01 milyar $ (2011), KDMG: 3002$,
İhracatta dünya 33ncüsü. İthalatta 5. sıradaki partneri
Türkiye’dir.
– İki ülkenin de GSYİH Büyüme Hızı, 2012 itibariyle %
2’dir.
Kaynak: DIŞ TICARET ISTATISTIKLERI. www.tuik.gov.tr; www.mfa.gov.tr; www.mfa.gov.ir.
2.4. Ortak Sorunların Bulunması
Aşağıda yer verilecek bazı sorunlar, Türkiye ve İran’ın coğrafik ve jeostratejik
olarak içinde bulunduğu bölgeyi yakından ilgilendirmesi dolayısıyla, bölgede tesis
edilmesi düşünülen bir işbirliği zeminini bazı sorunlarla karşı karşıya bırakacaktır.
Türkiye ve İran’ın bölge ülkeleriyle ortaklaşa atacakları işbirliği adımlarının bu sorunların üstesinden gelinmesinde, en azından olumsuz etkilerinin minimize edilmesinde etkili bir teşebbüs olacağı düşünülmektedir. Söz konusu işbirliği en azından
bölgede etkisi sürmekte olan bazı sorunların en aza indirilmesinde bölge ülkelerine
ortaklaşa teşebbüs imkânı sunması yönünden dikkate değer görülebilir. Bu sorunlar
51
arasında, iklim değişikliği, nüfusun aşırı büyümesi, su sorunu, göç hareketleri ve
bölgedeki diplomatik işbirliği teşebbüslerinin yetersiz kalması sayılabilir.
2.4.1. İklim Değişikliği ve Nüfusun Aşırı Büyümesi
Bugün bölgede yaşanmakta olan iklim değişikliklerinin yol açtığı çevresel
problemler, göç gibi sorunlar nedeniyle meydana gelen nüfus problemleri, Kafkasya–
Mezopotamya coğrafyasında stratejik bir konuma sahip Türkiye ve İran özelde olmak üzere, bütün bölgeyi etkisi altına almaktadır. Türkiye ve İran, çok verimli yer
altı zenginliklerine ve doğal kaynaklara ve dünyanın hemen hemen en iyi iklim koşullarına sahip bulunduklarından bu potansiyellerini bir işbirliği temelinde dinamik
hale getirebilirlerse söz konusu sorunların yol açacağı etkileri en aza indirmiş olacaklardır. İklim değişiklikleri, büyük göçler ve sıkışmış ülke nüfuslarıyla mücadeleye
mecbur kalan Türkiye ve İran’ın bölgede tesisine öncülük edecekleri işbirliği düşüncesi bu sorunların üstesinden gelmede işbirliğine katılacak bölge ülkelerine yardımcı
olacaktır.
Bugün küresel ısınmaya bağlı olarak çevresel felaketler artış göstermekte ve
olağanüstü iklimsel değişiklikler, ekonomik ve siyasi krizlerin ortaya çıkmasına ve
siyasi krizlerin yaşanmasına neden olmaktadır. Daha somut bir vermek gerekirse;
Gulf Stream su akıntısı, Meksika Körfezi’nden Birleşik Devletlerin doğu sahil şehirlerine, oradan da Kanada’nın Atlantik kıyılarına ve Avrupa’nın Kuzey bölgelerine
ulaşmaktadır. Gulf Stream su akıntısıyla ekvatoral Pasifik Okyanusu’ndan gelen sıcak su, soğuk Kuzey Atlantik’e taşındığından Gulf Stream, Amerika’nın doğu ve
Avrupa’nın Kuzey Batı bölgelerini yaklaşık 5 derece ısıtmaktadır. Aşırı sera gazı
salınımı gibi faktörlerden ortaya çıkan iklim değişiklikleri ve küresel ısınmaya bağlı
olarak Greenland’daki büyük buz kitlelerinin veya Kuzey’deki buzların çözülmesiyle
soğuk suların okyanus sistemine ulaşması, Gulf Stream’in getirdiği sıcak iklimle
karşılaştığında akıntının sıcaklık derecesini düşürmekte ve bu bölgelerin havasını
oldukça soğutmaktadır. Olağanüstü iklim değişikliklerine yol açan küresel ısınma
nedeniyle Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa gibi bölgelerin sıcaklık değerlerinin
düşmesine bağlı olarak bu bölgelerdeki şehirlerin yaşanmaz hale gelmesi, iklim yönünden daha elverişli konumdaki –Orta Doğu, Kafkasya veya Kuzey Afrika gibi–
bölgelere göçü artıracağından, göç hareketlerine bağlı olarak savaşlara veya çatışmalara varan büyük siyasi ve ekonomik krizlerin bölgeyi etkileyeceği düşünülebilir.
52
Ayrıca, bölgedeki çevresel sorunlar ve iklim değişikliklerine bağlı olarak meydana
gelen su mücadeleleri, ülkeler arasında savaşlara varabilecek derecede sorunlara neden olmaktadır. Hammaddeye ve doğal kaynaklara olan ihtiyaç gittikçe artmakta ve
bu durum büyük güçler arasında güç ve sömürü mücadelelerinin yaşanmasına neden
olmaktadır. Kıtalar, ülkeler ve halklar arasında ekonomik dağılım eşitsizliği artmakta, fakir ve açlık düzeyindeki nüfusun oranı gün geçtikçe yükselmektedir Türkiye ve
İran’da iklim değişiklikleri nedeniyle ormanların ve canlı türlerinin varlığının gittikçe tehlike altına girmesi, bu ülkelerde yaşayan insanların yaşam standartlarını düşüreceği gibi bitkisel ve hayvansal kaynaklara ve gıdalara ulaşmalarında zorluk yaşamalarına neden olabilecektir (BM İklim Değişikliği Raporu, 2013)5.
Küresel ısınmaya bağlı olarak ortaya çıkan iklim değişiklikleri ve olumsuz hava şartları, tüm dünya ülkelerini olduğu kadar, tüm bölgeyi ve özelde Türkiye ve
İran’ı da etkisi altına almaktadır. Karbondioksit ve sera gazı salınımlarına bağlı olarak ortaya çıkan hava kirliliği, Türkiye ve İran’ın büyük çevre ve sağlık sorunları
yaşamasına yol açmakta; insanları sağlıksız ve kötü çevre ve iklim ve hava şartlarında yaşamaya mecbur etmektedir. Deniz suyu seviyelerindeki olumsuz artışa bağlı
olarak özellikle Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa’daki bazı ülkelerin su altında kalma tehlikesiyle yüz yüze gelmesi bu bölgelerde küresel ısınma dolayısıyla buzulların
erimesine bağlı olarak bu ülkelerden Türkiye ve İran gibi ülkelere yoğun nüfus göçünün kapısını açacağından Türkiye ve İran’ın sahip olduğu topraklarda yaşayan
halkların varlığını ve güvenliğini tehlikeye sokabilecektir.
Birleşmiş Milletler Üniversitesi Çevre ve İnsan Güvenliği Enstitüsünün açıklamasına göre, “2050’ye kadar 200 milyon kadar insanın çevresel sorunlar yüzünden
yerlerinden olabileceği” tahmin edilmektedir (Hürriyet Gazetesi, 09.10.2008). Göçe
neden olacak sebepler arasında buzulların erimesiyle deniz seviyesinin artması ve bu
nedenle kıyı bölgelerinin su baskını ve erozyonla karşılaşması; tarım ürünlerinin büyük çoğunluğunun kuraklık nedeniyle azalması; insanlar açlıkla mücadele ederken
kıtlığın birçok bölgede insanları olumsuz etkilemesi; artan beslenme bozuklukları
yüzünden hastalıkların artması ve buna bağlı insan ölümlerinin meydana gelmesi;
artan sıcaklıkların insan sağlığını olumsuz derecede etkilemesi ve sıcaklık artışı ne5
BM 2013 İklim Değişikliği raporu ile ilgili olarak bk.
www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/09/130927_bm_iklim_raporu.shtml;
www.greenpeace.org/turkey/tr/news/yeni–ipcc–huekuemetleraras–ikl, Erişim Tarihi: 25.10.2013.
53
deniyle sıtma ve henüz karşılaşmadığımız salgın hastalıkların baş göstermesi; seller
ve kuraklıkla ilişkili olarak ishale bağlı endemik hastalıkların ve ölümlerin artması,
yüksek kesimlerdeki buzulların erimesiyle su kaynaklarının azalması ve son olarak
yağışların şiddetinin artmasıyla kasırgalar, fırtınalar ve seller gibi aşırı hava olaylarının meydana gelmesi sayılmaktadır (Çeber, 2013).
Tüm bu sebeplerden kaynaklanacak iklime bağlı göç sorunları, iklimi daha elverişli olan Orta Doğu bölgesine göçü artıracağından, iklim değişikliklerine bağlı
olarak ortaya çıkan aşırı göç ve nüfus artışı gibi problemler, bir işbirliği zeminde
ortaklaşa çalışmayı ve mücadeleyi mümkün ve zorunlu kılmaktadır. Yaşanan çevresel ve doğasal sorunlara çözüm aramak, tüm dünya insanlarının asli görevidir. Günümüzde konuyla ilgili pek çok uğraş mevcut bulunmakla birlikte, genelde (plansız
kentleşme, atık kirliliği, hava kirliliği, tarım ilaçlarının kullanımıyla ortaya çıkan
toprak kirliliği, karbon salınımlarını sınırlamakta başarısız olunması sonucu meydana
gelen küresel ısınma, su kaynaklarının kirlenmesi, ormanların tahribatı, erozyon,
radyasyon, aşırı nüfus artışı, plansız sanayileşme, doğal kaynakların bilinçsiz kullanımı, biyoyakıtlar, kaçak avlanma, hayvanların yaşam alanlarının yok olması, habitatın bozulması, gürültü kirliliği, besin kirliliği, orman yangınları, kuraklık, sulak arazilerin ve alanların kuruması gibi) bazı sorunları tam olarak çözüme kavuşturamamaktadır. Sonuç olarak çalışmada yer verilen işbirliği çabası, çevresel duyarlılığı artırmak için de bazı adımlar atabilir. Çevre sorunları ve tehditleriyle alakalı olarak kamuoyunu bilgilendirme toplantıları, konferanslar, seminerler düzenleyebilir ve bir
bilinç oluşturmaya yönelik akademik yayınları teşvik edebilir. Hedeflenmiş gruplara
yönelik çevresel farkındalığı artırmak için kampanyalar düzenleyebilir. Medya ve
basın–yayını etkin bir şekilde kullanabilir. Öğrencileri bilinçlendirmeye yönelik olarak, okullarda konuyla ilgili dersler ve seminerler düzenleyebilir. Çevresel duyarlılığı
artıracak yarışmalar ve burs, hibe, teşvik ve ödül programları organize edebilir. Çevresel sorunlar ve tehditlerle ilgili olarak fotoğraf ve resim sergileri tertipleyebilir.
Halkı bilinçlendirmeye yönelik reklam–tanıtım çalışmaları yapabilir ve sosyal medyayı aktif olarak kullanabilir. Ağaç dikme kampanyaları düzenleyebilir. Aktif arabuluculuk çalışmaları yapabilir ve çevresel koruma ve bilinçlendirmeye yönelik yeni
yasaların yapılması için çalışmalar yapabilir.
54
2.4.2. Su Sorunu
Su sorununun günümüzde birçok uluslararası probleme konu olmaktadır. Dünyada su kaynakları yönünden büyük potansiyellere sahip Orta Doğu–Kafkasya coğrafyasının iki önder ülkesi Türkiye ve İran’ın ortak bir işbirliği zemininde bir araya
gelerek bölgede yaşanmakta olunan su sorunlarına çözüm önerileri getirme yeteneğine sahip olması işbirliği tezini mümkün kılabilecek koşullar arasında yer almaktadır.
BM Kalkınma Programı (UNEP) yöneticisi Achim Steiner, suyun ileride çatışma
nedenlerinden biri olabileceğini belirterek su kıtlığının büyüdükçe çatışma olasılığının artacağını ifade etmektedir. Buna göre dünya nüfusunun yaklaşık % 40’ının birden çok ülkenin ortak paylaşımda bulunduğu 263 nehir havzasında yaşadığı düşünülürse ve bu havzaların üçte ikisinde suyun ortak yönetimine dair bir anlaşmanın olmadığı hesaba katılırsa devletler arasında çok ciddi su sorunlarının yaşanacak olması
ve önümüzdeki yıllarda makro ölçekli su savaşlarının çıkacak olması olası görünmektedir (Öngür, 2009: 71, 72).
Güney Doğu Amerika, Güney Afrika, Orta Afrika, Güney Asya ve Kuzey Doğu Asya risk altındaki su havzaları iken Nil, Fırat ve Dicle gibi nehirlerin geçtiği
ülkeler ciddi manada diplomatik ve siyasi olarak su sorunları yaşamaktadır. Geçtiğimiz yüzyılda petrol kaynaklarına olduğu gibi günümüzde de su kaynaklarına küresel
paylaşım savaşlarının ‘yeni nesnesi’ rolü verilmek istenmektedir. Bu bağlamda, dünyanın baskın aktörleri yeni stratejilerini su kaynaklarını paylaşma ve denetleme politikası üzerine inşa etmeye başlamışlardır. Öyle ki, son yıllarda su savaşlarından daha
sık söz edilmektedir. Çatışma potansiyeli barındıran su kaynaklarının çoğu sınır aşan
ve uluslararası su konumundaki sular arasında yer almaktadır (Karakılçık, 2008: 19).
Türkiye ve İran’ın yerleşik bulunduğu havzadaki su kaynaklarının gittikçe tükenme eğilimi göstermekte oluşu ve kıtlaşan kaynakların yol açtığı suya bağlı anlaşmazlıklar bölgesel bir işbirliğinin biran önce oluşturulmasından dolayı su ve suya
bağlı sorunlar çok fazla ciddileşmeden çözüme kavuşturulabilir. Su konusu paylaşım
yönünden ayrıştırıcı ve çatıştırıcı bir özelliğe sahip olmasına rağmen Türkiye ve İran
tarafından işbirliğini teşvik edici bir unsur olması beklenmektedir. Bu noktada ifade
edilen işbirliğinin getireceği “nimetler”den birisi de işbirliğinin kapsayacağı alan ve
havza da su paylaşımlarının bölge halklarının lehine olacak şekilde tanzim edilmesi
ve bölge ülkeleri arasında adil ve hakkaniyetli paylaşımın sağlanmasıdır.
55
Sonuç olarak, dünyayı tehdit eden uluslararası güvenlik sorunları (Özcan,
2011;
Zepp–LaRouche,
2011)
terörizm
(Ball,
2005),
silahlanma,
si-
lah/insan/uyuşturucu kaçakçılığı, sınır sorunları, enerji kaynaklarının dağılımı sorunları, sağlık ve çevre sorunları, insan hakları ihlalleri (Şentürk, 2006; Akgündüz,
1993; El Mafrey, 1995; Tekin, 2006; Souaiaia, 2003) ve terörist örgütler, devletlerin
ve barış amaçlı kurulan hükümetlerarası örgütlerin otoritesini ve meşruluğunu sarsmaktadır. Bu durum ise bölgeyi kargaşaya sürüklemektedir. Adalet ve barış aramaya
yönelik işbirliklerin kurulması yerine çıkarların maksimize edilmeye çalışıldığı bloklaşma ve kutuplaşmalar artış göstermektedir. Bugün Türkiye–İran havzasını içeren
bölgede belki tarihte hiç olmadığı kadar çatışmalar ve savaşlar yaşanmaktadır. Adalet
ve barış ilkeleri temelleri üzerinde Türkiye ve İran’ın öncülüğünde bölgede inşa edilecek bir işbirliği çabası bölgesel barışın tesisinde önemli bir adım olarak görülebilir.
2.4.3. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) İşlevsellik Sorunu
Bölgede işbirliğini sağlamak üzere kurulan birçok kurum ve kuruluş olmasına
rağmen gerek ulusal gerekse de uluslararası baskılar ve sorunlar nedeniyle kendilerinden beklenen şekilde aktif duruma gelememektedir. Bu kuruluşlardan birisi de,
yeni ismiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’dır (İİT). Eski adıyla İslam Konferansı Örgütü
(İKÖ)/İİT hükümetlerarası bir uluslararası örgüttür. Örgütün Kurucu Antlaşması,
Cidde’de yapılan Dışişleri Bakanları İslam Konferansında 1972 yılında kabul edilmiştir. Antlaşmada ortak inançların İslam halkları arasında yakınlaşma ve dayanışma
için güçlü bir öğe oluşturduğuna ve İslam’ın manevî, ahlaki, sosyal ve ekonomik
değerlerinin korunması ilkelerine kararlılık vurgulanmış, Örgütün amaçları arasında
üye devletler arasında İslam dayanışmasını geliştirmek sayılmıştır. 2008 tarihinde
kabul edilen İKÖ Şartı, 1972 tarihli Kurucu Antlaşmanın yerini almıştır (Aktaş,
2009: 1–2). Yeni adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), BM’den sonra 4 kıtada üzerinde 57 üyesiyle dünyadaki ikinci büyük ve en hacimli hükümetlerarası kuruluştur.
Müslüman dünyanın ortak bir sesi olarak görülen İİT, dünyanın farklı halkları arasında barışı ve uyumu sağlamak için Müslümanların çıkarlarını korumayı ve sürdürmeyi hedeflemektedir. 1969’da Rabat’ta, Kudüs El Aksa Camii’nin İsrail tarafından
işgal edilmesi üzerine kurulan İİT, Üye Devletler arasında kardeşlik ve barış bağlarını korumayı ve sağlamlaştırmayı, Üye Devletlerin meşru ve ortak amaç ve çıkarlarını
muhafaza etmeyi, self–determinasyon hakkına saygılı olmayı, Üye Devletlerin ortak
56
çıkarlarını gerçekleştirmek için küresel siyasi, politik ve ekonomik karar–alma süreçlerine aktif katılımlarını desteklemeyi (www.oic–oci.org) amaçlamaktadır.
Büyük bir potansiyele sahip bir örgüt olmasına rağmen İİT, gerçekte kendisinden beklenen işlevleri yerine getirememektedir. Bunda uluslararası politik sistemin
yapısı etkili olmakla birlikte temelde İİT’nin kurumsal yapısından kaynaklı sorunlar
İİT’nin güçsüzlüğüne neden olmaktadır. Bu noktada İİT gibi çok önemli bir kuruluşun işlevsizleş(tiril)miş olması, çalışmada öne sürüldüğü şekilde bölgesel yeni bir
işbirliği ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. İİT’nin içinde bulunduğu sorunlara kısaca
bakıldığında; İİT’ye üye devletlerin arasında güçlü bir çıkar ve amaç birliği bulunmamakta, sıklıkla çıkar çatışması ve anlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Üye ülkeler, ortak bir strateji etrafında birleşememekte ve ortak planlar tasarlayamamaktadır. Üye
ülkelerin arasında bir konsensüs de bulunmamakta; büyük anlaşmazlıklar yaşanmaktadır. Uluslararası toplumun ve Batı’nın, Doğu özelinde İİT’ye bakış açısının sorunlu6 olması, İİT’nin uluslararası ilişkilerde gerekli desteği görememesi ve uluslararası
politikada yeterince etkin olamamasıyla sonuçlanmaktadır. İslam dünyasının ortak
aklını ve vicdanını temsil etmede başarısızlıklar; ulus–devlet kimliğiyle ulus–devlet–
ötesi bir kimliğe ait olmak arasında gerilimler ve krizler yaşamaktadır. Yapısal, siyasal, finansal ve uluslararası sistemin yapısından kaynaklı sorunlar yaşamaktadır. (Karalioğlu, 2004; Akgün, 2005; Atlıoğlu, 2005; Colakoglu, 2013).
İİT’nin en önemli açmazlarından birisi de bir yandan İslam ülkelerinin ortak
meselelerine çözüm bulmak için düzenli olarak işleyen işbirliği platformları oluşturmaya çalışırken diğer taraftan da örgüte önemli ölçüde mali destek sağlayan bazı
ülkelerin demokrasi ve insan hakları konusundaki çekinceleri sebebiyle temelde tartışılması gereken konuların İİT gündemine gelememesidir. Finansal açıdan Suudi
Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi üyelere bağımlı olan Teşkilatın,
İslam ülkelerinde demokratik reform, temel hak ve özgürlükler konularını gereğince
ele alabilmesi de oldukça zordur. Ayrıca Örgüt’te etkin durumdaki üyelerin farklı
gündemlere ve ulusal çıkar önceliklerine sahip olması İİT ülkelerinin ortak bir gün6
Yirminci yüzyılın devasa eseri “Şarkiyatçılık”ta Edward W. Said, Batı’nın Doğu’ya bakışını büyük
bir entelektüel birikimle sorgular. Said, Şark/Doğu’nun, kurulmuş bir şey olduğunu ileri sürer. Coğrafi
uzamların, bu uzamlara özgü olan kültür, din veya ırksal özlere dayanarak tanımlanabilecek yerli ve
kökten farklı sakinleri olduğu düşüncesinin tartışmalı olduğunu ifade ederken, “bizi en iyi biz biliriz,
düşüncesine de pek katılmaz. Ayrıca, O’na göre Şark, Şarkiyatçılığın bize sunduğu bütün ırksal,
ideolojik ve emperyalist klişelerle birlikte, bir yana bırakılmalıdır (Said, 2004).
57
dem etrafında bir araya gelmesini zorlaştırmaktadır (Ataman ve Gökşen, 2014: 11–
12).
Sorunlarını çözememiş bir İİT, hak ettiği ve kendisinden beklenen şekilde
Müslüman dünyanın ve halkların dünyaya mesajlarını ulaştıramayacaktır. İİT için
gerçekleştirilmesi beklenen, biran önce İİT’de güçlü reformlar gerçekleştirmek, Örgüt’ü yeniden canlandırmak ve yapısal sorunlarını çözüme kavuşturmaktır. İİT, bir
yandan ulus–devletlerin yol açtığı krizler, diğer yandan da seküler modernizm ve
küreselleşmenin neden olduğu bunalımlarla meydana gelen zihni ve ruhsal bunalmanın üstesinden gelmede yapıcı bir rol oynayabilir (Kalın, 2006: 36).
Sonuç olarak, günümüzde yeterince etkin olmamakla sıklıkla eleştirilen İİT,
gerekli yapısal ve kurumsal sorunlarını çözmede bir reforma gidemezse Müslüman
dünyayı “göstermelik” olarak temsil eden bir uluslararası örgüt olmaya devam edecektir. Bu noktada, Türkiye ile İran’ın öncülüğünde tesisi önerilen işbirliği düşüncesi, ayakları daha sağlam bir şekilde yere basarak, Türkiye ve İran’ın ortaklaşa üyesi
oldukları İİT’nin düştüğü hatalara düşmeyecek bir model olabilmelidir. Zira bugün
kendi içindeki sorunları aşmakta zorluk çeken İİT, yaşanan uluslararası ve bölgesel
sorunlar karşısında “kurtuluş reçeteleri” sunamamaktadır. Üye ülkelerin hedefleri,
amaçları, gündemleri ve ilkeleri açık değildir. Ulus-devletle rekabet edecek siyasal,
finansal ve diplomatik güçten yoksundur. Bir meşruiyet sorunu yaşamaktadır. Teşkilat’ın çalışanlarının sayısı ve bütçesi, bir küresel uluslararası örgüte nazaran yetersizdir. Mali yönden büyük sıkıntılar çekmektedir. Zira üyelerinin çoğu zengin olmayan
ülkelerden oluşmaktadır.
2.5. Diplomatik Gerekçeler
Son yıllarda Türk–İran diplomatik ilişkilerinin gelişiminin arkasındaki itici güç
ticaret ve ekonomi olurken, meydana gelen birçok gelişme iki ülkeyi birbirine daha
da yaklaştırmıştır. 2003 yılında Türkiye’nin Irak işgalini desteklemeyi reddetmesi ve
mevcut iktidarın Türk–İsrail ilişkilerinin kötüye gidişini toleransla karşılaması İran
tarafından hoş karşılanan gelişmeler olmuştur. İran ve Türkiye, aynı zamanda Irak
Kürt bölgesi konusunda ve her iki ülkedeki Kürt ayrılıkçı hareketleri meselesinde
ortak amaçlara sahip olmuşlardır. Irak’ın parçalanması durumunda bağımsız bir Kürt
devletinin doğuşunu engellemek adına birlikte çalışma ve işbirliği yapmaya yönelik
58
her iki ülke de karşılıklı müzakereler yürütmüşler; ayrılıkçı hareketlerle mücadele ve
sınırları boyunca meydana gelebilecek terörist hareketler konusunda karşılıklı uzlaşı
içinde olmuşlardır. Zaman zaman meydana gelen (Türkiye’nin çok yönlü/Batı yanlısı
dış politikası, Suriye meselesi, nükleer kriz gibi) gerilimlere ve anlaşmazlıklara rağmen Türkiye ve İran tarafı genellikle ikili ilişkilerini sürdürme ve geliştirme iradesi
göstermişlerdir. Bu bağlamda 1994 Temmuz’undan 2012 Ocağına kadar Türkiye ile
İran tarafının üst düzeyde karşılıklı resmi diplomatik ziyaretlerinin sayısı 15 olarak
gerçekleşmiştir (Habibi, 2012: 2–3). Bunlara, son iki yılda iki tarafından gerek devlet
başkanlığı gerekse de başbakanlık ve dışişleri bakanlığı düzeyindeki çok sayıda ziyaret eklenebilir.
Türkiye ve İran tarihsel olarak Sâd–Âbad Paktı, Bağdat Paktı, CENTO, ECO
ve D–8’ler gibi bazı işbirliği projelerini ortaklaşa hayata geçirmişlerdir. Bunlardan
ilki, kuruluşuna Türkiye’nin önayak olduğu bir siyasi işbirliği denemesi olan Sâd–
Âbad7 Paktı’dır. Pakt, modern Orta Doğu’nun ilk bölgesel ittifak girişimi olarak,
bölgede bağımsızlıklarını yeni almış Türkiye, İran, Irak ve Afganistan tarafından
kurulan” (Palabıyık, 2010: 1), revizyonizm ve yayılmacılık gibi dış tehditlere ve Pakta üye ülkelerin kendilerine özgü risk ve tehdit algılamalarına karşı bir güvenlik mekanizması olarak tasarlanmıştır. Bağımsız dış politika takip etme, rejimlerini güçlendirme ve bölgesel liderliğe ulaşma arayışı olarak tasarlanmasına rağmen çok fazla
aktif olamayan Pakt, önemli bir bölgesel ittifak olmasına rağmen akademik ve siyasi
çevrelerden de beklenen ilgiyi çok fazla bulamamıştır.
5 yıl geçerli olmak şartıyla imzalanan ve gerek görülürse bir beş yıl daha uzatılacağı öngörülen Pakt Anlaşması, 8 Temmuz 1937’de Tahran’da katılımcı dört ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanmış; 14 Ocak 1938’de TBMM tarafından
onaylanmıştır (Soysal, 1983: 582–583/Cilt I; Turan, 2011). Antlaşma ile “Ülkelerin
birbirlerinin içişlerine karışmayacağı, ikinci maddesinde ortak sınırlarda tecavüz
hareketlerinin olmayacağı, üçüncü maddede dört devletin ortak menfaatlerini etkileyecek uluslararası anlaşmazlıklarda istişare edileceği, dördüncü maddede harp ilan
edilmeksizin işgal ve taarruz hareketlerinden kaçınılacağı” (Turan ve Tüylü Turan,
2011: 1758) vurgulanmıştır.
7
Sâd–Âbad, Tahran’da İran Şahı’nın yazlık sarayının adıdır. Pakt burada imzalandığından bu ismi
almıştır.
59
Konuya ittifak kuramları açısından bakıldığında, Sâd–Âbad Paktı gibi çok büyük bir bölgesel güvenlik örgütlenmesini analiz etmekte yetersiz kalınmaktadır.
Bundan dolayı Pakt’ın kuruluşu iç ve dış faktörleri bir bütün halinde değerlendiren,
sadece risk ve tehditlere değil, ortak çıkarlara da vurguda bulunan bir yaklaşımla ele
alınması gerekmektedir (Palabıyık, 2010: 175). Sâd–Âbad Paktı, döneminde bölgesel
ve uluslararası konjonktüre bağlı şartlarla ihdas edilmiş, çok boyutlu güvenlik ve
işbirliği örgütü olarak tasarlanmıştır. 1941’de Türk–Alman Saldırmazlık Paktı’nı
imzalayan Türkiye’nin revizyonist politikalar izleyen Almanya ile yakınlaşması, yine
aynı yıl içinde İran’ın revizyonizm karşıtı blok üyesi Birleşik Krallık ve Rusya Federasyonu tarafından işgali ile Pakt, fiilen hükümsüz kalmış; 1955 senesinde Bağdat
Paktı’nın imzalanmasıyla da önemini tamamen kaybetmiştir (Tavukçu, 2012).
Tarihsel olarak Türk-İran işbirliğine başka diplomatik örnek, 1955 yılında Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında kurulan Bağdat Paktı’dır. Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak arasında 1955’te Bağdat’ta imzalanıp Birleşik Krallık,
Pakistan ve İran’ın katılmaları ve ayrıca ABD’nin desteklemesi ile kurulan bir savunma ve siyasal yardımlaşma antlaşmasıdır (Soysal, 1991: 489, 501–503). CENTO’ya temel oluşturan Bağdat Paktı, Irak’ın 1958’de ülkede meydana gelen devrim
ve Antlaşmanın imzacılarından Kral Faysal’ın öldürülmesiyle yerini CENTO’ya bırakmıştır. CENTO, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında 1955–
1958 yılları arasında faaliyet gösteren Bağdat Paktı’nın yerine, 1955 yılında
SSCB’nin bölgedeki etkinliğini azaltmak için tasarlanan bölgesel işbirliği örgütüdür.
Kurulduğu dönemde Arap dünyasından büyük tepkiler alan Örgüt’ün varlığı, 1979
İran Devrimi ile önce İran’ın ve ardından da Pakistan’ın ayrılışıyla son bulmuştur
(Soysal, 1991: 494). Ulaştırma ve Haberleşme tesisleri olarak demiryolu ve Karayolu
inşasını hedefleyen CENTO, Telekomünikasyon, Havayolu ve Sivil Havacılık alanlarında ortak işbirliğini öngörmektedir. Kalkınma yolunda taraf ülkelerin diplomatik
olarak önemli adımlar atmasını amaçlayan CENTO, tarım ve hayvancılık, sağlık,
bilim, madenlerin işletilmesi, kültürel işbirliği ve çok taraflı işbirlikleri fonunun sağlanmasını amaç edinmektedir (Şentürk, 2001: 63–79).
Bir diğer diplomatik girişim olan Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO) ise 1985
yılında İran, Pakistan ve Türkiye tarafından, Üye Devletler arasında ekonomik, teknik ve kültürel alanlarda işbirliklerini geliştirmek maksadıyla kurulan hükümetlerara-
60
sı ve bölgesel bir örgüttür. 1964–1979 yılları arasında yine bu ülkeler arasında bölgesel işbirliğini artırmayı hedefleyen Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün
(RCD) yerine kurulan ECO’ya günümüzde Afganistan, Azerbaycan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan ve Özbekistan üyedir.
ECO, üye ülkelerin ortak teşebbüsleriyle ticaret imkânlarının ve bölgesel işbirliklerinin artırılmasına çaba gösterirken, ülkelerarasında işbirliği ve uzmanlık projeleri geliştirmektedir. Enerji, ticaret, taşımacılık, tarım ve uyuşturucuyla mücadele konularında ortak adımlar atmaktadır. Örgütte kullanılan dil İngilizcedir ve Örgüt’ün finansmanı üye devletler tarafından sağlanmaktadır. Örgüt’ün genel merkezi ise Tahran’da bulunmaktadır (www.ecosecretariat.org).
Son bir örnek, Türkiye–İran diplomatik ilişkilerinde önemli bir yere sahip olan
işbirliği konseyleridir. Türkiye 2006’dan beri 16 ayrı ülkeyle kurduğu Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleriyle, bölgesinde ve küresel ölçekte işbirliği mekanizmalarını güçlendirmeye devam etmektedir. Bu kapsamda, 2014 yılında Başbakan
Erdoğan’ın İran’a yaptığı resmi ziyaret kapsamında, İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile
görüşmesinde Türkiye–İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) kurulmasına
ilişkin ortak bir bildiri imzalanmıştır. Türkiye–İran Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği
Konseyi’nin ilk toplantısı 9 Haziran 2014’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani eş başkanlığında Ankara’da gerçekleştirilmiştir
(www.kdk.gov.tr, 2014).
