İRTİDAT SORUNU: YAŞANAN SOSYAL DEĞİŞİMLER VE TEHDİT BOYUTU∗ Yusuf el-KARDAVÎ Çeviren: Osman GÜNER** İslam Toplumu ve İrtidatla Karşılaşma Bir Müslüman’ın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike, manevî varlığına yani inancına yönelik tehdit ve tehlikedir. Bu yüzden, irtidat yani İslam’dan sonra küfre tekrar geri dönme, İslam toplumuna yönelik en büyük tehlike olarak kabul edilir. İslam düşmanlarının kurdukları en büyük tuzak, ya güç ve silah yoluyla veya zor ve hileye başvurarak Müslüman nesilleri dinlerinden saptırmalarıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler."1 Çağımızda İslam toplumu, köklerini kurutmayı hedefleyen çok ağır istilâlar ve yırtıcı saldırılarla karşı karşıyadır. Hıristiyanlaştırma amacı taşıyan bu hücumlar, Batı sömürgeciliğiyle başlayıp gerek İslam dünyasında ve gerekse azınlık konumundaki Müslüman toplumlarda yoğun bir şekilde sürdürülmekte ve dünya Müslümanlarının Hıristiyanlaştırılmasını hedeflemektedir. Nitekim bu hedef, 1978’de gerçekleştirilen “Colorado Konferansı”nda açıkça ortaya konulmuştur. Burada, Müslümanlar arasında Hıristiyanlığın nasıl yayılacağına, İslam'a ve Müslümanlara dair 40 araştırma sunulmuştur. Bu proje için bir milyar dolar ayrılmış ve Müslümanları Hıristiyanlaştırma konusunda uzmanlar yetiştirmeyi amaçlayan “Ziwimer Enstitüsü” kurulmuştur. Nitekim bu hücumun alt yapısı, Asya ve Avrupa’daki İslam ülkelerini silip süpüren Komünist saldırıda kendisini göstermiştir. Bu saldırı, İslam’ın varlığını ortadan kaldırıp tümüyle hayattan koparıp atmak ve sonunda İslam’dan habersiz nesiller yetiştirmek için var gücüyle sürdürülmüştür. ∗ ** 1 Orijinal adı "Kadiyyetü'r-Ridde…Hel Tecâvezethâ el-müteğayyirât, Hutûratu'r-Ridde ve Muvâcehetü'l-Fitne" olan bu makale, http://www.islamonline.net/Arabic/contemporary/2002/02/article2a.shtml#2 tanımlı web sayfasında yayınlanmıştır. Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, [email protected] (Dipnotlarda eksikliği tespit edilen bazı kaynaklar tarafımızdan ilave edilmiş ve bize ait olan bu notlar “O.G.” rumuzuyla gösterilmiştir.) Bakara, 2/217. 260 Yusuf el-KARADAVİ Üçüncü sacayak ise, İslam ülkelerinin kalbinde günümüze değin bazen açıktan, bazen de gizliden gizliye sinsice misyonunu yerine getirmeyi sürdüren tanrı tanımaz seküler saldırıdır. Bu, hak din İslam’ın izini sürüp sözde İslam dininin tezahürlerinden sayılan uydurma dindarlık motifleriyle gezinir ki, İslam bunlardan varestedir. Belki de bu, saldırıların en çirkini ve en tehlikelisidir. İslam toplumuna düşen görev, hangi kaynaktan gelirse gelsin ve hangi şekle girerse girsin, - varlığını koruyabilmek için – irtidada karşı direnmek ve tıpkı ateşin kuru otları sarması gibi, yayılıp palazlanmasına fırsat vermemektir, Nitekim Hz.Ebû Bekir ve sahabenin (r.a.), yalancı peygamberlerden Müseylimetü’l-kezzâb, Secâh, el-Esvedü’l-Ansî ve peşlerine takılan mürtetlere karşı savaşırken yaptıkları buydu; bunlar neredeyse İslam davetine kendi yurdunda baskın çıkacaklardı.2 En vahim olanı da, İslam toplumunun dinden çıkmış mürtetler tarafından kuşatılıp, irtidadın her tarafa yayılması ve buna karşı koyacak, direnç gösterecek kimsenin bulunmamasıdır. Bu çağda yaygın olan bu irtidat hareketini âlimlerimizden biri, “Ebû Bekir’i olmayan irtidat” diye tanımlamıştır.3 İrtidadın tahribatının yayılarak tehlikeli boyutlara ulaşmaması ve toplumsal irtidat hareketine dönüşmemesi için ona karşı bireysel mukavemet ve direnç göstermek gerekir. Zira ateşin alevlenmesi, tehlikeleri küçümsemekten ileri gelir. Bu nedenle Müslüman fakihler, - her ne kadar mürtedin cezasının tayini konusunda aralarında görüş ayrılığı bulunsa da – cezalandırılması konusunda görüş birliği etmişlerdir. Çoğunluğun kanaati, cezanın ölüm cezası olduğu yönündedir. Dört mezhebin, hatta sekiz mezhebin görüşü böyledir. Bu konuda sahabeden İbn Abbas, Ebû Musa, Muaz, Ali, Osman, İbn Mes’ûd, Âişe, Enes, Ebû Hureyre ve Muaviye b. Hayde (r.a.) ka2 3 Hz. Ebu Bekir’in mürtetlere karşı gösterdiği bu mukavemet, merhum Kâmil Mîras tarafından şöyle takdim edilir: “…Hazret-i Halife on bir kolordu tanzim ederek güzide kumandanlar idaresinde yer yer ehl-i irtidât üzerine sevk etmiş ve bir sene zarfında Cezîre dahilinde irtidâd ve irticâdan eser bırakmamıştır. Asr-ı Saâdet’teki eski vahdet ve tesânüd tamâmiyle temin edilmiştir. İnsanların kemali, yüksek azim ve iradesi asıl böyle buhran zamanlarında kendisini gösterir. İslam Dini’nin, İslam ümmetinin hayat ve istikbâlini kurtaran hiç şüphesiz Ebû Bekr (r.a.)’ın azim ve kiyâseti (akıllılık), metânet ve mukâvemetidir. Hazret-i Muhammed (s.a.v.) bu yâr-i gârını ferdânın korkunç tehlikelerine karşı fütursuz, tereddütsüz, ânî harekete geçecek bir seciyede yetiştirmişti. (R.a.) Kâmil Miras, Sahîh-i Buhâri Muhtasarı ve Tecrid-i Sarîh Tercemesi, D.İ.B.Yay., Ankara, 1982, V/24. (O.G.) Bu, Ebu’l-Hasen en-Nedvî’nin bir makalesine koyduğu oldukça manidar bir başlıktır. