Medyaya yansıyan tavırlara göre ILO Genel

advertisement

içindekiler - editörden
Editörden...
Değerli Okuyucu,
yeni bir sayıyla yine sizlerleyiz.
İşçi Eki’mizi bu sayımızda sürdürüyoruz,
bundan sonra da sürdüreceğiz. Bu konuda
oldukça olumlu tepki aldık. Bu bölümün
daha da güzelleşmesi önemli ölçüde
okurlarımızın sınıf içindeki çalışmasının
daha da gelişmesine ve buna paralel olarak
daha fazla somut yazılar almamıza bağlı.
Dolayısıyla okurlarımızın sınıf içindeki
faaliyetlerini artırması işçi ekimizi
geliştirecektir ve tersine işçi ekimizin daha
da gelişmesiyle okurlarımızın elinde sınıfa
gitmek için daha güçlü bir silah olacaktır.
Yaz ayları aslında tatil yapmak için güzel
bir fırsattır, ancak şu da bir gerçek ki,
büyük insanlığın büyük bölümü geçimini
sağlayabilmek için yaz aylarında da
çalışacaktır ve ayrıca tatil yapmak
için gerekli maddi koşullara da sahip
olmayacaktır. Yine büyük insanlığın bir
bölümü ise ekmek kavgasında, direniş ve
grev çadırlarında geçirecektir yaz aylarını.
Dergimizin okurları bunun bilincinde
olarak yaz aylarında da sınıf mücadelesine
ara vermeden sürdürmelidir. Elbette yaz
ayları piknikler ve kamplar için iyi bir
fırsattır, bu nedenle imkanlar ölçüsünde
piknikleri ve kampları hem kitleyi hem
de kendimizi eğitmek için kullanmalıyız.
Mücadele içindeki işçileri de ziyaret etmeyi
unutmamalıyız.
Türkiye’nin katılmaması nedeniyle
burada fazla ses getirmese de, bir ay
boyunca milyonlarca insan futbol dünya
kupası isterisi içine çekildi. “GÜNDEM”
köşemizde bu konuya yer vererek,
kardeşliğin ve dostluğun sporu olabilecek
futbolun nasıl çılgınca tüketim ve
milliyetçilik için kullanıldığını, bu arada
gerçekte kimlerin kazandığını ve kimlerin
kaybettiğini göstermeye çalıştık.
Bu sayımızın başyazısını aylık gazete
olarak biraz geç kalarak da olsa devlet
ve hükümet arasında kızışan çete
İçindekiler
savaşlarına ve bu dalaşın arkaplanının
aydınlatılmasına yer ayırdık. Bu konunun
önümüzdeki dönemde değişik biçimlerde
ama gittikçe daha da sertleşerek
karşımıza çıkacağı kesindir.
İşçi Eki’mizin başyazısını işçi sınıfı
sorunlarının ele alındığı yazılarda
fazla önemsenmeyen ve böylece fazla
dikkat çekmeyen bir konuya, çocuk
işçiler konusuna ayırdık. Emperyalist
burjuvazinin kurumlarının bu konudaki
vahim durumu daha da iyi göstermek için
nasıl olguları ve rakamları çarpıttığını
örneklerle göstermeye çalıştık.
İşçi Eki’mizin diğer kısmını, önemli ölçüde
yeni başlayan, yürümeye devam eden ve
olumlu veya olumsuz sonuçlanan direniş
ve grevlere ayırdık.
Yeni Kadın Dünyası’nda, Eren Keskin
ve Perihan Mağden gibi mücadeleci
kadınlara karşı başlatılan karalama ve
kışkırtma kampanlarına tavır takındık ve
bu kampanyaların aslında tüm muhalif
kesimleri hedeflediğine dikkat çektik.
Geçtiğimiz dönem 15-16 Haziran
Büyük İşçi Direnişinin ve 2 Temmuz
Sivas Katliamının yıldönümleri çeşitli
etkinliklerle anıldı. Bu konulardaki
yazılarımızı ilgiyle okuyacaksınız. Yine
geçtiğimiz dönemde 5 Haziran Dünya
Çevre Günü ve 26 Haziran, Dünya
İşkenceye Karşı Mücadele Ve İşkence
Görenlerle Dayanışma Günü üzerine de
yazılarımızı beğeniyle okuyacaksınız.
Bir okurumuzdan gelen “İyi Haber Nasıl
Yazılır?” yazısını bu sayımızda maalesef
yer nedeniyle yayınlayamıyoruz. Şimdilik
internet sitemizden yayınladığımız
bu önemli çalışmayı tüm yazı yazan
okurlarımızın okumasını diliyoruz.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ağustos
ayında dergimiz çıkmayacaktır. Öyleyse
Eylül sayımızda tekrar görüşmek dileğiyle..
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 09.07.2006
GÜNDEM
ÇA­RE­SİZ DEĞİ­LİZ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Tüketim ve milliyetçiliğin kışkırtılması…. . . . . . . . . . . . . . . . . 5
PANORAMA
İSPANYA - ETA’nın ateşkes ilanı sorunu çözecek mi?. . . . . . . . . . . . 7
DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ - Seçim bahane, işgal şahane…. . . 8
SIRBİSTAN-KARADAĞ - Referandumdan ayrılık çıktı…. . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Çocuk işçiler … . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
“TÜMTİS’te neler oluyor?”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı. . . . . . . . . . . . 5
15-16 Haziran Mersin’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! 5
210 işçinin işine son verildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Seyhan: Direniş sürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı!. . . . . . . . . . . . . . . 6
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . . . . . . . . . . . . 7 Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . . . . . . . 7
Biten grev ve direnişlerden haberler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
CORUS YASAN işçisi kararlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
ABD’de göçmen olmak…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
YENİ KADIN DÜNYASI
Militarizme hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Her Türk Asker Doğmaz - Perihan Mağden. . . . . . . . . . . . . . . 13
Eren Keskin’e destek kampanyası devam ediyor. . . . . . . . . . . . . 14
Kadınlar TMY ve operasyonlara karşı Ankara’da buluştu. . . . . . . . . 14
GÜNCEL
Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız! . . . . . . . . . . . . . . 15
Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi . . . . . . . . . . . . 15
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. . . . . . . . . . . . . 16
İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran
Dünya Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı. . . . . . . . . . . . 16
İşkence görenlerle dayanışma günü. . . . . . . . . . . . . . . . . . 17
Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!”. . . . . . . . . . . . . . . 17
Demokratik Toplum Partisi 1. Kongresi yapıldı . . . . . . . . . . . . . 18
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 102 · TEMMUZ’2006 ISSN 1301-692X102
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
vYayın Türü: Yaygın Süreli
gündem
ÇETE SA­VAŞ­LA­RI TÜR­Kİ­YE’­NİN GÜN­DE­Mİ­Nİ BE­LİR­Lİ­YOR ... BU KA­DER DE­ĞİL­DİR...
ÇA­RE­SİZ DEĞİ­LİZ!
E
ge­men sı­nıf­lar ara­sın­da­ki ik­
ti­dar da­la­şı, cum­hu­ri­ye­tin ku­
ru­lu­şun­dan bu ya­na dev­le­ti
elin­de bu­lun­du­ran güç­ler­le, mer­ke­
zin­de or­du­nun bu­lun­du­ğu ve bu dev­
let bi­zim di­yen güç­ler­le, par­la­men­to­
da­ki çoğun­luğu­na da­ya­na­rak dev­let
er­ki­ni adım adım ele ge­çir­me­ye ça­
lı­şan AKP hü­kü­me­ti ara­sın­da­ki da­
laş, ar­tık her iki ta­ra­fın da bir­bi­ri­ni
açık­ça öbür ta­ra­fı ken­di­si­ne kar­şı
komp­lo yap­mak­la, çe­te­leş­mek­le suç­
la­dığı ve bu suç­la­ma­nın ka­nıt­la­rı­nı
or­ta­ya koy­ma­ya ça­lış­tığı bir aşa­ma­ya
gel­di. Ge­le­cek yıl ya­pı­la­cak cum­hur­
baş­kan­lı­ğı se­çim­le­ri ve Ar­dın­dan yapılacak ge­nel se­çim da­la­şın kı­zış­ma­
sın­da be­lir­le­yi­ci rol oy­nu­yor.
Da­nış­ta­y’a yö­ne­lik ar­dın­da bir ölü,
dört ya­ra­lı bı­ra­kan si­lah­lı sal­dı­rı er­te­
sin­de olan ge­liş­me­ler, özel­lik­le ge­çen
yıl so­nun­da­ki Şem­din­li olay­la­rı er­te­
sin­de­ki ge­liş­me­le­rin de­va­mı ola­rak
iz­len­diğin­de ge­li­nen yer­de ege­men sı­
nıf­lar ara­sın­da­ki ik­ti­dar da­la­şı­nın bo­
yut­la­rı­nın doğ­ru değer­len­di­ril­me­si
için ye­ter ve­ri su­nu­yor.
Dev­le­ti elin­de bu­lun­du­ran, ayak­la­
rı­nın al­tın­da­ki ik­ti­dar ze­mi­ni­nin kay­
dığı­nı gö­ren ve bu­nu en­gel­le­me­ye ça­
lı­şan güç­ler, el­le­rin­de­ki tüm araç­lar­la
hü­kü­me­ti sı­kış­tır­ma­ya, onu hi­za­ya
çek­me­ye, de­yim ye­rin­de ise “emir
ko­mu­ta zin­ci­ri” içi­ne çek­me­ye ça­lı­şı­
yor.
Bu ulus­la­ra­ra­sı si­ya­set ala­nın­da
da (ör­neğin Kıb­rıs ko­nu­su, ör­neğin
AB ko­nu­su, ör­ne­ğin Or­ta­doğu si­ya­
se­ti ko­nu­su vb.), iç si­ya­set ala­nın­da
da (ör­ne­ğin “Kürt so­ru­nu”, ör­neğin
“te­rör­le mü­ca­de­le” adı al­tın­da su­nu­
lan so­run, ör­ne­ğin “tür­ban so­ru­nu”
vb.) açık­ça gö­rü­lü­yor. Hü­kü­met ka­
na­dı za­ma­nın ken­di le­hi­ne iş­le­diği he­
sa­bıy­la or­ta­mı ger­me­den, bir “ka­za­ya
uğ­ra­ma­dan” hü­kü­met ol­ma ko­nu­
mu­nu bir da­ha­ki yıl ge­nel se­çim­le­re
ka­dar ko­ru­mak için dev­le­ti elin­de bu­
lun­du­ran güç­ler­le uz­laş­ma­ya gi­ri­yor,
bir meh­te­ran bö­lü­ğü gi­bi iki ile­ri, bir
sağ bir so­la se­lam ile yo­lu­na de­vam et­
me­ye ça­lı­şı­yor.
Ara­da bir ta­ba­na mo­ral ver­me­ye
yö­ne­lik ve ki­mi de kont­rol dı­şı olan
“sert” çı­kış­lar işin özü­nü de­ğiş­tir­mi­
yor. Hü­kü­met ka­na­dı­nın or­ta­mın
ge­ril­me­sin­den, ça­tış­ma­nın sert­leş­
me­sin­den an­da bir çı­ka­rı yok. Bu­na
kar­şı dev­let ik­ti­da­rı­nı elin­de bu­lun­
du­ran ve bu ik­ti­da­rı ko­ru­ma­ya ça­lı­
şan ka­na­dın or­ta­mın ge­ril­me­sin­den,
ça­tış­ma­la­rın art­ma­sın­dan, top­lu­mun
laf­ta la­ik­lik ile şe­ri­at al­ter­na­tif­le­ri ara­
sın­da sı­kış­tı­rı­lıp, şe­ri­at­çı gö­rü­lüp gös­
te­ri­len hü­kü­me­te kar­şı “la­ik” cum­hu­
Yi­ne toz du­man or­ta­lık.
Yi­ne ki­min eli ki­min ce­bin­de bel­li de­ğil.
İl­ginç ve kor­ku­tu­cu gün­ler ya­şa­nı­yor.
On­lar­ca komp­lo te­ori­si üre­ti­li­yor,
ko­nu­şu­lu­yor, tar­tı­şı­lı­yor.
ri­ye­tin “zin­de güç­le­ri” et­ra­fın­da top­
lan­ma­ya ça­lı­şıl­ma­sın­dan çı­ka­rı var.
Bu ka­nat için ik­ti­da­rı el­de tut­mak
için al­ter­na­tif­ler şun­lar:
“De­mok­ra­tik al­ter­na­tif”, hü­kü­me­ti
er­ken se­çi­me zor­la­mak, bu er­ken se­
çim­de AKP hü­kü­me­ti­ni te­me­li dev­
let­çi ol­mak olan ye­ni bir Mil­li­yet­çi
Cep­he hü­kü­me­ti ku­ra­cak bir ko­alis­
yon hü­kü­me­ti ile de­vir­mek­tir. Bu hü­
kü­me­tin or­tak­la­rı CHP/DYP/ANAP
ve MHP ola­rak ön­gö­rül­mek­te­dir.
Kuş­ku­suz yön­len­dir­me fonk­si­yo­nu
da olan ve Da­nış­tay olay­la­rı er­te­sin­de
ya­yın­la­nan son bir ka­mu­oyu araş­tır­
ma­sın­da, AKP’nin oy­la­rı yüz­de 30
ci­va­rı­na düş­müş ola­rak gös­te­ril­me­
si­ne rağ­men, oy­la­rı ken­di­si­ne en ya­
kın par­ti­den 10 pu­an ön­de gö­rül­mek­
te­dir.
Bu­gün dev­let­çi ke­ma­list ke­si­min,
ya­ni ger­çek­te dev­let ik­ti­da­rı­nı elin­de
bu­lun­du­ran­la­rın par­la­men­to­da­ki
“ana mu­ha­le­fet par­ti­si” gö­rü­nüm­
de­ki CHP’nin oy­la­rı yük­se­len bir eği­
lim için­de gös­te­ril­mek­te­dir. Fa­kat
yi­ne de AKP’nin çok ge­ri­sin­de­dir.
AKP’nin ge­le­cek se­çim­ler­den de —
halk des­teği te­mel alın­dığın­da— en bü­
yük par­ti ola­rak çı­ka­cağı en azın­dan
an­da bur­ju­va­zi­nin med­ya­sı­nın tü­mü­
nün üze­rin­de bir­leş­tiği bir ol­gu­dur.
Bu du­rum­da AKP’yi hü­kü­met­ten
“de­mok­ra­tik” yol­la uzak­laş­tır­ma­
nın tek yo­lu ko­alis­yon hü­kü­me­ti­dir.
Böy­le bir ko­alis­yon hü­kü­me­ti için­de
CHP esas par­ti ola­cak­tır. (Her ne ka­
dar CHP için­de de iç ça­tış­ma­lar, Bay­
ka­l’ı CHP’den uzak­laş­tır­ma ça­ba­la­rı,
bu ara­da CHP-ANAP-DYP dı­şın­da
ye­ni bir olu­şum­la AKP’ye kar­şı ye­ni
bir al­ter­na­tif et­ra­fın­da bir­le­şme plan­
la­rı ol­ma­sı­na, pa­zar­lık­lar yü­rü­tül­me­
si­ne vb. rağ­men… Böy­le bir al­ter­na­ti­
f­in bir da­ha­ki se­çim­le­re ka­dar ya­ra­tı­
lıp, halk­tan da oy al­ma­sı gö­le ma­ya
çal­ma­ya ben­ze­mek­te­dir. DSP’nin de
yük­se­lir gö­rü­nen bir oy eğ­ri­si var­
dır. Fa­kat bu­nun Ece­vit’in ölüm dö­
şe­ğin­de yat­ma­sı­na bağ­lı ola­rak du­
yu­lan acı­ma duy­gu­la­rı, ve­fa, “na­
mus­lu adam” vb. ima­jı ile bağı var­dır.
DSP’nin ba­ra­jı aşıp ko­alis­yon or­tağı
ol­ma şan­sı sı­fı­ra ya­kın bir ola­sılık­
tır.) Bu­gün­kü güç den­ge­le­ri­ne gö­re,
AKP’yi de­mok­ra­tik yol­dan iş­ba­şın­
dan uzak­laş­tır­ma al­ta­na­ti­fi ko­alis­yo­
nu­nun ola­sı or­tak­la­rı DYP, ANAP ve
MHP’dir. DYP ve ANAP’ı bir tür­lü
bir­leş­ti­re­rek ba­ra­jı aş­tır­ma pla­nı var­
dır. Son ka­mu­oyu yok­la­ma­sın­da
DYP ba­ra­jı aşar gös­te­ri­lir­ken, ANAP
ba­ra­jın ol­duk­ça al­tın­da, tek ba­şı­na se­
çi­me gir­diğin­de % 10’luk se­çim ba­
ra­jıy­la hiç şa­nsı ol­ma­yan bir po­zis­
gündem
yon­da gös­te­ril­mek­te­dir. Böy­le­ce ola­sı
bir bir­li­ğin ad­re­si de DYP ola­rak gös­
te­ril­mek­te­dir.