Toplantıya, Başbakan Erdoğan ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani başkanlık etmişlerdir. Toplantı bitiminde yayımlanan ortak bildiride, iki ülkenin ilişkilerini uluslararası hukuk ve karşılıklı çıkarlara dayalı iyi komşuluk ilişkileri temelinde, ortak
ilgi alanlarında güçlendirmeye hazır olduklarının altı çizilmiştir. Ayrıca toplantıda,
iki ülkenin bölgelerindeki halkların refah düzeyini ileri taşıyacak ve bölgesel istikrarın geliştirilmesine katkıda bulunacak olan ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesinin önemine vurguda bulunulmuştur. Düzenlenen ortak basın toplantısında konuşan
Erdoğan, Türkiye ve İran’ın bölgenin en köklü iki devleti olduğunu ve dostluk ilişkilerinin birçok ülkenin tarihinden daha eskiye dayandığını hatırlatmıştır. Türk–İran
ilişkilerinin daha da gelişmesinin arzu edildiğini ifade eden Başbakan Erdoğan, Tercihli Ticaret Anlaşmasının yürürlüğe girmesine ilişkin sürecin hızlandırılmasının
amaçlandığını belirtmiştir (www.mfa.gov.tr, 2014).
61
Türkiye ve İran, 28–29 Ocak 2014 tarihlerinde Tahran’ı ziyareti sırasında ihdas
edilen Türkiye–İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) Birinci Toplantısı
kapsamında, 9 Haziran 2014 tarihinde Ankara’da bir araya gelmişlerdir. Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) ile iki ülkenin liderlerinin eş başkanlığında gerçekleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, ikili ilişkiler ile bölgelerindeki güncel gelişmeler dâhil olmak üzere bölgesel ve
uluslararası gelişmelere ilişkin kapsamlı görüş alışverişinde bulunarak temel bazı
hususlarda mutabakata varmışlardır.
İki ülke ilişkilerinin hukuk ve karşılıklı çıkarlar çerçevesinde geliştirilmesini,
ortak ekonomik ve ticari çıkarlara öncelik verilmesini ve Suriye, Irak ve Afganistan
gibi sorunlu konularda ortak siyasi çözümler bulunması gerektiğini vurgulayan İşbirliği Konseyi, mevcut işbirliği imkânlarını geliştirilmesinin yollarının aranmasının
önemine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye ile İran’ın neden aralarında bir
işbirliği tesis etmek ve niçin bölgede bir işbirliğine yönelmek durumunda oldukları
aşağıda belirtildiği şekilde özetlenebilir.
1. Her iki ülke de dünyayı tehdit eden uluslararası güvenlik sorunları, terörizm,
silahlanma, silah/insan/uyuşturucu kaçakçılığı, sınır sorunları, enerji kaynaklarının
dağılımı, sağlık ve çevre sorunları, insan hakları ihlalleri ve terörist örgütlerin devletlerin ve barış amaçlı kurulan hükümetlerarası örgütlerin otoritesini sarsması gibi küresel ölçekli sorunlara muhatap durumdadır. İki ülkenin bu sorunlarla ortaklaşa mücadele vermeleri durumunda sorunların üstesinden daha kolay gelebilirler.
2. Bölgede etkili olan önemli sorunların çözümü için tesis edilmiş İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası örgütlerin fonksiyonel olarak yaşadığı sorunlar bölgede, çalışmada önerilen şekilde bir işbirliği ve ortak bir platform kurulması ihtiyacını
ortaya çıkarmaktadır.
3. Bölgede her iki ülkenin farklı stratejik ve politik çıkarları nedeniyle körüklenen çatışmalar, bölgenin istikrarına büyük ölçüde zarar vermektedir. Suriye örneğinden yola çıkarsak Türkiye ve İran’ın bu ülke üzerindeki farklı hesapları ve çıkar ilişkileri Suriye’de durumu gün geçtikçe daha kötü bir hale sokmaktadır. Bu durumun
ortaya çıkışında, dini ve mezhebi fraksiyonların da etkisi görülmektedir.
4. Tarihsel olarak süregelen rekabet ve çekişmenin bazı dönemlerde de çatış-
62
manın eşiğine gelen iki ülke ilişkisi, karşılıklı barış ve güvenin tesis edileceği bir
istikrarlı ilişkiye evirilmesi gerekmektedir. Bu durum şüphesiz ki bölgedeki insanların daha güvenli bir geleceğe yürümesinde oldukça önem arz edecektir. Avrupa örneği hatırlanacak olursa, yüzlerce yıl birbirleriyle çekişme ve çatışma içinde olan
Almanya ve Fransa, Schuman Planı’na göre 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu’nu ihdas etmiş ve Topluluk, diğer Avrupa devletlerinin de katılımına açık
hale getirilmiştir. Bugün itibariyle ise Avrupa Birliği adı altında kurulan bölgesel
entegrasyonun bölgesinde 28 üyesi bulunmaktadır.
5. Önerilen işbirliği, Türkiye ve İran başta olmak üzere, bütünleşme hareketine
katılacak devletlerin yönetimlerini güçlendirecek, devletlerin bölgesel ve uluslararası
politikadaki etkinliklerini artıracaktır. Ekonomik ve finansal yönden katılımcı ülkeleri daha iyi bir seviyeye yükseltecek, ortak toplumsal şuur ve duyarlık kazandıracak
ve işbirliğine üye olacak ülkeler tarımdan kültüre kadar her alanda ortak politikalara
kavuşacaktır.
6. Avrupa Birliği’nin de kurucu ideallerinde olduğu gibi, dengeli bir ekonomik
büyüme ve istikrar üzerine temellenen sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak ve iç sınırlardan arındırılmış bir ekonomik/ticari alan inşa etmek için ortak pazar kurulması;
ekonomik ve sosyal entegrasyonu konsolide etmek ve işbirliğine katılacak ülkelerin
ekonomi politikalarını birbirlerine yaklaştırmak ve barış, hukukun üstünlüğü, insan
haklarına saygı, eşitlik, güvenlik, istikrar, azınlık hakları, insanlar ve halklar arasında
karşılıklı saygı, çoğulculuk, hoşgörü ve dayanışma gibi evrensel ilkleri gerçekleştirmek için bir işbirliği inşa edilebilir.
7. İşbirliğine katılacak ülkelerin, bölgede ortaklaşa sahip oldukları stratejik
kaynakları adil bir şekilde paylaşmak ve birbirlerinin varlığını tehlikeye sokabilecek
olası savaş ve çatışma durumlarını önlemek veya devam etmekte olan savaşlara son
vermek ve kalıcı bir barışı tesis etmek için işbirliği tesis edilebilir. Temelde iki ülke
arasında bir savaş çıkması ihtimalini ortadan kaldırabilir.
8. Türkiye ve İran, kimlik, kültür ve tarih yönünden birbirlerinin doğal müttefiki durumundadır. Bölge için çalışmada önerilen şekilde bir işbirliği temelde doğal bir
duruma resmi ve kurumsal bir çerçeve kazandırmak şeklinde olacaktır. Ayrıca birlikte olmak bir güçtür. Devletlere, istikrar, barış, umut ve güvenlik imkânı sağlar.
63
9. Üye ülkeler arasındaki entegrasyonu sağlamak, üye ülke halklarının barışını,
refahını ve geleceğini teminat altına almak, bilimsel ve teknik gelişmelere fırsatlar
sağlamak, üye devletler arasında ekonomik, sosyal ve teritoryal bağı ve dayanışmayı
daha ileri bir noktaya taşımak, kültürel zenginliği ve dilsel çeşitliliği korumak, kültürel ve toplumsal mirasın devamını sağlamak, işbirliğinin kuruluş nedenleri arasında
gösterilebilir.
64
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İŞBİRLİĞİ ÇERÇEVESİ
Türkiye ile İran arasındaki işbirliği çerçevesini belirlemek üzere oluşturulan bu
bölümde, öncelikle işbirliğinin teorik çerçevesi bağlamında örgütsel ve bölgesel modeller ele alınmış, entegrasyon teorileri ve ittifak kuramları aracılığı ile teorik çerçeve desteklenmiştir. İkinci olarak söz konusu işbirliğini somutlaştırmak üzere vaktiyle
uygulanmış veya halen uygulanmakta olan modeller itibariyle Selçuklu/Abbasi modeli ve güncel olarak Avrupa Birliği modeli ele alınmıştır. Buna ilave olarak ayrıca
işbirliğine yönelik bazı öneriler ve adımlar paylaşılmıştır. Bu bölümde kısaca değinilen uluslararası ilişkiler teorilerinin, çalışma boyunca ele alınan Türkiye ve İran’ın
öncülüğünde kurulması düşünülen işbirliğine ve çalışmada öne sürülen temel savlara,
konuyu teoriyle eklemlemek adına kuramsal bir temel oluşturacağı düşünülmektedir.
Özellikle bu bölümde yer verilen entegrasyon ve ittifak teorileri, konuyla ilgili etkenleri entegre bir hale getirecek ve boşlukları gidermede bir köprü rolü vazifesi görerek, çalışmanın sağlam bir hale gelmesini sağlayacaktır. Uluslararası ilişkilerde devletler öncülüğünde birliktelikler kurularak bütünleşmeye gidilmesi konusunda birçok
araştırmacı tarafından geliştirilen çözümleme yöntemleri bulunmakla birlikte, çalışmanın mantıksal akışına ve genel ruhuna uygun gözüken açıklayıcı yöntem olduğu
düşünülen entegrasyon ve ittifak teorilerinin, Türkiye ve İran öncülüğünde kurulması
öngörülen işbirliğine kuramsal bir çerçeve ve zemin sunacağı düşünülmektedir.
3.1. Teorik Çerçeve
3.1.1. Örgütsellik/Bölgesellik
Osmanlıcada “teşkilat” anlamına gelen, İngilizcede ise “organi(z)ation” kelimesine karşılık gelen “örgüt” kavramı, “belirli bir amacı gerçekleştirmek veya bir işi
yürütmek üzere insanların katılımıyla oluşturulan ve toplumsal ilişkilerde tüzel kişiliğe, kurumsal kimliğe ve fiziki varlığa sahip ve icra ettiği eylemlerden hukuka karşı
sorumlu olan oluşumlar” (Ateş, 2012: 15) olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası örgüt ise resmîliğin devletle özdeş bir olgu olduğu göz önüne alınarak, “yönetimleri,
amaçları ve kuralları itibariyle” (Ateş, 2012: 19), uluslararası alanda faaliyet gösteren
kurum ve kuruluşlar olarak tarif edilebilir. Uluslararası örgütler, doğrudan hükümetlerin katılımıyla ihdas edilen “uluslararası örgütler” şeklinde organize olabileceği
65
gibi hükümet–dışı örgütler veya bazen de sivil toplum örgütleri olarak teşekkül edilen uluslararası hükümet–dışı yapılar olarak ortaya çıkmaktadır.
Uluslararası hükümetlerarası örgütler, “devletlerarasında oluşturulan, fakat
kendilerini oluşturan devletlerden ayrı ve sürekli bir iradeye sahip olan ve devlet
niteliği taşımayan birleşmeler” iken, hükümet–dışı uluslararası örgütler, “değişik
uyruktan özel ya da kamu kişilerinin birleşmesi sonucu oluşan, hiçbir devletlerarası
antlaşma konusunu oluşturmayan ve uluslararası düzeyde faaliyet gösteren örgütlenmelerdir” (Pazarcı, 2005: 112–113). Günümüzde BM, NATO, NAFTA uluslararası kuruluşlara örnek olarak verilebilirken, Greenpeace, Uluslararası Af Örgütü gibi
kuruluşlar da hükümet–dışı örgütlere örnek olarak gösterilebilir.
Çalışmada sıklıkla referans verilen “bölge” kavramıyla ne kastedildiğine ise kısaca değinildiğinde bölgenin, “maddi” olarak yeryüzündeki “belirli bir alana ilişkin”
olduğu, coğrafik olarak, “aynı bölgede yer alan devletler arasında ekonomi, ticaret,
güvenlik alanlarında sürekli ve benzer ilişkiler”e ve “ayrıca bu ilişkinin bir kısım
ortak etnik, dini veya kültürel temellere” (Ateş, 2012: 223) dayanması sürecine işaret
ettiği görülür. Bölgeselcilikle kastedilen maddi veya coğrafik olarak aynı bölgede yer
alan ve kültürel, dini veya etnik bazı ortak özelliklere sahip bulunan devletlerin, bazen bir örgüt çatısı altında siyasal, ekonomik veya kültürel olarak bir araya gelmelerine karşılık gelmektedir.
Türkiye ve İran’ın öncülüğünde tesis edilmesi öngörülen bir işbirliği çabası,
çalışmada argümanlaştırıldığı üzere ortak özelliklere ve ortak tarihi tecrübeye sahip,
aynı bölgenin iki temel unsuru olan iki ülkenin, “belirli bir amacı gerçekleştirmek
veya bir işi yürütmek üzere” katılımlarıyla oluşturulacak ve Türkiye ve İran toplumlarının ilişkilerinde “tüzel kişiliğe, kurumsal kimliğe ve fiziki varlığa sahip ve icra
ettiği eylemlerden hukuka karşı sorumlu olacak” bir oluşuma gitmesi olarak değerlendirilebilir. Bu “operasyon”un nihai hedefinin bir işbirliği çabası olduğu kabul
edildiğinde, entegrasyonla ne kastedildiğini anlamak üzere Uluslararası İlişkiler disiplininde yer alan ve daha çok Avrupa bütünleşmesiyle kemikleşmiş entegrasyon
teorilerine yer vermek, çalışmanın kuramsal çerçevesini zenginleştirmek açısından
yararlı olacağı düşünülmektedir.
66
3.1.2. Entegrasyon Teorileri
Uluslararası İlişkiler teorilerinde “entegrasyon kuramı”nı ele almadan önce ilkin kavramın kelime anlamına bakıldığında; Türk Dil Kurumu’na göre “entegrasyon” (Fr. intégration), terimsel olarak, ‘bütünleşme’, ‘birleşme’ (TDK, 2005: 640)
manalarına gelirken, “entegre” terimi “bir bütünü, bir grubu oluşturan”; “bütünleşme” ise “bütün duruma gelmek, bir olmak, beraber olmak, bir noktada buluşmak”
anlamlarına gelir. Latince kelime kökeni itibariyle “integr–”, “yenilemek, tekrar başlamak, onarmak, (akıl) canlandırmak ve tazelemek” (Kabaağaç ve Alova, 1995: 314)
karşılıklarında iken, kavramın İngilizce karşılığı, “bir topluluğu ya da insan grubunu
birbiri içine karıştırmak ve katmak, yaşam tarzlarını, adet ve gelenek/görenekleri
uyumlu hale getirmek için sıklıkla değiştirmek, iki ya da daha fazla şeyi daha etkili
olması için kombine hale getirmek”tir ( dictionary.cambridge.org).
Uluslararası İlişkiler disiplini ve terminolojisi açısından “entegrasyon” (uyum,
integralin, “ekonomide farklı birkaç devlet ya da bölgenin, aralarında ticari engelleri
kaldırıp, kişilerin, malların, hizmet ve sermayenin serbestçe dolaşacağı tek pazar
kurmaları ve bu amaçla siyasi ve ekonomik politikalarını uyumlu hale getirmeleri”
ve “bir devletin sınırları içinde farklı bölge ya da eyaletlerin” veya “tamamen yabancı devletlerin bütünleşmesi” (Dağ, 2004: 248) olarak tarif edilir. Bütünlük/integrity
ise, “tamlık, bölünmezlik, sağlamlık, dürüstlük, doğruluk, fazilet” (Dağ, 2004: 249)
manalarına gelmektedir. “Entegrasyon” kavramı, sayıları gittikçe artan uluslararası
örgütlerin varlığı ve ulus devletlerin birçok alanda yaşadığı yetersizlikler dolayısıyla
küresel/üst kurumsallıkların mevcudiyeti ve özellikle AB, NATO, NAFTA ve Arap
Birliği gibi örgütlerin uluslararası sistemde yer almaya başlamalarıyla uluslararası
politika ve uluslararası ilişkilerle ilgilenenlerin gündemine girmiştir (Arı, 2002: 446).
Uluslararası sistemde sayıları gittikçe artan bölgesel ve küresel organizasyonlar
ve bu organizasyonların inşasında yer alan devletler arasındaki bütünleşme uğraşları,
Uluslararası İlişkiler disiplininde entegrasyonu izah etmeyi hedefleyen yeni kuramların oluşumuna katkı sağlamıştır (Yapıcı, 2007: 130). Özellikle 1950’li yıllardan sonra disiplinde tartışma konusu haline gelen entegrasyon teorileri genelde Avrupa’da
yaşanan bütünleşme çabalarını konu edindiğinden AB özelinde kendi spesifik formülasyon ve kuramlarını oluşturmuşlar; genellikle AB bütünleşmesini ve bu bütünleşmeye katılan devletlerin yaklaşımlarını açıklamayı hedef edinmişlerdir.
67
İşbirliğinin teorik çerçevesi bağlamında ele alınan entegrasyon teorilerinden işlevselcilik yaklaşımı, Mitrany’ye referansla, ekonomik ve sosyal politikalarda pragmatik, rasyonel, esnek ve teknokratik bir yönetime ihtiyaç duyulduğunu ifade ederken, tek bir ihtiyaca cevap veren, ideolojiden arındırılmış, uzmanlaşmış ve teknik
işbirliklerinin olduğu bir entegrasyon (Karacasulu, 2007: 85) modeli öngörmektedir.
Diplomatik ve politik yönden Türk–İran ilişkilerinin genel karakteristiğinde de bir
karşılıklı bağımlılık olgusunun mevcut olduğunu ve bu durumun Selçuklu/Abbasi
döneminde İmparatorluğu oluşturan halklar arasında da bulunduğu görülmektedir.
Selçuklu döneminde, özellikle Türklerin ve Farsların (buna Kürtler ve Araplar da
dâhil edilebilir) İslam’ı kabulleriyle, birbiri içine katılma/mingle, birleşerek birbirlerinin içinde kaybolma/merge ve birbiri içine karışma/mix durumunun geçerli olduğu
ifade edilebilir. Selçuklular döneminde Türk ve Fars hakların gerçekte kim olduğu
tartışma konusu haline gelmiş; özellikle kurulan akrabalıklarla Selçuklu’yu oluşturan
unsurları birbirinden ayırmak hayli güçleşmiştir. Bugün Türkiye ve İran halklarının
karakteristik özellikleri ve tarihi bağları göz önüne alındığında aynı durumun günümüzde de güncelliğini koruduğu görülmektedir. Mitrany’nin yaklaşımına uygun olarak Selçuklular, rasyonel, esnek ve teknokratik bir yönetime sahip olmuşlardır. Kısır
döngüye sahip ideolojilerden arınmış, uzman ve teknik kabiliyetlere sahip bir devlet
sistemi inşa ederek zamanlarında küresel boyutta bir bütünleşme gerçekleştirmişlerdir. Bu durum da kendisinden sonraki zamanlarda ortaya çıkacak çatışmaları çözüme
kavuşturma potansiyeline sahip toplumsal ve tarihsel tabanlı bir mekanizmanın ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Haas açısından entegrasyonun bir sürece mi yoksa bir duruma mı ya da her ikisine mi atıf yaptığı meselesi entegrasyon teorisyenleri arasında tartışmalı bir konudur. Daha kötü olanı ise pek çok yazarın entegrasyonun anlamını siyaset bilimi, ekonomi, ticaret, sosyoloji gibi kendi ilgi alanlarına giren bağlamlara göre farklılaştırmasıdır (Haas, 1964: 26–27). Bir süreç olarak bütünleşme, entegrasyonu ortaya çıkaran işlemlere işaret ederken, bütünleşmeyi bir durum olarak gören Deutsch, entegrasyonun bütünleşik (integrated) devletlerin, farklılıklarını belirlemenin bir aracı
olarak şiddet kullanımına gitmesi olduğunu ifade etmektedir (Haas, 1964: 27). Etzioni (1962), daha geniş bir tanımlamaya başvurarak entegrasyonun farklı devletlerden
müteşekkil bir kurumun zorlama araçlarını kullanma yetkisini ele geçirmesi, karar
68
verme mekanizmalarında bulunması ve kendi/entegrasyonu(nu) oluşturan vatandaşları için siyasi bir aidiyet ihdas etmesi olduğunu not etmektedir (Yapıcı, 2007: 132).
Entegrasyon (Puchala, 1972; Keohane and Nye, 1993), (gümrük birliği, serbest
ticaret bölgeleri gibi) piyasaların bütünleştirilmesi veya birleştirilmesi olarak ekonomik özellikli olabileceği gibi toplumsal iletişimleri ve değişimleri içeren, halkın ve
elitlerin entegrasyonunu ihtiva eden sosyal entegrasyon ve ortak bir politik birim
zemininde devletlerin iradelerinin beyan olunmasıyla gerçekleşen ve genelde ortak
çıkarların maksimizasyonunu içeren siyasal entegrasyon gibi türlere ayrılmaktadır.
Amaçları noktasında çıkarların ve ihtiyaçların tatmin edilmesini kapsayan entegrasyon, ortak (siyasal, ticari ve sosyal) hedeflere ulaşılmasını, entegrasyon zemininde
öngörülen görevlerin ifa edilmesini ve entegrasyona taraf olanların omuzlarına yeni
bir vizyon, misyon, aidiyet ve gelecek tahayyülü yüklenmesini hedeflemektedir.
Türleri ve amaçları sayıca artırılabilecek entegrasyon kavramı, kuramsal düzeyde uluslararası ilişkiler uzmanlarının ve uluslararası politikada yaşanan tartışmalarının gündemini yoğun biçimde işgal etmektedir. Bu çerçevede çalışmada ifade
edilen Türkiye ile İran öncülüğünde bölgesel işbirliği düşüncesi, bütün bir duruma
gelmeye, birlikte ve beraber olmaya, bir noktada buluşmaya işaret etmektedir. Aynı
zamanda yeniden başlamak, onarmak, yenilemek, canlandırmak ve tazelemek manalarına gelen bütünleşme, bu bölgesel işbirliği çabasının nihai hedefi ve amacı olacaktır.
Uluslararası İlişkiler teorilerinde rasyonalist olarak adlandırılabilecek neorealist ve neoliberal kurumsalcılık görüşleri arasındaki tartışmalar, Uluslararası İlişkiler
disiplininde 1980’den sonra gündeme gelen temel tartışma alanlarına yansırken, Avrupa’ya dair gerçekleşen akademik kuramsal çalışmaları etkisi altına almıştır. Özellikle yeni işlevselcilik (neo–functionalism) ve hükümetlerarasıcı kurumlaşmacılık
(intergovernmental intuitionalism) yaklaşımlarının açtığı tartışmalar, entegrasyon
üzerine yapılan araştırmaları yönlendirmiştir (Karacasulu, 2007: 82–83). Bununla
birlikte entegrasyon üzerine yapılan çalışmalar sadece bu kuramlarla sınırlı kalmamış, rasyonel ve reflektivist teoriler arasında yer alan sosyal inşacı yaklaşımlarla da
desteklenmiştir.
Uluslararası ilişkiler ve dış politika analizinde genellikle AB bütünleşmesini
69
konu edinen çalışmalar çerçevesinde sistem ve aktörler bağlamında ele alınan bütünleşme tartışmalarına karar alma yaklaşımı gibi yeni alanlar dâhil edilirken, bütünleşmeye müdahil aktörler arası ilişkiler karşılıklı–bağımlılık ve merkez–çevre kuramlarınca da tartışılmıştır (Çalış, 2002). Avrupa bütünleşmesi özelinde Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ilk tartışmalar, “idealizm–realizm tartışmasının bir uzantısı olan
yeni–işlevselciliğe
karşı
hükümetlerarasıcılık”
bağlamında
gerçekleşirken,
1980’lerden günümüze, “rasyonalizme karşı konstrüktivizm” temelinde cereyan etmiştir. Avrupa özelinde neorealizm, liberal hükümetlerarasıcılık ve rasyonel tercihli
kurumsalcılık, bütünleşmeye yönelik rasyonel bakış açıları geliştirmiştir (Açıkmeşe,
2004: 1, 13).
Entegrasyon teorileri bağlamında uluslararası politikada plüralist bir teoriye
işaret eden neofonksiyonalizm, geleneksel realist teorilerin aksine devletlerin uluslararası ilişkilerde yegâne aktör olmadığını –Keohane ve Nye’a referansla– artık uluslararası ilişkiler, diplomasi ve uluslararası politikada küresel karşılıklı bağımlılık
olgusunun söz konusu olduğunu ifade ederken, devletlerin, mevcut çatışmaları çözmek için teknikler edinmede gerçek niteliklerini kaybetmeleri pahasına neden ve
nasıl komşularıyla birbiri içine katıldıklarını (mingle), birleşerek (birbiri içinde) kaybolduklarını (merge) ve (birbirine) karıştıklarını (mix) sorgular. Bu kurama göre
“devlet” konsepti, realistlerin işaret ettiklerinden de daha komplekstir; çıkar gruplarının ve bürokratik aktörlerin aktiviteleri, yerel siyasi arenaya hasredilmemektedir;
uluslararası politikada devlet dışı aktörler de önemlidir ve bütünleşme, yayılma (spill
over) baskıları ile gelişme kaydetmektedir (George ve Bache, 2001: 9–10).
Stanley Hoffman tarafından argümanlaştırılan hükümetlerarasıcılık, “Federalizm ve işlevselciliğin küllerinden yeni–işlevselcilik akımı doğmuş, ardından bu
akıma tepki olarak hükümetlerarasıcılık kuramı ortaya çıkmıştır” (Açıkmeşe, 2004:
3). Hükümetlerarasıcılık, ağırlıklı olarak uluslararası ilişkilerde devletlerin ve hükümetlerin rolüne dair realist varsayımlara vurguda bulunurken, Avrupa bütünleşmesinin küresel bağlamda anlaşılması gerektiğini ve bölgesel bütünleşmenin global uluslararası sistemin gelişiminin sadece bir veçhesini oluşturduğunu ileri sürmektedir.
Avrupa bütünleşmesi süreci özelinde bütünleşmede ulusal hükümetlerin biricik aktör
olduğunu iddia eden hükümetlerarasıcılık, hükümetlerin ulusal çıkarlarını korumada
bütünleşmenin doğasını ve adımını kontrol ettiklerini ifade etmektedir.
70
Bu teoriye paralel olarak gelişen liberal hükümetlerarasıcılık ise temsilcisi Moravcsik’e göre, temel tercihlerin ulusal hükümetlerin tercihlerinin bir yansımasıdır ve
bu ulusal tercihler, siyasetçiler ya da ulusal stratejik güvenlik meselelerinin siyasal
temellerinden ziyade ekonomik çıkarların dengelenmesini yansıtmaktadır (George ve
Bache, 2001: 12–14). Türkiye ve İran’ın ortak çabasıyla şekillenecek bölgesel bir
işbirliği yapısı, aynı şekilde küresel ölçekte bir yapı ve sisteme dönüşebileceği gibi,böyle bir yapıda yine ulusal hükümetler temel aktör ve söz sahibi olacaktır. Bununla birlikte bazı politika konularında ortak adımlar atacaklardır. Bu işbirliği çabası,
Türkiye ve İran başta olmak üzere işbirliğine katılacak hükümetlerin tercihlerinin de
bir yansıması olacaktır.
Federalistler, entegrasyonda daha yüksek siyasaların (high policy) üzerinde dururken, işlevselciler ise daha çok, daha az önemdeki siyasalara (low policy) vurgu
yapmaktadırlar (Karacasulu, 2007: 85). Rosamond’a referansla federalizm, uluslararası ilişkilerin temelinde politik problemlerin bulunduğunu, bu problemlerin siyasal
yoldan çözülmesi gerektiğini ve söz konusu bir çözümün ulus devletlerin ortadan
kaldırılmasıyla gerçekleşeceğinin altını çizmektedirler (Açıkmeşe, 2004: 4). Federalizm teorisi, üye devletlere egemenlik hakları yönünden sınırlı bir yetki tanırken, ulus
devletlerin eklemlendirilmesini ve onlara bazı konularda politika belirleme yetkisi
verilmesini ve merkezi yönetim aygıtına bağlanmasını öngörmektedir (Aytuğ, 2008:
151).
Federal devletler, gücün ulusal hükümetler ve küçük birimler arasında bölünmesi yönünden ulus devletlerden farklılaşırken, üniter (ulus) devlet bütün siyasa
alanlarını, kurduğu merkezi yönetim ve hükümet aracılığı ile kontrol altında tutmaktadır. Ulusal düzeyde tek bir anayasaya sahip bulunan üniter devletler (Girdner,
1999: 198), küreselleşme karşısında, çevre kirliliği, organize suçlar, yeni güvenlik
riskleri gibi faktörlerle özerkliğinden ve egemenliğinden nispi ölçüde vazgeçerek
(ülkesel) meşruiyetini kaybetmekte, işsizlik, küresel sermayenin hareketliliği gibi
faktörlerle de iktisadi alanda meşruluk temininde sorunlar yaşamaktadır (Habermas,
2002: 26–30).
Türk–İran ilişkilerinde de gerek uluslararası sistem gerekse ikili sorunlardan
kaynaklı politik problemler bulunmaktadır. Federalistlerin tavsiye ettiği üzere, iki
ülke arasında var olduğu kabul ve ifade edilen bu problemler siyasal yoldan çözüme
71
kavuşturulabilir. Şu kadarla ki federalistler, bu politik sorunların çözümünün ulus
devletlerin ortadan kaldırılmasıyla anayasal bir zeminde federatif özellikli yapılanmalara gidilerek bulunabileceğini, ulus devletin sona erişiyle savaşların engellenip
kalıcı bir barış ve istikrarın tesis edileceğini ifade etmektedirler.
Uluslararası İlişkilerde bütünleşme teorileri arasında yer alan rasyonalizm uluslararası ilişkilerdeki sorunlara pratik çözümler bulmayı amaçlarken, etik değerleri bir
kenara bırakıp ulusal çıkar ve uluslararası sistemin yapısından yola çıkarak pozitivist
bir yöntem benimsemektedir. Geyer’in ifadesiyle rasyonalistler varsayımlarını doğa
bilimlerinin temel görüşleri çerçevesinde belirlerken pozitivist bir metodoloji ve yaklaşım benimsemektedir (Açıkmeşe, 2004: 13). Pollock ise Uluslararası İlişkiler disiplini çerçevesinden bakıldığında, AB özelinde entegrasyonu en iyi açıklayan teorinin
aktörlerin rasyonel davranışlarını inceleyen rasyonalizmden geldiğini kaydetmektedir.
Rasyonalizmin önerdiği, uluslararası ilişkilerdeki sorunlara pratik çözümler bulunurken etik ve ahlaki değerlerin bir kenara bırakılarak ulusal çıkar ve uluslararası
sistemin yapısından yola çıkılması ve pozitivist bir yöntemin benimsenmesi, Türkiye-İran işbirliği yapısının özüne aykırı bir noktadadır. Zira bölge halkları, manevi
değerlere son derece önem veren, etiği ve ahlakı en temel hayat görüşü haline getiren
ve pozitivist mantığın aksine dini düşünce ve pratiğe sahip yapıdadır. Bu haliyle entegrasyon teorilerinin arasında yer alan rasyonalist bakış açısı ifade edilen bütünleşmenin ruhuna çok uygun bir noktada bulunmazken Pollock’a referansla aktörlerin
rasyonel davranışlarını inceleyerek entegrasyona açıklamalar getirmesi yönünden
dikkate değer bulunmaktadır.