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 261 nalıyla birçok sahih hadis nakledilmiştir.4 Bunlar arasında, İbn Abbas’ın “Her kim dinini değiştirirse, onu öldürün!” hadisi gibi, farklı lafızlarla gelmiş olan hadisler vadır. (Bunu Müslim hariç, diğerlerinin tamamı rivayet etmiş; benzerini Taberânî hasen bir isnatla Ebû Hureyre’den, ravileri sika bir isnatla da Muaviye b. Hayde’den nakletmiştir.)5 İbn Mesud’un hadisi şöyledir: “Allah’tan başka ilah olmadığına, benim de Allah’ın Elçisi olduğuma şahitlik eden bir Müslüman’ın kanı ancak şu üç şeyden biriyle helal olur: Haksız yere bir cana kıyan, (dul iken) zina eden ve cemaatten ayrılarak dinini terk eden” (Bunu da muhaddislerin büyük bir kısmı rivayet etmiştir.)6 Hz. Osman’dan gelen bazı lafızlarda ise şunlar geçmektedir: “…İslam’ından sonra küfreden yahut evlendikten sonra zina eden veya haksız yere bir cana kıyan, (dul iken) zina eden, cemaatten ayrılarak dinini terk eden kimse.” (Bunu da muhaddislerin çoğu rivayet etmiştir.)7 4 5 6 7 Bu rivayetleri toplu halde görmek için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1408, I/124; Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid ve Menba’u’l-Fevâid, Dâru’r-Reyyân li’t-Turâs, Kâhire, 1407, VI/260. (O.G.) Burada muhtasar olarak verilen bu rivayet, hadis kaynaklarında şöyle geçmektedir: “Hz.Ali’nin (r.a.) bir topluluğu ateşte yakarak cezalandırdığı haberi İbn Abbas’a ulaşınca: “Ben olsaydım, onları yakmazdım; zira Peygamber (a.s.): “Allah’ın azabıyla azaplandırmayın” buyurmuştur. Peygamber (a.s.) “men bedelde dinehû fektulûhu” (Dinini değiştireni öldürün)” buyurduğu için, ben de mutlaka onları öldürürdüm.” Bk. İbn Ebî Şeybe, Musannef, Mektebetü’r-Rüşd, Riyâd, 1409, VII/321; Buhârî, Cihâd, 149; İstitâbetü’l-Mürteddîn, 1; Ebû Dâvud, Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 25; Nesaî, Tahrîm, 14; İbn Mâce, Hudûd, 2; Ahmed b.Hanbel, I/282, V/231; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, (thk.Hamdî b.Abdulmecîd), Mektebetü’lUlûm ve’l-Hikem, Musul, 1404, X/272. İmam Mâlik, bu rivayete ilişkin Muvatta’da sadece, “men gayyera dinehû fedribû unugahû” (Dinini değiştirenin boynunu vurun!) ifadesini naklettikten sonra şu yorumu yapmaktadır: “Allah daha iyi bilir ya, kanaatimce, Peygamber (a.s.)ın bu buyruğunun anlamı şudur: İslam dininden çıkıp da başka dine giren zındık vb. kişiler yakalandıklarında, tövbe ettirilmeden öldürülürler. Çünkü onların tövbeleri kabul edilmez. Küfürlerini gizleyip Müslüman göründükleri için tövbe ettirileceklerini sanmıyorum. Bunların tövbe ettik demelerine de itibar edilmez. Ancak İslam’dan çıkıp başka bir dine girer ve bunu da açıklarlarsa, bu kişi tövbeye davet edilir; tövbe ederse ne âlâ, etmezse öldürülür… Kanaatimce, - Allah daha iyi bilir ya – Peygamber (a.s.) bu hadisle, Yahudilikten Hıristiyanlığa, Hıristiyanlıktan da Yahudiliğe geçenleri ya da diğer dinlerden kendi dinine geçenleri değil, yalnızca İslam’dan çıkan ve bunu da açıklayanları kastetmiştir. Bk. Muvatta’, Akdiye, 15 (trc.III/375). (O.G.) Ebû Davud et-Tayâlisî, Müsned, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, trz., I/37; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII/321; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25,26; Ebû Dâvud, Hudûd, 1; Tirmizî, Diyât, 10; Nesaî, Tahrîm, 5, 11, 14; İbn Mâce, Hudûd, 1; Dârimî, Siyer, 11; Ahmed b.Hanbel, I/63, 65, VI/181, 214. (O.G.) Tayâlisî, Müsned, I/13; Nesaî, Tahrîm, 5; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, (thk.M.Abdulkadir Atâ), Mektebetü Dâru’l-Bâz, Mekke, 1414, VIII/18,194; Ahmed b.Hanbel, I/61, 65, 70. (O.G.) Yusuf el-KARADAVİ 262 İbn Receb demiştir ki: “Bu vasıflardan her birine karşılık ölüm cezasının verilmesi konusunda Müslümanlar görüş birliği etmişlerdir.”8 Hz. Ali (r.a.), kendisine ilahlık isnat ede(rek dinden çıka)n bir topluluk hakkında bu cezayı uygulamıştır. Onlardan önce tövbe etmelerini isteyerek bundan men etmiş, ancak onlar tövbe etmedikleri gibi onun çağrısına kulak da vermemişler. Bunun üzerine Ali (r.a.) onları ateşe attırmış ve akabinde şöyle demişti: “Yaptıklarının çok çirkin bir şey olduğunu görünce, Ateşi yaktırdım, Kamber’i çağırdım.”9 İbn Abbas, “Allah’ın azabıyla azap etmeyin!” hadisiyle buna karşı çıkmış ve yakılmaksızın öldürülmesi gerektiğini söylemiştir. Ancak İbn Abbas’ın muhalefeti, esastan değil, usul açısındandır. Aynı şekilde Ebû Musa ve Muaz b. Cebel de Yemen'de önce Müslüman olmuş sonra da dinden dönmüş bir Yahudi'ye ölüm cezası uygulamışlardı. Muaz: "Bu, Allah'ın ve Elçisinin hükmüdür!" demişti. (Bu, Buhârî ve Müslim tarafından nakledilmiş müttefekun aleyh bir rivayettir.)10 Abdurrezzak b. Hemmam'ın naklettiğine göre, İbn Abbas, İslam'dan dönmüş bir grup Iraklıyı yakalamış ve bu durumu Ömer'e iletmişti. Ömer de ona bir mektup yazarak, onları tekrar Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik ve hak dine davet etmesini, kabul ettikleri takdirde onları bırakmasını, kabul etmemeleri halinde ise öldürmesini emretmişti. Bunun üzerine onlardan bir kısmı bu daveti kabul etmiş, bir kısmı da reddetmişti; Muaz kabul edenleri serbest bırakmış, reddedenleri ise öldürmüştü.11 Yine Abdurrezzak'ın Ebû Ömer eş-Şeybânî'den rivayetine