MHP son ka­mu­oyu yok­la­ma­sın­da
ba­ra­jın ol­duk­ça al­tın­da gö­rün­mek­
te­dir. Fa­kat ANAP’ın ter­si­ne tek ba­
şı­na se­çim­le­re gir­di­ğin­de ba­ra­jı aş­ma
şan­sı var­dır. Bu du­rum­da AKP’nin
“de­mok­ra­tik” al­ter­na­ti­fi or­ta­ya çı­
kar. Ola­sı bir CHP/DYP/ANAP/MHP
ko­alis­yo­nu. İyi de bu­nun için se­çim­
le­rin ya­pıl­ma­sı ve bun­dan da önem­
li­si AKP’nin ger­çek­ten % 30’­lar ci­va­
rın­da ka­lıp tek ba­şı­na hü­kü­met ku­
ra­cak gü­ce eri­şe­me­me­si ve de bu­nun
ya­nın­da CHP ya­nın­da MHP ve DYP/
ANAP’ın ba­ra­jı aşıp, üçü­nün-dör­dü­
nün par­la­men­to­da ço­ğun­luk el­de et­
me­si ge­re­kir. Bu he­sap so­nuç­ta çok bi­
lin­me­yen­li ve tut­ma ih­ti­ma­li ol­duk­ça
dü­şük olan bir he­sap­tır.
Or­ta ve uzun erim­de dev­let ik­ti­da­
rı­nı elin­de bu­lun­du­ran­lar için “fe­la­
ket” se­nar­yo­su, AKP’nin hiç bir şey
ol­ma­mış gi­bi yo­lu­na de­vam et­me­si,
elin­de­ki par­la­men­to ço­ğun­luğu­na da­
ya­na­rak ken­di be­lir­le­di­ği bir ada­yı
cum­hur­baş­kan­lığı­na seç­me­si, böy­
le­ce dev­let er­ki­nin çok önem­li bir
mev­ki­ini da­ha dü­şü­re­rek ele ge­çir­
me­si, ar­dın­dan da ge­nel se­çim­ler­de
tek ba­şı­na hü­kü­met ku­ra­cak bir
çoğun­lu­ğu sağ­la­ma­sı­dır. Bu dev­le­ti
elin­de bu­lun­du­ran ke­ma­list bü­rok­
rat bur­ju­va­zi açı­sın­dan yo­lun so­nu
ol­maz, fa­kat so­na gö­tü­ren yol­da çok
önem­li bir vi­raj­dır.
Bu yüz­den şim­di ön­ce­lik­li he­def
ola­rak hü­kü­me­tin hü­kü­met ol­ma­dı­
ğı­nın, hü­kü­met ede­me­ye­ceği­nin is­
pa­tı ve hü­kü­me­tin er­ken se­çi­me zor­
lan­ma­sı se­çil­miş­tir.
Or­ta­ya De­mi­rel sü­rül­müş­tür. De­mi­
rel ağ­zın­dan bu hü­kü­me­tin as­lın­da
hükümet ede­me­di­ği, bu ül­ke­de bel­li
güç odak­la­rı­na kar­şı hiç bir şey yap­
ma­nın müm­kün ol­ma­dı­ğı, ça­re­nin
er­ken se­çim­de ol­duğu, eğer er­ken se­
çim ya­pıl­mış ol­sa idi 12 Mart ve 12
Ey­lü­l’ün ya­şan­mış ol­ma­ya­ca­ğı gö­rüş­
le­ri dil­len­di­ril­miş­tir.
Tam böy­le bir or­tam­da ge­len Da­
nış­ta­y’a yö­ne­len “Al­la­hın As­ke­ri”
im­za­lı ve “tür­ban ka­ra­rı­nın ce­za­lan­
dı­rıl­ma­sı” mar­ka­lı ve fa­kat ne ga­rip­
tir ki hep mil­li­yet­çi/dev­let­çi ra­bı­ta­lı
si­lah­lı sal­dı­rı ey­le­mi, hü­kü­me­tin hü­
kü­met ede­me­diği­nin öte­sin­de, cum­
hu­ri­ye­tin la­ik ku­rum­la­rı­nı he­def gös­
te­ren bir ko­num­da ol­duğu­nun is­pa­tı
bir ey­lem ola­rak çık­tı or­ta­ya. Dev­let
or­du­su, yar­gı­sı, üni­ver­si­te yö­ne­ti­mi
vb. ile Anıt­ka­bi­r’e “Ata’­ya şi­ka­yet”e
çık­tı. Hü­kü­met üye­le­ri ke­ma­list kit­le
ta­ra­fın­dan “Mol­la­lar İra­n’a!”, “Ka­til
hü­kü­met!” ni­da­la­rı ile kar­şı­lan­dı öl­
dü­rü­len Da­nış­tay üye­si­nin ce­na­ze tö­
re­nin­de. Ka­ti­lin ey­le­min he­men er­te­
sin­de ya­ka­lan­mış ol­ma­sı ve ka­ti­lin
tüm iliş­ki­le­ri­nin es­ki or­du men­sup­
la­rı, ke­ma­list-ırk­çı ku­ru­luş­lar vb. ol­
du­ğu­nun ortaya çık­ma­sı ile bir­lik­te
bu kez hü­kü­met ka­na­dı, Da­nış­tay
sal­dı­rı­sı­nın hü­kü­me­te kar­şı gi­ri­şil­
miş bir komp­lo ol­du­ğu­nu iş­le­me­ye
baş­la­dı. “La­ik dev­le­te kar­şı hü­kü­me­
tin iş­a­re­tiy­le ha­re­ket eden şe­ri­at­çı­la­
rın dev­le­te yö­ne­lik sal­dı­rı­sı” te­ori­si­
nin kar­şı­sı­na “adı ko­na­ma­yan bir çe­
te­nin hü­kü­me­te kar­şı komp­lo­su” te­
ori­si çık­tı. Bu ara­da çok cid­di baş­ka
komp­lo te­oris­yen­le­ri, as­lın­da bu­nun
em­per­ya­list dış güç­le­rin, “Tür­ki­ye­’ye
kar­şı komp­lo­su” ol­du­ğu­nu an­lat­tı.
Bir ‘yaş­lı eşek’ de, as­lın­da komp­lo­nun
he­de­fi­nin Tür­ki­ye’nin ba­ğım­sız­lığı­nı
sa­vu­nan esas güç olan İP ve onun ön­
de­ri ol­duğu­nu an­lat­tı. vb.
So­nun­da ne ol­du?
Sav­cın­ın hak­kın­da tu­tuk­lan­ma
ka­ra­rı çı­ka­rıl­ma­sı­nı is­te­diği ve Da­
nış­tay ey­le­min­de­ki te­tik­çi­nin, Em­ni­
yet açık­la­ma­sı­na gö­re “adı ko­na­ma­
yan çe­te”si­nin “ki­lit is­mi” ola­rak ta­
nı­tı­lan, is­mi bu da­va­ya ka­rış­tı­rıl­dı­ğı
için üzün­tü­sün­den “kal­bi­ne bı­çak
sap­la­ya­rak in­ti­ha­ra kal­kı­şan” emek­li
yüz­ba­şı Mu­zaf­fer Te­kin ha­kim ta­ra­
fın­dan tu­tuk­suz yar­gı­lan­mak üze­re
ser­best bı­ra­kıl­dı. Bu olay “Tür­ki­ye
se­nin­le gu­rur du­yu­yor” ni­da­la­rıy­la
kar­şı­lan­dı. Ay­nı Su­sur­luk da­va­sında
yar­gı­la­nan “va­tan-mil­let için kur­şun
sı­kan­lar” gi­bi. Ay­nı Şem­din­li da­va­sı­
nın “iyi ço­cuk” ka­til­le­ri gi­bi! Son­ra
bü­tün bur­ju­va med­ya hep bir ağız­
dan bas­tır­dı: Gör­dü­nüz mü, bağım­
sız yar­gı ka­rar ver­di. De­mek ki ney­
miş? De­mek ki, hü­kü­me­tin ve Em­ni­
ye­t’in bir bö­lü­mü­nün Da­nış­tay sal­
dı­rı­sı­nın ar­dın­da çe­te fi­lan ara­ma­sı
yan­lış­m­ış. De­mek ki or­ta­da komp­lo
fi­lan yok­muş. Bir “mec­zup” ken­di de­
diği gi­bi, ken­di ba­şı­na ka­rar alıp uy­
gu­la­mış. vb. vb.
Da­nış­tay sal­dı­rı­sı­nın ar­dın­dan çı­
ka­rı­lan, adı kon­ma­mış, ve çe­te ol­ma­
dı­ğı “bağım­sız yar­gı”nın ba­ğım­sız
bir ka­ra­rıy­la tes­cil edil­miş ol­du­ğu
söy­le­nen çe­te­nin ar­dın­dan, Em­ni­yet
için­de hü­kü­me­te ya­kın olan ke­sim or­
ta­ya bir çe­te da­ha çı­kar­dı. İçin­de ak­tif
su­bay­la­rın yer al­dı­ğı bu çe­te­nin bel­ge­
le­ri ara­sın­da, Başbakanın evi­nin kro­
ki­si, han­gi yo­ldan ne za­man na­sıl geç­
ti­ğinin not­la­rı fi­lan da bu­lun­du. Dev­
le­te zim­met­li bir di­zi si­lah, cep­hane,
bom­ba vb. de bu­lun­du. “Va­tan­se­ver”
ol­duk­la­rı­nı açık­la­yan bu çe­te­ci­le­rin
açık­la­ma­la­rı da il­ginç: Bun­lar Tür­
ki­ye’nin ola­sı bir iş­ga­li­ne kar­şı ör­güt­
le­ni­yor­lar­mış! Ve ta­bii bun­lar da bi­
rey­sel ola­rak ha­re­ket eden, dev­let ve
or­du vb. ile iliş­ki­le­ri ol­ma­yan “mec­
zup”lar­dır. İl­ginç olan şu­dur ki, bu
mec­zup­lar ve bun­la­rın ey­lem­le­ri old­
uğu gi­bi, bun­la­ra kar­şı hü­kü­met yan­
lı­sı Em­ni­yet ke­si­mi­nin ta­ki­ba­tı da ne­
den­se son dönem­de ar­tı­yor. Her­hal­de
sı­cak­la­rın art­ma­sın­dan ola­cak­tır bu.
Öy­le ya, sı­cak­lar art­tık­ça de­li­lik ala­
met­le­ri de ar­tar! Yi­ne her­hal­de bun­
la­rın cum­hur­baş­kan­lığı se­çi­mi yak­
laş­tık­ça da­ha da ar­ta­cağı­nı söy­le­mek
için kâhin ol­ma­ya da ge­rek yok­tur.
Ge­liş­me­ler­de an­da ge­li­nen son
nok­ta ne?
Özel ser­ma­ye­li iş­bir­lik­çi bü­yük ser­
ma­ye­nin öz ör­gü­tü TÜ­Sİ­AD, er­ken
se­çi­me kar­şı ol­duğu­nu açık­la­ya­rak,
hü­kü­me­te des­tek ver­di. Fa­kat bu des­
te­ği­ni de bir şar­ta bağ­la­dı: Hü­kü­met
cum­hur­baş­kan­lığı se­çi­mi vb. ko­nu­
lar­da “top­lum­sal uz­laş­ma” ara­ma­lı
ve bu­nu sağ­la­ma­lı­dır. Hü­kü­met öy­le
olur ol­maz yer­siz ve za­man­sız çı­kış­lar
ve açık­la­ma­lar yap­ma­ma­lı­dır… vb.
Ar­dın­dan Baş­ba­kan –hü­kü­me­tin
ba­şı– Ge­nelkur­may Baş­ka­nı –dev­let
er­ki­nin ger­çek ba­şı– ile bir gö­rüş­me
yap­tı. Ve bu gö­rüş­menin so­nu­cu tek
cüm­ley­le açık­lan­dı: İç ve dış gü­ven­
lik sorun­ları üzerine görüşül­müş­tür!
An­laşılan odur ki, hükümet ile dev­
leti elin­de bulun­duran güç­ler arasın­
daki ik­tidar dalaşın­da her iki taraf
da ken­disinin her dediğini yapacak
durum­da ol­madığını, her iki tarafın
da elin­de ötekine kar­şı kul­lan­acağı
koz­lar ol­duğu gös­teril­miş­tir. Bu hükümetin bun­dan ön­cekilerin bir
çoğun­da ol­duğu gibi ilk muh­tırada
şap­kasını alıp git­meyeceği görül­
düğü gibi, dev­let ik­tidarını elin­de
bulun­duran güç­lerin hiç bir şart al­
tın­da AKP’nin tek başına par­lamen­to
çoğunl­uğuna dayanarak seçeceği bir
cum­hur­baş­kanını kabul et­meyeceği
de görül­müş, gös­teril­miş­tir.
Bun­dan son­rası bu ger­çek­lerin yineleneceği bir dönem olacak, sonuç­ta
bir uz­laş­ma for­mülü bulunacak­tır.
Fakat cum­hur­baş­kan­lığı seçimi ile
de, bir dahaki seçim­ler ile de bu dalaş son bul­mayacak­tır. Ve egemen
sınıf­lar ken­di araların­daki bu ik­tidar
dalaşın­da şim­diye kadar ol­duğu gibi
bun­dan son­ra da iş­çileri ve emek­çi
yığın­ları, hükümet demok­rasi adına,
dev­let ik­tidarını elin­de bulun­duran
güç­ler laik cum­huriyeti ve bağım­sız­
lığı savun­ma adına ken­di kuy­ruk­
larına tak­mayı deneyecek­tir.
Ve bu arada çete savaş­ları sürecek­tir.
Biz egemen sınıf­ ların ik­tidar
dalaşının ürünü olan bu çete savaş­
larının ap­tal seyir­cileri, şu ya da
bu taraf­taki saf des­tek­çileri ol­mak
zorun­da değiliz. Bizim ken­di tarafımız, ken­di sınıf çıkar­larımız, ken­di
mücadelemiz var.
Çete savaş­larının tozu dumanı
arasın­da, kay­bedilen, unut­turul­maya
çalışılan Tür­kiye ger­çeğin­de ne tür­
ban, ne egemen sınıf­ların laik­liği ne
televole sorun­ları belir­leyici sorun­lar
değil.
Bizim der­dimiz iş sorunu, aş sorunu, konut sorunu, in­san­ca yaşama sorunu. Tekel­ler bütün Tür­kiye
tarihin­de en yük­sek kâr­larını el­de
eder­ken, iş­çi ve emek­çilerin top­lum­
sal zen­gin­lik­ten eline geçen pay ek­
siliyor. İş­siz­lik, yok­sul­luk diz boyu.
Demok­ratik­leş­me adına çıkarılan
bir dizi yasa var. Ama bun­lar bizim
için pratik­te bir an­lam ifade et­miyor.
Kul­lanıl­mıyor. Ger­çek sorun­lar bun­
lar. Bırakalım çeteler tepiş­sin. Biz on­
ların tümüne sır­tımızı dönelim. Biz
ken­di işimize bakalım. Biz ser­maye
egemen­liğine kar­şı sınıf mücadelesine sarılalım, ken­di gücümüze güvenelim.
Ör­güt­lenelim.
Ör­güt­lenelim.
Ör­güt­lenelim.
11 Haziran 2006 
2006 D
Tüketim
kışk
Bu yazıyı yazdığımızda bütün
Yapılan/yapılacak 64 futbol ka
Şampiyonası’nın “en büyüğü”,
kazanan birilerinden, kazanıla
KAZANANLAR…
2006 Dünya Futbol Şampiyonası
aylar öncesinden başlayan büyük
bir hazırlık sonrasında MünihAlianz Arena stadyumunda 9
Haziran 2006 tarihinde yapılan
görkemli bir açılışla başladı. Bir ay
boyunca bir dizi şey unutturulacak; favoriler belirlenecek, takımlar tutulacak, kazanan, kaybeden
hesapları yapılacak; 64 maratonluk
m a ç s on r asında hangi
tak ımın kazanacağı üzer i ne t a r t ı şma lar y ür üt ü le c e k …
He r D ü ny a
K u p a s ı ,
A v r u p a
Kupası vs.
k a r ş ı l a ş m ala rı nı n olağan görüntüsü
bu… Yapılanlar,
yapılacaklar
belli…
Futbol geçtiğimiz yüzyılın
olduğu gibi bu
yüzyılın da seyri
güzel en önemli
spor dallarından
birisi… Ancak
spor u n diğer
alanlarında olduğu gibi, futbolda da günümüzde
belirleyici olan bunun bir
spor olarak, insan bedeninin
gelişmesi, insanlar, takımlar,
uluslar arasında kardeşlik
ve dostluk köprüsü olması
değil… Hayır futbol, günümüzde spor dünyasının en
önemli şovlarının yapıldığı,
çok büyük paraların kazanıldığı bir alan… Evet futbol,
özellikle de Dünya Kupası,
Avrupa Kupası vs. gibi organizasyonlarla, tüketim çılgınlığının
doruğa çıkarıldığı bir alan…
Büyük kazananlar var bu organizasyonlarda…
Kupayı bir takım havaya kaldırıyor
bu yarışmalarda; ama parayı kaldıranlar bir çok…
gündem
DÜNYA FUTBOL ŞAMPİYONASI:
m ve milliyetçiliğin
kırtılması…
dünyayı saran futbol heyecanı tüm hızıyla sürüyordu…
arşılaşması henüz tamamlanmamıştı, Dünya Futbol
“şampiyonu” henüz belli olmamıştı. Buna rağmen ama
an birşeylerden bahsetmek mümkündü!