(Sosyal) konstrüktivist/inşacı yaklaşımın entegrasyona bakışı ele alındığında,
rasyonalizm ve reflektivizm arasında bir orta yol sunduğunu görülür. Wendt gibi inşacılar çıkarların, önceden verili (pre–given) olmasından öte sosyal olarak inşa edildiğini (socially constructed) ve bunun anlamının uluslararası sistemdeki düzenlemelerin ortak (veya sübjelerarası/intersubjective) anlamların sonucu olduğunu ifade
etmektedir. Bu minvalde rasyonalizme karşı gerçekleşen meydan okuma ontoloji
temellidir. Konstrüktivizm, bir bütünleşme teorisinden öte sosyal ontolojinin doğası
üzerine odaklanır; bütünleşmeyi –Avrupa (Birliği) bağlamında– bir süreç olarak ele
alır ve bilhassa aidiyet problemleri ve (Avrupa) normların(ın) kurulduğu yöntemlere
72
vurguda bulunur (George ve Bache, 2001: 121–122). Sosyal inşacı yaklaşımların
(U)luslararası (İ)lişkilere katkısı, entegrasyonu sosyal çevre üzerinden açıklayan çalışmalarda bulunması, kimliği, kimliğin kapsadığı veya dışladığı unsurları irdelerken
ulusal kimlikleri ve söylemleri sorunsallaştırmasıdır. Sosyal inşacı yaklaşımlar, entegrasyon sürecinde düşünsel faktörlere, süreçlere, kimliklere ve (sosyal) etkileşimlere vurguda bulunurken, disiplin içinde cereyan etmiş ve etmekte olan temel tartışmaların rasyonalitesini (Uzgören, 2012: 150–151) sorgulamadan geçirir.
Türkiye ve İran’ın öncülüğünde kurulması söz konusu olabilecek işbirliği çabası sosyal inşacı yaklaşımla ele alındığında, ifade edilen entegrasyon çabasında çıkarlar sosyal inşa süreçlerinden geçerek ortak anlamların sonucu olarak inşa edilecektir. Bu işbirliğinin bir sosyal ontoloji olduğunu kabul edilirse bu sosyal gerçekliğin tabiatına odaklanmak bütünleşmeyi açıklamakta yardımcı olacaktır. Sosyal inşacıların bakış açısından entegrasyonun bir etkileşim süreci olduğunu ve söz konusu
entegrasyonun da karşılıklı bir etkileşim sürecini ve sürecin içinde (yeni) “inşalar”ı
kapsadığı anlaşılmaktadır. Yine inşacıların önerdiği entegrasyonun sosyal çevreden
açıklanması gerektiği ve kimlik ve kimliğin içerdiği ya da dışladığı etmenlerin incelenmesi fikri bölge ülkelerinin toplum ve aidiyet kalıpları göz önüne alındığında bu
işbirliğini açıklamakta önemli anahtarlar olacaktır.
Söz konusu işbirliğinin kurulabileceği bölgede bugün, ekonomik, siyasi, askeri
ve kültürel, çözümü zor birçok problem yaşanmaktadır. Sosyal inşacı bir bakışla konuya yaklaşıldığında kurulması öngörülen işbirliği sistemi sayesinde çözüm bekleyen
sorunlarla birlikte çıkarların da sosyal inşa süreçlerinden geçerek ortak olarak anlamlandırılabilecektir. Bölgesel sorunların çözüme kavuşturulması, karşılıklı etkileşim
ve iletişim sürecinin ve yeni inşaların bir sonucu olarak ortaya çıkacak; eşzamanlı
olarak bu sorunların çözüm önerileri de sosyal çevre bağlamında ele alınacaktır. Türkiye ve İran öncülüğünde tesisi düşünülen işbirliği, bir entegrasyon çabası olarak
sosyal süreçlerin ve sosyal inşaların sonucu olarak tezahür edecektir.
Bir başka açıdan ulus–devletlerin egemenliklerini erozyona uğratan küreselleşme bir taraftan ulus–devletlerin varlık alanlarını daraltırken, diğer taraftan da yerel
veya bölgesel milliyetçilik akımlarının güçlenmesine yol açmakta; ulus devleti yavaş
yavaş kendi içinde yabancı veya yeni kültürel hayat tarzlarının çeşitliliğine karşı
açılmaya zorlamaktadır. Bunu yaparken bir yandan da ulusal–hükümetlerin hareket
73
serbestliğini kısıtlamakta, bu suretle onları uluslararası rejimlere karşı açılmaya mecbur etmektedir (Habermas, 2002: 108).
Günümüzde küreselleşmenin getirdiği bilinçlenme ve küresel emperyalizmin
ulus–devletlerin sınırlarını zorlayan dayatması halkların ulusal hislerini uyarmaktadır. Uyarılan ve gelecekte de sınırları bir bütün halde ulus–devlet olarak yaşamak
isteyen toplumlar için milliyetçilik bir katalizör işlevi görmekte ve milliyetçi–
yurtsever hissiyatın tırmanmasına yol açmaktadır. Küreselleşme karşısında çevre
kirliliği, organize suçlar ve yeni güvenlik riskleri gibi faktörlerle özerkliğini kaybeden ulus–devlet, egemenliğinden nispi ölçüde vazgeçerek ve siyasal yapısında da bir
demokrasi açığına maruz kalarak (ülkesel) meşruiyetini kaybetmektedir. Ayrıca işsizlik, küresel sermayenin hareketliliği gibi faktörlerle de iktisadi alanda meşruiyet
temininde sorunlar yaşamaktadır (Habermas, 2002: 26–30). Ulus–devletlerin egemenliklerini erozyona uğratan küreselleşme, bir taraftan ulus–devletlerin varlık alanını daraltırken diğer taraftan da bölgesel milliyetçilik ve direniş akımlarının güçlenmesine yol açmaktadır. Küreselleşme, ulus devleti yavaş yavaş kendi içinde yabancı veya yeni kültürel hayat tarzlarının çeşitliliğine karşı açılmaya zorlamaktadır.
Bunu yaparken bir yandan da ulusal–hükümetlerin hareket serbestliğini kısıtlamakta,
bu suretle onları uluslararası rejimlere karşı açılmaya mecbur etmektedir (Habermas,
2002: 108).
Ulus devletlerin içine düştüğü söz konusu bunalım, çalışmada öngörülen işbirliği için bir şans olabilir. Zira Habermas’ın ulus devletlerin akıbetine dair değindiği
sorunların Türkiye ve İran başta olmak üzere bölgedeki devletlerin hemen hemen
hepsinde mevcut olduğunu görülmektedir. Ulus devletlerin getirdiği (din, dil, kültür,
toplum) sorunları çözüme kavuşturmak için bölge devletlerinin bölgenin iki lider
ülkesi Türkiye ve İran’ın öncülüğünde siyasal bir zemine kavuşacak bir sistemle sonuçlanabilecek bir işbirliği çabasına gitmeleri ulus devletlerin günümüzde yol açtıkları sorunlar bağlamında bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır.
Uluslararası İlişkiler disiplininde (uluslararası) işbirliklerini açıklayacak bir
yaklaşım olduğunu düşünülen entegrasyon teorilerinin devletlerin “bütünleşmiş topluluklar” ihdas ederek barış ve güvenliği sağlayabilecek bir düzen kurabileceklerini
bütünleşme sürecinin meydana getireceği “karşılıklı bağımlılık” ve “ortak çıkar”a
müstenit işbirliklerinin üye devletlerin arasında yaşanması muhtemel çatışma ihtima-
74
lini ortadan kaldırabileceği ve “uluslararası anlaşmazlıkları barışçıl yollarla çözüme”
kavuşturabileceği (Sandıklı ve Kaya, 2013) belirtilmektedir.
3.1.3. İttifak Teorileri
Türkiye ile İran öncülüğünde kurulması öngörülen işbirliğinin kuramsal arka
planı Uluslararası İlişkiler disiplininde ittifak teoriler bağlamında ele alındığında;
öncelikle bir devletin bir başka devletle niçin ve nasıl işbirliği veya ittifak ilişkisi
kurduğunu açıklamanın genellikle güvenlik üzerinden yapıldığı belirtilmelidir. İttifak
teorileri, ittifak ilişkilerinin ya da bağlarının ittifaka katılacak tarafların ulusal güvenliklerini sağlamak adına yapıldığını ifade eder. Güvenlik ve tehdit algılamasının gölgesinde kurulan birliktelikler/ittifaklar, başka ittifaka katılacak tarafların güvenlik ve
ulusal çıkarlarını korumak adına yapılabileceği gibi sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel veya dini amaçlara da hizmet edebilir.
İttifak kuramları neo–realist bakış açısından ele alındığında ittifakların kuruluşunun uluslararası sistemin anarşik yapısı ile ilişkilendirildiği göze çarpar. Bu bakış
açısına göre anarşik bir uluslararası sistem içinde devletlerin güvenlik arayışı ön
planda bulunmaktadır. Dış tehdidi, kendi dinamiklerine dayanarak bertaraf edemeyen
devletlerin ittifak arayışında olduğunu öne süren bu kuram, ittifak ilişkisini “güçlerin
birleştirilmesi” olarak nitelendirir (Palabıyık, 2010: 150). Buna göre bir dominant
aktöre karşı denge oluşturabilmek için bir araya gelen devletler ya askeri yapılarını
konsolide etmeye çalışırlar veyahut da diğer devletlerle askeri güçlerini bir araya
getirmek ya da üçüncü taraf devletlerin bir başka baskın güçle işbirliği yapmasına
mani olmak için ittifaklar veya birliktelikler kurarlar. Bu noktada, devletlerin gerek
bölgelerinde gerekse de uluslararası sistemde güç dengesini sağlamak adına müttefiklik davranışları sergilediği görülür.
İttifak kuramcısı Walt, devletlerin neo–realist kuramların öne sürdüğü güç
dengesi oluşturmaktan öte var olan tehditleri dengelemek için ittifak yapıldığını iddia
eder ve bu durum Walt tarafından “Tehdit Dengesi” olarak ifade edilir (Walt, 1987:
23–24). Walt’ın bu yaklaşımı neo–realist kuramların sürekli güç kavramına yaptığı
vurguya bir eleştiri niteliği taşırken, ittifak oluşumlarının tehditler gibi başka faktörlerini de göz önüne alır. Devletlerin sadece maddi kaynakları yüzünden tehdit olmayacağını öne süren Walt, güç dengesi ile kastedilenin devletlerin temel stratejisini
75
dengeleme olduğunu ileri sürer.
Liska, uluslararası ilişkilerin ittifaklara referans verilmeksizin düşünülemeyeceğini ifade ederken modern uluslararası sistemdeki geleneksel ittifak yapılarına vurguda bulunur. Buna göre devletler, pozitif olarak birbirlerinin yeteneklerini tamamlamak için birbirleriyle ittifak ilişkilerine girerlerken, işin negatif tarafı bir ittifakın
birinin bağımsızlığını tehdit eden ve baskı olarak görülen bir muhalif/düşman gücün
etkisini minimize etme aracı olarak kullanılmasıdır. Wolfer’ın bakış açısından ise
ittifaklar, iki ya da daha fazla egemen devlet arasındaki karşılıklı askeri yardımlaşma
vaadinde bulunmaktır (Aktaran: Dwivedi, 2012: 227–228). İttifakların oluşumu veya
devamı, her hâlükârda karmaşık bir durumdur. İttifakların en temel motive edici tarafı ise bir ulusu ya da herhangi bir birleşik yapılanmayı dominant bir pozisyona ulaşmaktan alıkoymasıdır.
Konuya son olarak ittifak kuramları arasında zikredilen oyun teorisi bağlamında bakıldığında; oyun teorilerinin daha çok ittifak çalışmalarına uygulandığı ve özellikle de ittifaklar ve savaş ilişkisine odaklandığı görülür. Alastair Smith’in, ittifakların savaşlarda üçüncü tarafın müdahale ihtimalini artırdığını ve ittifakların güvenilirliğinin uluslararası sistemde çatışmanın varlığına etkide bulunduğunu ifade etmesi
oldukça ilginçtir. Smith’e göre ittifaklar, savaşın varlığı ile ilişkilidir, çünkü onlar
üçüncü tarafın müdahalesine etkide bulunurlar. Smith, ittifakların oluşumunu saldırgan A devleti, hedef olan B devleti ve üçüncü taraf C devlet arasındaki bir oyun olarak tarif eder. A devleti bir şekilde B devletini A devletine karşı saldırı ve savunmaya
zorlar. Bu arada C ise müdahale etmeyi isteyip istemediğine karar verir (Aktaran:
Oest, 2007: 41–42).
Türkiye ve İran’ın öncülüğünde kurulması önerilen işbirliği ittifak teorileri açısından değerlendirildiğinde, kurulacak işbirliğinin/ittifakın, öncelikle her iki tarafın
güvenliklerini sağlamaya dönük olacağı ve bir ittifak çatısı altında işbirliğine katılacak tarafların hepsinin çıkar ve güvenliklerini temin etmeye çalışması beklenmektedir. Bütün ittifaklarda olduğu gibi söz konusu işbirliği/ittifak ilişkisinde de güvenlik
ve tehdit algılamaları olabileceğinden, kurulacak işbirliğinin ittifaka katılacak tarafların güvenliklerini ve çıkarlarını korumak adına ve sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel
ve dini amaçlara hizmet edebilir.
76
Türkiye ile İran arasında tesis edilecek bir işbirliğinin ya da ittifak ilişkisinin,
öncelikle uluslararası sistemin anarşik yapısını dikkate alabilmesi ve güvenlik arayışını ön planda tutabilmesi oldukça önemlidir. Söz konusu işbirliğine gelebilecek dış
tehditler ise iki ülkenin kendi dinamiklerine dayanarak bertaraf edilebilmeli ve iki
ülke güçlerini bu noktada birleştirebilmelidir. Bu durum, Walt’ın ifade ettiği şekilde
tehditleri dengelemek olarak gerçekleşecektir. Liska’ya referansla, her iki ülkenin de
birbirlerinin yeteneklerini ve potansiyellerini tamamlamak için ittifak ilişkisine girebilmesi kendi varlığına tehdit olabilecek muhalif güçlerin varlığını ve tehditlerini
zayıflatabilmesi hayati bir önemdedir. İki ülkenin öncülüğünde kurulması önerilen
bir ittifak işbirliği, her iki ülkeyi ve kurulacak işbirliğini bölgede ve uluslararası sistemde baskın bir konuma yükseltecektir.
3.2. Pratik Çerçeve
3.2.1. Selçuklu–Abbasi Modeli/Tarihsel Model
Tarihsel olarak Türklerin İslam dinini kabul etmelerinde ve daha sonra ifa edecekleri büyük hizmetlerde İran’ın ve İran coğrafyasının rolü inkâr edilememektedir.
Kuruldukları dönemlerde ve kendilerinden sonra bölgelerindeki bütün halkları birleştirebilen Selçuklular, coğrafyalarında barış, adalet ve hoşgörü iklimini sağlayabilmişlerdir. Dünya, medeniyet ve insanlık tarihi açısından ve Türkiye ve İran coğrafyası
için hayati önemde bulunan İslâmiyete ve Müslümanlara büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Köle, esir veya paralı asker olarak İslam devletine katılan ve İslamiyeti
kabul eden Selçuklular, kendilerine daha sonradan büyük misyon yükleyen gaza ve
cihad fikirlerine sahip çıkarak kendilerine özgü bir modelde İslamiyeti bir medeniyet
projesi haline getirmeye muvaffak olmuşlardır. Bu noktada Selçuklu/Abbasi modeli
bir devlet, toplum ve medeniyet projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda
önemli bir husus da bu modelin, çalışmanın tarihi çerçeve kısmında ele alınan Osmanlı–Safevî rekabetini dikkate almaksızın anlaşılamayacağıdır.
Konumuzla ilgili olan boyutu itibariyle söz konusu modelin yönetim alanında
neyi ifade ettiğine kısaca bakıldığında, Selçuklular’da devlet teşkilatının, devletin
başında olan Sultan ve hanedan üyelerinden müteşekkil saray teşkilatından oluşan
yürütme, fermanlar yoluyla icra edilen yasama ve mahkemelerin oluşturduğu yargı
erklerinden ihdas edildiği görülmektedir. Köymen’e göre, Selçuklularda Saray ve
77
Ordu’da Türkçe dili konuşulmakla birlikte, devletin resmi dili Farsçadır. İmparatorluk’un sivil teşkilat kadrolarını İranlılar ve Araplar oluşturmasına rağmen, askeri
teşkilat tamamıyla Türker’den oluşmuştur. Selçuklu Sultan’ına tabi devletler, başlarında bulunan hanedanların Selçuklu hanedanıyla akrabalık derecelerine göre; başlarında Selçuklu soyundan hükümdarların bulunduğu devletler, başlarında Türk soyundan hükümdarların bulunduğu devletler ve Türk soyundan olmayan hükümdarların
bulunduğu devletler olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Merkez İmparatorluk’un
(Büyük Selçuklular) bağlı devletlerle ilişkilerinde ise bağlı devletlerin hükümdarlarının Selçuklu hanedanıyla bağları oldukça belirleyicidir (Köymen, 1972: 109–111).
Selçuklu İmparatorluğu’na yönetimsel açıdan bakıldığında; Büyük Selçuklularda Sultan, Devletin tam ve mutlak egemeni ve hâkimidir. Sınırsız olan yetkileri,
dini kurallarla, İslam Şeriatı hükümleriyle ve bazı töreler ve örfi hukuk kurallarıyla
sınırlanır ve yönlendirilir. Sultan’ın yönetimindeki hanedan teşkilatının büyük payı,
etkisi ve yönlendirmesi vardır. Divan–ı Saltanat/Divân–ı Âlâ/Hükümet Büyük Selçuklu Veziri Nizamül Mülk8 zamanında en muazzam şeklini alan divan, saray teşkilatından sonra başkentin ikinci büyük organıdır. Devletin bütün işleri, günümüzde
hükümet ve meclisin gördüğü vazifeler Selçuklularda divan tarafından görülmektedir. Selçuklu Devleti’nin adalet sistemi İslam Şeriatı ahkâmı üzerine dayanan, dini
kuralların temel ve geçerli olduğu, ayrıca geleneksel örf, töre ve adetlerden müteşekkil bir yapıdır. Adli Teşkilat/Yargı, Kadılar/Fakihler eliyle yürütülen bir yapıdır ve
bütün kadıların/fakihlerin başı, Kadı-ul-Kuzat’tır (Osmanlılarda Şeyhülislam). Kadılık sistemi, mahkemeler marifetiyle bağımsız karar veren, vatandaşların tüm adli ve
yargısal işlerine bakan bir devlet kurumudur. Son olarak Selçuklularda devletin en
kritik organlarından birisi de ordudur. Güçlü ve düzenli bir yapı ve görünüm sunar.
Selçuklular, kurmuş oldukları düzenli ordular sayesinde Orta Çağ’ın en büyük imparatorluklarından birisini meydana getirmişlerdir. İlk zamanlarda Türkmenlerden
meydana gelen Ordu’ya sınırların genişlemesiyle düzen ve organizasyon yönünden
yeni askeri görevliler ve birlikler katılmıştır (Uluçay, 1976: 284-292).
8
Selçuklu döneminin önemli devlet ve düşünce adamlarından olan Nizam–ül Mülk, Alparslan ve
Melikşah dönemlerinde vezirlik yapan, eserleri Siyasetname’si ve Nizamiye Medreseleri’yle
(Rektörü, Büyük İslam Mutasavvıfı ve Merhum Üstat İmam Muhammed Gazali’ydi) Selçuklu bilim
ve düşünce hayatını imar eden bir bilge şahsiyetti. Kurduğu medreselerle/üniversitelerle Şafii fıkhının
gelişimine öncülük eden Merhum ve Saygıdeğer Nizam–ül Mülk, Ehl–i sünnetin çok önemli
temsilcilerinden (Yüksel, 2011) ve büyük Müslüman devlet ve siyaset adamlarından birisiydi.
78
Büyük Selçuklular, dönemlerinde ekonomik kalkınmayı ve refahı sağlamayı
başarmışlar, medeni ve kültürel anlayışlarıyla kendilerine özgü bir medeniyet ve sadeliği ve gösterişten uzak olmayı esas aldıkları, bununla birlikte sadeliğin ihtişamını
taşıyan bir mimari anlayışa sahip olmuşlardır. Hayatın her alanında, insani değerlere,
ilme, bilgeliğe ve dürüstlüğe son derece önem vermişlerdir. Selçuklu modelinin tam
olarak neyi ifade ettiğine dair Osmanlı üzerinden bir anlatıma giden Özgüdenli, Büyük Selçukluların, Türklerin İslamiyet ile buluşmasından sonra kurdukları en güçlü
devletlerden birisi olarak pek çok açıdan Osmanlı kurumlarını ve medeniyetini beslediğini ve Osmanlı’ya kaynak oluşturduğunu ifade eder. Ona göre, Türk tarihinde
Selçuklu dönemi çok özel bir yere sahiptir, fakat Osmanlı kadar iyi bilinmemekte ve
o derece bir popülerliğe sahip olmamaktadır (Bulut, 2013).
Nizam–ül Mülk gibi önemli devlet adamı ve siyasetçilerin öldürülmesi, terör
eylemleri ve bu eylemlere devletin gerekli cevabı verememesi, kardeş kavgaları, dini
ve mezhebi sorunlar ve çatışmalar, medreselerde yaşanan ideolojik ve mezhebi tartışmalar, siyasi sorunlar nedeniyle ticaret yollarının güvenliğinin riske girmesi sonucu ticari başarıların gerilemesi, ilişkilerde yaşanan sorunlar ve devletin diplomasi ve
dış politikanın belirlenmesinde yaşadığı sıkıntılar ve kötüye gidiş, yönetimde üçlü ve
ikili idare sistemlerinin ortaya çıkması, Şehzade isyanları, devlet bürokrasisinin ağır
işleyişi, rüşvet, yolsuzluk gibi devlet yönetiminde bozulmaların ortaya çıkması ve
zayıf, ehliyetsiz, niteliksiz, liyakatsiz sultanların ve yöneticilerin işbaşına gelmeleri
ve gölge hükümdarların ortaya çıkışı, hanedanın profesyonel yönetici yetiştirememeye başlaması gibi Selçukluların yaşadığı sorunlar (Turan, 1998: 423–665; Uluçay,
1976: 241–267; Turan, 1999: 225–269; Özdemir, 2008), çalışmada ifade edilen, bölgede Selçuklu mirası olan topraklar üzerine tesisi önerilen işbirliği çabasının alması
gereken dersler arasında yer almaktadır. Türkiye ve İran başta olmak üzere işbirliğine katılacak ülkelerin Selçukluların düştüğü hatalara düşmeyerek tarihsel olarak tecrübe edilmiş yanlışlardan gereğince ibret almaları işbirliği için hayati bir konumdadır.
Selçuklu/Abbasi modeli, günümüzün koşulları yönünden kısmi farklılıklara sahip olmakla birlikte Selçuklu’nun temel kurucu idealleri, ilkeleri ve hedefleri örnek
alınarak yeni bir işbirliğine model ve örnek oluşturabilir. Gerek ardından bıraktığı
mirası yönünden gerekse de kurucu temellerinin tekrardan işbirliğine katılacak ülke-
79
lerce esas alınmasıyla Selçuklu/Abbasi modeli temelinde Türkiye ve İran’ın öncülüğünde bir işbirliğine imza atılması olanaksız değildir. Selçuklu’yu şimdilerde ayıran
olumlu veya olumsuz farklılıklar mevcut olmakla birlikte söz konusu model, günümüze taşınabilir ve uygulanabilir. Tarihsel olarak her insan veya devlet gibi Selçuklular’ın da hataları olmuştur. Sonuç olarak tarihte yaşanmış Selçuklu deneyimi ve
bugün Türkiye, İran, Irak, Suriye ve diğer bölge devletlerinin üzerine temellendiği
Selçuklu mirası, Türk, Acem, Arap, Kürt ve diğer etnisitelerden müteşekkil, ilmi,
siyasi, sosyal ve kültürel açıdan çok zengin bir kültür ve medeniyet iklimine sahip bir
yapıdır. Bu yapı, Türkleri, Arapları, Acemleri ve diğer milletlerle beraber, Türkçe,
Farsça, Arapça ve Kürtçeyi bir potada buluşturma özelliğine sahip olmuştur. Kültürlerin, dillerin ve milletlerin bir harmonisini sunan Selçuklu/Abbasi deneyimi, bir
medeniyet ve kültür projesi olarak tarihte yaklaşık üç asır süren bir barış ve huzur
iklimini dünyaya armağan etmiştir.
3.2.2. Avrupa Birliği Modeli/Pratik Model
Avrupa Birliği işbirliği/birliktelik deneyimini göz önüne alındığında, Türkiye
ve İran’ın öncülüğünde bölgede tesis edilecek bir işbirliği AB örneğinde olduğu gibi
ticaret ve ekonomi alanlarında başlayarak siyasi işbirliğine dönüşebilir. AB’deki gibi
ekonomik entegrasyon temelinde kurulabilecek bir işbirliği, daha sonra kültürel, sosyal ve siyasal işbirliğine teşmil edilebilir. Tarihsel olarak Avrupa coğrafyasında
Fransa ve Almanya’nın liderliğinde kurulan AB, kurumsal, tarihsel ve organizasyonel yapısıyla öngörülen işbirliği projesine birçok yönden model oluşturabilir. “Avrupa’da bir birlik kurmaya yönelik hareketlerin kökenleri ise çok eskilere dayanır”
(Karluk, 2005: 1). 1950 yılında deklare edilen Schuman Planı, Almanya ve Fransa’nın kömür ve çelik üretimini bir üst otorite yönetimi altında birleştirmek amacıyla
Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman ile yine bir Fransız planlamacı olan Jean
Monnet tarafından geliştirilmiş bir ortak projenin ürünüdür. Avrupa Birliği’nin doğuş
amacı (Ateş, 2012) Avrupa’da kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için Almanya ve
Fransa arasında kalıcı bir barışı inşa etmektir. 1951 yılında Paris’te altı ülke tarafından imzalanan Paris Anlaşması’yla Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatı (AKÇT) kurulmuştur (Çalış, 2002). 1991’de imzalanan Maastricht Antlaşması ile Birlik, Avrupa
Birliği adını almış; parasal birliğin sağlanmasına, bir Avrupa vatandaşlık konseptinin
oluşturulmasına ve ortak dış politika ve güvenlikle birlikte adalet ve içişleri alanında
80
işbirliğinin tesis edilmesine karar vermiştir. 2002 yılında Euro’nun tedavüle girmesiyle parasal birlik oluşturulurken, 1980, 1995, 2004 ve 2007 yılındaki genişlemelerle ve 2013 yılında Hırvatistan’ın iştirakiyle Birliğin üye sayısı 28’e ulaşmıştır (AB
Bakanlığı, 2014).
Avrupa kıtasının hemen hemen bütünü ve Asya kıtasının batı uç bölgelerinin
bir bölümü üzerinde yerleşik bulunan Avrupa Birliği, büyük bir işbirliği projesi olarak 13,454 km kara alanı ve 65,993 km deniz şeridiyle toplamda 4,422,773 km karelik bir alana sahiptir. Doğal bitki örtüsü ve topraklarının verimi açısından oldukça
zengin bir coğrafyaya sahip bulunan AB, Finlandiya’dan İrlanda’ya ve oradan Kıbrıs
ve İber Yarımadası’na uzanan topraklarıyla 19 ülkeyle sınır komşusudur. Coğrafik
olarak çoğunlukla Avrupa kıtası üzerinde yerleşik olmakla birlikte, “Avrupa Rusya”sı olarak da bilinen alanda üye ülkelere (Ukrayna, Belarus) sahip bulunmaktadır.
Bugün 28 üye ülkeye ulaşan sınırlarıyla büyük bir coğrafi alana hükmeden AB, yaşadığı kriz ve sorunlara rağmen aday ülkeleriyle genişlemesini sürdürmeye çalışmaktadır. 28 üyeli AB’nin 1 Ocak 2013 itibariyle toplam nüfusu, 507.069.424’dur (Eurostat, 2013).
Almanya, Fransa, İspanya, Birleşik Krallık, İtalya ve Polonya gibi ülkeler nüfus yönünden başta gelirken, Fransa, Bulgaristan, Finlandiya, İspanya, İsveç, Almanya, İtalya ve Polonya, AB içinde yüzölçümü yönünden geniş topraklarıyla önde gelen
ülkeler arasındadır. “Güçlü ve etkili bir dış politika aktörü olmak, AB içinde ve dışında özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü değerlerini garanti
altına almak ve yaymak, her türlü ayrımcılıkla mücadele etmek… sosyal ve bölgesel
uyumu teşvik etmek, vatandaşlarını en üst düzeyde yaşam ve kalite standartlarına
ulaştırmak” (www.ab.gov.tr) gibi amaçlarla kurulan AB, yerleşik bulunduğu coğrafik
alanla, topraklarında sahip olduğu çok etnili, dilli, dinli ve kültürlü büyük nüfusuyla
ve dünya ekonomisindeki etkinliğiyle, yarım asrı geçen entegrasyon ve işbirliği çabasıyla, dünyadaki işbirliği örnekleri açısından çok önemli bir yere sahiptir. Sorunları ve bunalımları bir kenara farklılıklarını bir potada buluşturan ve farklılıkların birliğini ihdas eden bir ittifak hareketi olarak AB, çalışmada belirtilen bölgesel işbirliği
düşüncesinin önünde bir model ve örnek olarak durmaktadır.
Avrupa Birliği’nde yaşayan etnik gruplara kısaca bakıldığında sayılarının
150’ye yaklaştığı görülür. Bunlar arasında en ön sırada yer alan gruplar; Almanlar,
81
Fransızlar, İtalyanlar, İspanyollar, İngilizler, Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, Çingeneler, Romenler, Yunanlar, Bulgarlar, Macarlar, Slovenler, Felemenkler, Lehler, Yahudiler, Türkler, Ruslar, Afrika kökenliler, Japonlar, Çinliler, Amerikalılar, Endonezyalılar, Faslılar, Cezayirliler, Araplar, Norveçliler, Danimarkalılar, Ermeniler ve Tatarlardır (Avrupa Birliği Bakanlığı, 2013). Etnik düzeyde olduğu kadar dini bakımdan
da farklılıkların bir bileşkesini yakalayabilen, nüfusunun çoğunluğu Hristiyan olan
AB, sınırları içindeki Yahudi ve Müslüman nüfusuyla sorunlu ve bazen de karşılıklı
korku kültürü üzerine temellenen bakış açısıyla farklı inanç sistemlerine inanan halkları bir çatı altında buluşturmayı başarabilmiştir. Bugün AB’ye üye 28 devlettin
14’ünde nüfusun % 50’den fazlası Roman Katolik iken, İtalya, Polonya, İspanya,
Portekiz, İrlanda, Lüksemburg ve Malta gibi ülkelerde Roman Katoliklerin oranı %
90’ı geçmektedir. Hristiyanlığın Protestan mezhebine mensup nüfusun yaşadığı alanlar ise genellikle Kuzey ve Kuzeybatı Avrupa ülkeleridir. Danimarka’da Protestan
mezhebine mensup olanların sayısı % 95, Finlandiya’da % 89 ve İsveç’te % 87 iken,
Estonya ve Letonya’da en yaygın inanış, Protestanlıktır. Protestan nüfusunun en fazla olduğu ülkeler ise Almanya (28 milyon), İngiltere (20 milyon) ve İsveç’tir (5 milyondan fazla). Buna ilave olarak Avrupa Birliği’nde Müslümanların oranı Almanya’da % 3.7, Fransa’da % 10, İngiltere’de 1.5 milyon, Hollanda’da % 4.4, Yunanistan’da % 1.3, Avusturya’da % 4.2, Slovenya’da % 1, Kıbrıs’ta % 18, Bulgaristan’da
% 12.2 ve Hırvatistan’da % 1.3’tür (Kurt, 2013).
AB’nin siyasal yapısı ve kuruluşunun söz konusu işbirliği düşüncesi için alınabilecek örneksel yanlarına kısaca bakıldığında; Avrupa Birliği, Türkiye ve İran’ın
yönetim sistemleri ve siyasal yapıları arasında benzerlikler bulunmakla birlikte organizasyonel yönden bazı farklılıklar da mevcuttur. AB, Türkiye ve İran’da Parlamentolar/Meclisler yasama faaliyetlerini yürütürken, Rehberlik (İran), Komisyon Başkanlığı (AB), Cumhurbaşkanlığı (Türkiye), Başbakanlık (Türkiye) ve Bakanlar Kurulu (Türkiye, İran), yürütme erkini temsil etmektedir. Ayrıca yasama ve yürütmenin
anayasaya ve kanunlara uygunluğunu denetleyen yargısal mekanizmalar bulunurken,
danışma niteliğine sahip anayasal kurumlar da mevcuttur. Avrupa Parlamentosu AB
kurumları içinde doğrudan Birlik halkları tarafından seçilen ve halkları temsil eden
kurumdur. AB Konseyi ise üye ülkelerin hükümetlerinde görev yapan bakanlardan
müteşekkil, üye devletlerin ulusal çıkarlarını temsil eden, COREPER (Daimi Temsil-
82
ciler Komitesi) gibi komite ve çalışma gruplarından oluşan ve birçok konuda AB
üyesi devletleri bağlayıcı karar alma ve yasal düzenleme kabul etme yetkisini haiz
bir Avrupa Birliği kurumudur. AB’nin hem yürütme hem de yasama sürecini başlatan organı olan Avrupa Birliği Komisyonu, AB açısından çok hayati konumda bulunan idari denetim, müktesebat, bütçe ve AB programlarının uygulanması ve icrasından sorumludur. Avrupa Birliği zirveleri ise üye ülkelerin devlet veya hükümet başkanları ile AB Zirvesi Başkanı ve Komisyon başkanının katılımı ile gerçekleşmektedir. Son olarak AB’nin yargı gücünü ve erkini temsil eden Avrupa Birliği Adalet
Divanı, AB’nin yargı organını oluşturmaktadır (Karluk, 2005).