göre, el-Müstevridü’l-Iclî İslam'dan çıkıp Hıristiyanlığa geçince, Utbe b. Ferkat onu Hz. Ali'ye göndermişti. Ali, önce onu tövbeye davet etmiş, kabul etmemesi üzerine de öldürmüştü.12 İrtidat Çeşitleri: Ağır İrtidat, Hafif İrtidat İbn Teymiyye'nin zikrettiğine göre, Peygamber (a.s.) irtidat eden 8 9 10 11 12 İbn Receb el-Hanbelî, Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem, I/124; Heysemî, Mecmau’zZevâid, VI/261. Kamber, Hz. Ali’nin hizmetçisidir. Bk. Câmi’u’l-Ulûm ve’l-Hikem’in XIV. hadisinin şerhi, (thk. Şuayb el-Arnavud, Dâru’r-Risâle); ayrıca bk. İbn Abdilberr en-Nemerî, et-Temhîd, V/317-8. (O.G.) Buhârî, İstitâbetü’l-Mürteddîn, 1; Müslim, İmâre, 15; Ebû Dâvud, Hudûd, 1; Nesaî, Tahrîm, 5; Ahmed b. Hanbel, IV/409. (O.G.) Abdürrezzak b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, (thk.Habiburrahman elA’zamî), el-Mektebetü’l-İslâmiyye, Beyrut, 1403, X/168; bk. Şevkânî, Neylü'lEvtâr, Dâru'l-Ceyl, Beyrut, 1973, VIII/506. Abdürrezzak b. Hemmâm, el-Musannef, X/169-170. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 263 bir topluluğun tövbesini kabul ederken, irtidadın yanı sıra İslam'a ve Müslümanlara sıkıntı ve eziyet vermek gibi başka suçları da işleyen diğer bir grubun doğrudan öldürülmesini emretmişti. Mesela, irtidat etmekle birlikte İslam'a küfretmek ve bir Müslüman'ı öldürmek suçlarını da işlemesinden dolayı Mukayyis b. Subâbe Mekke'nin fethi günü katledilmişti. Yine irtidada ilaveten iftira ve karalama suçlarını işlediği için İbn Ebî Serh'in de öldürülmesini emretmişti.13 İbn Teymiyye irtidadı, biri tövbe kabul edilen mücerret irtidat; diğeri de yeryüzünde fesat çıkarıp Allah ve Resulüne savaş açmak anlamına geldiği için cezadan önce tövbe kabul edilmeyen irtidat olmak üzere ikiye ayırmıştır.14 Abdürrezzak, Beyhakî ve İbn Hazm'ın naklettiğine göre, Enes b. Mâlik bir seferden dönüşünde Ömer'in huzuruna çıkmış ve ona, İslam'dan çıkarak Müşriklere katılan sekiz kişilik Bekir b. Vâil grubuna ne yapması gerektiğini sormak amacıyla demişti ki: "Ey Müminlerin Emiri, İslam'dan çıkıp müşriklere katılarak savaşta öldürülenler hakkında ne dersin?" Ömer ona istircâ ayetini hatırlatarak, "Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz" diye karşılık verdi. Enes: "Onların ölümden başka çıkış yolları yok mu?" diye sordu. Ömer: "Evet var, onları tekrar İslam'a çağırırdım, buna yanaşmazlarsa, hapse atardım" diye karşılık verdi.15 Bu, İbrahim en-Nehaî'nin görüşüdür. Aynı şekilde Süfyân da: "Bizim tercih ettiğimiz görüş de budur" demiştir.16 13 14 15 16 Takiyyüddin İbn Teymiyye, es-Sârimu'l-Meslûl, (nşr.M.b.Abdullah el-Halvânî vd.), Beyrut,1417, III/600. (O.G.) İbn Teymiyye, es-Sârimu'l-Meslûl, III/866. İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI/438; Abdürrezzak b. Hemmâm, Musannef, X/165-6; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII/207; Saîd b. Mansûr, Sünen, (thk.Sa’d b.Abdullah b.Abdülaziz), Dâru’l-Asîmî, Riyad, 1414, s.3; İbn Hazm ez-Zâhirî, elMuhallâ, Matbaatu'l-İmâm, trz., XI/221. Bu rivayetin yorumu şöyledir: "Ömer", mürtede her halükarda ölüm cezası verilmesi gerektiği kanaatinde değildir. Bu cezanın düşürülmesi veya ertelenmesi zorunlu olduğunda bunu yapmak mümkündür. Burada zorunluluk, savaş hali, mürtetlerin müşriklere yakın olması ve fitne çıkarmalarından korkulması gibi durumlardır. Ömer belki de, bunu Peygamber'den (a.s.) gelen "Savaşta eller kesilmez" hadisine kıyas etmiştir. Bu, hırsızın korunmak amacıyla düşman saflarına katılması endişesidir. Burada başka bir ihtimal daha var ki, o da Ömer'in kanaatine göre, Peygamber (a.s.) "Dinini değiştireni öldürün" sözünü toplumun önderi ve devlet başkanı vasfıyla söylemiştir. Yani bu, yürütme organının bir kararı ve siyasi otoritenin bir tasarrufudur. Her zaman ve her yerde ümmeti bağlayıcı olan Allah'tan gelen bir tebliğ ve fetva değildir. Buna göre, mürtedin ve dinini değiştiren herkesin öldürülmesi devlet başkanına ait bir hak, ona ait bir sorumluluk ve onun yönetim alanına ait bir yetkidir. Dilerse bu yetkiyi kullanıp cezayı infaz eder, istemezse infaz etmez. Hanefî ve Malikîlerin "Her kim savaşta bir düşman askerini öldürürse, üzerindekiler ona ait olur" (Buhârî, Humus, 18; Müslim, Cihâd, 42) hadisi ile Hanefîlerin "Her kim toprağı işleyerek kullanılır hale getirirse, ona sahip olur" (Buhârî, Hars, 15) hadisi hakkındaki görüşleri de böyledir. (el-Hasâisu'l-Âmme li'l-İslâm adlı kitabımızın 217. s. bk. (Temel Nitelikleriyle İslam, (trc.