ALMANLAR ANADOLU'DA NE ARIYOR? Batı emperyalizmi -görebildiğim kadarıyla- dünyaya altı yoldan, yani altı silah kullanarak yayılıyor: Borçlandırma, serbest ticaret, özelleştirme, yabancı sermaye, toprak sattırma ve azınlık sorunu yaratma! Merkez ülkeler, daha doğrusu onu yöneten Derin-Merkez; nerede bir ulus-devlet varsa onu çökertmeye çalışıyor. Bu amaçla üç yol izliyor: Ulusüstüleştirme, bölgeselleştirme ve yerelleştirme. Türk ulus-devleti de, diğerlerine ek olarak bu üç yoldan çökertilmekte. Bunlardan “yerelleştirme”yi alalım. Yerelleştirme; merkezî hükümetin yetkilerinin yerel birimlere devredilmesi anlamına gelir. Neden böyle yapılıyor? Ulus-devleti güçsüzleştirmek için! Bu süreç Türkiye’de de işletiliyor. Vereceğim örnek belediyelerimizin, bu açıdan yabancıların, Derin-Merkez’in planına nasıl destek olduğunu açıkça gösteriyor. Türkiye’de “yerelleştirme” yönünde en çok çaba gösteren devletlerden biri, Almanya’dır. Bir yazarımız, Reha Ören [Türksolu, 15.5.2005] sorunu iyi ortaya koymuş. Yazısından bir özet yapmam yerinde olacak: Almanların temel hedeflerinden biri yurt dışında yaşayan her Almanı, potansiyel istihbaratçı olarak görüp onları Alman yayılmacılığı hizmetinde bir ajan olarak kullanmaktır. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkeler küreselleşmenin önünde en büyük engel olarak ulus-devletleri gördüklerinden, bunların zayıflatılması ve mümkünse yıkılmaları yönünde sivil toplum örgütlerine (NGO) belirli görevler yüklemektedir. Bunların arasında en önemli görev şudur: Yerel kültürlerin yaşatılması maskesi altında etnik kimliklerin birer sorun haline getirilmesi. Almanlar özellikle bu hâin hedefe yönelik olarak bazı sivil toplum örgütleri, vakıflar kurmuşlardır. Bu vakıflar gerçekte Alman istihbarat servisi BDN’nin kontrolü altında, taşeron birer istihbarat birimidir. Tüm harcamaları Federal Bütçe’den karşılanır. Türkiye’de cirit atan bu vakıflar şunlardır: Kondrad Adenaur Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı. Türkiye’de en faal olanı Kondrad Adenauer Vakfı’dır. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri iki grupta toplanabilir: i) Kemalizmin iflas ettiği, Türk ulusu diye bir ulus olmadığı yalanını yaymak; ii) Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak, bu amaçla Almanya’da sözde var olan federal sisteme geçişi benimsetmek. Bu hedefler yönünde Heinrich Böll Vakfı yıkıcı faaliyetlerini Güneydoğu’da, Kondrad Adenaur Vakfı Çukurova’da sürdürmektedir. Türkiye Belediyeler Birliği işte bu sonuncu vakıf ile sıkı işbirliği içindedir. Meclis tutanaklarına bakıldığı zaman, Birliğin bu vakfın emelleri doğrultusunda faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte sorun, çok daha farklı boyutlarda karşımıza çıkmaktadır. I) ALMAN YAYILMACILIĞI Evet,… Yurt dışındaki Almanlar, potansiyel istihbaratçı, ajan, emperyalist ülkeler, küreselleşme, sivil toplum örgütleri, etnik kimlikler, Alman vakıfları, Alman yayılmacılığı,… Bu sözcükler