Avrupa Birliği’nin genişleme orijinli ve bir tür ‘federatif’ yapıda ortaya koyduğu siyasal sistem, bazı açılardan çalışmada ileri sürülen işbirliği sistemine örnek olabilir. Bu bağlamda günümüzde İran ve Türkiye’nin sahip olduğu yönetsel ve politik
yapıda AB sisteminde rastlanan benzer nitelikler bulunabilir. AB, 28 farklı ülkeden
oluşan, çeşitli milletlerin dilsel, dinsel, kültürel ve sosyal karakteristiklerinin bir toplamıdır; söz konusu işbirliğinin de otuzun üzerinde farklı ülkeden ve farklı özelliklere sahip onlarca milletten oluşması beklenmektedir. AB’nin farklılıkların içinde birliği (unity in diversity) tesis edebildiği gibi Türkiye ve İran’ın da farklılıklarına rağmen oluşturacağı bir sistemle işbirliği ve beraberlik zeminleri inşa etmeleri mümkün
gözükmektedir.
3.2.3. Diğer İşbirliği Modelleri
“Bölge” kavramı, dünya coğrafyası üzerinde belirli bir alanla ilişkili olarak tanımlanırken normatif bağlamda coğrafi olarak aynı bölgede bulunan devletler arasında ticari, ekonomik ve güvenlik gibi konu alanlarında ilişkiler kurulması ve bu ilişkilerin bazı etnik, dini ve kültürel temellere dayanması olarak da tarif edilmektedir.
“Bölgeselcilik” ise bölgesel düzeyde, bölgedeki devletler arasındaki işbirliğini ilerletmeye dönük bir kısım politik teşebbüsleri ifade eden genel bir olgu iken, “bölgeselleşme” bölge seviyesinde devletler arasındaki işbirliğinin siyasi, ticari, ekonomik
veya askeri gelişimini gösteren bir kavramdır (Ateş, 2012: 221––226). Çalışmada
ifade edilen Türkiye ve İran işbirliğinin, bu devletlerin bulundukları bölgede ticari,
ekonomik, askeri ve güvenlik alanlarında, bir kısım etnik, kültürel, dini ve dilsel
müştereklikler temelinde ilişkiler kurmaları süreci olarak ifade edilebilir. Kurulması
83
önerilen işbirliği modeline örnek olarak bazı bölgesel organizasyon modellerine değinmekte fayda bulunmaktadır.
3.2.3.1. D–8 Ekonomik İşbirliği Örgütü
İlkeleri ve uluslararası örgütler tarihinde idealleri yönünden çok farklı bir çizgide yer alan D–8 Ekonomik İşbirliği Örgütü, fikir babalığını Erbakan’ın yaptığı,
Türkiye, İran, Bangladeş, Mısır, Endonezya, Malezya, Nijerya ve Pakistan arasında
1997 Haziran’ında Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi İstanbul Deklarasyonu ile
resmen ilan edilerek kurulan hükümetlerarası bir örgüttür. Ekonomik yönden üye
devletlerin konumunu iyileştirmek, ticari ilişkilerde yeni fırsatlar ihdas etmek ve
bunları farklılaştırmak, uluslararası düzeyde alınan kararlara iştirak etmek gibi amaçlara sahip D–8, Örgüt’ü oluşturan ülkelerin kompozisyonu yönünden küresel bir
formda yapılanmıştır. Genel Merkezi İstanbul olan Örgüt, kurucularından olan Erbakan’ın Güney Doğu Asya’dan Afrika’ya kadarki ülkeler arasında işbirliğini geliştirme vizyonundan etkilenmiştir (www.developing8.org). D–8, idealleri ve amaçları
yönünden alanında ayrı bir yere sahip bir örgüt olmakla birlikte gerek üye ülkelerin
farklı ulusal öncelikleri, gerekse de uluslararası politik konjonktür dolayısıyla amaçladığı konuma ulaşamamaktadır. Üyelerinin hepsi aynı zamanda İİT üyesi olan D–8
üyeleri, teknolojik ve ekonomik kalkınma düzeyleri, ticari potansiyelleri ve nüfusları
itibariyle gerek İİT içinde gerekse de bölgede önde gelen ülkeler arasında yer almaktadır. Güney–Güney diyalogu çatısı altında gelişmekte olan ülkeler arasında ihdas
edilen işbirliği örneklerinden biri olan D–8, kalkınma yolundaki ülkelerin dünya
ekonomisi içindeki konumlarını iyileştirmeyi, ticari ilişkilerini çeşitlendirmeyi ve
ticaret
alanında
üye
ülkelere
yeni
imkânlar
oluşturmayı
hedeflemektedir
(www.mfa.gov.tr).
3.2.3.2. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)
İslam İşbirliği Teşkilatı, BM’den sonra dört kıtada üzerinde bulunan elli yedi
üyesiyle, dünyadaki ikinci büyük ve en hacimli hükümetlerarası kuruluştur. Müslüman dünyanın ortak bir sesi olarak görülen İİT, dünya halkları arasında barışı ve
uyumu sağlamak için Müslümanların çıkarlarını korumayı ve sürdürmeyi kendine
amaç edinmektedir. 1969’da Rabat’ta, Kudüs’teki El Aksa Camii’nin İsrail tarafından işgal edilmesi üzerine kurulan İİT, Üye Devletler arasında kardeşlik ve barış
84
bağlarını korumayı ve sağlamlaştırmayı, Üye Devletlerin meşru ve ortak amaç ve
çıkarlarını muhafaza etmeyi, self–determinasyon hakkına saygılı olmayı, Üye Devletlerin ortak çıkarlarını gerçekleştirmek için küresel, politik ve ekonomik karar–
alma süreçlerine aktif katılımlarını desteklemeyi (www.oic–oci.org) ilke edinmektedir.
3.2.3.3. Ekonomik İşbirliği Örgütü (ECO)
Ekonomik İşbirliği Örgütü (EİÖ, EİT, EKİT–Economic Cooperation Organization–ECO), İran, Pakistan ve Türkiye tarafından kurulan ve bugün on üyeye ulaşan
bir bölgesel ekonomik işbirliği örgütüdür ve aynı zamanda Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (RCD) devamı niteliğindedir. RCD ile İran, Pakistan ve Türkiye, malların
serbest dolaşımı, ortak projelerin hazırlanması ve gerçekleştirilmesi, ulaştırma
imkânlarının geliştirilmesi ve teknik yardım sağlanması konularında anlaşmışlardır.
RCD’nin asıl hedefi, bölge içi ticaretin geliştirilmesi ve ortak şirketler kurulması
yoluyla endüstriyel kalkınma programlarının koordinasyonu ve bu üç ülke arasında
dağıtılmasıdır. RCD’nin işlevselliğinin artırılması fikri, özellikle İran’ın siyasi ve
ekonomik alanda maruz kaldığı yalnızlığı ve uygulanan ambargoyu aşabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Amaçları arasında, serbest pazar imkânları sağlayarak ticareti
artırmak, halkların hayat standartlarını iyileştirmek, sürekli ekonomik büyümeyi sağlamak, sosyal ve kültürel düşünceleri eyleme geçirerek üye ülke halkları arasında
kültürel yakınlıklar tesis etmek ve dünya ticaretinin büyümesine katkıda bulunmak
yer almaktadır (Taşdemir, 2006: 623–625).
Son olarak, Türkiye ve İran’ın ortaklaşa üyesi olduğunu kuruluşlar, Türkiye ile
İran’ın girişimleriyle bölgede gerçekleşecek işbirliği çabalarına yönelik diplomatik
ve siyasal temeller sağlamaktadır. İki ülke arasında ortak diplomatik platformlara
üyelik, işbirliğini güçlendirici özelliğe sahiplerdir. Bu kuruluşlardan bazıları, Birleşmiş Milletler (UN), Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO), Gıda ve Tarım Teşkilatı
(FAO), Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA), Uluslararası Ekonomik İşbirliği
Bankası (IBRD), Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO), Uluslararası Ticaret
Odası (ICC), Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi (ICRM), Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), İslam Kalkınma Bankası (IDB), İslam Konferansı Örgütü
(ICO–OIC), Uluslararası Finans Teşekkülü (IFC), Uluslararası Tarım Gelişimi Fonu
85
(IFAD).
3.3. İşbirliğine Yönelik Öneri ve Adımlar
Çalışmada ifade edilen işbirliği düşüncesiyle Türkiye’nin, İran’la birlikte ortaklaşa temellerini atacağı ve bölgedeki diğer devletlerin de katılımına açık halde
olacak bir işbirliği yapısı ve bu yapının kurumsal bir temel üzerine tesis edilmesi
kastedilmektedir. Bu yapı, her hangi bir dil, din, mezhep ve ırk ayrımı gözetmeksizin, bölgede bulunan ve işbirliğine katılacak bütün halkları kucaklayarak, ülkelerin
nüfus oranlarına göre temsil edileceği geniş katılımlı bir yapı işlevi görecektir. Böylesi bir işbirliğinin üyeleri, kendi içlerinde bağımsız olmakla birlikte, bu yapıda delege veya başkanlarla temsil edilebileceklerdir. Bölgede yer alan halkların temsilcileri,
çoğunlukta ya da azınlıkta bulunan tüm sosyal ve siyasal toplulukların ve grupların
temsilcileri ve önderleri, bu yapıda bölgelerine göre temsil edilerek kararlar alabileceklerdir. Kısacası bu işbirliğinin yapısı, bölgede yaşayan her bir bireyin haklarının
ve taleplerinin yansıma bulacağı bir zemin olacaktır.
Bir karar, işbirliğine gelmeden önce, ilgili konudaki uzmanların, işbirliğine üye
ülkelerin ortak çıkarlarını gözeterek ve bir ülkenin menfaatinin diğer ülkenin de menfaatine olacak ve aleyhine olmayacak şekilde belirlenmesi kuralına uyarak oluşturdukları alt yapılardan geçecektir. İşbirliğinin alacağı kararlar işbirliğine katılacak
ülkelerdeki sorunlara müdahaleye yönelik bir baskı oluşturacak, en azından bu sorunlara dair ilgisizliği gidererek gündemde yer bulma şansına sahip olacaktır. İşbirliği
fikrinin uygulanması ve icraata geçirilmesi için tasarlanan işbirliği, ulusal, bölgesel
ve uluslararası düzeyde kararlar alma ve uygulamaya ehil, kabiliyetli ve yetkili; nüfuz, ilim, güç ve tecrübe sahibi şahsiyetlerden oluşacaktır.
Türkiye ve İran’ın girişimiyle kurulması öngörülen işbirliğinin gerçekleşmesini
mümkün kılmak üzere, istişare yapıları oluşturulması gibi yollara başvurulabilirken,
başka alternatif işbirliği modelleri de sunulabilir. Türkiye ve İran arasında bir işbirliğinin kurulması için hangi yol, yöntem ve model düşünülürse düşünülsün, öncelikle
iki ülkenin birbirleriyle ilişkilerini geliştirebilecekleri etkinliklere ve faaliyetlere
önem vermeleri gerekmektedir. Türkiye ve İran’ın öncülüğünde kurulması öngörülen
bir işbirliği, iki ülkenin, ilişkilerini sosyal, ekonomik, ticari, siyasi ve kültürel düzeyde daha ileri bir noktaya taşımasıyla ve bu alanlarda işbirliğine gitmesiyle mümkün
86
olabileceği düşünülmektedir. Çalışmada yer verilen işbirliğini mümkün kılmak için
Türkiye ve İran şu işbirliği adımlarını atabilir:
Türkiye ve İran, sınır bölgesinde ortak bir kent kurarak, her iki tarafça eşit ve
ortak üniversiteler kurulmasını, ortak ticaret kurulları ve ortak istişare komisyonları
ihdas edilmesini ve yine bu şehirde iki ülke halklarının aileleri ve yakınlarıyla birlikte ikamet etmesini sağlayıp bu bağlamda projeler üretebilir. Bu şehre giriş ve çıkışlar, her iki ülke tarafından da vize veya pasaport uygulamaları gibi herhangi bir diplomatik işleme tabi tutulmadan serbest olabilir.
İki ülke arasında askeri ve güvenlik alanlarında (NATO ve AB üyesi ülkelerin
birbirleri arasında düzenlediği gibi) ortak askeri tatbikatlar düzenlenebilir. Bilgi alış–
verişi, kurulacak “Teknoloji ve Bilgi Paylaşımı Kurulu” ismindeki bir yapıyla düzenli hale getirilebilir. İki ülke arasında kardeş üniversiteler belirlenerek, karşılıklı öğrenci takası anlaşmaları ve değişimi gerçekleştirilebilir. Üniversiteler arası ortak bilgi
ve sanat kurulları oluşturulabilir. İki ülke öncülüğünde Kürt meselesinin çözümü için
Kürt Sorunu Ortak Çözüm Platformu kurulabilir. Alevi, Sünni ve Şii sorunlarının
çözümü için Mezhep Sorunları Ortak Çözüm Platformu inşa edilebilir. Sünni ve Şii
Türkmenler için Sünni ve Şii Türkmenler Ortak Çözüm Platformu kurulabilir.
İki ülke yetkililerinin birbirlerine hitaplarında kullandıkları dil yeniden gözden
geçirilerek, samimi–dostane bir söylem kullanılabilir. Zira bu sorun, işbirliğine giden
yolda aşılabilir bir engeldir. Türkiye tarafı daha çok “İran tarafı”, “İranlı yetkililer”,
“mevkidaşlarımız” gibi resmi devlet dili ve söylemi kullanırken, İranlı diplomat ve
bürokratlar ise “dostlarımız”, “Türk kardeşlerimiz”, “sevgili kardeşlerimiz” gibi daha
çok sıcak ve samimi bir halk dili kullanmayı tercih ettikleri görülmektedir. Türkiye’nin kullandığı dilin içeriği daha çok İran’a karşı şüpheci ve mesafeli bir tavır ve
tutuma işaret ederken, İran tarafının kullandığı dil, sanki Türkiye’yi içinde bulunduğu bir yanlış rotadan çevirmek ve kardeşane ve dostça tavsiyelerde bulunmaya işaret
eder gibidir. Her iki ülkenin de diplomatik birimleri sosyal ve kültürel etkinliklerin
düzenlenmesini sağlayabilir. Kültür, spor, iş, askeri, basın, tarım, ticaret ve bilim
ataşelikleri kendilerine verilen görevleri, iki ülke arası ilişkilere temel oluşturacak ve
iki ülke işbirliğini güçlendirecek şekilde etkin olarak yerine getirilebilir. Buna ilave
olarak ilgi alanlarıyla alakalı konular iki ülkenin veya işbirliğine katılacak ülkelerin
ortak menfaatleri de göz önünde bulundurarak dikkatlice izlenip ve raporlanabilir.
87
Ulus devletlerin sınırlarının çok keskin olmadığı bir zamanda, Türkiye ve İran
başta olmak üzere, işbirliğine katılacak ülkeler Türkiye ile Gürcistan’ın, Türkiye ile
İran’ın arasında olduğu gibi karşılıklı olarak vize rejimlerinde kolaylık sağlanması ve
vizelerin kaldırılması gibi konularda aralarındaki ilişkileri güçlendirebilir. Bu şekilde
Türkiye ve İran halkları arasındaki derinlikli bağlar güçlenecek ve her iki ülkenin
birbirlerine olan önyargıları izale edilecektir. Türk–İran ilişkilerinin makul ve istikrarlı bir zemine oturması ve her iki ülkenin birbirlerine dönük dış politikası ve angajmanları, tarihi, sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal ve stratejik gerçekliklerden
uzak olmaması gerekmektedir.
Medyada her iki ülkede de ana dillerde ve diğer ülkenin resmi dilinde birbirlerine dönük pozitif yayınlar yapılabilir; Türkçe, Farsça, Kürtçe ve Arapça başta olmak
üzere müştereken gazetecilik ve TV–Radyo yayıncılığı faaliyetleri gerçekleştirilebilir. Türkiye ve İran’da her iki ülkede de Türkçe, Farsça ve Kürtçe dillerinde ortak
yayın yapacak bir TV ve radyo kanalı kurulabilir ve ortak dillerde gazeteler ve dergiler çıkarabilir.
Türkiye’nin, İran’ın sahip olduğu enerji kaynaklarını diğer bölgelere aktarmada
yardımcı olması ve aralarında boru hatları inşası gibi enerji projelerine imza atmaları,
öncelikle ekonomik temelli entegrasyona yardımcı olacaktır. İki ülke de diplomatik
alanda birbirlerini yalnız bırakmayarak kendilerini ve ortak olarak bir diğerini ilgilendiren uluslararası politik konularda dayanışma içinde olabilir. İki ülkenin bilge ve
âlim şahsiyetlerinin ortak zeminlerde buluşabilecekleri bilimsel, dinsel, dilsel ve kültürel organizasyonlara ağırlık verilerek, dinsel, mezhepsel ve Sufi oluşumlar arasındaki bağların kuvvetlendirilmesine gayret edilebilir. Her iki ülkede de araştırma enstitüleri9, düşünce kuruluşları, akil insanlar toplulukları, sivil toplum örgütlenmeleri;
üniversitelerde akademik kürsüler ve bölümler kurulabilir. Kurulacak akademik ve
bilimsel işbirliklerine ve ortak ilmi projelere imza atılabilir.
İşbirliğine yönelik olarak AB örneğinde olduğu gibi müktesebatlar belirlenebilir; ortak müzakere süreçleriyle, müştereken belirlenecek politikalara uyum ve transfer imkânları sağlanabilir. İki ülke arasında eğitim alanında yeni anlaşmalar imzala9
İran, Türkiye ve Türk halkını tanımaya yönelik olarak, tesis ettiği düşünce kuruluşları ve araştırma
enstitüleri ile bu alanda daha aktif yer alırken, Türkiye bu konuda çok geri planda bulunmaktadır.
Hâlihazırda İran’da üç tane Türkiye enstitüsü mevcut iken, Türkiye’de bu alanda henüz bir çalışma
yoktur. Bk. (Soysal ve Eren, 1977: 151).
88
nabilir; Mevlana Programı gibi eğitim değişim anlaşmalarına ağırlık verilebilir; her
iki devlet de öğrenci ve öğretim üyesi değişim programlarına ilgi gösterebilir. İki
ülke arasında (İran tarihinde Büyük İskender’in, Helen–Fars birlikteliğini sağlamak
için bir proje olarak geliştirdiği ve kendisi de Fars kraliçesi ile evlendiği gibi ya da
Büyük Selçuklular devrinde Abbasi hanedanı ile gerçekleştirilen evliliklerde olduğu
gibi) ortak evlilik bağları ihdas edilerek, ailelerin birbiriyle kaynaşması sağlanabilir.
İki ülke arasında doğa, kongre, kültür, sinema, spor, inanç, alışveriş, günübirlik gezi,
safari, çevrebilim, yaban hayatı gözlemciliği ve dağ turizmi gibi alanlara ağırlık verilebilir.
Sıklıkla iki ülke arasında turlar ve turizm faaliyetleri gerçekleştirilebilir; her iki
ülkede de halkların buluşabileceği ortak manevi mekânlar tesis edilebilir. İki ülke
arasında dini ve ahlaki esaslara dayanan ve zekât müessesesini de düzenleyecek faizsiz bir “bankacılık” sistemi kurulabilir. İki ülkenin ortak tarihini yansıtacak sergiler
düzenlenmesi ve müzeler açılması gibi sanatsal çalışmalar yapılabilir. İki ülke arasında kültür günleri ve kermesler gibi halklar arasında kaynaşmayı artıracak faaliyetlere önem verilebilir. İki ülke arasında, gençlerin katılabilecekleri spor yarışmalarına,
olimpik aktivitelere ve turnuvalara yer verilebilir. İki ülkenin refah seviyesini yükseltecek adımlar atılabilir.
Bu çalışmada sunulmaya çalışılan Türkiye ve İran öncülüğündeki bir işbirliği
çabası, her iki ülkenin sahip olduğu ortak coğrafya, iklim ve konum dolayısıyla, bu
devletler arasında var olan ticari ve ekonomik ilişkilerin artırılması ve (bazı sosyal ve
kültürel etkinlikler yoluyla) halklar arasındaki bağların güçlendirilmesiyle gerçekleşebilir. Bu noktada atılması beklenen adım, ortak bir şuur ve gelecek tahayyülüyle
Türkiye ve İran halklarının ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel boyutlarda çabalar
sarf etmeleri ve teşebbüslerde bulunma iradesi göstermeleri ve bu ideal uğrunda
emek vermeleridir. Böyle bir işbirliğinin başarıya ulaşması ise sabırla, çalışmayla ve
sağlam bir irade ortaya koymayla olacaktır.
89
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İŞBİRLİĞİ İMKÂNLARI VE ENGELLER
Türkiye ve İran’ın öncülüğünde bir işbirliğinin gerçekleşmesi durumunda uluslararası politikada büyük yansımalarının olabileceği gibi uluslararası sistem tarafından bu oluşumun tepkiyle karşılanması beklenebilir. Her şeyden önce işbirliğinin
geliştiği esnada uluslararası konjonktür, tepkilerin ve eleştirilerin yönünü belirleyecek bir etmen olmakla birlikte uluslararası güçlerin bu işbirliğini engellemek isteyecekleri düşünülebilir. Uluslararası ilişkilerde hiçbir devlet, diğerinin güçlü olmasını
istemez. Doğal olarak Türkiye ve İran’ın da güçlü olması ve bir işbirliği zeminde
buluşması üçüncü taraflarca istenmeyecektir. Bu bölümde gerçekleşmesi olası bir
işbirliğinin alacağı tepkiler ve bu tepkilere karşılık nasıl bir tavrın geliştirilebileceği
ele alınmaktadır. Bir işbirliğinin kurulmasının önünde duran engeller ve zorlukların
da paylaşıldığı bölümde, işbirliği sürecini hızlandıracağı düşünülen bazı faktörlere de
yer verilmektedir.
4.1. Bölgesel Sorunlarda İşbirliği Ne Kadar Mümkün?
Günümüz uluslararası sisteminin mevcut yapısı dikkate alındığında, işbirliği
düşüncesinin önünde bazı zorlukların bulunduğunu, buna rağmen Türkiye ve İran’ın
birlikteliğinde bölgesel bir işbirliğinin kurulabileceğini ve böyle bir işbirliğinin cari
yapılara rağmen bir alternatif sunacağını ifade edebiliriz. Uluslararası ilişkilerde iyi
niyete yönelik bir adım atılmaya çalışıldığında hemen akla söz konusu meselede pek
çok zorluğun ve engelin bulunduğu gelmektedir. Fakat barışa yönelik bir girişimde
zorlukların ve engellerin aşılması kadar önemli olan bir başka şey de atılacak adımın
gerekçeleri ve sebepleri ve bunların somut bir şekilde ortaya koyulmasıdır. Bu bölümde sunulmaya çalışılan düşünce, zorluklara rağmen işbirliğine yönelik meşru
gerekçelerin mevcut olduğu ve her bir gerekçenin bir argümana dayandığıdır. Bu
bağlamda ilk olarak Orta Doğu bölgesinde etkili olan Suriye ve Irak problemleri karşısında iki ülkenin işbirliği imkânları ela alınmıştır. Bugün bölgede çok sayıda sorunun yaşandığı gözlenmekte. Filistin, Lübnan, Afganistan, Irak, Pakistan, Mısır, Kuzey Irak, Kürtler, nükleer kriz, ambargolar gibi konular bu sorunlardan bazılarıdır.
Fakat burada tezin genişleyen sınırlarını dizginlemek adına Türkiye ve İran’ı doğrudan ilgilendiren iki temel problem olarak Suriye ve Irak sorunları ve iki ülkenin bu
90
sorunlar karşısında işbirliğine gitmelerinin ne kadar ve nasıl mümkün olduğu konuları ele alınmıştır.
4.1.1. Suriye Sorunu
Suriye Krizi’nin bölgedeki en büyük etkisine Türk–İran ilişkilerinde rastlanmaktadır. BM’nin Libya’da olduğu gibi güç kullanımını içeren bir yaptırım kararı
alamaması üzerine Suriye konusunda yalnız kalan Türkiye, İran’la ilişkilerinde büyük bir kırılma ve gerilim yaşamaktadır. Gerilimin nedeni, iki ülkenin Suriye’de rejim değişikliğinin sonuçlarını farklı okumalarıdır. Her zaman süreci idare etme yeteneğine sahip olduğu görülen Tahran yönetimi, bir “Siyonist komplo” olarak nitelediği rejim değişikliği çabalarına bir yandan uzak dururken diğer taraftan değişimin
“İran’ı güçsüz bırakma hedefine dönüşmeden” ve “İslam Cumhuriyeti’nin güvenlik
kaygılarını dikkate alan bir seyir izlemesi halinde” desteklenebileceği mesajını vermiştir. Dini lider Hamaney’e yakın gazetelerde Suriye’deki değişim sürecini Türkiye
ve İran’ın birlikte yürütülebileceği, “Siyonistler”e gerek olmadığı yorumları yapılmıştır (Ertuğrul, 2012: 4–5). Ancak İran’ın Türkiye ile birlikte yönetilmesini önerdiği değişimin bazı anayasal reformlarla sınırlı olduğu da açıktır. Suriye konusundaki
derin görüş ayrılığının Türkiye ile İran arasında bölgede süren rekabeti daha da kızıştırdığı değerlendirilmektedir. Kullanılan dilin sertleşmesinin nedeni ise Suriye’nin
geleceğinin iki taraf için de artık güç gösterisi haline gelmiş olmasıdır.
Türkiye ile İran’ın karşı karşıya getiren ve iki ülke açısından hem tehdit hem
de fırsatlar sunan Suriye sorununa geçmeden önce Türkiye–Suriye ilişkileri kısaca
hatırlanırsa; Arap Baharından önce Türkiye–Suriye ilişkilerinde Kürt meselesi ve
Avrupa Birliği konusunun öne çıktığı görülür. Bölgenin diğer ülkeleri için de hayati
ve stratejik bir öneme sahip bulunan Kürt meselesinin Türkiye–Suriye ilişkilerine
Türkiye ve Suriye’nin toprak bütünlüğü kaygısı çerçevesinde müşterek bir işbirliği
zemini aramak şeklinde yansımıştır. Türkiye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğüne
tehlike oluşturan Kürt meselesi, Suriye açısından da aynı gerekçelerle önemli görülmüştür. Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen Suriye dış politikasında Avrupa Birliği meselesi önemli bir konu haline gelmiş, küreselleşmenin artan etkisi ve Batı ile
ilişkilerin kaçınılmaz hale gelmesi, Suriye’nin AB’yle daha da yakınlaşmasını zorunlu kılmıştır.
91
Dış politikada liberalleşme, ekonomide serbest piyasa ekonomisine geçiş gibi
siyasi ve iktisadi düzenlemeler çabası içinde olan Suriye’nin Avrupa Birliği ve Batı
ile ilişkilerinde Türkiye bir “köprü” konumunda bulunmuştur. Bu dönemde Suriye,
Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan bir “kapı”sı iken, Türkiye de Suriye’nin Batı’ya,
özelde de Avrupa Birliği’ne açılan bir “pencere”si olmuştur. Fakat Arap Baharı ile
gelen siyasi çalkantılar ve krizler, neredeyse bir birleşme yaşanmasının eşiğinde bulunan Türkiye ve Suriye’nin aralarındaki diplomatik ve siyasi bağları koparmış; ortak
bakanlar kurulu toplantısı düzenlendiği ve vizelerin kaldırıldığı esnada birleşme hayalleri, yerini iki ülkenin farklı ittifak sistemlerinde karşı karşıya gelmesine bırakmıştır. Türkiye ile Suriye’nin vizeleri kaldırmasıyla binlerce insanın Suriye’ye ve
binlerce Suriyelinin de Türkiye’ye geldiği ve kendi kendine vuku bulan bir “birleşme” sürecinin yaşandığı bir anda Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de meydana gelen
iç ayaklanmanın bir iç–savaşa dönüşmesi, iki ülke ilişkilerine büyük zarar verdiği
gibi Türkiye ile İran ilişkilerini de sıkıntıya sokan bir konu olmuştur. Bugün Suriye
meselesi, bölgede Türkiye–İran liderlik rekabetinin çok yoğun olarak yaşandığı alanlardan birisini oluşturmaktadır. Arap Baharı ile gelen siyasal hareketlerin Suriye’ye
de sıçraması Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya getirdiği gibi İran’la da aralarında
çok kritik bir sorun kaynağı oluşturmuştur. Bu anlamda Suriye sorunu, Türkiye ve
İran’ın bölgede liderlik reflekslerini gösterdiği çok açık bir alan haline gelmiştir.
Arap Baharı ile birlikte Türkiye ile İran arasındaki en büyük görüş ayrılığının
Suriye konusunda yaşandığı görülmektedir. Türk tarafı, bölgedeki halkın haklı taleplerine cevap verilmesi gerektiğini vurgulayarak Esad yönetimine reform yapması
konusunda tavsiyelerde bulunurken, İran Türkiye’yi ABD ve Avrupa ile ortaklık
yapmakla suçlayarak Türkiye’yi Suriye’nin iç işlerine karışmakla itham etmektedir.
Ayrıca İran, Esad rejimine desteğini artırarak bölgedeki Şii unsurları Esad’e destek
çıkmaları konusunda organize etmeyi de sürdürmektedir. Bugün İran, Suriye konusunda Türkiye’den farklı bir politika takip etmekte ve gelecekte Türkiye ile ilişkilerinin bozulma ihtimalinden hiçbir kaygı duymamaktadır. Suriye’de şiddetli çatışmaların yaşandığı esnada İran, Türkiye’yi Ortadoğu genelinde en önemli bölgesel rakip
olarak görmeyi sürdürmektedir (Taşken, 2013).
İran tarafı, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın düşmesine izin vermeyeceklerini belirtirken, Suriye’nin milli egemenliğine karşı oluşturulacak uçuşa yasak bölge
92
ya da askeri birliklerin Suriye topraklarına girmesi gibi her türlü yanlış girişimin kötü
sonuçlar doğuracağı konusunda Türkiye’yi uyarmaktadır. Suriye konusunda Türkiye
ile görüşmeleri sürdürdüğünü ifade eden İran, Türkiye’nin Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönmelerinde önemli rol oynayabileceğini belirtmektedir (Haber Türk,
10.10.2014). İran’a göre Esad giderse sadece son derece stratejik öneme sahip bir
müttefik kaybedilmiş olmayacak, aynı zamanda İran’ın Hizbullah’la olan askeri ve
siyasi bağlantıları da büyük zarar görecektir. Bundan dolayı diğer Arap ülkelerinde
“Arap Baharı” denilen halk ayaklanmalarını destekleyen ve bunu “İslami Uyanış”
diye adlandıran İran, Suriye’de özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa çıkan halklara tepkisini her fırsatta dile getirmektedir. İran, Suriye’deki halk ayaklanmasının bölgedeki stratejik çıkarlarını tehdit etmesi nedeniyle Suriye halkının değil, Esad rejiminin yanında yer almayı tercih etmektedir (Taşken, 2013).