İbrahim Sarmış, Selam Yay., Konya, 1986, s.304-305) Abdürrezzak, el-Musannef, X/166. Yusuf el-KARADAVİ 264 Başka bir yerde de: "tövbe edinceye kadar tehir edilir" ifadesi geçmektedir.17 Kanaatimce, alimler nasıl ki bidatçi hakkında bidatinin propagandasını yapan ve yapmayan ve bidat konusunda da ağır ve hafif bidat olmak üzere ikili bir taksime gitmişlerse; aynı şekilde bizim de mürtet hakkında irtidadının propagandasını yapan ve yapmayan, irtidat hakkında da ağır ve hafif irtidat şeklinde bir ayrım yapmamız gerekir. Selmân Rüşdî'nin irtidadı ağır bir irtidattır, zira bu mürtet, dili ve kalemiyle bidati hakkında propaganda yapmıştır. Bu gibilerin cezasını ağırlaştırmak ve bu konuda ümmetin cumhuru ve hadislerin zahirine uygun görüşü tercih etmek daha doğrudur. Kötülüğü kökten yok etmek ve fitne kapısını kapatmak için bu gereklidir. Aksi halde Hz. Ömer'den nakledildiği üzere, Nehaî ve Sevrî'nin görüşlerini benimsemek de mümkündür. İrtidadın propagandasını yapan mürtet, salt İslam'ı inkar eden biri olmanın ötesinde, ona ve ümmetine karşı savaş açan birisi olmuştur. O artık Allah'a ve Elçisine savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışan kimselerin arasına katılmıştır. İbn Teymiyye'nin de dediği gibi, savaşmak iki türlüdür: Birincisi el ile savaşmak, ikincisi de dil ile savaşmaktır. Din konusunda dil ile savaşmak, el ile savaşmaktan daha zararlıdır. Aynı şekilde bozgunculuk ta hem el ile hem de dil ile olmaktadır; ancak dilin fesada uğrattığı dinler, elin ifsat ettiklerinden daha fazladır. Bu nedenle Allah'a ve Elçisine karşı dil ile savaş açmak daha ağır; yeryüzünde dil ile bozgunculuk çıkarmak da daha yıkıcıdır.18 Bilginlerin de dediği gibi, kalem iki dilden biridir. Özellikle çağımızda, yazılanların daha geniş bir alana yayılma imkânından dolayı, kalem, belki de dilin en tehlikelisi ve en zararlısıdır. Bununla birlikte mürtet, İslam toplumu tarafından idama mahkûm edilmiş ve onların dostluğu, sevgisi ve yardımından mahrum kılınmıştır. Yüce Allah: "…Sizden her kim onları dost edinirse, o da onlardandır"19 buyuruyor. Bu, akıl ve vicdan sahibi insanlar nezdinde ölümden daha beterdir. İrtidat Cezasının Ağır Oluşunun Hikmeti İrtidat karşısındaki bu sert tavrın sırrı, İslam toplumunun inanç ve akide temeli üzerine kurulu olmasında yatmaktadır. Zira akide, onun kimliğinin temeli, hayatının ekseni ve varlığının özüdür. 17 18 19 İbn Teymiyye, es-Sârimu'l-Meslûl, III/598. İbn Teymiyye, a.e., III/735. Mâide, 5/51. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 265 Bu nedenle hiç kimsenin bu temeli sarsmasına veya bu kimliği bozmasına müsamaha gösterilmez. Dolayısıyla İslam'a göre, açıkça ilan edilen irtidat eylemi suçların en büyüğüdür. Zira bu, toplumun şahsiyetine ve manevi varlığına yönelik bir tehlike; ayrıca ahlaki ve hukuki tüm kuralların ötesinde İslam'ın korunmasına büyük önem verdiği "din, can, nesil, akıl ve mal"dan oluşan beş temel zorunluluktan ilkine yönelik açık bir tehdittir. Görüldüğü gibi din bunların ilkidir. Çünkü mümin, dini için (gerektiğinde) canını, vatanını ve malını bile feda eder. İslam, hiç kimseyi bu dine girmesi için zorlamadığı gibi, bundan çıkıp başka bir dine girmesi için de zorlamaz. Zira makbul iman, tercih ve iknaya dayalı imandır. Kuran'ın Mekkî bir suresinde yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?"20 Medenî bir surede de: "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır"21 buyurmaktadır. Fakat dinin, girmek isteyenin bu gün girip yarın çıktığı bir oyun haline getirilmesi de kabul edilemez. Nitekim geçmişte Yahudiler bu yolu seçmişlerdi ve diyorlardı ki: "İnananlara indirilene günün başlangıcında inanın ve günün sonunda inkâr edin; belki onlar da dönerler?"22 İslam, açıklamaksızın ve propaganda yapmaksızın irtidat etmiş kimseyi ölümle cezalandırmamış, inkâr ederek ölmesi durumunda cezasını ahirete bırakmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim dininden geri döner de inkârcı olarak ölürse, işte onların yaptıkları, bu dünya ve öteki dünyada boşa gitmiştir. Onlar, ateşin arkadaşlarıdırlar, orada temelli kalacaklardır."23 Onu, uygun bir ta’zir cezasıyla cezalandırır. İslam, toplumun kimliğini korumak, varlığını ve temellerini muhafaza etmek maksadıyla, yalnızca irtidadını açıkça ilan eden ve özellikle bunun propagandasını yapan kimseyi cezalandırır. Dünyadaki her toplumun, kimlik, aidiyet ve mensubiyet gibi sarsılmasına asla müsamaha göstermeyeceği prensipleri vardır. Keza hiçbir toplum, düşmanları için mensubiyetini ve kimliğini değiştirecek eylemleri asla tasvip etmez. Bu nedenle düşmanlara sevgi besleyip gizli sırları onlara aktarmak suretiyle onları dost edinmek ve vatana ihanet etmek büyük bir suç sayılmıştır. Hiç kimse, bir vatandaşa, dilediği zaman dilediği kimselere milli bağlılığını değiştirme hakkı verildiğini söylememiştir. 20 21 22 23 Yunus, 10/99. Bakara, 2/256. Âli İmrân, 3/72. Bakara, 2/217. 266 Yusuf el-KARADAVİ İrtidat, konuyla ilgili hadisin inanç özgürlüğü ilkesinin tartışılmasıyla sınırlı tutulacak salt aklî bir tavır değil, bilakis bağlılık, kimlik ve mensubiyet olgusunu değiştirmeye yönelik açık bir tavırdır.24 Dolayısıyla mürtet, bağlılık ve mensubiyetini bir milletten başka bir millete, bir ülkeden başka bir ülkeye, yani Daru’l-İslam’dan başka bir ülkeye intikal ettirmiştir. Artık o, kendisini üyesi olduğu İslam milletinden ayırmış; bizatihi aklı, kalbi ve iradesiyle İslam düşmanlarının arasına katılmıştır. Nebi (a.s.) bunu şöyle ifade etmiştir: “Dinini terk eden cemaatten ayrılmıştır.” İbn Abbas’ın müttefekun aleyh olan bir hadisinde de böyle bir ifade geçmektedir. “Cemaatten ayrılmıştır” ifadesi, inşaî değil açıklayıcı bir nitelemedir; dolayısıyla