beynimde ard arda çınlayarak, bir çağrışım başlatıyor ve beni alıp bundan 100 yıl öncesine götürüyor. Tarihî yolculuğumu Türk Yolu dergisinde [“Avrupa Birliği Neden İlle Azınlıklar Diyor, A.K.P. Topraklarımızı Niçin Satıyor?”, Mart-Nisan 2006, S. 11 ] çıkan bir makalemle, değerli tarihçimiz Süleyman Kocabaş’ın bir kitabının [Tarihimizde Komplolar, Vatan Yayınları, İst., 2005, ss. 144-150] sayfaları arasında yapıyorum. A) Bir ülkeyi etki altına mı almak istiyorsunuz, dünya politikasında eskiden beri kullanılan bir teknik vardır: O ülkeye azınlıkları himaye maskesi arkasında yaklaşmak... Örnek mi istiyorsunuz? Tarihin -tabiî bugünün de- ünlü sömürgeci ülkelerini ele alalım. Meselâ İngiltere, Fransa, Almanya gibi azılı sömürgeciler!... Bu ülkeler nüfuz alanları içine kattıkları topraklara çok sayıda yurttaşlarını yerleştirmek için acele etmişlerdir. Neden? Oralardaki çıkarlarını korumak, o yeni toprakları idare edebilmek, hattâ sahiplenmek için! Bu politikadan, kendi lehlerine yeni ve aynı derecede önemli bir avantaj daha elde etmişlerdir ki o da şudur: Sömürgelerine yolladıkları nüfusun bizzat kendisinin; o nüfusun, yani azınlığın haklarını ve çıkarlarını koruma bahanesiyle, ev sahibi ülkelerin yönetimine ve ekonomisine müdahale etme ve onları kontrol altına alma imkânına kavuşması! Batı’nın emperyalist ülkeleri bu sinsi politikalarını, Asya ve Afrika’daki sömürgelerinde, Doğu Avrupa’da, her yerde uygulamışlardır. En tipik örneklerden biri, Alman azınlığı sorunudur. Alman hükümetleri 1919 yılından itibaren sınırları dışında yaşayan Almanların durumunu ulusal bir dâvâ olarak algıladılar. Bunu sorun haline getirerek Almanya’nın küresel çıkarlarını korumak amacıyla kullanmaya başladılar. Kanıt mı istiyorsunuz? İşte Weimar döneminin ünlü başbakanı Stressmann’ın sözleri : -“Azınlıklar, bulundukları ülkenin siyasetini Alman İmparatorluğu’nun çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışmalıdır. -Kültür alanında, Alman kültürünün ve düşüncesinin, bulundukları ülkenin halkına yayılmasına çalışacaklardır. -Ekonomik açıdan ise hem Alman sanayiinin ürünlerinin pazarlanmasına ve ham maddelerin elverişli koşullarda sağlanmasına aracılık edecekler, hem de Alman sanayiinin yurt dışındaki itibarının yükseltilmesine katkıda bulunacaklardır.” Benzer görüşler Hitler döneminde büsbütün yaygınlaşmıştır. Almanya dışında yaşayan Almanlar, yayılmacı Alman dış politikasının birer aracı haline getirilmiştir. a) Çok acı tecrübeler yaşanmış olmasına rağmen, kimi ülkeler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da azınlık sorunlarını istismar konusu yaptılar. Çeşitli uluslararası kuruluşlarda azınlık haklarını yeniden ön plana çıkardılar. Öyle ki azınlık haklarını zaman zaman insan haklarının bile üzerine çıkardılar. Bunlar yalnız kendi ulusal azınlıklarının değil, kendilerinin dışında, kökenleri farklı azınlıkların haklarını da koruma iddiası ile ortaya çıktılar. b) Avrupa’nın üç azılı sömürgeci ülkesi