Futbol karşılaşmalarında durum
ne olursa olsun, favoriler galip gelsin veya gelmesin; sürpriz sonuçlar
ortaya çıksın ya da çıkmasın; 2006
Dünya Futbol Şampiyonası’nda her
halükârda kazananlardan bahsetmek
mümkün… Hem de Dünya Kupası
karşılaşmalarının yapıldığı sıralarda
değil, bunun hazırlıklarının başladığı
dönemden bu yana kazananlar var.
Kim bunlar?
Kazananların başında spor, özelde
de futbol ürünleri üreten, satan büyük tekeller var. Futbolu dostluğun,
kardeşliğin, insanın bedensel gelişmesinin bir aracı yerine; kâr getiren
bir ticari alan gören ve bu alana yatırım yapan; bu arada birbirine rakip de olan markaların kârlarını katladıkları organizasyonlardan birisi
2006 Dünya Futbol Şampiyonası…
Ama sadece spor/futbol eşyası üreten
bu tekellerle sınırlı değil, “kazananlar takımı”… Çeşitli içecek tekelleri
başta olmak üzere, bilgisayar, televizyon, reklam, ulaşım-turizm, fastfood yiyecek vb. alanlarındaki kimi
büyük tekeller bu takımın içinde…
Yine bu takıma dahil olanlar ara-
sında futbolu, futbolcuyu “yarış atı”
pozisyonunda gören ve bu alanda bahis oynatarak büyük paralar kazanan
bahis firmaları var…
Bu nu n ötesi nde ha zı rl ı k la r ı
uzun bir süreden beri süren Dünya
Kupası’nın Almanya’da süren ekonomik durgunluğun aşılmasına katkı
sağlayacağı ileri sürülüyordu. Daha
fazla kâr elde etmek için günümüz
dünyasının genel geçerli emperyalistkapitalist kurallarını daha azgın bir
şekilde uygulayarak dünya egemenliği dalaşında söz sahipliğini sürdürmek isteyen emperyalist Alman devleti Dünya Kupası organizasyonunu
hem diğer emperyalist güçlere karşı
prestij açısından, hem de ekonomik
getirileri açısından bir avantaj olarak
değerlendirmek istiyor… İstihdamın
bir aylık bir süre için de olsa çok az
bir iyileşme göstermesi, “mevsimlik” (bu mevsimlik “futbol mevsimliği” ama) ekonomik canlılık için bir gösterge olarak sunulacak. Belki
bi r ay ı n sonunda yine eskiye dönülecek
ama, “ne kazanılırsa kârdır”
mantığıyla kitleler geçici iyi-
leşmenin sonuçlarıyla kandırılacak…
Sadece bu kadar değil bu orga n i z a s yond a n
Alman devletinin
çıkarı:
Emper ya list
A lman devleti,
son yıllarda işçi lere, emekçilere yönelen saldırılara yenilerini eklemek istiyor. Şu sıralarda
başta işsizlik yardımı ve
sağlık “reformu” saldırısı
olmak üzere yeni bir dizi
saldırıyı gündeme getiren Alman devleti yaratılan futbolun patırtısı-gürültüsü arasında bunları
gerçekleştirmeye çalışacak; en azından kitlelerin
açıkça bu yeni saldırılara ilişkin tepkilerini bir süreliğine de olsa engellemiş olacak; sorunlar unutulacak,
unutturulacak…
Büyük kazananlar var… küçük kazananlar var…
Alman devleti büyük kazananlar
arasında… Bir de gazetelere yansı-
gündem
yan küçük kazananlardan bahsediliyor… Alman ulaşım sektörü, taksiciler, fuhuş sektörü, lokantalar… bu
küçük kazananların arasında sayılıyor. Bunlar arasında fuhuş üzerinde
sıkça duruyor gazeteler… Magazinle
bağından dolayı çokça üzerinde duruluyor belki ama, genelevlerin de
ciddi ciddi hazırlık yaptığından, bu
alanda bir patlama yaşanacağından
bahsediliyor ve böylece bir yandan
da sektörün reklamı yapılıyor, fuhuş
kışkırtılıyor. Futbolun erkek şovenizminin hakimiyetinin araçlarından
birisi olarak kullanıldığı, seyircisinin
önemli bir bölümünün erkek egemen
ideolojisinden epeyce nasiplendiği,
kafaların bu ideolojiyle eğitildiği bir
toplumda fuhuşun patlama yapması
beklentisi “sıradışı” olmasa gerek…
Almanya’da 2006’da düzenlenen
Dünya Futbol Şampiyonası’nda yaşanan durum kabaca bu…
Kazananlar arasında hangi ulus
ve milliyetten olursa olsun özellikle
şampiyonaya katılma hakkı kazanan
ülkelerin hakim sınıfları olduğunu
özellikle belirtmek gerekiyor. Ön
planda maçlarda takımlar rakiplerini
altetmek için çabalayadursun; geri
planda azdırılmış, saldırgan milliyetçiliğin körüklendiği bir ay olacak bu
ay… Sporun halklar arasında kardeşliğin ve dostluğun bir aracı olması işlevi bir kez daha kâğıt üzerinde kalacak, hakim sınıflar kendi düzenlerini
sürdürmenin araçlarından birisi olarak “ulusal duygular”a hitap edecek,
çeşitli ulus ve milliyetlerden insanlar
başka ulus ve milliyetlere mensup sınıf kardeşlerine karşı kışkırtılacaklar. Onların kışkırtmaları arasında
hakim sınıf ların yoksullara yönelik saldırılarına yenileri eklenecek ve
ama bunlar “En büyük milli takım!”
bağırtıları arasında kaynayacak; duyulmayacak.
Tüketim çılgınlığı sonucu büyük
tekellerin maddi çıkarları ile hangi
ulustan olursa olsun hakim sınıf siyasetçilerinin çıkarları yan yana,
omuz omuza yürüyecek; kazananlar
listesinde en büyük payı bu iki kesim
alacak…
KAYBEDENLER…
Dünya futbola doyacak… Yazılanlara
göre 64 maçı toplam 10 milyar civarında insan televizyon ekranlarından seyredecek…
Bir ay sürecek bir futbol şöleni…
Ve bir ay sürecek bir futbol büyüsü…
Bir ay sürecek bir uyuşukluk…
Seyrine doyulmayan yıldızlar, takımlar, çok güzel gollerle süslü maçlar; elemeler, çeyrek, yarı finaller ve
final…
İyi hoş ama sadece bu kadar mı?
Ör neğ i n Brezi lya , A r ja nt i n,
Kosta Rica, Togo, Fildişi Sahilleri,
Kolombiya, Meksika gibi yoksulluğun pençesindeki bir dizi ülke başta
olmak üzere dünyanın işçilerinin,
emekçilerinin kendi sorunlarına ya-
bancılaşmasını daha da artırmayacak mı?
Atılan gollerle hakim sınıf ların
bizlere, dünyanın işçilerine, emekçilerine attığı gollerin üzeri biraz daha
kapatılmayacak mı?
Ekmeğe, suya, daha iyi yaşamaya
ihtiyacı olan dünyanın işçilerinin,
emekçilerinin bu ihtiyaçlarının üzeri
biraz daha örtülmeyecek mi?
Bunlar gerçekleşmiyorsa ne yapılacak?
Onun da bir yolu var: Umut, loto,
toto gibi şans oyunlarında aramak
öğütlenmiş bir çeşit… Bunun da
Dünya Kupasındaki karşılığı “bahis
tekelleri”. Oyna bahsi kazan, kurtul!
Belki birileri küçük çaplı şeyler kazanacak ve bunun göstermelik yaygarası koparılacak ama yığınlar açısından değişecek birşey olmayacak…
Bir ayın sonunda yine yoksul yaşam
bütün acımasızlığı ile yığınların karşısına dikilecek… Açlık ve yoksulluk içinde, haksızlık içinde bir yaşam
sürdürülmek zorunda; bir aylık futbol rötarının ardından…
Bu Kitapları
isteyin, okuyun,
okutun...
SUÇLU KİM?
Açlık ve yoksulluk içinde bir dünya…
Haksızlıkların hüküm sürdüğü bir
dünya… İşçilere, emekçilere karşı
saldırıların sürdüğü bir dünya…
Dünyanın, çevrenin katledildiği bir
dünya… Gözlerin kör, kulakların sağır edildiği; bilinçlerin esir alındığı
bir dünya…
Ve insanlar bir kere daha kendi sorunlarına, kendi gerçekliklerine yabancılaştırılacak… Futbolla!
Peki bu durumda futbol suçludur
diyebilir miyiz?
Hayır, futbolun bir suçu yok!
Amatör bir kitle sporu olarak futbol
bir dizi diğer spor dalı gibi uluslar
arasında kardeşliğin, dostluğun bir
aracı olabilir.
Ama günümüzde olan bu değil, yapılan bu değil… Futbol bu amacından uzaklaştırılmış durumda…
Suçlu da işte futbolu bu amacından uzaklaştıran, onu kendi çıkarları
için, uluslararasında üstünlük aracı
olarak kullanmak isteyen emperyalist-kapitalist devletler… Tekeller…
Hakim sınıf siyasetçileri…
Bir ay boyunca futbolu seyredelim… Futbolun güzelliklerini görelim… Dünyanın en iyi futbolcularını seyretmenin keyfine varalım…
Ama futbolun kapitalizmin bizi sömürdüğü, bizleri uyuttuğu bir araç
haline dönüştürdüğü gerçeğini unutmadan…
Dahası; futbolu bir seyir olarak değil –evet seyri de güzel ama seyretmenin insan bedenine bir faydası yok!–
amatör ruhla yapılan bir spor haline getirmek, dostluğun ve kardeşliğin, iletişimin bir aracı olarak görüp
bunu gerçekleştirmek gerekli…
Bütün sporlar gibi futbol da kapitalizmin pisliklerinden arındırıldığında daha güzel olacak…
11 Haziran 2006 
DÖNÜŞÜM
YAYINLARI
5 i
l
200
lık dirim
a
r
n
A 0İ
i
s
e
4
t
% t Lis
a
Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ
•
•
•
•
•
•
•
•
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00
KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00
MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
GÜNCEL POLİTİKA
STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00
EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00
MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50
DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50
KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
(2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
KADIN DİZİSİ
KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ
Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BİZİM LİSE
Hasan Kıyafet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• DİLAN
• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
ŞİİR DİZİSİ
• PANTA REİ
Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
panorama
PANORAMA
Avrupa’da ulusal sorun ve ulusal
mücadele veren örgütler sözkonusu olunca, Türkiye’de de akla
ilk gelen örneklerden biri Bask
sorunu ve ETA olmaktadır. İşin
ilginci bu örnek Türkiye’de ulusal sorunun çözümü için sık sık
gündeme gelmekte ve kimilerinin “çözüm” önerilerinin örneği
olmaktadır. Türkiye’de örnek
olarak öne sürülse de somut olarak Bask ülkesinde, İspanya’da
da ulusal sorunun varlığı sürüyor, gerçek bir çözüm hâlâ ufukta
görünmüyor bile… Bu olgu, son
dönemde Katalanlara daha geniş bir otonominin tanınmasına
rağmen değişmiyor.
ETA’nın ateşkes
ilanı sorunu
çözecek mi?
- İSPANYA -
B
ask ülkesi sözkonusu olunca
gözlerden gizlenen, ya da bilince çıkarılmayan bir olgu
da, Bask ulusal sorununun sadece
İspanya sorunu olmadığı, aynı zamanda Fransa’nın da sorunu olduğu
gerçeğidir. Bu gerçeğe dergimizin değişik sayılarında dikkat çekmemize
rağmen, Türkiye’de egemen yaklaşım, –basında sık sık olgular yazılsa
da– hâlâ, Bask ve ETA sorununun sadece İspanya’nın sorunu olduğu biçimindeki yaklaşımdır. Bunun da doğrudan sonucu ETA’nın herhangi bir
eylemi veya talebi de esasta sadece
İspanya hükümetinin–yönetiminin
siyaseti ve tavrıyla karşılaştırılmakta
ve sorunun çözümünün arayışı da
sadece bu çerçevede olmaktadır.
“ETA ve Batasuna devlete barış görüşmeleri ve sorunun çözümü için
önerilerde bulunsalar da devletin
Basklılara karşı baskıları, saldırganlığı sürmektedir. Onlarca kişi ardı ardına hiçbir kanıt gösterilmeden ETA
üyesi olmakla suçlanmakta, hapse
atılmakta, mahkemelerde yargılanmaktadır.
Bask kökenli olmaları ve Bask ülkesinin eşitliğini istemeleri yargılanmak,
suçlanmak ve hapse atılmaları için yeterli ‘kanıt’ olmaktadır. Mahkemeye
çıkarılmadan dört seneye kadar ‘gözaltı’ uygulamaları da yaşanan kimi
uygulamalardır. Hemen hemen her
tutuklanan Basklı’nın işkenceye maruz kaldığı da tutuklananların verdiği
bilgilerle açığa çıkmaktadır.” (Çağrı,
sayı 88, sayfa 24, 12 Mart 2005)
Evet bunları yaklaşık bir sene önce
yazmıştık. Bu tespitte hem ETA ve
Batasuna’nın devletle barış görüşmelerine hazır olduğunu, hem de devletin Basklılara karşı kimi uygulamalarını bilince çıkarmaya çalışmıştık.
ETA’nın barış görüşmelerine hazır
olduğunu ise esas olarak kimi önderlerinin cezaevinde yaptığı açıklamalara dayanarak tespit etme durumun-
dığı eylemler yapmadığı olgusunun
yanısıra, 1 Haziran 2005’ten itibaren
İspanyol partilerinin siyasetçilerine
karşı cephe siyasetini değiştirdiklerini, herhangi bir saldırıda bulunmayacaklarını ilan ederek kendilerinin
güvenilirliğini sağlamaya çalıştı.
Tüm bu çabalar İspanya devletinin
ETA’ya yakın örgüt ya da kesimlere
karşı yürüttüğü saldırgan siyasetin,
mahkeme kararlarının gölgesinde
kaldı. Bask ülkesinin ve halkının
haklarından yana olanlara karşı devletin terörü tüm hızıyla sürüyordu.
Bu süreçte ETA ile görüşmelerin yakında başlayacağı tahminleri yapılsa
da, ETA’nın Mart ayında ateşkes ilan
etmesine kadar gerçekte ne olacağı
pek bilinmiyordu.
ATEŞKES İLANI…
Sonradan ortaya çıktığı gibi ETA kendi içinde
hükümetle barış görüşmelerine hazır olmayan ve
silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana olan kesimi ikna
etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak
kamuoyuna yansıtmamıştır.
daydık. Sonradan ortaya çıktığı gibi
ETA kendi içinde hükümetle barış
görüşmelerine hazır olmayan ve silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana
olan kesimi ikna etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak kamuoyuna yansıtmamıştır.
Sözkonusu yazımızda aynı zamanda Bask halkının kendi kaderini belirlemek için gündeme gelen
referandum talebinin İspanya meclisinde büyük çoğunlukla reddedildiğini, Katalanların otonomilerini
daha fazla hak için reforme etmek istediklerine değinmiştik.
Gelişmeler, Zapatero hükümetinin Katalonya’nın otonomisini genişletme ve ETA ile barış görüşmelerine hazır olduğunu ortaya koydu.
