Aylık Dergi Aralık 2013 Sayı 276 Gösteriş ve Reklam Kültürü Riya: Manevi Hastalık Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Mevlana Üzerine başyazı Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Gösteriş ve Reklam Kültürü İ nsanoğlunun, eşyanın hakikatini anlama serüveni insanlıkla yaşıttır. Hz. Âdem’den beri insanlık eşyayı göründüğü gibi değil, olduğu gibi anlama çabası içinde olmuştur. Başlangıçta bu çaba eşyanın gerçek isimlerini bilmekle sınırlı görülmüş olsa da, zamanla konunun başka boyutları önemsenmiş ve nihayet gerçek mahiyeti anlamanın imkânı bile tartışılır olmuştur. Çünkü insanın her zaman bir gözlemci, bir algılayan olarak var olduğu ve kendisini kendinden soyutlamayacağı iddia edilmiştir. İnsanın öznelliğini merkeze alan görüş iki yöne evrilmiştir. Birincisi, öznellik üzerinden bir dünya algısı inşa etmiş, böylelikle peşinen her şeyin ancak görüntüsü ile muhatap olabileceğimiz kabul edilmiştir. Eşyanın mahiyetine inme çabasından vaz geçilip onun görünme biçimleri üzerine yoğunlaşılmıştır. Gerçi hiçbir zaman mahiyeti irdeleyen çabalar eksik olmamıştır. Yine de çoğunluğun, mahiyetin erişilemez olduğu fikri üzerinde yoğunlaşmış olduğu söylenebilir. İkinci bir yaklaşım ise daha az yaygın olmakla birlikte belki de daha dikkate değerdir. Buna göre de her şeyin bir görüntüsü bir de aslı vardır ve belki de asıl her zaman görüntü perdesi arkasında saklı kalacaktır. Fakat insan eşyanın aslına ulaşamazsa bile kendi aslına ulaşabilir konumdadır. Dolayısıyla burada insanın kendi aslına dönük bir çaba ve sorumluluğundan bahsetmek gerekir ki bu ahlaki bir sorumluluktur. İnsan kendi görüntüsünün aslıyla özdeşliğini sağlayabilir. Bu ahlaki sorumluluğu Hz. Mevlana ünlü özdeyişinde özetlemiştir: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” İnsanın kendine sadık olması, dünyaya gerçek mahiyet katan bir eylemdir. Her şeyin görüntüde takılıp kaldığı bir ortamda bizzat insan öz, asıl, zat olabilmektedir. Dahası konu bununla da sınırlı kalmamaktadır. İnsan kendi üretimlerinde de bu sadakati koruyabilir. Ürettiğiniz eşya, nesne, fikir, eser aslına sadıksa, yani olduğu gibi görünüyorsa, siz görüntü ile asıl arasındaki boşluğu bir kez aralık 2013 / sayı 276 daha doldurmuş olur ve dünyaya bir sadakat daha sunmuş olursunuz. Yani yaptığınız binalar göründüğü kadar sağlamsa, ürettiğiniz meyveler göründükleri kadar sağlıklı ve tatlıysa, diktiğiniz gömlekler göründükleri kadar dayanıklıysa, yazdığınız kitaplar göründükleri kadar sahihse, işte o zaman siz eşyanın mahiyetine ulaşmışsınızdır. Zira belki de sandığımızın aksine eşyanın mahiyetine ulaşmak bir gözlem ve araştırma değil, bir eylem ve üretim işidir. Ne yazık ki bugün bu ikinci görüş fazlaca yaygın değildir. Aksine günümüzde asıl, önemini yitirmekte ve görüntüye ağırlık verilmektedir. Bütün bir reklam sektörü eşyayı olduğundan daha farklı, daha iyi, daha elzem göstermek üzerine kuruludur. Bir ismin marka olması en az ürettiği ürün kadar, ürettiği reklamla da ilintilidir. Hatta reklamla, yani görüntüyle çok daha fazla ilgilidir. Vitrinde ve reklam filmlerinde bedenlere olağanüstü şık duran kıyafetler evinize geldiğinde size aynı şıklığı sağlamıyor, çünkü o bedenler gerçekte yoktur, onlar sadece görüntüdür. Fakat sadece reklam sektörüne yüklenmek de doğru bir tavır değildir. Her şeyden önce dönüp kendi hayatımıza bakalım ve ne kadar olduğumuz gibiyiz bir soralım. Kendimizi anlatırken aslında ne kadar kendimiaralık 2013 / sayı 276 zi olduğumuzdan farklı gösteriyoruz, daha doğrusu ne kadar kendimizi pazarlıyoruz. Görüntümüz içimizi ne kadar yansıtıyor. İbadetlerimizde ne kadar kendimiziz ve yaptıklarımıza ne kadar riya ve gösteriş karışıyor? Tüm bu soruları şu veya bu şekilde kendimize sormalıyız. Çoğu kez de soruyoruz. Ama asıl acı olan bu sorulara bulduğumuz cevaplardır. Zira çoğu kez yaşadığımız ortamda bizden beklenenin tam da bu gösteriş, kendini pazarlama, kendini olduğundan daha iyi gösterme, şekle sokup sunma olduğunu kavrıyoruz. Üzülerek ifade edelim ki, birçok yerde görüntümüzün aslımızdan daha değerli olduğunu anlıyoruz. İşte o vakit aslımıza değer verenlerin değerini daha iyi kavramalıyız ve bilmeliyiz ki her zaman aslımıza bakan Allah var. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Rasul-i Ekrem Efendimiz “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34.) buyurmaktadır. Öyleyse önce Allah’a karşı, önce ibadetlerimizde sahih olmaya başlayalım ve sonra aslımıza değer verenlere karşı dürüst olalım. Nihayet bunu bir ahlaka dönüştürelim ve olduğumuz gibi görünelim, sahih ürünler üretelim. Çünkü sorumluluğumuz her şeyi aslıyla bilen Allah'a karşıdır. editörden Dr. Yüksel Salman Dini Yayınlar Genel Müdürü İ nsanların zamanlarını, paralarını ve güçlerini “iyi bir imaj” için nasıl harcadıkları, daha çok insana ulaşmak ve daha çok kazanmak için zihinlerini bu uğurda nasıl yorduklarını hepimiz biliriz. İyi tanınmak, iyi bilinmek, toplum içinde hatırı sayılır bir yer edinmek doğal bir hâldir. Ancak olduğundan farklı görünmeye veya göstermeye çalışmak, böylece bir gerçekliğin üstünü örterek sahte gerçeklikler inşa etmek ne kadar insani ve ahlakidir? zemin hazırlayan gösteriş ve reklam kültürünü bu sayımızda değişik boyutlarıyla ele aldık. Amacımız bu konuda gösterişten ve abartıdan uzak, gerçeğe uygun ortak bir dilin oluşmasında yazarlarımız eliyle mütevazı bir katkı sağlayabilmek. Rabbimiz insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi bize bir nimet olarak sunmuş ve helal olan şeylerden yiyip içmemizi ve istifade etmemizi istemiştir. İslam, haram kılınan bazı şeylere bile zaruret hâlinde ve zaruret miktarınca müsaade etmesine rağmen, bir şeyin amacı dışında kullanılmasını ve ihtiyaçtan fazla tüketilmesini ve gösterişi yasaklamıştır. Gösteriş hem tüketimi körüklemekte hem de pek çok manevi hastalığı besleyerek insan tabiatını bozmakta ve olumsuz yönde etkilemektedir. Öte yandan üretilen bir malın tanıtımında dinen bir mahzur görülmezken, abartıya kaçan, hakikati gizleyen veya olduğundan farklı gösteren her söz ve eylem yasaklanmaktadır. Kuşkusuz bu davranış İslami olmadığı gibi insani ve ahlaki de değildir. Bu kapsamda ibadetlerde gösteriş konusu Prof. Dr. Ramazan Muslu’nun “Riya: Manevi Hastalık” başlıklı yazısıyla yer aldı dergimizde. Dr. Mehmet Ulukütük, “İmaj ile Gösteriş Arasında Mahremiyetin Metafizik Dönüşümü” başlıklı yazısıyla her şeyin yerini temsillere bıraktığı imaj ve gösterişler dünyasında en çok zarar görenin mahremiyet olduğunu akıcı bir üslupla anlattı. Hakan Çopur, araçların amaçlara hükmettiği modern çağda “Gösteri(ş) Toplumu” yazısıyla reklamı “tüketimin ateşini canlı tutan odun” olarak tanımladı ve “en büyük zenginliğin kanaatkârlık” olduğu ilkesinden hareketle, Müslümanların günümüz gösteri ve gösteriş dünyasında pek de iyi imtihan vermediği tespitini bizimle paylaştı. Alparslan Durmuş ise “Değerleri Tüketmemek İçin” başlıklı yazısıyla, sahip olma iddiasında bulunduğumuz değerlere gerçekte ne kadar sahip olduğumuz konusunda kendimizi sorgulamamız gerektiğine dikkat çekti. Ticari kuruluşların kazançlarının önemli bir bölümünü reklama ayırdıkları günümüzde, zengini ölçüsüz biçimde harcamaya, fakiri de iktisadi ve ruhi açıdan sıkıntıya iten, bazen de ailede ve toplumda üzücü hadiselere Diyanet Aylık dergimizin bu yılki son sayısını beğeninize sunarken, sürekli iyiye gitme gayretiyle 2014 yılının hepimize sağlık, huzur ve hayırlar getirmesini Yüce Allah’tan niyaz ediyorum. aralık 2013 / sayı 276 içindekiler gündem 276 Aylık Dergi Aralık 2013 Sayı 276 06 Riya: Manevi Hastalık Prof. Dr. Ramazan Muslu Gösteriş ve Reklam Kültürü Riya: Manevi Hastalık Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu Dr. Lamia Levent Mutlu Doğan [email protected] Tashih Mesut Özünlü Teknik Servis Latif Köse Arşiv Ali Duran Demircioğlu Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Mevlana Üzerine Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 33,60 TL Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki IBAN: TR84 0001 0007 6005 9943 0850 01 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya /ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler: Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri www.diyanet.gov.tr [email protected] [email protected] [email protected] Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Acar Basım ve Cilt Sanayi ve Ticaret A.Ş. Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. Ankara - Türkiye Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26 Acar Binası Tel: (0.312) 342 22 08 / Faks: (0.312) 341 28 60 Haramidere / Beylikdüzü / İstanbul - Türkiye www.korzabasim.com.tr Tel: (0.212) 422 18 34 / Faks: (0.212) 422 18 04 Basım Yeri: Ankara / Basım Tarihi: 20.12.2013 www.acarbasim.com ISSN - 1300 - 8471 söyleşi 23 Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Mevlana Üzerine 12 İmaj ile Gösteriş Arasında Mahremiyetin Metafizik Dönüşümü din düşünce yorum 16 Allah’ı Unutmanın Adı: “Dünyevileşme” Tekfir Meselesine İrfani Gelenekten Farklı Bir Bakış Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Dr. Adil Bor 43 20 33 36 Alpaslan Durmuş Aile Yaşamında Farklılıklarda Uzlaşmak ve Ortak Noktalarda Buluşmak Yard. Doç. Dr. Mustafa Koç 47 Evlilikler Hizmet Fırsatı Olmalı 62 Tık Tık… Kimse Yok Mu? Kim O! 64 Osmanlıyı Cihana Duyuran İmam: Dursun Fakih 50 Na’t Edebiyatımız 53 Halil Bektaş’ın Şiirlerinde Anlam Arayışı Kutsal ve İnsan-Mekân İlişkisi İsmail Özgören 66 Fıkıh Köşesi 71 Seyfü’l-İslam Et-Tıhami (Mısırlı, Eski Papaz Yardımcısı) Din İşleri Yüksek Kurulundan Vedat Ali Tok Haz: Prof. Dr. Abdülaziz Hatip Mesut Özünlü Yard. Doç. Dr. Ahmet Çapku Dünyevileşme Karşısında İnsan Prof. Dr. Ali Köse 56 Suya Nasihat: Ak! 58 Kur’an’ı Kutsarken O’na Yabancılaşmak Halime Karabulut 74 Kur'an Kavramları 76 Yaşlılara Karşı Görevlerimiz 79 Kitap Tanıtımı Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı 40 Tülay Çankaya Şefika Kaya Meriç Hakan Çopur Değerleri Tüketmemek İçin… 68 29 Dr. Mehmet Ulukütük Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu hikmet penceresi Adam Olmak Dr. İlhami Ayrancı 60 Peygamber’in Yetimleri Hale Çerçibaşı Doç. Dr. İsmail Karagöz Hasan Küçük Rukiye Aydoğdu 06 gündem / diyanet aylık dergi gündem Riya: Manevi Hastalık Prof. Dr. Ramazan Muslu İzmir İl Müftüsü Riya, Allah için yapılması gereken amel ve ibadeti, kullara gösteriş olsun veya onların beğenisini, saygınlığını kazanmak veya onlardan dünyevi bir çıkar sağlamak amacıyla ve dolayısıyla da inandığından farklı bir şekilde davranmayı ifade eder. Günümüzde bedensel hastalıklarımızın tedavisine vermiş olduğumuz önemi, manevi (kalbî) hastalıklarımızın tedavisine verdiğimizi söylemek oldukça güçtür. Hâlbuki her ikisi de aynı derecede önemli ve mutlaka tedavi edilmesi gereken hususlardandır. Öyleyse sorun nedir? Ya bu durumun farkında değiliz ya da farkında olmakla birlikte çaresizlik içerisindeyiz; yol ve yöntem açısından desteğe ihtiyacımız olduğu hâlde bu desteği bulamıyoruz, demektir. aralık 2013 / sayı 276 gündem / diyanet aylık dergi Sözlükte “görmek” anlamındaki “re’y” kökünden bir ahlak terimi olan “riya”, “ihlas” ve “sıdk” kavramlarının zıddıdır. Yani riyanın bulunduğu kalpte ihlas ve sıdk, bu ikisinin bulunduğu yerde de riya olmaz demektir. Riya, Allah için yapılması gereken amel ve ibadeti, kullara gösteriş olsun veya onların beğenisini, saygınlığını kazanmak veya onlardan dünyevi bir çıkar sağlamak amacıyla ve dolayısıyla da inandığından farklı bir şekilde davranmayı ifade eder. Riya, kaynaklarımızda Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle amelde ihlası terk etme; Allah’a itaat eder görünerek kulların takdirini kazanmayı isteme; ibadeti Allah’tan başkası için yapma, ibadetleri kullanarak dünyevi çıkar peşinde olma; Allah’ın emrini yerine getirmek maksadıyla değil, insanlara gösteriş olsun diye iyilik yapma; insanların görmesi ve takdir etmesi için ibadeti açıktan yapma vb. şekillerde tanımlanmıştır. (Cürcani, etTa’rifat, Riya mad.; Gazali, İhya, III, 297; Çağrıcı, “Riya”, 137.) Bu ifadeler, bize, riya kavramının kapsamını ve hemen hemen tüm boyutlarını verir niteliktedir. Kur’an-ı Kerim’de ‘riya’ kavramının beş ayette geçtiğini görüyoruz: İlk iki ayette ibadet niyeti taşımadan, Allah rızasını gözetmeden, sadece gösteriş olsun diye “sadaka verenler” (Bakara, 2/264; Nisa, 4/38.), üçüncü ayette gösteriş ve şöhret için “savaşa katılanlar” (Enfal, 8/47), diğer ikisinde de gösteriş için “namaz kılanlar” (Nisa, 4/142; Maun, 107/6.) zikredilerek kınanmışlardır. Öte yandan içerisine riya karışan ibadet ve amelin özü kaybolduğu için kuru bir davranıştan ibaret oluşu ve imanın kalbe tam olarak yerleşmediğinin bir işareti oluşu, Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın…” (Bakara, 2/264.) Bu nedenledir ki riya ve riyakârlık Kur’an-ı Kerim’de münafıklara nispet edilmiş ve müminlerin riyadan uzak durmaları istenmiştir: “Bunlar, mallarını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe de inanmayan kimselerdir…” (Nisa, 4/38.) Nitekim kalbinde riya duygusu bulunarak namaz kılan bir kimsenin, namazını yeniden inşa etmesi mümkün değildir. aralık 2013 / sayı 276 07 08 gündem / diyanet aylık dergi Kalbinde riya duygusu bulunarak namaz kılan bir kimsenin, namazını yeniden inşa etmesi mümkün değildir. Çünkü hastalık neredeyse tedaviye oradan başlamak gerekir. Önce kalpteki riya hastalığı, tövbe ve ihlas disipliniyle tashih edilmeli, ondan sonra mutmain bir kalp ile divan-ı ilahîye durulmalıdır ki ibadet ve namazdan umulan sonuç elde edilebilsin. Çünkü hastalık neredeyse tedaviye oradan başlamak gerekir. Önce kalpteki riya hastalığı, tövbe ve ihlas disipliniyle tashih edilmeli, ondan sonra mutmain bir kalp ile divan-ı ilahîye durulmalıdır ki ibadet ve namazdan umulan sonuç elde edilebilsin (Dinle Neyden, s. 54.), yani insanı kötülüklerden alıkoyabilsin. Riya kavramı Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in hadislerinde de geçer. Burada bir kutsi hadisi hatırlatmakta yarar görüyoruz. Cenab-ı Hakk’ın “İşlediği bir amelde benden başkasını bana ortak koşan kişiyi de onun şirkini de reddederim.” (Müslim, Zühd, 46; İbn Mace, Zühd, 21.) buyurması ve yine Efendimiz (s.a.s.)’in ashabına kendileri için en fazla korktuğu şeyin “küçük şirk” olduğunu söylemesi; ashabın da “Ey Allah’ın Rasulü, küçük şirk nedir?” diye sorması üzerine “riyadır” şeklinde cevap vermesi, riyanın tedavi edilmesi gereken ne kadar mühim bir hastalık olduğunu ortaya koymaktadır. aralık 2013 / sayı 276 Hadisin devamında Yüce Allah’ın kıyamet gününde kullara amellerin karşılığını verdiği zaman, onlara, “Dünyada kendilerine riyakârlık yaptıklarınızın yanına gidin! Bakın acaba onların yanında bir mükâfat ya da hayır görebilir misiniz?” diyeceği ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şeriflerinde de, “Ümmetim için gizli şirk ve şehvetten kaygı duyuyorum.” buyurmuş; “Sizden sonra da şirk olacak mı?” sorusuna da, “Evet, fakat güneşe, aya, taşa ve puta tapmak şeklinde olmayacak, insanlar ibadetlerini riya için yapacaklar.” cevabını vermiştir. (Müsned, IV, 124.) Günümüz İslam toplumlarında ne yazık ki konu ile ilgili ayet ve hadislerde ifade edilen hususların tezahürlerine sıkça rastlanmaktadır. Yapılan ibadetlerin ihlas ile yapılması ne kadar önemliyse, yapılan iyiliklerin minnetsiz, hayır ve hasenatın hiçbir karşılık beklemeden yapılması da o kadar önemlidir. Zira tevhit dinine mensup insanların kendilerini bir şekilde gizli şirkten veya nifaktan korumaları gerekir. İnsanı riyakârlığa sevk eden sebeplerin başında “ucb” yani kendini beğenme duygusu gelir. Kötülenmekten korkma, şan, şöhret ve birtakım menfaatlere ulaşma isteği de insanı riyakâr olmaya iten sebeplerdendir. Mevlana Mesnevi’sinde menfaat karşılığı ve gösteriş için ibadet edenleri şöyle tavsif eder: Nice kişiler vardır ki, ibadetlerini menfaat karşılığı yaparlar da sapıtırlar, ibadetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeye çalışırlar. Böylece onların ibadet diye yaptıkları işler, birer gizli günah olmaktadır. Çünkü Hak'tan gayrıyı hedef tutan ibadet suçtur. Gösteriş için, kılınan namaz, dıştan temiz, saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır. (II, 3384-85.) Başkaları tarafından takdir edilme ve beğenilme, nefse hoş gelen bir durumdur. Kişi gündem / diyanet aylık dergi bu duyguyu kontrol edemezse davranışlarını bu arzu doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışır, zamanla insanların yanında başka türlü, yalnızken başka türlü davranmaya başlar ve ikiyüzlü bir kişiliğe bürünür. Hâlbuki insanları bu şekilde aldattığını düşünen riyakârın bu sahte tavrı, ahirette ortaya çıkacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “…Kim, görsünler (riya) ve duysunlar (süm’a) diye bir kişiyi yüceltirse Allah da kıyamet günü onun gösteriş ve insanlara duyurma niyetini ortaya çıkarır.” (Ebu Davud, Edeb, 35; Darimî, Rikâk, 35.) buyurmuştur. Dolayısıyla kişinin riya duygusundan kurtulabilmesi için Allah’a yerde ve gökte hiçbir şeyin gizli kalmadığını (Âl-i İmran, 3/5.), O’nun, kulların bütün yaptıklarını gördüğünü (Alak, 96/14.) ve hangi niyetle yaptıklarını bildiğini (Hud, 11/5.) hatırdan çıkarmaması önemlidir. Peygamber Efendimiz bu hakikati şöyle dile getirir: “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34.) “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Herkes niyet ettiği şeyin karşılığını alacaktır.” (Ebu Davud, Talak, 10-11.) hadisi de niyetin güzel amellere ibadet değeri kattığını ifade eder. Öte yandan Efendimiz (s.a.s.) “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Sen O’nu görmesen de O seni görmek- tedir.” (Tirmizi, İman, 4.) buyurarak kulun da Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesinin önemini vurgular. Gerçek mümin, Allah’a gönülden bağlanır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in ifadesiyle din samimiyettir. (Müslim, İman, 95.) Bu nedenle samimi mümin, dinin inanç, ibadet ve ahlak boyutlarını özümsemiş, bunları içselleştirmiş, gündelik hayatına yansıtmış ve ahlaki açıdan olgunlaşmış insan demektir. Bir gün Efendimiz (s.a.s.)’e gelen bir bedevi, “Bir adam var, ganimet elde etmek için savaşıyor, bir adam da kahramanlığı duyulsun diye, diğeri de görülsün diye savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Allah Rasulü de ona, “Kim Allah’ı (tevhidi) yüceltmek için savaşırsa işte o, Allah yolundadır.” (Buhari, Farzu’l-humus, 10.) buyurdu. Burada asıl olan, insanın dışa yansıyan tutum ve davranışları değil, bunların kaynağında yer alan iyi niyet ve samimiyettir. Nitekim Allah Teala, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in şahsında bütün müminlerden dosdoğru olmalarını istemektedir. (Hud, 11/112.) İslam’ın müminlerden istediği, riyakârlık olarak aralık 2013 / sayı 276 09 10 gündem / diyanet aylık dergi Amellerde esas olan gizliliktir. Çünkü gizlilik ihlaslı olmayı ve riyadan kurtulmayı sağlar. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) sadakasını gizli veren kişinin Allah Teala’nın en sevdiği üç kişiden biri olduğunu buyurmuş ve yalnız başına kaldığında Allah’ı zikredip gözyaşı döken kişiyi de Allah Teala’nın ahirette kendi himayesine alacağı yedi kişi arasında saymıştır. tanımlanan ve münafıkların özelliklerinden olan gösteriş merakını hayatlarının dışına itmeleridir. Bu nedenle insan, ibadetlerine ve amellerine riya bulaşmaması için dua etmeyi de ihmal etmemelidir. Nitekim Efendimiz (s.a.s.)’in de bu amaçla dua ettiğini biliyoruz. Enes b. Malik’in naklettiğine göre, bineğinin üzerinde (mütevazı bir şekilde) hacceden Efendimiz (s.a.s.) şöyle dua etmişti: “Allah’ım riyasız ve gösterişsiz bir hac eyle.” (İbn Mace, Menasik, 4.) Efendimiz (s.a.s.)’in ibadetlerin eda edilişinde gizliliği tavsiye ve teşvik etmesi, ibadetlere riya karışmasını önlemek açısından önemlidir. (Buhari, Ezan, 36.) Kaynaklarda dünyevi konulardaki riyakârlıklara yer yer değinilse de (Mesela bk. Muhasibi, er-Riaye, s. 183-184; Gazzali, İhya, III, 297-299.) daha çok yukarıda da ifade edildiği gibi “ihlas” ve “sıdk” kavramlarının karşıtı olan riya üzerinde durulmuştur. Zira ayet ve hadislerde bildirilen manevi tehlikeleri aralık 2013 / sayı 276 dolayısıyla ahlak ve tasavvuf kitaplarında riya konusuna özel bir önem verildiğini görüyoruz. Riya konusunu sistemli bir şekilde ele alan Haris el-Muhasibi, er-Riaye adlı eserinde konuya geniş bir bölüm ayırmıştır. (s. 153306.) Ona göre riyanın ağır ve hafif dereceleri vardır. Ağır olanı, kulun Allah için yapılması gereken ameli insanlara gösteriş için yapması; hafif olanı ise sırf Allah için yapılması gereken ibadeti hem Allah’ın hem de kulların hoşnutluğunu kazanmak için ifa etmesidir. (s. 163-167.) O, riya duygusunun dışa yansımasının beden, dış görünüş, söz, amel ve sosyal çevreyle ilişkilere dindarlık süsü verme gibi beş şekli olduğunu söyler. Mesela, bir kimsenin ahiret endişesi taşıdığını göstermek için yüzüne kederli bir görüntü vermesi; oruçlu olduğu bilinsin diye sesi kısılmış, gözlerinin feri sönmüş bir hâl takınması; âbitler ve zahitler gibi saçı başı dağınık görünmesi; konuşmalarında hikmet sahibi, âlim ve zikir ehli bir kimse olduğu izlenimi uyandırmaya çalışması; oruç ve hac gibi ibadetlerinde titiz bir dindar görüntüsü sergilemesi; ilim ve din ehlinden olduğunu, ilimde ve dinde yüksek bir mertebede bulunduğunu hissettirmek amacıyla âlimler ve âbitlerle düşüp kalkması gibi hususlar riyanın dışa yansıma örnekleri arasında zikredilebilir. Gazali ise insanlardaki mevki tutkusunu ele alıp inceledikten sonra bu tutkunun bir neticesi olarak gördüğü riyanın, amellerin kabul edilmesine etkisi bakımından farklı derecelerini sıralamıştır. O, gösteriş kastı arttıkça riyanın zararının artacağını, Allah rızası, ibadet niyeti ve sevap beklentisi arttıkça da riyanın zararının azalacağını ifade etmiştir. En tehlikeli riyayı ise kalpte yalnız Allah’a gösterilmesi gereken tazimi Allah’tan başkasına gösteren kişinin riyası gündem / diyanet aylık dergi olarak belirtmiştir. Zira ona göre böyle bir kişi Allah’a itaat ediyor gibi görünse de gerçekte başkasına itaat etmektedir. Riyanın bundan dolayı gizli şirk olarak kabul edildiğini söylemiştir. (İhya, III, s. 274-335.) Amellerde esas olan gizliliktir. Çünkü gizlilik ihlaslı olmayı ve riyadan kurtulmayı sağlar. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) sadakasını gizli veren kişinin Allah Teala’nın en sevdiği üç kişiden biri olduğunu buyurmuş (Tirmizi, Sıfatü’l-cenne, 25.) ve yalnız başına kaldığında Allah’ı zikredip gözyaşı döken kişiyi de Allah Teala’nın ahirette kendi himayesine alacağı yedi kişi arasında saymıştır. (Tirmizi, Zühd, 53.) Ancak amelleri açıktan yapmanın sakıncasının bulunmadığı, hatta faydalı olduğu durumlar da vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Sadakaları aşikâre olarak verirseniz bu ne güzel! Eğer yoksullara gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/271.) buyurulmuştur. Hac, cihat ve cuma namazı gibi gizlenmesi mümkün olmayan ameller de vardır. Namaz, oruç ve sadaka gibi gizlice yapılabilen amellerin insanlara örnek olup onları da hayırlı faaliyetlere teşvik etmek amacıyla açıktan yapılabilir. Nitekim bir adam, “Ey Allah’ın Rasulü! Bir kimse bir amel işler ve onu kimse görmesin diye gizli tutar, fakat sonradan onu başkalarından öğrenince hoşlanır. (Bu kimsenin durumu nedir?)” diye sorunca Rasulüllah ona şöyle cevap verir: “O kimseye iki mükâfat vardır: Biri, (amelini gizlediği için) gizlilik sevabı, diğeri de (başkalarının onu örnek almasına sebep olacağı için) işlediği amelin açığa çıkmasının sevabı.” (Tirmizi, Zühd, 49.) Öte yandan amel açıktan yapılabilirse de gösteriş tehlikesinden kaygı duyulduğu durumlarda gizliliğin daha faziletli olduğunda ittifak edilmiştir. Sufiler, ayrıca amellerden önce, amel esnasında ve amellerden sonra riya duygusuna kapılmanın ibadetlerin kabul En tehlikeli riyayı ise kalpte yalnız Allah’a gösterilmesi gereken tazimi Allah’tan başkasına gösteren kişinin riyası olarak belirtmiştir. Zira ona göre böyle bir kişi Allah’a itaat ediyor gibi görünse de gerçekte başkasına itaat etmektedir. Riyanın bundan dolayı gizli şirk olarak kabul edildiğini söylemiştir. edilip edilmemesini ne ölçüde etkileyeceği konusu üzerinde de durmuşlardır. (Muhasibi, er-Riaye, s. 208-213; Gazzali, İhya, III, 307-318.) Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Müslümanlar olarak bizler ilim, amel ve ihlas bütünlüğünü hayatımızın her safhasında her iş ve ibadetimizde gözetmek durumundayız. Buna her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. İlimsiz amel ne ise ihlassız amel de odur. Riyadan korunmanın en kestirme yolu, -kanaatimizce- yaptığımız amel ve ibadetleri sadece Allah rızası için yapmaya çalışmak ve başkaca bir amaç gütmemektir. Aksi hâlde ihlas yerine riya ile amel ve ibadet edenler, Kur’an ve sünnetin ifadesiyle, çeşitli vesilelerle tenkit edilmiş ve hatta azaba duçar olacakları bildirilmiştir. Şehitlik, namaz, oruç, sadaka vb. hususlarda olduğu gibi ayet ve hadislerdeki uyarılar, niyet, ihlas, sıdk ve samimiyetin önemine güçlü bir şekilde dikkat çeken hususlardır. Birey olarak gösterişi ne ölçüde terk edebilirsek o ölçüde samimi, dürüst, ihlaslı ve şirkten uzak bir toplum olabileceğimiz izahtan varestedir. aralık 2013 / sayı 276 11 12 gündem / diyanet aylık dergi İmaj ile Gösteriş Arasında Mahremiyetin Metafizik Dönüşümü Gösteriş yani görünür olma arzusu ve hevesinin ayyuka çıktığı bir ruh hâlinin bugün hakka ve hakikate yönelik en büyük tehdit olduğu aşikârdır. Gösteriş bir kez bir karakter, dahası ethos hâline gelince madde ile suret, suret ile tasavvur birbirine karışır. Dr. Mehmet Ulukütük İnönü Üniv. İlahiyat Fak. Niceliğin egemenliği altında gerçeklerle boğuşan insanların imaj perdesinin gölgesi altında görmeye ve gösterilmeye muhtaç hâlde yaşadıkları günümüz dünyası modernliğin ve özgürlüğün patladığı, tüm temsil ve karşı temsillerin göklere çıkarıldığı bir dünyadır. Bu dünyanın insanları içinde yaşadığı hayatın ‘niçin’ini bilmeden zahirdeki esbabın /nedenselliklerin esareti altında, ‘hayat’ını unutmuş yaşamının biyolojik sürekliliğine mahkûm olmuştur. Bu insanların oluşturduğu sözde toplumlar gösterilerin uçsuz bucaksız evreninde dolaysız yaşanmış her şey gibi yerini bir temsile bırakmıştır. Temsiller ise gündelik hayatın tüketim mekanizması içinde her an tüketilmek için yeniden üretilen bir endüstri hâlini almaktadır. Bu durum kaotik bir dünya tasavvuru aralık 2013 / sayı 276 doğurmuştur. Bu kaotik dünya, hakikatin ve hakkın değil imajların gölgesi altında görmenin ve gösterilmenin şehvetiyle oluşan gösterişler dünyasıdır. Gösteriş yani görünür olma arzusu ve hevesinin ayyuka çıktığı bir ruh hâlinin bugün hakka ve hakikate yönelik en büyük tehdit olduğu aşikârdır. Gösteriş bir kez bir karakter, dahası ethos hâline gelince madde ile suret, suret ile tasavvur birbirine karışır. Müslüman düşünürlerin ve özellikle klasik Osmanlı ulemasının ısrarla vurguladığı varlık mertebeleri arasındaki ontolojik hiyerarşi gösteriş dünyasında yok olup gider. Zira varlık mertebeleri arasında gözetilen hiyerarşi temelde dış dünyadaki varlık, zihnî varlık, kitabi varlık ve lisani varlık arasındaki has- gündem / diyanet aylık dergi sas dengeye dayalıdır. Ancak gösteriş kültürü, zihnî varlığın ürettiği imaj perdesinin hakikatin üstünün örtülmesine/kapanmasına neden olur. Hakikatin ve hakkın tevhidi/ birliği yerini imajların tekâsürüne/çokluğuna bırakır. Postmodern dünyanın hakikat oyunları arasında yapmaya çalıştığı siyasal ortam, neticede insanları hakikat ekonomisiyle baş başa bırakır. Artık hakikatin haklığı ve haklılığı yerini zihin dünyasının ürettiği vehimlerle malul sözde hakikatler arasındaki fayda/menfaat ilişkisine bırakır. Hakikatin haklığının ve haklılığının imajlar perdesinin ürettiği gösteriş kültüründe bir anlamının ve iddiasının kalmayacağı malumdur. Gösterişin ve imajın, hakikatin kendi mahreminde de bir deprem yarattığı ise çoğu zaman göz ardı edilen bir husus olmuştur. İmajlar hakikat hâline gelince hakikat imajlardan bir imaja dönüşmüş, gösterişler dünyasına kurban edilmiştir. Gösteriş ise en çok mahrem olana zarar verir. Zira mahrem bir kutsalı olanların kendilerine haram saydıkları bir alana delalet eder. İlahî buyruklarla çizilen sınırların ihlal edilmemesi, ihtiram, muhterem ve hürmet dengesinin yitirilmemesi demektir. Mahrem ve mahremiyet, insanların imanlarıyla keşfettikleri ama asla ifşa ve iğfal etmemeleri gereken bir duruma göndermede bulunur. Tam da bu bağlamda Cenab-ı Hakk'ın azametinin ve kudretinin imanla keşfedilmesi ama bunun keyfiyetinin ifşasından içtinap edilmesi keşf ve ifşa dengesinin en güzel ifadesi olarak okunabilir. Peki, mahremiyet salt bir yasaklamaya ve kısıtlamaya mı çağırır özgür insanı? Bilakis hakikatin mahremiyet olarak tezahürü kısıtlanmış bir özgürlük durumuna değil, özgürlüğün ahlakla tekâmülüne göndermede bulunur. Özellikle rasyonel bilinçlerin sınır tanımaz metafizik ifşalarının karşısına özgürlüğün mahremiyetine yönelik keşfedilmeyi bekleyen ahlaki hakikatler çıkarır. Ancak günümüz dünyasının sınır tanımaz aralık 2013 / sayı 276 13 14 gündem / diyanet aylık dergi saf rasyonel bilinçlerin ilk tahribatı mahremiyetin metafiziği alanında başlamakta, aklın mahremiyetini kaybetmesiyle sonuçlanmaktadır. Peki, acaba aklın mahremiyetinden söz etmek ne anlama gelir? Daha doğrusu aklın girmesinin mahrem olduğu alanlardan söz edebilir miyiz? Mahrem kavramı etrafında bu kadar çok konuşulurken, modern dönemlerde mahremiyetten özellikle bireysel insan yaşamındaki gizlilik ve sırlar bağlamında söz edilirken aklın kendisine mahrem olduğu alanlardan bahsetmek ne anlama gelir? Özellikle Aydınlanma ile birlikte epistemoloji merkezli bir felsefe ve bilim anlayışı neşvünema bulurken, epistemolojide başat rolün akla verilmesi ne anlama geliyordu? Bu, aklın düstursuz ve fütursuzca her alana gireceği ve orada tek söz söyleyeceği anlamına mı geliyordu? Aklın da kendisine mahrem bir alanından söz etmek aklı işlevsiz ve anlamsızlaştırmak anlamına gelir mi? Aklın her alanda ve her düzlemde hâkim olduğunu iddia etmek, sorgulanamaz ve hesap aralık 2013 / sayı 276 verilemez bir varlık olduğunu iddia etmek akılcılığın vazgeçilmez bir amentüsü müdür? Böyle bir amentüye sahip olanlar aklın ahlaki iradesini hiçe sayarak onu iradesiz ve ahlaksız bir niteliğe dönüştürdüklerinin ne kadar farkındalar acaba? Zira mümkün varlık düzleminde yer almak, irade sahiplerine yaratılışları gereği ahlaki bir varoluş imkânını aramalarını zorunlu kılmaktadır. Mümkün varlık olmak, yaşamla ilgili ahlaki kriterleri kendisinin koymasının mümkün olmaması anlamına gelir ki tam da bundan dolayı ahlaki bir varlık olma imkânı da elde eder. İnsanın ahlakiliğinden söz edilebileceği yerde insanî olan ve insana ait olan şeylerin de ahlakiliğinden söz etmenin yine ahlaki bir gereklilik olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bir insanın nasıl kendine ait mahremi varsa insan aklının ve onun tezahür ettiği dilinin de kendi ahlaki iradeleri gereği bir mahreminin, girmemesi gereken varlık alanlarının olduğunu düşünmek durumundayız. Günümüz dünyasında mahremiyetin metafizik dönüşümü tam da aklın kendi mah- gündem / diyanet aylık dergi remini unutmasıyla başlamaktadır. Mahremiyetini kaybetmiş gösterişler dünyası her şeyi görmeye, göstermeye ve gösterilenler üzerinden gösterişler üretmeye çalışmaktadır. Gösterişler dünyası aklı da tahakkümü altına almaya çalışmakta, bir bakıma her şeyi akılla görmeye ve göstermeye çalışmaktadır. Kur’an bir mahremiyet ölçüsü altında gayba imanı, kâinatı anlamayı, eşyanın hakikati üzerinde akletmeyi, Yaradan’ı tefekkür etmeyi salık verir. Geçmişte Gazali’nin Meşşai filozoflara yönelik metafizik eleştirisinin, modern dönemlerde özellikle Heidegger’in kabul gören modern batı felsefesinin başat figürlerinden olan Descartes’in cogito ergo sum (düşünüyorum o halde varım) ifadesiyle hakikatin tek ölçüsü olarak insan aklını gösteren tutumuna da en ciddi eleştiri olarak okunabilir. ‘rasyonel bilince’ yönelik eleştirilerin altında mahremiyet ölçüsünün toz duman olduğu ortamda aklın kendi ahlaki sınırlarına çekilmeye yönelik kaygılarının yer aldığını söylemek mümkündür. Mevlana da Mesnevi’sinde mahremiyetini kaybetmiş, ilahî olan karşısında sorumluluklarını unutmuş, her şeyi bileceğini, açıklayabileceğini zanneden, kibrine yenik düşmüş akla karşı irfan diliyle tenkitlerde bulunur. Bu yaklaşım aynı zamanda, bugün en fazla okunan ve vardır. Her türden mahrem alanın tahribata uğradığı zamanımızda, mahremiyetin özel, kişisel yaşamlardaki sınırsız ifşalarından çok önce metafizik düzlemde başladığı, imaj ve gösterişlerin fütursuz akılla inanç dünyasını metafizik bir yıkıma uğrattığı hususu artık fark edilmelidir. İnsanın diğer canlılar arasında akılla tefrik edilebilmesi onun mahreminin de evvel emirde akılda tezahür ve tecessüm etmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Artık şu hakikati teslim etmek gerekir ki; eşya ve hadiselerin hakikatlerinin peşine düşmüş, mahremiyetlerinin ahlaki hudutlarının bilincinde olan hikmet yolcusu ile eşya ve hadiselerin zahirine aldanmış, hakikati görünür olana kurban etmiş gösterişler dünyasının tüketici öznesi arasında azim bir fark aralık 2013 / sayı 276 15 16 gündem / diyanet aylık dergi Reklam ve Gösteri(ş) Toplumu Her insan, az ya da çok gösterişe meyilli olabilir; bu, insanın doğası, fıtratıyla ilgili bir özelliktir. Burada önemli olan ölçülü olmaktır; insanın sahip olduğu bir şeyi fıtrî olarak “göstermesi” makul iken bunu abartması, aşırıya kaçıp herkesin gözüne sokması bir “edep sorunu” hâline gelebilir. Hakan Çopur Araştırmacı İçinde bulunduğumuz teknoloji çağı, insanoğlunun tüm hücrelerine nüfuz edecek düzeyde hayatımızı kuşatmış durumda. Özellikle iletişim teknolojileri, hayatımızın her alanında ve anında bize eşlik ediyor; daha da önemlisi bizi etkiliyor ve biçimlendiriyor. Kullandığımız iletişim “araçları”, amaçlarımızın çoğunun anlam ve değerini yeniden tanımlıyor. Doğası gereği bir kaynaktan çıkan mesajı hedefe ulaştırmak üzere kurgulanmış “iletişim araçları”, bizatihi kendi nitelikleri sebebiyle insan eylem ve amaçlarını doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor. Bu etkiye basit bir örnek olarak, kullandığımız akıllı cep telefonlarının hayatımızda nasıl bir yer tuttuğuna bakmak yeterli olacaktır. Kısaca belirtmek gerekirse, araçların amaçlarımıza hükmettiği bir modern çağda yaşıyoruz. Her insan, az ya da çok gösterişe meyilli olabilir; bu, insanın doğası, fıtratıyla ilgili bir özelliktir. Burada önemli olan ölçülü olmakaralık 2013 / sayı 276 tır; insanın sahip olduğu bir şeyi fıtrî olarak “göstermesi” makul iken bunu abartması, aşırıya kaçıp herkesin gözüne sokması bir “edep sorunu” hâline gelebilir. İşte içinde yaşadığımız haz ve hız çağı, televizyonuyla internetiyle bize sürekli daha çok tüketmeyi, yeni şeyler almayı, daha iyisine sahip olmayı, hasılıkelam “homo economicus” olmayı öğütlüyor. Reklamlar, belki de bu öğütlerin en genel adı. Nasıl ki internetsiz, sosyal medyasız ve televizyonsuz dakikamız geçmiyorsa reklamlara maruz kalmadığımız anlarımız da parmakla sayılı. Bu durumu modern çağın iletişim hastalıklarından biri olarak nitelendirmek mümkün. Bu hastalık, insanları reklamlar üzerinden daha çok tüketmeye götürüyor; daha çok tüketen insan satın aldığı şeyler üzerinden diğer insanlar üzerinde bir etki meydana getirme yarışına giriyor ve sonrası adı konulmamış bir gösteriş toplumu… gündem / diyanet aylık dergi Tüketim-reklam ilişkisi Tüm dünyada reklamcılık sektörü, milyarlarca dolarlık devasa alanı kaplayan bir pazarlama alanı. Bu alanda insana dair hemen her şeyi pazarlamanın bir yolu bulunuyor. Üreticiler, ürünlerini daha çok insana ulaştırmak için reklamcılara ihtiyaç duyuyor. Reklamcılar bir ürünü alıp ona bir fikir giydirip yüzlerce yöntemle hedef kitleye ulaştırıyor. Bu fikirler sadece gözümüze, kulağımıza değil, aynı zamanda bilinçaltımıza hitap ediyor. Tüketim ile mutluluk arasında ters orantı olduğunu düşünmüşümdür hep; insan daha fazla tükettikçe daha az mutlu olan bir varlıktır. Reklamlar bize bunun aksini öğütler: Tüketin, tükettikçe daha mutlu olacaksınız! Doğası gereği dış etmenlerden etkilenmeye açık olan insanoğlu, ağır reklam bombardımanı altında farklı derecelerde tüketim çağının mahkûmu olmaya, ihtiyacının ötesinde tüketmeye ve zamanla gösteriş çağının bir üyesi hâline geliyor. Kimisi daha az etkile- niyor bu virüsten, kimisi ise tamamen onun etkisi altında hayatını sürdürüyor. Belki de bu olan bitene “gösteri” demek lazım; zira gösteriş çağının üyesi olan herkes bir “gösteri” yapıyor, bir şov yapıyor farkında olmadan; üzerindeki kıyafetiyle, saatiyle, arabasıyla, yemek yediği lokantasıyla, arkadaşına aldığı hediyeyle vs. Bunlar belki sihirbazlık gösterisi değil, ama diğer insanları etkiliyor ve onlarda da tüketim iştahı uyandırıyor. Maalesef bu sarmal sürekli reklam bombardımanıyla her an destekleniyor ve gösteriş toplumu ortaya çıkıyor. Bu gösteriş toplumunda reklamlar, tüketim ateşini canlı tutan odun görevi görüyor. Eskiden evlerimizde radyo ve televizyon vardı; bugün ise onlara ek olarak çok önemli ve etkili bir başka araç var: Bilgisayar. İnternet, küçücük evinizden sizi dünyanın istediğiniz herhangi bir köşesine taşıyabiliyor. Geleneksel iletişim araçlarının aksine internet araçları (akıllı cep telefonları, tabletler ve aralık 2013 / sayı 276 17 18 gündem / diyanet aylık dergi Özellikle son dönemin iletişim rengini belirleyen sosyal medya araçları, bu ifşa iştahını inanılmaz derecede yükseltmiş durumda. Sosyal medya üzerinden mahremiyetini kaybeden evlerde insanlar, daha fazla tüketerek diğer insanlara neyi gösterebileceklerini, neyi ifşa edebileceklerini düşünür hale geldiler. Bu toplum, kabul edelim, bir gösteri ve gösteriş toplumudur. diğer taşınabilir benzer cihazlar) zaman ve mekâna bağlı olmaksızın her an ve her yerde sizi dünyaya bağlıyor. Ancak bu durum, aynı zamanda yepyeni ve sınırsız bir reklam ve tüketim alanı demek: Artık internetten alışveriş yapıyor, internetten yemek siparişi veriyor, internetten arkadaşlarımızı beğeniyoruz; kısacası internet bize ikinci bir yaşam alanı sunuyor, sanal bir yaşam alanı. “Homo Economicus” olarak insan İnsanın ne olarak tanımlandığı tüm meselenin kökü ve başlangıcıdır. Eğer insanı, “içinde iyiliğin de kötülüğün de aynı anda olduğu” ama Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu akıl, vicdan ve ilahi rehberlerle doğruyu bulabilecek bir varlık olarak tanımlıyorsanız karşınıza kâmil insan potansiyeli olan değerli bir kul çıkar. Ancak insanı, her zaman kendi çıkarını maksimize eden rasyonel bir özne olarak tanımlıyorsanız o zaman karşınıza “insan insanın kurdudur” ilkesine inanmış bir birey çıkar. Bu iki tanıaralık 2013 / sayı 276 mı, genel olarak İslam’ın ve Batı’nın insana bakışı şeklinde nitelemek mümkün. İslam’a göre insan yaratılmışların en şereflisidir, yani eşref-i mahluktur; dolayısıyla şeytan ve nefis ile olan savaşını kazanabilecek donanımlara sahiptir, ancak imtihan dünyasının sınavlarından geçmelidir. Bu sınavlardan geçmek için insan bazen elindeki tek lokmayı bir başkasıyla paylaşabilir ya da hayrı yakalamak için zahiri anlamda kendi aleyhine gibi gözüken birçok iş yapabilir. Bu durum, Batılı insan anlayışına pek de uygun değildir. Çünkü “homo economicus” her şeyden önce rasyoneldir; 2’nin 1’den büyük olduğunu bilir ve her zaman 2’yi tercih eder. Bu rasyonalite takıntısı, vahşi kapitalizmin de yumuşak kapitalizmin de kaynaklarından biridir. Rasyonel insan, harcarken de birikim yaparken de bu dünyaya ait daha büyük bir şeyler almak için çaba gösterir. Çünkü bu onun zaafıdır ve ilkelerini zaaflarının peşine takmış herkes gibi o da kaybetmeye mahkûmdur. Hâlbuki zaaflarını ilkelerinin peşine takmış olan bir insan, gerektiğinde zaaflarıyla ilkeleri uğruna savaşır. İnsanın hangi temel parametrelerle tanımlandığı, onun temel/asıl ihtiyaçlarının neler olduğunu belirlemeyle doğrudan alakalıdır. Eğer insan homo economicus ise kendi rasyonalitesi onu her zaman daha iyiye sahip olmaya iteceği için içinden çıkamayacağı bir tüketim sarmalına düşürecektir. Eğer insan, kâmil insan olma potansiyeline layık bir varlık ise o zaman nefis terbiyesi ile başlayan İslami bir rasyonalite onu dengeli/ makul bir kul yapacaktır. Şimdi şunu düşünün: Her yanımızı saran reklam ve tüketim bombardımanları, hangi tür insanı daha fazla etkiler ya da hangi insan etkilenmeye daha açıktır? Gösteriş toplumu Yaşadığımız çağın belki bir diğer adı da “ifşa çağıdır”: Mahremiyetin kaybolduğu, gündem / diyanet aylık dergi herkesin her şeyi ve her şeyini ifşa etme yarışına girdiği bir çağ. Televizyonun gelişimi bu çağın habercisi ise internetin gelişimi bizatihi kendisidir. Özellikle son dönemin iletişim rengini belirleyen sosyal medya araçları, bu ifşa iştahını inanılmaz derecede yükseltmiş durumda. Sosyal medya üzerinden mahremiyetini kaybeden evlerde insanlar, daha fazla tüketerek diğer insanlara neyi gösterebileceklerini, neyi ifşa edebileceklerini düşünür hale geldiler. Bu toplum, kabul edelim, bir gösteri ve gösteriş toplumudur. Burada kastın sadece kendi toplumumuz olduğu düşünülmesin; tüm dünyanın farklı evrelerde etkilendiği bir “küreselleşmeden” bahsediyoruz aslında. Küreselleşmenin birçok olumlu özelliğinin yanında bir de kapitalizmi küreselleştiren böyle bir yanı var. “En büyük zenginliğin kanaatkârlık” olduğu ilkesine inanan biz Müslümanlar, bu küreselleşme dalgasında pek de iyi bir imtihan veremiyoruz. Tüketim iştahımız Batılı birçok toplumdan az değil. Gerçek ihtiyaç göstergemiz bozulmuş durumda. Neyi ne kadar tüketmenin makul, ne kadardan sonrasının israf olduğuna ilişkin bilincimiz zayıflıyor. Hiç şüphesiz tüm bunlar bizi daha kırılgan hâle getiriyor; reklam ve tüketim bombardımanlarında daha fazla yara alıyoruz ve kan kaybediyoruz. Gösteriş toplumu oldukça hücrelerimiz zayıflıyor, Müslüman bilincimiz sendeliyor. Ama tablonun tamamı karanlık değil elbette; bizi biz yapan değerlerimiz, sendelediğimiz anlarda yardımımıza koşuyor ve elimizden tutuyor. Bize cömertliği, yardımlaşmayı, sabrı, mahremiyeti, makul olmayı ve gösterişten uzak durmayı yeniden hatırlatıyor. Batılı piyasa ekonomisinin rasyonalitesine karşı İslami bilincin sağlam iktisadını öğüt veriyor; 2’nin her zaman 1’den büyük olmadığını anlatıyor. Bu bilinç bizi, üç parçaya böldürdüğü kurban etinin bir parçasını evine bırakan ve “Bizim kazancımız budur” diyen bir peygamberin muhteşem rasyonalitesine davet ediyor. Bir teknoloji ve internet çağı olan 21. yüzyılın temel özelliklerinden biri de bir tüketim çağı olmasıdır. Tüketimin temel motivasyonu ise insanın kendi nefsini tatmin etmesi kadar sahip olduklarını başkalarına da göstermesidir. Kolunuzdaki saatin amacı zamanı göstermek değil de başkalarına markasını göstermek ise burada bir sorun var demektir. Hiç şüphesiz Müslümanlar da dünyevi ihtiyaçlarını giderecek, yeri geldiğinde şartların gerektirdiği en iyi ürünleri kullanacaklardır. Ancak bu doğal tüketim iştahının önünde mutlaka ilkelerimizin olması gerekiyor; aksi hâlde o iştah sınırsız bir şekilde büyüyerek bizi ele geçirecektir. Dolayısıyla dengeli olmak, bu işin ve bu imtihanın mihenk noktasıdır. Bu denge/ölçü elimizde olduğu sürece neyi nerede ne ölçüde tüketeceğimize ilişkin sağlam ve sağlıklı bir bilince sahip oluruz. Bu dengeyi/ölçümüzü kaybettiğimiz ölçüde gösteriş çağının iştahlı birer tüketicisi olmak kaçınılmaz hâle gelebilir. Buyurun denge imtihanına… aralık 2013 / sayı 276 19 20 gündem / diyanet aylık dergi Değerleri Tüketmemek İçin… Sahip olduğumuz değerler, var olanları ve olmakta olanları anlamamıza yaramıyorsa, onları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamızı ve oldurmamızı sağlamıyorsa ya bu değerlere aslında sahip değilizdir ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz değerlerin gerçek anlamda bir değeri, değerin üstlenmesi gereken işlevi üstlenme kabiliyeti (kuvvesi) yok demektir. Alpaslan Durmuş Eğitim Danışmanlığı ve Araştırmaları Merkezi Değerler, var olanları ve her dem yeniden olmakta olanları anlamamıza ve bütün bunları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamıza ve oldurmamıza yarayan ölçüler toplamıdır. Bireye verilen anlama ve kavrama araçları ile boyutlanan, “değer” isimlendirmesiyle bir başlık altında topladığımız bu ölçüler, bireyin bilinç, duygu ve eylemlerini yönlendirir. “Rabbiniz size basiretler vermiştir. Artık kim gözünü açar da görürse kendi yararına, kim de körlük ederse kendi zararınadır. Ben başınızda bekçi değilim.” (En’am, 6/104.) Bu ölçüler bedendeki can gibi ferdin fiillerinin varlık bulmasını sağlar. Örneğin fert neyi verip alacağını “Çalışın! Çünkü amelinizi hem Allah görecek hem Rasulü hem müminler. Ve hepiniz mutlaka o, görülmeyeni ve görüleni bilenin huzuruna döndüaralık 2013 / sayı 276 rüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (Tevbe, 9/105.) çerçevesinde bilir ve ona göre eyler eyleyeceklerini… Değerler, benzerlerine sahip çıkan özneleri birbirleriyle buluşturup birbirlerine kenetler. Ve yine bu ölçüler, karşıtlarına bağlı olanlarla ayrıştırır beridekileri. (Âl-i İmran, 3/64; Nisa, 4/69; Enfal, 8/46, 72; Tevbe, 9/88; Hud, 11/112… vb.) Bellidir çünkü ölçü: “İnkârcılara ve iki yüzlülere uyma. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a güvenip dayan, destek olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/48.) Bu ölçüler, yeni karşılaşılan ya da su yüzüne çıkan başka ölçülerin temellerine oturup tezahürlerini belirler. “Ey iman edenler! Allah için adaleti şahitler olarak yerine getirenlerden olun. Bir topluma olan nefretiniz, sakın ha sizi doğru davranmaktan alıkoymasın. gündem / diyanet aylık dergi Doğru davranın, bu sakınmaya daha uygundur. Allah’a sığının. Allah yaptıklarınızdan kesinlikle haberdardır.” (Maide, 5/8; Ayrıca bkz. Bakara, 2/256; Âl-i İmran, 3/69-74; Maide, 5/77; Ankebut, 29/12… vb.) Değerler, insanların teker teker ya da farklı vasıflardaki insan öbekleri olarak birbirleriyle her türlü mübadelelerine ve ilişkilerine etki eder, belirler, yönlendirir. O hâlde sahip olduğumuz değerler, var olanları ve olmakta olanları anlamamıza yaramıyorsa, onları olması gereken çerçevesinde anlamlandırmamızı ve oldurmamızı sağlamıyorsa ya bu değerlere aslında sahip değilizdir ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz değerlerin gerçek anlamda bir değeri, değerin üstlenmesi gereken işlevi üstlenme kabiliyeti (kuvvesi) yok demektir. Aynı hüküm bilinç, duygu ve eylemlerimiz değerlerimize göre oluşmuyorsa yine verilebilir. Ve değerlerin vücuda getirmesi beklenen fiillerimiz varlık bulmuyorsa, bizden o değerlere uygun eylemler sudur etmiyorsa, o değerlere sahip çıkanlarla bizi buluşturmuyor veya karşıt değerlere sahip çıkanlarla bizi ayrıştırmıyorsa, başka değerleri ölçüp biçmemize yaramıyorsa yine aynı hüküm verilebilir: Sahip olduğumuzu iddia ettiğimiz değerlere aslında sahip değilizdir veya bu değerlerin gerçek anlamda bir değeri, işlevi veya umduğumuz potansiyeli yoktur. Bu durumda iki başlık altında bir muhasebe yapılabilir: (I) kendimizi sahip olma iddiasında bulunduğumuz değerlere sahip olup olmama yönüyle sigaya çekmek ve (II) sahip olduğumuz değerleri sigaya çekmek. İnanıyoruz ki değerlerimiz Allah’tan gelen haktır, hak geldikten sonra batıl da yok olup gitmeye mahkûmdur. (İsra, 17/77-84.) Bu sebeple “sahip olduğumuz değerleri sigaya çekmek” başlıklı muhasebe kalemini kapatıp bir numaralı “kendimizi sahip olma iddiasında bulunduğumuz değerlere sahip olup olmama yönüyle sigaya çekmek” kalemine bakalım. Her ikisinin de tamamıyla farazi olduğunu ve hiçbir kişi ya da kurumu zan altında bırakmadığımızı ve hedef almadığımızı vurgulayarak iki örnek vaka verelim önce: aralık 2013 / sayı 276 21 22 gündem / diyanet aylık dergi Örnek 1: SGK mevzuatına göre Zeyd, çalışma yaşamı boyunca aldığı maaşların ortalaması kadar emekli maaşı alabilecektir. Zeyd 2.000-TL maaş almaktadır, ama işvereni olan Amr, vergi vb. kanuni yükümlülüklerinden sıyırabilmek için Zeyd’i 1.000.