içinde özellikle Almanya azınlık sorunları konusunda büyük deneyim sahibidir. Bu tür faaliyetlerde öncü rol oynuyor. Azınlık haklarını korumak amacıyla kurulan pek çok sivil toplum örgütünün merkezi de Almanya’da bulunuyor. İşte iki örnek: -Avrupa Etnik Toplulukları Federal Birliği (Flenburg) -Etnik Grupların Haklarının Korunması ve Bölgecilik Uluslararası Enstitüsü (Münih) Bu gibi derneklerin çoğu şu görüşleri yayıyor: Ulus-Devlet bertaraf edilmesi gereken bir karakeçidir. Ulus-Devlet “etnik grupları ezici bir hegemonya kuran baskıcı bir örgütlenme”dir. Oysa gerçek niyetleri başkadır. Çünkü bu gibi merkezlerin yapacağı, “zenginleşme ve iktidar dürtüsü”nden kaynaklanan müdahalelere karşı dirençle, ancak ulus-devlet güçlü oldukça karşılaşacaklardır. Herhangi bir direniş istemediklerine göre hedef bellidir: Ulusdevleti etkisizleştirmek!... Çare? O da bellidir: Devletleri, ulusallık niteliklerini soyup çıkararak, kendi emperyalist planlarına elverişli bir kalıba sokmak. Bunu sağlamanın bir yolu da, azınlık olgusunu deşip sorun haline getirmektir. Ana çizgiler bunlar… Şimdi biraz daha somut ve ayrıntılı, açıklayıcı bilgiye ihtiyacımız var. O da Alman tarihine daha yakından bakmamızı gerektiriyor. B) Tarihî yolculuğuma ve gözlemlerime Süleyman Kocabaş’ın kitabıyla devam ediyorum. Yıl 1871… Almanya, siyasal birliğini gerçekleştirmiş. Sanayileşme sürecinde büyük adımlar atmış. Gelişen sanayiine yeni hammadde kaynakları ve yeni pazarlar bulmak, bunun için de dünyaya açılmak istiyor. Daha önce dünyanın dört bir tarafını, pazar ve kaynaklarını paylaşmış olan İngiltere ve Fransa’nın peşinden, o da kendi sömürge alanlarını kurmak istiyor. Bu amaçla, ilk adımı Alman sanayici ve iş adamları atıyor; 1880’de Alman Sömürge Cemiyeti’ni kuruyorlar. Sömürgeciler yeryüzünün bütün kıtlarını işgal etmiş, geriye yalnızca Afrika kalmıştır. Son kıta, Afrika da İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz gibi devletler tarafından üleşilmiş bulunmaktadır. Almanya hayal kırıklığı içindedir; talan ve yağmacılıkta geç kalmıştır. Son kurtlar sofrası dağılırken payına düşen, Büyük Sömürgecilerin beğenip de yerleşmediği Togo, Kamerun gibi topraklardır ve o bundan memnun değildir. Gözü başka yerdedir, gözü Asya’dadır. O bir “İngiliz Hindistanı” istemektedir. Peki, bundan neyi kastetmektedir, biliyor musunuz: Osmanlı İmparatorluğu’nu! Üzerinde büyük Devletlerin sömürgecilik kapışmasının bütün şiddetiyle devam ettiği Osmanlı topraklarını! Evet, Alman politikasının hedefi buydu, Türkiye’yi kendileri için bir “Alman Hindistanı”na, bir İmparatorluk arazisine çevirmekti! Özellikle Adana Ovası, Mezopotamya Alman toprakları olacaktı. Oralarda Alman kültürü yayılacak, Alman sanayii için hammadde alanları ve pazarlar oluşturulacaktı. Yıl 1890… Bismark görevinden istifa ediyor. II. Wilhelm başbakanlığa Caprivi’yi getiriyor. Bu son ikilinin dönemi “Pancermenist hırslar”ın iyice azdığı, Alman “Weltpolitik”inin kendini iyice gösterdiği