Bu arada yine perde arkasında taraflar arasında görüşmelerin sürdüğü de
ortaya çıktı, ETA’nın yan örgütü olduğu iddasıyla yasaklanan Batasuna
ve Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyenlere karşı saldırganlığın sürdürülmesine paralel olarak ETA ile barış görüşmelerinin köşe taşları döşendi. 2005 Mayıs ayı ortalarında,
İspanya meclisinde ETA’nın şiddet
eylemlerine son vermesi, silah bırakması ön koşuluyla görüşmelere başlanabileceğine onay verildi. Böylece
zaten görüşmelere hazır olan ETA ve
Batasuna ile resmi olarak görüşmelerin yolu açıldı.
ETA yaptığı açıklamalarda “demokratik bir sürece entegre olmaya”
hazır olduğunu ifade etse de İspanya
devletinin yöneticileri ETA’nın ciddiyetine kuşku ile bakıyordu. Bu kuşkuyu gidermek için ETA, 2003 yılı
Mayıs ayından beri ölümlerin yaşan-
22 Mart’ta video görüntülü yayınla
yapılan ateşkes açıklamasına göre,
süresi belli olmayan, kalıcı ya da sürekli ateşkes süreci 24 Mart’tan itibaren başlayacaktı. Ateşkesin amacı ise,
“Bask ülkesinde demokratik bir sürecin önünü açmak”, başlatmaktır.
Yine yapılan açıklamaya göre bu sürecin sonunda, “Bask halkının kendi
geleceği üzerine kendisinin karar
verme hakkının” elde edildiği bir sonuç isteniyordu. Bunun için de Bask
ülkesinin sömürgeci güçlerine, yani
İspanya ve Fransa’nın hükümetlerine
yeni sürece olumlu yaklaşmaları ve
saldırganlıklarına son vermeleri çağrısında bulunuluyordu. Böylesi bir durumda bu ülkelerin Basklılarla olan
çelişkinin, kavganın aşılabileceğinin
altı çiziliyordu yapılan açıklamada.
Açıklamanın yapıldığı günlerde
İspanya Meclisi Anayasa Komisyonu
Katalanların bir ulus olduğunu kabul
ettiği ve Katalan halkına kimi hakları
tanıdığı yasa tasarısını kabul etmişti.
Sözkonusu barış görüşmelerinin
başlaması sürecinde öne sürülen talepler arasında Batasuna’nın yasaklanması kararının kaldırılması, tutuklu ETA ve Batasuna üyelerinin
serbest bırakılması gibi temel talepler
de var. ETA’nın ateşkes ilanı açıklamasına bakıldığında, Bask ülkesinin
ayrı bir devlet olarak “bağımsızlığı”
düşüncesinden vazgeçilmediği; ama
ayrı bir devlet olabilmek için alınacak
yolun silahlı reformizm yerine silahsız reformizm yolu, görüşmelerle anlaşma yolu seçilmiştir. ETA daha önce
de birkaç kez ateşkes ilan etmiş ve görüşmeler yapılmıştı. Görüşmelerin
çıkmaza girmesi ETA’nın yeniden silahlı eylemlere başlamasını beraberinde getirmişti. Bu bağlamda ateşkes
ilanı ilk değil. İlk olan şey, bu seferki
ateşkese “sürekli-kalıcı” ateşkes demeleridir. ETA’nın cezaevindeki kimi
temsilcilerinin anda verilen silahlı
panorama
mücadelenin işe yaramadığı yönlü
açıklamaları da gözönüne alındığında, bu seferki ateşkesin, Bask sorununun çözülmemesi durumunda
da kalıcı olabilme ihtimali büyüktür.
ETA, yeniden silahlı mücadeleye başlamayabilir. Fakat bu da, İspanya’da,
ya da Bask ülkesinin bağımsızlığını
isteyen kimi yeni silahlı grupların
ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor.
NELER OLABİLİR?
ETA’nın sürekli-kalıcı ateşkes ilanı
esas olarak burjuvazinin temsilcileri
tarafından sevinçle içiçe temkinli bir
tavırla karşılandı. Barış görüşmeleri
sürecinin zor geçeceği üzerine demeçler verildi, neler olabileceği üzerine tahminlerde bulunuldu.
İspanya Başbakanı Zapatero kapalı
kapılar ardında yürütülen görüşmelerle ETA’nın ateşkes ilan etmesini
sağlayan kişi olarak gösterilip puanlarını yükseltirken barış görüşmelerinin aşama aşama olacağını ve kafasında bir yol haritası olduğunu açıkladı.
Zapatero kendisini sağlam kazığa
bağlamak için de meclisten ETA ile
görüşmeler için onay istedi ve meclisteki çoğunluk bu isteği onayladı. Aşırı
milliyetçi Halk Partisi dışındaki partiler esas olarak Zapatero’nun ETA
ile görüşmelerine destek veriyor.
Görüşmelerin ise iki ayrı temelde
yürütüleceği görülüyor. Hükümet
ETA ile yürüteceği görüşmelerde,
esas olarak silahların bırakılmasını
sağlamaya çalışacak. ETA’nın silahları bırakıp bırakmayacağı ise görüşmelerin sonucunda ETA’nın taleplerine ne kadar yanıt verilip verilmeyeceği tarafından belirlenecek.
ETA, Batasuna’nın yasağının kaldırılmasını, kendi taraftarlarının cezaevlerinden bırakılmasını da istediğinden, görüşmelerde bu noktalar
da gündeme gelecektir. Batasuna’nın
yasağının kaldırılması ve kimi ETA
tutuklularının serbest bırakılması işi
en kolay çözülecek işlerdendir.
Görüşmelerin yürütüleceği ikinci
temel ise, İspanya hükümet yetkililerinin Bask ülkesinin legal siyasi
temsilcileriyle Bask bölgesinin gele-
ceği üzerine görüşmeler yürütmesidir. Yani Bask ülkesinin kaderi, sadece ETA ile yürütülen görüşmelerde
tartışılmayacak. Esas olarak merkezi
hükümet ile yerel hükümet ve siyasi
partiler arasındaki görüşmelerde belirlenecek. Bu temellerde yürütülecek
pazarlıkların yaz tatili sonrasında
başlayacağı tahmin ediliyor.
Sonuçta, ateşkes ilanının kendisi resmi görüşmelerin başlatılmasının yolunu açmıştır ama sorunun çözümünü getirmekten uzaktır.
Görüşmelerin hükümet temsilcileri
tarafından mümkün olduğunca uzatılmaya çalışılacağına kesin gözüyle
bakılabilir.
Görüşmelerde Bask ülkesinin kaderini Bask halkının belirlemesi talebi kabul edilse de –ki bu demokratik bir hakkın kabulüdür– sorunun
özü Bask halkının seçimine sunulacak olan alternatifin ne olduğudur.
Örneğin Katalan halkına otonominin genişletilmesi için ne
düşündüğü konusunda
referandum hakkı verildi
ve gerçekleştirildi de.
Bask ülkesi bağlamında
ise bilinçte tutulması gereken esas mesele, sadece
otonomi haklarının genişletilmesi değildir.
Bask ülkesi İspanya ve
Fransa tarafından ilhak
edilen ve parçalanan bir
ülke olduğu sürece ve
Bask ulusunun ayrı devlet kurma hakkı tanınmadığı sürece Bask ulusal sorunu da varlığını
sürdürecektir. Fransa
ile Bask temsilcileri arasında herhangi bir görüşme falan
yok. Tersine Fransa Basklılara karşı
saldırganlığını, ETA taraftarı olduğu
iddiasıyla onlarca insanı tutuklama
biçiminde sürdürüyor.
Görüşmeler sürecinin zor ve çelişkili geçeceği tespiti doğrudur. ETA
ile görüşmelere karşı olanların provokasyonlarının yaşanacağı; ya da
ETA’nın pazarlık gücünü azaltmak
için kimi bomba eylemleri gerçekleştirilerek ETA’nın suçlandığı, güvenilir olmadığının propagandası yapıldığı bir süreç yaşanabilir. Bunun
nasıl olacağını da hep birlikte göreceğiz.
Açık olan şey, ETA’nın “terörist örgüt” olarak ilan edilmesi yerine, sisteme entegre etme siyasetinin öne
çıktığıdır. Bunun için de IRA örneği
öne çıkarılmaktadır. Uluslararası
burjuvazinin şu ya da bu biçimde varolan silahlı muhalefet gücünü, sistemi tehdit etme potansiyelini ortadan kaldırma, şiddet tekelini tümüyle kendi elinde toplama siyaseti,
sorunların çözümü adına değişik
kanallardan uygulanmaktadır. ETA
bağlamındaki tartışmalarda aslında
bilince çıkarılması gereken temel sorun da budur.
26 Haziran 2006 
- DEMOKRATİK KONGO CUMHU
Seçim bahane, işgal
Eğer yeniden
ertelenmezse, Kongo’da
parlamento ve başkanlık
seçimlerinin birinci
turu 30 Temmuz’da
gerçekleşecek. Sözkonusu
seçimler, yıllarca süren iç
savaş ve çatışmalara son
verme ve “savaştan barış
dönemine geçiş süreci”
olarak düşünülen, ama
seçim koşulları ve ortamı
–esas olarak güvenlik
ve teknik nedenlerden–
olmadığı söylenerek
birçok kez ertelendi.
B
irleşmiş Mi l let ler’e bağ lı
17.000 civarında “mavikasklı”
işgal gücü yıllardır Kongo’da.
Kongo’da ise bu güçlere rağmen, yürüyen çatışmalarda, 1998’den bu
yana beş milyon civarında insan yaşamını yitirmiştir. Yönetimde ise savaş ağaları arasında anda en güçlü
savaş ağası olan Kabila var. Kabila
askeri bir rejimle ve emperyalistlerin
desteğiyle ülkeyi yönetiyor.
Kabila’nın yönetimde olması ama
ülkenin değişik bölgelerinde, kendi
bölgesinde egemen olan savaş ağalarının varlığını ortadan kaldırmıyor. Özellikle başkanlık seçimlerinde
aday olan savaş ağalarının seçimi
kaybeden tarafı, seçimde sahtekarlık olduğunu iddia ederek kendisine
bağlı silahlı güçleri devreye sokma
ve çatışmalara yol açması büyük bir
olasılık olarak görülüyor. Örneğin
Kabila yeniden seçilmediği durumda
kendisine bağlı 15.000 civarındaki
“Başkanlık muhafız kıtası” güçlerini
harekete geçirebilir. Diğer kimi savaş
ağalarının da binlerce silahlı gücü –
ve evet bunlar arasında çocuk askerler de var– vardır. Bu durumda seçimlerin yapılmasının yeni çatışmaların dönüm noktası olabilme ihtimali büyüktür. Bu durumda aslında
BM’nin ve Avrupalı emperyalistlerin
seçimlerin yapılmasında ısrar etmesinin, “demokrasiye geçiş” için mi,
yoksa ülkeyi daha fazla karışıklığa
sokup “barışı sağlamak” adına daha
fazla işgal gücünü Kongo’ya göndermenin zeminini mi yaratmak istediği
sorusu ortaya çıkmaktadır.
Birleşmiş Mi l let ler Güvenli k
Konseyi 25 Nisan 2006 tarihinde
yaptığı toplantıda Kongo’daki ortamı “dünya barışını ve uluslararası
güvenliği tehdit eden bir durum” olarak değerlendirmiş ve 1671 sayılı kararla, AB’nin Kongo’daki seçimlerin
güvenliğini sağlamak için BM güçlerine destek vermesi gerektiği kararını almıştır. Böylece 2003 yılında
Kongo’daki ilk görevinden sonra
AB’nin askeri gücü yeniden devreye
sokuldu. AB ise yürüttüğü tartışmalar ertesinde Kongo’ya 2000 civarında
asker göndermeyi kararlaştırdı.
AB’nin başını çeken emperyalist
güçlerden Almanya ve Fransa başta
olmak üzere kimi diğer AB ülkeleri
görev süreci seçimlerden önce başlayıp seçimlerden sonra dört ay sürecek olan askeri gücün gönderilmesi
kararını 12 Temmuz’dan itibaren
gerçekleştirecek. Seçimlerden dört ay
sonra ise bu sürecin uzatılması gündeme gelecektir.
Emperyalistlerin her zamanki gibi
başvurduğu sahtekârlıklar Kongo
somutunda da gündeme gelmektedir. Kendileri militaristleşme adımlarını ilerletirken ve işgal güçlerini
başka ülkelere gönderirken, kendilerini “barışı koruyan”, “demokrasiye
geçişi sağlayan” ve “yardım meleği”
olarak göstermektedirler. Bu “yardım
melekleri” gerçekte askeri güç olarak
dünyanın en güçlüleri arasında başa
oynuyor. Dünyanın yeniden paylaşımı dalaşında pastadan pay alma savaşı yürütüyor.
Yaptıkları sahtekârlıklardan biri
de şu ya da bu ülkede gerçekleştirilen, ya da gerçekleştirilecek seçimlerle ilgili. Somut olarak Kongo’da
yapılması planlanan seçimlerin “hür
ve demokratik” seçimler olacağı propagandasını yapmaktadırlar. “Hür ve
demokratik” seçimleri güvenlik altına almak için de ek olarak askeri güç
panorama
URİYETİ -
l şahane…
sını propaganda ediyorsa, sözkonusu
seçimlerde çıkarları vardır.
BM Güvenlik Konseyi Kongo’daki
durumu “dünya barışını ve uluslararası güvenliği tehdit eden bir durum” olarak değerlendiriyor. AB’nin
Kongo’ya askeri güç göndermesine
karşı olan kimi Kongo’lular, BM ve
AB güçlerinin seçimlerin yapılması
ve Kabila yönetimine dayattığı ön
koşulların yerine getirilmediğini somut verileriyle ortaya koyuyorlar.
Kabila’nın yeniden seçilmesi ise hemen hemen kesin olarak görülüyor.
Böylesi bir ortamda Kabila karşıtlarının seçim sonuçlarına itiraz edeceklerine de kesin gözüyle bakılmaktadır. Buna rağmen ama AB’li emperyalistler için belirleyici olan kimin
seçileceği değil, seçimlerin Kongo’ya
askeri güç yerleştirmenin ve emperyalist tekellerin çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi için bir araç
olarak kullanılmasıdır.
KONGO’DAKİ ÇIKARLARI
NEDİR?
Emperyalistler arası dünyayı paylaşım dalaşı sözkonusu olduğunda,
anda öne çıkan şey Irak veya İran’a
yönelik savaş veya savaş hazırlığı si-
ayrıca ekonomik olarak önemli gelir
kaynağı olan tropik ağaçlara sahip.
Bunlara ek olarak son yıllarda petrol
kaynağının varlığı da ortaya çıkmış
ve Çin, Kongo’da petrol üretmeye
başlamıştır.
ABD emperyalizmi Kabila ile şimdiye kadar dünyanın en büyük dokunulmamış bakır rezervlerini işletme –siz bunu talan diye okuyunbağlamında anlaşma yapmış durumdadır. Çin de hem petrol hem
de bakır üretimi bağlamında AB’li
emperyalistleri geride bırakmış durumda. Fransız ve Alman emperyalizminin tekelleri şu ya da bu ölçüde
Kongo’daki talanda yer alsalar da,
onlar daha fazlasını istiyor.
Petrol, altın, elmas ve bakır tanınmış yeraltı kaynaklarıdır. Fakat
Kongo üzerine yürüyen dalaşta
önemli rol oynayan madenlerden
biri Coltan’dır. Coltan, özellikle cep
telefonları, bilgisayar endüstrisinde,
silahlanma ve roket üretiminde kullanılan, sanayi ürünlerinin yüksek derecedeki sıcaklığa dayanıklığı
için kullanılan bir madendir. Yani
Coltan, hem ticaret açısından hem
seçimler gerçekleşirse, kartların yeniden dağılması sözkonusu olacaktır. Afrika kıtasında da emperyalistler arasındaki güç dengeleri değişiyor. Çin Afrika kıtasındaki ülkelerle ticaret partneri olarak ABD ve
Fransa’dan sonra üçüncü güç konumuna gelmiş durumdadır. İngiliz emperyalizmi konumunu Çin’e terketmek zorunda kalmış, Alman emperyalizmi ise dünya üzerindeki dalaşta
“geç kaldığını” söyleyerek bu “geç kalmışlığı” ortadan kaldırmak için daha
da saldırgan hale gelmiştir.
Bunun bir aracı olarak AB askeri
gücünün komutasını sevinerek üstlenmiş ve Almanya’nın tekellerinden
Bayer AG, bu tekele bağlı H.C. Starck
ve Siemens gibi tekellerin Kongo’daki
çıkarlarını korumaya soyunmuştur.
Kuşkusuz ki sözkonusu olan sadece
varolan nüfuz alanını, çıkarları korumak değil, daha da fazlasına sahip
olmaktır amaçları.
Emperyalistlerin bu amaçlarını bilen ve Kongo’ya AB askeri gücünün
gönderilmesine karşı olan Kongolular
da var tabii ki. Protesto eylemleriyle
AB ordu gücünün Kongo’ya gönde-
de askeri, militaristleşme açısından
emperyalistlerin göz diktiği bir madendir.