dinini değiştiren herkes, cemaatten kopmuştur. Bir kimsenin ne kadar günahı olursa olsun, biz onun kalbini yarıp bakamayız, habersiz bir anında evine zorla giremeyiz, biz ancak onun diliyle, kalemi ve eylemiyle dışa yansıttıklarına göre, yani hiçbir yorum ve ihtimale imkân bırakmayacak kadar açıklıkla ifşa edilmiş bir inkar olması durumunda onu sorgulayabiliriz. Bu konudaki herhangi bir şüphe de, irtidatla itham edilen şahsın yararına hamledilir. İrtidadını açıklayıp propagandasını yapan bir kimsenin cezasının ihmal edilmesi, toplumun tamamını tehdit altında bırakır ve sonucunu ancak Allah'ın bilebileceği bir fitnenin doğmasına yol açar. İrtidat eden kişi, kısa sürede başkalarını ve özellikle de zayıf ve sıradan insanları ayartır ve ümmetin başına bela bir topluluk oluşur. Sonra bu topluluk, ümmetin düşmanlarından kendilerine yardım etmeleri çağrısında bulunur. Böylelikle ümmet, bir kavganın, fikrî, içtimai ve siyasî bir bölünmenin eşiğine gelir; hatta bu gelişme kanlı bir çatışmaya ve her şeyi yiyip bitiren bir iç çatışmaya kadar uzanıp gider. Bu durum Afganistan'da bilfiil vuku bulmuştur. Burada belli gruplar önce dinden çıkmışlar, sonra Rusya'da eğitim görüp Komünist ideolojiyi benimsemişler, Komünist Partisinin saflarında askerlik yapmışlar, hiç beklenmedik bir anda iktidarı ele geçirerek, ellerindeki güç ve imkânları kullanarak toplumun kimliğini değiştirmeye kalkışmışlardır. Afgan halkı onlara teslim olmayıp direnişe geçmişlerdir. Direniş yayılmış ve kendi milletine, kendi toplumuna karşı Ruslardan yardım istemekten çekinmeyen Komünist dönmelere karşı kahramanlıklarla dolu Afgan cihadına dönüşmüştür. Bu mürtetler kendi vatanlarını tanklarla vuruyor, uçaklarla bombardıman ediyor, bom24 Bu yönde yapılan değerlendirmeler için ayrıca bk. Abdurrahman Ateş, Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Beyan Yay., İstanbul, 2002, s.100-102; Kaşif Hamdi Okur, “İslam Hukukunda İrtidat Fiili İçin Öngörülen Aslî Yaptırım Üzerine Bazı Düşünceler”, Gazi Ünv. Çorum İlahiyat Fak. Der., C:I/1, 2002/I, s.355 vd.; Yaşar Yiğit, “İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidad Suç ve Cezasına Bakış”, İslâmiyât Der., C:II/2, Nisan-Haziran, 1999, s.133-4. (O.G.) Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 267 balar ve füzelerle yerle bir ediyorlardı. Bu on yıl sürmüş bu iç savaş, arkasında milyonlarca ölü, yaralı, kocasını ve evladını yitirmiş kadın, ziraat ve hayvancılığı yok olmuş, viraneye dönmüş bir ülke bırakmıştır. Bütün bunlar, mürtetlere karşı gösterilen bir gaflet, durumlarını önemsememe ve daha işin başında iken suçlarına karşı sessiz kalmanın bir eseriydi. Bu kandırılmış dönmelere, durumları tehlikeli boyutlara ulaşmadan gerekli ceza verilmiş olsaydı, vatan ve millet bu şiddetli savaşın ülkeye ve insanlarına yönelik yıkıcı etkilerinden korunmuş olurdu. Yönteme İlişkin Dikkat Edilmesi Gereken Bazı Hususlar Burada şu birkaç hususa işaret etmek istiyorum: 1. Müslüman bir şahsın dinden döndüğüne hükmetmek, onu aile ve toplumla olan her türlü bağlardan mahrum bırakacak gerçekten çok ciddi bir konudur. Hatta Müslüman bir kadının kâfirin himayesi altında bulunması helal olmadığından, o şahısın eşinden ve çocuklarından da ayrılması gerekecektir.25 Çocuklara vekâlet edemeyeceği için, çocuklar da ondan ayrılacaklardır. Bunlar fukahanın bütünüyle icma ettiği maddi cezanın ötesindeki yaptırımlardır. Dolayısıyla Müslüman olduğu kesin olan bir kimseyi tekfir ederken son derece ihtiyatlı ve titiz olmak gerekir. Zira onun Müslüman olduğu kesindir ve kesin olan da şüphe ile giderilmez. Kafir olmayan birini tekfir etmek, en tehlikeli işlerdendir ve Peygamber (a.s.) sünneti de bundan çok açık bir şekilde sakındırmıştır. 2. Müslüman birinin dinden çıktığına ilişkin fetva verecek olan kimsenin, İslamî ilimlerde derinleşmiş, katî ile zannî, muhkem ile müteşabih, tevili mümkün ile tevili mümkün olmayanın arasını ayırt edebilecek kadar uzmanlaşmış biri olması gerekir. Ancak böyle birisi, dinen bağlayıcı olduğu bilinen bir şeyi inkâr etmek, dinî akidenin kutsal saydığı bir şeyi alaya almak, Allah ve Resulü hakkında kötü söz söylemek veya bunu açıkça yazıya dökmek gibi başka herhangi bir çıkış yolu bulunmayan eylemleri işleyenleri tekfir ederler. İranlı yazar Selman Rüşdî'in irtidat ettiğine ilişkin âlimlerin verdikleri fetva bunun gibidir. Keza sünneti inkârla başlayıp Kuran'daki 25 Bu konuda, Bahaîliğin kabulü sebebiyle eşlerin ayrılmasına ilişkin Mısır hukuk sistemine ait muazzam belgeler vardır. Burada müsteşarın Ali Mansur hakkında verdiği eski bir karar vardır ki, bu, ayrı bir makale halinde de neşredilmiştir. Bu kararı millet meclisi, 11.06.1952’de çıkardığı bir kararla onaylamıştır. Orada der ki: “Bahaîlerin durumu hakkındaki irtidat kararı, tüm detaylarıyla uygulanmalıdır. Hâlihazırda ceza kanunlarının mürtedin idamını gerektirmiyor olması, bu görüşü değiştirmez. Gerek aslî konum, gerekse aidiyet yönünden yasal velayet yargı makamlarına ait olmak üzere, bu (Bahaî) mürtet ülkede kaldığı sürece, en azından evliliğinin geçersizliğine tahammül etmek zorundadır.” 