-TL maaş alıyor göstermektedir. Örnek 2: Zeyd hacca gitmeyi çok istemektedir, ancak mali durumu gidiş bedelini karşılamaya yetmemektedir. Zeyd hacca gitmek üzere bir firmayla anlaşır ve kasap sıfatıyla (gidince kasap olarak çalışmayacaktır, sureta kasaptır) daha ucuz bir bedelle hacca gitme yoluna girer. Ancak bir miktar eksiği kalmıştır, onu da banka kredisiyle çözer. Giderken de Amr’ın ricası üzerine Amr’ın annesi Hind’i de muhatap ülke makamlarına “kız kardeş” olarak beyan eder. Böylece Hind de vize alıp hacca gider. Birinci farazî örneğimizdeki Zeyd, emekli olduğunda alması gerekenden daha az bir emekli maaşına hak kazanacak olduğundan dolayı Amr, Zeyd’in hakkını çiğnemektedir. Hak, hukuk, adalet, insaf, emeğe saygı gibi değerlere sahip olan biri (örneğimizdeki adıyla Amr), örnek vakadaki davranış içinde bulunduğu hâlde zikredilen değerlere sahip olduğunu iddia edebilir mi? İkinci farazi örneğimizdeki Zeyd’in “kasaplık” ve “kız kardeş” beyanı, faizli muamelesi göz önüne alındığında faiz, yalan gibi toplumsal günahlardan sakınmak değerine sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Zeyd, örnek vakada zikredilen günahları işlediği hâlde hakkaniyet, adalet, dürüstlük, sorumluluk, saygı vb. değerlere sahip olduğu iddiasında bulunabilir mi? O hâlde her ikisi de tamamıyla farazi olan ve hiçbir kişi ya da kurumu zan altında bırakmak ve hedef almak amacında olmayan örnek vakalarımıza benzer durumlar aklımıza geliyorsa değerlere sahip olmadığımızı, onları ve/veya vücuda getirmeleri gereken etkilerini tükettiğimizi söyleyebiliriz. aralık 2013 / sayı 276 İçinde yaşadığı toplumun sahip olduğu değerleri bilip tanıyan, benimseyip uygulayan bireylerin oluşturacağı toplumlar sağlıklı toplumlardır. Çünkü sağlıklı bir toplum kendisini oluşturan fertlerinin bireysel özelliklerinin ve kimliklerinin çeşitliliğine rağmen her bir üyesi tarafından paylaşılan ortak değerlere dayanır, dayanmalıdır. Toplumun hayatiyetini ve sürekliliğini sağlaması açısından bu vazgeçilemez bir zorunluluktur. Bu sebeple güvenilirlik, saygı, sorumluluk, hakkaniyet, dürüstlük vb. ortak değerler kümesinin, toplumu oluşturan bireylere aktarılıp müşterek zemine dönüştürülmesi çabası tüm toplumsal kurumların ve ailenin gündeminin baş unsurudur. Ancak aile ve toplumsal kurumlar gündeminde bu çabanın olduğunu “Değerlerimize sahip çıkalım.”, “Değerlerimizi önemseyelim.”, “Değerlerimiz çok önemlidir.”, “Bizim değerlerimiz…” misali söylemsel düzeyde bir mübadele ve tedavülle gösteremez. Nitekim günümüzde tam da bu çerçevede birtakım kelam döndürmelerle sıkça karşılaşılmakta, ne var ki değerlerimizin kendimizde veya çevremizdeki birçok fertte tezahür ve tecellileri görülememektedir. O hâlde İstihlâk edilmiş (tüketilmiş), içi boşaltılmış, anlam örgüsü çözülüp darmadağın edilmiş, zayıflatılmış vb. değerlerin dipdiri bir şekilde ihyası için “Ne yapmalı?” Çok şey… Ama öncelikle söylemekten eylemeye geçilmeli. Örneğin gerekli düzeltmelerin (tashih) yapılması, yanlış içeriklendirmelerin ayrıştırılıp arındırılması (tahliye), iki dünya saadetine vesile olacak hedeflerinin ve yararlarının anlaşılmasının/görülmesinin sağlanması, tanınıp benimsenmesi için örnekliklerin sunulması, diriltilen ve yaşayan değerlerin itibarlarının idraklerde ve vicdanlarda makes bulması… yapılmalı. Haydi o zaman, vakit kaybetmeden, vira bismillah! söyleşi Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ile Mevlana Üzerine Hz. Mevlana’ya göre insanın ilk hedefi Allah ve Allah’ın rızası olmalıdır. Sen O’na koşmayı hayatının merkezine alabilirsen, Allah her zaman senin yardımcındır. Başaramadığın zaman elinden tutup kaldıracak olan O’dur. Söyleşi: Dr. Lamia Levent - Mehmet Çilek Sayın Hocam, malumunuz olduğu üzere aralık ayında Mevlana haftası dolayısıyla ülkemiz genelinde programlar düzenlenmektedir. Biz de bu vesile ile Mevlana’nın insan anlayışını ele almayı istedik. Hz. Mevlana insanı yüce bir varlık olarak görür. Zira insan yalnızca su ve topraktan yaratılan; et, kemik ve kandan ibaret bir varlık değildir. İnsan; Allah’ın emanetini yüklenmiş, meleklerden daha üstün olan ve Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhar olarak yaratılan ulvi bir varlıktır. Buradan yola çıkarsak, Mevlana’ya göre insan kimdir? Aralık ayı malum Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’nin Şeb-i Arus dediğimiz Hakk’a vusul mevsimi (17 Aralık). Mevlana’nın Mesnevi ve diğer eserlerini incelediğimiz zaman gördüğümüz odur ki, Mevlana merkeze insanı almış; sistemini insan düşüncesi üzerine oluşturmuş bir mütefekkirimizdir. Aslında İslami anlayışta hem ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, hem İslam tasavvufunda, hem de İslam fıkhında durum böyledir. Yani merkezde insan vardır ve diğer varlıklar ona musahhardır; göklerde ve yerde ne varsa insanın emrine verilmiştir. “Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık.” (bkz. Bakara, 2/30; Sad, 38/26.) ayetinden yola çıktığımızda, bunun böyle aralık 2013 / sayı 276 24 söyleşi / diyanet aylık dergi olduğunu görürüz. Yine: “Biz, hakikaten âdemoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.” (İsra, 17/70.) ayeti ile “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 95/4.) ayetinde Mevlana’nın söylediklerine dayanak bulursunuz. Mevlana’nın insana yüklediği yüksek yorum onun yaşadığı dönemle çok yakından alakalıdır. Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl İslam dünyasının çok kötü savrulmalara sahne olduğu bir dönemdir. Hz. Mevlana yaşadığı dönemdeki insanların yeis ve ümitsizliğe kapıldıklarını, toplumda psikolojik ve sosyolojik çözülmelerin başladığını görmüş ve böyle bir kaos ortamında insanların kendilerini toparlamaları için onlara çok değerli olduklarını anlatma ihtiyacı hissetmiştir. Hz. Mevlana insanlara: “Siz önemli varlıklarsınız, bunların üstesinden gelebilecek güçtesiniz, emaneti yüklenmiş; Allah’ın mükerrem kıldığı insanlarsınız.” diyerek değerlerini hatırlatmış; ümit kapılarını göstermiştir. Hocam, hep ihtiyacımız yok mu bunları duymaya? O yüzden Mevlana 800 yıl geçmesine rağmen hâlâ tekrar tekrar okunuyor. Söyledikleri hiç eskimiyor, her çağdaki insanın ilgi ve alakasına mazhar oluyor. Herkesin zihninde, şuur altında bu tür zaaf ve eksikler her zaman bulunur. Yani içimizde sürekli bizim dünya nimetlerinden yararlanmada ölçü konusunda problemimiz vardır. Çoğu zaman dünyaya fazlaca meylederiz, bazen de uzaklaşırız. Hz. Mevlana’nın söylediklerine bu manada çok ihtiyaç var. Çünkü insan potansiyel olarak hem iyilikler tarafına, hem de kötülükler tarafına doğru gidebilecek bir yapıya sahip. aralık 2013 / sayı 276 Mevlana insanı bir ormana benzetiyor. Ormanın içerisinde ceylan ve geyikler de var, çakallar ve kurtlar da. İyi hayvanlar da var, kötü hayvanlar da. İnsanın içerisinde de iyi duygular da, kötü duygular da var. Önemli olan insanın o duyguları nasıl yönettiği, hangilerini öne çıkardığı, hangilerinin gelişmesine ve yücelmesine fırsat verdiği. Eğer iyileri ortaya çıkarıp kötülerden vazgeçebilirse o zaman yüce bir makama, değilse aşağılara düşecek duruma gelebilir. Mevlana Dîvân’ında der ki: “İnsanın suretini zıt vasıflarla birleştirdiler. Onun nakşını gam tezgâhında çizdiler. İnsan bazen şeytan olur bazen vahşi hayvan. Bu bir sihirdir ki, çeşitli huylar onda toplanmıştır.” Özellikle melek, hayvan ve insan arasında bir derecelendirme yapmaktadır Hz. Mevlana. Yani insanın melekten aşağıda, hayvandan yukarıda orta bir yerde durduğunu ve hem kendisinden yukarıda duran melekten, hem de kendinden aşağıda bulunan hayvandan birtakım özellikler taşıdığını belirtir. Sıkça tekrarlanan şöyle bir rivayet vardır: “Müjdeler olsun o kimseye ki, aklını kumandan nefsini ve hevasını esir etmiştir. Yazıklar olsun o kimseye ki, nefsini kumandan aklını ona esir etmiştir.” Şimdi insanda melekteki akıl; yani iyiliğe güzelliğe yönelebilme istidadı da var, hayvandaki heva ve nefis de var. Dolayısıyla bu ikisinin çatışmasının sonucunda insan, insan olacak. Yani hevasını aşabilirse, aklını hevaya galip getirebilirse o zaman meleklerden daha yukarı çıkmaya müsait olur. Ama tersi ise aşağıya, esfel-i safiline doğru düşmeye. Mevlana insana şöyle bir hedef koyuyor: Her şey Mâşuk’tan ibârettir; âşık perde, Diri olansa Sevgili’dir; âşık mürde/ölü. söyleşi / diyanet aylık dergi Hz. Mevlana’ya göre insanın ilk hedefi Allah ve Allah’ın rızası olmalıdır. Sen O’na koşmayı hayatının merkezine alabilirsen, Allah her zaman senin yardımcındır. Başaramadığın zaman elinden tutup kaldıracak olan O’dur. Her zaman O’nun himayesine sığınma imkânına sahipsin. Dolayısıyla yönünü, yolunu bulmakta; zaafa uğradığında kendini toparlamakta bu itikadın, bu inanç ve anlayışın çok önemli yeri vardır. Hz. Mevlana bunları anlatıyor, öğütlüyor ve bu manada insanların değerli varlıklar olduğunu ifade ediyor. Sayın Hocam, Hz. Mevlana’ya göre Yüce Allah, kendi sanat ve sıfatını göstermek istemiş ve dünyayı yaratmış; kendi zatını göstermeyi murat edince de Âdem’i yaratmış. Hz. Mevlana’ya göre insan, Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarına nasıl ayinedarlık eder? Şöyle bir hadis-i şerif var: “Allah Teala insanı, kendi suretinde” veya “Rahman’ın suretinde yarattı.” Bu şu demek: Yani Allah Teala insanı yeryüzünde halife kıldı, ona hilafet; yani kendi adına tasarruf yetkisi verdi. İnsanoğluna zati sıfatlarından değil belki ama sübuti sıfatlarından ihsanlarda bulundu. Böylece Cenab-ı Hak insanoğluna diyor ki: “Ben seni kendime halife olarak yarattım. Sen, bu hilafet özelliğiyle benim esma ve sıfatlarımın mazharı olacaksın.” Yani onların zuhura geldiği; insanlar tarafından görülebildiği bir zuhur mahalli olacaksın. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.” (Acluni, II, 132.) diye bir rivayet var. Sıhhatiyle ilgili birtakım değerlendirmeler olmakla birlikte, irfan geleneğimizde bu merkeze alınan bir görüştür. Allah Teala, “Esma, sıfat, kibriya, varlık ve azametimin bilinmesini murat ettim. Bunun için de halkı ve insanları yarattım.” demektedir. Niye? Çünkü Allah Teala azametini, kibriyasını göstermek murat edince; bir varlık olması lazım ki O’nun kibriyasını, azametini, esma ve sıfatını kavrasın, anlasın, görsün, kabul etsin. O’nunla ilgili bir yorum ve değerlendirme yapsın. Yani insan diye bir varlık ve diğer varlıklar olmasa, Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatının zuhura gelmesi, idrak aralık 2013 / sayı 276 25 26 söyleşi / diyanet aylık dergi edilmesi, anlaşılması, bilinmesi ve kemaliyle zahir olması mümkün olmazdı. Zuhûru perde olmuştur zuhûra Gözü olan delil ister mi nura? Yani O’nun şiddet-i zuhuru o kadar yüksek ki siz onun zuhurunu; şiddet-i zuhurundan kavrayamıyorsunuz. Güneşe baktığınız zaman ortalık karanlık değil, ama güneşe bakamıyorsunuz. Niye? Işığı o kadar şiddetli ki o sizin gözünüzü kamaştırıyor ve siz gözünüzü kapamak zorunda kalıyorsunuz. Güneşin ışınlarını görüyoruz ama bu ışınların şiddetinden kendisini görmek çok zor oluyor. Evet onun gibi. Bu âlemde de Cenab-ı Hakk’ın zatını idrakimiz, görmemiz, kavramamız mümkün değil. Kur’an’da da bununla ilgili ayet-i kerimeler var. Bizim Allah ile olan irtibatımız, Allah’ı tanımakla ilgili olan alanımız zatıyla değil, esma ve sıfatlarıyladır. Kur’an açıkça söylüyor bunu zaten. Kur’an’da Allah, Âdem’e esmayı tamamıyla öğrettiğini ifade ediyor. (bkz. Bakara, 2/31.) Dolayısıyla biz esma ve sıfatlardan yola çıkarak bunu kabul edebiliriz. Mevlana da bunu söylüyor. İnsan, esma zikirleriyle ve o ilahî isimlerle olan ülfetiyle Cenab-ı Hakk’ı daha yakından tanıyor. İnsan Cenab-ı Hakk’ın hangi ismine mazhar olursa, o tecelli ediyor. Mesela Cenab-ı Hakk’ın semi’ sıfatına mazhar olanın işitmede duyarlılığı daha çok olur. Basir sıfatına mazhar olanın basireti, görme ve kavraması şüphesiz çok daha farklıdır. Rahman sıfatına mazhar olanın merhameti, şefkati ziyade olur. Yani bir anlamda O’nun esması ile ruhi bir terbiye gerçekleşiyor değil mi hocam? Evet ama iki yöntem var bu konuda. Biri riyazet yöntemi, diğeri ibadet ve taat aralık 2013 / sayı 276 yöntemi. İbadet ve taatle ruh güçleniyor. Riyazatla nefis zayıflıyor. Hocam sizin de söylediğiniz gibi, insanın iyi ve kötü ile bir mücadelesi var. İnsanoğlu devamlı o mücadeleyi sürdürmek zorunda. Peki, insanoğlunun yaratılışındaki iyilikleri ortaya çıkartıp, kötülüklerden uzaklaşabilmesi için Mevlana bize ne öğütlüyor? Mevlana kendisi her ne kadar aşk ve cezbe yolunu önemseyen, ona yönelik mesajlar veren bir mutasavvıf olsa da, buna ulaşmanın yolunun da riyazat ve mücahededen geçtiğini ısrarla vurgular. Mesela “bedenini yağlı gıdalarla besleme” der. “Bedenin toprağa verilecek kurbandır.” Dünyaya ait lezzetler hoşuna gidiyor diye onun önünü açma. Yani sen ona biraz ulviyet tarafını; yani ibadetlerden haz tarafını, aşk tarafını da tattır. İnsanın riyazat ve mücahedeyle kendini frenleyecek bir alışkanlık kazanmasını öğütlüyor. Mesela yerine göre yemekten doymadan kalkabilmesini, maddi hazlardan yerine göre el çekebilmesini tavsiye ediyor. Yani dünya nimetlerinin insanın gönlüne girmesini istemiyor. Kıymetli hocam, söz buraya gelmişken şunu sormak istiyorum: Biliyorsunuz dünyanın gerçekten aldatıcı bir yanı var. Hatta Hz. Mevlana da dünyayı insana cilveler yapan, insanı aldatmaya, kandırmaya çalışan, aklını çelmeye çalışan bir geline benzetiyor. O gelin sandığımız da gerçekte ihtiyar bir kadın. Peki, bunu nasıl başaracak insan, bu dünyanın cazibesine kapılmadan hayat yolculuğunu nasıl sürdürecek? söyleşi / diyanet aylık dergi İşte orda çok iyi bir denge olması gerek. Dünya ve ahiret arasındaki dengedir bu. Dünyanın zaten kendisi insanları kandırmaya çok haris. Yani insanı hemen yakalamak istiyor. İnsanda da ona karşı bir zafiyet var. Aslında Mevlana’nın koyduğu ölçü bence çok güzel. Mevlana “dünya nedir?” diye soruyor. “Dünya, Allah’tan gafil olmaktır.” diyor. Bu müthiş bir tespit: Allah’tan gafil olmak… Dünya ne paradır, ne makamdır, ne altındır, ne gümüştür, ne kumaştır, ne kadındır, ne erkektir, ne şudur, ne budur. Dünya denilen şey insanı Allah’tan gafil kılan şeydir. Yerine göre ibadet bile dünyadır. Eğer kıldığınız bir namaz dünyevi bir hesapla, riya ile kılınmışsa, dünyadır. Mevlana diyor ki, sen dünya nimetleri içerisinde yüzebilirsin. Ama dünya nimetleri senin içine girerse batarsın. Çok da güzel örnekler veriyor. Testi örneğini veriyor; içi boş olan testiyi suya bırak yüzsün, batmaz diyor. Topraktan yapılmış testi, içi boş olduğu için batmıyor. Ama testinin içine su dolduracak olursan, aşağı doğru batar gider. İnsan da; dünya nimetlerinden yararlanabilir, onların içinde yüzebilir, ama dünya sevgisini kalbine koyarsa manen batar. Hocam bu konu ile bağlantılı olarak şunu sormak isterim müsaadenizle: Dünyanın gösterişi, alayişi hayatın içinde ziyadesiyle var. Yani baktığımız zaman insanlar bir varlığa sahip oldukları zaman bunu herkesin bilmesini, herkesin o varlığa, o dünyalığa sahip olduğunu bilmesini istiyor. İnsanlar arasında âdeta bir gösteriş yarışı var. Makamıyla gösteriş yapanlar, parasıyla yapanlar, eviyle, arabasıyla, çocuklarıyla… Bu aldanış, bu gösteriş neden kaynaklanıyor? Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz: “Çokluk duygusu sizi oyaladı ve kandırdı.” (Tekâsür, 102/1.) buyuruyor. Ben daha zenginim, ben daha güzelim, ben daha varlıklıyım, benim çocuklarım daha çok, aşiretim kalabalık ben daha üstünüm… Benim arabam son model, benim dairem daha büyük, benim villam vs. Yani insanın kendisine ait, kendisine nispet ederek başkalarıyla kıyaslama ve övünme duygusu, tam şeytani bir duygudur. Ne diyor şeytan Âdem için: “Onu topraktan beni dumansız ateşten yarattın. Ben ondan üstünüm.” (A’râf, 7/12.) Ben ona mı benzerim. Şimdi bizde de aynı o şeytani duygu var. Kendini herkesten farklı ve üstün görme ve gösterme... Bunların hepsi ayette bahsedilen tekâsürdür, çok görünmedir. “Kabirlere varıncaya kadar övünme. Ancak ölünce ya da ölümü düşünüp tefekkür edince ibret alıyoruz. Bu açıdan mezar ziyareti önemli. Eskiden cuma selamlığında: “Mağrur olma padişahım. Senden büyük Allah var.” derlermiş. Yani padişah halkın önünden geçip selam verirken halk: “Padişahım çok yaşa!” diye bağırırmış. Bu sırada, hani ola ki padişah gurura kapılır; “bu kadar tebaam var, bu kadar varidatım var, bu kadar mülküm var.” şeklinde içine bir duygu gelir ve kendinde bir varlık hisseder diye. İşte tam bu sırada bir münadi bağırırmış: “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” Müthiş bir şey bu! Şimdi bir de Cenab-ı Hakk'ın imtihan esprisi var. Cenab-ı Hakk varlıkla ve darlıkla imtihan edeceğini açıkça ifade ediyor Kur’an-ı Kerim’de. Dolayısıyla o varlık ve darlık imtihanında; varlığın insanın gözünü kamaştırıp, insana benlik ve varlık iddiası getirmesi çok önemli bir hastalık. Ve Allah Teala dünyanın insan için süslü ve cazibeli kılındığını belirtiyor: “Kadınlar, oğullar, yük aralık 2013 / sayı 276 27 28 söyleşi / diyanet aylık dergi yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır. (Âl-i İmran, 3/14.) Hocam bizim bu topraklarımız yüzyıllardır tasavvufun yaşandığı, konuşulduğu topraklar. Tasavvuf demek biraz mahviyet demek, tevazu demektir. Ama buna rağmen toplumda bu kadar gösterişin olmasının sebebi nedir? Dünya tutkusunun sebebi fıtridir, ancak lüks ve israfın sebebi ise sanayi devrimidir diyebiliriz. Sanayi devrimi insanlara israfı telkin etti. Üretmeden tüketmeyi öğretti. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte köylerden şehre indik. Şehirleri köylüleştirdik. Şehir yerine büyük köyler oluştu. Yani şehrin görgüsünü, göreneğini, örf ve âdetlerini sindirerek varlıklı olmuş, zengin olmuş insanlar kalmadı. Onun yerine dün fakir, bugün milyoner adamlar türedi. İnsanlar bunu hazmedemiyor. Onu hazmetmek çok kolay değil. Dolayısıyla insanın belli bir hazımla zengin olması, sindirerek zengin olması, paylaşarak zengin olması çok önemli. Vermeyi öğrenerek zengin olmak elbette başka. Bugün insanlarda bu yok. Hocam Hz. Mevlana’yı herkes kendi bakış açısına göre değerlendiriyor. Kimi bir şair, kimi bir hümanist, kimi bir mutasavvıf olarak görüyor. Siz bu görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevlana kimdir, diye size sorsak ne dersiniz? Ben Mevlana’nın kendisini gördüğü gibi görürsek onu daha doğru anlayacağımızı aralık 2013 / sayı 276 düşünüyorum. Mevlana’nın çok güzel bir rubaisi var. Hz Mevlana diyor ki: Bendesiyim Kur’ân’ın tende oldukça bu can Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum her ân Benden bundan başka bir söz nakleder ise her kim Ben o sözden de onu nakledenden de incinirim (Şefik Can, Hz. Mevlânâ’nın Rubâileri, b. 1311.) Mevlana’nın aşk ve varlık âlemiyle ilgili söyledikleri çok yüksek şeyler ve cezbe hâlinde coşku ile söylenmiş şeyler. Bunların elbette Kur’an ile sünnet ile izahı mümkündür. Ancak bugün bunların başka taraflara çekilerek sekülerleştirildiğine, dünyevileştirildiğine şahit oluyoruz. “Mevleviyiz ama Müslüman değiliz.” diyor bazıları. Bu Mevlana’yı anlamamak demektir. Mevlana fikrî yapısının temeline Kur’an ve sünneti koymuştur. Onun bir sabit ayağı şeriatın üzerindedir, öbür ayağı ise bütün âlemi gezmektedir. Böyle düşündüğümüz zaman bir sorun yok. Şeriata dayanan ayağını şeriattan kaldırırsanız Mevlana’yı tanıyamazsınız. O zaman hümanist mi olur, şair mi olur, mutasavvıf mı olur, Budist mi olur; yani ne olacağı pek belli olmaz. Dolayısıyla Mevlana’yı kendini tarif ettiği gibi anlamak lazım. Yani onu; gönlünü Kur’an’a ve havz-ı Nebi’ye bağlayan bir insan olarak görmek, mümin, muvahhit ve iyi bir Müslüman olarak algılamak gerekiyor. Değilse onun aşk, gönül ve hoşgörüyle ilgili söyledikleri hümaniter şeyler gibi düşünüldüğünde, merkezinde Allah ve peygamber, kitap ve sünnet olmayan bir algı gibi değerlendirildiğinde, o zaman Hz. Mevlana’nın Müslümanlığı kalmaz. Oysaki o, böyle anlaşılmaktan çok rahatsız olacağını söylemektedir. Çünkü o, bu kültürün insanı, bu peygamberin ümmeti, bu Kur’an’ın bağlısıdır. Olayı böyle görmek lazım. din düşünce yorum Allah’ı Unutmanın Adı: “Dünyevileşme” Güçlü ahiret inancıyla donanmayan insanlarda servet, dinî hassasiyetleri zayıflatmakla kalmaz, seküler bir zihniyetin oluşumuna da yol açabilir. Nitekim Kur’an’da bu durum çok güzel tasvir edilir: “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay hâline! Malının kendisini ölümsüz (ahlede) kılacağını sanır.” Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dünyevileşme kavramı, insan aklının, dinî ve metafizik her türlü bağdan kurtulup, ebedîliği “şimdi”de aramasını ifade eder. Elbette her insanda ebedîlik (huld) düşüncesi vardır. Kendisinde yeterli düzeyde “takva” gelişmemiş insanlar, Kur’an’ın “aldatıcı zevk ve geçinme” (bkz. Ra’d, 13/26; Mü’min, 40/39.) diye tanımladığı dünyanın cazibesine tutularak “ebedî”liği bu dünyada aramaya kalkabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de böyle bir insan tabiatından daha somut bir biçimde bahsedilir, hayatını maddi dünya ile sınırlandıran ve ahlaki değerleri hiçe sayarak dünyayı doya doya yaşamak isteyen bir kimsenin psikolojisi anlatılır: “Fakat o, dünyaya meyletti ve hevasına uydu.” (A’raf, 7/176.) İnsanda ebedîlik düşüncesini körükleyen unsurlar arasında servet birikimi, taraftar çokluğu, istiğna duygusu, büyüklenme, nankörlük gibi durumların etkileyici olduğu bir gerçektir. Bunlar tutkularının esiri olmuş ve bakışlarını sadece buraya, şimdiye çevirmiş olan insanlarda Allah’ı unutma gibi bir sonucun doğmasına yol açabilir. Çünkü şeytan da Hz. Âdem’e: “Ölümsüzlük ve yok olmayacak bir mülk” (Taha, 20/120.) tavsiyesinde bulunmuştu. Güçlü ahiret inancıyla donanmayan insanlarda servet, dinî hassasiyetleri zayıflatmakla kalmaz, seküler bir zihniyetin oluşumuna da yol açabilir. Nitekim Kur’an’da bu durum çok güzel tasvir edilir: “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay hâline! Malının aralık 2013 / sayı 276 30 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi İslam dini, “dünyayı” eşyanın maddesinde değil, ilgi tarafında arar. İlgi tarafı ile arada gerektiği kadar bir temas boşluğu bırakmaya özen gösterdikten sonra, dış görüntüleri olarak mal-mülk tarafı ile ilişki kurmanın herhangi bir sakıncası yoktur. kendisini ölümsüz (ahlede) kılacağını sanır.” (Hümeze, 104/1-3.) Hâlbuki ahiret hayatını göz ardı ederek dünya hayatını tek hayat olarak görmek bir inkârcılıktır: “Onlar, hayat ancak bizim şu dünya hayatımızdan ibarettir, biz bir daha dirilecek değiliz derler.” (bkz. En’am, 6/29; A’raf, 7/51; Mü’minun, 23/37; Casiye, 45/24; Necm, 53/29.) Kaldı ki Kur’an’ın ortaya koyduğu “el-hayatü’t-dünya” tasavvuru, “el-âhire”den kopuk değildir. Ahiret yurdundaki beklentilerin kaynağı ve meşru zemini, dünyadır. Dolayısıyla, dünyevi tabiatımız ilahî tabiatın bir tezahürü olarak görülmelidir. (Altıntaş, Ramazan, Din ve Sekülerleşme, İstanbul 2005, s. 137.) İslam, dünya kurmaya karşı değildir. İslami literatürde ‘arz’ kelimesi, yeryüzünün coğrafi ve jeolojik yönünü, dünya ise, insanın ilgi yönünü temsil eder. Bu nedenle dünya, çoğu zaman Kur’an’da, hayat kelimesiyle birlikte kullanılmış ve ahiret kavramının mukabili olarak zikredilmiştir. (Kırca, Celâl, “Dünyâ”, İslâmî Kavramlar, Ankara 1997, s. 196.) Kur’an’da dünya için oyun ve eğlence diyen ve dünyanın iç, ilgi yanına dikkatleri çeken ayetler olduğu gibi, hak/gerçek diyen ve dünyanın dış yanına dikkatleri çeken ayetler de vardır. (En’âm, 6/32, 73.) Bu ayetlerde “dünyayı hakla aralık 2013 / sayı 276 yarattı” pasajının anlamı, hakkın ortaya çıktığı yer ya da Hakk’a götüren bir delil olması yönüyledir. (bkz. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979, III, 1550.) O hâlde uzağında durulması gereken varlık-dünya, içte, ilgi tarafında aranmalıdır. Yoksa dünya, Allah’a giden yolda yol gösterici olmak bakımından bir araç olarak çok değerlidir; zira burası, Allah’ın sıfatlarıyla ilişkili bir varlık alanıdır. Kur’an’da uyarı, sadece dünya hayatının, ahiret hayatı göz ardı edildiği takdirde Allah’la olan ilişkiyi saptırıcı mahiyetine yöneliktir. (krş. Attas, Nakıp, Modern Çağ ve İslâmi Düşünüşün Problemleri, (çev. M. Erol Kılıç), İstanbul 1989, s. 69.) Bu anlamda dünya, sufilerin tanımıyla; “insanı, Allah’tan uzaklaştıran şeydir.” (İsfehânî, Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, Beyrut, ts., IX, 264.) din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Ahlâkı ve Kapitalizmin Rûhu, (çev. Zeynep Arıoba), İstanbul 1985.) Gerçekten de, Batı dünyasında Protestan ahlakı, paylaşmayı devre dışı bırakarak salt tasarrufu teşvik etmek ve servet birikimini artırmak adına meşrulaştırıcı ve kalkınmacı bir araç olarak dünyevileşmenin önünü açmıştır. İslam da çalışmayı emreder, ama İslam servetin belirli ellerde tekelleşmesine karşıdır. (bkz. Haşr, 59/7.) Bu nedenle İslam, paylaşma eksenli olmayan Protestan ahlakının aksine, tasarruf ve biriktirme odaklı tekelleşmeyi önlemek için mevcut sermaye birikimini üretime dönüştürür ya da zekât vermek ve infakta bulunmak gibi, servetin toplumsal hayatta ihtiyaç sahiplerinin ekonomik anlamda güçlendirilmelerinde kullanımına yönelik teşvikte bulunur. İslam, insana ekonomik teşebbüs özgürlüğü verirken, bir yandan da tekelciliğin gelişmesini kontrol eder, denetler. Çünkü paylaşma ahlakına dayalı manevi öğelerden arındırılmış bir dinî anlayış, Hristiyanlığın Protestan yorumunda yaşandığı gibi, vahşi kapitalizmin cazibesinden yakayı kurtaramaz. İslam dini, “dünyayı” eşyanın maddesinde değil, ilgi tarafında arar. İlgi tarafı ile arada gerektiği kadar bir temas boşluğu bırakmaya özen gösterdikten sonra, dış görüntüleri olarak mal-mülk tarafı ile ilişki kurmanın herhangi bir sakıncası yoktur. İç dünyamıza hükmetmeye kalkmadıkça yiyecek, içecek, giyecek olarak madde tarafının haram kılınması söz konusu değildir: “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz-hoş rızıkları kim haram etmiştir?” (A’râf, 7/32.) Bilindiği gibi ünlü sosyolog Max Weber (1864-1920) klasik tezinde, endüstriyel kapitalizm geliştikçe dindarlığın önemini yitireceğini ve dünyevileşmenin kaçınılmaz olacağını vurgulamıştır. (Weber, Max, Protestan İslam, hayatın her alanında iktisatlı yaşamayı tavsiye eder. Din-dünya ilişkilerini bu denge üzerinde tutar. Bu bakış açısını Hz. Mevlana “deniz-gemi” metaforuyla çok güzel anlatır. Nasıl ki der, geminin üzerinde durduğu su, geminin yürümesine yardımcı oluyorsa, Allah’la ilgiyi kesmeme üzerine kurulu bir dünya anlayışı da dinin ayakta durmasına yardımcı olur. (Mevlânâ, Mesnevi, (çev. Veled İzbudak), Ankara 1974, I, 74.) Çünkü din-dünya ilişkileri sağlıklı yürüdüğü takdirde, temeli adalet ve şefkate dayalı bir medeniyetin inkişafına yol açar, bu durum, küresel ölçekte barış ve uzlaşı kültürünün gelişmesini sağlar. Dinle ilişkisi olabildiğince sınırlandırılan bir dünya anlayışında, hırs ve aç gözlülük ön plana çıkar ve insanda doyumsuzluğu derinleştirir. Kanaat aralık 2013 / sayı 276 31 32 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Kanaat ahlakıyla dengelenmeyen bir hırs güdüsü, birey ve toplumların başına büyük felaketler getirir. Dün ve bugünkü savaşların temelinde bile çoğu zaman aşırı tamahtan kaynaklanan hırs güdüsü vardır. ahlakıyla dengelenmeyen bir hırs güdüsü, birey ve toplumların başına büyük felaketler getirir. Dün ve bugünkü savaşların temelinde bile çoğu zaman aşırı tamahtan kaynaklanan hırs güdüsü vardır. Velhasıl dünyevileşme, ahlaki ve manevi değerlere karşı bir kayıtsızlık olup, anlık doyumlara dayalı yaşam biçimini beraberinde getirir. Hiçbir ahlaki kural tanımayan bir insan, dinî ve ahlaki esasları nefsani arzuları önünde bir bariyer olarak algılar. Maddi hazlarını yaşama uğruna her şeyi mubah olarak görür. Artık onun hayatında kutsala dair hiçbir değer kalmamıştır. Bu ruh ve düşünce hâlini yaşam tarzına dönüştüren bir kimse için dünya hayatı, ahirete tercih edilir. (bkz. İbrahim, 14/3.) Özünde nihilist bir bakış açısına sahip olan bu yaşam tarzı, ahlaki anlamda insanı yaralamış ve asıl vazifesinden uzaklaştırmıştır. Gerek bireysel ve gerekse sosyal hayatta nefsi olabildiğince kışkırtma üzerine dayalı sefihane bu hayat, aralık 2013 / sayı 276 maalesef insanın ulvi latifeleri ve aklını nefs-i emmarenin tutsağı hâline getirmiştir. Bunun sonucu olarak insanın dinle ilgili duyarlılığı ve hassasiyeti olabildiğine zayıfladığı için; insafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet gibi Kur’an tarafından şiddetli bir surette yasaklanmış olan rezaletler ortaya çıkmıştır. İnsan ancak bu edna hayattan; hüsnüniyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik gibi ahlaki değerleri kuşanmakla ve itikadi anlamda bütün benliğiyle Allah’a itimat, tevekkül ve itaatle kurtulabilir. Onun için Kur’an’da sürekli ahiret bilincini diri tutma vurgulanır. Çünkü ahiret bilinci, takvayı göz ardı eden insanın eşyanın çekiciliğine dalıp, buraya, şimdiye (ed-dünya) çakılıp kalmasını önler. Eğer temelinde “bereket” yatan yeni bir iktisat ahlakı geliştirilmezse, dünyevileşmeyi dizginlemek zorlaşır. Çünkü “sahip olma” içgüdüsünü olabildiğince besleyen “hırs”, samimi dindarlığı ortadan kaldırdığı gibi, ahiret hayatının kazançlarına yönelik paylaşma ahlakını da yok eder. O hâlde hırs, israf, kanaatsizlik gibi her biri dünyevileşmenin alametifarikaları olan ahlaki değersizliğe karşı, iktisat, kanaat ve tevekkül gibi ahlaki değerlere yeniden hayatiyet kazandırılmalıdır. din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Kutsal ve İnsan-Mekân İlişkisi Kur’an’da insanlar için inşa edilen ilk evin Kâbe olduğu ifade edilir. Camiler ise Kâbe’nin yeryüzüne dağılmış şubeleridir. Ev, insanın maddi planda güvende olduğu bir sığınaktır. Allah’ın evi olan Kâbe’nin de bu manada bir güven yeri olduğu belirtilir. Yard. Doç. Dr. Ahmet Çapku Kırklareli Üniversitesi İslam düşüncesinde insan mükerrem (saygın, değerli) varlık olarak kabul edilir (İsra, 17/70.) ve onun canı, malı, namusu, inancı, aklı garanti altına alınarak diğer canlılar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilir. İnsanın değerli kılınışı yanında insan için değerli kılınan ve onun hayatına anlam katan kutsal zamanlar ve mekânlar vardır. (Bilgi için bkz. Günay Haral, Kutsiyet mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. 26, s. 497.) Kutsal mekânların başında ise şüphesiz ki, Allah evleri olarak kabul edilen ibadet mekânları gelir. Kur’an’da insanlar için inşa edilen ilk evin Kâbe olduğu ifade edilir. (Âl-i İmran, 3/96.) Camiler ise Kâbe’nin yeryüzüne dağılmış şubeleridir. Ev, insanın maddi planda güvende olduğu bir sığınaktır. Allah’ın evi olan Kâbe’nin de bu manada bir güven yeri olduğu belirtilir. (Âl-i İmran, 3/97.) Bu yönüyle insan için hayati önem taşıyan güven (emniyet) hâli ile Allah evleri arasında bir irtibat tesis edilmiş olur. Kâbe ve çevresinin harem olarak adlandırılışı ve o muhitte olan her canlının yaşamının garantiye alınmış olması İslam’ın hayata verdiği önem açısından ilgi çekicidir. Dahası Kâbe ve çevresinde özellikle belli zamanlarda ihrama giren kişilerin, kavga ve günahlardan uzak durmasının istenmesi de aynı konuyla bir şekilde irtibatlı görünmektedir. (Bakara, 2/197.) aralık 2013 / sayı 276 33 34 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Kurulan İslam şehirlerine bakılınca hemen bütün yolların Kâbe’nin şubeleri olan camilere çıktığı yani İslam şehrinin merkezinde kutsal mekânlar olarak camilerin yer aldığı görülür. Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine yolunda iken Kuba’da, Kâbe’den sonra İslam’ın ilk mescitlerinden olan Kuba Mescidi’ni inşa etmesi, Medine’ye gelir gelmez de Mescid-i Nebi’nin yapımına başlaması insanın, kutsal kabul edilen mekânlarda arınma ve manen Allah katına yükselme düşüncesi ile ilgili olsa gerektir. Kuba Mescidi ile ilgili olarak Kur’an’da, “takva üzere kurulan mescit”, “onda temizlenmeyi seven insanlar vardır ve Allah çokça temizlenenleri sever.” (Tevbe, 9/108.) ifadeleri Allah evleri olan camiler ile takvaya bürünmüş temiz insan olma ameliyesi arasındaki ilgiye dikkatimizi çeker. İslam’ın ilk yıllarında başta Mescid-i Nebi olmak üzere inşa edilen diğer ibadet mekânlarının hayatın tam kavşak noktasında yer aldığı görülür. İbadet mekânları olmaları yanında eğitim, yardımlaşma, güvenlik ve gündelik hayatın paylaşımı gibi konular açısından camiler merkezî bir konum üstlenmiştir. Bir Müslümanın doğumundan evlenmesine, ölümünden kabir hayatına kadar hemen birçok unsurun cami merkezli olduğunu düşünürsek camilerin düşünce ve duygu dünyamızda ne kadar derinlere kök saldığı anlaşılır. Buna binaendir ki, kutsal ile irtibatlı olan cami merkezli bir hayat ile güvenilir insan olmayı hedefleyen kulluk algısının ibadet mekânları/camiler aralık 2013 / sayı 276 üzerinden inşa edilmiş olması oldukça düşündürücüdür. Kurulan İslam şehirlerine bakılınca hemen bütün yolların Kâbe’nin şubeleri olan camilere çıktığı yani İslam şehrinin merkezinde kutsal mekânlar olarak camilerin yer aldığı görülür. Bu açıdan Müslümanların aynı mana etrafında ana buluşma noktası camiler olurken hayatın diğer müştemilatının da cami etrafında şekillendiği bilinen bir gerçektir. İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi örneği üzerinden meseleyi ele alacak olursak şunları dile getirmemiz mümkündür. Yahya Kemal’in, “Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi / Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kutsi tepeyi” (Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İst. 1997, 11. bsm., Fetih Cemiyeti Yay., s. 10.) mısralarıyla tebcil ettiği Süleymaniye Camii, hemen herkes tarafından görülebilecek bir mekâna inşa edilmiştir. Külliye’nin ortasında en görkemli hâliyle inşa edilen Süleymaniye Camii’nin etrafında medreseler (evvel, sânî, sâlis, râbi‘, dârul-hadîs medreseleri), bugün en büyük yazma eser kütüphanesi konumundaki Süleymaniye Kütüphanesi, türbeler ve mezarlık, çarşılar, aşhane (daru’z-ziyafe), hastane, çeşmeler vd. bulunur. Gerçekte böyle bir yapı manzumesi denilebilir ki, insanımızın âlem tasavvuru ve kalbi duygularıyla doğrudan irtibatlıdır. Bu yönüyle yerleşim alanlarımızın merkezinde bir mabedin yer alıyor oluşu aynı zamanda kutsal mekân vasıtasıyla gerek Allah-insan gerek insan-insan arasında kalbi/ hissi bağların kurulmasını da temin eden bir unsur olmuştur. Doğrusu bir bitki nasıl köksüz yaşayamazsa insanlar da tarihlerinden ve tarihî değerlerinden kopuk olarak varlıklarını devam ettiremezler. Türkler Müslüman olduktan sonra yeni yerleştikleri yerlerde mekân tutabilmek için başta camiler olmak üzere kendi değerlerinin sembolü olan tarihî nitelikte eserler yapmaya özel önem atfetmişlerdir. din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Fatih Camii Sözü edilen yapılar, onlara kişilik ve kimlik kazandıran temel unsurlar cümlesinden olagelmiştir. İnancın timsali olan camiler, bilginin timsali olan mektepler ile yan yana yapılarak kişinin dünya ve ukba mutluluğunun inşa edilmesinde özel bir konum arz etmiştir. Mektepler kişilerin fikri yapılarının oluşumunu sağlarken kutsal mekân olan camiler ise kişiye duygu değer kazandıran ve böylece toplum fertlerine kişilik ve kimlik kazandıran yapılar olagelmiştir. Aynı duyguları paylaşan insanlar kaynaşıp bir arada yaşayabilirler. İnsanların fikirleri zamanla değişebilir nitelikte iken duygunun ve duygu değerlerin değişmesi kolay olmaz. Dolayısıyla duygu değerlerin kendileri vasıtasıyla sağlandığı camiler, toplumun birlik ve bekasında kaynaştırıcı ve birleştirici bir fonksiyon icra ederler. İmam Maturidi özellikle camilerin kutsal yerler oluşunu, “Üzerinde Allah’tan başkasına tapınılmamış yer özelliği taşıması (…) ve içinde ibadet edilmesinin sevabının fazla olması” (bkz. Haral, agm., c. 26, s. 497.) şeklinde yorumlar. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Nebi’de, “İsm-i pakin pak olur zikreyleyen” mısraıyla dile getirdiği üzere arınmak için Allah’a ibadet eden kişinin amacı temiz bir insan olmaktır. Camiye ibadet için gelenler de elbette ki günahlardan temizlenmek, elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği güvenilir bir insan olmak hedefini gaye edinirler. Bu açıdan camiler, aynı mana ve gaye etrafında duygu-değer birlikteliği içinde bir araya gelenlerin kaynaştığı, fizik dünya ile metafizik âlem arasında sağlam köprüler kurarak dünya ve ahiret kardeşi olan insanların vücut bulmasında temel bir işlev görür. Yaşam alanlarının merkezinde kurulan ve en yüksek sanat heyecanıyla yapılan mabetler doğumdan ölüme bir Müslümanın hayatının şekillenmesinde belirgin bir hususiyet taşır. Bu yönüyle camiler, kutsal mekânlar oluşları itibarıyla inananların hayatına deruni bir anlam ve kutsiyet katan en somut yapılardır. aralık 2013 / sayı 276 35 din ve sosyal hayat Dünyevileşme Karşısında İnsan Artık modern toplumun insanı, cenneti her şeyin bulunduğu, kredi kartlarını limitsiz kullanabileceği ve hatta sadece her istediğini değil, komşusundan biraz daha fazlasını alabileceği devasa bir süpermarket olarak hayal etmekte. Artık insan kendi değerini sahip olduğu şeylerle ölçmekte. Ona göre kendisinin ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli. Prof. Dr. Ali Köse Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dekanı Modern insanın temel problemi modernizmin ürünü olan yaşam biçiminin onu esir almasıdır. Adına “refah toplumu” dediğimiz ve insanın maddi tatminine yönelik modernizmin ona gerçekten refahı sağlayıp sağlamadığı bugün bir kesim Batı insanının sorgulamasına muhatap olmuştur. diğini anlatıyordu sözleri. Şöyle diyordu bu Batılı: “Gezdiğim birçok ülkede çok önemli bir tespitim oldu. Hayatın daha sade, daha basit olduğu yerlerde insanların daha mutlu olduklarını, refah seviyesi yüksek yerlerde de daha mutsuz ve iç huzurundan yoksun olduklarını gördüm.” Kızıl Haç örgütünde hemşire olarak çalışan ve birçok ülkeyi gezen bir batılının sözlerini unutamıyorum. Çünkü modernizmin insanın özüne uygun bir şekilde gerçekleşme- Onun bu sözleri Erich Fromm’un refah toplumunu sorgulamasının belki de somut bir örneği. Refah kelimesinin “bolluk” anlamına geldiğini vurgulayan Fromm, bolluğun her aralık 2013 / sayı 276 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi zaman olumlu anlam taşımadığını savunur. Mesela hasadı bol olan bir çiftçi için “bolluk” olumlu bir anlam taşırken, Nil nehrini taşıracak kadar bol yağan yağmur olumsuz anlam taşır. Maddi bolluk anlamında refah yaşayan Batı toplumunun içinde bulunduğu durumun bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyler Erich Fromm. Sahip olma hastalığı… Modernizmle eş anlamlı kullanılan bu “refah” anlayışı insanları hangi noktaya getirdi? Tabii ki, televizyonu ya da müzik seti olmayan insanlar normal görülmemeye başlandı. Tüketici olmayı bir onurlu hâl görür oldu modern insan. Bu yaşama biçimi insanların fizik ötesi dünyaya ait tasavvurlarını bile değiştirdi. Artık modern toplumun insanı, cenneti her şeyin bulunduğu, kredi kartlarını limitsiz kullanabileceği ve hatta sadece her istediğini değil, komşusundan biraz daha fazlasını alabileceği devasa bir süpermarket olarak hayal etmekte. Artık insan kendi değerini sahip olduğu şeylerle ölçmekte. Ona göre kendisinin ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli. Modernizmi doğuran endüstriyel süreç, insanların “sahip olma” duygusunu geliştirdi. Hatta yeteri kadarını değil, daha fazlasını elde etme duygusudur bu. Ama insanca yaşamanın ve mutlu olmanın temel ilkesi “sahip olma” değil, insanın “kendisi olması”dır. Batı insanının manevi bunalımının temelinde bu önemli ayrımın yattığını, insanın kendi varlığını anlamlandırması için âlemin kozmik yapısında kendisine bir yer biçmesi ve maneviyatın göz ardı edilmemesi gerektiğini belirten psikolog ve psikoterapistlerin sayısı belki de postmodern bir söylem içinde artmaktadır. Onlara göre depresyonların, iç sıkıntılarının temelinde bu gerçek yatar. Bugün Batı modernizminin çocuklarının bir kısmı babalarının miraslarını kabul etmeyerek, kimlik arayışına girmişler, kendilerini katı bir akılcılığa kilitleyen dünya görüşüne isyan etmişlerdir. İnsanlar artık modern dünyanın getirdiği bunalımın stresinden kurtulmak istiyorlar. Çağdaş psikiyatri veya psikoterapiye alternatif arıyorlar. Birey hızla toplumdan uzaklaşıyor Modern insan kendisinden uzaklaşmakta, tabiatla kendisi arasındaki bağı, diğer insanlarla insani ilişkilerini gerçekleştirecek ortamı kaybetmektedir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile modern dünyanın en önemli özelliği hâline gelen “bireycilik” kişiyi toplumdan soyutlanmış bir varlık hâline getirmiştir. Kişi toplumun ortasında yaşar, tamamıyla ona bağımlıdır, ama onun ne işe yaradığını anlayamaz. Seyyid Hüseyin Nasr bugün Batı’nın modern kentlerinde yaşayan hemen herkesin bir şeylerin eksik olduğunu sezinlediğini, aralık 2013 / sayı 276 37 38 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi İslam dünyasında insanlarla, mesela camide yan yana namaz kıldığınız kimse ile fiziksel bir temasınız söz konusudur; yanınızdaki kimseye dokunursunuz. Birisiyle buluştuğunuz zaman el sıkışırsınız. Fakat Batı toplumunda kız arkadaş vb. dışında insanlarla fiziksel temasınız yoktur. Sanırım Batı toplumu insan bağını kaybetti. Dinin toplumda bu anlamda yeri yok. Din, artık sadece pazar günleri yaptığınız bir şeyden ibaret. bunun da tabiatı mümkün olduğunca saf dışı eden yapay bir çevreden kaynaklandığını belirtir. Nasr’a göre modern insan tabiata birlikte yaşayacağı bir varlık olarak değil, kendisinden mümkün olduğunca yararlanılacak bir nesne gözüyle bakmıştır. Bunu doğuran motivasyon da şüphesiz insanın sahip olma duygusudur. Nasr insanın var oluşunun tabiatla ilgili bu hayati boyutunu kaybetmesi ile ortaya çıkan boşluğun kimi zaman şiddet, kimi zaman umutsuzluk şeklinde tezahür ettiğini belirtir. Batı’yı baz alarak bir değerlendirmede bulunursak, 18. yüzyılda endüstrileşme ile başlayan ve şehirde yaşamayı gerektiren modernizm, kültürel sistemin de değişmesine, geleneksel değer ve inançların zedelenmesine yol açtı. Kültürel değişim ekonomik aralık 2013 / sayı 276 büyümenin kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu süreçte Hristiyanlığın başarısız olması hâlinde insanlar ahlaki değerlerini kaybedeceklerdi, çünkü ahlak standartlarının kaynağı Hristiyanlık’tı. Nihayet Hristiyanlık başarısız oldu ve Bryan Wilson gibi din sosyologlarının da belirttiği üzere dinin tesis ettiği ahlaki kontrol, sekülerleşme neticesinde yerini mekanik ve bürokratik araçlara bıraktı. Kilise artık insanların işi olduğu zaman gittikleri bir “postane” gibi algılanmaya başlandı. Günlük hayatta modern aletlerin kullanımı insanlar arası ilişkileri asgari düzeye indirdi. Tabii bu da insanın yapısına aykırıydı. Bu gerçeğin güzel bir ifadesini Batılı bir Müslümanın şu sözlerinde buldum: “İslam dünyasında insanlarla, mesela camide yan yana namaz kıldığınız kimse ile fiziksel bir temasınız söz konusudur; yanınızdaki kimseye dokunursunuz. Birisiyle buluştuğunuz zaman el sıkışırsınız. Fakat Batı toplumunda kız arkadaş vb. dışında insanlarla fiziksel temasınız yoktur. Sanırım Batı toplumu insan bağını kaybetti. Dinin toplumda bu anlamda yeri yok. Din, artık sadece pazar günleri yaptığınız bir şeyden ibaret.” Bu Batılının sözleri bugün Müslümanların belki de farkına varmadıkları bir nimete sahip olduklarını ortaya koyuyor. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu vurgulayan çok önemli bir özellik bu bence. Ama bu özelliği modernizmle birlikte yavaş yavaş kaybettiğimizi hem kendimde hem de başkalarını gözlemimde şahsen artık iyice fark ediyorum. Modernizmin aletlerine esir olmuş gibiyiz. Onlar bizim için bir araç olmaktan ziyade hayatın kendisi olma yolunda hızla yol alıyorlar. Günlük hayatımızın telaşı modern hayat biçimiyle azalacak yerde gitgide artıyor. Kilometrelerce uzakta olan bir arkadaşımdan sayfalarca dolusu bir din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi mektup almayı bazen o kadar arzuluyorum ki. Ama telefon veya internet buna izin vermiyor. Kendisiyle işyerinde aynı odayı paylaştığım oda arkadaşım bir taraftan cep bilgisayarındaki telefon ve adresleri gözden geçirirken diğer taraftan çok uzaklardaki bir arkadaşına mektup yazması gerektiğini, ama bir türlü elinin değmediğini son altı aydır sürekli söylüyor. Belki bir on sene önce bu mektup bu kadar gecikmeyecekti. Ama arkadaşım için artık internet birinci haberleşme vasıtası oldu. Modernizmin çocuğu modernizmin aletlerinin hem sahibi hem de esiridir. Kumanda ile kendisine hükmettiğimizi zannettiğimiz, ama aslında kendisine esir olduğumuz televizyonla ilgili şu hikâye manidardır. Baba ile 5-6 yaşlarındaki oğlu yağmurlu ve rüzgârlı bir havada arabaları ile gezintiye çıkarlar. Bir müddet sonra tekerleri patlar. Bu havada teker değiştirmenin zorluğunu fark eden çocuk, babasına seslenir: “Babacığım, başka bir kanala çevirsek ya!” Hülasa, modernizmin Batı’da insanları bazı doğal özelliklerinden uzaklaştırdığı hususunda şüphe yok. Ama bizim de Batı’nın yolunda olduğumuz bir başka gerçek. Artık sokakta insanlarla selamlaşmıyoruz; kapı komşumuzun isminin ne olduğu dahi bizi ilgilendirmiyor; sıkıntılarımızı, dertlerimizi paylaşacağımız insanların sayısı giderek azalıyor. Bir ihtiyacımızı gidermek için en yakınlarımıza bile müracaat etmekten çekiniyoruz. Birçoğumuz dertlerimizi başkalarıyla paylaşamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Modernizmi araç değil hedef olarak görme anlayışını tersine döndüremediğimiz sürece Batı’nın yıllar önce yaşadığı süreci tecrübe edeceğimizden ve neticede Batı’nın bugünkü geldiği noktaya varacağımızdan şahsen benim şüphem yok. aralık 2013 / sayı 276 39 40 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi Adam Olmak Her ne kadar biz giyinip kuşandığı kıyafetler içerisindeki herkesi insan olarak kabul edip ona göre muamele etsek de hakikatte adam olmanın kişinin makamı, yaşı, cinsiyeti, giyim ve kuşamıyla ilgisi yoktur. Dr. İlhami Ayrancı ‘Adam olmak’, insan olmanın bir gereği. Eğitimin amacı da bunu gerçekleştirmek değil mi? Hayatımızı bu gayeye adar, çocuklarımızı adam olsunlar diye okuturuz. Okuturuz ama okuyup makam-mevki sahibi olmuş, ancak adam olamamışların hikâyelerini hiç unutmaz, çocuklarımıza da unutturmamaya çalışır, yeri geldiğinde konu ile ilgili çok bilinen hikâyeyi onlara da anlatırız. Hikâye malum; “Çok eski zamanlarda yaşamış bir ailenin bir türlü söz dinlemeyen bir oğlu varmış. ‘Dur’dan ‘sus’tan anlamayan bu delikanlıya babası; ‘sen adam olmazsın’ diyerek nasihat eder ama çocukta hiçbir değişiklik olmazmış. Oğlunun haylazlıkları canına tak eden baba bir gün yine dayanamamış ve ‘sen adam olmazsın’ diyerek azarlamış onu. Bu sözlere çok içerleyen genç aralık 2013 / sayı 276 adam evi terk etmiş. Okuyup adam olmayı, babacığına böylece bir ders vermeyi koymuş kafasına. Uzun yıllar ailesini ne aramış ne sormuş, böylece izini de kaybettirmiş. Bu arada babasının kendisine söylediği; “adam olmazsın” sözlerini de hiç aklından çıkarmamış. Çalışmış çabalamış, önemli okulları bitirmiş ve sonunda emelini gerçekleştirerek vali olmuş. Artık babasına bir ders verme zamanının geldiğini düşünüyormuş. Babası ona ‘adam olmazsın’ demişti ama o vali bile olmuşmuş. İdaresindeki görevlilere; ‘Gidin, filan adamı alın getirin bana’ diye talimat vermiş. Görevliler istenilen kimseyi bulup dikmişler vali beyin karşısına. Yaşlı adam şaşkın; ‘Bir vali fakir bir köylüyü niçin çağırsın ki din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi huzuruna?’ diye düşünmüş ama bir cevap bulamamış. Üstelik ne bir suçu, ne de vukuatı varmış. Büyük bir gururla yaşlı köylüyü huzuruna kabul eden vali bey, karşısında tedirgin bir vaziyette bekleyen adamcağıza gururlu bir eda ile ‘İyi bak, tanıdın mı beni?’ diye sormuş. Bu soruya bir anlam veremeyen ve huzuruna çıkarıldığı valinin kendi oğlu olabileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen yaşlı adam ‘Siz bizim vali beyimizsiniz efendim’ diyebilmiş sadece. Yıllar önce evi terk edip giden ve bu güne kadar hiç haber alamadığı oğlunu aradan uzun yıllar da geçtiği için tanıyamamış. Vali bey, babasından iyi bir intikam almanın gururu ile böbürlene böbürlene; ‘demek’ demiş ‘tanıyamadın beni öyle mi? Ben senin oğlunum! Hani, ‘adam olmazsın’ dediğin oğlun. Sen bana ‘adam olmazsın’ diyordun ama gördüğün gibi ben vali oldum’ demiş. Meseleyi yenice anlayabilen ve kelimenin tam anlamı ile bir şok yaşayan güngörmüş adam acı bir tebessüm ile oğluna bakarak, ‘evlat’ demiş. ‘Beni köyümden demek bunun için getirttin yaka paça. Ben sana ‘vali olamazsın’ demedim ki. ‘Adam olmazsın’ demiştim. Şayet sen adam olsaydın, babanı adamlarınla huzuruna çıkarmaz, bizi görmeye gelir, elimizi öper, hayır duamızı alırdın. Sen ise habersizce evi terk ederek bizi sonsuz acılara boğdun. O gün bugün aradan geçen yıllara rağmen anacığının iki gözü iki çeşme ve sen bir gün yaşlı babanı ayağına bu şekilde çağırarak beni haklı çıkarıyorsun. Düşün benim zavallı evladım, sen bunca okumanın ardından adam olsaydın böyle mi yapardın? Görüyorum ki sen hâlâ adam olamamışsın, demiş. Bu muhteşem mesaj yüklü anonim Anadolu hikâyesinden yola çıkarak insanımıza, ‘büyük adam’ olsunlar diye okullara gönderdikleri çocuklarının öncelikle ‘adam’ olmalarını temin yolunda gayret edilmesi gereğini hatırlatmalıyız. Mukaddes kitabımızda müminler anlatılırken; “Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.” (Müminûn, 23/3.) buyrulması ve Peygamber Efendimiz’in duasında ilmin bile faydasızından Allah’a sığınması (Tirmizi, Daavat, 69; Nesei, İstiaze, 2.) bize bunu öğütlemektedir. Peki, nasıl bir şeydir adam olmak? Her ne kadar biz giyinip kuşandığı kıyafetler içerisindeki herkesi insan olarak kabul edip ona göre muamele etsek de hakikataralık 2013 / sayı 276 41 42 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi Erdemli ve şahsiyetli insan yetiştirmenin yolu takvâdan geçer. Kalbinde Allah korkusu taşımayanların durumu ortada. İnsanlığın çektiği ızdırapları durdurmanın yolu Allah korkusunu kalplere yerleştirmek, insanlığı Efendimiz’in bizzat yaşayarak örnek olduğu ve hadislerinde anlattığı İslam ahlakı ile bezeyerek adam etmekten geçmektedir. te adam olmanın kişinin makamı, yaşı, cinsiyeti, giyim ve kuşamıyla ilgisi yoktur. İnsanı onurlu veya onursuz kılan temel ölçüt, onun sahip olduğu donanım ve bu donanıma uygun yapıp ettikleridir. Ezelde Allah Teala insanı ‘ahseni takvim’ -en güzel bir biçimde, eşrefi mahluk- olarak yarattı. (Tîn, 95/4.) Ancak görevini layıkıyla yapmayan, kulluğunun gereğini yerine getirmeyen kimseleri de ‘esfel-i safiline’ -aşağıların aşağısına- indirdi. (Tîn, 95/5.) Allah nazarında insanı değerli kılan temel kıstasın da takva (yani Allah’ın emir ve yasaklarına uygun yaşamak) olduğunu bildirdi. (Hucurat, 49/13.) Bu yüce değerden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Büyük makamlara ulaşmak, mala mülke ve şöhrete sahip olmak değildir esas olan. Allah Teala katında önemli olan şey, kişinin gönül dünyaaralık 2013 / sayı 276 sı ve amelidir. (İbn Mace, Zühd, 9.) Çünkü davranışları kendisini onurlandırmayan kimseyi harici hiçbir aidiyet onurlandıramaz. “Kapılardan kovulmuş, üstü başı perişan nice insanlar vardır ki Allah’a yemin etseler Allah onları yeminlerinde haklı çıkarır.” (Müslim, Birr, 138, Cennet, 48.) buyuran Peygamber Efendimiz, insan onurunu tanımlamak için maddi sıfatlara bakmanın yanıltıcılığına işaret etmekte, Allah Teala’nın insanların dış görünüşüne ve mallarına değil, kalplerine ve işlerine baktığını beyan etmektedir. (Müslim, Birr, 33; İbn Mace, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, 2/285, 539.) Hikâyemizden yola çıkarak ifade etmemiz gerekirse, dinimizde büyük öneme sahip olan ilim dahi ancak sonucu ile değerlendirilmelidir. İşte, büyük gönül adamı Yunus bunu, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsen / Bu nice okumaktır?” dizeleri ile Mevlana da; “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” vecizesi ile ifade etmektedir. Erdemli ve şahsiyetli insan yetiştirmenin yolu takvâdan geçer. Kalbinde Allah korkusu taşımayanların durumu ortada. İnsanlığın çektiği ızdırapları durdurmanın yolu Allah korkusunu kalplere yerleştirmek, insanlığı Efendimiz’in bizzat yaşayarak örnek olduğu ve hadislerinde anlattığı İslam ahlakı ile bezeyerek adam etmekten geçmektedir. Ne var ki çoğunluk, geçici olanı tercih ederek insanların gözünde büyük adam olma sevdasında. Oysa insanların değer verdiği şeylere ulaşmak aslında sanıldığı kadar zor bir şey değil. Zor olan, büyük adam olmak değil, ‘adam olmak’tır! aile Aile Yaşamında Farklılıklarda Uzlaşmak ve Ortak Noktalarda Buluşmak Bugün yapılan evliliklere bakıldığında özellikle genç çiftlerin evlilik ilişkilerinden çok büyük beklentilerinin olduğu görülmektedir. Hâlbuki bu türden gerçekleşmesi zor olan büyük beklentilerin, aile içi ilişkileri olumsuz yönde etkilediğinin bilinmesi gerekir. Bu nedenle karşılıklı konuşarak beklentileri karşı tarafa iletmek ve karşılıklı beklentileri öğrenerek buna uygun davranış modelleri üretmek oldukça önemlidir. Yard. Doç. Dr. Mustafa Koç Balıkesir Üniv. İlahiyat Fak. “Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz, Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.” (Nisa, 4/35.) “Evlenmek, insanın haklarının yarıya düşmesi ve görevlerinin iki katına çıkmasıdır.” (A. Schopenhauer) ******* Modern hayat, bireylerin tüm yaşam alanlarını az veya çok etkilemektedir. Etkilenen yaşam alanlarının başında ise aile gelmektedir. Bugün sosyal çevrelerinde uyumlu gibi görünen birçok evli çift, aslında ev içerisindeki mahrem olan özel yaşamlarında birbirlerini yıpratan kişiler olarak ortaya çıkabilmektedir. Dolayısıyla bugün dışarıdan mükemmel bir evlilikmiş gibi görünen birçok evliliklerin aslında çok da sağlam temellere dayanmadığı görülebilmektedir. Söz konusu bu durumun bir sonucu olarak, ne yazık ki her geçen gün boşanmalarda ciddi bir artış ortaya çıkmaktadır. İşte böylesi karmaşık bir ortama sahip aile yaşamında, eşlerin birbirleriyle aralarında aralık 2013 / sayı 276 44 aile / diyanet aylık dergi Farklı kültürlerden yapılan evliliklerde göz önünde bulundurulması gereken en önemli nokta, kültürlerin birbirinden ne kadar farklı oldukları değil; eşlerin bu kültürel farklılıklar karşısındaki değişime ne kadar açık olup olmadıklarıdır. Örneğin; eşlerden biri: 'ben böyleyim, ne yapalım değişemem, beni böyle kabul edeceksin' gibi bir ifade kullanırsa diğer eş zor durumda kalabilir. oluşabilecek problem alanlarına karşı farklılıklarda uzlaşmaları ve ortak noktalarda buluşmaları özel bir öneme sahip olmaktadır. Öte yandan bu türden olumsuz tabloların yanında, evliliklerinin üstünden yıllar geçtikçe birbirlerine daha çok bağlanabilen eşler görmek de mümkündür. Elbetteki böyle olumlu bir tabloyu gösterebilmek için iki tarafın da, uzun soluklu çaba göstermeleri gerekmektedir. Peki, öyleyse böylesine güzel ve uzun soluklu bir karı-koca ilişkisini sağlıklı sürdürebilmenin olmazsa olmaz kuralları neler olabilir? Söz konusu bu kuralların başında; (a) Mutlu ve uyumlu bir evlilik için karşılıklı konuşma ve birbirine vakit ayırma gelmektedir. İyi bir evliliği yürütebilmek için sağlıklı bir aile içi iletişim gereklidir. Öte yandan diğer önemli bir nokta da (b) Çiftlerin birbirlerinin beklenti düzeylerini iyi bilip kendilerini ona göre iyi aralık 2013 / sayı 276 ayarlamaları gerekmektedir. Bugün yapılan evliliklere bakıldığında özellikle genç çiftlerin evlilik ilişkilerinden çok büyük beklentilerinin olduğu görülmektedir. Hâlbuki bu türden gerçekleşmesi zor olan büyük beklentilerin, aile içi ilişkileri olumsuz yönde etkilediğinin bilinmesi gerekir. Bu nedenle karşılıklı konuşarak beklentileri karşı tarafa iletmek ve karşılıklı beklentileri öğrenerek buna uygun davranış modelleri üretmek oldukça önemlidir. Evliliklerde kültürel farklılıkların önemi Geleneksel aile yapılarında farklı kültürlerden bireylerin, birbirleriyle evlilik yaptıkları çok görülen bir durum değildi. Özellikle bu son yıllarda, modern yaşamın doğal bir sonucu olarak iletişim olanaklarının artması, farklı kültürlerden bireylerin aynı ortamlarda buluşabilmelerine de imkân sağlamıştır. Bu bağlamda farklı kültürlerden yapılan evliliklerde göz önünde bulundurulması gereken en önemli nokta, kültürlerin birbirinden ne kadar farklı oldukları değil; eşlerin bu kültürel farklılıklar karşısındaki değişime ne kadar açık olup olmadıklarıdır. Örneğin; eşlerden biri: 'ben böyleyim, ne yapalım değişemem, beni böyle kabul edeceksin' gibi bir ifade kullanırsa diğer eş zor durumda kalabilir. Evliliklerde ‘ortak paydalarda buluşabilme’ bağlamında “altın merkez nokta” denilen bir kural vardır. Eşlerden her iki taraf da, evlilik öncesi sahip oldukları alışkanlıklarından ödün vererek birer adım ileriye atıp bazı ortak paydalarda/noktalarda buluşabilirlerse yapılan bu evlilik, kültürel farklılıklardan çok fazla etkilenmeyebilir. Dolayısıyla birbirinden farklı kültürlere sahip eşler, şayet ortak yaşam alanlarındaki düzeni sağlama adına esnek bir biçimde değişime açık olabilirlerse, ortaya çok güzel ve uyumlu evlilikler çıkabilir. aile / diyanet aylık dergi Öte yandan eşlerin temel bazı konularda birbirilerine denk olması; farklılıkları azaltarak ortak noktalarda buluşma adına evlilik için ideal bir durumdur. Dolayısıyla olaylara, durumlara ve insanlara aynı pencereden bakabilmek, sağlıklı bir aile içi ilişki için gereklidir. Çünkü bireylerin düşünce kalıplarının önemli bir kısmı çocukluk döneminde içinde yetiştiği kültürün etkisiyle şekillenerek davranışlarına yansır. Farklı kültürlerden bireylerin birbirleriyle evlenmesi aslında bir bakıma bu kişilerin zora talip olmaları anlamını taşır. Zira kültürel farklılıklar, aile içerisinde eşlerin ortak paylaşım alanlarını da azaltmaktadır. Farklı kültürlerin verdiği kişilik ve davranış kalıpları, olaylar, durumlar ve ilişkiler karşısında farklı tutum ve algılamaları da ister istemez beraberinde getirir. Örneğin; farklı kültürlerdeki eşlerden birinin güldüğüne diğeri tepki bile vermeyebilir. Aynı şekilde, yaşama tamamıyla maddeci düşünceyle bakan bir eşle maneviyatçı gözle bakan bir eşin sohbet edebilecek ortak alanlar bulması oldukça zorlaşabilir. Bireyin kültür durumunu belirleyerek yanlış algılanması sonucunda aile içerisindeki farklılıklarda uzlaşıp ortak noktalarda buluşmayı engelleyen önemli faktörlerden biri ise ‘eğitim düzeyi’ durumudur. Dolayısıyla eşler arasında eğitim farkı varsa, bu durum kültürel farklılıkları belirginleştirerek zamanla evlilik içerisinde yeni problem alanları oluşturabilir. Bu nedenle eşlerin, eğitim seviyesini aralarında bir savaş nedeni hâline getirmemeye özen göstermeleri gerekmektedir. Eşlerden özellikle eğitim düzeyi açısından daha ileride olan taraf, aradaki farkı psikolojik olarak hissettirmemelidir. Evlenmeden önce eşlerin, eğitim düzeyindeki farklılıklarını açık açık konuşmalarında yarar vardır. Ayrıca tartışma anında veya bir gerginlik durumunda eşler, eğitim düzeylerini ön plana çıkarmama konusunda dikkat etmelidirler. Çünkü insanın psikolojik olgunluğunu, aldığı diploma belirlemez. Modern yaşamın aile kurumuna yaptığı zararlardan birisi de, eşlerin evlenirken birbirilerinden hoşlanmalarına ve kişilik yapılarının uyuşmalarına rağmen ‘diploma krizi’ nedeniyle evliliklerin yapılamamasıdır. Hâlbuki diploma bir ambalajdır. O nedenle ambalaja bakıp da öze önem aralık 2013 / sayı 276 45 46 aile / diyanet aylık dergi vermeyen insanlarla yapılan evliliklerin yürümesi de temelde oldukça zor bir durumdur. Aile yaşamında her zaman fedakâr olabilmek… Aile içerisindeki mutluluğu arttıran faktörlerden birisi de fedakârlık temeline dayanan karşılıklı saygı, anlayış ve şefkattir. Eşler ve ailenin diğer üyeleri olan çocuklar, aile içerisinde birbirlerine ne kadar saygılı olurlarsa, birbirlerinin kişilik farklılıklarını azaltacak tutum ve davranış sergileyip birbirlerine ne kadar anlayış gösterirlerse o derecede birbirleriyle kaynaşarak huzurlu olabilirler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Ey inananlar! Onlarla (kadınlarınızla) güzel geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadınızsa olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyde Allah birçok hayırlar takdir etmiş olur.” (Nisa, 4/19.) buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi eşlerden birbirlerine hoşgörülü ve iyimser olanlar, hem kendilerini hem de çevresindekilerini mutlu edebilirler. Buna karşın hayata, bardağın boş tarafından bakarak her şeyin aralık 2013 / sayı 276 kötü yanını görenler ve karamsar olanlar ise, sıkıntıdan kurtulamazlar ve yanlarındakileri de sıkarlar. Böyle oldukları sürece de mutsuz olurlar. Bir yönüyle birarada yaşama tecrübesi anlamına gelen aile hayatında, eşlerin farklılıklarda uzlaşarak ortak noktalarda buluşup uyumlu bir şekilde mutlu olabilmeleri için mutlaka karşılıklı fedakârlık yapmaları gerekmektedir. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) de: “Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı ve yararlı olanınızdır.” (İbn Mace, Nikâh, 50.), buyurarak eşlerin gerektiği zaman kendi kişisel haklarından bile fedakârlık etmesini bilmeleri gerektiğinin altını çizmiştir. İşte böyle bir yaşam tarzı benimsenebilirse, o zaman geçim kolaylaşır ve aile yaşamından tat alınır. Eşler birbirlerinden beklediklerini bulamadıkları zaman hemen kızmamalıdırlar. Yine eşler, birbirlerinin eksik yanlarını aramamalıdırlar. Kırıcı bir davranış olsa bile hoş görebilmelidirler. Her şeyi iyiye yorumlar ve birbirlerinin iyi yönlerini görerek davranışlarını hoş karşılayabilirlerse evlilikleri sıkıcı olmaz. aile / diyanet aylık dergi Evlilikler Hizmet Fırsatı Olmalı Şunu biliyoruz ki, birçok genç bugün maddi imkânsızlıklardan dolayı evlilik düşünemiyor. Evlenmeye niyet eden bir gencin önüne binlerce liralık bir bütçe çıkıyor. Üstelik bu genç işsiz ise evlilik ulaşılması imkânsız bir sevda veya hayal oluyor. Şefika Kaya Meriç Gürpınar Kız Kur'an Kursu Öğreticisi/Beylikdüzü-İstanbul Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bir kadınla dört şey için evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Yoksa sıkıntıya düşersin.” (Buhari, Nikâh, 15; Müslim, Rada, 53.) Evlilik, aile, aile ilişkileri, çocuklar ve onların eğitimleri anne babaların hayat gaileleri arasında olan temel konulardır. Bu yazımızda yoğun yaşadığımız evlilik merasimlerine ve evliliklerin kolaylaştırılması konusunda birkaç hususa dikkat çekmek istiyoruz. Şunu biliyoruz ki, birçok genç bugün maddi imkânsızlıklardan dolayı evlilik düşünemiyor. Evlenmeye niyet eden bir gencin önüne binlerce liralık bir bütçe çıkıyor. Üstelik bu genç işsiz ise evlilik ulaşılması imkânsız bir sevda veya hayal oluyor. Bazen toplumun âdetleri İslam’ın bizden beklediği davranışların önüne geçebiliyor. Özellikle dinî hayatın gelenekle iç içe geçtiği toplumumuzda evlilikle alakalı ritüeller olmazsa olmaz olarak değerlendirilip asıl maksadın önüne engeller konulmuş oluyor. Ben öyle inanıyorum ki, bu satırları okuyan insanların bir kısmı evli, bir kısmı da evlenmeye aday insanlardan oluşuyor. Birazdan vereceğimiz misalleri herkese kendi zaviyesinden değerlendirmeli, İslam’ın, dolayısı ile Efendimiz’in bizlerden istediği tavrı iyi idrak etmeliyiz. Birçok genç kardeşimizin en temel korkusu, karşı tarafın talepleri oluyor. Kız tarafının erkek tarafından özellikle maddi talepleri aralık 2013 / sayı 276 47 48 aile / diyanet aylık dergi evliliği çıkmaza sokuyor. Daha kız istemeye gidilen ilk günde, ev, araba, kayınvalide ve kayınpederden ayrı yaşama isteği icabında erkek tarafını bu hayırlı işten vazgeçirmeye kadar götürebiliyor. Hatta gönülleri birbirine düşmüş iki genç o muhabbetleri ile kendilerini bekleyen bütün zorluklara beraber göğüs gereceklerine kendilerini inandırsalar da, tecrübeli(!) anne ve babalar, ileriyi gördüklerini ifade edip, güya evlatlarını garanti altına aldıklarını düşünüyorlar. Allah’ın Rezzak ism-i celili bütün yaratılanların bir rızık koruması altında olduğuna iman etmemize yetmiyor mu? Son zamanlarda, yayında olan ve biraz bizi anlatan bir televizyon dizisinde, anne karakterinin hep kızını vereceği gencin mutlaka SSK’lı olması gerektiğini ifade etmesi ironi ile bizim bilinçaltımızı ortaya koyuyor. Efendimiz’in yukarıda ifade ettiğimiz hadis-i şerifi gayet açık: aralık 2013 / sayı 276 “Bir kadınla dört şeyden dolayı evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dini için. Sen dindar olanını seç. (Aksi hâlde) fakr u zarurete düçar olursun.” Bu hadis-i şerifi tek taraflı düşünmek doğru olmaz. Kadın tarafından baktığımız zaman erkek için aynı evsafın olması gerektiği sonucuna varabiliriz. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde buyuruyor: ‘‘A ranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.’’ (Nur, 24/32.) Biraz imanımızın kıvamı ile alakalı. Allah’ın lütfuna, keremine iman etme ile alakalı. Birçok insandan duymuşuzdur; evlendikten sonra Allah’ın rızkını artırdığını, hayatının daha çok bereketlendiğini. Dolayısı ile bu konuda Rabbimize hayırlısı için dua etmeli, Rabbimizin zenginliğine itimat etmeli ve insani tedbirleri alıp, Allah’a tevekkül etmeliyiz. aile / diyanet aylık dergi Asr-ı saadet döneminde yaşanan şu hadise özellikle kız tarafı için örnek alınması gereken takdire şayan bir davranıştır: Ümmü Süleym, Peygamber Efendimiz’in hizmetkârı Enes İbn Malik’in annesidir. Efendimiz Medine’yi teşrif ettiği zaman, Enes’in elinden tutup onu Rasul-i Ekrem’in huzuruna getirmiş, münasip görürlerse Enes’in kendilerine hizmet etmesini niyaz etmişti. (On Sekiz Bin Âlemin Mustafası, M. Yaşar Kandemir, Erkam Yayınları, 2010.) Maddi bir zenginliğe sahip değildi. Ciğerparesini onun hizmetine sunmaktan daha iyi bir hediye bulamadığı için yavrusunu ona götürmüştü. O zeki ve kabiliyetli oğlu, pek az insana nasip olan bu bahtiyarlığı en iyi şekilde değerlendirmiş, elde ettiği nice faziletlerin yanı sıra, en çok hadis rivayet eden yedi sahabiden biri olmuştu, annesinin sayesinde. Enes’in babası Malik, Ümmü Süleym gibi bir pırlantayı göğsüne takmanın ötesinde, saadetten nasibi olmayan bir zavallıydı. Ümmü Süleym küçücük yavrusu Enes’e: “Haydi oğlum, la ilahe illallah, de. Haydi yavrum, eşhedü enne Muhammeden Rasulüllah de” diye telkin ettikçe Malik’in canı sıkılır, Ümmü Süleym’e kızardı. Malik’i bir gün sokakta bir düşmanının öldürdüğü veya Müslüman olduğu için Ümmü Süleym’e kızarak Suriye’ye gittiği ve orada öldüğü söylenir. Ümmü Süleym dul kalınca, ona Ebu Talha el-Ensari talip oldu. Müslümanlığın on ikinci yılında, Birinci Akabe Biatı’nda bulunan on iki Medineliden biri. Gür sesinin savaşta bir grup insana bedel olduğu Rasul-i Kibriya tarafından belirtilen bir arslan. Fakat Ümmü Süleym ile evlenmek istediğinde daha Müslüman olmamıştı. Bu sebeple onun bu isteğine Ümmü Süleym şu cevabı verdi: Mehir dediğin böyle olmalı. Allah yoluna hizmeti şart koşmak, ömür boyu Allah ve rasulünün izinden ayrılmamak üzere antlaşma yapmak… Bütün bunlar bizim bu hayatta kendimize neyi gaye edindiğimizle alakalıdır. “Ebu Talha! Ben senin teklifini reddetmem; çünkü senin gibisi reddolunmaz. Ancak sen müşriksin. Ben ise -elhamdülillah- Müslümanım. Eğer İslamiyet’i kabul edersen, mehrimi de sana bağışlarım. Bilmez misin ki, senin taptığın tanrı yerden biter; sonra onu marangoz yontar. Şu hâlde sen bir tahta parçasına tapmaya utanmıyor musun?” Ebu Talha hiçbir cevap vermeden gitti. Düşündü, taşındı. Ümmü Süleym’in haklı olduğunu görerek Müslümanlığı kabul etti ve Ümmü Süleym ile evlendi. Ümmü Süleym’in ne büyük bir insan ve ne samimi bir Müslüman olduğunu, Ebu Talha’dan aldığı mehir de göstermektedir. Onun bu mehir hâdisesi daha sonraki devirlerde hep konuşulagelmiştir. Mehir dediğin böyle olmalı. Allah yoluna hizmeti şart koşmak, ömür boyu Allah ve rasulünün izinden ayrılmamak üzere antlaşma yapmak… Bütün bunlar bizim bu hayatta kendimize neyi gaye edindiğimizle alakalıdır. Rabbimizin, Efendimiz’e öğrettiği şu dua bizim dualarımızın başında olmalı: ‘‘De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.’’ (En’am, 6/162.) aralık 2013 / sayı 276 49 kültür sanat edebiyat Na’t Edebiyatımız Büyük şairlerimizden Mevlana: “Şairlik, peygamberlikten bir cüzdür.” diyerek şaire insanlık namına, en büyük ve en ulvi vazifeyi yüklerken, Fuzuli de bu vazifelerin ilimsiz yapılamayacağı hükmüne varmıştır. Vedat Ali Tok Şiir, insanoğlu için vazgeçilmez bir sanattır. Şair, yüreğine sığmayan engin ve mistik duyguları, gönlündeki kıvılcımları, ölçülerle, kafiyelerle ilmek ilmek işleyip, başkaları ile paylaşma ihtiyacını duymuştur. Büyük şairlerimizden Mevlana: “Şairlik, peygamberlikten bir cüzdür.” diyerek şaire insanlık namına, en büyük ve en ulvi vazifeyi yüklerken, Fuzuli de bu vazifelerin ilimsiz yapılamayacağı hükmüne varmıştır. Tarih boyunca şiir, çeşitli tariflerle bir kayıt altına alınmaya çalışılmışsa da tıpkı ağından kurtulan bir kuş gibi, yeni ufuklara doğru kanat çırpmıştır. Geçmişten günümüze doğru şiir serüvenini gerek muhteva gerekse şekil bakımından şöyle bir gözden geçirecek oluraralık 2013 / sayı 276 sak, şiir sanatının gerçekten bir kayıt altına alınamadığını, hatta alınmaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Bakınız şiir için nasıl tarifler yapılmış: Divan edebiyatçıları: “Mevzun ve mukaffa sözdür.” diyerek şiiri kısaca ve vezinli ve kafiyeli sözler topluluğu olarak görmüşler. Peyami Safa şiir için, “Bütün ruh hâllerinin toptan ifadesidir.” der. Necip Fazıl: “Arı bal yapar, fakat balı izah edemez. Ağaçtan düşen elma da yer çekimi kanunundan habersizdir.” diyerek şairi, şiiri ve okuyucuyu bir muammanın içine sokar. Üstat daha sonra sanatı, Allah’ı aramanın yollarından biri olarak tarif edecektir. kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Yahya Kemal halis şiiri bulma yollarını ararken kararını verir: “Mısraın ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa…” şiirden söz etmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi her sanatkâr, kendi dünyasındaki şiiri yakalayıp onu anlatmıştır. Peki, şiir ve şair hakkında Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruluyor bir de ona bakalım. Mesela Şuara suresinde (224, 225, 226, 227. ayetler) şu hükümler oldukça dikkat çekicidir: Şairlere gelince onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip iyi şeyler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler nereye döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. Bilindiği gibi cahiliye dönemi Araplarında şiir, çok büyük itibar gören bir sanattı. Bu yüzden pazarlara, panayırlara bile çıkabilen bir meta durumuna gelmiştir. Kabileler arasında sık sık şiir yarışmaları düzenlenir, kıyasıya mücadeleler olurmuş. Bu mücadelelerde gâlip gelen şiirler Mekke’de Kâbe duvarına asılırmış. Bu şiirlere “muallaka” adı verilmiş olup bunların en güzelleri de “Yedi Muallaka” adı ile anılmıştır. Arap şairlerinin o zamanki şiirlerinde kuvvetli bir ahenk ve belagat olmasına rağmen konuları bakımından, sadece kadın güzelliği, içki gibi konular müstehcen bir dille kaleme alındığı için, sonradan pek hoş karşılanmamıştır. Nitekim bu çok ustaca yazılmış şiirler Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra yerle bir edilmiştir; çünkü Kur’an-ı Kerim’deki ilahî kelam ve ifadelerdeki ahenk birçok şairin şiir yazmaktan vazgeçmesine sebep olmuştur. İslam güneşinin doğuşundan sonra Müslüman olan şairler, artık bu yeni dinin ışığında sözler söyleyip, cahiliye dönemine ait imajlarını terk etmişlerdir. “Kaside-i Bürde” Hz. Muhammed (s.a.s.)’i metheden meşhur bir şiirdir. Hz. Muhamaralık 2013 / sayı 276 51 52 kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Cahiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şairlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi övücü şiirler, yani naatlar, yazılmıştır. med (s.a.s.), şiirini dinledikten sonra, şair Ka’b b. Züheyr’e hırkasını hediye etmiştir. Enes b. Malik şöyle bir hadise naklediyor: Rasulüllah (s.a.s.) Mekke’ye giderken, deve ile önlerinden giden İbn Revaha’nın beyitler okuduğunu duyan Hz. Ömer “Ya İbn Revaha! Sen Rasulüllah’ın önünde şiir mi okuyorsun!” diye hiddetlenir. Müşrikleri kızdıracak mahiyette şiir okuduğunu duyan Rasulüllah (s.a.s.): “İbn Revaha’ya dokunma ya Ömer! O beyitler kâfirlere atılan oklardan daha tesirlidir.” diyerek Hz. Ömer’i ikaz eder. İslam tarihine baktığımız zaman şunu anlıyoruz ki şiir, yüklendiği misyona göre ya övülmüş yahut zemmedilmiştir. Yani İslam’a ve insanlığa zarar vermeyen şiir yasak edilmemiştir, diyebiliriz. Cahiliye döneminden sonra Müslümanlar arasında şiir, ayrı bir güzellik ve değer kazanmıştır. Bu, biraz da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şairlere gösterdiği hoşgörü neticesinde olmuştur. Bu yüzden Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında peygamberimizi övücü şiirler, yani naatlar, yazılmıştır. Övme, methetme anlamında olan naat kelimesi edebiyatımızda daha çok Hz. Muhammed aralık 2013 / sayı 276 (s.a.s.) için yazılan, onun doğumu, vasıfları, peygamberliği, mucizeleri, miracı, hicreti ile ilgili şiirlerin genel ismi olmuştur. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra Müslüman Türk şairler de diğer Müslüman milletlerin şairleri ile boy ölçüşecek dereceye gelmiştir. Hatta denilebilir ki Divan şairleri Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili şiirlerinde, daha içten, daha samimi, daha lirik ifadeler kullanmışlar. İşte bu sebeple asırlarca en okumamış kesimlerde bile mevlitlerden beyitler duyulur; Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili duygu yüklü mısralar, makamlarla söylenir. Mukaddes gecelerde, düğünlerde, cenazelerde, mevlit tegannilerinde âdeta şiirle Hz. Muhammed (s.a.s.) özdeşleştirilir, mübarek yaşantıları manzum olarak dile getirilir. Divan şairleri, şiirlerini topladıkları kitaplarını düzenlerden, Allah’ın birliğini tasdik ve O’na yalvarıştan sonraki bölümü Kâinatın Efendisi’ne ayırmışlar; bu, klasik bir kural olarak asırlarca devam edegelmiştir. Türk edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.) için sayısız şiirler yazılmıştır. Divan edebiyatında Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında yazılan naatlarda onun doğumu, hayatı, peygamberliği, peygamberlikte çektiği sıkıntılar, miracı, mucizeleri gibi konular işlenmiştir. Edebiyatımızın yönünü Batı’ya çevirdiği dönemden itibaren, belki de o zaman kadar bir değer ifade eden birçok konu gibi, naat türünde yazılan şiirlerde de dikkat çekici bir azalma gözlenir. Fakat bu dönem uzun sürmeyecektir. Divan şairlerinin divanlarını tertip ederken bir bakıma mecburen yazdıkları naatlara karşılık, yeni edebiyatta gönüllü naat şairleri birçok divan şairinden daha samimi ve güzel şiirleri ile bu geleneği sürdürmüşlerdir. Nitekim bugün bir, Ali Ulvi Kurucu’nun, Ârif Nihat Asya’nın, Necip Fazıl’ın, Nurullah Genç’in naat türündeki eserleri Türk edebiyatındaki yerini çoktan almıştır. kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Halil Bektaş’ın Şiirlerinde Anlam Arayışı Bektaş, şiirlerinde hikmet ve anlam arayışına koyulurken, önce bütün varlığın Allah’ın kudret ve azametinin bir eseri olduğu esasından yola çıkıyor. Mesut Özünlü Halil Bektaş içimizden biri ve camiamız içerisinde görevli bir meslektaşımız. Karabük İl Müftüsü. O aynı zamanda üç kitabı yayınlanan bir şair ve araştırmacı yazar. Edebî çalışmalarında özellikle şiir dünyasında hikmet ve anlam arayışını sürdüren bir düşünce insanı. Halil Bektaş, şiirlerini Ay Vakti ve Cemre adlı iki ayrı kitapta toplamış. Ay Vakti’ni 2011’de, Cemre’yi ise 2012 yılında okuyucularıyla buluşturmuş. Şair ve yazar meslektaşımız, ayrıca Kur’an’ın Özürlülere Bakışı adlı bir araştırma ve inceleme eserinin de sahibi. 