Bu madeni o kadar önemli gördüklerinden Pentagon, Coltan’ı sahip olunması gereken stratejik hammadde ilan etmiştir. fiimdilik tespit edildiği kadarıyla Coltan’ın
dünya çapındaki rezervlerinin %80’i
Kongo’dadır. Kongo’da bir bakıma
Coltan’ın yeniden paylaşımı, talanı
için dalaş sözkonusudur.
İşte emperyalistler için Kongo’nun
önemi sahip olduğu zengin kaynaklardan geliyor. Onlar “barışı sağlamak”, “demokrasiye geçmek” gibi
kitlelerin isteklerini dile getirseler
de, gerçekte kendi aralarında pastadan pay alma dalaşındadırlar.
Bu dalaşta Çin’in Afrika ülkelerinde giderek daha çok yer alması ise
emperyalistler arasındaki dalaşı kızıştıran bir rol oynuyor. Kongo’da
rilmesine karşı olduklarını gösteriyorlar. Fakat anda bunu engelleme
durumunda değiller. Buna rağmen
ama AB ordu güçlerine “rahat” vermeyeceklerine emin olabiliriz.
Basına yansıdığı kadarıyla AB’nin
bu işgal gücüne Türkiye de katkıda bulunuyor. İşgal güçlerinin
Kongo’ya gönderilmesine hayır! şiarıyla emperyalistlerin işgaline karşı
çıkmak her gerçek demokratın, devrimcinin görevidir.
Kongo’ya barışı sağlamak için gitmiyorlar! Onlar, kendi emirlerine
uymayanlara ateş etme emrini şimdiden almıştır. İşgal gücü barbarlığın uygulayıcısı bir güçtür.
Yardım adına emperyalist işgale
hayır!
Tüm işgalci güçler Kongo’dan da
Afrika kıtasından da defolsun!
Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya
devlet yöneticilerinin yürüttüğü tartışmalarda
Kongo halkının sorunları, onların istek ve
talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk
sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ
1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını
yitirmesi vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar
için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar
için seçimlerin güvenliği gerekiyorsa, bilin ki
seçimlerde onların çıkarları vardır.
gönderiyorlar Kongo’ya! 2000 askerle
bunu nasıl sağlayacakları da gerçekte
soru işareti ama emperyalistlerin borazanları böyle ötüyor…
Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya devlet yöneticilerinin
yürüttüğü tartışmalarda Kongo halkının sorunları, onların istek ve talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ 1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını yitirmesi
vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar
için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar için seçimlerin güvenliği
gerekiyorsa, bilin ki seçimlerde onların çıkarları vardır. Bu, bazen seçimlerin sonucunun kabul edilmesi,
ettirilmesi, bazen de reddedilip seçimlerin sonucunun geçersiz olduğunu ilan etmeleri biçiminde kendisini gösterebilir. Kesin olan ama, eğer
emperyalistler seçimlerin yapılma-
yasetidir. Sözkonusu olanın petrol,
doğal gaz gibi yeraltı zenginliklerine
egemen olma, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırma dalaşı olduğu da bilinmektedir. Özellikle Doğu Bloku’nun
dağılmasından sonraki süreçte gündeme gelen dünyanın yeniden paylaşımı dalaşı, kendisini sadece
Ortadoğu’da göstermiyor. Bu dalaş,
kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın her köşesinde sürüyor. Afrika da,
sömürgecilikten en çok çeken kıta
olarak bu emperyalist dalaşın sürdürüldüğü alanlardan biridir. Zengin
yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip ama insanlarının çok büyük bölümünün yoksulluk, açlık ve hastalık
kurbanı olan… emperyalistlerin kıskacındaki bir kıtadır Afrika.
Kongo, altın, elmas, bakır, kobalt,
kalay, çinko, kadmiyum, volfram,
germanyum ve coltan gibi hammadde veya maden zenginliğine ve
25 Haziran 2006 
panorama
- SIRBİSTAN-KARADAĞ-
Referandumdan ayrılık çıktı…
Sırbistan ile Karadağ’ın 4 Şubat 2003’ten bu yana varolan devlet birliği, 21 Mayıs’ta yapılan referandum ile son buldu. Böylece Yugoslavya’yı
oluşturan altı birlik cumhuriyetinin hepsi birbirinden ayrılmış, 20. yüzyılın başına dönülmüş, Avrupa’daki devletlerin sayısı artmış oldu.
E
10
mperyalist güçlerin Yugoslavya’yı parçalama siyasetinin
de doğrudan bir sonucu olan
bu gelişme, 2002 yılında Avrupalı
emperyalistlerin Yugoslavya Federal
Cumhuriyeti’ne dayattıkları Belgrad
Anlaşması’nın öngördüğü bir gelişmedir. 4 Şubat 2003 tarihinde
Sırbistan-Karadağ olarak ortaya çıkan devletler birliğinde, üç sene geçtikten sonra bu birlikte yer alan iki
tarafa referandum ile birlikten ayrılma hakkı tanınıyordu.
Avrupa Birliği yetkililerinin böylesi bir referandumda birlikten ayrılmak için dayattığı oy oranı %55 idi.
21 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilen referanduma katılım %86.3
oldu. Referandumda oy kullananların %55.5’i Karadağ’ın Sırbistan’dan
ayrılması yönünde oy kullandı.
Yani yüzde yarım puanla, kimi verilere göre 1800 civarındaki oyla
Karadağ’ın kaderi belirlenmiş oldu.
Seçim komisyonunun resmi açıklamasına rağmen seçim sonucuna itiraz eden sağcı-milliyetçi Sırp partisinin seçimin yinelenmesi talebi ise
reddedildi.
Karadağ parlamentosu beklendiği
gibi ayrılma kararını 3 Haziran’da
ilan etti. Karadağ’ın devlet olarak
varlığını tanımak için Avrupa Birliği
üyeleri devletler 12 Haziran’da yapılan Dışişleri Bakanları toplantısına
kadar beklediler ve sözkonusu toplantıda Karadağ’ın devlet olarak varlığı kabul edildi. AB üyeleri devletlerden önce ise İzlanda, İsviçre ve Rusya
Karadağ’ı tanıdığını açıkladı.
Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasına karşı olan radikal milliyetçi kesime rağmen Sırbistan yönetimi seçimlerin sonuçlarını Karadağ’ın yasal bir hakkı olarak kabul ettiğini
açıkladı, Karadağ’ı devlet olarak tanıdığını ilan etti. Böylece Avrupa’da
620.000 nüfuslu yeni bir devlet ortaya çıktı.
Yapı l a n u lu s l a r a r a sı a n l a ş maya göre böylesi bir ayrılmada
eski Yugoslavya’nın, ardından da
Sırbista n-Karadağ’ın Birleşmiş
Milletler’de veya benzeri uluslararası kurumlardaki temsiliyet hakkı,
hak ve yükümlülükleri Sırbistan’a
geçmektedir. Bu durumda Karadağ,
uluslararası kurumlara tanınmak
için ya da üye olarak kabul edilmek
için başvuruda bulunmak zorunda.
Karadağ yönetiminin açıklamalarına göre ulusal hedefleri Birleşmiş
Milletler’e üye olmanın yanısıra
NATO ve AB’ye üye olmaktır.
K a r a d a ğ ’ı n r e fe r a n du m i l e
Sırbistan’dan ayrılma kararı vermesi
bir yanıyla da ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını kullanması
oluyor. Bu durum, kimi düzen savunucularının ulusal sorunun gerçek
çözümünün ancak devrimle mümkün olduğunu savunmamıza karşı,
“bakın işte çözüm budur ve kapitalizm koşullarında da çözüm mümkündür” siyasetini haklı çıkarmak
için kullandığı, kullanacağı bir durum. Bu bağlamda en azından birkaç
nokta bilince çıkarılmak zorundadır.
Karadağ hem Yugoslavya çerçevesinde hem de Sırbistan-Karadağ çerçevesinde sürekli belli ölçüde otonom
olan, federal bir cumhuriyetin parçalarından biri olmuştur. Bir bakıma
kendi başına hep bir “küçük” devlet
olagelmiştir. İkincisi, Yugoslavya’nın
dağılması kanlı çatışmaların, savaşların doğrudan bir sonucu olmuştur.
Bunda emperyalist güçler, özellikle
de ABD ve AB’li emperyalist güçler
belirleyici rol oynamıştır. Bu süreçte
Karadağ kendi devlet yapısına sahip
olmuş, hükümetini kurmuş, para birimini önce Mark sonra da Euro olarak belirlemiş, kendi ekonomisine de
sahip ve gümrük sınırları olan bir
birlik devleti olarak yaşamını sürdürmüştür. Bu bağlamda aslında
Karadağ’ın “artık bağımsız” olduğunu tespit etmek gerçeği tam yansıtmamaktır. Hepsinden önemlisi de
Karadağ’ın Sırbistan ekonomisi için
fazla belirleyici bir role sahip olmamasıdır. Karadağ’ın Sırbistan için en
önemli yanı Adriyatik’e açılan yol olmasıdır.
Bütün bunlara ek olarak Karadağ’ın
nüfusunun büyük bölümü esas olarak
Sırp kökenlidir. Kendisini Karadağ’lı
olarak gösterenlerin nüfusa oranı
%43 olsa da, Karadağlıların Sırp
ulusundan ayrı bir ulus veya halk
olup olmadığı bizzat halkın kendisi
tarafından soru işareti olarak kabul
edilmektedir. Açıkça Sırp olduğunu
ilan edenlerin oranı ise %32’dir. Bu
duruma bakıldığında 620.000 olarak
gösterilen nüfusun %75’i Sırp olarak
görülmektedir. Bu durumda aslında
bir ulusun –ezilen bir ulusun– diğer ulustan –ezen ulustan– ayrılması
sözkonusu değil. Buna rağmen ama
ayrılma kararı şimdilik pratiğe geçirilmekte ve ayrılık süreci barışçıl olmaktadır. Bu barışçıl sürecin ne kadarının emperyalistlerin dayatmaları
sonucu olduğu da ayrıca gözönüne
alınması gereken bir gerçekliktir.
Bu noktada Sırbistan yönetimi ile
AB emperyalistleri arasında yürüyen
sürtüşmeler, çelişkiler ve özellikle de
Kosova sorunu ile BM Uluslararası
Savaş Suçluları Mahkemesi bağlamında çözülmesi gereken sorunlar
önemli rol oynamaktadır. Sırbistan
yönetimi ve özellikle de parlamentodaki radikal milliyetçi kesimin
Karadağ’ın ayrılma kararına karşı
şiddet, zor kullanma ortamının olmaması olgusu bu hesaplarda bilinçte
tutulmak zorundadır.
Karadağ’ın iç çelişkileri bağlamında da sözkonusu kararın tüm
oy hakkına sahip olanların çoğunluğunun değil, referanduma katılan
kesimin oy çokluğuyla verilen bir
karar olduğu bilinçte tutulmalıdır.
Kuşkusuz ki formel bakıldığında bir
oy fazlasıyla da olsa referandumda
çoğunluk ayrılma yönünde karar
vermiştir. Fakat ülkedeki gelişmeler
bağlamında referanduma katılmayanlarla, referandumda ayrılığa karşı
oy kullanan %44.5’in de hesapta tutulması gerekiyor. Bu kesimin gelecekte yeni çatışmaların alevlenmesine yol açıp açmayacağı da şimdilik
belli değil, ama çatışmaların çıkma
potansiyeli varlığını koruyor.
Sonuçta AB emperyalistlerinin
belirlediği çerçevede, üçte ikilik oy
çokluğunun elde edilemeyeceği öngörüldüğünden, sınır %55 oranı olarak belirlenmiş ve Yugoslavya’nın
parçalanmasının son adımı da atılmıştır. Sırbistan yönetimini bundan sonra da meşgul edecek olan
şey, Kosova’nın statüsü olacaktır.
Karadağ’ın ayrılma kararı aynı zamanda Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını isteyenler için bir örnek
teşkil etmektedir. Emperyalistlerin
“Balkanlaştırma”, daha doğrusu böl,
parçala ve rahat yönet siyaseti sürdürülüyor.
Karadağ Sırbistan’la olan devlet
birliğinden ayrılma kararı verse de
ve bu durum siyasi bağımsızlık gibi
görünse de Karadağ gerçekte bağımsız değil, bilakis emperyalist güçlere
bir sığıntıdır… onlara bağımlıdır.
Karadağ’ın AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi süreci de esas olarak AB emperyalistlerinin Karadağ’ı daha çok
kendilerine bağımlı kılmanın süreci
olacaktır. Bu durum gözönüne alındığında Karadağ’ın bağımsız olduğunu söylemenin de gerçeği tam yansıtmadığı bilince çıkarılmalıdır.
Sonuç olarak “Philipp Morris
Cumhuriyeti” olarak da adlandırılan Karadağ, ekonomisini kara para,
mafya ilişkileri, sigara kaçakçılığı vb.
üzerinden düzenlemektedir. İtalyan
savcılarının hesaplarına göre Karadağ
bütçesinin %60’ını kaçakçılıkla sağlamaktadır. Turizm gelirleri bir kenara bırakıldığında, gelirlerinin bu
kaynağı kurutulduğunda Karadağ’ın
ekonomik olarak aslında kendi başına, bağımsız olarak yaşayabilmesi
zor. Bu da Karadağ’da iktidarı elinde
tutanların emperyalistlere daha çok
sığınmaya, onlara bağımlılığı kabul
etmeye temel oluşturuyor.
Sınıf bilinçli işçilerin görevi, ezilen
ulusların gerçek kurtuluşunun emperyalizme bağımlılıkla değil, emperyalizme karşı mücadeleyle, devrimle gerçekleşebileceğini işçilere,
emekçilere kavratmaktır. Karadağ’ın
somut durumunun bağımsızlığın,
özgürlüğün bir örneği olamayacağını
bilinçlere kazımaktır.
21 Haziran 2006 
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Çocuk işçiler …
Medyaya yansıyan
tavırlara göre ILO
Genel Müdürü “çocuk
işçiliğinin ortadan
kaldırılması artık imkan
dahilindedir”. Bu tespitin
dayandırıldığı veriler
ise, 2000-2004 yılları
bağlamında hazırlanan
raporda aktarılmaktadır.
Buna göre 2000-2004
yılların arasında 5-17
yaş arası çalışan çocuk
işçilerin sayısı 246
milyondan 218 milyona
inmiştir.
Ö
yle bir dünyada yaşıyoruz
ki, hangi yana bakarsak bakalım barbarlıkla karşılaşıyoruz… Hayır, biz felaket tellallığını
yapmıyoruz. Sadece ve sadece yerküre
üzerinde yaşananlara bakıp olanları
anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz.
Kapitalist-emperyalist dünyanın barbarlıklarını tek tek sıralamak ve her
somut sorunda kitlelerin bilincini geliştirmek barbarlığa son vermenin de
önkoşullarından biridir.
Biliyoruz ki, bu barbarlığa son verilecekse eğer, bunu da ancak ve
ancak “büyük insanlık” yapabilir.
Dünyanın mazlumları olarak da adlandırılan işçiler, emekçiler, ezilen
halklar bu barbarlığa son vermezse,
üzerinde yaşadığımız yerküre barbarlık içinde çöküşe gidecek…
“Büyük insanlık” derin uykusundan bir uyanırsa nelere kadir olduğu
açıkça ortaya çıkacaktır. Bunun bilincinde olan dünyanın egemenleri,
işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların bilincini karartmak için her
türlü yalana, manipülasyona, propagandaya başvurmaktadır. İşçilerin
emekçilerin yaşam koşulları öylesine
zorlaştırılır ki, milyarlarca insan sadece ve sadece karnını doyurup yaşayabilmenin, yaşamını idame etmenin kavgasını verirken, içinde yaşadığı dünyanın, düzenin gidişatı üzerine düşünme zamanı bile bulamamaktadır.
Tüm manipüle, bilinç karartma çabalarına rağmen biraz da olsa düşünüp düzeni sorgulamaya kalkanlara
karşı da egemenlerin önlemleri vardır. Kendilerinin oluşturduğu kurum ve kuruluşlar gerçeklerin üzerini örtemedikleri yerde, barbarlığın sivri uçlarını törpülemeye; sorunun kaynağında sistemin kendisinin değil, yapılan kimi yanlışların
yattığını kitlelere anlatmaya ve böylece sorunların sistem çerçevesinde
ele alınmasına çaba göstermektedirler. Dünyanın ezilenlerinin barbarlığın gerçek yüzünü görmemesi için
de ele aldıkları sorunlarda durumu
olduğundan iyi göstermektedirler.