268 Yusuf el-KARADAVİ Tevbe suresinin son iki ayetini inkar eden ve sonunda inkarını, Muhammed'in (a.s.) nebilerin sonuncusu olduğu ancak resullerin sonuncusu olmadığını söyleyerek peygamberlik iddiasıyla noktalayan Reşad Halife de böyledir. Onun hakkındaki irtidat kararı, Râbıtatü'lâlemi'l-İslamî'nin fıkıh meclisinden çıkmıştır. Bu, hızlı ve radikal Müslümanlara, Allah hakkında bilmediklerini söyleyebilecek kadar ilimden nasibi az olanlara bırakılması caiz olmayan hassas ve kritik bir tavırdır. 3. Bu hükmü uygulayacak tek yetkili merci, meşru otoritedir. Bu uygulama, hüküm verirken yalnızca Allah'ın dinine başvurup, Allah'ın Kitabı ve Resulünün sünnetinde yer alan açık ve kesin nasları esas alan özel İslamî yargının bu konudaki kararından sonradır. Kuran ve sünnet, insanların ihtilafa düştüklerinde başvuracakları yegâne iki temel kaynaktır. Bu, yüce Allah tarafından doğrulanmış bir husustur: "Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Elçisine götürün!"26 Aslolan, İslamî esaslara göre hüküm verecek olan kimsenin müçtehit olmasıdır. Eğer onda böylesi bir nitelik yoksa hakkın ortaya çıkması için müçtehitlerden yardım ister; cahilce karar vermez, eğer keyfince karar verirse ateş ehlinden olur. 4. Fakihlerin çoğu, mürtede ceza uygulanmadan önce tövbeye davet edilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Hatta Şeyhülislam İbn Teymiyye, "es-Sârimu'l-Meslûl alâ Şâtimi'r-Resûl" adlı eserinde, bu konuda sahabenin icma ettiğini söylemiştir. Bazı fakihler, tövbeye davet süresini, üç gün, bazıları daha az, bazıları daha çok, bazıları da süre sınırlaması olmaksızın tövbeye davet edilebileceğini söylemişlerdir. Bazı fakihler, zındıkları bu hükmün dışında tutmuşlardır. Zira o, içinde gizlediklerinden farklı şeyleri açıklamıştır. Bu yüzden ona tövbe gerekmez. Ayrıca Allah Resulüne saygı ve hürmetin bir gereği olarak Peygamber'e (a.s.) küfredenin de tövbesi kabul edilmez. İbn Teymiyye de eserini bu konuda yazmıştır. Mürtede mühlet vermekten ve tövbesini istemekten maksat, ona kendine dönme fırsatı tanımaktır. Eğer samimiyetle hakikati arzularsa, belki şüpheleri gider, yerini hüccete bırakır. Şayet gizli bir emeli varsa, yahut başkalarının hesabına çalışıyorsa, Allah da onu dönmek istediği yöne doğru çevirsin. Çağdaşlardan bazıları, 'tövbenin kabulü Allah'a aittir, insana değil' derler; fakat bilmezler ki, bu, ahirete dair hükümlerde böyledir. Dünyevî hükümlere gelince, biz açıktan yapılan tövbeyi ve açıktan 26 Nisa, 4/59. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 269 Müslüman olmayı kabul eder, fakat insanların kalplerini yarmaya kalkışmayız. Yüce Allah bizden zahire göre hüküm vermemizi ister; sırlara vakıf olmak Allah'a aittir. Sahih bir hadiste geçtiğine göre, "Allah'tan başka ilah olmadığını söyleyen kimse, canını ve malını korumuş olur; bunun ötesindeki hesabı Allah'a kalmıştır." Yani kalplerde olan bitenin hesabı O’na aittir. İşte bu yüzden diyoruz ki, bir şahsın irtidadı hakkında, hak ettiği cezanın ancak ölüm cezası olduğuna ve bunun da tavizsiz bir şekilde uygulanmasına ilişkin hüküm verme yetkisinin genel olarak herkese tanınması, insanların can, mal ve namuslarını tehlikeye atacaktır. Çünkü bu, kendisinde hiçbir müftülük bilgisi, yargıçlık feraseti ve tenfiz sorumluluğu bulunmayan sıradan bir şahsın eline bu üç yetkiyi de vermek anlamına gelir ki, bu durumda o hem fetva verir – bir başka ifadeyle itham eder – hem hükmeder ve hem de infaz eder. Dolayısıyla o, müftülük, savcılık, yargıçlık ve polislik görevlerinin hepsini birlikte yapabilir. Çağdaş Bazı Şahısların Yersiz İtirazları Çağımızda din âlimi olmayan kimi yazarlar, irtidadın cezasının Kuran-ı Kerim'de bulunmadığı ve sadece âhad hadislerde geçtiği, âhad hadislerle de hadler konusunda hüküm verilemeyeceğini söyleyerek itiraz etmişler ve bu cezayı inkâr yoluna gitmişlerdir. Bu görüş, çeşitli açılardan geçersizdir: 1. Sahih sünnet, bütün Müslümanların ittifakıyla amelî hükümlerin bir kaynağıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Allah'a itaat edin, Resule de itaat edin!"27 Yine buyurmuştur ki: "Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur."28 Mürtedin öldürülmesini emreden ve bu emrin Hulefâ-i Râşidîn döneminde de uygulandığını gösteren sahih hadisler vardır. Âhad hadislerle hadler konusunda hüküm verilemeyeceği görüşü doğru değildir. Tabi olunan mezheplerin hepsi, içki içenin cezası konusunda âhad hadislerle amel etmişlerdir. Esasen irtidadın cezası hakkındaki hadisler, içkinin cezası hakkındaki rivayetlerden hem daha sahih, hem daha yaygın, hem de daha fazladır. Âhad hadislerle ahkâma dair konularda amel edilemeyeceğine ilişkin iddiaları şayet doğru olsaydı, bunun manası sünnetin İslam hukukunun kaynaklığından kaldırılması yahut % 99 olmasa da en azından % 95’inin ilgası demek olurdu. İlim ehlince bilinmektedir ki, ahkâma dair hadislerin büyük bir kısmı âhad hadislerden oluşmaktadır. Mütevatir hadis ise, âhada 27 28 Nûr, 24/54 Nisa, 4/80. 