Bölgede Suriye rejimine açıkça destek vermeye ve iç savaşın en aktif tarafı olarak Suriye sorununu kendi iç meselesi olarak nitelemeye devam eden İran, bölgesel
nüfuzunu artırmak amacıyla bir süredir Suriye’ye yatırım yapmaktadır. Suriye ile
aralarında zaman zaman fikir ayrılıkları ortaya çıkmış olsa da İran, Suriye üzerinde
etki kurmaya ve Esad rejiminin ayakta tutmaya oldukça önem vermektedir. Çünkü
İran’a göre Suriye iç savaşı, bölgede aslında kendisine karşı yapılmak istenen saldırının bir parçası ve bahanesidir. İran ayrıca, Suriye’nin Sünni–Şii geriliminin ana
sahnesi haline gelmesi ve bunun sonucu olarak Orta Doğu’da mezhepler arası gerilimin iyice tırmanması sonrasında Şii Hilalini korumak adına da Suriye rejiminin gücünü korumasını önemsemektedir. Tahran’a göre Esad’ın iktidarda kalması, Irak,
Lübnan hatta Mısır ile olan ilişkilerini ve İsrail’e karşı güvenliğini derinden etkileyecek faktörlerin başında geliyor. Bu çerçevede İran, Türkiye ile karşı karşıya gelmesine rağmen Suriye rejimini ayakta tutmak için uzun süredir siyasi ve ekonomik olarak
çok büyük bir yükü sırtlanmış durumdadır (Yüksel, 2014).
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye göre her iki ülke de Irak ve Suriye’nin
komşularıdır. Bölgede önemli olaylar yaşanmaktadır ve son aylarda hem Irak’ta hem
Suriye’de olumlu gelişmelere şahit olunmaktadır. Tüm bu konuları Türkiye ile görüşmek, diyalogu ve işbirliğini devamlı hale getirmek gerekmektedir (Radikal Gazetesi, 09.06.2014). Bu çerçevede, BM’nin 68. Genel Kurul açılış toplantılarında Türkiye ve İran liderleri BM konusunda çok sert eleştirilerde bulunarak, Suriye ve Irak
93
gibi ülkelerde yaşanan sorunlar karşısında BM’nin üzerine düşen misyonu yerine
getiremediği ve gerekli insani müdahalelerde bulunamadığı konusunda ortak görüş
beyan etmişlerdir. Gül’e göre BM, uluslararası barış ve güvenliği sağlamakta problemler yaşamakta, hak ve hürriyetleri koruyamamaktadır. Gül’ün nazarından Güvenlik Konsey’inin tepkisiz tutumu ise saldırgan rejimlerin gücünü artırmaya yaramaktadır (Habertürk, 26.09.2013). Ruhani ise BM’nin sürekli savaş seçeneğini masada
tutan bir kurum olmaktan öte barışı daimi olarak muhafaza eden ve kalıcı barış koalisyonlarına aracılık eden bir ortak zemin olması gerektiğini ifade ederek, BM’den
“şiddetin ve aşırıcılığın karşısında olan bir dünya projesi”ni hayata geçirmesini istemektedir (Turkish Fars News, 24.09.2013).
2014 yılında Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret esnasında Suriye konusunda
yöneltilen bir soruya Ruhani, “önemli olan şey Suriye’de akan kan dursun. Terörist
gruplar oradan çıkartılsın ve Suriye’nin geleceği Suriyeliler’in elinde olsun” (Posta
Gazetesi, 09.06.2014) derken, “önemli olan iki ülkenin istikrar ve güvenlikte anlaşmaya varmasıdır. Halkın oylarının belirleyici olmasıdır. Savaşın bitmesi, kardeşkanı
akıtmaya son verilmesi arzumuzdur. Bu ülkelerle ilgili ortak düşüncelerimiz vardır.
Bizim irademiz bu müzakerelerin devam etmesi doğrultusundadır ve eminiz ki iki
ülkenin yardımıyla bu iki ülkenin istikrarı ve güvenliği sağlanacaktır” (Türkiye Gazetesi, 09.06.2014) diyerek, Suriye konusunda iki ülke işbirliğinde istikrar ve güvenliğin sağlanması ve Suriye konusunda yaşanan sorun karşısında halkın iradesinin
belirleyici olması gerektiğinin altını çizmiştir.
Ruhani’ye göre Suriye’deki krize en iyi çözüm, serbest ve adil seçimlere gidilerek getirilebilir. Suriye’nin kaderi, dış güçlerin etkisi olmaksızın ancak Suriye halkı
tarafından belirlenebilir (BBC, 23.01.2014). Suriye’de alınacak tek taraflı kararların
doğru bir çözüm yolu olmayacağına işaret eden Ruhani, “Suriye’de merkezi (hükümeti) kabul etmezsek çözüm yolu da olmayacak. Bu yüzden ilk olarak teröristler yok
olmalı. Bir veya birkaç ülke ve hükümet, başka bir hükümetin meşruiyetini belirleyemez aksine bir ülkede hükümetin meşruiyetini halkı belirler. BM Güvenlik Konseyi’nin yeterli araç–gereçlere sahip olmadığını söylemeleri doğrudur, çünkü sanki BM
Güvenlik Konseyi büyük ülkelerin değil küçük ülkelerin tehditleriyle mücadele için
vardır. Bu yüzden sıkıntılı olan BM yapısıdır” (Iran Turkish Radio, 25.09.2014) diyerek, Suriye konusunda alınacak kararlarda soruna muhatap tüm tarafların görüşle-
94
rinin alınması gerektiğini, BM’nin sıkıntılı yapısından dolayı sorunun çözümünün
çıkmaza girdiğini ifade etmektedir.
Suriye’de özgür seçimlerin yapılması için uygun koşulların oluşturulması ve
Suriye halkının kullanacağı oylara herkesin saygı göstermesi gerektiğini ifade eden
İran Cumhurbaşkanı, dışarıdan herhangi bir devletin ya da gücün Suriye halkı adına
karar veremeyeceğini, Suriyeli muhalefetin Şam yönetimiyle aynı masada müzakerelerde bulunması için zemin hazırlanması gerektiğini dile getirmektedir. Ayrıca Ruhani’ye göre bölgeden ve diğer kıtalardan gelip halkı ve zaman zamanda kendi kendilerini öldüren terörist grupların Suriye’de bulunması üzüntü verici olduğundan,
teröristlerin Suriye’den çıkartılması için herkes çaba göstermelidir. Teröristleri destekleyen ülkelere seslenilmelidir. Çünkü bu durum onların da çıkarına olmayacak ve
belki sıra onlara da gelecektir (International Shia News Association, 14.11.2014).
Türkiye’nin Suriye’ye karşı izlemiş olduğu dış politikada şahsi bir siyaset güdülmediğini ve izlenen siyasetin, Türkiye Cumhuriyeti’nin politikası olduğunu belirten Davutoğlu, “Türkiye olarak Suriye’deki zulme karşı bir tavır alıyoruz. Ortadoğu’daki bu politikamızdan vazgeçmeyiz. Suriye konusunda uygulanacak üç politika
var: Birincisi statüko adına Esad’ın yanında olmak, ikincisi Suriye’de yaşananlarla
ilgilenmemek, üçüncüsü ise bizim yürüttüğümüz politika yani Esad’la ilişkimizi yürütemediğimiz için halkın yanında olmak” diyerek Suriye konusunda diplomasinin
bütün imkânlarından faydalanmaya çalıştıklarını ifade etmektedir. Krizin bu boyuta
ulaşmaması için her şeyin yapıldığını, Suriye kriziyle ilgili batı dünyasıyla çok kez
görüşmeler yapılarak formüller geliştirilmeye çalışıldığını vurgulayan Başbakan,
Suriye yönetiminin bu formüllere imkân tanımadığının altını çizmektedir. Türkiye’nin Suriyeli muhaliflere silah verdiğine yönelik iddiaları kesin bir dille reddeden
Davutoğlu, İran’ın Suriye politikasını eleştirerek İran’ın Suriye halkı yerine statükocu Esad rejimini desteklediğini vurgulayarak, “İran, halklara güvenmektense yönetimlere ve kişilere güveniyor. İran geçmişte de uyguladığı direniş ekseni politikasını
bugün Esad’a uyguluyor. Bize göre halka dayanan direniş ekseni meşrudur. Direniş
ekseni Suriye halkının iradesidir. İran Suriye politikasında hata yapıyor" demiştir
(NTVMSNBC, 24.08.2012).
Suriye’de yaşanan sorun karşısında BM’yi eleştiren Davutoğlu, “Bütün yüzyılın en büyük insani kaybının yaşandığı Suriye’de BM tavır alamıyor. Karar alma
95
kabiliyeti olmayan bir örgütün uygulama kabiliyeti kalmaz” (Cumhuriyet Gazetesi,
14.11.2014) sözleriyle Suriye’de yaşanan insani sorunun BM Güvenlik Konseyi’nin
tutumu ve yapısından kaynaklandığını ifade etmektedir. Türkiye olarak etkin biçimde
Suriye’de yaşanan trajediyi durdurmak için bütün imkânları seferber ederek Suriye
halkının yanında olmaya devam ettiklerini belirten Davutoğlu, uluslararası toplumdan beklentilerinin yeni zihin egzersizleri yapmak yerine somut olarak Suriye halkının acılarına deva olacak adımların atılması olduğunu; “somut olarak Suriye’de yaşanan insan, trajediye bir çözüm bulma çabası göremiyoruz. Bunun bedelini de Suriye halkı ödüyor ve komşu olarak da biz hissediyoruz. Artık zihin egzersizlerinden
çıkıp somut bir şekilde herkesin masa başında bir şekilde alandaki realiteleri göz
önünde bulunduracak şekilde bir süreci işletmesi lazım” (Yeni Şafak Gazetesi,
28.12.2012) diyerek ifade etmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Suriye’deki çatışmalar başlamadan önce Şam rejimini çok samimi şekilde uyardıklarını, Bağdat yönetimine de aynı uyarıları yaptıklarını hatırlatarak, “Ne yazık ki ne Esad ne de Maliki bizim samimi uyarılarımızı
dinlemediler. Şimdi soruyorum; 250 bin Suriyeli kardeşimizi katleden zalim Esad
bunun hesabını hem bu dünyada hem ebedi âlemde nasıl verecek? Evlerinden, topraklarından, yurtlarından şu anda kovulmuş olan siz kardeşlerimizi yani Suriyeli vatandaşların acaba bu çektikleri çilenin hesabını nasıl verecek? Ben inanıyorum ki
sizin beddualarınız onun için bir felah olmayacaktır” (Sabah Gazetesi, 07.10.2014)
diyerek, “uçuşa yasak bölge, güvenli bölge ve eğit –donat” uygulamalarının başlaması durumunda Türkiye’nin de diğer koalisyon güçlerinin yaptığı her şeyi aynen
yapacağını belirtmektedir (BBC, 31.10.2014).
Türk Dışişlerinin resmi görüşüne göre köklü tarihi, kültürel ve insani bağlara
ve paylaşılan ortak sınırına sahip bulunan Suriye’de 2011 Mart’ından bu yana devam
eden olaylar, Suriye ile olan ikili ilişkileri ve bölgedeki gündemi yeniden belirlemektedir. “Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliğinin korunması, ülkede akan kanın durması ve Suriye halkının meşru taleplerinin karşılanmasına yönelik demokratik reform
ve dönüşüm sürecinin barışçıl bir şekilde sonuçlandırılması” (Dışişleri Bakanlığı,
15.11.2014), Suriye’deki gelişmeler karşısında Türkiye’nin ilk günden bu yana izlediği politikanın temel parametrelerini oluşturmaktadır.
Özetle, İran ve Türkiye arasında siyasi ve diplomatik gerilimlerin yaşanmasına
96
sebep olan Suriye krizinde iki ülkenin karşıt görüşte ve taraflarda olduğu göz önünde
bulundurulduğunda öncelikle İran’ın, Suriye meselesini kendi varlığı için hayati bir
konu olarak gördüğü ve Suriye’den sonra belki sıranın kendisine geleceğini düşündüğü ifade edilebilir. Suriye meselesinde muhaliflere karşı Suriye rejimini destekleyen İran’ın aslında kendi varlık ve egemenlik alanlarını korumaya çalışması Suriye
yönetiminin Şiilerin elinde olduğu düşünüldüğünde gayet reel politik bir tutum olarak kabul edilebilir. İran, belki Suriye’den vazgeçmeyecektir. Fakat Türkiye ile
İran’ın Suriye konusunda varacakları uzlaşma, işbirliği ve ortak tutum, Suriye’de
akan kanı durdurma potansiyeline sahip olacaktır.
Türkiye ile İran’ın işbirliği içinde Suriye konusunda Suriye’de binlerce insanın
ölümüne ve milyonlarcasının ülkeyi terk etmesine yol açan, mezhebi ve dini fraksiyonların etkisiyle körüklenen ve uluslararası sistemin baskın güçlerinin müdahil olduğu bir savaşa ve halen devam eden insani soruna son vermeleri gerekmektedir.
Ortak tarih, akrabalık, din ve kültürel bağlara ve ilişkilere sahip oldukları Suriye meselesi, her iki ülkenin ve genelde bölgenin güvenlik ve istikrarını ilgilendirdiği için
Suriye’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması için iki ülkenin de işbirliği yapması zorunlu görünmektedir.
Sonuç olarak Türkiye ile İran, Suriye konusunda bazı konularda işbirliğine gidebilirler. Öncelikle Suriye üzerindeki çatışan çıkarlarını, müşterek çıkarlar ve barışçıl ilişki biçimine dönüştürerek farklı gruplar üzerindeki tesir ve yönlendirmelerine
son verebilirler. Suriye’de insani krize yol açan rejime karşı ortak bir tavır sergileyerek, ortak diplomatik bir hakemlik organı ihdas edebilirler. Her iki ülke de geleceklerinin birbirlerine bağlı olduğunun ve Suriye’nin güvenliğinin kendi güvenlikleri ile
doğru orantılı olduğunun idrakine vararak küresel aktörlerin Suriye üzerindeki çıkar
ve emellerinin bilincine varıp gerekli bütün tedbirleri alabilirler.
Suriye konusunda Türkiye ile İran’ın aşması gereken konular itibariyle; öncelikle soruna muhatap farklı çıkarlara hizmet eden farklı fraksiyonlar bulunmaktadır.
İki ülke politika yapıcıları da müşterek gelecek idealinde olmadıklarından gelecek
beklentilerini kendi ulusal çıkarları çerçevesinden görmektedirler. İran, Suriye rejimini desteklemeye devam ederken Türkiye, Esad’a muhalif olan Özgür Suriye Ordusu’na olan desteğine devam etmektedir. Uluslararası sistemin başat aktörleri, Suriye
meselesini bölge ülkelerinin inisiyatifine bırakmak istememekte ve kendi çıkarlarını
97
maksimize etmeye çalışmaktadır. Ayrıca, Türkiye, İran ve Suriye’de ayrılıkçı ve bağımsız bir devlet kurmak isteyen Kürtler, istikrarın önünde bir engel olarak durmaktalar. Zira bu üç ülkede bağımsız kendi yönetimlerini kurmak isteyen Kürt hareketi,
bu ülkelerin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğüne yönelmiş bir tehdit durumundadır.
Tüm bu ifade edilen sorunların üstesinden gelinebilmesi, Türkiye–İran işbirliğine
bağlı olduğu gibi, iki ülke işbirliği çabalarına da olumlu yönde etkide bulunacaktır.
4.1.2. Irak Sorunu
Türkiye ve İran, tarihte olduğu gibi günümüzde de Suriye ve Irak gibi ortak tarihsel köklerinin ve bağlarının olduğu bölgeler üzerinde birbirleriyle rekabete girmektedirler, aynı coğrafyayı ve bölgeyi paylaşmalarına rağmen birlikte ve işbirliği
içinde olmayı birbirleri üzerine üstünlük ve bölge üzerinde liderlik kurmaya tercih
etmektedirler. Tarihsel olarak bölgede iki ülkenin uzlaşmaya vardığı ve anlaştığı
noktalarda huzur ve sükûnet sağlandığı; birbirleriyle görüş ayrılığına girdikleri zamanlarda da çatışma ve siyasi rekabetin kaçınılmaz olduğu görülür. Suriye’de Arap
Baharı ile başlayan iç savaş ve yaşanan insani kriz bu durumun çok açık göstergesidir. Bu noktada Türkiye ve İran’ın, Suriye ve Irak örneklerinde olduğu gibi kendileriyle ortak dini ve etnik bağlara sahip halkların yaşadığı ülkeler üzerinde birbirleriyle
girdikleri rekabet ve anlaşmazlıklar, iki ülkenin bölgede yürütecekleri işbirliğinin
önünde bir zorluk ve engel olarak durmaktadır. Bu engelin aşılma yolu ise, ulusal
çıkarlardan öte müşterek çıkarları önceleyen bir işbirliği zeminin bulunabilmesidir.
Türkiye–Irak siyasi ilişkilerine kısaca bakıldığında, Türkiye tarafından Ortadoğu bölgesinde ayrıcalıklı bir yere sahip Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, güvenlik, barış ve istikrarının tesisi, iç barışının ve huzurun sağlanması, bölge açısından
güvenlik ve refah üretebilen bir devlet haline gelmesi, Irak’a yönelik Türk dış politikasını temel parametrelerini oluşturmaktadır. Türkiye bu anlayış temelinde, Irak’ın
bağımsızlığı, siyasi birliği, toprak bütünlüğü, güvenlik ve istikrarını gözetmekte, Irak
toplumunun tüm kesimlerine eşit mesafede durmaya çalışmaktadır. Irak’ın tüm kesimleriyle gelişen ilişkileri çerçevesinde Irak Kürt Bölgesi’yle de birçok alanda yakın
işbirliği içinde bulunan Türkiye, her fırsatta Irak’ın toprak bütünlüğüne, siyasi birliğine ve egemenliğine saygı duyduğunu ve Iraklı tüm kesimlerle ilişkilerini Irak Anayasası ve uluslararası hukuka uygun şekilde yürütmekte olduğunu ileri sürmektedir
(Dışişleri Bakanlığı, 2014).
98
Türkiye-Irak ilişkilerinin bir boyutunu da Türkiye–Irak–İran ilişkisi oluşturmaktadır. Bu kapsamda Türkiye ile İran arasında bölgede yaşanan, Suriye sorunu ile
de bağlantılı önemli bir konu Irak’tır. İran 2010’da yaklaşık 10 ay süren hükümet
arayışlarında uzun süre destek vermediği Maliki’ye, Türkiye ile iyi ilişkileri olan
Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimî ile ilgili tutuklama kararından sonra açık
destek vermiştir. Daha sonra Ankara ile Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi
toplantıları yapan, sayısız anlaşmaya imza atan Bağdat yönetimi Türkiye’yi düşman
ülke gibi davranmakla suçlamıştır. Maliki’nin Türkiye’ye yönelik bu sert tutum ve
açıklamalarının İran’la eş güdüm içinde yapılmamış olması ise zayıf bir ihtimal olarak görülebilir. Irak Başbakanı’nın Tahran’ın bilgi ve onayı dışında Türkiye’yi bu
denli sert sözlerle eleştirmesinin mümkün olmayacağı, Iraklı Sünni gruplar ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi nezdinde de teyit edilmiştir (Ertuğrul, 2012: 4–5).
Türk ve İran Cumhurbaşkanlarının 2014 yılında düzenledikleri ortak basın toplantısında Abdullah Gül’ün “Bölgesel konularda hepimiz bölgede çekilen acıların,
yıkımların bitmesini istiyoruz. O bakımdan Türkiye ve İran’ın ortak çabaları inanıyorum ki çok büyük katkı sağlayacaktır. Bundan dolayı bu ziyareti bir dönüm
noktası olarak görüyorum” demesi, İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ise Gül’ün açıklamalarını destekleyerek iki ülkenin de aşırılık yanlıları ve terörizmle mücadelede
kararlı olduğuna ilişkin sözleri ve “Bu alanda iki ülke iş birliklerini artırma konusunda kararlıdır ve bölgenin güvenlik ve istikrarı için ellerinden gelen her türlü çabayı
gösterecektir” (İdiz, 2014) şeklindeki beyanatı, Türkiye ve İran’ın, Irak için ortak bir
zeminde buluşabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır.
Amerika’nın Irak’tan çekilme süreci Irak’ın komşuları olarak Türkiye ve İran
için de çeşitli sorunlar ortaya çıkarmış; ABD gibi küresel bir gücün Irak’tan çekilmesiyle oluşan otorite boşluğundan kaynaklanan problemlerin hem Türkiye’ye hem de
İran’a etkileri görülmeye başlanmıştır. Bu sorunların başında Irak’taki merkezi otoritenin zayıflığından kaynaklanan terörist yapıların yine Irak devletinin kendi sınırlarını koruyamamasından yararlanarak Irak’ın bu her iki komşusuna karşı da artan terör
eylemleridir. Bu çerçevede ABD’nin çekilmesiyle Irak’ın merkezi devlet yapısının
zayıflamasından kaynaklanan otorite boşluğunun Türkiye ve İran tarafından doldurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bununla birlikte Türk ve İran taraflarının Irak’a
dair görüşlerinin özellikle de Irak’ın toprak bütünlüğü bağlamında örtüştüğü izlen-
99
mektedir. Irak, “her iki ülkenin de arka bahçelerinde oynayan terk edilmiş ve sorunlu; ama her iki ülkenin de bir türlü bahçeden atamadığı bir çocuğa benzetilebilir. Dahası bu çocuğun davranışları, komşularındaki bazı çocuklara da kötü örnek olabilir”
(Sadık, 2010: 66)
Son günlerde gündemdeki ağırlığını koruyan IŞİD’in Irak’ta bazı bölgeleri ele
geçirmesiyle ilgili olarak yaptığı bir açıklamada Ruhani, İran ordusunun Irak’a girmeyeceğine işaret ederek, “Irak’tan talep gelmesi durumunda uluslararası normlar
çerçevesinde her türlü yardımda bulunmaya hazırız. Irak’ta daha yeni yapılmış başarılı bir seçim söz konusu. Seçimlerden sonra yenilginizi terörizm ile telafi edemezsiniz. Seçim yenilgisini terörizmle, insanları öldürerek telafi edemez ve intikam alamazsınız” mesajı vermiştir. IŞİD ile mücadelede Irak’a yardımcı olması için İran’ın
askeri yardımda bulunduğu haberlerini ise reddeden Ruhani, “Irak bizim hem komşumuz hem de yakın dostumuzdur. Irak ile oldukça iyi ve samimi ilişkilere sahibiz.
Irak hükümeti bizden yardım isterse bunu inceleriz. Ancak bugüne kadar böyle bir
talepleri olmadı” (NTVMSNBC, 14.06.2014) demiştir.
Irak’ta yaşanan sorunların aşılabilmesi için bölge ülkeleri arasındaki yardımlaşma ve işbirliğinin önemini vurgulayan Ruhani, Irak’taki tüm inanç ve etnik grupların birliğinin, ülkenin geleceği için zaruri bir ihtiyaç olduğunu kaydederek, “İran,
saygın Irak halkını, dostu ve kardeşi olarak görüyor. İran, terörizmle mücadelede
Irak’ın yanında yer aldı ve bundan sonra da bu konuda her türlü yardımı ve desteği
sağlayacaktır. Irak ile birlikte olmayı görev addediyoruz” (Caferider, 11.11.2014)
diyerek Irak konusunda işbirliği adımları atmaya hazır olduklarını ifade etmiştir.
İran’ın dini lideri Hamaney ise “Irak’ın güvenliğinin, İran’ın güvenliği” olduğunu ifade ederek “kardeş ve komşu ülke Irak’ın güvenliğini, iki ülke arasındaki geniş bağlantılar nedeniyle kendi güvenliği olarak” (TRT Haber, 22.10.2014) kabul
ettiklerini belirtmiştir. Irak’taki savaşı ve devam etmekte olan sorunu “insanlık ve
barbar vahşilik arasındaki güç mücadelesi” (Reuters, 12.06.2014) olarak yorumlayan
Ali Hamaney, Batı medyasının Irak sorununu Şii ve Sünni Müslümanlar arasındaki
bir savaş olarak resmettiğini ifade etmiştir.
Hamaney’e göre dış güçler Irak gibi Müslüman devletlerde sıklıkla etnik ve dini ayrılıkları körüklemekte, Şii ve Sünni halklar arasında bir savaşın körüklenmesini
100
istemektedir. Irak’taki gelişmelere işaret ederek Irak’ta çatışmaların yükselmesinin
perde arkasında başta Amerika olmak üzere büyük güçler olduğunu ifade eden Ayetullah Hamaney, Irak konusunda ABD müdahalesi olmaksızın halka dayalı demokrasi gibi elde edilen getirilerden Irak halkının mahrum bırakılmak istendiğinin altını
çizmiştir. Hamaney’e göre Irak’ta halkın katılmasıyla düzenlenen seçimlerde halkın
güvendiği bir kişinin işbaşına gelmesinden rahatsızlık duyan Batı’nın, Irak’ın Batı
egemenliğinde bir ülke olmasını istediğini vurgulamıştır (Shafaqna, 15.11.2014).
Suriye’deki çatışmaların son bulması için ellerinden geleni yaptıklarını ve
yapmaya devam edeceklerini söyleyen Davutoğlu, “Irak’ta yaşanan acıların Suriye’de yaşanmasını istemiyoruz” (NTVMSNBC, 17.08.2011) diyerek her düzeyde
kötü senaryoların gerçekleşmemesi için her şeyi yaptıklarını ifade etmiştir. Devlet
olarak Türkiye’nin hem Irak hem de Suriye’nin yanında olduğunu belirten Erdoğan
ise, “Türkiye gerek Irak ve Suriye’de yaşanan acı olaylarda gerekse dünyanın çok
değişik yerlerinde cereyan etmekte olan mazlum, mağdur ve yardıma ihtiyacı olanların yanında oldu ve yanında olmaya devam edecek. Bilhassa bizleri çok müteessir
eden olayların yaşandığı bölgemizde etnik kimliğine, dinine, diline, rengine ve mezhebine bakmadan, yaşanan mağduriyetleri gidermenin, yaralara derman olmanın gayreti içerisindeyiz” (Yeniakit, 14.11.2014) diyerek, Irak ve Suriye’de yaşanmakta olan
insani duruma karşı Türkiye’nin tepkisiz kalamayacağını ifade etmiştir.
Türkiye’nin Irak ve Suriye konusundaki düşüncelerinin birbiriyle örtüştüğünü
belirten Erdoğan, “Dünya IŞİD’e seyirci kalmamalı. Gündemde neden Hama, Humus
veya yüzde 40’ı işgal altında olan Irak değil de sürekli Kobani var? Irak’ta maalesef
katılımcı bir ordu yok. Irak ordusu sürekli kaçmaktadır ve kaçtıkça yerini IŞİD’e
bırakıyor. Irak ordusu Musul’u bıraktı kaçtı, IŞİD’e bıraktı” (CNNTÜRK,
31.11.2014) diyerek, tüm müttefiklerin müşterek hareket etmesi halinde uçuşa yasak
bölge, güvenli bölge ve eğit–donat uygulanması gerektiğini vurgulamıştır.
Türk Dışişleri’nin resmi görüşü, Irak’ı Ortadoğu’nun nüvesi olarak görürken,
Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, güvenlik ve istikrarının tesisi, iç barışının
sağlanması, ülkenin ekonomik refaha kavuşması, bölge açısından güvenlik ve refah
üretebilen bir devlet haline gelmesi, komşularıyla ve uluslararası toplumla yeniden
bütünleşebilmesi, Irak’a yönelik Türk dış politikasının temel parametrelerini oluşturmaktadır. “Türkiye bu anlayış temelinde, Irak’ın bağımsızlığını, siyasi birliğini,
101
toprak bütünlüğünü, güvenlik ve istikrarını gözetmiş, Irak toplumunun tüm kesimlerine eşit mesafede durmuştur” (Dışişleri Bakanlığı, 14.11.2014).
Amerika’nın Irak’tan çekilmesiyle oluşan iktidar boşluğu, Irak’ı istikrarsız hale
getireceğinden, Irak ve komşuları Türkiye ile İran, sorunun çözümüne dair işbirliğine
gidebilir. Türkiye ve İran’ın Irak konusuna yaklaşımları Irak sorunun çözümü ya da
en azından bu sorunların zararlı etkilerinin komşularına ve tüm bölgeye yansımalarının önlenmesi konusunda odaklanmaktadır. Bu bağlamda, Irak sorununun tüm bölgeyi etkisi altına almasına ve bir bölgesel savaşa sebep olmasına engel olmak için iki
ülke işbirliğine yollarını arayabilir. Ayrıca, 2003 yılında Amerikan işgali ile başlayan
süreçte milyonlarca Iraklı hayatını ve ülkesini kaybetmiş, belki de dünya tarihinin
şahit olduğu en acı dramlardan birisi Irak’ta yaşanmıştır. Türkiye ile İran’ın özellikle
mezhebi fraksiyonlar üzerinden çatışan çıkarlarını bir yana bırakarak İran ile işbirliği
halinde Irak’ta devam eden krize nihai çözüm çabalarına başvurması gerekmektedir.
Bunun için Türkiye ile İran, terörle mücadele, Irak’ın toprak bütünlüğü ve
özelde de Kerkük konusunda her iki ülkenin de üzerinde mutabakata varabileceği ve
tarafların hiçbirini tehdit etmeyecek bir işbirliği modeli geliştirebilir. Kuzey Irak’ta
konuşlanan PKK’ya karşı Türkiye–İran güvenlik işbirliği arttırılarak sürdürülebilir.
İki ülke de mezhepçi politikalarına son vererek, ülkelerin ve bölgenin barışı ve istikrarına katkı sağlayacak siyasetlere önem ve öncelik verebilir. Irak konusunda uzun
zamandır birbirleriyle rekabet içindeki ABD ve İran, Irak sorununun çözümünde
Peşmergeleri ayağa kaldırmak için Irak’ta aynı amaç etrafında birleştiği ve IŞİD tehdidi konusunda aynı görüşü paylaştığı gibi (Malas ve Parkinson, 2014), Türkiye ile
İran Amerika’nın da desteğiyle Irak sorunu konusunda işbirliği yapabilir.
Buna rağmen Türkiye ile İran’ın, Irak meselesine dair işbirliğinin önünde başta
terörizm olmak üzere, Suriye konusunda da olduğu gibi farklı çıkar gruplarının güç
çatışması, enerji ve yer altı kaynaklarına dair bölgesel ve küresel rekabet, küresel
aktörlerin Irak toprakları üzerindeki çıkar hesapları gibi bazı sorunlar bulunmaktadır.
Bu sorunlara, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti arayışında olan Kürt hareketi,
Şii ve Sünni gruplar arasındaki mezhebi ve politik güç mücadelesi, PKK, PJAK veya
İŞİD gibi terörist örgütlerin eylemleri ile su kaynakları ve havzalarının paylaşımı
sorunu gibi hususlar eklenince, iki ülkenin Irak sorununun çözümünde işbirliği mecburi hale gelmektedir.
102
4.2. İşbirliğinin Önündeki Zorluklar
Türkiye ve İran’ın zorlukları aşarak bir araya gelmesi aralarında mevcut bulunan farklı özelliklerin ortak ve uyumlu hale getirilmesiyle mümkün olabilir. Türkiye
ve İran sistemleri bazı yönlerden birbirine benzerken bazı açılardan da farklılık göstermektedir. Türkiye, Osmanlının mirası üzerine laik ve liberal temelde kurularak
yaklaşık bir asır boyunca Batı ile bütünleşmeye çalışmış, devlet kurumlarını ve siyasal sistemini Batılı modern tarzda oluşturmaya gayret etmiştir. İran’ın ise 1979 Devrimi’yle kurmaya çalıştığı devlet sistemi aradan çok geçmeden sorgulanmaya başlanmıştır. Türkiye Sünni bir yaklaşım benimserken İran Şiilik yaklaşımı kendini şiar
edinmiştir. Türkiye ve İran, Sünniliği ve Şiiliği tam manasıyla bir inanç olarak görmek yerine çoğunlukla güç politikalarında bir enstrüman olarak kullanmışlardır. İran,
rejim ihracı yoluyla dünyadaki ve bölgedeki Şii rejimleri desteklemeye çalışırken,
Türkiye bölgesindeki Sünni blok üzerinde etki kurma yollarını aramıştır.
Türk ve İran dış politikalarının bölgedeki ve uluslararası politikadaki yansıması
mezhepsel ve dinsel temelde tek liderlik düşüncesini pratiğe geçirmek olmuştur. İran
ve Türkiye dış politikası angajmanlarına has bu olgunun yansımaları Afganistan,
Filistin, Suriye, Lübnan ve Kafkasya’da İran ve Türkiye’nin İslam dünyasında tek
başlarına liderlik yapmak ve bölgeler üzerinde hâkimiyet kurmak iddiasında ortaya
çıkmıştır. Buna ilave olarak, ittifak ilişkileri yönünden farklı taraflara ve paktlara
müntesip iki ülke, Doğu ve Batı dünyalarının bir bileşkesini sunmuşlardır. İran daha
çok doğu örgütlenme modelinin bir parçası iken Türkiye Batı yapılanmasının bir
tarafını oluşturmuştur. Bugün söz konusu işbirliğinin önünde bir zorluk olarak duran
iki ülkenin farklı pakt ve ittifak sistemlerine dâhil olması, Türkiye ile İran’ın arasında
bir işbirliğinin gerçekleşmesi durumunda yeni bir ittifak sisteminin ortaya çıkışına
yol açacağı öngörülebilir.