dönem oldu. Doğal olarak Türkiye’yi bir “Alman Hindistanı” haline getirme çabaları da artıyor ve gittikçe yoğunlaşıyor. Pancermenistler rüyalarına kendilerini öyle kaptırmışlardır ki Türkiye’yi Almanya’ya kalan bir miras, İstanbul’u da “Büyük Habsburg İmparatorluğu”nun bir limanı olarak görüyorlardı. Pancermen Birliği Cemiyeti (Alldeutsche Verband) kuruluyor 1890’da… Pancermenistler Alman ırkının “üstün ırk” olduğuna inanıyorlardı. Birliğin hedefleri şunlardı: Alman nitelikli “Mukaddes Roma İmparatorluğu”nu yeniden canlandırmak, Alman politikasını Avrupa’da ve denizaşırı ülkelerde enerjik bir şekilde uygulamak, Alman sömürgeciliğinin gerçekleşmesini sağlamak. Cemiyet Türkiye ile ilgili olarak birbirine bağlı şu üç hedef yönünde çalışmaya başlamıştır: -Anadolu’nun çeşitli bölgelerine Alman göçmenleri yerleştirmek, -Anadolu’da Alman sömürge bölgeleri kurmak, -Osmanlı İmparatorluğu’nu bağımlı bir sömürgeye dönüştürmek için propaganda yapmak. Cemiyet’in üyelerinin çoğu profesörler, öğretmenler, iş adamları, subaylar ve memurlardı. Bakınız, Birliğin başkanı Profesör Hasse, 1896’da yayınladığı “Almanya’nın Türk Mirası Üzerindeki Hakları” başlıklı bir broşürde neler söylüyordu: Anadolu halkının, Mezopotamya ve Suriye halkının, bir Alman egemenliğine karşı çıkmaları çok zordur. Buraların iklim ve toprak koşulları Alman göçmenlerine verimli bir çalışma alanı ve zenginlik sağlayacaktır. Alman çalışkanlığı ve Alman bilimi, güçlü bir Alman yönetimi altında, bu toprakları Almanya’nın mülkü haline getirecektir. Tıpkı İngiltere’nin, Hindistan’da yaptığı gibi!... Alman Prensi Von Bülow ise aynı hedefi şöyle ifade ediyordu: Fırat ve Dicle kıyıları, İran Körfezi ve Akdeniz arası, yatırım ve nüfuz bölgemiz olmalıdır. Pancermen Birliği’nin yanı sıra “Sömürge Cemiyeti”, “Donanma cemiyeti” gibi Alman sömürgeciliğini ve yayılmacılığını hararetle destekleyen başka dernekler de kuruldu. Burada çarpıcı olan husus şudur: Almanya’nın yayılmacı ruhu tabandan geliyor, devletin resmî politikası da buna göre ayarlanıyordu. Halk ve yöneticiler Almanya’yı büyük yapmak için coşkuyla, bir araya gelmişti. Başbakan Caprivi Yeni Alman Politikası’nın bir gereği olarak şöyle diyordu: “Ya mal ya da insan ihraç etmek zorundayız, bu kadar artan bir nüfusla yaşayamayız!” Gerçekten Alman birliğinin kurulması ile birlikte Almanya yalnız mal patlaması değil, aynı zamanda “nüfus patlaması” da yaşamaya başlamıştı. 1870’de 41 milyon, 1907’de 62 milyon! Hâkim görüş, “Almanya’nın bu kadar nüfusu besleyemeyeceği ve zapt edemeyeceği” merkezinde idi. Fazla nüfus nereye gönderilecekti? Çare olarak üç ülke düşünülüyordu: Brezilya, Arjantin ve Türkiye! Pancermenistlerden Spenger daha 1869’da Anadolu’ya yönelik Alman emelleri konusunda şunları söylüyordu: Anadolu dünyada henüz hiçbir büyük devlet tarafından ele geçirilememiş tek yerdir. Buna karşılık en iyi sömürge olabilecek bir ülkedir. Oraya Ruslar el atmadan Almanya onu ele geçirirse, dünyanın