270 Yusuf el-KARADAVİ oranla son derece azdır. Bazı hadis imamlarının zannına göre, onun azlığının ölçüsü neredeyse yok denecek kadardır. Nitekim İmam İbn Salah hadis ilimleri hakkındaki meşhur Mukaddime’sinde böyle demektedir. Bununla birlikte bu konuyu ele alanların çoğu, âhad hadisin manasını kavrayamamış ve onu, yalnızca tek bir ravinin naklettiği hadis sanmışlardır. Bu yanlıştır. Âhad hadisten maksat, tevatür derecesine ulaşamadığı halde iki, üç, dört veya daha fazla sahabenin rivayet ettiği, onlardan da daha fazla tabiînin naklettiği hadistir. Mürtedin öldürüleceği hakkındaki hadisi, miktarını zikrettiğimiz çok sayıda (cem-i ğafîr) sahabe nakletmiştir. Dolayısıyla bu hadis, meşhur müstefîz hadislerdendir. 2. İcma’, ümmet nezdinde güvenilir dinî kaynaklardan biri sayılır. Sünnî olan ve olmayan bütün mezhepler ve mezhep dışındaki fakihler, mürtedin cezası konusunda icma etmişlerdir; Hz. Ömer, Nehaî ve Sevrî’den nakledilen rivayetler hariç, cezanın ölüm olduğu hususunda neredeyse ittifak etmişlerdir. Fakat tamamı haram kılındığı konusunda icma etmiştir. 3. Selef âlimlerinden bazıları, Mâide suresindeki söz konusu muharebe ayetinin mürtetlerle alakalı olduğunu söylemişlerdir. Bu ayette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Elçisine savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası, öldürülmeleri yahut asılmalarıdır.”29 Ebû Kılâbe ve diğerleri, bu ayetin mürtetlerle ilgili olduğunu söyleyenlerdendir.30 Dil ile Allah'a ve Elçisine savaş açmanın el ile savaşmaktan daha kötü olduğu ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın da böyle olduğuna ilişkin İbn Teymiyye'nin görüşlerini aktarmıştık. Müslüman'ın kanının ancak üç suçtan birini işlemesi durumunda akıtılacağını öngören hadisler de bunu desteklemektedir. Nitekim Hz. Âişe'nin hadisinde, "Müslüman olduktan sonra irtidat eden yahut dinini terk eden…"31 ifadesinin yerine: "…Allah'a ve Resulüne savaş açmak üzere ortaya çıkan kimse, ya öldürülür, ya asılır, yahut ta başka bir yere sürgün edilir" ifadesi geçmektedir. Bu hadis göstermektedir ki, söz konusu ayet, irtidadının propagandasını yapan mürtetleri de kapsamaktadır. Yüce Allah Kuran-ı Hakim'inde şöyle buyurur: "Ey İman edenler, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı 29 30 31 Mâide, 5/33. Bk.İbn Receb el-Hanbelî, Câmi'u'l-Ulûm ve'l-Hikem, I/127-8. Ebû Dâvud, Hudûd, 1; Tirmizî, Fiten, 1; Nesâî, Tahrîm, 14; İbn Mâce, Hudûd, 1; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII/283; Ahmed b. Hanbel, I/63. (O.G.) Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 271 alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar."32 Bu ayet de gösteriyor ki, yüce Allah, kendilerini çeşitli sıfatlarla vasıflandırdığı mücahit müminlerden, mürtetlere karşı direniş gösterecek kimseler hazırlamıştır; tıpkı İslam'ı irtidat fitnesinden kurtaran Hz. Ebû Bekir ve beraberindeki müminler gibi. Münafıklarla ilgili ayetlerin tamamı, onların Müslümanları memnun etmek için yalan yere yemin ederek, inkârları sebebiyle uğrayacakları ölüm cezasından korunduklarını göstermek üzere gelmiştir. Nitekim yüce Allah'ın, "yeminlerini kalkan yaptılar…"33; "kendilerinden razı olasınız diye size yemin ediyorlar"34; "(Senin aleyhinde söyledikleri yakışıksız sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Oysaki o küfür sözünü söylediler ve Müslüman olduktan sonra inkâr ettiler…"35 Ayetler, onların kafir olduklarını inkâr ettikleri, bunu yeminle destekledikleri ve küfür sözünü söylemediklerine dair de yemin ettiklerine açıkça işaret etmektedir. Bu da gösteriyor ki, küfürleri kesin delille sabit olunca, kalkanları kendilerini himaye edememiş ve bu sahte yeminleri de hiçbir fayda sağlamamıştır.36 En Büyük İrtidat: Yöneticinin İrtidadı İrtidadın en tehlikelisi, ümmetin inancını koruması, irtidada karşı direnmesi, mürtetleri kovması ve İslam toplumunda onlara hiçbir alan bırakmaması gereken yönetici ve idarecinin irtidadıdır. Eğer yöneticinin kendisi, gizli ve aşikâr irtidada ön ayak olur; örtülü ve açıktan günahkârlığı yayar; mürtetleri himaye eder; onlara kapıları ve pencereleri açıp madalya ve unvan verirse; işte o zaman iş, şairin dediği gibi olur: Çoban, kurdu kuzudan sakınırsa, Çobanları kurtlar olan kuzuların hali nice olur?! Biz, Allah'ın düşmanlarına dost, dostlarına da düşman olan, inancı küçümseyip Allah’ın dinini hafife alan, ilahî emir ve yasaklara saygı duymayan, ümmetin bütün mukaddes değerlerini ve iyilik timsali sahabileri, tertemiz yakınlarını, hayırlı halifeleri, yol gösteren imamları ve İslam'ın kahramanları gibi sembolleri aşağılayan yöneticileri, bunlar arasında görüyoruz. Bu yöneticiler, erkeklerin mescitlerde namaz kılışı, kadınların da örtünmeleri gibi İslamî vecibeleri yerine getirmeyi bir suç ve tutuculuk olarak görürler. Bunla da yetinmeyip, İslamî bir anlayış ve düşünce gelişmesin diye eğitim, ileti32 33 34 35 36 Mâide, 5/54. Mücâdele, 58/16. Tevbe, 9/96. Tevbe, 9/74. Bk. İbn Teymiyye, es-Sârimu'l-Meslûl, III/656-7. 