2011 yılında yayınlanan bu eser, Bektaş’ın Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yapmış olduğu yüksek lisans tezinin basılmış hâli. Biz bu akademik çalışmadan daha çok Halil Bektaş’ın şiirle ilgili eserlerini anlamaya ve bu eserlerde ilgimizi çeken hikmet ve anlam arayışları üzerinde durmaya çalışacağız. AY VAKTİ Şairin şiire dair ilk eseri Ay Vakti, doksan iki şiiri içeren bir edebî yapıt. Bu eserinde Bektaş, şiirlerini altı bölüm başlığı altında bir araya getirmiş. Yakarış adını verdiği ilk bölüme bütün güzelliklerin başı olan “Bismillahirrahmanirrahim” başlıklı şiiriyle giren şair, ikinci şiirine ise “Münacat” ismini verdiği hikmet ve mana yüklü dizelerle devam ediyor. aralık 2013 / sayı 276 53 54 kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Bektaş, şiirlerinde hikmet ve anlam arayışına koyulurken, önce bütün varlığın Allah’ın kudret ve azametinin bir eseri olduğu esasından yola çıkıyor. Her şeyin O’nun kudretinin bir yansıyışı olduğunu, kâinatta O’nun irade ve bilgisi dışında bir yaprağın dahi yere düşmediğini, O’nun dilemesi olmadan çarenin Türk şiirinde bir hayli rağbet gören, daha çok postmodernizm sonrası ortaya çıkan sembolik imge ve ilintilerle örülü neoepik tarz şiirler yazmak yerine daha bizden, daha gönül dünyamıza has, sade ve açık bir üslubu tercih ediyor. Bir nevi Türk-İslam Edebiyatının klasik tekke şiirlerini çağrıştıran bize özgü bir temayla, bir yandan kafiye ve nakaratlarla süslü kelimeleri mevzun bir edebî anlatıma dönüştürüyor, diğer yandan da Yaradan ile yaratılan arasında derinlikli bir anlam bağı kurarak kâinata bu pencereden bakmanın kendi iç coğrafyasında oluşturduğu hayretengiz seyranı dile getiriyor. Duygu yoğunluğu yüksek bu içkin temaşanın ardından, kitabının 16’ıncı sayfasında yer alan İman Ettim Allah’ım başlıklı şiirinin şu coşkun dizelerinde ise şair, hikmet ve anlam arayışını sürdürmenin yanı sıra kendini ilahî kudrete ram oluşun kucağına atıyor, âdeta nemli gözlerle yenilenen terütaze bir imanın teslimiyet hazzını yaşıyor: “Yıldızların seyrinde, doğup batan güneşte Dondurucu soğukta, ısı veren ateşte Kâinatın dilinde, yarattığın her işte Hikmetini görerek iman ettim Allah’ım.” ve dermanın, O’nun adıyla başlanmadan hayır ve felahın mümkün olmayacağını vurguladıktan sonra: “Hayrete düşer insan bakıp da kâinata Görünce her işinde iç içe hikmetini Boyun eğer önünde ram olup hakikate Ve haykırır diliyle o sonsuz kudretini Sübhanallah… Sübhanallah…” Dizelerini kitabına taşıyor. Burada da yakinen görüldüğü üzere Bektaş, son zamanlarda aralık 2013 / sayı 276 Bektaş’ın şiirinde hikmet ve anlam, maddenin ötesini görebilme dirayetinde gizlidir. Çünkü basiretli gözlerin görebildiği bu iki kıymet, sadece madde ile beş duyunun arasına sıkışmış sınırlı bir coğrafyanın kof hasadı değildir. Bundan böyle Bektaş’ın şiirinde bu arayış, yalnız duygusal bir istiğraktan çok; kalbin, aklın ve sezginin tevhidiyle ortaya çıkan bir gerçekliğin tecellisini ifade etmektedir. Başka bir deyişle Bektaş’ın kaleme aldığı şiirlerde duygu ve istiğrak kadar idrak ve mantıki kurgu da önemlidir. Hatta onun dizelerinde mantıki kurgu sezgiyi, sezgi de istiğrak ve duyguları harekete geçiriyor, denilebilir. Bektaş’a göre kâinat çok muhteşemdir. Bu ihtişamın nedeni ise sanat içinde sanatın bulunmasıdır. Böyle bir sanatın olması ise bizatihi eşsiz bir sanatkârın varlığı- kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi nı gerektirmektedir. Tıpkı “Sanatkâr” başlıklı şiirde dile getirilen, aynı zamanda Bektaş’ın hikmet ve anlam arayışının tefekkür remizli birer örneğini teşkil eden şu iki ayrı beyitte olduğu gibi: “Maddenin ötesini gören gözlere ayan Önce O’nu görüyor kapıyı aralayan.” … “Bütün ihtişamıyla sanat içinde sanat O eşsiz sanatkârı haykırıyor kâinat.” CEMRE Bektaş’ın şiire dair ikinci eserinin Cemre olduğunu belirtmiştik. Seksen üç şiirden oluşan 120 sayfa tutarındaki bu eserinde ise şair, ilk eseri olan Ay Vakti’nden farklı olarak herhangi bir bölüm başlığına yer vermemiş. Fakat dinî şiirlerinin yanında Malazgirt Zaferi, Sarıkamış Destanı, Gurbette Bayram gibi millî şiirlerini de bir araya getirmiş. Ama aynen birinci kitabında olduğu gibi, hikmet ve anlam arayışını bu eserinde de sürdürmüş. Bu arayışın en dikkat çekici başlıklarından birisi ise onun “Kur’an İkliminde” başlıklı şiirinde görülmektedir: … “Gerçekte var mıyım, var isem neden? Nedir vicdanları rahatsız eden? İki asli unsur ruh ile beden Kur’an ikliminde cevap buluyor.” Bu dörtlüğün ilk beytinde kendini kuşkucu bir düşünce sarmalının arasında kalmış gibi gösterse de, aslında burada Bektaş, septisizm tandanslı bir tereddütten öte varlığının hikmet ve anlamıyla birlikte, ebedilik noktasında bir hiç olduğunun itirafını dillendirmeye çalışıyor. Sonra da sözü, insanın iç âleminde sessizce durmakta olan ama en tavizsiz, en deruni ve en bağımsız hâkim rolünü üstlenmiş bulunan vicdanın neden ve niçin rahatsız olduğu sorusuna getiriyor. Ardından, insanı var eden iki temel unsurun ruh ve beden olduğunu ifade ederek; kâinatla insan, insanla vicdan arasında çözümlenemeyen ve zaman zaman beşerin salt aklını tökezleten düalist çelişkilere dikkati çekiyor. En nihayet tüm bu çelişkilere cevap veren tek merciin Kur’an olduğunu, onun nurlu ikliminin dışında çözüm aramanın, insanoğlunu büyük bir anlamsızlık krizi ile karşı karşıya bırakacağını vurguluyor. Sadece bu kadar değil elbette… İkinci dörtlüğünü yukarıda verdiğimiz “Kur’an İkliminde” adlı şiiriyle Bektaş, hikmetin katrelerini kelime kelime, söz söz bir araya getiriyor; önce sızıntı, dere ve çay olmayı, ardından da anlam ırmağına doğru akmayı arzuluyor. Yunus gibi okyanusa, Gothe gibi hakikate, Necip Fazıl gibi idrake ermek için… “Var edildi varlık, yokluktan nasıl? Nedir o yokluktan, var eden asıl? Sonsuzluk içinde bu kısa fasıl, Kur’an ikliminde cevap buluyor.” aralık 2013 / sayı 276 55 56 kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Suya Nasihat: Ak! Önemli olan hayat pınarının kurumamasıdır. Kimlerin senin akışına yol verdiği, kimlerin serin sularından içtiği, kimlerin suyunun kuruması için çalışıp çabaladığı, kimlerin kaynağın üstünü örttüğü senin için hiç önemli olmasın. Hiçbirine aldırış etme, kin besleme. “Benden için ya da içmeyin” deme hiç kimseye. Sadece ak, ak, ak… Halime Karabulut Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü Sürekli akan bir yanın olsun. Aktığın yön, mecra önemli değil. Gitmen gereken yere bir yol bulunur elbet. Bazen ihtiyaç sahipleri bir kanal açar, daha hızlı ve güvenli akman için… Bazen de nasıl olsa akıyor, nimetleniyoruz, kendimizi yormayalım, akmaya devam eder denilir. Bir başka ihtiyaç sahibi yeni bir kanal açar, başka yöne, farklı diyarlara akıtır seni. Bazen de suyuna ihtiyaç duyan olmaz, öylece bırakırlar seni kendi hâline, kurumaya terk ederler. Fakat sen görünmeyen yollardan akacak bir yol bulup akmaya devam edeceksin. Önemli olan hayat pınarının kurumamasıdır. Kimlerin senin akışına yol verdiği, kimlerin serin sularından içtiği, kimlerin suyunun kuruması için çalışıp çabaladığı, kimlerin kaynağın üstünü örttüğü senin için hiç önemli olmasın. Hiçbirine aldırış etme, kin besleme. “Benden için ya da içmeyin” deme hiç kimseye. Sadece ak, ak, ak… Pınarın amacı kurumadan akmaktır, suyunu kurak yerlere akıtmaktır, hayat vermektir… Kimin faydalandığı ile ilgilenmez. aralık 2013 / sayı 276 Sen pınar olmaya bak… İçin hep kıpır kıpır olsun, suyun fokur fokur çağlasın… Ama bitki ama hayvan, ama insan… ya da düşman, senden beslensin… Sen yeter ki duru bir kaynak ol, içeni zehirleme, içen senden hayat bulsun. Bir defa içen, bir daha içmek istesin. Seni içen Rabbine şükretsin. Sana teşekkür etmesini bekleme. Sana teşekkür eden divaneye aldırış etme. Kendinde benlik görme. Rabbin suyunu çekip alırsa sana kim su verebilir? Allah’ın lütfuyla var olduğunu unutma. Suyundan içenlerin vefasızlığından şikâyet etme. Bir yudum su içtiği için, kimseyi kendine minnettar sayma. Senden kana kana içenlerin, bir başkasının içmemesi için üstünü örtmelerine hayret etme. Üstünü toprakla örtenin ayakları altında ezildiğini sanma. Gülümse ve ayaklarını okşa… Uzaklaşınca da yüzeye çıkmak için bir yol ara. Tembel tembel oturup bir çiftçinin kazma kürekle beline vurmasını bekleme. Akmak için teşekkür veya ücret bekleme. Akmamak için karı-buzu, sarpı-yokuşu bahane etme. Sahibini bil, kendini tanı. Varoluş sebebini unutma. Seni yarattı ki, mahlukata hizmet kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi edesin. Mahlukata hizmet hakka hizmettir bilirsin… Sen Rabbinin rahmetinin bir tecellisisin. Mahlukatı suyundan mahrum etme. Çobana kızıp, sürüyü susuz bırakma. Bahçıvana darılıp, çiçekleri kurutma. Çiftçi, sana akman için bir kanal kazmadı diye tarladaki tohumların kuruyup, çatlamalarına göz yumma. Ak, ak, ak… Her şey seninle hayat bulsun. Akıttığın suyu kendi marifetin bildiğin zaman, işte o zaman kurursun. Sen, kendini kurutursun. Bilmez misin ki Rabbin, sana lütfederse bütün dünya bir araya gelse seni kurutamaz. Bunu bilmez misin? Suyunu yüzeye bırakmazlarsa sen kurumuş olmazsın. Sadece senin aktığını görmeyenler seni kurumuş sanacaklar, seni yok bilecekler. Bu durum Rabbinin seni örtmesidir, korumasıdır, araya perde koymasıdır. Fakat sen yine de yok olmayacaksın. Kendini yok sayma, sen akmalısın, akacaksın. Çünkü yerin dibinde yaşayan yılan-çıyan, börtü-böcek senin suyuna ihtiyaç duymuştur. Yani vazifen derinlere inmek, derinleşmek olmuştur. Buharlaşmaktan kurtulup kendini toparlamak olmuştur. “Ne de güzel akıyordum, neden şimdi durumlar değişti?” diyerek Rabbine sitem etme. İsyan etme, sen niyaz makamında değilsin, şikâyet etme. Rabbinin işine mi karışacaksın? Acizliğini bil. Rabbine ve mahlukatına isyan etme. Eğer takdir durmanı gerektirmişse sakın buna itiraz etme. Suyunu depolama, gücünü toparlama zamanı gelmiştir. Akacağım diye inat etme. Amacın görünür olmak mı, yoksa Rabbinin emrine uymak mı? Sakın hedefini şaşırma… Yeni pınarlar var ettiği için Rabbine gücenme. Ümitsizliğe kapılma. Diğer pınarlara haset etme. Diğer pınarlarla hayır yolunda yarışabilirsin ama sakın hayırlı işlerine engel olma. Suyunu diğer havzalara boşalt, diğer pınarlarla birleş ama senin adını almasını bekleme. Amacın nam salmak olmasın. Amacın suyunu akıtmak olsun. Cana can katmak, kurumuşa hayat vermek olsun. Fakat namına da kara leke sürmelerine asla müsaade etme. Sen berrak bir pınar ol. Ak, ak, ak… Hayat seni hep akarken görsün. Bekleyip bulanma, kokuşma… Mahlukata can verip, taze filizler devşir. Ey insan! Sen su kadar şeffaf ol her işinde… Ve su kadar faydalı ol her şeye… Ey insan, su kadar aziz ol! aralık 2013 / sayı 276 57 Bir Ayet Bir Yorum Kur’an’ı Kutsarken O’na Yabancılaşmak Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] “Kendilerine verdiğimiz kitabı, layık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onu tasdik edenler onlardır.” (Bakara, 2/121.) Kur’an, getirdiği dünya görüşü ile milletimizin tarihsel yürüyüşünde, kültür ve medeniyetinde temel belirleyici olmuştur. Son iki asırda toplumumuzun Kur’an kaynaklı bir kısım değer ve pratikleri tartışma alanına çekilmiştir. Hatta bunlardan bazıları toplumsal hayatta eski etkisini kaybetmiştir. Bununla beraber Kur’an, en genel anlamda Türk toplumunun ortak değerlerinden biri olma vasfını hâlâ sürdürmektedir. Pratik hayatında insanımız Kur’an’ın bazı emir ve yasaklarını yerine getirmese de, değişik vesilelerle onun kutsiyetinden ve bereketinden faydalanmayı ummaktadır. Manalarını anlamasa da onu tilavet ederek Yaratıcı’ya yaklaşmayı, O’nun rızasına ermeyi arzulamaktadır. Bazı sure ve ayetleri tekrarlayarak musibetlerden korunacağına, dertlerine çare bulacağına inanmaktadır. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim âdeta bir dua kitabı işlevi görmektedir. Türk toplumunun Kur’an’a karşı olan saygısı, bazen onun maddi varlığı bağlamında ayrı bir boyut kazanır. Bu saygı, onun içerdiği emir ve buyruklara saygıdan bağımsız bir hâl alır. Hatta talep ettiği hayat tarzıyla çelişen kuru, ruhsuz bir niteliğe dahi bürünebilir. Böylece insanlar onun buyruk- larını yerine getirmese de onu yüceltmeye devam ederler. Toplumumuzda Kur’an’a olan saygı biraz da korku ile karışık bir özellik ortaya koyar. Çünkü insanlar yemin ederken “Kur’an çarpsın” ifadesini kullanırlar. Getirdiği dünya görüşüyle rahmet ve şifa kaynağı olan Kur’an’a böyle bir anlam nasıl yüklenmiştir? Bu, dikkat çekici bir sorudur. Millet olarak biz, Kur’an’a sıradan bir kitap muamelesi yapmayız. Genelde o, bir mahfaza içerisinde tutulur. Ele alındığında öpüp başa konulur. Bir yere taşınırken gelişigüzel hareket edilmez. Belden aşağıya sarkıtılmaz. Hele hele yere konması onun kutsiyetiyle hiç de bağdaştırılmaz. Burada şu çelişkiye dikkat çekmek gerekir: Kur’an’la olan ilişkide bir taraftan onun maddi varlığını yüceltmiş; diğer taraftan ise insanlar onun muhtevasına yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla o anlaşılan, üzerinde akıl yürütülen bir kitap olmaktan gittikçe uzaklaşmıştır. Bu anlayış, günümüzde belirli ölçüde değişse de hâlâ hem halk kesiminde hem de dinî eğitim ve hizmet kurumlarında varlığını sürdürmektedir. Oysa bizim için önemli olan, bizzat Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımıdır. İnsanları muhatap alırken, amaç ve metodunun ne olduğudur? bir ayet bir yorum / diyanet aylık dergi Bilindiği gibi Kur’an’ın temel yöntemi, insanın bütün anlama ve idrak vasıtalarını harekete geçirmektir. (Kâf, 50/37.) Müslüman şahsiyeti inşa ve ihya etmeyi gaye edinen bir kitaptan bundan başkası da beklenemezdi. Kur’an’ı anlamaya, onun üzerinde inceden inceye düşünmeye davet eden onlarca ayeti burada zikretmek mümkündür. (bk. Nisa, 4/82; Muhammed, 47/24; Sad, 37/28.) İşin garip tarafı şudur ki, aklı ve kalbi harekete geçirmeye bu denli önem veren bu ilahî kelamın, anlaşılmasının hâlâ ikinci plana itilmesi ve buna gereken önemin verilmemesidir. Bu, günümüzde sahip olduğumuz meal ve tefsir imkânları düşünüldüğünde, Kur’an adına talihsiz bir gidişat ve izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bu yaklaşımın, Kur’an’ın hidayetinden Müslümanların istenilen şekilde istifade etmelerini engellediği açıktır. Yine bu hâlleriyle Müslümanların geleceğe yürümeleri ne kadar mümkündür? Öyle ya, medeniyet kaynağı olan bu ilahî kelam üzerine yoğunlaşmadan İslam medeniyeti yeniden nasıl inşa edilecektir? Bilgi ve düşünce üretiminde yarışın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir vasatta Kur’an’ı anlamadan ona dayalı bir düşünce iklimini üretmek ne derece mümkündür? Merhum Nurettin Topçu şöyle der: “Kur’an’ı çok okuyor ve az düşünüyoruz. Büyük kitap, bir musiki güftesi midir? Ne münasebet! Onu karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz… Neden Türk çocuğu, düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır da iskelete bağlanır?” (Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh, İstanbul 2010, 60.) Kur’an’la ilgili bahsedilen yaklaşım tarzı, sonraki dönemlerde oluşmuştur. Çünkü ashabın onunla olan ilişkisi kabukla değil özle; zarfla değil mazrufla; lafızla değil muhteva ile ilgiliydi. Mushaf’ın maddi varlığı onlar için ne salt bir araştırma objesi, ne de sadece bir sanat vesilesi veya kutsama nesnesi idi. Onların bütün meselesi anlamak ve yaşamak; işitmek ve itaat etmekti. Allah’ın boyası ile boyanmak, vahyin rengini almak esas gayeleri idi. (bk. Bakara, 2/138.) Kur’an’la kuracağımız ilişki, onun rahmet dünyasına yabancılaşmamız sonucunu doğurmamalıdır. Dolayısıyla Müslümanlar Kur’an’ı ibret nazarıyla okuyup anlamalılar. Aksi takdirde büyük buluşmanın, huzur-ı ilahîde hesap vermenin vahametini idrak edemeyeceklerdir. (bk. Müzzemmil, 73/17.) Ölüm sonrasında kendilerini bekleyen, aklın ve hayalin almayacağı olağanüstü güzel ve çekici cennetleri göremeyeceklerdir. Yine insanları bekleyen uykuları kaçıran türden korkutucu ve belalı cehennem hayatını yeterince fark edemeyeceklerdir. (bk. Furkan, 25/12.) Yine Kur’an’ı anlamadan ve düşünmeden okumak, onun feyzinden ve ruhaniyetinden mahrumiyete sebep olmaktadır. Çünkü bu durumda ticaret, siyaset, sanat vb. alanlarda yapılan çalışmalar bir ibadet şuuru içerisinde yapılmamaktadır. Zira Kur’an’ın ruh ve feyiz dolu ayetleri, insanların akıl ve duygularıyla buluşmamakta, do- 59 layısıyla hayatlarına kendi renk ve desenini verememektedir. Diğer taraftan Müslümanların, Kur’an’ı öğüt almak maksadıyla okumamaları, ufuklarının daralmasına, idraklerinin körelmesine sebep olmaktadır. Dini sadece bazı emir ve yasaklar bütünü olarak algılamaktadırlar. Geçmişten geleceğe yüklendikleri büyük emanet ve sorumluluğu fark edemez hâle gelmektedirler. Hayatın ve varoluşun derin anlamını unutmaktadırlar. Çünkü Kur’an’dan uzak bir hayat varlığa dar bir pencereden bakmakla eşdeğerdir. Kur’an’a yabancılaşmamak için onu hayata taşımamız gerekir. Bunun için de hayatın içinde ayetlerle ilişki kurabilecek bir vahiy kültürüne ihtiyacımız vardır. Mesela ticaret yapıyorsak, ticaret ve alışverişin Allah’ın zikrinden ve ibadetlerden alıkoymaması ayetini aklımızdan çıkarmamalıyız. (Nur, 24/37.) Yine musibetlere maruz kaldığımız bir durumda “Andolsun ki biz sizi biraz korku ve açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155.) ayetini unutmamalıyız. Hak ve adalet sorumluluğunun gittikçe unutulduğu bir dünyada “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun. Adaletle şahitlik eden kimseler olun.” (Maide, 5/8.) ikazını gerektiğinde hatırlayabilmeliyiz. Kin ve husumet duygularının depreştiği durumlarda ”Ey rabbimiz! Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma.” (Haşr, 59/10.) ayetlerini terennüm edebilmeliyiz. aralık 2013 / sayı 276 Bir Hadis Bir Yorum Peygamber’in Yetimleri Hale Çerçibaşı Diyanet İşleri Uzmanı Sehl b. Sa’d’dan nakledildiğine göre, “Allah Rasulü (s.a.s.), ‘Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.’ buyurdu ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.” (Buhari, Talak, 25.) Çölün tam ortasında, göğün en tepe noktasına geldiğinde güneş, en çok onların içini kavururdu çöl sıcağı. Gece olup, karanlık aynı çölü bağrına bastığında, soğuk çöl rüzgârları en çok onları savururdu. Kimi bir savaştan arta kalandı, kimiyse hastalıktan. Çoğu, bitmek bilmeyen kan davalarında kaybetmişti biricik babasını. Bazısı, bakımsızlık ve fakirliğe kurban vermişti tutunacak en sağlam dalını. Babasız kaldıklarından beri isimlerini unuttular, onlara bundan böyle “yetim” dendi. Yetim, yani “yalnız”, yani “tek başına”. Lügatler yalnızlıkla, muhtaçlıkla, geride kalmakla birlikte andı onların adını. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, XII, 645-646.) Yalnız lügatler mi? Adları ağır sözlerle birlikte anıldı yıllar yılı, bedenleri en ağır işlerde kullanıldı. Küçücük yürekleri, kibirli bakışlar altında ezildi. Malları talan, haklarıysa gasp edildi. Kendi babalarının mallarına varis olmaları engellendi. Enes, Abdullah, Beşir, Sehl, Süheyl ve diğerleri… Şimdi onların her biri peygamberin yetimleriydi. Bakışları peygamberin bakışlarına kenetlenmiş, onun mübarek ağzından çıkacak sözlere dikkat kesilmiş- lerdi. Öyle ki söylenecek olan onlarla ilgiliydi. Yetimlerin peygamberi, mübarek iki parmağını kaldırdı, bu defa kime, neyi müjdeleyecekti? Belli ki parmakları cennete giden yola işaret edecekti: “Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.” buyurdu Nebi ve aralarını hafifçe ayırarak işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi. (Buhari, Talak, 25.) Kanadı kırık yetimlere kol kanat gereni, onların yaralarına merhem olanı, gözlerindeki yaşı sileni cennetle müjdeliyordu Nebi. Kimsesizlerin kimsesi olanlara, gönlünde gariplere yer verenlere, Yetim Peygamber cennette, yanı başında yer ayırıyordu. Zira o, yetimliğin, bir yanı eksik bir tarafı yarım yaşamanın ne demek olduğunu herkesten iyi bilirdi. Rabbinin kendisini yetim bulup barındırdığı gibi (Duha, 93/6.), inananların da hanelerinde yetimlere yer açmalarını öğütlüyordu: “Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar arasında en kötü ev ise içinde kendisine kötü davranılan bir bir hadis bir yorum / diyanet aylık dergi yetimin bulunduğu evdir.” (İbn Mace, Edeb, 6.) Saadet asrında, haneler içinde peygamberin hanesi, yetimlerin en çok huzur buldukları yerdi. Kanadı kırık yavrular için peygamberin kanatları altında yer bulmak ne yüce bir saadetti! Öyle ki Allah Rasulü, kendi Fatıma’sı ihtiyaçları için babasının kapısını çaldığında, Bedir’in yetimlerinin daha öncelikli olduğunu söylemişti. (Ebu Davud, Harac, 19-20.) Yuva sıcaklığını hane-i saadette bulan yetimlerden biri Enes’ti (r.a.). Babasız kaldıktan sonra Medine’de annesi ile birlikte yaşayan küçük Enes, Allah Rasulü’nün hizmetine verilmiş, on yıl onun yanında bulunmuştu. Allah Rasulü, “Yavrucuğum”, (Müslim, Âdab, 31.) “Enescik” (Ebu Davud, Edeb, 1.) diye seslendiği Enes’e bir kez olsun “Öf!” bile dememiş ve herhangi bir şey için onu asla azarlamamıştı. (Müslim, Fedail, 51.) Sevgili Peygamberimiz, ashabından savaşlarda şehit düşenlerin yetimleriyle de yakından ilgilenmişti. Allah Rasulü’nün amcasının oğlu Cafer b. Ebu Talib, Mute’de şehit düştüğünde, ardında boynu bükük üç yetim bırakmıştı. Onlardan biri olan Abdullah b. Cafer, babasının şehadetiyle, kuş yavruları gibi kalakaldıklarını, Allah Rasulü’nün kendilerine sahip çıktığını, üzerlerindeki matem havasından kurtulmaları için onların evlerine gelerek perişan hâldeki kardeşleriyle beraber kendisini tıraş ettirdiğini, yıllar sonra tatlı bir anı olarak yad etmişti. (Nesai, Zinet, 57; Ebu Davud, Tereccül, 13.) Babasını Uhud Savaşı’nda kaybeden gözü yaşlı Beşir’i de Allah Rasulü teselli etmiş, ona “Ben senin baban olayım, Âişe de annen olsun istemez misin?” diyerek bu mahzun yavrunun gönlünü en güzel şekilde almayı başarmıştı. (İbn Hacer, İsabe, I, 302.) Babasının yerine Allah Rasulü’nü koyan Beşir, artık Medine’de bulunan tüm çocukların olmayı arzu ettikleri bir yerdeydi. Enesler, Abdullahlar, Beşirler… Her biri saadet asrında ayın etrafını çevreleyen hale misali Allah Rasulü’nün etrafında kendilerine yer edinmişlerdi. Her biri Allah Rasulü’nün engin merhametinden nasiplenmiş, Peygamber’in (s.a.s.) yetimleri olma saadetine ermişlerdi. Bugün de şefkat dolu bir bakışın hasretini çeken, kuytularda anılmayı bekleyen, çaresizliğin 61 belini büktüğü yetimler var ve onların her biri inananlara Peygamber’in (s.a.s.) emaneti… Yetime şefkat, imanın üzerimize yüklediği bir kulluk, bir ümmet görevi. Ancak bugün perdelenmiş gözlerimizle onları göremez, kaskatı kesilmiş yüreklerimizle onların acısını hissedemez olduk. Kibirden başımızı indiremediğimiz için yetimlerin gözyaşlarını silemez olduk, onlarla aynı dünyada yaşadığımızı unuttuk. Nefsimiz sarp yokuşlarda kaldı da onları aşamaz olduk. (Beled, 90/12-14.) Dünyalıklarla doldurduğumuz yüreğimizde yetime, yoksula, kimsesize yer bırakmadık, kimseye acıyamaz olduk. Göz pınarlarımızı kuruttuk, kimse için ağlayamaz olduk. Oysa katı kalpliliğin şifasının yetim başı okşamak olduğunu haber vermişti Nebi. (İbn Hanbel, II, 387.) Şefkatle yetimin başını okşayana ellerinin değdiği saç teli sayısınca mükâfat verileceğini müjdelemişti. (İbn Hanbel, V, 250.) Yetime kol kanat gerenle cennette komşu olacağını haber vermişti. (Buhari, Talak, 25.) Sevgili Peygamberimizin yetimleri onun yanı başındaydı. Ve bizler, yetimlerimize yakınlığımız kadar yakınız Rasul-i Ekrem’e. Peki, bizim yetimlerimiz nerede? aralık 2013 / sayı 276 din görevlisinin hatıra defterinden Tık Tık… Kimse Yok Mu? Kim O! “Mutluluklar paylaşınca çoğalır, üzüntüler