paylaşımında en yağlı parçayı kapmış olacağız. II) ANADOLU’YA ALMAN GÖÇÜ “Dünyada her eylem bir fikirle başlar” derler ya, bu husus yerine getirilmiş, fikir oluşturulmuştu. Peki, Almanlar eyleme nasıl geçtiler? S. Kocabaş’ın söylemiyle “muhlisane bir politika” yoluyla… Önce Osmanlılarla ekonomik ilişkileri geliştirmeye ağırlık verdiler. Diğer Avrupa devletlerine tanınmış olan ticarî kolaylıkları Almanya’ya da tanıyan bir ticaret antlaşması yaptılar, 1890 yılında. Sonra Bağdat demiryolu projesini uygulamaya koydular. Bu proje Anadolu’da Almanların ekonomik yayılmalarının bel kemiğini oluşturacaktı. Dikkat! projeye göre demiryolu boyunca çevreye Alman göçmenler yerleştirilecekti! Pancermenist Dr. Kaerger “Küçük Asya: Almanya için bir Sömürge Alanı” adlı bir broşürde şunları yazıyordu: “Anadolu’da Alman sömürgeleştirme planının esasını, Bağdat demiryolu boyunca yerleştirilecek Alman nüfusu teşkil etmelidir. Almanya Babıâli ile bir anlaşma yapmalı, bu anlaşma çerçevesinde Alman göçleri kolaylaştırılmalı, göçmenler olabilecek saldırılara karşı koruma altına alınmalıdır.” Bununla birlikte Almanlar Bağdat demiryolu güzergâhına Alman göçmen yerleştirmeyi başaramadılar. Ancak emellerinden de vazgeçmediler. 1912 Balkan Harbi’nden sonra, Alman göçmenleri” sorununu yeniden gündeme taşıdılar. Nitekim Dr. Von Vinter “Berlin-Bağdat” adlı yapıtında şöyle diyordu: “Alman göçmenleri namuslu ve elinden iş gelir insanlardır. Bunları Anadolu’ya yerleştirecek olursak, Almanya’nın geleceğini temin hususunda büyük yardımları olur.” Kâzım Karabekir Almanların Anadolu’yu sömürgeleştirme planları için “Alman Anadolu Komitesi” adlı bir dernek kurduklarını kaydetmektedir. Golç Paşa’nın yanı sıra, bu derneğin üyeleri arasında bulunan Alman Askerî Islah Heyeti üyesi İmhor Paşa 1913’de şunları söylüyordu: “Anadolu’da 60-70 milyon insan iskân edilebilir. Oysa mevcut nüfus yalnızca 15 milyondur. Türkler bir ülkeyi imar etmesini bilmeyen bir millettir. Anadolu tam sömürgeleştirilecek bir yerdir.” Yukarda adı geçen Golç ve İmhor paşalar Osmanlı ordusunu ıslah için gelen heyette yer alan Alman subaylardır. Bu şahıslar Türkiye’yi kalkındırmak örtüsü altında, Almanların gözdesi olan Enver Paşa’yı Alman göçleri konusunda ikna etmeye çalışmışlardır. Nitekim Enver Paşa Kâzım Karabekir’e bir gün şöyle demiş: “Bizim kendi kendimize adam olmamız ihtimali yok. Avrupalılara çabuk yetişmek için bir önlem düşünüyorum. Şöyle ki Anadolu’ya bir miktar Alman göçmeni getirtelim; her tarafa değil, demiryolu boylarına. Bunlar tarım, zanaat, sanatta, kısacası her dalda halkımıza örnek olur. Böylece halkımız az zamanda kalkınır.” Karabekir bu sözleri hayretle dinler ve şu yanıtı verir: “Paşam bu fikir hayli eskidir. Daha “Berlin-Bağdat” demiryolu başlamadan çok önce bu fikir ortaya atılmıştı. Bu işle uğraşan cemiyetleri de vardır. Golç ve İmhor paşalar üyeleridir. Alman göçmenler zamanla silahlanır. Görüşüm, böyle olursa bağımsızlığımızı yitiririz, bir Alman sömürgesi oluruz.” Bunun üzerine Enver Paşa susar ve konuyu kapatır. Anadolu’ya Avrupa’dan göçmen getirme projesinin oldukça köklü olduğuna dair bir kanıt sunmak isterim. Vereceğim kanıt Almanlara o zamanki basının da destek olduğunu gösteriyor. 