Tüm bu çabalar ise insanlık düşmanı
olan bu kapitalist-emperyalist sistemin varlığını sürdürmeye hizmetten
başka anlama gelmemektedir.
Kitlelerin bilincini karartmaya hiz-
İÇİNDEKİLER
Çocuk İşçiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
“TÜMTİS’te neler oluyor?” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı . . . . . . 5
HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
15-16 Haziran Mersin’de anıldı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
210 işçinin işine son verildi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı! . . . . . . . . . . . . . 6
Seyhan: Direniş sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6
MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . . . . . . 7
Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Biten grev ve direnişlerden haberler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
CORUS YASAN işçisi kararlı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
met eden uluslararası kuruluşların
başında Birleşmiş Milletler ve yan
kuruluşları gelmektedir. Örneğin
UNICEF, UNHCR gibi BM’nin yan
kuruluşları, ya da BM’nin özel örgütlerinden biri olan Uluslararası
Çalışma Örgütü (ILO) düzenin
sivri uçlarına karşı çalışan ama
gerçekte sistemin ayakta kalmasına hizmet eden kurum ve kuruluşlardır. Bu kurum ve kuruluşların üzerlendikleri misyonu yerine
getirebilmeleri için de kitlelerin yaşamını biraz da olsa iyileştirmeye,
uluslararası düzeyde çalışma, iş
yasaları vb. ortaya koymaları gerekiyor, yapıyorlar da.
Sözkonusu kurum ve kuruluşların dünya emekçilerinin bilincini
karartmalarının araçlarından biri
de değişik konularda ve değişik dönemlerde kamuoyuna yayınladıkları raporlardır. Sözkonusu raporlar gerçek durumu olduğundan iyi
göstermek bunların temel yaklaşımlarından biridir. Çarpıtmanın
yöntemlerinden biri de sözkonusu
istatistiklerin karmaşıklığıdır.
Buna bir de önceki raporların sonraki raporlara temel oluşturması
ve böylece çarpıtmanın ve karmaşıklığın daha da ilerletilmesi ekleniyor vb. Bunun son örneklerinden
biri ILO’nun çalışan çocuklarla ilgili yayınladığı rapor ve verilerdir.
Medya da çocukların yaş grupları
veya sayısı bağlamında buna katkıda bulunduğunda hangi verileri
temel alacağınızı ya da hangisine
dayanacağınızı seçemez duruma
gelirsiniz.
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
“12 HAZİRAN; DÜNYA ÇOCUK
EMEĞİNE KARŞI MÜCADELE
GÜNÜ”
ILO Mayıs ayı sonunda başlayan ve iki hafta kadar süren 95.
Konferansı’nın gündemlerinden
biri de çocukların çalıştırılması,
ya da başka deyimle işçi çocukların durumuydu. Bu konuyla ilgili
raporu ise ILO Mayıs ayı başında
kamuoyuna yansıttı. Sözkonusu
konferansta konu üzerine duruldu
ve çalışan çocuklar hatırlandı.
Medyaya yansıyan tavırlara göre
ILO Genel Müdürü “çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması artık imkan dahilindedir” tespitini yapmış.
Bu tespitin dayandırıldığı veriler
ise, 2000-2004 yılları bağlamında
hazırlanan raporda aktarılmaktadır. Buna göre 2000-2004 yılların
arasında 5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin sayısı 246 milyondan
218 milyona inmiştir. Raporun tümünü bilmiyoruz. Medyaya ne kadar doğru yansıdığını da şu an denetleyebilecek durumda değiliz.
Bu bağlamda aktardığımız verilerin kesin veriler olmadığını bilince
çıkarmak istiyoruz.
Medyaya yansıdığı kadarıyla büyük bir gelişme olarak gösterilen
5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin sayısının azalması durumu,
gerçekte çocuk işçilerin sayısını ve
durumunu ortaya koymada ikna
edici değil. Aynı veriler kimi zaman 5-17 yaş arası grup için, kimi
zaman da 5-14 yaş arası grup için
verilmektedir. Verilerin çarpıtılması durumu da var. Eğer çalışan
çocuk işçilerin sayısı gerçekten
düşmüşse, bunun hangi nedenlere
dayandığı ise –en azından basına
yansıyan verilerde– ortaya kon-
Üçüncü bir şey ise, Asya ve
Pasifik bölgesi ile ilgilidir. Somut
aktarılan verilere göre Asya ve
Pasifik bölgesinde 2000 yılında
çocukların sayısı (5-14 yaş arası
çocukların sayısı tabii ki) 655,1
milyondur ve bunun 127,3 milyonu çalışmaktadır. 2004 yılında
ise aynı yaş grubunda toplam 650
milyon çocuk vardır ve bunların 122,3 milyonu çalışmaktadır.
ILO verilerinin durumu olduğundan iyi gösterdiği
yönlü eleştiriler haklı eleştirilerdir. ILO’nun kendi
verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı,
gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı
görülebilir.
mamıştır. ILO verilerinin durumu
olduğundan iyi gösterdiği yönlü
eleştiriler haklı eleştirilerdir.
ILO’nun kendi verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı,
gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı görülebilir. Örneğin
ILO dergisinin 2/2002 tarihli sayısında 2000 yılı için aktarılan verilere göre 5-17 yaş arası çalışan çocuk sayısı 351,7 milyondur. ILO ortadan kaldırılabilir çocuk çalışmasının (işinin) sayısını ise aynı yerde
245,5 milyon olarak aktarmaktadır.
Basına yansıyan 2006’daki rapora
göre ise 2000 yılında çalışan çocuk
sayısı 351,7 milyon değil 246 milyon olarak verilmektedir. Aradaki
farkın 100 milyondan fazla olduğunu ise tespit etmemize gerek bile
yok. Bu bir.
ILO’nun kendi verilerini çarpıtmasının ikinci örneği ise, 5-14
yaş arası çalışan çocuklarla ilgilidir. Yine 2/2002 tarihli ILO haber gazetesinde 5-14 yaş arası çalışan çocukların sayısı 211 milyon
olarak verilmektedir. 2000-2004
yılları için 2006’da yayınlanan rapora göre ise 5-14 yaş arası çalışan
çocuk sayısı 217,7 milyondur. Bu
veriler temel alındığında 5-14 yaş
arası çalışan çocukların sayısından 6,7 milyonluk bir artış sözkonusudur. Ama ILO bunu tersyüz
etmekte, bu sayının 245,5 milyondan 217,7 milyona düştüğünü anlatmaktadır. Bu sahtekârlığı ise,
2000 yılı için öngördüğü ortadan
kaldırılabilir çocuk emeği sayısını
5-14 yaş arası çocukların sayısı
olarak göstermekle yapıyor.
Buna göre aynı yaş grubundan çocukların sayısı 5.1 milyon azalırken, çalışanlardan azalan sayı 5
milyondur. Gerçekten de bu yaş
grubundan çalışan çocuk sayısı
düşmüştür buna göre. Fakat belirleyici olan şey, bu yaştaki çocukların çalışma zorunluluğundan kurtarılması değildir. Bu, aynı
zamanda otomatikman bu 5 milyonun artık çalışmadığı anlamına
da gelmiyor. 2000-2004 yılları arasında milyonlarca çocuk –eğer ölmediyse– 14 yaşın üzerine geçmiş
ve artık 15-17 yaş arası, kimi de 18
yaşın üzerinde çalışan çocuk ve
genç durumuna gelmiştir.
ILO bu ve benzeri durumları gözardı ederek durumu olduğundan
iyi, sayıları da olduğundan düşük
göstermektedir. Bunun da en iyi
örneklerinden biri Türkiye ile ilgili
tavrıdır. ILO Türkiye’yi çocukları
çalıştırmaktan kurtarıp eğitime
yönlendiren örnek ülkelerden biri
olarak gösteriyor. Aktardığı veya
dayandığı veriler ise 1994-1999
arası dönemin verileridir. Buna
göre Türkiye’de sayısı yaklaşık
bir milyon olan çalışan çocuk sayısı yarıya indirilmiştir. Oysa 2006
yılında da kimi sendikaların tahminlerine göre Türkiye’de en az
4 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu
hesaplar içinde aslında okul tatilleri döneminde çalışan çocukların
sayısı da yoktur. Genelde dünya
çapında da, özellikle kayıtdışı denilen ekonomik, çalışma alanında
çalışan çocukların sayısı tam olarak bilinmiyor. Buna da dayanarak ILO verilerini eleştirenler, ger-
çek sayının ILO’nun aktardığı verilerin çok üzerinde olduğunun altını çiziyor.
Kısacası, medya üzerinden yapılan dünya çapında çalışan çocukların sayısında önemli ölçüde
azalma olmuştur biçimindeki propaganda, gerçek durumun çarpıtılması üzerinden yükselmektedir.
Ayrıca ILO kendisine yakın hedef olarak –ki bu da on yıllık bir
süreç– “en kötü şartlarda çalışan”
çocukların çalışmalarını sonlandırmak olarak koyuyor. Bu “en
kötü koşullarda çalışma”nın içeriği ise kölelik, insan ticareti, borçlandırarak kendine bağımlı kılma
ve benzeri zorunlu çalışma biçimleri, çocukların zorla silah altına
alınması, silahlı çatışmalara sürülmesi, fuhuş ve pornografi olarak
dolduruluyor. ILO’nun bu amaç
ilanı kendi başına ele alındığında
kuşkusuz iyi bir şeydir. Ama, gerçekte bu, göz boyamaktan başka
ve ILO tarafından da gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Tüm bu
sorunların kaynağı bizzat kapitalist sistemin kendisidir. En basitinden çocuk emeğinin sömürülmesi,
kapitalistlerin azami kâr hırslarını gidermeye hizmet etmekte,
zenginliklerine daha çok zenginlik katmalarını beraberinde getirmektedir.
Burada aktardığımız birkaç örnek bile ILO’nun çalışan çocukların durumunu olduğundan iyi gösterdiği, sistemde temelde bir değişiklik olmadan milyonlarca çocuğun çalışmasının ortadan kaldırılabileceği görüşünü yaygınlaştırarak sistemi hoş gösterdiği açıkça
ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmemperyalizm koşullarında, dünyanın nüfusunun büyük bölümünün
yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı koşullarda çocukların çalıştırılması durumuna son verilebileceğini savunanlar, kitlelerin bilincini karartmaktadır.
İşçilerin, emekçilerin işgüçlerinin sömürülmesine son vermek
için nasıl ki sömürü sistemine,
yani kapitalizme son vermek gerekiyorsa, çocukların işgücünün
sömürülmesine son vermek için
de kapitalizme son vermek zorunludur. Bu sömürü sistemine karşı
mücadele etmeyenlerin çocukların sömürülmesine son vermek gerektiği yönlü açıklamaları boş laftır…
“Çocuk Emeğine Karşı Mücadele
Günü”nün de sömürü sistemine,
kapitalizme karşı mücadele gününe dönüştürülmesi biz işçilerin,
emekçilerin görevidir. Bugünün
çocuk işçilerinin yarının yetişkin
işçileri olacağı ve sömürü sisteminin kökünü kazımak için de proleter sınıf bilincine daha şimdiden
sahip olmaları gerektiği bilinciyle
ve bu görevi başarma amacıyla işbaşına!
23 Haziran 2006 
M
“TÜMTİS’te
neler oluyor?”
TÜMTİS Genel Başkanı
Sabri Topçu
2005 tarihli, muhalefetin açıklaması.
– M ay ı s 2 0 0 6 t a r i h l i ve
“TÜMTİS’te Neler Oluyor? (EMEP
çetesi iş başında)” başlıklı yine muhalefetin açıklaması.
– 24 Mayıs 2006 tarihli TÜMTİS
İstanbul Şubesi ve 27 Mayıs tarihli
İzmir Şubesi basın açıklamaları.
– 9 Haziran 2006 tarihli Evrensel
gazetesinden yayınlanan “Sınıftan
yana, mücadeleci işçi, emekçi ve
sendikacılar yıkıcılığa ve bozgunculuğa geçit vermeyecek” başlıklı
açıklama ve imza listesi.
– 14 Haziran 2006 tarihli “Son
sözü TÜMTİS İşçisi söyleyecek –
Olağanüstü Genel Kurul Talebinde
Bulunan Delegeler” başlıklı ve imzalı açıklama.
Bu yazılara ya da belgelere dayanarak herkes değerlendirme yapabilme ve doğru olanın ne olduğunu
söyleyebilme imkanına sahiptir.
9 Eylül 2005 tarihli EMEP açıklamasında 5 üyesinin ihraç edildiği anlatılırken, sözkonusu kişilere yönelik suçlamalar yapılmakta
ama önemli olan somut bir örnek
bile verilmemektedir. Açıklamaya
egemen olan düşünce hedefe konan kişilere karşı kışkırtıcılıktır.
Bu düşünce şu tespitte görülebilir:
“TÜMTİS’i cepheden saldırarak
dize getiremeyen sermaye, sendikal bürokratizmini, bazı sendikacıların kişisel zaaf, zayıflık ve hırslarını kullanarak içten çökertmeye
soyunmuştur. Şimdi TÜMTİS içten yaratılan zayıf ve zaaflı birkaç
sendika yöneticisi eliyle yolundan
saptırılmak isteniyor.” (sözkonusu
açıklamadan)
Buna göre TÜMTİS’i ‘cepheden
saldırıyla dize getiremeyen sermayenin TÜMTİS’i içten yıkmak için
bazı sendikacıların zaaflarını kullanmaktadır ve sözkonusu zaaflı
2007 olarak tespit edilmiştir.
Mayıs 2006’ya gelene kadar sorun tehditler, saldırılar, işten çıkarmalar vb. eşliğinde giderek çözümsüzlüğe doğru yol almıştır.
TÜMTİS MYK’si tüzüğün Genel
Kurul yapmayı öngördüğü maddesini yokmuş gibi saymış ve Genel
Kurul delegelerinin talebini yerine
getirmemiştir.
Muhalefet Mayıs ayında yaptığı
açıklamada, EMEP ve Topçu tarafından kendilerine yönelen suçlamalara cevap vermeye çalışmış
ve sorunun çözümü için de Genel
Kurul’un yapılıp yapılmamasına
yapılacak bir referandumla işçilerin karar vermesi önerisini yapmıştır.
OLAĞANÜSTÜ GENEL
KURUL’A İŞÇİLER KARAR
VERSİN
Topçu’nun ve onu destekleyen
EMEP’in olağanüstü Genel Kurul
talebine karşı tavırları, EMEP ve
Evrensel gazetesine yönelik olduğu
söylenen tavırlara karşı tüm sayfa
ilanı vb. olgular gözönüne alındığında sorunun karşılıklı anlaşma
ile çözülmeyeceği ve olağanüstü
Genel Kurul’a gitme yolunun kapalı olduğu söylenebilir.
Taraf ların sınıf sendikacılığı,
işçilerin mücadelesi bağlamındaki siyasetinin ne olduğunu somut olarak değerlendirebilecek
durumda değiliz. Ama bu somut
durumda muhalefetin kararı işçiler versin önerisini, sorunu çözme
bağlamında doğru bir öneri olarak
görüyoruz.
Biz de işçi sınıfının mücadelesi
açısından ve bu mücadelede kararın işçiler tarafından verilmesi
gerektiği düşüncesi temelinde,
TÜMTİS içindeki sorunların çözümü için kararın yapılacak bir referandumla işçilerin kendileri tarafından verilmesi gerektiğini savunuyor, bu öneriyi destekliyoruz.
Muhalefetin işçilerin çoğunluğunun Genel Kurul istememesi
durumunda mahkemedeki davayı
geri çekmeye hazır olduğunu açıklaması da olumlu bir açıklamadır.
İşçi sınıfının kurtuluşundan yana
olduğunu, işçi sınıfının çıkarlarını
savunduğunu söyleyenlerin, sendika bürokratizmine karşı tabanın
kararlarda yer almasından yana olduğunu bağıranların yapacağı tek
şey var: Referandum yapmak!
Tekkecilik, grupçuluk işçi sınıfının mücadelesine sadece ve sadece zarar veriyor. Devrimcilik,
solculuk adına farklı düşünenlere
karşı tehditler, saldırılar karşıdevrime hizmet eden ve karşıdevrimci
edimlerdir. Tüm sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfının birliğine, mücadelesine zarar veren tavırlara karşı
mücadele etme görevine sahiptir.
24 Haziran 2006 
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
edya ve internet üzerinden izlediğ imiz
TÜMTİS tartışmalarına
ilişkin tavır takınmak istiyoruz.