paylaşınca azalır.” Paylaşmayı taç edinmiş en yüce ruhun ümmetiydik. Ekmeği paylaşmak bile ekmeğin kendisinden daha tatlıydı. Paylaştıkça nasibi çoğalıyordu en kıtlık zamanların… havayı-duayı, derdi-dermanı, mutluluğu-hazzı, hüznüözgürlüğü, kardeşliği-dostluğu paylaşmak güzeldi. Tülay Çankaya Din Hizmetleri Uzmanı/Amasya Müftülüğü El uzattı… Dertliydi, elini uzattı… Güvenle… Biliyordu ki: “Müslüman, Müslümanın elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir.” (Buhari, İman, 4-5; Müslim, İman, 64; Ebu Davud, Cihad, 2; Tirmizi, Kıyame, 52.) El uzattık… Çünkü “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, ihanet etmez, yalan söylemez ve onu sıkıntıda bırakmaz. Müslümanın kanı (canı), namusu ve malı aralık 2013 / sayı 276 dokunulmazdır, saygındır…” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Birr, 18.) öğretildi bizlere. Paylaşmalıydık… Çünkü hep kulağımızda yankılanan bir cümle vardı. “Mutluluklar paylaşınca çoğalır, üzüntüler paylaşınca azalır.” Paylaşmayı taç edinmiş en yüce ruhun ümmetiydik. Ekmeği paylaşmak bile ekmeğin kendisinden daha tatlıydı. Paylaştıkça nasibi çoğalıyordu en kıtlık zamanların… havayı-duayı, derdi-dermanı, mutluluğu-hazzı, hüznü- din görevlisinin hatıra defterinden / diyanet aylık dergi özgürlüğü, kardeşliği-dostluğu paylaşmak güzeldi. Böylece el ele, halka halka büyüdük, sert topraklara dahi kök saldık. Yüreğimizden, dilimizden dökülen: “Milletimin hizmetinde yaya değil atlıyım Farklıyım ben cahillerden hem de çift kanatlıyım Ayıramam dünyayı ukbadan bir lahza ben Bu birlik ruhu ile ben Rabbim’den beratlıyım.” dizeleri hep canlı kaldı, dilimizden aktı dertli gönüllerin devası uğruna… Hassas olmalıydık, dik durmalıydık. Hani Mevlana diyor ya; “Ya kırdığın gönlü Allah seviyorsa? Bilemezsin, bilseydin ödün kopardı; dokunamazdın.” Korkmadık, dokunduk hassasça gönül iklimine uzanan ellerin. Karınca kararınca başardık, ferahlattık, su serptik… Dua edin geçer dedik, ağlayın, sıkmayın kendinizi dedik, çözüm yolunu kendi bulsun diye ufuk açtık. Dua etmeyi ve ağlamayı bilen kadınlar güçlü olurlar aslında, bunu öğrettik. Kimi öğrencimizdi, 14-15 yaşlarında ya da 65-70. Kimi müftülüğümüzdeki odamıza, evimize, kursumuza gelen Rabbimizin misafiriydi. Din gönüllüsü olarak başladığımız bu yolda, karşılığını zerre zerre vermeliydik, aldığımızın. Hatta aldığımızdan daha fazla vermekti Allah rızası… Peygamberin irşat dallarını paylaşmıştık bölüp bölüp, kursta Kur’an öğreticisi, kürsüde vaize, masa başında telefon ucunda fetva hattı, aile irşat odasında kucak açan gönüllerdik biz. Biz de kadındık, biz de eştik, biz de ev Fotoğraf: Burhan Çimen hanımı, biz de anne, biz de gelindik. İnancımızla ve kendi tecrübelerimizle yoğurduğumuz dünyamızı açtık onlara. Gelin dedik, ne olursanız olun gelin… Aile olalım… İrşat olalım… Huzur bulalım… aralık 2013 / sayı 276 63 örnek hayatlar Osmanlıyı Cihana Duyuran İmam: Dursun Fakih Osman Gazi’nin yanında bulunan, onunla savaşlara katılan ve orduda imamlık yapan Dursun Fakih, Karacahisar’ın, bugünkü Eskişehir’in merkez bucağının bir köyü olan Karacaşehir’in fethinden sonra -fetihle birlikte kiliseden çevrilen camide- Osman Gazi adına bağımsızlık anlamında ilk cuma hutbesini okudu. İsmail Özgören “Gökten indi Cebrail virdi selâm Elçiliğe gönder âdem ya İmam” Dursun (Tursun) Fakih; şair, tefsir, hadis, fıkıh âlimi ve Şeyh Edebali hazretlerinin damadı, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağı (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, s. 7.) ve Osmanlının cihan devleti olduğunu ilk hutbeyle ilan eden kişidir. (İslam Ansiklopedisi, c.10, s. 7.) Kaynakların bazılarında Dursun Fakih’in ismi, Dursun Fakı, Tursun Fakıh ve Dursun Fakih olarak geçmektedir. Dursun Fakih’in şemaili “Seyrek sakallı, gözlerinin içi hep gülümsüyormuşçasına dostça bakan” biri olarak tarif edilir. (Destanlarla Büyük Veli Şeyh Edebali, s. 43.) Doğum tarihi bilinmemekte, ölüm tarihi hakkında ise birkaç farklı görüş vardır. aralık 2013 / sayı 276 Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma’da Dursun Fakih’ten bahsederken onun aziz birisi olduğunu şu şekilde dile getirmiştir: “…Zira bu Dursun Fakih bir aziz kişi idi. Halka imamet ederdi, Edebali’ye dahi aşina idi.” Solakzade de onun için “Dursun Fakih adında bir faziletli adam…” şeklinde bir ifade kullanır. (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti Mesnevileri, s. 7.) Çeşitli ilimleri, Hocası Şeyh Edebali’den tahsil edip tefsir, hadis ve fıkıh (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, s. 8.) alanında âlim, tasavvufta da yüksek derecelere sahip olmuştur. O, hocasına mürit olmasının yanında, hocasının onu tarikata intisabını da sağladığı ve Ebu’l Vefa el-Bağdadi’ye nispet edilen Vefaiyye Tarikatı mensubu olduğu bilinmektedir. Ebu’l Vefa el-Bağdadi’nin Türk olması, 13 ve 14. yüzyılda Dede Karkın, örnek hayatlar / diyanet aylık dergi Geyikli Baba gibi şahsiyetlerin bu tarikata mensup olması; Şeyh Edebali’nin de Vefaiyye Tarikatı’nın içinde bulunması Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gösterdiği fonksiyon açısından önemlidir. (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, Mesnevileri, s. 4-8.) Osman Gazi’nin yanında bulunan, onunla savaşlara katılan ve orduda imamlık yapan Dursun Fakih, Karacahisar’ın, bugünkü Eskişehir’in merkez bucağının bir köyü olan Karacaşehir’in fethinden sonra -fetihle birlikte kiliseden çevrilen camide- Osman Gazi adına bağımsızlık anlamında ilk cuma hutbesini okudu. (Alptekin, Ali Berat, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, s.68.) Hutbe okumak ve sikke darp etmek o dönemde saltanat alametidir. Dursun Fakih, Osman Gazi’nin cihat hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile gazalara katılıyor hem de namaz vakitlerinde gazilere namaz kıldırıyordu. Ayrıca gazilerin dinî meselelerdeki suallerini de Dursun Fakih çözüyordu. Bu hususiyetleri ile onun, Osmanlı Devleti’nin resmî olmamakla beraber ilk kazaskeri, hüviyetini taşıdığı anlaşılmaktadır. Dursun Fakih, okuduğu hutbelerde vaaz ve nasihatlerinde gazilerin gaza şevkini artırıcı sözler söylerdi. Resulüllah Efendimiz’in ve onun mübarek ashabının güzel ahlakını ve örnek yaşayışlarını anlatırdı. Bu mübarek âlimin söz ve dualarının bereketi ile Osman Gazi’nin seçme yiğitleri, Allah Teala’nın dinini yaymaya, insanlara merhametli davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı ameller işlediler. Nefislerini terbiye edip, ebedî saadete kavuşmak için gayret gösterdiler. (Ecer, A. Vehbi, İlk Osmanlı Kadısı Dursun Fakih, s. 23-29.) “Koma Allah’ı dilinden bir nefes Andan artuk kılma nesneye heves” Şeyh Edebali’nin Vefaiyye tarikatına mensup olduğunu belirtmiştik. Bu tarikat, Şazeli Dursun Fakih Türbesi tarikatının bir koludur. Dursun Fakih de onun yanında yetişen öğrencisi ve damadıdır. Şeyh Edebali bazen Dursun Fakih’e “Dursun Can” (Destanlarla Büyük Veli Şeyh Edebali, s. 58.) diyerek, kendisine yakın olduğunu bu sözle ifade eder. Osmanlı Devleti’nde Osman Bey zamanında fetva işlerine Şeyh Edebali, yargı işlerine Dursun Fakih bakardı. (www.diyanet.gov.tr) Şeyh Edebali’nin vefatından sonra onun zaviyesinde şeyhlik makamına Dursun Fakih oturdu. 1331'de İznik, Orhan Gazi tarafından alındıktan sonra Bilecik kadısı olan Çandarlı Kara Halil, İznik kadılığına getirildi. Bu tarihten itibaren Dursun Fakih'e de Bilecik kadılığı vazifesi verildi. Dursun Fakih'in bu görevde iken vefat ettiği (1326 h. veya 1327 h.) tahmin olunmaktadır. (Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, Mesnevileri, s.10; Tursun Fakih, Hayatı ve Edebî Şahsiyeti, s.10.) Dursun Fakih’in mezarı, Bilecik’in Söğüt ilçesinin Küre Beldesi’nde Dursun Fakih Tepesi diye adlandırılan yerde bulunmaktadır. Karaman, Karacahisar ve Bilecik’teki Şeyh Edebali türbesinde ise makam türbesi vardır. aralık 2013 / sayı 276 65 fıkıh köşesi Din İşleri Yüksek Kurulundan Bir camide aynı gün iki defa cuma namazı kılınabilir mi? Asıl olan, cuma namazının bir camide bir defa kılınmasıdır. Dolayısıyla meşru bir mazeret veya zorunluluk yok iken aynı camide cuma namazının tekrarlanması uygun değildir. Ancak, yer darlığı ve benzeri meşru bir mazeretin bulunması hâlinde başka bir imamla birlikte aynı camide ikinci defa cuma namazı kılınabilir. Seferiliğin başlangıcı nasıl belirlenir? Dinen sefer sayılacak mesafedeki bir yere gitmek üzere yola çıkan kişi, bulunduğu şehrin belediye sınırlarından çıkınca misafir hükmünde kabul edilir. Bu kimse yolculuk hüküm ve ruhsatlarından yararlanmaya başlar. Buna göre, yolculuğa çıkıp belediye sınırlarını geçen kimse dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar. Günümüzde şehirler genişlemiş, İstanbul örneğinde olduğu gibi, iki ucu arasındaki mesafe neredeyse sefer mesafesi olacak kadar genişlemiştir. Günümüzde, bu gibi kentlerde seferiliğin, otogardan veya istasyondan ya da bulunduğu semtin sınırlarından başlayacağı yönünde görüşler vardır. aralık 2013 / sayı 276 Seferi olan kişi cemaate namaz kıldırabilir mi? Seferi kimse, hem seferi olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferi olan kişi dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılacağı için, böyle bir kimse cemaate namaz kıldıracağı zaman namaza başlamadan önce, “Ben seferiyim, ikinci rekâtın sonunda selam vereceğim. Ben selam verince siz selam vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” uyarısında bulunması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber Mekke fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları misafir olarak (kasrederek) kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Salatü’l-Müsafir, 10.) Hz. Ömer (r.a.) de aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rekâtlı farzları iki rekât olarak kıldırmış ve mukim cemaate: “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz.” demiştir. Seferi olan bir kimse mukim imamın arkasında namazını nasıl kılar? Seferi olan bir kimse mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar. Zira Rasulüllah (s.a.s.), “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur.” (Buhari, Salat, 18.) buyurarak, cemaatin namazının imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferi olan kişi, vakit içinde mukim bir imama uyup namazını tamamlamadan selam verirse, kıldığı bu namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı bozulan kişi aynı namazı yeniden tek başına kılarken dört rekât olarak değil iki rekât olarak kılar. fıkıh köşesi / diyanet aylık dergi Asr-ı evvel ve asr-ı sani ne demektir? Ülkemizde ikindi namazı hangisine göre kılınmaktadır? Kelime olarak asr-ı evvel; ilk ikindi, asr-ı sani de ikinci ikindi demektir. Dinî bir terim olarak asr-ı evvel; fey-i zevalden yani güneşin tam tepe noktasına gelip, cisimlerin gölgesinin en kısa olduğu hâlden başka her cismin gölgesinin kendi misline ulaştığı zamana denilir. Asr-ı sani, fey-i zevalden başka her şeyin gölgesinin kendisinin iki katına ulaştığı zamandır. İmam Ebu Hanife’ye göre asr-ı sani öğle namazının son, ikindi namazının da ilk vaktidir. Yani öğle namazı bu vakte kadar kılınabilir. İkindi namazının vakti de bu esnada girer. İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhep imamına göre ise, asr-ı evvel ile öğle namazının vakti çıkmış ve ikindi namazının vakti girmiş olur. Ülkemizde takvimlerdeki ikindi vakti, asr-ı evvele göre hazırlanmıştır. Cuma namazında hutbeye yetişemeyen kimsenin namazı geçerli midir? Cuma namazında hutbe, namazın sahih olmasının şartlarından biridir. Hutbe okunmadan kılınan bir cuma namazı sahih değildir. Bu nedenle hutbe okunurken en az bir erkeğin hazır bulunması gerekir. Ancak cuma kılabilmek için hutbeye yetişmek ve dinlemek şart değildir. Buna göre, mazeretine binaen okunan hutbeye yetişemeyen veya hutbeyi duymayan kişinin kıldığı cuma namazı sahih olur. Hutbeyi dinlemeye yetişemeyen kimse, cuma namazının ikinci rekâtına bile yetişse, imam selam verdikten sonra ayağa kalkıp bir rekât daha kılarak cuma namazını tamamlar. Sabah namazı imsak ile birlikte kılınabilir mi? İmsak vakti, (başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti), fecr-i sadıkın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Artık (ramazan gecelerinde) eşlerinize yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (Bakara, 2/187.) buyrulmaktadır. İmsak vakti ile sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah namazı kılınabilir. Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira Cebrail´in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) imamlık ettiğine ilişkin hadise göre Cebrail sabah namazını birinci günde tan yerinin ağarmasıyla, ikinci günde de ortalık tamamen ağarıp güneş doğmak üzereyken kıldırmış ve “Bu iki vaktin arası, senin ve senin ümmetin için sabah namazının vaktidir.” (Nesai, Mevakit, 10, 2; Muvatta, Vükût, 3.) demiştir. Cuma namazında iç ezanı okumanın hükmü nedir? Cuma günü öğle vaktini bildiren ezan, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatip minbere çıktıktan sonra okunmaktaydı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezanın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir. Hz. Osman döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezan okutulmaya başlandı. Hz. Peygamber’in uygulaması olan iç ezanı okunmaya da devam edildi. aralık 2013 / sayı 276 67 hikmet penceresi Tekfir Meselesine İrfani Gelenekten Farklı Bir Bakış İnsanlık tarihinde gönderilen peygamberler ve kitaplar aslında insanın bu fıtri yapısını muhafaza etmeye matuftur. En son vahiy Kur’an-ı Kerim’de taklit ve taassubun tenkit edilmesi ve aklı işlevsel hâle getirmeye vurgu yapılması bunun açık bir delilidir. Dr. Adil Bor İstanbul Haseki Dinî Yüksek İhtisas Eğitim Merkezi Olaylara farklı bakmak ve herhangi bir olguyu veya metni farklı yorumlamak insan yapısının doğal bir sonucudur. İnsanın akli yapısı, tabii olgular ve sosyal olaylar buna zemin hazırlamaktadır. Bu, haddizatında olumsuz bir durum değildir. Bilakis insana tevdi edilen yeryüzünün imarı için gereklidir. Çünkü hakikatın keşfi, ilim ve teknolojide ilerleme ve medeniyetin inşası ancak insanın bu yapısının inkişafıyla mümkündür. Dolayısıyla insan ancak bu fıtri yapısını işlevsel hâle getirmekle gelişebilir ve insanlık yararına faydalı eserler ortaya aralık 2013 / sayı 276 koyabilir. Nebevi değerlerde olay ve olguları farklı yorumlamanın rahmet sayılması, insanın farklı düşünebilme veya yorumlayabilme özelliğine bir vurgudur. İnsanlık tarihinde gönderilen peygamberler ve kitaplar aslında insanın bu fıtri yapısını muhafaza etmeye matuftur. En son vahiy Kur’an-ı Kerim’de taklit ve taassubun tenkit edilmesi (Zuhruf, 43/22.) ve aklı işlevsel hâle getirmeye vurgu yapılması (Yunus, 10/100.) bunun açık bir delilidir. İslam tarihinde neşvünema bulan farklı fıkhi ekoller, felsefi ve tasavvufi anlayışlar bunun bir sonucu- hikmet penceresi / diyanet aylık dergi dur. Bu farklı yorumlar aynı zamanda İslam medeniyetinin farklı karelerini meydana getirmektedir. Ancak tarihî süreçte aklı ve irfanı bir kenara bırakan dindarlık anlayışından dolayı rahmet sayılan farklı yorum ve bakış açıları olumsuz karşılanmaya başlandı. Bunun bir sonucu olarak basit bazı yorum farklarından karşılıklı tekfir ithamları ortaya atıldı. Bu dışlayıcı ve ayrıştırıcı anlayış (tekfir) bazı hadislerle de desteklendi. Bu hadislerden biri de fırka hadisi olarak şöhret bulan hadistir. Bu hadiste şöyle denilmektedir. “Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birisi dışında hepsi ateştedir. O hangisidir diye sorulduğunda, o da benim ve ashabımın sahip olduğu dinî anlayışa sahip olandır şeklinde diye cevaplandırdı.” (Tirmizi, İman, 18.) Bir kısım Müslümanlar bu hadisi delil göstererek kendilerini fırka-i naciye (Kurtuluşa ermiş grup) ve kendileri gibi düşünmeyenleri fırak-ı dalle (hak yoldan çıkmış gruplar) olarak telakki ettiler ve hepsinin cehenneme gideceklerini belirttiler. Böylelikle sanki fırka-i naciye olarak düşünülenlerden hiç kimse cehenneme gitmeyecektir. Diğer taraftan bidat ehli ve sapık olarak düşünülen fırkaların sürekli cehennemde kalacakları imajı oluşturuldu. Ancak söz konusu hadisin üslubu incelendiğinde bunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. İrfani anlayışın öncülerinden olan ve aynı zamanda ikinci bin yılın müceddidi kabul edilen İmam er-Rabbani, bu hadisten kastedilen manayı çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. O, bu konuda şunları söylemektedir: “Hadiste geçen ‘biri hariç hepsi ateştedir’ cümlesi, söz konusu fırkaların belaralık 2013 / sayı 276 69 70 hikmet penceresi / diyanet aylık dergi İmam Rabbani, farklı yorum ve bakış açısından dolayı insanların tekfir edilmemesi görüşünü benimsemiştir. Bunun anlamı, Kur’an ve sünnete inananların, bütün farklılıklarıyla birlikte mümin ve dolayısıyla kardeş olduklarıdır. İmam Rabbani’nin bu tespitiyle bütün farklılıklarıyla birlikte Müslümanların birliğini ve dostluğunu savunduğunu söylemek mümkündür. li bir müddet cehennemde kalacaklarını ifade etmektedir. Çünkü cehennemde sürekli kalmak imanın değil, küfrün bir özelliğidir. Dolayısıyla bu konuda söylenebilecek en son söz, bunların akidelerinin bozuk olmasından dolayı hepsinin cehenneme gidecek ve orada hataları kadar kalacak olmalarıdır. Fırka-i naciye ise; inançları azaptan kurtarmayı gerektirdiğinden onlardan günah işleyip tövbe etmeyenler günahları kadar cehennemde kalıp azap göreceklerdir. Buna göre fırka-i naciyeden günah işleyenler ve diğerleri ise toplu hâlde cehenneme gidecekler ve belli bir müddet sonra da cennete gideceklerdir.” (İmam Rabbani, Mektubat, II, 53.) Görüldüğü üzere İmam er-Rabbani bütün Müslüman fırkaları mümin olarak görmekte ve sonuçta hepsinin cennete gideceklerini belirtmektedir. Daha sonra İmam er-Rebbani, bidat fırkalarının kıble ehlinden oldukları için tekfir aralık 2013 / sayı 276 edilmelerinin doğru olmadığını söylemekte ve bu konuda âlimlerin şu görüşünü nakletmektedir: “Bir meselede herhangi birinin yüzde doksan dokuz tekfirini gerektiren bir durum söz konusu olsa fakat yüzde bir ihtimalle onun mümin olduğunu ifade eden bir tevil imkânı varsa bu durumda yüzde birlik bu tevil tercih edilmeli ve söz konusu kişi tekfir edilmemelidir.” (İmam Rabbani, Mektubat, II, 53.) Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İmam Rabbani, farklı yorum ve bakış açısından dolayı insanların tekfir edilmemesi görüşünü benimsemiştir. Bunun anlamı, Kur’an ve sünnete inananların, bütün farklılıklarıyla birlikte mümin ve dolayısıyla kardeş olduklarıdır. İmam Rabbani’nin bu tespitiyle bütün farklılıklarıyla birlikte Müslümanların birliğini ve dostluğunu savunduğunu söylemek mümkündür. Netice itibarıyla Kur’ani ve nebevi değerlerde asıl olan yeryüzünde barışı, kardeşliği, dostluğu ve adaleti ikame etmektir. Bu ise tarihsel süreçte Kur’an ve sünnet etrafında meydana gelmiş yorumları değil, onların ihtiva ettiği ahlaki ve insani değerleri savunmakla mümkün olabilir. İnsan onuru, hak, adalet ve gelişmek ancak böyle gerçekleşebilir. Tarihte yaşanmış kavgaları, yorum farklılıklarını ve dışlamayı (tekfir) güncellemek bunu olumsuz etkilemektedir. Buna göre yorumlar asl ve söz konusu ve İslam’ın temel değerleri feri‘ olarak kabul edildiğinde İslam dünyasında tevhit yerine tefrika hâkim olacaktır. Bu nedenle Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği bilgi, hikmet, hak, adalet, taakkul, ahlaki, irfani ve insani değerler vb. edilmelidir. Mezhebi ve meşrebi yorumlar ise takdir olunmalıdır. Sonuç itibarıyla ehlisünnet ve selef, dışlayan değil birleştiren (cemaat) bir anlayışa sahiptir. islamla yeniden doğanlar Seyfü’l-İslam Et-Tıhami (Mısırlı, Eski Papaz Yardımcısı) Haz: Prof. Dr. Abdülaziz Hatip 30.07.1980’de Kahire’de Hristiyan bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Ermeni Katolik, annesi ise İncili (Evanjelik) idi. Babasının amcasının kızı, Ermeni Rahibeler Okulu’nda rahibe olarak çalışıyordu. Dayısı Evanjelik bir kilisede papazdı. İki tane ablası vardı. Katıksız bir Hristiyanlık terbiyesiyle büyüdü. Bundan sonraki aşamada ihtida öyküsünü bizzat kendisinden dinleyelim: “Alemlerin Rabb’ine hamd, Rasulü Muhammed’e en güzel salat ve selamlar olsun. Çocukluğumdan itibaren her pazar günü ve her bayramda kiliseye giderdim. Ayrıca kimse beni zorlamadığı hâlde canımın istediği başka vakitlerde de sık sık kiliseye giderdim. Oraya gitmeyi seviyordum. Özellikle orada icra edilen ayinleri seyretmek, okunan dua ve ilahileri dinlemek hoşuma giderdi. Çocuklar için düzenlenen gezilere katılmak, izci kamplarına iştirak etmek ve oyunlar oynamak, orayı benim için çok daha çekici hâle getiriyordu. Ermeni Nobaryan okuluna kaydedilmiştim. Bu, sadece Ermeni çocuklarının okuyabildiği ve ana sınıfından kiliseye kadar tüm öğrencilerinin sayısı 125 kadar olan bir okuldu. Her sabah okulun önünde sıra olurken toplu hâlde dua ederdik. Okulumuzun bir kilisesi vardı ve öğretmenlerin büyük çoğunluğu Hristiyan’dı. Şartlarımdan anlaşılacağı üzere mahallede bir iki komşu ve çocuklarından başka Müslümanlarla hiçbir ilişkim yoktu. Vaktimin büyük kısmını kilisede geçirirdim. Kilisede ayin ve dualar esnasında papaza yardım ederdim. Liseye kadar bu durumum böyle devam etti. Bundan sonra kiliseyle ve din adamlarıyla irtibatım daha da kuvvetlendi. Bundan da cidden çok mutluydum. Çünkü en yakın dost ve yardımcıları olmuştum. Ayin sırasında İncil okumak, papazın okuyuşuna karşılık kasım aralık 2013 / sayı 276 275 72 islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi Allah’ın kulları için seçtiği, onları onurlandırdığı ve uymaya çağırdığı bu yüce dine gönlüm ısındı. Ezelden ebede kadar Allah’a hamd olsun. Allah’a sonsuza kadar hamd olsun. İslam nimetini nasip ettiği için Allah’a hamd olsun. Zaten nimet olarak İslam yeter. vermek, ayine iştirak edenlere mum vb. adaklar ve şarap getirmek vs. gibi hizmetlerde bulunurdum. Bir gün Müslüman bir arkadaşımla oturuyorduk, bana, “Müslüman olmayacak mısın?” dedi. “Neden Müslüman olacakmışım? Sen niye Hristiyan olmuyorsun? Dedim. Bana, “Siz Allah üçün üçüncüsüdür. Hz. İsa, Allah’ın oğludur diyorsunuz. Hz. İsa’ya bunun gibi iftiralarda bulunuyorsunuz.” “Tüm bunları nereden biliyorsun? İncilleri okudun mu ki?” dedim. “Hayır dedi, fakat tüm bunları Kur’an söylüyor.” Bunlar ilk defa duyduğum, çok ilginç şeylerdi. Kur’an dinimizde olan bu şeyleri nasıl biliyordu? Hz. İsa hakkındaki bu inançlarımızın küfür olduğunu ve cehenneme götüreceğini nasıl söylüyordu? O andan itibaren bende bir tereddüt başladı. Bu konu üzerinde derin düşünmeye başladım. Sonra İncil’i bir defa daha, fakat bu kez muhakememi kullanarak okudum. Daha önceki okumalarım körü körüne imiş. Hz. İsa’nın nesebi konusunda korkunç tutarsızlıklar dikkatimi çekti. Hz. İsa’nın kâh tanrı olduğunu, kâh tanrının elçisi olduğunu yazıyordu. Ben de kendi kendime soruyordum: aralık 2013 / sayı 276 “Gerçekte Mesih kimdir? Bir peygamber mi? Allah’ın oğlu mu? Yoksa Allah’ın kendisi mi?” Tüm bu sorularım cevapsız kalıyordu. Kafama takılan bu soruları, ikna edici cevaplar bulmak amacıyla papaza götürüyordum. Fakat hiçbir soruma beni rahatlatacak bir cevap bulamıyordum. İçimden kesin kararımı verdim: Benim gibi bir insan olan papaza günah itirafında bulunmayacaktım. İsa’nın kanı diye şarap içmeyecek, onun eti diye ekmek yemeyecektim. Hz. İsa’nın bir insan olması dolayısıyla tanrı olamayacağına, olsa olsa bir nebi olabileceğine inandım. O tanrı olamazdı, çünkü Tanrı’nın, insan sıfatlarından farklı ve üstün özel kemal sıfatları vardı. İncil’i okurken, kaydedildiği gibi “Rabbimiz İsa Mesih” dememeye, sadece “İsa Mesih” deyip geçmeye başladım. Fakat yine de aradığım iç huzuru bulamıyordum. İnanacağım dinde bunun da yeterli çözüm olmadığını hissediyordum. O sırada ve hayatımın o kararsız günlerinin birinde evde oturmuş ders çalışıyordum. Evimizin tam arkasında bir cami bulunuyordu. Aylardan ramazandı. Teravih namazından sonra getirilen tekbir ve dua sesleri yükselip kulağıma kadar geliyordu. İmamın okuduğu Kur’an’ın sesi, odamdan işitiliyordu. Güzel ve gönül okşayıcı bir sesti. Bana haz veren bir sesti. Fakat okunanların Kur’an ayetleri olduğunu o an için henüz bilmiyordum. Allah’ın gönlümü İslam’a açtığı an gelmişti artık. Bir pazar günüydü, kilisede ve ayinin yapılacağı salonda bulunuyordum. Ayinde, cemaatin huzurunda okuyacağım İncil pasajlarını tekrar ediyor, hazırlık yapıyordum. Bu sırada kendi kendime sordum: Okurken, “Rabbimiz İsa Mesih mi diyeyim, yoksa sadece, “İsa Mesih” diye mi okuyayım. Çünkü bana göre o tanrı değil, bir peygamberdi. Fakat o kelimeyi atlasam insanlar