29 Ekim 1919 tarihli Vakit gazetesinde, Sadrazam Ali Paşa’nın 1869 yılında ortaya koyduğu bir proje hakkında dikkate değer bir yazı çıkmıştır. Ali Paşa’nın önerisi şudur: “Kapılarımızı açmalı ve Türkiye’ye seçme yabancı göçmen getirmeye bakmalıyız. Bunlardan bize bir tehlike gelmez, ıslahata [reforma] ve gelişmeye kavuşmamıza yardım ederler. Biz akıllıca yasalar yaparsak, günün birinde bunlar bizimle kaynaşır, bizden olurlar. Böyle geniş düşüncelerle ıslahat [reform] yoluna ciddi olarak girmek zorundayız. Yabancı göçmenler Amerika’da Amerikalı, Avustralya’da Avustralyalı oluyorlar. Bizim aramızdaki Avrupalı memur, sanatkâr ve tüccardan bir çoğu Osmanlı’dan ziyade Osmanlı’dırlar. Biz bunu bir türlü göremiyoruz. Bu adamlar bizim çıkarlarımızı bizden ziyade savunuyorlar, ülkeye bizden ziyade bağlılık gösteriyorlar.” Vakit gazetesi bu yazıya yer verdikten sonra şunları eklemektedir : “Ali Paşa’nın bundan yarım yüzyıl önce, hayret uyandırıcı geniş bir görüşle ileri sürdüğü teklif tartışılmaya layıktır. Geleceğin sorunları her halde Ali Paşa’nın yaptığı gibi, soğukkanlılıkla incelenmeli, araya his karıştırılmamalıdır. Dar hisler, bugünün gereklerine, yarının olasılıklarına uygun bir ulusal gidiş sahibi olmamıza set çekebilir. Bizi her şeyi oluruna bağlamak zihniyetinin kısır ve kahredici vadilerine sürükleyebilir.” Bugün bu siyaset Türkiye’de uygulanmaktadır. Nasıl mı? A.K.P.’nin başlattığı “yabancılara toprak satışı” yoluyla! SONUÇ Ulaştığım sonuçlar elbette günümüzle, bugünkü Türkiye ile ilgili olacak. Çünkü “geçmiş geleceğe ışık tutmadıkça akıl karanlıklar içinde yürür.” Çünkü “geçmişini hatırlamayan uluslar yok olmaya mahkûmdur.” 1) Almanya’nın Weimar dönemi başbakanı Stressmann’ın sözlerini unutmayalım. Bunun için de o sözleri günümüze ve Türkiye’ye uygulayalım: “Azınlıklar Türkiye’de Alman Devleti’nin çıkarları doğrultusunda çalışmalıdır. Alman kültürünün ve düşüncesinin, Türkiye’de yayılmasına çalışmalıdır. Alman sanayi ürünlerinin pazarlanmasına ve ham maddelerin elverişli koşullarda sağlanmasına aracılık etmeli, Alman sanayiinin Türkiye’deki itibarının yükseltilmesine katkıda bulunmalıdır. Diyeceksiniz ki nerede bu Alman azınlıklar? Vatanımızda nerede yabancılara harıl harıl toprak satılıyorsa, oradalar! Bekleyin, 15-20 yıl içinde karşınızda kitleler halinde siyasi hak talep ederken göreceksiniz onları. Şimdilik ikinci teknikle yetiniyorlar; “kökenleri kendilerininkinden farklı azınlıkların haklarını koruma” aracını kullanıyorlar. Yakın gelecekte birinci tekniği de kullanır hale gelecekler. O günü, kendi ulusal azınlıklarını kullanma imkânına sahip olacakları günü iple çekiyorlar. Gerçekte bunlar birer bahanedir. O durumu politik bir silah