Kamuoyuna yapılan açıklamalara
yansıdığı kadarıyla TÜMTİS’teki
sorunların kaynağı birkaç yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Gerçekte
ise sendikal çalışma bağlamındaki
yaklaşımlar sorunların kaynağını
oluşturmaktadır. Sözkonusu bu
yaklaşımlar değişik dönemlerde
kendisini değişik biçimlerde göstermektedir. İşçi sınıfının çıkarları, birliği ve mücadelesini savunmaktan çok sendika bürokratizminin uygulanması –Türkiye’de
çokça kullanılan tanımıyla sendika
ağalığı–; sınıf kavgası yerine koltuk kavgasının verilmesi; açıklık
ve eleştiri aracı yerine ayak oyunlarının, adam kayırmacılığın ve dar
grup çıkarlarının ifadesini bulduğu
sekterliğin egemen olduğu yaklaşımlar, bu biçimlerin bazılarıdır.
Tüm bunların, hangi oranda olursa
olsun işçi sınıfının sermayeye, kapitalist egemenliğe karşı mücadelesine zarar verdiği ise işçi sınıfının
çıkarlarını savunduğu iddiasında
olan hemen herkes tarafından teslim edilmektedir.
TÜMTİS içindeki gelişmelere
bakıldığında çelişkili iki taraf da
lafta işçi sınıfının çıkarlarını, mücadeleci sınıf sendikacılığını savunduğunu iddia etmektedir.
Taraflar kendilerinin işçi sınıfının
çıkarlarının gerçek savunucusu olduğunu iddia ederken, karşı tarafın buna uygun davranmadığını
savunmaktadır. Bu durumda yaşananları ancak taraflarca yapılan
açıklamalardan takip edebilenlerin
değerlendirme yapabilmesi zorlaşmaktadır. Buna rağmen ama, işçi
sınıfının çıkarlarının nerede yattığına, yapılan önerilerden hangilerinin sorunu çözmede doğru
öneri(ler) olduğuna karar verebilme durumundayız.
TÜMTİS’te şimdi tartışma konusu olan Olağanüstü Genel Kurul
yapılması talebi ve bu talebin gündeme gelmesine neden olan gelişmelerin kamuoyuna yansıması
esas olarak Eylül 2005’te başlamış
ve bugüne kadar sürmüştür.
Kamuoyuna yayınlanan ve tartışmaların temel belgeleri olarak
görülen yazılar şunlardır:
– “Emeğ i n Pa r t isi Tü mt is
Sendikasında Yöneticilik Yapmış
5 Üyesini İhraç Etti” başlıklı ve 9
Eylül 2005 tarihli basın bildirisi.
– “TÜMTİS’te Neler Oluyor?
Parti kamuoyuna” başlıklı Eylül
kişiler de sermayedarların kuklaları olma konumundadır. Böylece
bu kişiler karşı cepheye dahledilmekte ve bunlar parti, sendika
düşmanı ilan edilmektedir. Bunu
ispat etmek için ise hiç bir somut
veri ortaya konmamaktadır. EMEP
Basın Bürosu’nun yayınladığı bu
tavır, esas olarak komplo teorisini
işleyip hedefe koyduğu insanlara
karşı karalama tavrıdır. Gerçekte
gündeme gelen TÜMTİS’teki sorunun üzerini örten ve siyasi bir
parti olarak TÜMTİS’in iç işlerine
müdahale etme ve hâlâ TÜMTİS
Genel Başkanı olan Sabri Topçu’yu
savunma temelinde yükselen bir
tavırdır.
Bu açıklamaya karşı sözkonusu muhalefetin yaptığı “Parti
Kamuoyuna” başlıklı Eylül 2005 tarihli açıklamada ise yaşanan sorunlar kimi örneklerle somutlanmakta,
sorunun nereden kaynaklandığı kamuoyuna anlatılmaktadır.
Bu na göre sor u n Topk apı
Ambarlar’da yaşanan ve üç işçinin ölümüne yol açan olaylara kadar uzanmaktadır. Dönüm noktası olarak da 2004 Aralık ayında
yapılan Genel Kurul olarak gösterilmektedir. Genel Kurul’da Sabri
Topçu’nun istediği kişiyi delegelerin çoğunluğu seçmemiştir ve
Genel Kurul sonrasında ise Sabri
Topçu yetkisini kötüye kullanmış,
delegelerin çoğunluğu tarafından
seçilen insanları tanımamış vb.
Hatta bu arada muhalefete karşı
saldırılar, tehditler gerçekleştirilmiş, kimileri bıçaklı saldırıda yaralanmış, kiminin arabasına saldırılmış vb. vs.
Sonuç olarak tüm çabalara rağmen Sabri Topçu ve onu destekleyen siyasi güç olarak EMEP,
TÜMTİS içindeki muhalefeti sindirmeye çalışırken muhalefet 203
Genel Kurul delegesinden 137’sinin imzasıyla 12.09.2005 tarihinde
Olağanüstü Genel Kurul yapılmasını talep etmiştir.
TÜMTİS’in tüzüğüne göre başvurudan sonra bir ay içinde Merkez
Yönetim Kurulu (MYK) toplanıp karar alması gerekiyor. Yine
tüzüğe göre delegelerin 1/5’inin
imzası Genel Kurul’un toplanması için yeterlidir. Sözkonusu süreçte MYK toplanmamış ve Genel
Kurulun yapılması kararını almamıştır. Bunun sonucunda muhalefet sorunu 21 Ekim 2005’te
İş Mahkemesi’ne götürmüştür.
Sözkonusu mahkeme hâlâ sürmektedir.
Sabri Topçu önderliğindeki MYK
sorun mahkemeye götürüldükten
sonra toplanmış ve anlatılanlara
göre ayak oyunlarıyla önce “Erken
Olağan Genel Kurul” kararı alınmış ve sonra da bunun tutmayacağı gözönüne alındığında, karar
defterine “Olağan Genel Kurul”
yapılması kararı geçirilmiştir.
Genel Kurul tarihi ise 26-27 Mayıs
B
Castleblair’de
yaşananlar...
iz İskoçya kökenli bir tekstil
firması olan Castleblair’in
işçileriyiz. 90 yıllık bir
firma olan Castleblair dünyanın
en önemli mağazacılık gruplarından 35 ülkede 700’ün üzerinde
mağazası olan Marks&Spencer’ın
üreticisi.
Castleblair, Marks&Spencer fiyatları daha düşürelim dediği için
İskoçya’daki fabrikalarını kapattı
ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu,
ücretlerinin düşük olduğu ülkelerde fabrikalar kurmaya başladı.
Türkiye’de Kıraç’taki fabrika da
Castleblair için paha biçilmez kaftandı. Ancak işler patronların istediği gibi gitmedi ve bizler DİSK
Tekstil Sendikasında örgütlenmeye
başladık. Bu örgütlenme yoğun
mücadeleler sonucunda başarıya
ulaştı. Fakat işveren örgütlülüğü
dağıtmakta kararlıydı. Çünkü
Marks&Spencer maliyetleri düşürmek ve daha fazla kar etmek için
buraya gelmişti. Saldırıları yoğunlaştırdı. İşten atılmalar yaşandı.
Kapının önünde bir dizi arkadaşımız mücadeleyi sürdürdü. Sendika
destek vermedi.
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Sözleşemede hiçbir kazanım
yok!
Sendikalaştığımız zaman koşullarımızın daha iyi olacağını düşünmüştük. Ancak şartlarda değişen bir şey olmadı. İki yıl önceki
kötü sözleşmenin ardından DİSK/
Tekstil’den Muharrem Kılıç koşullarınızı bir dahaki sözleşmede
düzelteceğiz demişti. Aradan 2 yıl
geçti. Yeni sözleşme geldi. Ama
Kılıç sözünü tutmadı. İşverenin
yüzde “O” önerisini işçilere kabul
ettirmeye çalıştı. Bizleri ikna edemeyince ilk altı ay için yüzde 4,
ikinci altı ay için yüzde 3 önerisi
geldi. Bir önceki sözleşmeden de
kötü bir sözleşme önümüze getirildi. Ve sendika tarafından başka
çaremiz yokmuş havası yaratıldı.
Sadece düşük ücret nedeniyle değil, ikramiyelerin durumu, performans değerlendirmeleri gibi konularda da işverenin çok geri taleplerle gelmesi nedeniyle bu sözleşmeyi kabul etmeyeceğimizi açıkladık. Sendika ise oldu bittiye getirip
sözleşmeyi imzalamak istiyordu.
Bizim tepkimiz karşısında işveren 35 işçiyi diğer işçilerden ayırarak üst kata çıkardı. Amacı bizi
bölmek ve dağıtmaktı. Sendika yöneticileri ise bu olaya her zamanki
gibi işverenin hakkıdır kanunsuz
bir şey yapmayın diyerek patronun rahat davranmasının önünü
açmış oldu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi iş-
veren işten çıkmak isteyen arkadaşlarımıza kıdemlerini ödemeye
başladı. Bu nedenle birçok arkadaş
istifa etti. Patron ayrıca bizi sıkıştırmak için ücretlerimizi de ödememeye başladı. Amaç belliydi,
parasızlıkla bizi sıkıştırıp, tazminatımızı alıp gitmemizi istiyordu.
Örgütlü, deneyimli işçilerden kurtulursa sendikayla anlaşır, işçileri rahat rahat sömürmeye devam
ederim diye düşünüyordu. Ve yaklaşık 3 aydır bizler, avanslarımızı,
maaşlarımızı ve vergi iademizi alamıyoruz.
Eylemler Artıyor
Bu duruma karşı işyerinde ve dışarıda eylemlere başladık. İşverenle
sendika arasındaki görüşmelerde de uyuşmazlık kararı çıktı.
Arabulucu sürecinden de bir sonuç
alınamadı. Patronun makinelerin
bir kısmını dışarıya çıkarmak istemesi üzerine fabrikanın üst katına çıkarılan bizler üretimi durdurduk.
Alt kattaki arkadaşlarımız da
bize katıldı. Patron da buna cevap olarak 31 kişiyi senelik izne
çıkarmak istedi. Biz çalışmak istediğimizi söyledik. Ama sendikatemsilciler her zamanki gibi patronun yanında saf tutarak bizleri
yalnız bırakınca bizler de izinleri
bir şartla kabul ederiz dedik: verilmeyen tüm haklarımızın verilmesi kaydıyla 33 arkadaşımız
izne çıktı. Bizse ertesi gün kapının önüne geldik. İçeriye girmeye
çalıştık. Jandarma ve özel güvenlikler girmemizi engellemeye çalıştı. Sendika yöneticisi Muharrem
Kılıç bu patronun yasal hakkıdır
diyerek, işçileri koruyacağına patronu korudu. Biz, kararlı bir şekilde kapıları zorlayarak içeri girdik. Bizim içeri girmemiz yasaktı.
Ancak patronun aylardır paramızı
ödemesi serbestti.
Aynı gün işverenin makineleri
kapıya yanaştırması üzerine fabrika önünde nöbet tutmaya başladık. O gün bugündür de fabrika
önünde 24 saat nöbet tutuyoruz.
Aynı hafta Perşembe günü bütün
sendikacıların ve işçilerin katıldığı
bir toplantı yapıldı. Toplantıda
sözleşme sandığa getirildi. 43 işçi
sözleşmeye “hayır” derken 18 işçi
“evet” dedi. Bu greve “evet” anlamına gelen bir oylamaydı.
Sendika Oyalıyor
Bu karara rağmen sendika grev
kararını asmadı. Patronla uzlaşmaya çalıştı.
İşçilere neredeyse hiçbir katkı
sunmazken süreci işverenin istediği gibi sürdürmeye çalışmanın
yanı sıra danışmanlık hizmetinde
de kusur etmedi.
Muharrem Kılıç işçilerin temsilcisi değil de patronun temsilcisinden daha iyi temsil ediyordu.
İşveren ücretlerimizi ödemezken,
işyerinden istifa edenlerin parasını ödemeye devam etti. Bu aslında örgütlülüğümüzün her gün
daha fazla erimesine neden oluyordu. Bir yandan belirsizlik, bir
yandan parasızlık dayanma gücümüzü kırmaya başladı. Sendika ve
temsilcileri, işçilerin işten çıkmalarını teşvik ediyorlardı.
Hatta bazı siyasi grup temsilcileri daha önceki deneyimlerde
Muharrem Kılıç tarafından ihanete uğramalarına rağmen bugün
bu sendikacının yanında saf tutmalarının bizce açıklanabilir bir
yanı yoktur. Çünkü sendikacıların
bu fabrikada patronla anlaşmalı
bir şekilde örgütlü işçi istemedikleri açıkça ortadadır. Çünkü ilk
sözleşme döneminde de aynı oyun
sahnelendi.
Sözleşme sabahı 6 mücadeleci
işçi işten atılıyor, sendikacıların
cevabı: Patron yasal haklarını verdikten sonra biz bir şey yapamayız
oldu. Patron ve sendikacılar belli
ki aynı oyunu sahneye koydular.
Biz ise, bu belirsizliğe dur demekte ve örgütlülüğü savunmakta
kararlıydık. Aç da kalsak mücadeleyi sonuna kadar götürecektik.
Patronla işbirliği yapan sendikacılara, onların borozanlığını yapan
temsilcilere ve hatta sendika ağalarıyla iyi ilişkiler geliştirmek için
patron sözcülüğüne soyunan bazı
sözde siyasi işçilere rağmen mücadelemizi onurlu bir şekilde vermekte kararlıyız.
İşvereni sıkıştırmak ve belirsizliği ortadan kaldırmak için sendikamıza gittik. Ağalardan bu
işi sonuçlandırmalarını istedik.
Patronun merkezine Yenibosna’ya
gittik. Patron paramızı 2 gün
sonra ödeyeceğini söyledi, ancak
hala ödemedi. Biz de eylemlerimizi sürdürdük. İşçi arkadaşlarımızı istifa ettirip tazminatlarını
aldırtmaya çalışan temsilcilere
inat DİSK’e gittik ve grev kararını
asmalarını istedik. Patron, sendika işbirliği sonucunda onlarca
arkadaşımız istifa etti. Geriye yaklaşık 20 kişi kaldık. Sınıf sendikacılığı yaptığını söyleyen bazı siyasi
işçiler de tazminatlarını alıp çekip
gittiler.
20 işçiyle sendikaya gittik.
Süleyman Çelebi bizleri görünce
birden bire ortalıktan kayboldu.
Muharrem Kılıç ise bizlere “gidin
paranızı alın, fabrika kapatacak”
dedi. Bizler de “o zaman patronun
fabrikayı kapatacağına dair gönderdiği kağıdı görmek istiyoruz”
dedik. Sendikacının cevabı: Patron
böyle bir kağıt vermek zorunda değil oldu.
Sendikadan sonra toplu olarak patronla görüşmeye gittik.
Patrondan paralarımızın yatırılmasını istedik. “Para yok, fabrika
kapanacak” dediler.
Biz de “kapanacaksa yasal prosedürü uygulayın, gerekli yerlere bildirimde bulunun” dedik. Patronun
cevabı “biz bildirimde bulunacaktık ama sendikacılar istemediler”
dedi. Birincisi, şimdi sendikanın
neden işçilerin işten ayrılması için
baskı yaptığı ortaya çıkmış oldu.
İkincisi bu nasıl bir sendikal anlayıştır ki sendikacı patrona bu konuda kefil olabiliyor? Bu kefil olmanın diyetini bizler mi ödeyeceğiz? Patron ve sendikacılar mücadeleci işçilerden kurtulmak için elbirliğiyle iyi çalıştılar.
Sendikacıların yanında saf tutan sözde siyasi çevre ise, bundan
sonra kimin yanında saf tutacağını böylece belli etmiş oldu. Bunu
işçi sınıfı adına yapan bu anlayışı
kınıyoruz.
Muharrem Kılıç’ın ipliği böylece
pazara çıkmış oldu. Peki, DİSK
Tekstil neden grev kararını asmamıştır? Neden bizleri oyalamıştır?
O da mı işçilerin örgütlülüğünün
dağıtılmasından yanadır? Bütün
işçiler ayrıldıktan sonra sözleşmenin imzalandığı mı söylenecekti?
Patronun amacı belli, örgütlü işçileri işten atmak, yani örgütlülüğü
dağıtmak. Yoksa işverenin DİSK
Tekstil Sendikası ile bir sorunu
yok. Sorunu bizle, yani mücadeleci
örgütlü işçilerle mi?
Biz, bu mücadelemizi sadece
kendimiz için değil, bölgedeki tüm
işçiler için veriyoruz. İşverene,
sendikaya ve tüm bozgunculara
rağmen inatla bu mücadeleyi gücümüz oranında sürdürmeye kararlıyız. 3 aylık parasızlığa, belirsizliğe, her tür saldırılara rağmen
inatla direndik.