272 Yusuf el-KARADAVİ şim ve kültürde açıkça sözünü ettikleri "kaynakların kurutulması" felsefesine uygun bir strateji izlerler. Hatta onlar bununla da kalmayıp, gerçek davetçilerin peşine düşerler, dini tecdit edip dünyayı da kendi esasına göre yükseltmeyi amaçlayan her türlü samimi davet veya girişime de kapıları kapatırlar. Ne gariptir ki, bu çevrelerden bazıları, – böylesine açık irtidada rağmen – binayı içten çökerttikleri halde, İslam'ı yıkmada faydalanabilmek için İslam adının kalmasına ve ümmetle, Müslüman’mış gibi muamelede bulunmaya özen gösterirler. Bunlardan bir kısmı da, sahte dindarlığı teşvik ederek ve bazı insanların “yönetimin adamları ve polis casusları” diye isimlendirdikleri kimselerden sahte dindarlığa tütsü yakanlarla yakınlaşarak, dinden uzak kalmamaya çalışırlar. Burada iş içinden çıkılması zor bir hal alıyor; öyle ki, bu kimselere haddi kim uygulayacak? Hatta hadis-i şerifte belirtildiği gibi çok açık bir küfür bile olsa37, öncelikle onların kâfir olduklarına kim fetva verecek? Resmi fetva ve yargı organları onların ellerinde olduğu halde irtidat ettiklerine kim hükmedecek? Burada sadece, özgür fikir adamları, davetçiler ve âlimlerin önderlik ettiği ve bağlantılar kesilip kapılar kapandığında birden bire mürtet zalimlere yönelik fışkıran bir volkana dönüşecek olan genel İslamî vicdan ve Müslüman “kamuoyu” mevcuttur. İslam toplumunun kimliğini terk etmesi yahut varlığının gereği ve bekasının sırrı olan risalet ve akidesinden vazgeçmesi hiç de kolay değildir. Bunu, Fransız Batı emperyalizmi Cezayir’de, Rus Doğu emperyalizmi de Asya’daki İslam cumhuriyetlerinde denedi. Buralardaki deneyimin uzun süreli olmasına ve acımasızlığına rağmen, İslamî kimliğin ve varlığın köklerini yok edilemediler. Neticede zulüm ve sömürü gitmiş, İslam ve Müslüman halk yerinde kalmıştır. Bununla birlikte, – bağımsızlıklarından sonra – bazı bölgelerde laik ve batıcı “ulusal” kimi yöneticiler tarafından İslam’a ve davetçilerine karşı açılan savaş, emperyalistlerin yaptığı en gözü dönmüş ve en düşmanca savaş olmuştur. Örtülü İrtidat: Çağdaş Münafıklık Burada, afişe olmuş mürtetler gibi gösterişe kaçmayan bir irtidat türüne dikkat çekmeden geçemeyiz. Bu irtidat, küfrün açık seçik ilan edilmesinden daha yakıcıdır. Hatta mürtet, onu çeşit çeşit örtülere sarar ve vücutlardaki hastalıklar misali yavaş yavaş akıllara 37 Burada Ubâde b. Sâmit’in (r.a.) Sahîhayn’de geçen şu hadisine işaret etmek gerekir; o: “Biz Allah Resûlüne… yönetim konusunda ehliyle kavga etmeyeceğimize dair biat ettik (söz verdik).” dedikten sonra şunu da ilave eder: “Ancak hakkında, yanınızda Allah’tan bir hüccet bulunan ‘apaçık bir küfür’ görürseniz o başka!” Bk. Buhârî, Fiten, 2; Müslim, İmâre, 42; Ahmed b. Hanbel, V/314,321. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 2 273 girer. Vücuda saldırdığında onu göremezsin. Ancak hastalık iyice belirip ortaya çıktıktan sonra görebilirsin. Bu örtülü irtidat, hedefini vınlayan kurşunla değil de, bal ve tatlıya kattığı ve etkisini yavaş yavaş hissettiren zehirle öldürür. Bunun farkına da ancak, dinde derinleşmiş (mahir) alimlerle basiretli din bilginleri varabilir. Ancak bunlar da, kolay kolay faka basmayan ve yakalarına yapışacak kanunlara fırsat tanımayan bu profesyonel suçlular karşısında bir şey yapmamaktadırlar. İşte bu profesyonel mürtetler, cehennemin en alt tabakasında yer alacak olan “münafıklardır”. Bu, “fikrî irtidatdır”; öyle ki, her gün neşredilen gazetelerde, dağıtılan kitaplarda, satılan dergilerde, yayımlanan haberlerde, izlenilen programlarda, yayılan imitasyonlarda ve hükmedilen kanunlarda onun izlerine rastlarız. Bu örtülü irtidat, – kanaatimce – açık irtidatdan daha tehlikelidir. Zira o, sürekli ve kapsamlı olarak faaliyet halindedir. Yaygara koparıp dikkatleri üzerine çeken ve kitleleri ayağa kaldırıp galeyana getiren açık bir irtidada karşı gösterilen direnç, ona karşı gösterilmez. Münafıklık da, açıkça yapılan inkârdan daha tehlikelidir. Nitekim Medine münafıklarından Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarının münafıklığı, Mekkeli müşriklerden Ebû Cehil ve avenelerinin küfründen İslam için daha tehlikeli olmuştur. Bu nedenle Kuran, Bakara suresinin başlarında “küfredenleri”38 yani küfürlerini açığa vuranları sadece iki ayette zemmederken, on üç ayette münafıklardan bahsetmiştir. Gece gündüz birlikte olduğumuz, sabah akşam yanına uğradığımız ve mukavemet edecek kimsenin bulunmadığı irtidatdır o. Keza – Şeyhulislam Nedvî’nin de dediği gibi – Ebû Bekir’i olmayan irtidatdır o. Burada mutlaka yapılması gereken şey, onlarla kendi silahlarıyla savaşmaktır: Sayfalar açılıp maskeler düşünceye ve hak ehlinin delilleriyle şüpheleri giderilinceye kadar fikre karşı fikirle çarpışmaktır. Doğrusu o ki, onlar en yaygın görsel, işitsel ve yazılı iletişim vasıtalarına sahip durumdalar. Fakat bizdeki iman gücü, halkımızın kalbindeki iman cevheri ve Allah’ın bize verdiği desteği, işte bütün bunlar, onların gözleri önünde bâtıllarının yerle bir olacağının teminatıdır: “Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir.”39 “…Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır.”40 Yüce Allah doğru söyledi. 38 39 40 Bakara, 2/6. Enbiyâ, 21/18. Ra’d, 13/17.