olarak kullanıyorlar. Niçin? Çevre ülkelerinin iç işlerine müdahale etmek, ekonomik bağımsızlıklarına son verebilmek, kaynaklarını ele geçirmek için. “Türk Milleti’nin çelikleşmiş ifadesi”nin başında olanlara sormalı: Türk Vatanı’nı ve Milleti’ni savunmak, bu işaret ettiğim son derecede tehlikeli gelişmelerin önünü şimdiden kesmek değil midir? A.K.P.’nin bu korkunç uygulamaları karşısında nedir bu sizin sessizliğiniz, bu teslimiyetçiliğiniz? Geminin batmaya başlamasını mı bekliyorsunuz? 2) Evet, yaptığımız gözlemler gösteriyor ki Alman politikasının, Anadolu ile ilgili tarihî hedefleri özellikle Adana Ovası ve Mezopotamya imiş. Akıllarınca buraları ilerde Alman toprakları olacakmış. Şimdi ey okur dikkatini bir paralelliğe çekmek istiyorum: O tarihlerden 80 yıl sonra Kondrad Adenauer Vakfı Çukurova’da! Heinrich Böll Vakfı Güneydoğu’da! Kim bilir daha başka ne kuruluşları, ne faaliyetleri var bunların. İkinci olarak, 1890’ların pancermenistleri o zamanki Türkiye’yi “Almanya’ya düşen bir miras, İstanbul’u “Büyük Habsburg İmparatorluğu”nun bir limanı” olarak görüyorlarmış. Bu rüya bitti mi? Bugün Avrupa Birliği üyeliğinde Türkiye’ye en büyük desteğin Almanya’dan gelmesi masum bir dostluk duygusuna bağlanabilir mi? Peki şu gözlem verisine ne dersiniz: Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell Aralık 2004’de Türkiye’yi ziyaret ediyor. Bu ziyaret sırasında ağzından bir değil, iki bakla birden çıkarıyor. Bir: Türkiye’nin güneydoğusunu “Kürdistan” olarak isimlendiriyor. İki: “İstanbul’u tek başına düşündüğümüzde, çok rahatlıkla AB üyesi olabilecek bir ülke olurdu” diyor. Evet ey Atatürkçü okurum, laiklik, evet irtica! Bunlar çok önemli… Ama biraz da bu uğursuz paralelliklere kafa yoralım! 3) Pancermen Birliği Cemiyeti üyelerinin çoğunun kim olduklarına bakalım: Profesör, öğretmen, iş adamı, subay ve memurlar. Bunlara dikkat! Böyle profesörlerin kitapları Türkiye’de bilim diye okutulabiliyor. Alman iş adamlarına fabrikalarımızı, bankalarımızı; öğretmenlerine, memurlarına topraklarımızı satıyoruz. Pancermen Birliği Cemiyeti’nin Türkiye ile ilgili hedeflerini hatırlayalım: Anadolu’ya Alman göçmenleri yerleştirmek, Anadolu’da Alman sömürge bölgeleri kurmak. Diyeceksiniz ki bu eskidendi. Hayır, zamana uydurulmuş olarak bugün de öyle. Zamana nasıl uydurdular? Türk hükümetine toprak sattırıyorlar. Almanlar Recep Tayyib’le Abdullah Efendi’ye boşuna mı hayranlar; TV kanallarında görüyoruz, her görüşmelerinde sarmaş dolaşlar. Artık Türkiye’nin en verimli, en zengin bölgelerine gelip yerleşebiliyorlar. Bunların 1. ve 2. kuşakları yakın bir gelecekte, Alman atalarının yerleştiği Türk topraklarını “vatan” bilecekler. Ve başlayacaklar her türlü, ekonomik ve politik hak taleplerini ileri sürmeye. Bizim halkımızın gözü o zaman açılacak ama ara ki bulasın A.K.P. milletvekillerini, onun hükümetini ve başbakanını… Öyleyse gerçek Atatürkçüleri yine uyarıyorum: Evet laiklik, evet irtica, evet çağdaş uygarlık! Bunlar çok önemli… Ama biraz da şu sayıp döktüğüm konular üzerine kafa yorun. Araştırın bir bakalım, A.K.P. ağırlıklı TBMM’nin yabancıya toprak satışını serbest bırakan yasaları çıktı çıkalı, Türkiye’ye ne kadar Alman gelip yerleşmiş ve yerleşmekte! Bunlar ne yapıyor, ne gibi faaliyetlerde bulunuyorlar? 