4.2.1. Bazı Yapısal Farklılıkların Bulunması
Türkiye ve İran’ın, Sünniliği ve Şiiliği güç politikalarında bir angajman olarak
kullandığı görülmektedir. Her iki ülkenin de dış politikasında hâkim unsur, İran’ın
rejim ihracı yoluyla Şii rejimleri desteklemek istemesi, Türkiye’nin de bölgedeki
Sünni blok üzerinde etki kurmaya çalışmasıdır. Tarihsel sorunlarda genelde sebep
olarak gösterilen Türkiye ve İran’ın neden olduğu mezhepsel bloklaşma ve bu bağ-
103
lamda uygulanan politikalar Türkiye ve İran’ın bir işbirliği zemininde bir araya gelmesinin önündeki zorlukların arasındadır. Türkiye ile İran’ın aralarındaki rejim farklılıkları ele alındığında, öncelikle her iki ülkenin de temelde liberal anayasalara sahip
olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Anayasal çerçevesini liberal ilkelerle dini
ilkelerin bir bileşkesi şeklinde belirleyen İran, yönetim ve nüfus yönünden Şiilerin/Caferilerin ve On İki İmam Şiiliğinin hâkim olduğu bir rejime sahipken Türkiye,
çoğunluğunu Sünnilerin/Hanefilerin oluşturduğu, Batılı modern tarzda ve laiklik ilkesi üzerinde temellenmiş bir rejime sahiptir.
İran’ın yönetim yapısına genel olarak bakıldığında (Fisher, 2013), Şura Meclisi
ve Nigehban Şurası İran’da Yasama erkliliğini temsil ederken, Cumhurbaşkanlığı ve
Bakanlar Kurulu yürütme erkliliğini temsil etmektedir. İran’da Rehber nihai ve bağımsız bir otoritedir. Düzenin Yararını Teşhis Konseyi ve Yüksek Güvenlik Konseyi,
İran rejiminde istişare kurulu işlevi görmektedir. Türkiye’de ise Yürütme erki, Başbakan ve Bakanlar Kurulu’ndan oluşan hükümetle temsil edilirken, TBMM Yasamayı temsil etmektedir. Yargı’nın başı Yargıtay olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi,
Danıştay ve Sayıştay yargı erkliliğini temsil eden yargı makamlarıdır.
Türkiye ve İran siyasal rejimleri mukayeseli bir şekilde ele alındığında, iki ülkenin devlet kurulmalarının birbirine yakın şekilde organize olduğu görülmektedir.
Tek farkla “Rehberlik Şurası” olarak adlandırılan Meclis–i Hibregan’ın Türkiye’de
anayasal olarak karşılığı bulunmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası’nın 104. Maddesine göre Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve
uyumlu çalışmasını gözetir. TBMM’yi gerektiğinde toplantıya çağırmak, kanunları
yayımlamak gibi görevlere sahiptir. İran’da Rehber/Dini Lider, İran Anayasası’nın
110. Maddesine göre Nizamın Maslahatını Belirleme Kurulu’na danışarak İslam
Cumhuriyeti düzeninin genel siyasetini belirlemek, savaş, barış ve umumi seferberlik
ilanında bulunmak görevlerine sahiptir. Yasama, yargı ve yürütme arasında olan ihtilafları gidermek ve bunların birbirleriyle olan bağlantılarını düzenlemek Rehber’in
yetkileri arasındadır.
Türkiye’de TBMM, Anayasa’nın 87. Maddesine göre (Değişiklik: 3/10/2001–
4709/28 md.; 7/5/2004–5170/6 md.) kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; Ba-
104
kanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun
hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek; bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek gibi görevlere sahiptir. İran’da karşılığı olan İslami Şura
Meclisi ise İran Anayasası’na göre (Madde 62, 64, 71, 72) bütün konularda Anayasada belirtilen çerçeve dâhilinde kanun koyabilir. Meclis devletin resmi mezhebinin
ilke ve hükümlerine ya da Anayasaya aykırı olan bir kanun koyamaz.
Türkiye’de Başbakan/Bakanlar Kurulu Anayasa’nın 109. Maddesine göre
Cumhurbaşkanınca TBMM üyeleri arasından atanır. Bakanlar ise, TBMM üyeleri
veya milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından Başbakanca seçilir ve
Cumhurbaşkanınca atanır; gerektiğinde Başbakanın önerisi üzerine Cumhurbaşkanınca görevlerine son verilir. İran’da Cumhurbaşkanı/Bakanlar Kurulu, İran Anayasası’na (60, 113–136. Maddeler) göre yürütme organının yetkisini Anayasal olarak
doğrudan Rehberliğin sorumluluğuna verilmiş hususlar hariç olmak üzere kullanır.
Rehberlik makamından sonra Cumhurbaşkanı ülkenin en yüksek makamıdır. Doğrudan halkın oyuyla 4 yıllığına seçilir. Cumhurbaşkanı, millet, Rehber ve Parlamento
karşısında sorumludur.
Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin
ve TBMM İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil
bakımından inceler ve denetler. İran’da Şura-yı Nigehban (Anayasayı Koruyucular
Konseyi/Anayasayı Koruma Şurası), Parlamentodan geçen kanunların Şeriat ve Anayasa’ya uygunluğunu denetleyen kurumdur (Madde 96). Şura’nın, Cumhurbaşkanlığına ve meclis üyeliğine aday olanları ön bir elemeden geçirme yetkisi vardır.
Sonuç olarak, İran’da Velayet–i Fakih sistemi İran rejiminin temelini oluşturmakta ve Türk siyasal sisteminden bu yönüyle ayrılmaktadır. İran rejiminde dini elitler veya Ayetullahlar baskın bir konumda bulunurken, Türkiye’de daha çok siyasal
partiler ve liderlik kadroları rejimde öne çıkmaktadır. Her iki ülkede de sermaye sınıfının ağırlığı güçlü bir şekilde hissedilmektedir. Türkiye’de karar alma mekanizmalarında daha çok Başbakanın ve Bakanlar Kurulunun etkinliği söz konusu iken, İran’da
kararların alınma sürecinde ilk ve nihai belirleyici makam dini liderliktir. Her iki
ülkede de ihdas edilen anayasal kurum ve kuruluşlarla bir kontrol ve denge sistemi
gözetilmeye çalışılırken, İran’da dini liderlik kendi başına buyruk bir konumdadır.
105
4.2.2. Farklı Uluslararası Politik Tercihlerde Bulunma
Türkiye ve İran, ittifak ilişkileri yönünden farklı taraflara ve paktlara müntesip
iki ülke olarak Doğu ve Batı dünyalarının bir bileşkesini sunarlar. İran, daha çok Doğu’nun ve doğu siyasal ve ekonomik örgütlenmelerinin bir parçası iken, Türkiye Batı’nın siyasal ve ekonomik yapılanmasının bir üyesini oluşturur. Bu haliyle çalışmada
yer verilen işbirliği düşüncesinin gerçekleşmesi bir bakıma Doğu ve Batı dünyalarının odağındaki iki ülkenin işbirliğine giderek Doğu ve Batı’yı bir çizgide buluşturması ve Doğu–Batı dünyaları arasında bir köprü kurması anlamına gelecektir. İran,
Batılı yapıların dışında, Doğu’daki bazı bölgesel örgütlenmelere ve özellikle de Şangay İşbirliği Örgütü’ndeki (ŞİÖ) gözlemci üyeliğiyle Rusya/BDT (Varşova Paktı)
çizgisinde yer alan bir ülkedir. İran’ın ŞİÖ gibi Pakt sistemleriyle işbirliği imkânları
arama çabası uluslararası sistemde Batı ittifakının karşısında güvenli bir liman arama
arayışını da yansıtması yönünden dikkate değerdir. Türkiye ise Batı/NATO Paktı ve
ittifakının kurucu ülkesi ve Avrupa bütünleşmesinin mimarisi Avrupa Birliği’ne aday
ülke olma yönünden Batı pakt sistemlerinin Batı’nın Doğu’yla komşusu ve köprü
ülkesi olarak, en önemli parçalarından birisini oluşturur. Aynı zamanda teslimiyetçi
bir politikanın sonucu olarak okunabilen Türkiye’nin Batı’yla ve Batı ittifakı sistemiyle ilişkisi daha çok güvenlik kaygıları ve rejimsel korkular dolayısıyla “sığınılacak” bir liman olarak düşünülmüştür.
4.2.3. Çözüm Bekleyen Tarihsel Engeller
Günümüz konjonktüründe Türkiye ile İran’ın öncülüğünde bir işbirliğinin kurulmasında bazı zorlukların yaşanacak olması olası gözükmektedir. Türkiye ile İran
dini (İslam), etnik (Türk ve Acem), kültür ve medeniyet yönünden aynı kökten (Karahanlılar, Sâmânoğulları, Harzemler, Gazneliler ve Büyük Selçuklular) gelmelerine
rağmen, tarihten kalan “miras”ın paylaşımında sorunlar yaşamaktır. İki ülke ilişkilerinde bu nedenle yaşanan rekabet işbirliğine giden yolda aşılması beklenen güçlüklerden birisini oluşturmaktadır. Bugün Selçukluların yaşadıkları topraklar üzerinde
kurulan Pakistan, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan, İran, Türkiye ve Azerbaycan gibi devletlerin birbirleriyle yaşadığı sorunlar söz konusu zorluklar arasındadır.
Bölgedeki sınır anlaşmazlıkları, su sorunu, enerji hatlarının güzergâhında gündeme
gelen tartışmalar, terörizm, enerji kaynaklarının paylaşımı ve uluslararası sistemden
ve uluslararası politikadan kaynaklı sorunlar bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
106
Türkiye ve İran’ın bugün müştereken muhatap oldukları PKK ve PJAK sorunu
tarihte bölgede yaşanan anlaşmazlıklardan en güncel örneği sunmaktadır. PKK ve
PJAK meselesi Türkiye ve İran’ın ortak bir ittifaka gitmelerinin önündeki zorluklardan birisi olarak iki ülke ilişkilerinde bir tehdit ve güvensizlik kaynağı olmaya devam etmektedir. Bu bağlamda bölgede Türkiye ve İran’ın ülke sınırları dâhilinde bir
Kürt devletinin kurulması, bu devletler açısından bir beka ve egemenlik sorunudur.
Başka güçlerin manipülasyonuna açık olan bu sorun, Türkiye ve İran’ın ortaklaşa,
ortak bir geleceğe yürümelerini engelleyip kendi iç meselelerine odaklanmalarına yol
açmaktadır. Bu mesele Türkiye ve İran’ı dış politikada sınırlı ve uluslararası politikada pasif bir pozisyon almaya sürüklemektedir. Bu kadar çok olumsuz tesirine rağmen Kürt meselesi tersi şekilde iki ülke arasında işbirliği, uzlaşı ve diplomatik ve
siyasi yakınlaşma imkânları da sağlamaktadır (Davutoğlu, 2001: 437–442).
İki ülkedeki Kürt meselesi ve Şii/Azeri sorunları, araçsallaştırma, manipülasyonda bulunma, tehdit etme, korku ve endişeye yol açma yönünden Türkiye ve İran’ı
uluslararası sistemin baskın güçleriyle karşı karşıya getirmektedir. Bölgedeki aşiretler sorununun Türkiye ve İran’ın “zayıf karnı” olduğunun farkında olan uluslararası
sistemin baskın aktörleri, kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, bunalımlar ve krizlerden çıkış kapısı olarak Kürt sorunu gibi konular aracılığıyla çıkar elde etmeye çalışmaktadırlar. Bu sorun işbirliğinin önünde bir zorluk olarak bulunmakla birlikte eş
zamanlı olarak iki devleti de Kürt meselesini idare etmeye ve büyük jeopolitik ve
jeostratejik çıkarları için birbirleriyle işbirliği imkânları aramaya sevk etmektedir.
Kürt meselesinin Türk–İran ilişkilerinde bir tehdit ve güvensizlik kaynağı olduğu
ifade edilebilmekle birlikte çıkarsal olarak bu vesileyle iki ülke arasında ve diğer
bölge ülkeleriyle gerçekleşecek işbirliği iki ülke yakınlaşmasını sağlayacaktır. Burada en temel sorun iki ülkenin temelde dâhili olan bir tehdidi haricîleştirme eğiliminde
olmalarıdır. Bu bağlamda Kürt meselesinin çözümü öncelikli olarak iki ülkenin kendi
içinde aranmasıyla mümkün olabilir.
Buna ilave olarak her iki ülkede de var olan milliyetçi duygular iki ülkenin
bölgesel bütünleşme çabası vermesinin önünde duran zorluklar arasındadır. Milliyetçiliklere rağmen birlikte olunabilmesinin yolu milliyetçi hissiyatları yok edebilmenin
zorluğunun farkında olarak her iki halkın sahip olduğu kültürel ve manevi değerlerin
oluşturduğu bir şemsiye altında toplanabilme iradesi göstermeleridir. Irkçılığın ve
107
her türlü milliyetçiliğin yasaklandığı dini sistemler takip edildiğinde ve milliyetçiliğin koyduğu suni sınırlar yerini birlikteliklerin ve bütünleşme çabalarının verildiği
farklı ırk, etnisite, dil veya renklere rağmen müşterek zeminlere bıraktığında milliyetçiliklere rağmen birlikte olma iradesi gösterilebilmesi olasıdır. Bu bağlamda, tartışmalı konumdaki ulus–devlet yapıları yeniden gözden geçirilerek yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Milli hislerle şekillenen milli bilinç tek bir ırktan gelenleri
temsil eden milliyetçi anlayıştan uzaklaştırılarak çoklu kültür, dil ve dini aidiyetlerin
oluşturduğu daha büyük, makro bir bilince bırakabilmelidir. Söz konusu makro bilinç
ya da aidiyet hissi, dini sistemlerin önerdiği (ümmet gibi) büyük topluluk projeleri
olabilir. Bunun için her iki devletin de ihtiyaç duyduğu şey, ben merkezlilikten “biz”
olma şuuruna erebilmesi ve jeopolitik ve tarihsel ortaklıklar idrakinin pratiğe geçirilebilmesidir. Milliyetçiliklerle topyekûn mücadele edilemez belki, fakat en azından
milliyetçilikle bezenen ulusal hisler yerini her insanın eşit haklara ve hürriyetlere
sahip olduğu idrakine bırakabilmelidir.
4.2.4. Türkiye’de Şii İran’da Sünni Sorunu
Türkiye’de Alevilik ve İran’da Sünnilik sorunu söz konusu işbirliğinin önündeki engellerden bir diğeridir. Kendi içinde bu sorunları halletmiş bir Türkiye ve
İran, işbirliğinin önünde duran büyük bir zorluğu aşmış olacaklardır. Türkiye’de
Alevi/Bektaşi ve İran’da Sünni (ve Sufi Müslümanların) sorununun çözüme kavuş(turul)ması, öne sürülen işbirliği için atılacak en önemli adımlardan birisini oluşturmaktadır. Burada “sorun” olarak adlandırılan husus, Şii ve Sünni toplulukların
devletle sorunlu bir ilişkileri olmasından ziyade devletin bu kesimlerle sorunlu bir
ilişki içinde bulunmasıdır. Yani sorunun kaynağı halklardan öte bu devletlerin ve
rejimlerinin kendisidir. Bu sorunların çözülmesi zikredilen işbirliğinin önünü açabileceği gibi çözümsüz kalması da iki devlet başta olmak üzere bölgesel bir işbirliği ve
bütünleşme zemini oluşturulmasının önündeki en büyük engellerden birisini oluşturacaktır. İçlerindeki Alevi ve Sünni sorunlarını çözememiş Türkiye ve İran bu grupları Batı emperyalizminin kucağına atmış olacaklardır.
İki sorun arasında benzerlikler bulunmasına rağmen birbirlerinden ayrıldıkları
noktalar da mevcuttur. Mesela, İran’da sorunun geldiği seviye daha trajik ve ileri bir
noktada bulunurken, Türkiye’de Aleviler/Bektaşiler İran’daki Sünnilere nazaran daha iyi ve özgür şartlarda yaşamaktadırlar. İran, Sünni Müslümanların sorunlarını
108
çözmede ve aralarındaki ilişkileri geliştirmede pek adım atmazken Türkiye yeni açılımlar yaparak ve yeni paketler ilan ederek Alevi Müslümanların sorunlarını çözme
yönünde çabalar sarf etmektedir. Türkiye’de Aleviler, İran’daki Sünnilere nazaran
daha az sorunlar yaşamakta, devlet eliyle ve toplumsal olarak asimilasyona maruz
kalmamaktadırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek taraflı uygulamalarından rahatsız
olmaktalar, zorunlu din dersinden muaf olmayı istemekteler ve ibadethaneler/cem
evleri konusunda daha çok özgürlük, serbestlik ve yasallık talep etmektedirler. Bürokrasiden ve kamusal alandan dışlandıklarını ve kimliklerini saklamak zorunda kaldıklarını iddia etmekteler (Akkiraz, 2012).
Buna ilave olarak eşit yurttaşlık, ifade ve düşünce özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, eşit haklara sahip olmak, kullanılan nefret dili, emeğin güven altına alınması,
Hacı Bektaş Veli Dergâhının Bektaşilerin ve Alevilerin yönetimine bırakılması, Alevi inanç merkezlerinin Alevi kurumlarına bırakılması gibi sorunlar Türkiye’de Alevilik/Bektaşilik konusunda tartışılan konular arasında yer almaktadır. Alevilik konusu
hem Türkiye içindeki birlik ve bütünlüğün sağlanmasında hem de İran’la bu konuda
muhtemel bir sorun yaşanması ve var olan sorunların çözüme ulaştırılması bağlamında Türkiye-İran’ın işbirliğinin artırılması yönünden oldukça önemlidir. Alevilerle
sorunlarını tamamıyla çözmüş bir Türkiye kendi içindeki “safları sık tutacağı” gibi
Şii nüfusun çoğunlukta olduğu İran’la da iletişimini ve bağlarını kuvvetlendirecektir.
Türkiye’de yaşanan Alevilik sorunu birlik içinde hoşgörü ile çözülebilir. Alevilik
İslam kültürünün bir parçası ve zenginliği olarak Alevileri de inançlarına bağlı Müslüman yurttaşlar olarak kabul etmek doğru olacaktır.
İran’daki Sünnilik sorunu Türkiye’deki Alevilik sorunuyla benzerlik göstermekle birlikte daha çok devletin Sünniler üzerinde yaptığı baskı ve ayrımcılık girişimleriyle ortaya çıktığı görülür. İran’da yaşayan Sünni Müslümanların karşılaştıkları
temel problemler10 olarak, çocuklarını istedikleri ismi koyamamaları, Şiilikle Müslümanlığın eş değerde görülmesi, Sünni akademik ve ilmi çalışmaların sınırlandırılması ve engellenmek istenmesi, eğitim ve dilde Şiilik baskısının görülmesi, milletvekili düzeyinde olmasına rağmen hükümette Sünnilerin temsil edilememesi, seyahat
10
ABD 2012 Uluslararası Dini Özgürlükler Raporu’na göre, Sünni Müslümanlar, tasavvufçular,
gayrimüslim dini azınlıklar, Bahailer, Hıristiyanlar, Zerdüştler ve Sabiler, Yahudiler, kadınlar, İran’da
ayrımcılığa ve haksızlıklara maruz kalan sınıflardır. Ayrıca internet özgürlüğü, medya, insan hakları
konularında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Bk. “USCIRF Annual Report 2012 – Countries of
Particular Concern: Iran”, www.refworld.org.
109
özgürlüklerinin sınırlanması gibi sorunlar sayılabilir. İran’da Sünni Müslümanlar,
temelde siyasal tanınma ve dini özgürlüklerin genişletilmesini ve ülkenin geleceğine
ve kaderine katılmada pay sahibi olmayı talep etmektedirler. Sünnilerin hakları anayasal olarak garanti altına alınmasına rağmen yaşadıkları şehirlerin gereken ilgi ve
alakayı görmediğinden yakınarak uyuşturucu ticareti ve çeteleşme gibi sorunların
mevcut olduğunu söylemektedirler (Paraszczuk, 2012).
Bu noktada, yukarıda ifade edilen iki ülkedeki Alevi ve Sünni halkların yaşadığı sorunların çözümü için bazı adımlar atılabilir. Bu çerçevede iki tarafın sahip olduğu ortak manevi değerler (Allah, İslam, Kuran–ı Kerim, Hz. Peygamberimiz–SAV,
Ehl–i Beyt–AS, hadisler, İslam tarihi, ortak mimari eserler gibi) ve ortak tarihi şahsiyetler belirlenerek, farkındalık oluşturabilir. Sünni ve Şii fıkhı arasında bazı alanlarda derin farklılıklar mevcut olduğu ve bazı Şii fıkıh kurallarının Sünnete aykırı olduğu görülmektedir. “Birlik ve beraberlik ancak iki cemaatin uleması arasında, iyi niyete ve ilme dayalı görüşmeler, tartışmalar ve anlaşmalar sonunda gerçekleşebilir” (Karaman, 2013a).
Tarihten bu yana bu sorunlara muhatap olan ülkeler, halklar ve insanlar arasında sorunun yol açtığı problemleri çözüme kavuşturmak ve zararları tazmin etmek
için manevi ve bilge şahsiyetlerin öncülüğünde bir uzlaştırma ve hakemlik yapısı
tesis edilebilir. İki İslam görüşü arasındaki yorum ve içtihat farklarının, ihtilaflı meselelerin, temel ayrılık noktalarının, uzlaşı içinde olunacak hususların veya üzerinde
ittifak edilecek konuların masaya yatırılacağı bir yapı oluşturulabilir. İki ülkenin de
bilge ve erdemli temsilcileri bir araya gelip din temelinde bir uzlaşıyla mezhep ayrışmalarının önüne geçebilir.
Son olarak, iki İslam görüşü arasındaki gelenekleri ihya edecek (akademik yayınlar, bildiriler, seminer ve konferanslar, yarışma programları gibi) kültürel ve sosyal aktiviteler gerçekleştirilebilir. İki görüş arasında sorunlara yol açan etmenlere ve
aktörlere yönelik farkındalık oluşturulup önleyici adımlar atılabilir. Bunlar Müslüman dünyadaki Vahhabi ve Selefi akımlar, küresel güçlerin aslında tek olan bu iki
dünya üzerindeki çıkar hesapları, istismarları, oyunları, planları, komploları olarak
ortaya çıkmaktadır. Her iki halkın da sosyal ve ekonomik problemlerine çözümler
bulunabilir ve aralarında doğal kaynaklar üzerinde mücadele, adaletsiz gelir paylaşımı gibi sorunların doğmasını engellemek üzere Müslüman toplumların refah seviyesi
110
artırılabilir.
4.3. İşbirliğine Yönelik Görüşler
İki ülke işbirliğinin geliştirilmesine dair yaklaşımlarına kısaca bakıldığında;
2010 yılında İran’ın Ankara Büyükelçisi olan Bahman Hosseinpour, İstanbul’da gazetecilere vermiş olduğu bir mülakatta İran’ın Türkiye, Irak ve Suriye ile sorunların
çözümü için birlikte hareket etmesi gerektiğini, İran ve Türkiye’nin büyük bir etkiye
sahip olduğunu söylerken AB tipi bir işbirliği çağrısında bulunmuştur. Hosseinpour’a
göre altmış yıl önce Avrupa’da altmış milyon insan ölürken bugün AB çatısı altında
Avrupa birleşmiş durumdadır. Türkiye ve İran petrol ve doğal gaz başta olmak üzere
enerji alanında işbirliğini sürdürmektedir. Ticaret hacminin 30 milyar dolara hedeflenmesine ve 400 yıldır Türkiye–İran sınırlarında hiç değişiklik olmamasına rağmen
halklar birbirlerini yeterli derecede tanımamaktadır. Türkiye AB’ye girerse İran da
AB’ye komşu olacak ve aynı şekilde İran da “Türkiye’nin Orta Asya’ya erişimi için
kapı” olmaya devam edecektir (Karan, 2010).
Büyükelçi Hosseinpour Türkiye ile İran sınırlarının 400 yıldır hiç değişmediğini vurguladıktan sonra 400 yıllık zaman diliminin Amerika’nın kuruluşundan bile
daha eski olduğunu hatırlatmıştır (TRT, 07.02.2012). İran Meclisi Ulusal Güvenlik
ve Dış Politika Komitesi Başkan Yardımcısı Mansour Haqiqatpour, Türk–İran ilişkilerinin güçlendirilmesinin Batı’ya önemli bir mesaj oluşturacağını ABD ve Batı’nın
yol açtığı zararlara karşı bir hamle olacağını ifade ederken bunun için iki komşu ülke
arasındaki ekonomik bağların güçlendirilmesi gerektiğinin altını çizmiştir (Press TV,
2014).
Türkiye ve İran’ın arasında işbirliğinin güçlendirilmesi ve ortaklaşa hareket
edilmesinin İran makamlarınca resmi bir şekilde ifade edilmesine bir örnek olarak
İran ve Türkiye’nin bölgedeki bütün sorunlara birlikte bir çözüm yolu bulması gerektiğini vurgulayan İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bigdeli ise Türkiye ile İran’ın
birlikte hareket etmesi gerektiğini Batılı ülkelerin bölge ülkelerinin içinde sorunlar
oluşturduğunu ve Müslüman ülkeler arasına nifak soktuğuna işaret ederek, “Biz birlikte batılıların, bölgenin düzenini bozan komplolarını da bozabiliriz. Diğer taraftan
da Müslümanların arasını açmak (gibi), o yöndeki projeleri de gün yüzüne çıkarıp
bertaraf edebiliriz. Biz onların İslam dünyasını zayıf düşürmekte kendilerine eşlik
111
etmememleyiz” (Öztürk, 2013) demiştir.
Bikdeli, hiç kimsenin Türkiye’yi İran kadar sevemeyeceğini ifade ederek son
yıllarda uygulanan ambargolardan dolayı İran’ın Türkiye’yi çok daha fazla ve yakından tanımaya mecbur kaldığını ve bunun da ambargolardan doğan bir kazanım olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin İran’ın ortağı olduğunu ifade eden Bikdeli, Ortadoğu’daki ülkelerin birbirlerinden ayrılması için Batılı ülkelerce yapılan çabalardan
dolayı bölge ülkelerinin birbirlerini iyi tanıyamadığının altını çizmiştir. İran’ın güçlü
bir Türkiye’den yana olduğunu ve güçlü bir Türkiye ile güçlü bir İran’ın bölgede çok
güzel bir “manzara” oluşturacağını belirten Bikdeli, Türkiye ile İran’ın geleceğinin
ortak olduğuna inandıklarını kaydetmiştir. Büyükelçi’ye göre kaybedecekse iki ülke
de kaybedecektir.
İki ülke
işbirlikleri
iki
ülkenin varlığının garantisidir
(NTVMSNBC, 21.11.2014).
İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a göre Marksizm’in çökmesinin ardından kapitalizm de çıkmaza girmiş, adalet ve insani değerlere dayalı yeni bir sisteme
ihtiyaç duyulmuştur. O’na göre bu sisteme duyulan ihtiyaç ise Türkiye ve İran tarafından karşılanmalı ve geliştirilmelidir. Dünyadaki mevcut modellerden farklı olarak
Türkiye ve İran’ın yeni bir ekonomik model oluşturabileceğini vurgulayan Ahmedinejad, ekonomik faaliyetler birbirine üstün gelmek için yapılmaması gerektiğini, ticaretten bir kısmın fayda görürken bir kısmın zarar görmemesi gerektiğini belirtmiştir.
Ahmedinejad’a göre Türkiye ve İran’ın tarihi, ekonomi ve işbirliği alanında model
oluşturmasına fırsat vermektedir (DEİK, 2013).
Bulut’a göre ise İslam dünyası, Suriye meselesindeki ideolojik ve tarafgir tutumuna rağmen İran’ı Batı’nın kışkırtmaları karşısında yalnız bırakmaması gerekmektedir. Geleceği ve “yüksek menfaati” İslam Birliği’nin sağlanmasında olan Türkiye, “bugüne kadar bu coğrafyada Batı çıkarları adına jandarmalık yapmış olmanın
hukukunu kullanarak, Batı’yı İran’a bir müdahaleden mutlaka caydırmalıdır. Türkiye
ferasetle hareket edecekse, ilk önce İran’la ilişkilerini sıcak tutmalıdır” (Bulut, 2011).
Teoman Koman gibi üst düzey devlet yetkilileri, Türkiye’nin İran’la bir işbirliğine
gitmesi gerektiği düşüncesini ilk dillendirenler arasında yer alırken Milli Güvenlik
Kurulu Eski Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç görevde bulunduğu esnada
Harp Akademileri’nde 7–8 Mart 2002’te düzenlenen bir panelde AB karşıtı görüşlere
hak verdiğini açıklayarak Türkiye’nin İran’ı da içine alacak yeni girişimlere yönel-
112
mesi gerektiğini vurgulamıştır. Orgeneral Kılınç’a göre Türkiye’nin yeni birtakım
arayışlar içinde olması kesinkes ihtiyaçtır. Bunun da en doğru yöntemi Türkiye’nin
İran’ı içerecek şekilde bir arayış içinde olmasıdır (Radikal, 08.03.2013; Ulusal Kanal, 07.08.2013).
Son olarak, Rusya Federasyonu Liberal Demokrat Parti başkanı Vladimir Jirinovski, 2008 yılında Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretinde NATO, ABD ve AB’den
Türkiye’ye fayda gelmeyeceğini ileri sürerek “Gelin Rusya, Türkiye ve İran omuz
omuza verelim “Rusturan”ı kuralım. Türkiye’nin gerçek dostu Rusya’dır” (Haber 7,
2008) demiştir. Jirinovski’ye göre Türkiye’ye ne AB’den ne de Amerika’dan fayda
vardır. Rus lidere göre Türkiye’nin geleceği komşularıyla yapacağı ittifakla güçlenecektir; Türkiye’ye ancak komşularından fayda vardır. Eğer “Rusturan” kurulursa
Kürt konusu dâhil bütün sorunlar el ele verilerek ve karşılıklı olarak güven ilişkisi
içinde aşılacaktır.
4.4. İşbirliğine Yönelik Tepkiler ve Aşılma Yolları
Türkiye ile İran’ın çabalarıyla bölgede bir işbirliğine gidilmesi durumunda verilecek tepkinin, tepki gösterecek devletlerin bakış açılarıyla ve uluslararası politik
yaklaşımlarıyla orantılı olması beklenmektedir. Tepkinin dozajı, işbirliğine yönelik
tepki verecek olan tarafların, Türkiye ile İran öncülüğünde bölgesel işbirliğine katılacak ülkelere bakış açısı ile ilgili olacaktır. Gelecek tepkilerin ülke içi ve ülke dışından gelmesi beklenmekle birlikte belirli tepkiler ve belirsiz tepkiler olmak üzere de
gelişebilecektir. İşbirliği durumunda süper güçlerden herhangi birinin ya da bir koalisyonun işbirliğine katılacak ülkelere yönelik bir işgal ya da saldırı harekâtına girişebileceği öngörülebilir. Orta Doğu–Asya–Kafkasya–Kuzey Afrika coğrafyasının
etnik ve dini yapıları dikkate alındığında işbirliğine verilecek olumlu desteklerin veya negatif tepkilerin, Uluslararası İlişkiler teorilerinde yer alan Domino Teorisi hatırlanırsa, benzer şekilde bu coğrafyadaki ülkeler arasında domino etkisine yol açacağı
öngörülebilir. Son üç yıldır şahit olunan Arap Baharı ve sonuçları bu duruma örnek
oluşturmaktadır. Tunus’ta başlayan halk hareketlerinin kısa bir süre içinde tüm bölgeye yayıldığı düşünülürse, Türkiye ve İran gibi bölgenin en önemli iki ülkesi olan
devletlerin öncülüğünde neşvünema bulması öngörülen bir işbirliğinin çok kısa bir
zaman içinde bölgeye yayılacağı düşünülebilir. Çünkü bölgedeki ülkeler popülâsyon
yönünden dini, mezhebi ve etnik açılardan birbiri içine girmiş yapılara sahiplerdir.
