Felsefe Açısından Dil Dile felsefe açısından bakınca karşımıza iki

advertisement
Felsefe Açısından Dil
Dile felsefe açısından bakınca karşımıza iki önemli ve birbirine bağlı kavram çıkıyor. İlkin toplumumuz için de önemli olan
bu kavramlar üzerinde durmak, felsefe nedir, ne anlıyoruz felsefe derken; dil nedir, görevi kültürdeki yeri nedir gibi soruları
ele almak istiyorum. Sonra da bu ikisinin bağlantısını, ayrıca başka alanlarla ve başka sorunlarla ilişkisini, son olarak da
eğitim sisteminde dilin ve felsefenin yerinin ne olduğunu belirtmeye çalışacağım.
Önce doğanın evriminde yeni bir katman olarak ortaya çıkan insanın, kendisini hayvanlardan ayıran ve insanı insan yapan
en önemli öğe olan dil üzerinde durmak istiyorum. Dil derken bir iletişim aracı olarak ele alınan dili kastetmediğimi hemen
söylemeliyim. Çünkü bir işaretleşme aracı olarak, bir iletişim aracı olarak dil hayvanlarda da var. Bundan 5055 yıl önce
İsviçre’li zoolog ve antropolog Adolf Portmann ontogenetik açıdan insanın özel yerini araştırdığı çalışmasında geliştirdiği
bir antropoloji kuramı ile insan doğuşunun erken bir doğuş olduğunu öne sürmüştü.
Bütün hayvanlar, bütün nitelikleriyle birlikte dünyaya gelirler. Yalnız insan kendine özgü niteliklerini doğuştan sonra bir
yılın sonuna doğru kazanmaya başlar ve bu nitelikleri ancak sosyal çevrenin birlikte etkisi altında oluşur, bu sosyal çevrenin
yardımı ve uyarıcılığı olmadan tam insan olmaya doğru gelişme başarılamaz. Bu nitelikler de: dik durma, dil ve düşünmedir.
İlk yılın sonunda insan olmanın belirtileri biçim alır, bu ilk biçim alma da ancak toplumsal çevre içinde gerçekleşebilir, bu
toplumsal çevre yöresinde dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma da gelişir. Buradan çıkan önemli sonuç: İnsanın toplumsal
bir varlık olduğu ve insanın aynı zamanda tarihsel bir varlık olduğu ve bu iki durumun sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu ve
dünyayla ilişki kurmayı dilin sağladığı, dünyayı kavramamızı dilin sağladığı.
İnsan, dili bulmamıştır, doğuşunda vardır dil, ama yalnızca yatkınlık olarak. Toplum içinde elde edilir dil ve tarih içinde
gelişir.
Bu dünyaya açılmayı, dünyayı dil aracılığıyla kavramayı felsefe tarihinde ilkin Herakleitos dile getirmiştir. Felsefenin öteki
alanları dışında dil felsefesinin gelişmesinde ilk adımı atan önemli filozoftur Herakleitos. Yapıtlarından ancak fragment’ler
kalmıştır. En önemli parça olan Fragment 1’de logos kavramı üzerinde durur.
Şu kısa tümcesi dil felsefesi bakımından çok önemli: “İnsanlar onu anlamadılar, onu işitmeden önce...” Herakleitos karanlık
yazan bir filozoftur, ancak burada anlamı açık: Gerçeği, söz haline gelmeden, başka deyişle dile dökmeden önce insanlar
anlamadılar. Dil dünya ilişkisi bakımından çok önemli bir nokta bu.
Dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma insanı öteki canlı varlıklardan ayıran ve onu özgür kılan temel nitelik. İnsandan
başka hiçbir canlı varlığın bu anlamda dili de yok. Çevresini aşabilen, çevresinin dışına çıkabilen, doğanın ve kendisinin
bilincine varan hiçbir canlı varlık yok yeryüzünde.
İnsan bu nitelikleriyle çevresini değiştirmiş, doğaya bir şeyler katmıştır. Doğaya kattıkları da bugün kültür dediğimiz
şeyden başkası değil. İşte bu doğaya kattıkları binlerce yıl içinde oluşa oluşa bugüne dek gelmiş ve yarınlara gitmekte.
İnsanın insan olması da, kendi yolunu kendisinin çizmesi de dili ile olmuştur.
Böylece bugünkü insanbilim ve dirimbilimdeki araştırmaların vardığı sonuçla felsefe tarihinde Herakleitos’tan beri ortaya
atılmış, daha sonraları Herder ve Humboldt’la geliştirilmiş ve günümüze dek sürmüş olan dil üzerindeki görüşlerin
doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Dille kültür arasındaki bağlantıyı, dilin kültür olaylarına etkisini ve bunlar üzerindeki
gücünü ilk gören Herder olmuştur.
Bu görüşü daha ileri götüren de dil felsefesinin kurucusu W.Von Humboldt’tur. Humboldt “dil, olmuş bitmiş bir şey, bir
ürün (ergon) değil, bir etkinliktir (energeia)” sözü ile dilin insan tarihinin başlıca yaratıcı güçlerinden biri olduğunu
anlatmak istemiştir.
Dilin bir iletişim aracı olduğunu ileri sürenlere karşı Humboldt dilin yalnızca yalın bir araç olmadığını, düşünceyi yaratan
bir etkinlik olduğunu ileri sürmüştür. Dil olmasaydı, düşünme de olmazdı. Bunu somut olarak doğuştan kör, sağır ve dilsiz
olan Elen Keller örneğinde görebiliriz: Elen Keller düşünmeye başlamasını, çevreyle bağlantı kurmasını şöyle anlatır yaşam
öyküsünde: Eğiticisi bir gün kendisine bardakla su içirirken elini musluğa tutar ve avucuna “su” yazar. Bu adlandırılma ile
birden bir tutamak bulmuştur. Sevinç içindedir. Artık bir şeyleri ayırt etmeye başlamıştır. Her şeyin adını soracaktır artık.
Düşünme adlandırma yoluyla olmuştur. Adlandırıldığı anda nesnelerin varlığını kavrayabilmiş, başka deyişle nesnelerin
varlığını kavrayabilmesi adlandırma yoluyla, yani dille olmuştur. DEVAMI DİĞER PDF DOSYASINDA…
Download