durumu fark edecekti, fakat vicdanımın itiraz sesine rağmen nasıl o kelimeyi söyleyebilirdim ki? Sonunda şu karara vardım. İnsanların huzurunda okurken İncil’i olduğu gibi okuyacak, yalnız kaldığımda ise gerekli gördüğüm o islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi değişikliği yapacaktım. Ayin başladı ve İncil’i okuyacağım an geldi. “Rabbimiz İsa Mesih” ifadesine kadar aynen okudum. Oraya gelince, dilim bir türlü aynen okumaya varmadı. Elimde olmayarak “Rabbimiz” kelimesini atladım. Papaz bu tutuma şaşırdı. Eliyle oturmam için işaret etti. Okumayı kestim ve oturdum. Hiçbir şey olmamış gibi ayin devam etti. Ayin bitince özel odamıza geçtim. Orada papaz bana, niçin böyle yaptığımı, neden İncil’i olduğu gibi okumadığımı sordu. Cevap vermedim. Sadece, eve gidip istirahat etmek istediğimi söylemekle yetindim. Eve gittim. Odama çekildim. Büyük bir dehşet içindeydim. Niçin böyle yaptım? Ne oldu bana öyle? O günden itibaren, önceleri her gün uyumadan önce okuduğum İncil’i okuyamaz oldum. Ne ayinden ne duadan ne de kiliseden bir haz alıyordum artık. Hâlimi düşünmeye başladım. Bundan sonra, karşılaştırmalı dinler tarihi kitaplarını ve özellikle Hz. İsa’nın hayatını konu alan İslami kitapları ciddi bir şekilde okumaya başladım. Bu arada daha önce bilmediğim bir gerçeği de öğrenmiş oldum: Hz. Muhammed’in, Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit’te (İncil) haber verildiği gerçeği… Dikkatimi çeken bir nokta da şu oldu: Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem, Kur’an’da son derece yüceltici ifadelerle anılıyordu. Kur’an’a göre Hz. İsa peygamberdi. Allah, “ol!” demiş, o da oluvermişti. O Allah’tan bir ruhtu. Elimizdeki İncillerin tahrif edildiğine ve içlerinde çok katıştırmaların bulunduğuna kesin kanaat getirdim. Yine bildim ki biricik hak din İslam’dır. Allah, İslam’dan başka bir dini kabul etmez. Cehennemden kurtuluş ve cennete ulaşmanın tek yolu odur. Bu okumalarımın ardından bir kitapçıya gittim, bizzat incelemek için bir Kur’an-ı Kerim aldım. Okumaya başladığımda önceleri fazla anlayamadım. Fakat okudukça içimde tuhaf bir rahatlama hissediyordum. Allah’ın kulları için seçtiği, onları onurlandırdığı ve uymaya çağırdığı bu yüce dine gönlüm ısındı. Ezelden ebede kadar Allah’a hamd olsun. Allah’a sonsuza kadar hamd olsun. İslam nimetini nasip ettiği için Allah’a hamd olsun. Zaten nimet olarak İslam yeter. Beni hayrete düşüren bir sürpriz de şu oldu: Kız kardeşlerime Müslüman olduğumu söylediğimde, onların bu konuda beni geçtiklerini gördüm. Hiçbiri bana itiraz etmedi. Hepimize birden İslam’ı nasip eden Allah’a hamd olsun. “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna şahitlik ederim” diyerek kelime-i şehadet getirdim. Yeniden doğmuş gibiydim. Ne güzel dindir bu! Doğurmayan, doğmayan, bir ve tek olan, eşi ve benzeri bulunmayan Allah ne büyük Rab’dir! “Hamd olsun Sana Allah’ım! İzzetim de şanım da Senin yanındadır. Sen, Sana ümit bağlayanı asla mahrum etmezsin. İman ve İslam nimetinden dolayı Sana hamd olsun. Allah’ım, imanımda beni sabit eyle! Bu dünyadaki son sözümün, “La ilahe illallah Muhammedün Rasulüllah” olmasını nasip eyle! Bu inanç doğrultusunda yaşamayı, onunla dünyaya gözümü yumup huzuruna varmayı lütfet! Ve peygamberlerin en seçkini, nebilerin önderi Hz. Muhammed’e kıyamete kadar bolca salat ve selam eyle!” Kaynak: Abdurrahman Mahmud, s. 143-149 aralık 2013 / sayı 276 73 74 kur'an kavramları / diyanet aylık dergi Kur'an Kavramları Nikâh ve Zina Doç. Dr. İsmail Karagöz Rehberlik ve Teftiş Başkanı Yüce Allah, her çeşidi ile zinayı çok kötü, çok çirkin, edep dışı ve isyan olan bir eylem olarak gördü ve haram kıldı. Aynı şekilde zinaya vasıta olan söz, eylem ve davranışlar da yasaklandı. “Nikâh” kelimesi sözlükte iki şeyin birbirine tedahül etmesi anlamına gelir. En eski dilbilimcilerden biri olan İbn Faris, Mu’cemü Mekâyisi’l-Lüga, adlı eserinde “n-k-h” maddesinin kök anlamının “cima, cinsel ilişki” olduğunu söylemiştir. Ebu’-Ferac İbnü’l-Cevzi, Nüzhetü’l-A’yüni’n-Nevazır fi İlmi’l-Vücuhi ve’n-Nezair adlı eserinde “nikâh” kelimesinin asıl anlamının, “cinsel ilişkide bulunmak”, mecazi anlamının ise “evlilik sözleşmesi yapmak” olduğunu, kelimenin evlilik sözleşmesi anlamında kullanılmasının cinsel ilişkiye vasıta olması sebebiyle olduğunu söylemiştir. Rağıb el-İsfehani ise, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an adlı eserinde “nikâh” kelimesinin asıl anlamının “evlilik sözleşmesi”, mecazi anlamının “cima, cinsel ilişki” olduğunu söylemiştir. “Nikâh” kelimesi sözlük anlamına paralel olarak Kur’an-ı Kerim’de evlilik (Nisa, 4/3.), cinsel ilişki (Bakara, 2/230.), evlilik ve cinsel ilişki (Nisa, 4/22.), evlilik çağı (Nisa, 4/6.), mehir ve evliliğin getireceği külfetler (Nur, 24/33.) anlamlarında kullanılmıştır. (Ebu’l-Ferac, s. 591-592.) İki ayette geçen “nikâh” kelimesinin “cinsel ilişki” veya “evlilik” anlamlarından hangisinin kastedildiği açık değildir. Bu ayetlerden biri Nisa suresinin 22’inci, aralık 2013 / sayı 276 diğeri Nur suresinin 3’üncü ayetidir. Nisa, 4/22 ayetindeki “nikâh” kelimesi sadece “evlilik” anlamına alınırsa anlamı şöyle olur: “Geçmişte olanlar bir yana babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.” Cahiliye döneminde yaşayanlar, ölümünden sonra babalarının hanımları (üvey anneleri) ile evlenirlermiş. Bu ayet ile bu kötü gelenek kayıtsız ve şartsız yasaklanmıştır. Eğer “nikâh” kelimesinin “evlilik” anlamı ile birlikte “cinsel ilişki” anlamı da dikkate alınırsa ayetin anlamı mı şöyle olur: “Geçmişte olanlar bir yana babalarınızın evlendiği ve cinsel ilişki kurduğu kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir edepsizliktir, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.” Ayete bu şekilde anlam verildiği zaman, bir kimse babasının hem evlendiği kadın ile hem de nikâhsız cinsel ilişkiye girdiği kadın ile ve bu kadının anası ve kızıyla evlenmesi yasaklanmış olur. Ebu Hanife, ayeti bu şekilde anlamıştır. (Kurtubi, Nisa, 4/22-23.) Peygamberimizin beyanına göre bir kimse bir kadın ile nikâhlansa sonra bu kadını boşasa, bu kadın ile zifafa girmiş olsun olmasın bu kadının anası ile evlenemez ancak zifafa girmemiş ise bu kadının kızı ile evlenebilir. (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, VII, 160, No: 14284.) Bir kimse bir kadın ile zina etse veya şehvetle öpse ve dokunsa kur'an kavramları / diyanet aylık dergi bu kadının anası ve kızı ile evlenemez. (Kurtubi, Nisa, 4/22-23.) Nur, 24/3 ayetindeki “nikâh” kelimesi, “evlilik” veya “cinsel ilişki” anlamına gelebilir. Eğer bu kelime, “cinsel ilişki” anlamında ise ayetin anlamı şöyle olur: “Zinakâr erkek ancak zinakâr veya Allah’a ortak koşan bir kadınla zina eder. Zinakâr bir kadınla ancak zinakâr veya Allah’a ortak koşan bir erkek zina eder. Bu (zina), müminlere haram kılınmıştır.” Sahabeden Abdullah ibn Abbas, tabiin âlimlerinden İkrime, Mücahid ve Said b. Cübeyr, ayetteki “nikâh” kelimesine bu anlamı vermiş, müfessir Taberi ve İbn Arabi de bu görüşü tercih etmiştir. (Taberi, X, 18/74; Kurtubi, XII, 169.) Bu anlama göre ayette zina haram kılınmaktadır. Zinakâr erkek ve zinakâr kadın zina yaparken birlikte aynı çirkin fiili işlemektedirler. Nikâh kelimesini “evlilik” değil de “cinsel ilişki” olarak alan bu yoruma göre, ayette bir olgu tespit edilmekte, sonra da zinanın haram olduğu bildirilmektedir. Eğer “nikâh” kelimesi “evlilik” anlamında ise ayetin anlamı şöyle olur: “Zina eden erkek ancak zina eden veya Allah’a ortak koşan bir kadınla evlenir. Zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya Allah’a ortak koşan bir erkek evlenir. Bu (zinakâr ve müşrikler ile evlenmek), müminlere haram kılınmıştır.” Ayet bu anlama alındığı zaman, bir Müslüman’ın müşrik bir insan ile evlenebileceği hükmü çıkar. Bu takdirde ayet, Bakara suresinin 221’inci ayeti ile çelişir. Çünkü bu ayette kadın olsun erkek olsun Müslümanın müşrik bir insanla evlenmesi yasaklanmaktadır. Nur, 24/3 ayetinin öncesinde zinanın, sonrasında zina suçu isnadının yasaklanmış olması, ayetteki “nikâh” kelimesinin “cinsel ilişki” anlamında olduğuna bir işarettir. Taberi ve İbn Arabi de bu anlamın sahih olduğunu söylemiştir. “Evlilik” anlamında “nikâh” kelimesi; aralarında evlenme engeli bulunmayan bir kadın ile bir erkeğin nesillerinin devamını sağlamak ve cinsel arzularını meşru olarak gidermek ve birlikte yaşamak için en az iki tanığın huzurunda, tarafların irade beyanları ile süresiz ve aleni olarak gerçekleştirilen ve karşılıklı hak ve sorumluluk yükleyen medeni bir sözleşmedir. Nikâh akdi; hısım akrabalığı, nesep, miras, mehir ve nafaka gibi hukuki sonuçlar doğurur. Nikâh-ı mut'a (menfaat karşılığı süreli nikâh) ve nikâh-ı sır (tarafların aile fertlerinin bilmediği, toplumdan saklanan gizli nikâh) ve nikâhsız birlikte yaşamak helal değildir. Yüce Allah, evlenmeyi ve evlendirmeyi emretmekte (Nisa, 4/3; Nur, 24/32.) Peygamberimiz (s.a.s.) de teşvik etmektedir. (İbn Mace, Nikâh, 1.) Evlilik sözleşmesi yapılmadan yapılan cinsel ilişkiye ayetlerde; zina (İsra, 17/32; Furkan, 25/68; Nur, 24/2-3.), sifah (Nisa, 4/24-25; Maide, 5/5.), biğa (Meryem, 19/20, 28; Nur, 24/33.), fahışe (Nisa, 4/15, 19, 22, 25; Yusuf, 12/24; İsra, 17/32.) ve ahdan (Nisa, 4/25, Maide, 5/5.) denilmiştir. 75 Zina, aralarında meşru bir nikâh bulunmayan bir kadın ile bir erkeğin cinsel ilişkide bulunmasıdır. (Halebi, Umdetü’lHuffaz, z-n-v md.) Toplumdan gizlemeden yapılan zinaya “sifah” ve “fahışe”, gizli yapılan zinaya “ahdan” denir. İslam öncesinde zina ücret karşılığı yapılırsa “biğa”, aşk için yapılırsa “zina” denirdi. Birilerinin saptırdığı gibi “iki kişinin ilişkisinden üçüncü kişi nemalanıyor, fuhuş ticareti yapılıyorsa zina olur, gönüllü ilişkiler zina olmaz” şeklindeki tanımlar, Kur’an’a ve sünnete aykırı söylemlerdir. İster ücret karşılığı, ister aşk için, ister gizli ister açık yapılsın, kişi ister evli ister bekâr olsun nikâhsız cinsel ilişki zinadır. Yüce Allah, her çeşidi ile zinayı çok kötü, çok çirkin, edep dışı ve isyan olan bir eylem olarak gördü ve haram kıldı. Aynı şekilde zinaya vasıta olan söz, eylem ve davranışlar da yasaklandı. (İsra, 17/32; Nur, 24/3031.) Zina, dünyada had cezası konulan büyük günahlardan biridir. (Nur, 24/2.) Sonuç olarak nikâh, Kur’an’ın çok anlamlı kelimelerinden biridir. Evlilik ve cinsel ilişki anlamlarına gelir. Kur’an’da daha çok evlilik anlamında kullanılmıştır. Zina, nikâhsız, cinsel ilişki kurmaktır. Nikâh, zinanın zıddıdır. Nikâh meşru ve helal, zina batıl, gayrimeşru ve yaratılış gayesine aykırı bir eylemdir. Allah ve peygamberi nikâhı emrederken zinayı haram kılmaktadır. Nikâhın, şart ve rükünlerine uygun, aleni ve sürekli olması gerekir. Nikâh fert, aile ve toplumu huzura, zina ise fesada götürür. aralık 2013 / sayı 276 kürsüden Yaşlılara Karşı Görevlerimiz Hasan Küçük Uludere İlçe Müftüsü I. Plan a) Hayatın evreleri b) Son durak yaşlılık c) Kur’an’da yaşlılar d) Hadislerde yaşlılar e) Yaşlılara karşı görevlerimiz f) Yaşlılıkla ilgili hikmetli sözler II. İşleniş Konuya insan hayatının değeri ve evrelerinin izahı ile başlanır. Güçsüz ve merhamete muhtaç olarak dünyaya gelen insan, kendisi için takdir edilen yaşam evrelerinden geçer. Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde farklı duygular yaşar, tecrübeler edinir. Bu duygu ve tecrübeler çocuklukta oyun, gençlikte heyecan ve arzu, yetişkinlikte kariyer ve kazanç endişesi, yaşlılıkta ise geçmişin muhasebesi ve değerlendirilmesi şeklinde tezahür eder. Gençlik çağında elde ettikleri bilgi, tecrübe ve donanımlarıyla yılların verdiği olgunluğu aralık 2013 / sayı 276 birleştiren yaşlı kimselerin, bu birikimlerini kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmalarının önemi üzerinde genişletilir. Sosyal bir varlık olan insanın yaşlılık döneminde çevresine olan bağlılığı ve bağımlılığı artar. Bu sebeple, yarının yaşlıları olan gençlerin yaşlılara hoş muamele etmesi onlara karşı sorumlu, hassas, şefkat ve merhamet içeren davranışlar sergilemesi gerektiği anlatılır. Sadece kendi akrabamız olan yaşlılar değil ilgiye muhtaç tüm yaşlılarla ilgilenmenin, onları ziyaret edip, hâl-hatırlarını sormanın, ihtiyaçlarını karşılayıp dualarını almanın İslami ve insani bir sorumluluk olduğu vurgulanır. Vaaz; ayet, hadis, hikmetli söz ve örnek yaşam öykülerinden örneklerle zenginleştirilebilir. III. Özet sunum İnsan, yeryüzünün halifesi, birçok varlığın kendisine hizmetle musahhar kılındığı zübde-i âlemdir. Doğumla başlayan hayat serüveni çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık basamaklarından geçip ölümle kürsüden / diyanet aylık dergi nihayete erer. Hayatın akışı içerisinde her dönem yerini bir sonraki döneme bırakır. Bu dönemler içerisinde yaşlılık son demdir. Yaşlılık hayatın kaçınılmaz bir gerçeği her canlıyı bekleyen bir süreç ve insanoğlunun iyisi ve kötüsüyle geride bıraktığı ömrünü sorgulama zamanıdır. Yaşlanmayı durdurmak mümkün değildir. O hâlde yaşlanmayı kabullenip, yaşlılık günlerine kendimizi hazırlamamız en uygun olanıdır. Yaşlılık, yaratılışın tersine çevrilmesi yani ikinci bir çocukluk dönemidir. Çünkü yaşlanan insanın hem psikolojik hem de fizyolojik birtakım güç ve yetilerinde zayıflama meydana gelmektedir ve bir anlamda yaşlılar çocukluk dönemine geri dönmektedir. Artık bu dönemde insan güçlülük yerine acizlik, sağlık yerine hastalık gibi kaçınılmaz hâllerle baş başa kalır. Hz. Ömer’in, kendisine her gün ölümü hatırlatması için birini ücretle tuttuğu, bir zaman sonra saçlarına aklar düştüğünde ise artık bunu hatırlatmaya gerek olmadığını, saçlarına düşen akların ona ölümü hatırlatmak için kâfi geldiğini söylediği rivayet edilir. Bazı olumsuz yönlerine rağmen yaşlılık, insan tecrübesinin dorukta olduğu en olgun dönemdir. Güçsüzleşen bir bedene mukabil bilgi dağarcığı ve yaşanmışlıklarıyla olgunlaşmış bir zihne sahip olur insan. Yaşlılık ununu eleyip bir kenara çekilme zamanı değil, gücü nispetinde kişinin üretkenliğini devam ettirerek hayata bağlı kalması ve katkı sağlaması gereken bir dönemdir. Hayatlarının en muhtaç dönemini yaşayan yaşlılarımızı aile ortamından koparmamalı mümkün olduğunca onları huzur evlerine mahkûm etmemeliyiz. Onların eş, dost, çocuk, torun ve akrabalarıyla iç içe yaşayarak hayat sevinci ve mutluluğunu zinde tutmalarını sağlamalıyız. Onların asıl ihtiyacının iyi ye- mek, iyi giyinmek değil kendilerine sevgi ve saygı gösterilmesi olduğu unutulmamalıdır. Yaşlılarımızın ihtiyaçlarının karşılanıp, onlara ilgi, sevgi, saygı ve hürmet gösterilmesi gerektiğini yüce Rabbimiz Kerim Kitabında ve Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde en güzel şekilde ifade buyurmuşlardır. IV. Konuyla ilgili bazı ayetler “Rabbin, sadece kendisine ibadet etmenizi, anne babaya da iyi davranmanızı kesin olarak emreder. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf” bile deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek üzerlerine kanat ger ve de ki: Ey Yüce Rabbim! Küçükken onlar beni nasıl koruyup yetiştirdilerse, Sen de onları esirge.” (İsra,17/23, 24.) “Kime uzun ömür verirsek biz onun yaratılışını (gençliğini, güzelliğini) bozar, gücünü azaltır, beli bükük hâle getiririz. Onlar bunu hiç düşünmezler mi?” (Yasin, 36/68.) “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir.” (Rûm, 30/54.) V. Konu ile ilgili bazı hadisler Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün: "Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün" dedi. "Kimin burnu sürtülsün ey Allah'ın Rasulü?" diye sorulunca şu açıklamada bulundu: "Ebeveyninden her ikisinin veya sâdece birinin yaşlılığına ulaştığı hâlde cennete giremeyenin." (Müslim, Birr, 45/9, III, 1978.) “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizi, Birr, 25/15, IV, 322.) aralık 2013 / sayı 276 77 78 kürsüden / diyanet aylık dergi “Herhangi bir genç, bir kimseye yaşlı olduğu için ikramda bulunursa, Allah o gence, yaşlılığında kendisine ikramda bulunacak birini nasip eder.” (Tirmizi, Birr, 25/75, IV, 372.) Aşırı yaşlılıktan Allah’a sığınan Hz. Peygamber (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 185.) bir devlet başkanı olarak güçsüzlerin ve yaşlıların bakımını üstlenmiştir. Bu konudaki bir hadis şöyledir: "Güçsüz ve düşkünleri araştırıp bana getirin, (ihtiyaçlarını karşılayayım). Çünkü siz ancak içinizdeki güçsüzler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz." (Tirmizi, Cihad, 21/24, IV, 206.) Abdullah İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.) anlatıyor: "Rasulüllah (s.a.s.) buyurdular ki: "Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahman'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır." (Tirmizi, Birr, 25/16, IV, 323-324.) Hz. Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe, pir-i fani olduğu hâlde, henüz Müslüman olmamıştı. Gözlerinin feri kalmamış, yolunu göremiyordu. Oğlu Hz. Ebu Bekir ihtiyar babasının elinden tutarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirdi. Herkese karşı saygı gösteren büyük Peygamber: "İhtiyarı niçin buralara kadar zahmete koştun? Onu kendi hâlinde bıraksaydın, biz onun ayağına giderdik", dedi. Onu önüne oturttu. Elini göğsünün üzerine koyarak ona İslam’ı telkin etti. (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Kahire 1955, II, 405-406; A. H. Berki, O. Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, D.İ.B. Yayını, Ankara 1972, s. 330.) VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması olgunlaşmış aklı müjdeler, yeni sürmüş yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına delalet eder. (Mevlana) aralık 2013 / sayı 276 Beynimiz yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan beyni genç kalır. (William Gladstone) Yalnızlığa dayanırım da bir başınalığa asla, Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka, Bir dost göz arayışıyla, Saat tıkırtısıyla… Korkmam, geçinip gideriz bir mutlulukla, Ama; ‘Günün aydın, akşamın iyi olsun’ diyen biri olmalı Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda Yoksa zor değil, hiç zor değil demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya Ama; ‘Çaya kaç şeker alırsın?’ diye soran bir ses olmalı ya ara sıra… (Can Yücel) VII. Verilebilecek mesajlar Son durağı yaşlılık olan bir yoldur dünya hayatı. Bu hayatın son evresi olan yaşlılık ise dünyanın bir imtihan yeri oluşunu gösteren önemli bir işarettir. Allah'ın ömür verdiği herkes için kaçınılmaz bir durumdur yaşlılık. Öyleyse gençler birgün mutlaka yaşlanacaklarının farkında olmalı ve Hz. Peygamber'in dediği yaşlılık gelmeden önce gençliğin kıymetini bilmelidirler. Bu anlayışla hayatlarını sürdürme gayreti içerisinde olmalıdırlar. Toplumun görmüş geçirmiş, tecrübeli kişileri olan yaşlılar da bu dönemi gençlere tecrübelerini aktaracakları bir zaman dilimi olarak görmeli ve çabalarını bu yöne teksif etmelidirler. VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı kaynaklar • Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979. • Kur’an Yolu, Komisyon, DİB Yayını, Ankara 2006. • Hadislerle İslam, DİB Yayını, Ankara 2013. • Riyazü’s-Salihin, DİB Yayını, İstanbul 2012. • Levent, Lamia, Yaşlılara Saygı, DİB Yayını, Ankara. kitap tanıtımı Rukiye Aydoğdu Diyanet İşleri Uzmanı Riyazü’s-Salihin Hicri yedinci asrın önde gelen muhaddislerinden Nevevi (1233-1277) tarafından kaleme alınan Riyazü’s-Salihin, yüzyıllardır kütüphanelerimizin vazgeçilmez eserleri arasında yer alan İslam klasiklerinden biridir. Tam adı Riyazü’s-Salihin min Hadisi Seyyidi’l-Mürselin’dir. Eser, sadece hadislerin derlendiği bir kitap değil, aynı zamanda müellifinin yaşadığı dönemde İslam coğrafyasının meselelerini ortaya koyan bir belge; insanların ihtiyaçlarına İslam’ın iki kaynağı ışığında çözüm yolları gösteren bir rehber niteliğindedir. Eserin kaleme alındığı hicri yedinci asırda İslam coğrafyasının Haçlı ve Moğol istilalarına maruz kalması sonucu Müslüman toplumunda çeşitli sorunlar baş göstermiştir. Böyle bir durum karşısında duyarsız kalamayan Nevevi ise bu önemli eseri yazmıştır. Nitekim o, kitabının mukaddimesinde kişiyi ahirete hazırlayacak, kendisine iç ve dış dünyasını güzelleştiren edep ve ahlak ilkelerini kazandıracak, iyi ve güzel olana yönlendirip kötü ve çirkin olandan uzak tutacak, nefsi terbiye edip ahlakı güzelleştirecek, kalpleri arındıracak ve bedenin her bir uzvunu günahlardan koruyacak sahih hadislerden oluşacak derleme bir eser telif edeceğini belirtmiştir. Meşhur sahih hadis kitaplarından sahihliği sabit olan hadisleri vermek, her konuya Kur’an-ı Kerim’den ayet-i kerimelerle başlamak, manası kapalı olup şerh edilmeye ihtiyaç duyulan kelimeleri ve ifadeleri açıklamak ve hadislerin kaynaklarını göstermek, Nevevi’nin Riyazü’s-Salihin’i hazırlarken gözettiği sistematik ve prensiplerdir. Farklı nüshalarda verilen farklı hadis sayılarından hareketle tekrarlarla birlikte yaklaşık 1900 hadis ihtiva ettiğini söyleyebileceğimiz Riyazü’sSalihin, 17 bölüm ve 372 babdan (alt konu başlıklarından) oluşmaktadır. Nevevi, yaşadığı dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak tespit ettiği başlıkların altında öncelikle konuyla ilgili ayetleri, ardından da hadisleri sıralamıştır. Tövbe, hayâ, cenaze, yolculuk adabı gibi konularda ise ayet ve hadislerden önce ya da sonra âlimlerin konuyla ilgili görüşlerine yer verdiği olmuştur. Nevevi, hadislerin senetlerini uzun uzadıya vermek yerine sadece sahabi ravilerinin isimlerini vermeyi tercih etmiş ve her hadisin sonunda aralık 2013 / sayı 276 80 kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi aldığı kaynakları zikretmiştir. Bununla birlikte bazı hadislerde lafzın hangi kaynağa ait olduğunu belirtmiştir. Ebu Davud ve Tirmizi’den aldığı hadislerin sonunda onların rivayetle ilgili değerlendirmelerine yer vermiştir. Zaman zaman kendi değerlendirmelerini de sunmuştur. Hadislerde anlamı kapalı olan ya da bilinmeyen kelime ve ifadelerin bir kısmını açıklamış, bazı uzun rivayetleri kısaltmıştır. Hadisleri lafzen rivayet etmekle birlikte mana ile de rivayet etmiştir. Nevevi, bazen bir kelimenin yerine eş anlamlı başka bir sözcüğü kullanmıştır. Telif edildiği günden beri hem İslam dünyasında hem de ülkemizde hakkında pek çok çalışma yapılan Riyazü’s-Salihin’in Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 17 kez baskısı yapılmış ve yayımlanmıştır. Ancak mevcut çevirinin zaman içerisinde anlaşılmaması nedeniyle yeniden tercümeye ihtiyaç duyulmuş ve böyle bir ihtiyacın neticesinde Diyanet İşleri Başkanlığımız tarafından gerek şekil gerekse üslup yönünden yeni bir tercüme faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Bu tercümede, özellikle günümüz okurları tarafından anlaşılmayan dil yerine daha anlaşılır ve sade bir üslup tercih edilmiştir. Hadislerin çevirisinde lafzi bir tercümeden ziyade, metindeki manayı okuyucuya en uygun dil ile aktarmayı esas alan bir yöntem uygulanmıştır. Okuyucunun yanlış anlayabileceği yahut konuyla ilgili muhtemel soruları dikkate alınarak bazı hadislerle ilgili açıklayıcı ve yönlendirici kısa dipnotlar düşülmüştür. Bu dipnotlarla o hadisin, İslam’ın temel ilkeleri çerçevesinde doğru anlaşılması amaçlanmıştır. Dua ve zikir cümleleri içeren rivayetlerin tercümelerinde bu kısımlar, ezberleneceği ihtimaliyle yeni harflerle okunuşları ve anlamlarıyla birlikte verilerek italik hâle dönüştürülmüştür. Eserde tekrar gibi duran başlıklar azaltılmış, uzun olan başlıklar kısaltılmış, bazı konu başlıklarında içerikleriyle birlikte konu bütünlüğünü dikkate alarak takdim-tehirler yapılmış, altındaki ayetler ve hadislerle uyumlu olmadığı düşünülen, hüküm ifade eden başlıklar ise daha nötr konu başlığı hâline dönüştürülmüştür. İmam Nevevi’nin en meşhur eseri olan Riyazü’sSalihin, tarih boyunca geniş halk kitleleri tarafından büyük ilgi görmüş ve İslam dünyasında Müslümanların el kitabı olma özelliğini korumuştur. Müellifinin İslam ahlak ve adabını öğretmek maksadıyla derlediği bu eserin, günümüz insanına hitap eden yeni bir sunuş ile kıymetli okuyucularla buluşması, şüphesiz yazılış amacına hizmet edecek ve Hz. Peygamber’in sözlerini anlama ve onun sünnetini yaşama adına mühim bir katkı sağlayacaktır. İslam Felsefesi Adab ve Erkanıyla Müezzinlik M. Cüneyd Kaya, İsam Yayınları, İstanbul 2013, 869 s. Dr. Behlül Düzenli, Damla Yayınevi, İstanbul 2010, 224 s. Kültürümüzün Kırk Ambarı Cemil Meriç Hz. Peygamber Devri Kronolojisi Selahaddin Yaşar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2013, 197 s. Prof Dr. Kasım Şulul, İnsan Yayınları, İstanbul 2013, 1208s. aralık 2013 / sayı 276 “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 31/18.)