113
Uluslararası ilişkilerdeki en temel olgulardan birisi, güçlü ve kuvvetli devletlerin
etrafında güçsüz ve kuvvetsiz devletlerin bulunmak istemesidir. Kültür, inanç ve
tarihsel birlikteliklere sahip Türkiye ve İran belli bir çekim gücüne de sahip olacaktır.
Bu ise bireysel adaletin ve hakların garanti altına alınmasıyla gerçekleşecektir. İşbirliğine tepki duyacak veya karşı çıkacak devletlerin olması kuvvetle muhtemeldir.
ABD ve AB nasıl çok sayıda devleti bir araya getirmeyi başardıysa, Türkiye ve İran
gibi köklü devlet geleneklerine sahip ve vaktiyle imparatorluklar kurmuş iki devletin
işbirliğinin bölgede bir çekim merkezi oluşturması da çok zor olmayacaktır.
4.4.1. İşbirliğine Yönelik Tepkiler
Amerika Birleşik Devletleri
ABD’nin Türkiye–İran işbirliğine vereceği ilk tepkinin NATO bağlamında olması olasıdır. Türkiye’nin NATO’dan çıkma endişesine yol açacak İran ile tesis edeceği güçlü bir bölgesel işbirliği durumunda ABD, enerji kaynaklarını kontrolde kendisi tarafından yönlendirilen Orta Doğu rejimlerinin yıkılma tehdidiyle karşı karşıya
kalacaktır. Sahip olduğu insansız hava araçlarıyla –bugün Afganistan ve Pakistan’da
olduğu gibi– önüne gelen her yeri hedef haline getiremeyecektir. Dünya, barış ve
adaletten ziyade kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüğü olası hedefleri ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Her fırsatta İslamofobyayı diri tutmaya özen gösterecektir.
Türk–İran işbirliğinin Irak’ta çözüme kavuşması durumunda ise ABD, Irak’ta 2003
sonrasında kazandığı ticari, ekonomik ve doğal kaynaklarla örülü ayrıcalıklı konumunu kaybedecektir.
Rusya Federasyonu
Rusya topraklarında yüksek nüfus oranına sahip İslam toplumunun Türkiye ve
İran işbirliğinde kurulacak siyasi bir topluluğa yönelmesi Kafkasya’da sömürgesi
olarak bulundurduğu ve çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bazı Kafkas devletlerinin bu işbirliğine katılma ihtimalini artıracaktır. Bu işbirliğinin oluşturacağı
siyasi ve askeri gücün karşısında Rusya ne Çeçenistan ne de Gürcistan gibi ülkelerde
rahatça hareket edemeyecektir. Suriye gibi müttefiklerini kaybedebileceği gibi İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde bugün sahip olduğu haklarını yitirecektir. Suriye gibi Ortadoğu’daki müttefiklerini kaybettiği gibi Irak gibi kendisi için stratejik
öneme sahip ve çok önemli enerji havzalarına sahip Ortadoğu ülkelerinde kendisiyle
114
rekabet edebilecek güçlü bir paktın oluşmasına şahit olacaktır.
Çin Halk Cumhuriyeti
Büyüyen ekonomisinde pazar olarak gördüğü ve bu bağlamda büyük yatırımlar
yaptığı bu iki ülkenin işbirliğinin getireceği ekonomik ve teknolojik gelişmelerin Çin
ekonomisini ve pazarını daraltması beklenmektedir. Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan gibi Asya ülkelerindeki siyasi ağırlığa rağmen, Orta Asya’da
Rusya’yla ve Güney Asya’da Hindistan ve Amerika’yla girdiği rekabete ilave olarak,
bir de İran–Türkiye ittifakının oluşturacağı yeni bir rekabetle karşı karşıya kalacaktır.
Suriye ve Irak gibi büyük siyasi ve insani bunalımlar yaşayan ülkelere yönelik Çin’in
“pazar” anlayışı ve yaklaşımı Türk–İran ekonomik/ticari işbirliğinin getireceği büyük
potansiyelden etkilenecektir.
Birleşmiş Milletler
Diğer BM üyesi ülkelerde olduğu gibi Türkiye ve İran da doğal olarak BM’nin
yaşadığı krizlerin muhatabı durumundadır. Her iki devlet de Suriye ve Irak sorunlarında görüldüğü üzere BM’nin içine düştüğü durumu çok sert bir şekilde eleştirmekte
ve BM’de acil reformlar gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. BM’nin
içinde bulunduğu sorunlar doğal olarak Türkiye ve İran’ın öncülüğünde neden bir
bölgesel işbirliğinin gerçekleşmesi gerektiği sorusuna cevap sunmaktadır. Bu çerçevede Türk–İran işbirliğinin bölgede BM’nin birçok sorun karşısında üstleneceği işlevleri yerine getirme potansiyeline sahip olduğu ifade edilebilir. Bu bağlamda Türk–
İran işbirliğinin sonucunda BM’nin yapısının yeniden gözden geçirilmesine yönelik
bakış açılarının güçlenmesi beklenebilir. Söz konusu işbirliği küresel bir “BM” iddiası taşıyamasa bile belki bölgesel bir “birleşmiş milletler” işlevi göreceği düşünülebilir. Irak ve Suriye konularında BM’nin herhangi bir çözüme ulaşamaması, bu sorunların çözümünde ifade edilen işbirliğine yönelik ümitleri artırmaktadır.
Araplar
Türkiye ve İran’ın öncülüğünde bir işbirliğinin oluşturulması durumunda böyle
bir işbirliğinde coğrafyanın önemli aktörlerinden olan Arapların konumunun veya
tepkisinin ne olacağı meselesi yönelik çalışmanın Türklerin Abbasi Devleti ordularına ve yönetimine girişleri kısmında bazı ipuçları verilmiştir. Tekrardan hatırlanırsa,
Emevîler’den sonra kurulan Abbasiler, içlerinde Fars, Türkmen ve diğer etnik grup-
115
ları barındırmasına ve kendilerinin Arap olmasına rağmen Arap–Fars dengesini sağlamayı başarmışlardır. İlk başlarda Arap–Fars dengesi üzerine kurulan Abbasi sistemi, Türklerin başta askeri alanda olmak üzere siyasi ve idari alanda güç kazanmalarıyla Arap–Türk dengesine doğru evirildiğinden Abbasiler hem Farslarla hem de
Türklerle bir denge noktasında buluşabilmede başarılı olmuşlardır. Bu çerçevede
Türk–İran işbirliğinin gerçekleşmesi durumunda Abbasi–Selçuklu zamanlarında olduğu gibi Araplar, Türk–Kürt–Fars dengesinin bir parçası haline gelerek işbirliğine
katılacak taraflarla belli bir denge noktasına varabilirler. Belki bu süreçte en sert tepki, günümüzde halklarını baskı ve şiddetle yöneten Arap devletlerinden gelecektir.
Bu devletler ülkeleri üzerindeki baskıcı konumlarını kaybetmek istemeyecek, muhtemelen ABD, Rusya ve Çin gibi Türk–İran işbirliğinin oluşmasına taraftar küresel
aktörlerin yanında yer almak isteyeceklerdir.
İsrail
Bölgede sadece kendi çıkarlarını maksimize etmeye ve günden güne yayılmacılığını sürdürmeye çalışan İsrail, kendisinin en büyük düşmanı olarak gördüğü
İran’ın gerek bölgede çok önemli bir aktör olan gerekse de kendi açısından stratejik
ittifak ilişkileri tesis ettiği Türkiye gibi bir devletle bölgede bir işbirliği oluşturmasını
asla kabul etmeyeceğinden elinden geldiğince böyle bir işbirliğine engel olmaya çalışacaktır. Fakat Türk–İran işbirliğinin bölgede gerçekleşmesi bugün İsrail’in baskıcı
politikalarına kurban giden Filistin halkına ve İsrail’in saldırgan tutumu karşısında
kendini tehdit altında hisseden diğer bölge halklarına bir güven kaynağı oluşturması
beklenmektedir.
Kürtler
Kürt milliyetçiliği açısından söz konusu işbirliğinin Kürtlerin bağımsızlık ve
egemenlik arayışları açısından bir engel ve zorluk olacağı not edilmekle birlikte, barış ve huzur ikliminde yaşamak isteyen Kürtler için Türk–İran işbirliğinin adalet ve
barış ilkeleri çerçevesinde kabul göreceği ifade edilebilir. Çünkü her iki ülkede de
kurucu unsur olarak görülebilecek Kürt nüfus bu iki devletin yanlış politikaları ve
PKK ve PJAK terör örgütlerinin şiddet eğilimleri dolayısıyla ciddi acılar çekmişlerdir. Bu çerçevede söz konusu işbirliği, Kürtlerin yaşamakta oldukları sorunlara etkili
çözüm önerileri getirecek ve her iki devlette yaşamakta olan Kürtler, çatışmalardan
116
uzak bir barış iklimine kavuşacaktır. Aynı zamanda Türk–Kürt, Fars-Kürt ve Arap–
Kürt işbirliği olarak bir içeriğe kavuşacak Türk–İran işbirliği, kendilerinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne karşı bir tehdit olarak hissettikleri Kürt ayrılıkçılığına müştereken engel olacaktır. Zira bağımsız bir Kürt devleti, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü doğrudan ilgilendiren ve tehdit eden bir
konudur.
4.4.2. Tepkilerin Aşılma Yolları
İfade edilen işbirliğine karşı oluşacak tepkilerin aşılması, işbirliğinin başka
devletlerin katılımına ve üyeliğine açık bir sistemle kurulması ve bu işbirliği sisteminin kurucuları olacak Türkiye ve İran’ın bu düzende hegemonik ve despot olmasının
önüne geçecek mekanizmaların tesis edilmesine bağlı olacaktır. Zira böyle bir işbirliğinin eşitlik, kardeşlik, hakkaniyet, barış, refah ve adalet temellerinde yükselmesi
ve kesinlikle Türkiye ve İran’ın sadece kendisini önceleyerek ve diğer ülkeleri göz
ardı ederek kendi çıkarlarını gerçekleştireceği bir yapıya izin vermemesi gerekmektedir. Bölgede Türk–İran işbirliğinin kurulması durumunda meydana gelecek tepkilerin aşağıdaki yollarla aşılması önerilebilir.
 Tarafların birbirleriyle istişarelerde bulunacakları ortak diplomatik kanalların
sayısını artırabilir.
 İşbirliğine tepki duyacak taraflarla işbirliğine katılacak taraflar arasında diyalog kanallarını açık tutmak için ortak zirve toplantılarına ağırlık verebilir.
 İşbirliğine muhalif rejimlerin halklarına karşı kamu diplomasisi ve halkla
ilişkiler çalışmaları organize edilerek işbirliğinin hedeflerin adalet ve barış olduğu
anlatılabilir.
 İşbirliğinin gerçekleşmesi durumunda tepki duyacak taraflarla, bunun kendilerinin varlığına tehlike oluşturmadığını göstermek için ekonomik, siyasi, kültürel ve
sosyal ilişkiler geliştirilebilir.
 Bugün Avrupa Birliği’nin uyguladığı Erasmus gibi eğitim/kültür değişim
programları aracılığıyla tarafların birbirlerini daha iyi tanıması sağlanabilir.
117
SONUÇ
Soğuk Savaş döneminin bitişiyle siyasetten ekonomiye, güvenliğe ve hukuka
kadar pek çok alanda bölgesel veya alt–bölgesel işbirliği imkânları doğmuştur. Bu
işbirliği girişimlerinden kimisi yasal ve organizasyonel platformlara dönüşme imkânı
bularak resmi bir hal alırken, bazı girişimlerin de fiili olarak gerçekleştiği görülmüştür. Soğuk Savaş esnasında uluslararası sistemin küçük devletleri, sistemin bir süper/baskın gücüyle ittifak ilişkisine girerek politik, güvenlik ve ekonomik istikrar ve
refah yakalayabiliyordu. Fakat Soğuk Savaş sonrasında söz konusu devletler, daha
önceki sistemdeki global fonksiyonlarını yitirdiklerinden güvenliklerini ve enerjilerini daha çok bölgesel işbirliklerine, ekonomik/ticari ve güvenlik anlaşmalarına ağırlık
vererek sağlama yoluna gitmeye başlamışlardır. Karedeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği gibi bölgesel işbirliği mekanizmaları
Soğuk Savaş sonrası düzende bölgedeki devletlerin ticaret ve güvenlik gibi ihtiyaçlarını karşılamaya dönük çabalarını yansıtması açısından dikkate değerdir. Bu çerçevede çalışma boyunca ifade edilen Türkiye ile İran arasında işbirliğinin geliştirilmesine
dönük bir çaba ifade edilen bölgesel işbirliği imkânlarından bir yenisini oluşturabilir.
Bu bağlamda, Türkiye ile İran işbirliğine yönelik önemli bir adım, on sekiz yıl
sonra Haziran 2014’te İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmi davetlisi olarak Türkiye’ye gelmesidir. Bu ziyareti esnasında her iki ülke devlet başkanları birbirlerine dönük çok önemli mesajlar verir ve
dileklerde bulunurken, görüşmenin ardından düzenlenen basın toplantısında Gül’ün
Fransa ile Almanya örneklerinde olduğu gibi, ticaret ve ekonomi konusunda Türkiye
ile İran arasında da böyle bir işbirliğinin kurulabileceğini ifade ederek Avrupa Birliği’ni ve bir işbirliği fikrini anımsatması; Ruhani’nin ise iki ülke ticaret hacminin otuz
milyar dolara çıkarabileceğini söyleyerek ilişkilerin gelişmesiyle ilgili olarak iki ülkede de ciddi bir iradenin var olduğunu belirtmesi, teorik düzeyde bir süredir tartışılan Türkiye ile İran’ın AB tarzında bir işbirliği kurması fikrinin somut adımlarla hayata geçmeye başladığının göstergelerinden birisi olarak düşünülebilir.
Türkiye ile İran’ın coğrafik ve jeostratejik olarak yerleşik bulunduğu bölgede
farklı ideolojik içeriklerde gelişen, temel olarak bu bölgenin parçalanmış, işbirliği ve
bütünleşmeden uzak hali, dini, mezhebi ve etnik fraksiyonlara ayrılmış yapısı son
tahlilde bölge ülkelerinin dışındaki tarafların lehine bir durum olarak barış, istikrar
118
ve refahın engellendiği bir sürece işaret ediyor. Barış, özgürlük, refah ve adaletin
parçalanmak ve bölünmekten öte birleşmek ve bütünleşmekle elde edilebilmesi
mümkündür. Bölgede bugün yaşanan gelişmelere bakıldığında aynı topraklarda yıllarca bir arada aynı kaderi paylaşan Arap halkların Kürt halklarıyla düşman durumdayken Amerikalılarla müttefiklik ilişkisi kurması, Kürt’ün Türk’le düşmanlığı varken İngilizlere yakınlık duyması oldukça sorunlu bir yaklaşımdır. Bölgede yaşayan
halkların binlerce kilometre uzaklarda partnerler edinip komşularını görememesi
büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye ve İran kendi içlerinde çok parçalı/bütünlükten uzak bir görünüm sergilemektedirler. Her iki devletin diplomatları ve devlet adamlarının çözecekleri ortak
sorun, tarihsel yaşanmışlıkları temel alarak kendi iç bütünlüklerini biran evvel sağlamaları, komşularıyla ve tarihsel akrabalarıyla barışmaları ve kendi halklarının önüne koydukları engelleri, sınırlamaları ve önyargıları kaldırmalarıdır. Türkiye ve İran
birbirlerine dönük yerinde olmayan yaklaşımlarını sürdürmeye devam ederlerse, işbirliği yerini daha derin ayrışmalara bırakacaktır. Türkiye ve İran işbirliğinde bölgede toplumsal, siyasal ve kültürel tabanlı bir işbirliğinin ihdas edilmesi çok zor bir
durum değildir.
Eğer Avrupa entegrasyonunun, Avrupa içinde yüzyıllarca süren savaşlara ve
kan davalarına rağmen nasıl gerçekleşebildiği iyi idrak edilirse tarihsel olarak zaman
zaman yaşanan geçici bunalımlara rağmen 1639’da imzalanan Kasr–ı Şirin Antlaşması’ndan bu yana de facto herhangi bir savaş ya da sıcak çatışma yaşamayan ve
Avrupa devletleri arasında tarihte olduğu gibi aralarında aşılamaz sorunlar bulunmayan Türkiye ve İran’ın, birbirleriyle toplumsal, politik ve ekonomik düzlemde bir
işbirliği inşa etmesi kolay olabilir. Zira Türkiye ve İran, Avrupa Birliği’nde olduğu
gibi, bugün ekonomik ve ticari yönden birbirlerinin önemli ticaret partnerleri olmuşlardır. Zaman zaman aralarında rekabet ve ihtilaflar bulunsa da birbirleriyle ticari ve
ekonomik ilişkilerini hep canlı tutmaya özen göstermişlerdir.
Türkiye ile İran tarihsel olarak bazı uluslararası sorunlar karşısında ortak tavır
almış, bazı bölgesel çatışmalarda uluslararası insani müdahalelerde bulunmuşlardır.
İki ülkenin, döneminde sürmekte olan Bosna–Hersek Savaşı’na müdahaleleri bu duruma örnek olarak verilebilir. Buna ilave olarak, Türkiye ile İran arasında ortak tarihi
geçmişin bulunması, söz konusu işbirliğinin gerçekleşmesini imkân sağlayacak ar-
119
gümanlar ve nedenler arasındadır. Bu bağlamda, Selçuklu İmparatorluğu’ndan önce
İran ve Türkmenistan havzasında Türkmenlerin İslamlaşma süreci ve Arap ve Fars
halklarıyla girdikleri etkileşim, işbirliği ve uyum çabaları, iki ülkenin birbirleriyle eş
zamanlarda giriştikleri ülke–içi modernizasyon çabaları ve kendi ulus devletlerini
inşa etme uğraşları gibi tarihi müşterekler dolayısıyla bölgesel bir işbirliğinin doğması olasıdır.
Orta Doğu’daki sorunlara rağmen bölge devletleri, uzun dönemli istikrar, güvenlik ve refah sağlama arayışları kapsamında bölgesel bir işbirliği platformunun
kuruluşuna öncülük yapabilirler. Zira bölgedeki devletler, böyle bir işbirliği platformunun kurulmasında ortak çıkarlara ve amaçlara sahiplerdir. Bölge ülkelerinin karşılıklı anlaşmalarına ve ortak iradelerine dayalı güvenlik odaklı bir işbirliği platformu,
bugün ve yarın bölgede yaşanacak tehditleri ortadan kaldıracak, gerilimleri minimize
ederek ortak ticari ve ekonomik çıkarlar doğuracaktır. Böylesi bir işbirliği zemini
bölgedeki Arap Birliği, Körfez İşbirliği Konseyi veya D-8 gibi örgütlere bir alternatif
veya rakiplik teşkil etmeyecek, katımcı ülkelerin ortak çıkarlarını ve ülkelerarası
ilişkileri yönetmek için lazım olan artı değeri sağlayacaktır. Böyle bir işbirliği platformunun ihdas edilmesi ise risklerin ve politik ortamlardan kaynaklanacak kriz ve
gerilimlerin azaltılarak karşılıklı etkileşim, işbirliği ve uyum imkânlarının geliştirilmesine bağlı olacaktır. Zira bölgede bir işbirliği zeminine ulaşılamaması, bölgesel ve
küresel güvenlik risklerini ortaya çıkaracağı gibi barış ve refaha da tehdit oluşturacaktır.
Son olarak, İslam dininin getirdiği birleştirici ve barışçıl mesaj dikkate alındığında, çoğunluğu Müslüman nüfusa sahip Türkiye ve İran için bir entegrasyona gitmek, toplumsal ve hukuksal bir işbirliği zemininde bölgede adalet ve barışı tesis etmek, dinin bu devletler ve halkları üzerindeki etkisi düşünüldüğünde çok zor değildir. Türkiye ve İran’ın, içinde Müslüman halkların yaşadığı iki ülke olması ve ortak
dini ve etnik yapılara sahip bulunması her iki ülkenin de devlet ve sistem yapılarının
uyumlu olması gibi etmenler, söz konusu işbirliğinin akacağı nehir yatağını daha
stabil kılmaktadır. İki ülke halklarının müştereken yakından tanıdığı tarihsel şahsiyetler olarak İmam Ebu Hanife, İmam Gazali, İmam Ahmed bin Hanbel, Hz. Mevlana, Hz. Şems, Ali Kuşçu, İbni Sina, İmam Buhari, El–Harezmî, El–Razi, Firdevsi ve
Fahrettin Razi gibi önemli şahsiyetlerin eserleri bugün iki ülke kütüphanelerinde
120
yerini almıştır. Anadolu ve İran coğrafyasında bulunan türbeler, Türk ve İranlı dini
şahsiyetlere aittir. Bu tarihsel miras ise iki ülke halklarının maneviyat ve anlam dünyalarında önemli bir ağırlığa sahiptir. Türkiye ve İran açısından ortak değerler olan
bilim adamları, türbeler, medreseler, mimari yapılar gibi ortak tarihsel miras, iki ülke
işbirliğini kolaylaştıracak unsurlar arasında yer almaktadır.
121
KAYNAKÇA
AHMAD, Feroz (1994). Demokrasi Sürecinde Türkiye. (Çeviren: Ahmet Fethi). İstanbul: Hil Yayınları.
AHMEDİ, Hamid (2009). İran: Ulusal Kimlik İnşası. (Çeviren: Hakkı Uygur). İstanbul: Küre Yayınları.
AKDEVELİOĞLU, Atay, KÜRKÇÜOĞLU, Ömer (2004): Orta Doğu’yla İlişkiler.
Türk Dış Politikası I (Editör: Baskın Oran). İstanbul: İletişim Yayınları.
AÇIKMEŞE AKGÜL, Sinem (2004). Uluslararası İlişkiler Teorileri Işığında Avrupa Bütünleşmesi, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 1 (1).
AKGÜN, Birol, ÇALIŞ, Şaban, ve KUTLU, Önder (2006). Uluslararası Örgütler ve
Türkiye. Konya: Çizgi Kitabevi.
AKGÜN, Halil (2005). İslam Dünyası, Semerkand Dergisi, 175.
AKGÜNDÜZ, Ahmet (1993). İslam’da İnsan Hakları Beyannamesi, İstanbul: Timaş
Yayınları.
AKKİRAZ, Hasan (19 Aralık 2012). Alevi Raporu (Sabahat Akkiraz tarafından hazırlatıldı),
Alevi
Enstitüsü.
alevienstitusu.blogspot.com/2012/12/sabahat–
akkirazn–hazrlattg–alevi–raporu.html, Erişim Tarihi: 02.10.2013.
AKTAŞ, Münevver (2009). Türkiye İslam Konferansı Örgütü’ne Üye Midir? Dokuz
Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11 (1).
AKPINAR, Mahmut (30 Eylül 2013). ABD, İran’a Bilerek Alan Açıyor, Aksiyon
Dergisi, 982 (30 Eylül–6 Ekim).
AKSU, Ali (2000). Emevîlerin, Abbâsîler Tarafından Soykırıma Uğratılması ve
Ebû’l Abbas’ın Bu Soykırımdaki Rolü. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 4.
APAK, Adem (2011). Anahatlarıyla İslam Tarihi. İstanbul: Ensar Neşriyat.
ARAS, Bülent (2003). Türkiye ve Orta Doğu: Türk Dış Politikasının Toplumsal Kökenleri. İstanbul: Q–Matris Yayınları.
ARI, Tayyar (2002). Uluslararası İlişkiler Teorileri (2.Baskı). İstanbul: Alfa Yayın-
122
ları.
ARI, Tayyar (2005). Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi
(2.Baskı). İstanbul: Alfa Yayınları.
ARMAOĞLU, Fahir (2005). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. İstanbul: Alkım Yayınevi.
ATABAKI, Touraj, ZÜRCHER, Erij J. (2012). Türkiye ve İran’da Otoriter Modernleşme: Atatürk ve Rıza Şah Dönemleri. (Çeviren: Özgür Bircan). İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.
ATABAKI, Touraj (2007). The State and The Subaltern: Modernization, Society and
the State in Turkey and Iran. (Editor: Touraj Atabaki). London: I.B.Tauris & Co.
Ltd.
ATAMAN, Muhittin, GÖKŞEN, Ayşe Nur (2014). Sembolizm ve Aktivizm Arasında İslam İşbirliği Teşkilatı. SETA Analiz, 76.
ATEŞ, Davut (2008). Etnisiteden Ulusa, Ulustan Etnisiteye (?): Kültürel, Siyasi ve
İktisadi Çevreler, Doğu–Batı Dergisi, 44.
ATEŞ, Davut (2012). Uluslararası Örgütler (Devletlerin Örgütlenme Mantığı). Bursa: Dora Basım Yayınevi.
ATLIOĞLU, Yasin (15 Ocak 2005). İslam Konferansı Örgütü ve Türkiye, TASAM.
AVŞAR, Abdülhamit (1998). Serbest Cumhuriyet Fırkası: Bir Partinin Kapanmasında Basının Rolü. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
AYTUĞ, Hüseyin Kutay (2008). Bütünleşme Kuramlarının Avrupa Birliği Genişlemesine Bakışı, Celal Bayar Üniversitesi Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 15 (1), Aydın.
AZİMLİ, Mehmet (2004). Abbâsîler Dönemi Bâbek İsyanı. Ankara: İlahiyat Yayınları.
BAYRAÇ, H. Naci (2009). Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye: Petrol ve Doğal
gaz Kaynakları Açısından Bir Karşılaştırma. ESOGÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 10
(1).
BLACK, Antony (2010). Siyasal İslam Düşüncesi Tarihi: Peygamber’den –SAV–
Bugüne, (Çeviren: Sevda ve Hamit Çalışkan). Ankara: Dost Kitabevi. (The His-
123
tory of Islamic Political Thought From the Prophet to the Present, 2001)
BOSTANCI, M. Naci (1998). Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik, Türkiye Günlüğü, Ankara, 50.
BOZKUŞ, Metin (2001). Anadolu Selçuklularında Sosyal, Dînî ve Mezhebî Yapı.
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V (2).
BULUT, Burcu (2 Nisan 2013). Çözüme Selçuklu Modeli, (Tarihçi Osman Gazi
Özgüdenli ile gerçekleştirilen mülakat), Yeni Şafak.
BULUT, Mehmet Ali (14 Aralık 2011). İranlı Safevî Değil, Türkiye de Osmanlı!.
Haber 7.
CAHEN, Claude (1979). Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler. (Çeviren: Yıldız
Moran). İstanbul: E Yayınları. (Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi).
ÇAĞATAY, Neşet (1997). Sorularla İslam Dini ve İslam Tarihi (2.Baskı). Ankara:
Gündoğan Yayınları.
ÇAĞLAYAN, Selin (2012). Şii Düşüncesinde İslamcılık: İran (Mehdi’yi Beklerken).
İstanbul: Cinius Yayınları.
ÇAKMAK, Mehmet Ali (2002). Moğol İstilası ve Hârzemşâhlar İmparatorluğu’nun
Yıkılışı. (Editörler: H.C.Güzel, K.Çiçek, S.Koca. Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
ÇAKMAK, Mehmet Ali (2007). Türk Sultanları İle Abbasi Halifelerinin İktidar
Mücadeleleri (XIIÇ–XIII. Yüzyıl) . Gazi Üniversitesi Hacı Bayram Veli Dergisi,
44, Ankara.
ÇALIŞ, Şaban (2001). Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler: Neo–Osmanlılık, Özal ve
Balkanlar. Konya: Çizgi Yayınevi.
ÇALIŞ, Şaban (2002). Platonik Bir İlişkiye Analitik Çerçeve Çizmek: Türkiye–AB
konusuna Teorik Bir Yaklaşım, Tezkire, 29 (Kasım–Aralık).
ÇALIŞ, Şaban (2002). Türkiye–Avrupa Birliği İlişkileri Kimlik Arayışı Politik Aktörler ve Değişim, İstanbul: Nobel Yayınları.
ÇEBER, Zeynep Pelin (23.02.2013). İklim Değişikliği ve Göç (İklim Değişikliği
Çalışma Grubu), Yeşil Gazete.
124
ÇELİKER, Hüseyin (2008). İslam Hukuku’nda Devlet Başkanlığı, OMU Sosyal
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26–27, Samsun.
ÇETİNSAYA, Gökhan (2001). Türk–İran İlişkileri, (Editör: Faruk Sönmezoğlu).
Türk Dış Politikasının Analizi. İstanbul: Der Yayınları.
DAĞ, Ahmet Emin (2004). Uluslararası İlişkiler Sözlüğü. İstanbul: Anka Yayınları.
DAVUTOĞLU, Ahmet (2001). Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu (15. Baskı). İstanbul: Küre Yayınları.
DEHGHAN, Saeed Kamali (31 Ağustos 2011). Sunni Muslims Banned From Holding Own Eid Prayers in Tehran, The Guardian.
DEMİR, Ömer, ACAR, Mustafa (2006). Sosyal Bilimler Sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları.
DIŞ EKONOMİK İLİŞKİLER KURULU (2013). Türkiye İle İran Bir Model Geliştirsin, Dünyaya Örnek Olsun, (Ahmedinejad’ın DEİK’teki T.İ.F. Konuşması),
ww.deik.org.tr, Erişim Tarihi: 25.09.2013.
DWIVEDI, Sangit Sarita (2012). Alliances in International Relations Theory. International Journal of Social Science and Interdisciplinary Research, 1 (8).
DUMAN, Abdullah (2012). Ebû İbrahim İsmail El–Muntasır’ın Sâmâni Devletini
Diriltme Gayretleri Bağlamında Karahanlılar ve Gazneliler’le İlişkileri. Gaziantep
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11 (2), Gaziantep.
DURÇ, Safiye Ate (2010). Türk Muhalefet Geleneğinde ‘Demokrat Parti’. Mukaddime, www.mukaddime.artuklu.edu.tr/documents/Makaleler/Sayi1/4.pdf, Erişim
Tarihi: 27.03.2013.
DURMUŞ, Mehmet (8 Ocak 2013). Şah’tan Hatemi’ye İran Dış Politikası, TÜRKSAM.
EKİNCİ, Arzu Celalifer (2008). İran–Türkiye Enerji İşbirliği, USAK.
EL–MAFREY, İhsan Hamid (1995). İslam ve İnsan Hakları, (Der.), İslam ve İnsan
Hakları, (Çevirenler: Tahir Yücel, Şennur Karakurt), İstanbul: Endülüs Yayınları.
ERDEN, Mustafa Suphi (2010). Citizenship and Ethnicity in Turkey and Iran. PhD
Thesis.
Middle
East
Technical
University.
125
www.etd.lib.metu.edu.tr/upload/12612392/index.pdf, Erişim Tarihi: 15.03.2013.
ERTUĞRUL, Doğan (2012). Türkiye Dış Politikası İçin Bir Test: Suriye Krizi. TESEV Dış Politika Programı.
FISHER, Max (14 Haziran 2013). How Do Iran’s Supreme Leader and President
Split Power? Here’s a Chart Explaining It , The Washington Post.
GENÇ, Reşat (2002). Karahanlılar Tarihi. (Editörler: H.C.Güzel, K.Çiçek, S.Koca.
Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
GEORGE, Stephen, BACHE, Ian (2001). Politics in the European Union. Oxford:
Oxford University Press.
GIRDNER, Eddie J. (1999). People and Power: An Introduction to Politics. İstanbul: Literatür Yayınları.
GÖK, Gonca Oğuz (2005). İran’ın Bölgesel Politikası ve Türk–İran İlişkileri. Yüksek Lisans Tezi. Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
GÜNDOĞAN, Ünal (2010). İran ve Orta Doğu. Ankara: Adres Yayınları.
GÜRAKAR, Tolga (2012). Türkiye ve İran: Gelenek, Çağdaşlaşma ve Devrim. İstanbul: Kaynak Yayınları.
GÜRÜN, Kamuran (1983): Dış İlişkiler ve Türk Politikası (1939’dan Günümüze
Kadar). Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, Ankara.
HAAS, Ernst B. (1964). Beyond the Nation–State: Functionalism and International
Organization. California: Standford University Press. Erişim Tarihi: 23.09.2013.
HABERMAS, Jurgen (2002). Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti. (Çeviren:
Medeni Beyaztaş). İstanbul: Bakış Yayınları.