4) İki önemli hususa dikkat isterim ey okur: -Alman halkının ve yöneticilerin Almanya’yı büyük yapmak için coşkuyla bir araya gelişi! -Almanya’nın yayılmacı ruhunun tabandan gelişi, devletin resmî politikasının buna göre ayarlanışı! Bir zamanlar biz de Türkiye’yi büyük yapmak için bir araya gelmiştik. Atatürk sayesinde, Kemalizm sayesinde… Bir Türk ruhu oluşuyordu; milyonlarca insan bir araya gelip aşınmaz, parçalanmaz bir mermere dönüşmek üzereydi. Eğer bu kaynaşma gerçekleşseydi, Türkiye’de hiçbir hükümet Millet aleyhinde politikalar uygulayamazdı. Ancak özellikle 12. Eylül 1980’le birlikte hem de askerler eliyle Atatürkçülük çökertildi. Sonra bir millet olarak darmadağın ettiler bizi, “Derin-Merkez” böyle istediği için. Tabii araç hep aynı: “Dahilî ve haricî bedhahların işbirliği… Bakın Amerikan Millî Savunma Akademisi’nden bir yetkili, bu halimizi görerek nasıl bayram etmekte: Türkiye tehlike algılaması konusunda artık homojen değil. Sistemin stratejik düşünme mekanizması zayıf ve gittikçe parçalanıyor. Artık tek Türkiye yok… Amerika işi bitirdi bile… 5) Son olarak, Enver Paşa’nın açığa vurduğu zihniyet çok düşündürdü beni. Diyor ki “bizim kendi kendimize adam olmamız ihtimali yok... Kalkınmak için Alman göçmen getirtelim.” “Kendi kendimize adam olamayacağımız” inancı, aydınlarımız arasında bugün de çok yaygındır. Ben kendim, birçok okumuştan hattâ profesör unvanlı bilim adamlarından çok duydum bunu. “Tanzimat kafası” dedikleri bu olmalı. Ali Paşa da benzer bir görüş ileri sürmemiş miydi? Ondan 50 yıl sonra o zamanki “Vakit” gazetesi de aynı görüşü savunmuyor muydu? Günümüzde Medyadaki en tanınmış temsilcileri Çetin Altan ve biri “profesör” olan mahdumlarıdır. Demek ki özgüvensizlik bizim ruhumuza, kanımıza işlemiş. Her eylem önce fikir ister. Fikir hazır. A.K.P. de tam bir uygulamasını yapıyor bunun. Yönetici kadro böyle düşündüğü içindir ki bütün ekonomi yabancı sermayeye açılmış, aynı özgüvensizlikten dolayı tesislerimiz, fabrikalarımız, bankalarımız birer birer yabancılara teslim ediliyor; madenlerimiz, topraklarımız satılıyor. Türkiye, el altından yabancı göçmenlere açılıyor. Oysa kendi kendine adam olamayanı, başkası da adam edemez. Atatürk’ün dediği gibi: Tarih bir ülkeyi yabancıların adam ettiğini kaydetmemiştir. Peki, ana sonuç nedir? Benim ana sonuç olarak söyleyeceğimi, aynı bir gerçeği ifade eden şu özdeyişler en açık şekilde anlatıyor: - Aynı faktörler bir araya gelince, daima aynı sonuç elde edilir. - Aptallığın en sağlam kanıtı, aynı hareketleri yapıp farklı sonuç beklemektir. Kaynak: Cihan Dura, Derin Komplo: Türkiye'nin Yeniden İşgali, İleri Yayınları, İst., 2008, ss.77-85 a