HABİBİ, Nader (2012). Turkey and Iran: Growing Economic Relations Despite
Western Sanctions. Middle East Brief, 62.
HALE, William (2003). Türk Dış Politikası (1774–2000). (Çeviren: Petek Demir).
İstanbul: Mozaik Yayınları.
HİLAL TV (2009). Gündem Özel. İstanbul. [2009 İran Seçimleri”. Programın ko-
126
nukları; Prof. Dr. Asgar Ferdi, Volkan Kemal Ergenekon ve Hakkı Uygur]. (Yayınlanma Tarihi: 24.12.2012).
HOBSBAWN, Eric (2005). Geleneğin İcadı. (Çeviren: M. Murat Şahin). İstanbul:
Agora Kitaplığı.
İDİZ, Semih (2014). Türkiye ve İran Irak İçin Ortak Bir Zemin Bulabilecek Mi?
AlMonitor.
İNALCIK, Halil (1998). Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi. Atatürkçü Düşünce
El Kitabı. Ankara: AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları.
İNAN, Süleyman (2007). Demokrat Parti Dönemi (1950–1960). Yakın Dönem Türk
Politik Tarihi. Ankara: Anı Yayıncılık. sinan.pau.edu.tr/DP.pdf, Erişim Tarihi:
27.03.2013.
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ ANAYASASI (1980). (Çeviren: Hüseyin Hatemi).
İstanbul: Doğuş Matbaası.
KABAAĞAÇ, Sinan, ALOVA, Erdal (1995). Latince Türkçe Sözlük. İstanbul: Sosyal Yayınlar.
KALIN, İbrahim (2006). OIC: A Voice Fort the Muslim World?, ISIM Review, 17.
https://openaccess.leidenuniv.nl/bitstream/handle/1887/17056/ISIM_17_OIC_A_
Voice_for_the_Muslim_World.pdf?sequence=1, Erişim Tarihi: 27.09.2013.
KARACASULU, Nilüfer (2007). Avrupa Entegrasyon Kuramları ve Sosyal İnşacı
Yaklaşım, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 3 (9).
KARADENİZ, Yılmaz (2013): İran (1795–1925): İdari, Askeri, Sosyal Yapı ve
Toplumsal Hareketler. İstanbul: Selenge Yayınları.
KARAKILÇIK, Yusuf (2008). Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya
Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, 4
(16), 19–56.
KARALİOĞLU, Mustafa (16 Haziran 2004). İKÖ’nün ve İslam Dünyasının Sorunu, Yeni Şafak.
KARAN, Ceyda (17 Mart 2010). “İranlı Elçi’den Çağrı: Türkiye ile AB Tipi İşbirliği
Kuralım”. Radikal.
127
KARLUK, Rıdvan (2005). Avrupa Birliği ve Türkiye. (8. Baskı) İstanbul: Beta Basım Y.D.
KEOHANE, Robert O., NYE, Joseph S. (1993). International Interdependence and
Integration, (der.) Paul R. Viotti ve Mark V. Kauppi, International Relations Theory: Realism, Pluralism, Globalism. New York: Macmillan Publishing Company
KIRDAR, Seda (2013). ABD’nin İran’a Uyguladığı Altın Yaptırımı ve Olası Sonuçları (Değerlendirme Notu). Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı,
N201316.
KİTAPÇI, Zekeriyya (1994). Asrın Olayı: Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in
Halife El–Kâim’in Kızı Seyyide İle Evlenmesi ve Bazı Tarihi Gerçekler. Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1, Konya.
KOÇ, Mehmet Akif (2012). Rekabetten Geleceğe: Türkiye–İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu. İstanbul: Tasam Yayınları.
KÖYMEN, Mehmet Altay (1972). Alparslan ve Zamanı. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
KÖYMEN, Mehmet Altay (1993). Selçuklu İmparatorluğu Tarihi: Kuruluş Devri
(Cilt:1, 2.Baskı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
KUTLU, Önder (2006). Karşılaştırmalı Kamu Yönetimi: Teorik Çerçeve ve Ülke
Uygulamaları. Konya: Çizgi Kitabevi.
MERÇİL, Erdoğan (2002). Gazneliler. (Editörler: H.C.Güzel, K.Çiçek, S.Koca.
Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
METİN, Celal (2011). Emperyalist Çağda Modernleşme: Türk Modernleşmesi ve
İran (1800–1941). Ankara: Phoenix Yayınevi.
METZ, Helen Chapin (1988). Iraq: Historical Setting (Library of Congress Country
Study).
“The
Abbâsîd
Caliphate
(750–1258)”.
history-
medren.about.com/library/text/bltxtiraqmain.htm, Erişim Tarihi: 13.12.2012.
MİLANİ, Kemal (1994). A Comparative Study of Turkey and Iran: A Socio–
Political Approach. The Study of the Degree of M.A. in Ataturk’s Principles. Boğaziçi University. Yüksek Öğretim Kurulu Dökümantasyon Merkezi.
128
MUMCU, Uğur (1991). Kürt–İslam Ayaklanması 1919–1925. İstanbul: Tekin Yayınları.
MUMCU, Ahmet, ÖZBUDUN, Ergun ve diğerleri (1987). Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi II (Atatürkçülük). Ankara: Yükseköğretim Kurulu Yayınları, 5.
NAKAVİ, Ali Muhammed (1997). Batılılaşma Sosyolojisi. (Çeviren: İslami Kültür
ve İlişkiler Merkezi Tercüme Grubu). Alhuda Matbaası.
OCAK, Ahmet Yaşar (2009). Babâiler İsyanı. İstanbul: Dergah Yayınları.
OEST, Kajsa Ji Noe (2007). The End of Alliance Theory? Institut for Statskundskab
Arbejdspapir, 03.
ORAN, Baskın (2004). Türk Dış Politikası (I). İstanbul: İletişim Yayınları.
ÖRS, Birsen (1996). Türkiye’de Askeri Müdahaleler: Bir Açıklama Modeli. İstanbul:
Der Yayınları.
ÖZAYDIN, Abdülkerim (2002). Harezmşâhlar Devleti. (Editörler: H.C.Güzel,
K.Çiçek, S.Koca. Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
ÖZCAN, Arif Behiç (2011). Uluslararası Güvenlik Sorunları ve ABD’NİN Güvenlik
Stratejileri, SÜ–İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi.
ÖZÇELİK, Pınar Kaya (2010). Demokrat Parti’nin Demokrasi Söylemi. Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 57 (3).
ÖZDEMİR, Mehmet Nadir (2008). Abbâsî Halifeleri İle Büyük Selçuklu Sultanları
Arasındaki Münasebetler. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 24,
Konya.
ÖZTUNA, T. Yılmaz (1964). Türkiye Tarihi: Başlangıcından Zamanımıza Kadar
(2.Cilt). İstanbul: Hayat Yayınları. (Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi).
ÖZTÜRK, Ali (10 Ekim 2013). İran’dan Türkiye’ye Birlik Çağrısı, Anadolu Ajansı.
PALABIYIK, M. Hanefi (2002). Yeni Bir Türk İslam Devleti Modeli Olarak Gazneliler. (Editörler: H.C.Güzel, K.Çiçek, S.Koca. Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
129
PALABIYIK, Mustafa Serdar (2010). Sâd–Âbad Paktı (8 Temmuz 1937): İttifak
Kuramları Açısından Bir İnceleme, Orta Doğu Etütleri Dergisi, Cilt 2, No 3.
PARASZCZUK, Joanna (29 Ekim 2012). Iran’s Sunnis demand greater religious
freedom, The Jeruselem Post.
PAZARCI, Hüseyin (2005). Uluslararası Hukuk Dersleri, Cilt II (8.Baskı). Ankara:
Turhan Kitabevi.
PRESS TV (2014). Iran–Turkey Unity Prevent Western Mischief in ME: MP. jhaines6.wordpress.com/2014/01/31/presstv–iran–turkey–unity–prevents–western–
mischief–in–me–mp. Erişim Tarihi: 28.10.2014.
PUCHALA, Donald J. (1972). Of Blind Men, Elephants and International Integration, Journal of Common Market Studies.
SARIASLAN, Fatma (2013). 2000’li yıllarda Türkiye–İran Ekonomik İlişkileri.
Akademik Orta Doğu, 14.
SARIKAYA, Yalçın (2012). Geçmişten Günümüze İran: Tarih, Siyaset, Toplum ve
Kültür. TASAV Raporu, 2.
ROUX, Jean–Paul (2007). Türklerin Tarihi: Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl
(3.Baskı). (Çevirenler: Aykut Kazancıgil, Lale Arslan–Özcan). İstanbul: Kabalcı
Yayınevi.
RUBIN, Barry (2006). Iran: The Rise of A Regional Power. The Gloria Center,
Interdisciplinary
Center,
Herzliya,
10
(3).
me-
ria.idc.ac.il/journal/2006/issue3/jv10no3a10.html, Erişim Tarihi: 17.04.2013.
RUHANİ, Hasan (24 Eylül 2013). İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin BM Toplantısındaki Konuşması, ABNA.
RUSYA–TÜRKİYE VE İRAN: İŞTE RUSTURAN (31 Mayıs 2013). Haber 7.
SADIK, Giray (2010). ABD’nin Irak’tan Çekilmesi Türkiye–İran Yakınlaşmasını
Artırır Mı?. Ortadoğu Analiz, 2(23).
SAİD, Erward W. (2004). Şarkiyatçılık. (Çeviren: Berna Ülner). İstanbul: Metis Yayınları.
SANCAKTAR, Caner (2011). Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası’na Mark-
130
sist Yaklaşım. Bilge Strateji Dergisi, 3 (5).
SİNKAYA, Bayram (2011). Türkiye–İran İlişkileri ve Cumhurbaşkanı Gül’ün Ziyareti. Orta Doğu Analiz, 3 (27).
SMITH, Anthony D. (2004). Milli Kimlik, (Çeviren: Bahadır Sina Şener). İstanbul:
İletişim Yayınları.
SOHRABI, Nader (1995). Historicizing Revolutions: Constitutional Revolutions in
the Ottoman Empire, Iran, andRussia, 1905–1908. American Journal of Sociology, Vol.100, No.6.
SOUAIAIA, Ahmed (2003). Human Rights & Islam The Divine and the Mundane in
Human Rights Law. USA: Universe, Inc.
SOYSAL, İsmail (1983). Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal
Antlaşmaları, Cilt I ve Cilt II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
SOYSAL, İsmail, EREN, Mihin (1977). Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
SPULER, Bertold (1959). The Muslim World. Part I: The Age of the Caliphs. Netherlands: E. J. Brill
ŞENTÜRK, Ayşegül (2001). CENTO: Merkezi Antlaşma Teşkilatı (1959–1979),
Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi SBE Tarih Anabilim Dalı.
ŞENTÜRK, Recep (2006). İnsan Hakları ve İslam, İstanbul: Etkileşim Yayınları.
TAFLIOĞLU, M. Serkan (2010). Humeyni: İran İslam Devrimi (Şâh Nasıl Mat
Oldu?). Ankara: Kripto Yayınları.
TAŞDEMİR, Hakan (2006). ECO: Ekonomik İşbirliği Örgütü, (Editörler: Ş. Çalış,
B. Akgün ve Ö. Kutlu). Uluslararası Örgütler ve Türkiye. Konya: Çizgi Kitabevi.
TAŞKEN, Cemalettin (2013). İran Neden Suriye’de? Ankara Strateji Enstitüsü.
TDK (2005). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
TEKİN, Ahmet (2006). Kur’an İle İlan Edilen İnsan Hakları. İstanbul: Kelam Yayınları.
TÖKER, Metin (1994). Şeyh Sait ve İsyanı. Ankara: Bilgi Yayınları.
131
TURAN, Osman (1998). Selçuklular Zamanında Türkiye (6.Baskı). İstanbul: Boğaziçi Yayınları, (10. Baskı), İstanbul: Ötüken Yayınları.
TURAN, Şakir (2011). Moğolların Anadolu’yu İstilası Sonrası Batı Anadolu’da
Türkmen Tarzında Şekillenme. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
29, Nisan Kütahya.
TUTAR, Hilmi (2006). Türk Siyasetinde Sancılı Yıllar. İstanbul: Bizim Kitaplar.
TÜKEL, Melike (03.08.2009). Türkiye–İran İlişkilerinin Panaroması. TASAM.
TÜRKEŞ, Mustafa, UZGEL, İlhan (2002): Türkiye’nin Komşuları. İstanbul ve Ankara: İmge Kitabevi.
TÜRK–İRAN İLİŞKİLERİ. Kanal A – Dünden Yarına Programı (Yayın Tarihi: 21
Mart 2012). “Şah Rıza Han Pehlevi”, BBC (Belgesel).
TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ (1994). İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, Cilt I.
TÜRKÖNE, Mümtaz’er (2005). Ulus–Devlet ve Milliyetçilik, (Editör: Mümtaz’er
Türköne). Siyaset. Ankara: Lotus Yayınları.
ULUÇAY, Çağatay (1976). İlk Müslüman Türk Devletleri, (4. Baskı). İstanbul: Ötüken Yayınları.
USTA, Aydın (2002). Moğol İstilası Dönemine Kadar Kıpçaklar ve Hârzemşâhlar
Devleti. (Editörler: H.C.Güzel, K.Çiçek, S.Koca. Danışman: Prof. Dr. Halil İnalcık). Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
UZGÖREN, Elif (2012). Türkiye AB İlişkileri ve Entegrasyon Teorileri: Gramsci’ci
Tarihsel Materyalizmin Literatüre Katkıları, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi,
11(2).
WALT, Stephen M (1987). The Origins of Alliances. Ithaca: Cornell University
Press.
YAPICI, Merve (2007). “Uluslararası İlişkiler Disiplininde Entegrasyon Teorilerinin
Yeri ve Etkinliği”. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9
(3).
YAYLACI, İsmail (2005): Düşman Kardeşler: Milliyetçilik ve Ulus Devlet, Anlayış
132
Dergisi, 23.
YENİSEY, Gülara (2008). İran’da Etnopolitik Hareketler (1922–2004). Ankara:
Ötüken Neşriyat.
YÜCEL, M. Serhan (2001). Demokrat Parti. İstanbul: Ülke Kitapları.
YÜKSEKÖĞRETİM
KURULU
BAŞKANLIĞI,
“İran
Konulu
Tezler”,
https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/SearchTez, Erişim Tarihi: 10.07.2013.
YÜKSEL, Ahmet Turan (2011). II. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Selçuklularda Bilim ve Düşünce Sempozyumu, Konya, 19–22 Ekim 2011.
ELEKTRONİK KAYNAKLAR
AVRUPA BİRLİĞİ BAKANLIĞI (2013). AB’ye Genel Bakış (Rehber). ABGS.
www.abgs.gov.tr/files/rehber/02_rehber.pdf, Erişim Tarihi: 03.11.2013.
AVRUPA KOMİSYONU (2014). www.ab.gov.tr, Erişim Tarihi: 15.01.2014.
BALL,
Philip
(2005).
Is
Terrorism
World
War
III?
EPSUSA.
www.epsusa.org/publications/newsletter/2005/nov2005/ball.pdf, Erişim Tarihi:
05.10.2013.
BBC (23.01.2014). Ruhani: Suriye’de Çözüm Serbest Seçimde. BBC Türkçe.
www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140123_ruhani_suriye. Erişim Tarihi:
14.11.2014.
BBC (31.10.2014). “Erdoğan: Suriye Konusunda Adım Atmaya Hazırız Ama Üç
Şartla”. www.bbc.co.uk/turkce/multimedya/2014/10/141031_vid_erdogan_paris.
Erişim Tarihi: 15.11.2014.
CAFERİDER (11.11.2014). “Ruhani: Irak’ın Toprak Bütünlüğü Bizim İçin Önemli:
“Terörizm ve Komployla Karşı Karşıyayız”. www.caferider.com.tr/ruhani––irak–
in–toprak–butunlugu–bizim–icin–onemli_h13106.html.
Erişim
Tarihi:
15.11.2014.
CNNTÜRK (31.11.2014). “Cumhurbaşkanı Erdoğan Paris’te Hollande İle Görüştü”.
www.cnnturk.com/haber/turkiye/cumhurbaskani–erdogan–pariste–hollande–ile–
gorustu. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
133
CUMHURİYET GAZETESİ (14.11.2014). “Davutoğlu’ndan Şoke Eden Suriye
Yorumu: Politika Değişiyor Mu? www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/27567.
Erişim Tarihi: 15.11.2014.
ÇUBUKÇU, Mete (2013). Türkiye/İran: Tarihsel Rekabette Kritik Hamle. Heinrich
Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği. www.tr.boell.org/web/111–1366.html,
Erişim Tarihi: 31.05.2013.
D–8 EKONOMİK İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ. www.developing8.org.
DIŞ TİCARET İSTATİSTİKLERİ (2013). www.tuik.gov.tr; www.mfa.gov.ir;
www.parstimes.com/int_organizations.html;
stat.wto.org/CountryProfile/WSDBCountryPFExportFile.aspx?Language=E&Cou
ntry=IR,TR
(Nisan
2013
verileri);
The
World
Bank,
“Iran”,
da-
ta.worldbank.org/country/iran–islamic–republic.
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, İran’ın Ekonomisi (İkili Ticaret Rakamlarımız).
www.mfa.gov.tr/iran–ekonomisi.tr.mfa, Erişim Tarihi: 26.06.2013.
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, Türkiye–Irak Siyasi İlişkileri. www.mfa.gov.tr/turkiye–
irak–siyasi–iliskileri.tr.mfa. Erişim Tarihi: 01.11.2014.
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, Gelişen Sekiz Ülke (D–8), www.mfa.gov.tr/gelisen–
sekiz–ulke–_d–8_.tr.mfa, Erişim Tarihi: 18.03.2014.
DIŞİŞLERİ
BAKANLIĞI
(14.11.2014).
Türkiye–Irak
Siyasi
İlişkileri.
www.mfa.gov.tr/turkiye–irak–siyasi–iliskileri.tr.mfa. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
DIŞİŞLERİ
BAKANLIĞI
(15.11.2014).
Türkiye–Suriye
www.mfa.gov.tr/turkiye–suriye–siyasi–iliskileri–.tr.mfa.
Siyasi
İlişkileri.
Erişim
Tarihi:
Platformu,
“İran”,
15.11.2014.
EKONOMİ
BAKANLIĞI
(2014).
İhracat
Bilgi
www.ibp.gov.tr/pg/section–pg–ulke.cfm?id=E843AC8E4B.
Erişim
Tarihi:
15.10.2014.
EKONOMİK İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ (2013). www.ecosecretariat.org.
FIROUZABADI, Seyed Jalal Dehqani (12 Ekim 2013). Identity–Based Consequences of Iran–US Talks: Which Talks? Which Identity?, News International.
134
www.international.to/index.php?option=com_content&view=article&id=9985:ide
ntity–based–consequences–of–iran–us–talks–which–talks–which–
identity&catid=219:iran–review&Itemid=313, Erişim Tarihi: 12.10.2013.
GUNDOGAN, Unal (2003). Islamist Iran And Turkey, 1979–1989: State Pragmatism And Ideological Influences. Middle East Review of International Affairs, 7
(1).
www.gloria–center.org/2003/03/gundogan–2003–03–01,
Erişim
Tarihi:
03.04.2013.
HABER
TÜRK
(10.10.2014).
İran:
Türkiye’yi
Uyardık!
www.haberturk.com/dunya/haber/998199–iran–turkiyeyi–uyardik. Erişim Tarihi:
01.11.2014.
HABER TÜRK (26.09.2013). Gül’ün BM’deki Konuşması Büyük İlgi Gördü.
www.haberturk.com/dunya/haber/880773–gulun–bmdeki–konusmasi–buyuk–
ilgi–gordu. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
HÜRRİYET
GAZETESİ
(09.10.2008).
İklim
Değişikliği
Göç
Ettirecek.
www.hurriyet.com.tr/dunya/10076878.asp. Erişim Tarihi: 26.11.2014.
INTERNATIONAL SHIA NEWS ASSOCIATION (14.11.2014). Ruhani, Suriye’deki
Teröristleri
Destekleyenleri
Uyardı.
www.tr.shafaqna.com/offbeat/item/30389–ruhani–suriyedeki–
ter%C3%B6ristleri–destekleyenleri–uyard%C4%B1.html.
Erişim
Tarihi:
14.11.2014.
İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI (2013). www.oic–oci.org, Erişim Tarihi:
27.09.2013.
IRAN TURKISH RADIO (25.09.2014). Ruhani: Irak ve Suriye halkları IŞİD İle
Mücadeleye
Katılmalıdırlar.
www.turkish.irib.ir/haberler/iran/item/322673–
ruhani–irak–ve–suriye–halklar%C4%B1–i%C5%9Fid–ile–m%C3%BCcadeleye–
kat%C4%B1lmal%C4%B1d%C4%B1rlar. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
KARACASULU, Nilüfer, AŞKAR KARAKIR, İrem (2011). Iran–Turkey Relations
in the 2000s: Pragmatic Rapprochement. Ege Academic Review, 11. econpapers.repec.org/article/egejournl/v_3a11_3ay_3a2011_3ai_3a1_3ap_3a111–119;
135
www.onlinedergi.com/MakaleDosyalari/51/PDF2011_1_10.pdf, Erişim Tarihi:
17.04.2013.
KURT, Halil (2013). AB Ülkelerinde Nüfusun Dini Yapısı, Özgün Sosyal Düşünce.
www.ozgunsosyaldusunce.com/index.php?option=com_content&view=article&id
=47:avrupa–birlii–uelkelerinde–nuefusun–dini–yaps&catid=34:sosyal–
corafya&Itemid=11, Erişim Tarihi: 03.11.2013.
KURT, Hasan (2003). Devlet Kurma Sürecinde Sâmânoğulları. AÜİFD, XLIV.
www.acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/4595/5103.pdf, Erişim Tarihi: 03.01.2013.
KYOTO
UNFCC.
(2013).
PROTOCOL
unfccc.int/resource/docs/convkp/kpeng.pdf, Erişim Tarihi: 05.10.2013.
MALAS, Nour, PARKİNSON, Joe (14.08.2014). Irak Krizi ABD ve İran’ı Aynı
Tarafta
Birleştirdi.
The
Wall
Street
Journal
(Türkiye).
www.wsj.com.tr/articles/SB10001424052702304099004580091482242335848.
Erişim Tarihi: 10.10.2014.
NTVMSNBC
(24.08.2012).
Davutoğlu
Esad’a
Ömür
Biçti.
www.ntvmsnbc.com/id/25376791. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
NTVMSNBC
(14.06.2014).
Ruhani:
Irak’a
Yardıma
Hazırız.
www.ntv.com.tr/id/25521241. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
NTVMSNBC
(17.08.2011).
“Davutoğlu:
Suriye
Irak
Olmasın”.
www.ntvmsnbc.com/id/25241998. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
NTVMSNBC (21.11.2014). “Hiç Kimse Türkiye’yi İran Kadar Sevemez”.
www.ntvmsnbc.com/id/25551570. Erişim Tarihi: 21.11.2014.
POSTA GAZETESİ (09.06.2014). Erdoğan ve Ruhani’nin Ortak Basın Açıklaması.
www.posta.com.tr/turkiye/HaberDetay/Erdogan–ve–Ruhani–nin–ortak–basin–
aciklamasi.htm?ArticleID=231342. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
RADİKAL GAZETESİ (09.06.2014). Ruhani Türkiye’de. Radikal Gazetesi.
www.radikal.com.tr/dunya/ruhani_turkiyede–1196222. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
136
REUTERS (28.06.2014). “Khamenei Calls Iraq War A Showdown Between Humanity And Barbarity”. www.in.reuters.com/article/2014/06/28/uk–iraq–security–
iran–idINKBN0F30KV20140628. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
ÖCAL, Beyhan (2009). 12 Eylül’den 28 Şubat’a Darbe Söylemlerindeki Değişimin
Analizi. ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, 1 (4).
www.ethosfelsefe.com/ethosdiyaloglar/mydocs/ethos3–beyhan.pdf, Erişim Tarihi:
19.04.2013.
SABAH
GAZETESİ
(07.10.2014).
Türkiye’nin
Suriye
İçin
3
Şartı.
www.sabah.com.tr/gundem/2014/10/07/cumhurbaskani–konusuyor. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
SANDIKLI, Atilla, KAYA, Erdem. Uluslararası İlişkiler Teorileri ve Bakış (2013).
BİLGESAM. www.bilgesam.org.
SHAFAQNA (15.11.2014). “Ayetullah Hamaney: Irak Krizinin Perde Arkasında
Sultacı
Güçler
Var”.
www.tr.shafaqna.com/marjeiats/item/35505–ayetullah–
hamaney–irak–krizinin–perde–arkas%C4%B1nda–sultac%C4%B1–
g%C3%BC%C3%A7ler–var.html. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
ŞAHİN, Mehmet (2013). İran’da Cumhurbaşkanlığı Seçimi. Hazar Strateji Enstitüsü
(HASEM) [Video Galeri]. www.hasen.org.tr/videogaleri/index/117, Erişim Tarihi:
17.06.2013.
TAVUKÇU,
Sinan
(2012).
Sadabat
Paktı’nın
İçyüzü,
Haber10.
www.haber10.com/makale/29214/#.Uekp–dJ7J5I, Erişim Tarihi: 19.07.2013.
TEKİN, Rahmi (2012). Moğol İstilası ve İslam Âleminde Yaptığı Tahribat.
www.osmanli.org.tr/yazi–4–263.html, Erişim Tarihi: 08.01.2013
TRT
HABER
(22.10.2014).
“Hamaney
Maliki’den
Övgüyle
Söz
Etti”.
http://www.trthaber.com/haber/dunya/hamaney–malikiden–ovguyle–soz–etti–
148588.html. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
TURAN, Tufan, TÜYLÜ TURAN, Esin (2011). Cumhuriyet ve Ulus Gazetelerinde
Sâd–Âbad Paktı’nın İmzalanmasının Yansımaları, Turkish Studies International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Vol.
137
6/3, www.turkishstudies.net/makaleler/570877959_113_tufan_turan.pdf, Erişim
Tarihi: 17.07.2013.
PRIMIER
TURKEY’S
MENDERES
(26.03.2013).
www.time.com/time/covers/0,16641,19580203,00.html.
TURKISH FARS NEWS (24.09.2013). İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Birleşmiş
Milletler
Toplantısındaki
Konuşması,
www.turkish.farsnews.com/newstext.aspx?nn=9306091530.
Erişim
Tarihi:
14.11.2014.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ Hükümeti İle İran İslam Cumhuriyeti Hükümeti Arasında
Yayınlanan
Ortak
Bildiri,
www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Article/pg_Article.aspx?Id=acf5a83e–d621–
4619–b9da–a23854a66a38. Erişim Tarihi: 27.10.2014.
TÜRKİYE GAZETESİ (09.06.2014). Ruhani Suriye ve Mısır İçin Ne Dedi?
www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/162647.aspx. Erişim Tarihi: 14.11.2014.
USCIRF ANNUAL REPORT 2012–COUNTRIES OF PARTICULAR CONCERN:
IRAN
(3
Ekim
2013).
www.refworld.org/cgi–
bin/texis/vtx/rwmain?page=country&category=&publisher=USCIRF&type=&coi
=IRN&rid=&docid=4f71a67616&skip=0.
YENİAKİT (14.11.2014). “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ezidileri Konuk Etti”.
www.yeniakit.com.tr/haber/cumhurbaskani–erdogan–ezidileri–konuk–etti–
36411.html. Erişim Tarihi: 15.11.2014.
YENİŞAFAK GAZETESİ (28.12.2012). Davutoğlu: Suriye Aç ve Susuz.
www.yenisafak.com.tr/politika/davutoglu–suriye–ac–ve–susuz–440363.
Erişim
Tarihi: 15.11.2014.
YÜKSEK DÜZEYLİ İŞBİRLİĞİ KONSEYİ, kdk.gov.tr/haber/yuksek–duzeyli–
isbirligi–mekanizmalari/452;
kdk.gov.tr/haber/turkiye–iran–yuksek–duzeyli–
isbirligi–konseyi–kuruldu/368;
www.mfa.gov.tr/turkiye_iran–yuksek–duzeyli–
isbirligi–konseyi–toplantisi...; Erişim Tarihi: 27.10.2014.
138
YÜKSEL,
Erman
(23.02.2014).
İran’ın
Suriye
Savaşı.
www.aljazeera.com.tr/haber–analiz/iranin–suriye–savasi.
Aljazeera
Erişim
Türk.
Tarihi:
01.11.2014.
WORLD BANK. “GDP”, www.data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD,
Erişim Tarihi: 01.11.2013.
WORLD
BANK.
World
Data
Bank:
Turkey,
Iran.
www.databank.worldbank.org/data/views/reports/tableview.aspx, Erişim Tarihi:
27.09.2013.
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR
Kurumlar
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Kütüphanesi
İran İslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği
İran İslam Cumhuriyeti Kültür Ataşeliği Farsça Öğretim Merkezi
İran İslam Cumhuriyeti Kültür Ataşeliği Kütüphanesi
Selçuk Üniversitesi Avrupa Birliği Araş. ve Uyg. Merkezi
Selçuk Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü
Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
Kişiler (Alfabetik)
Ali Temizel, Selçuk Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
Arif Behiç Özcan, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Asgar Ferdi, Tahran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Atique ur Rahman, Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Y.L. Öğrencisi
Davut Ateş, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Tez
Danışmanı
Fuat Boyacıoğlu, Fransızca Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, Erasmus+ Kurum Koordinatörü
139
Fuat Mert, Mühendis
Hamid Ahmadi, Tahran Üniversitesi Öğretim Üyesi
Hakan Kuyumcu, Selçuk Üniversitesi Urdu Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
İlyas Ferhat Demirbaş, Selçuk Üniversitesi Erasmus+ Kurum Koordinatörlüğü Uzmanı
Levent Yiğittepe, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
Metin Aksoy, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı/Öğretim
Üyesi
M. Cafer Özbey, Araştırmacı–Yazar
Mehmet Ali Tekin, Araştırmacı–Yazar, İran Uzmanı
M. Mustafa Kulu, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi
Murat Çemrek, Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Murat Akdağcı, Devlet Memuru, Mühendis
Nezir Akyeşilmen, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Salih Kış, Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi
Seda Çankaya, Selçuk Üniversitesi Erasmus+ Kurum Koordinatörlüğü Uzmanı
Seraj Ahsan, Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Sıddık Korkmaz, Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yiğit Anıl Güzelipek, Çankırı Karatekin Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yusuf Çınar, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi
140
ÖZGEÇMİŞ
Şahsi Bilgiler
Yusuf SAYIN, Konya, 22.10.1984
Eğitim Bilgileri
Yüksek Lisans, Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümü Tez: Uluslararası İlişkiler ve Din: İslam’ın Dış Politika Kuramı (2010) (Uluslararası İlişkiler
Ana Bilim Dalı, Danışmanı: Prof. Dr. Şaban ÇALIŞ), Selçuk Üniversitesi, Konya
Lisans, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü (2007)
Yayınlar
Yusuf SAYIN and Davut ATES, “Poststructuralism and the Analysis of International Relations”, Alternatives Turkish Journal of International Relations, 2012 Summer, Vol 11, No 2.
“Milliyetçilik”, Uluslararası İlişkilerin Temel Kavramları, (Editörler: Arif Behiç
Özcan ve Yusuf Çınar). Hükümdar Yayınları, 2014.
“Konfüçyus’un Yenide Keşfi ve Çin’in Dış Politikasında Dönüşüm”, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 29, 2013, s. 223–237.
“Din ve Uluslararası İlişkiler: İslam’ın Dış Politika Kuramı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı 17, Nisan 2011, s. 233–262.
“Cumhurbaşkanı Gül’ün İslam Dünyasıyla Temasları”, (Murat ÇEMREK, Yusuf
SAYIN), Stratejik Düşünce Dergisi, Yıl 2, Sayı 17, Nisan 2011, s. 30–33.
“Tarihin Metcezirinde Büyük Güçlerin Gerilemesi ve Çöküşü”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı 21, 2013, 367–381.
Sivil Toplum Faaliyetleri
Brezilya Federal Cumhuriyeti Türkiye Büyükelçisi Konya Ziyareti, 14 Mayıs 2012
(interpreter –mihmandar)
Dış Politika Çalıştayı, 23–24 Aralık 2011, Konya (Katılımcı)
The League of Historical Places, 22–28 Haziran 2007, Konya Büyükşehir Belediyesi
(interpreter –mihmandar).
Download