Bizler, direnen onurlu işçiler olarak mücadelemizi burada noktalarken patrona ve patronlara danışmanlık yapan sendika bürokratlarına, sendika koltuğu peşinde
koşan siyasi gruplara karşı, bu mücadeleye verdikleri zararı tüm işçi
ve emekçilere anlatmayı bir görev
biliyoruz. Bu güne kadar bizimle
birlikte olan veya destek sunan
tüm işçi sınıfı dostlarına teşekkür
ederiz.
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Yaşasın İşçilerin Birliği!
30.06.2006
Castleblair işçileri 
Protesto için:
Castleblair Group LTD Victoria
Works, Pilmuiir St. Dunfermline,
United Kingdom
Tel: 44 01 383 731551
Fax: 44 01 383 723836
Güney Kültür Merkezi’nde
15-16 Haziran toplantısı
B
özellikle DİSK’te örgütlü olan işçiler açısından ne anlama geldiğini
anlattı.
Arslan, sermaye kesiminin
DİSK’in faaliyetlerinden rahatsız
olduğunu belirterek bunu o dönemin Çalışma Bakanının yaptığı
konuşmalarla örneklendirdi.
Konuşmasının devamında 1516 Haziran 1970’de 2 günlük işçi
direnişinin nasıl geliştiğini ve ardından gelen sıkıyönetim ilanını,
sıkıyönetim mahkemelerini ve işten atılan binlerce işçiyi somut verilerle ortaya koydu.
Gerek panelistlerin konuşmalarında gerekse ardından yürütülen
tartışmalarda toplantının ağırlığını, 15-16 Haziran’dan öğrenirken asıl bugün yapılması gerekenlerin neler olduğu üzerinde yoğunlaşıldı.
Bu bölümde, öncelikle işçi sınıfının bugünkü durumunun doğru
değerlendirilmesi gerektiği belirtildi. İşçi sınıfının büyük oranda
örgütsüz ve güçsüz olduğu tespit
edildikten sonra, işçi sınıfının hem
sendikalarda örgütlenmesi hem de
sendikalardan bağımsız kendi öz
örgütlenmeleri için, sosyalizm mücadelesi yürüttüğü iddiasında olan
D
duruldu.
Tartışmaların ardından Birleşik
Metal İş Sendikasının hazırladığı
ve son dönemdeki işçi direnişi ve
grevlerden oluşturulan bir sinevizyon gösterimi sunuldu. Ardından
yapılan kapanış konuşması ile toplantı sona erdirildi.
20 Haziran 2006 
HAS Alüminyum Fabrikası
İşçilerinin Sendikalaşma
Mücadelesi Sürüyor!
İ
stanbul- Pendik ilçesi Dolayoba
Sanayi Bölgesinde kurulu HAS
Alüminyum Fabrikası, alüminyum doğrama üreten ve ürettiğinin çoğunu ihraç eden 25 yıllık
bir fabrika.
Düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına rağmen patronun 6 ay
önce “if las ediyorum” yalanıyla
tüm işçileri işten çıkararak yeniden işe alınmış gibi göstermek ve
tümünü (18 yıllık işçiyi bile) 2 aylık deneme süresine tabi tutmak istemesiyle fabrikada çalışan 143 işçiden 130’u DİSK’e bağlı Birleşik
Metal- İş Sendikası’nın Kartal
Şubesi’ne üye olmuş. Bunu duyan
15-16 Haziran
Mersin’de anıldı
İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’in çağrısı üzerine DİSK, TÜRKİŞ ve KESK’e bağlı şubelerin de destek verdiği basın açıklaması
Taş Bina önünde yapıldı. Basın açıklamasını Birleşik Metal-İş
Sendikası Anadolu Şubesi Başkanı Uğur Tozlu okudu. 15-16 Haziran’ın
hangi tarihsel süreçte gerçekleştiğinin anlatıldığı basın açıklamasında
“Bugün hala devrimci bir sendikal yapılanmadan bahsediliyorsa, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde 15-16 Haziran direnişleri bir meşale gibi parıldıyorsa, bu, 36 yıl önce atılan adımların ne kadar doğru olduğunun en önemli göstergelerinden biridir.” denilerek 15-16 Haziran’ın
önemi vurgulandı.
Grevdeki SCT işçileri “Hak verilmez alınır”, “Yaşasın onurlu direnişimiz” diyerek grevdeki kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler.
Basın açıklamasının ardından, SCT işçileri, Kamu emekçilerinin Defterdarlık önünde “KRİZİN FATURASI EMEKÇİYE! KAMU
EMEKÇİSİ BİRAZ DAHA YOKSULLAŞTI” temelinde yaptıkları basın
açıklamasına destek verdiler. “İşçi memur el ele genel greve” yaşasın SCT
işçilerinin haklı mücadelesi” sloganlarının atıldığı basın açıklamasında,
kamu emekçileri “ Hükümetin 2005 yılı toplu sözleşmesinde, “kamu
emekçilerini Enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözlerinin bir aldatmacadan
ibaret olduğu görülmektedir.” Denilerek, enflasyondan doğan farklarını talep ederek ek zam talebinde bulundular. KESK MERSİN ŞUBELER
PLATFORMU dönem sözcüsü Ünsal Yıldız basın açıklamasının sonunda
“ Dolayısıyla EK ZAM TALEBİMİZ haklıdır ve meşrudur. Hükümetin
sesimize kulak vermesi gerekmektedir. Aksi halde bu gidişata izin vermeyeceğiz ve meydanlara çıkacağız.” Diyerek demokratik direnme haklarını
kullanacaklarını belirtti.
YDİ ÇAĞRI MERSİN
27.06.2006 
patron işçilerin yemek ve çay molasını kaldırarak işten atma ile tehdit etmiş ve kimi işçileri de işten
atarak her türlü baskı ve zulümu
uygulamaya başlamış.
Sendikalaşmaya öncülük ettiği
için işten atılan ve 117 gündür direnişte olan 8 işçiden (aslında o
günler 10 işçi işten çıkarılmış, fakat 2’si sendika üyeliğinden vaz
geçirilerek tekrar işe alınmışlar) 3
yıllık işçi İsmet Tunçel, 3 yıllık işçi
Zafer Ergin ve işçileri ziyaret ettiğimiz gün (15 Haziran) işten atılan 3 yıllık işçi ve kalite kontrolcusu Arif Kanmaz’ın anlatıklarına
göre bu baskı ve zülümlerden dolayı Ali Çelebi isminde genç bir
işçi arkadaşları çıldırmış. Diğer işçilerin de üzerlerindeki bu baskılardan dolayı son derece huzursuz olduğunu belirten direnişçi işçiler, en kıdemli işçilerin 18 yıllık
–ki bu işçiler çok az- diğerlerinin
çoğunun 3-4 yıllık genç işçiler olduğunu, işyerinde ücret ortalamasının net 400-450 YTL olduğunu
belirttiler.
Direnişçiler HAS Alüminyum
patronunun sadece işçileri kölelik
koşullarında sömüren zalim bir
patron olmadığını, aynı zamanda
hazine arazisini izinsiz işgal eden
bir işgalci ve yıllarca fabrikanın zehirli atık sularını arıtmadan açıktan dereye akıtan bir çevre katliamcısı olduğunu anlattılar.
İşten atılanların işe iade davasının 29 Haziran’da ve sendika yetki
davasının ise 5 Temmuz’da görüleceğinin bilgisini veren işçiler, aynı
patronun 1998 yılında işçileri yine
sendikalaştıkları için toplu olarak
işten attığını, böylece sendikalaşmaya engel olduğunu, fakat bu kez
mutlaka başaracaklarına inançlarının tam olduğunu belirttiler.
Çevre fabrikalarda çalışan işçilerden ve sınıf dostlarından şimdiye
kadar ciddi bir destek görmediklerini belirten işçiler herkesi kendilerini desteklemeye çağırdılar.
Haziran 2006 
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
u yıl, 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde, bu direnişi bir kez
daha anmak ve ondan doğru dersler çıkarmak amacıyla Yeni Dünya
İçin Çağrı gazetesi olarak Güney
Kültür Merkezinin organize ettiği tartışma toplantısına konuşmacı olarak katıldık. Panelde bizimle birlikte Birleşik-Metal İş
Sendikasında örgütlenme uzmanı
olan Hasan Arslan da yeraldı.
Toplantıya devrimci mücadelede
hayatını yitirenler ve özel olarak
15-16 Haziran’da katledilen üç işçi
anısına saygı duruşu ile başlandı.
Çağrı dergisi adına panelist arkadaş, 15-16 Haziran’ın oluştuğu tarihsel koşulları aktardıktan sonra 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişi’nden çeşitli dersler çıkardı. Bu derslerin büyük
oranda komünist önder İbrahim
Kaypakkaya’nın çıkardığı doğru
dersler olduğunu belirttikten
sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın
çıkardığı bazı yanlış dersleri de ele
alarak değerlendirdi.
Bu değerlendirmelerin ardından, 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişi’nin, işçi sınıfının muazzam gücünü pratikte gösterdiğini,
işçi sınıfı durduğunda hayatın duracağını, sonuna kadar tek devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu
ve işçi sınıfı içerisinde çalışmanın
devrimin zaferi açısından hayati
önemde olduğunu gösterdiğini belirtti. Diğer taraftan fakat, işçi sınıfının komünist bir önderlikten
yoksun, örgütsüz bir durumda olduğunu ve örgütlü olan kesiminde
ise reformistlerin ve revizyonistlerin hakim olduğunu gösterdiğini
dile getirdi.
Bugün de 15-16 Haziran Direnişi’nin üzerinden 36 yıl geçmiş
olmasına rağmen işçi sınıfının
tek devrimci sınıf olma özelliğinden bir şey kaybetmemiş olmasına
rağmen, işçi sınıfının örgütlülüğü
ve Komünist Partisi ile bağı açısından fazla bir ilerleme kaydedilemediği vurgulandı.
Sonuç olarak, işçi sınıfının bilinçli önderleri olarak çok daha
fazla işçi sınıfı içerisindeki çalışmaya yönelinmesi ve bu çalışmaya
öncelik verilmesi gerektiği savunuldu.
Panelin ikinci konuşmasını
Hasan Arslan yaptı.
Arslan, 15-16 Haziran’ın Türkiye
işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket açısından bir dönüm noktası olduğunu belirttikten sonra,
sendika ve grev-lokavt ve TİS yasasında yapılmak istenen değişikliklerin neler olduğunu ve bunun
herkesin bu konuda elinden gelen
çabayı sarfetmesi gerektiği vurgulandı. İşçi sınıfının örgütlenmesi
bağlamında herkesin üzerine düşeni yapma konusunda yer yer eksik davrandığı tespit edildi.
Tartışmaların devamında somut
işyerlerinde yaşanan sorunlar ve
örgütlenme konusunda nasıl bir
yol izlenmesi gerektiği üzerinde
9
210 işçinin işine
son verildi
Eylül Üniversitesi hastanesinde çalışıyorlardı. Toplam
sayıları 700 civarında idi.
Temizlik ve hasta bakım işlerini
yapıyorlardı. Daha önceleri yürüttükleri sendikal mücadeleleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Onlarca işçi, sendikalaşma uğruna
işlerinden olmuşlardı. Onlar yılmadılar, sendikalaşma mücadelelerini sürdürdüler. 2006 yılının ilk
aylarında sendikalaştılar. Disk’e
bağlı Genel-İş Sendikası yetkiyi
alıp toplu sözleşme sürecine girdi.
Toplu sözleşme yapılmadan 210 işçinin işine son verildi.
İşçilerin sendikalaşması işvereni rahatsız ediyordu. 9 Eylül
Üniversitesi işçileri, insanca ve
onurlu bir yaşam uğruna iş güvencesi istiyorlardı. İşçilerin sendikalaşmasıyla birlikte, işyerinde baskılar da artmaya başladı. İşçilerin
çalıştığı yerler değiştirilmeye başlandı. İşçiler sendikalı olmuşlardı ama işyerinde kendilerine
bir temsilcilik odası verilmiyordu.
İşyerinde artan baskılar ve söz verilmesine rağmen, temsilcilik odasının verilmemesine karşı işçiler iş
bırakma eylemine gittiler. İşçiler, iş
bırakma eyleminin işyerindeki çalışmayı etkilememesi içinde çaba
harcadılar. Bunun üzerine işveren
hemen harekete geçti. 09.06.2006
tarihinde, izinsiz grev yapıldığı iddiası ile 210 işçinin işine son verildi. İşveren sadece işçilerin işine
son vermekle yetinmedi, tazminat
almamaları için iş akitleri tazminatsız olarak feshedildi.
İşten atılan işçiler susmadılar.
Basın açıklaması ve rektörlük binası önünde oturma eylemleri yaparak, tekrar işe alınmaları için
mücadelelerini sürdürüyorlar. 9
Eylül Üniversitesi işçileri haklı bir
mücadele yürütüyorlar. İşçiler ile
dayanışmada bulunmak ve onların
seslerini kamuoyuna duyurmak
günün görevidir. İşveren, baskı ve
yıldırma politikalarına karşı işçilerin ses çıkarmamasını istiyor. 9
Eylül Üniversitesi Hastanesi işçileri işlerine dönmek için haklı bir
mücadele yürütüyorlar. Bu mücadeleyi desteklemek ve dayanışmada bulunmak günün görevidir.
18 Haziran 2006
İzmir’den bir Çağrı okuru 
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Seyhan: Direniş sürüyor!
S
eyhan Belediyesi temizlik işçileri işten atılmalarının 38. gününde hakları için
mücadeleyi sürdürüyorlar. Her
Çarşamba saat 12.30’da İnönü
Park’ında basın açıklaması yapan
işçiler Seyhan halkından, sendikalardan ve demokratik kitle örgütlerinden destek istiyorlar.
İşçiler son olarak 14 Haziran’da
bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Yaklaşık 50 kişinin katılımıyla yapılan açıklamada basın metnini işten atılan işçilerden
Doğan Akarcalı okudu.
“Çocuklar aç babalar işsiz, bu
zulüm ne zaman bitecek” pankartı
taşıyan işçiler burada oturma eylemi yaptılar. Açıklamada Doğan
Akarcalı, belediyenin direnişçi
bazı işçileri işe alarak direnişi bölmeye çalıştığını, ancak bunda başarılı olamayacağını ve sonuna kadar mücadelelerine devam edeceklerini belirtti.
Basın açıklamasına hiçbir sendikanın katılmadığı, Seyhan
Belediyesi işçilerinin direnişine pratikte destek olmadıkları görüldü.
Burada açık lamaya katılanlara “15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişinin 36. Yıldönümünde:
Biz Durursak Hayat Durur!” başlıklı bildirilerimizi dağıttık.
Çok sayıda sivil ve Çevik Kuvvet
polisinin yığıldığı açıklama atılan
sloganların ardından sona erdirildi.
15.06.2006
Ydi Çağrı/Adana 
Dev Sağlık-İş Çukurova
Bölge Şubesi açıldı!
Y
aklaşık 7 aydır Balcalı Hastanesi çalışanlarını örgütleme mücadelesi veren Dev
Sağlık-İş Sendikasının Çukurova
Bölge Şubesi 15-16 Haziran Büyük
İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde
açıldı.
Şubenin açılışı, 15-16 Haziran
Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünü anmak amacıyla 16
Haziran günü İnönü Parkı’nda
saat 18’de yapılan bir eylemde duyuruldu. DİSK, KESK, TMMOB ve
ATO’nun birlikte düzenlediği 1516 Haziran Direnişini anma eylemine SES, Dev Sağlık-İş, Halkevleri
ve çok sayıda demokratik kitle örgütü, devrimci dergi/gazete temsilcileri katıldı.
Burada, DİSK Bölge Temsilcisi ve
Genel-İş Sendikası Şube Başkanı
Kemal Aslan, KESK adına SES
Şube Başkanı Mehmet Antmen,
Adana Tabip Odası Başkanı Osman
Küçükosmanoğlu birer konuşma
yaptılar. Bu konuşmaların ardından Dev Sağlık-İş Sendikası Genel
Sekreteri Arzu Çerkezoğlu basın
açıklaması metnini okudu.
“Tarihi Dövüşenler Yazar!”
15-16 Haziran Direnişinin gelişme sürecini ve nedenlerini anlatan Arzu Çerkezoğlu, 15-16
Haziran eylemlerinin “mücadele
edilmeden hak alınamayacağını”
gösteren önemli bir dönemeç olduğunu vurguladı. 12 Eylül Askeri
Cuntası tarafından getirilen sendikal yasakları aktaran Çerkezoğlu;
“mücadele sürüyor, bu olumsuzluklara karşın emekçilerin birleşik mücadelesiyle zafer her zaman
mücadele edenlerin olacaktır” diyerek konuşmasını bitirdi.
Yaklaşık 250 kişinin katıldığı
eylemde sık sık “Yaşasın 15-16
Haziran direnişimiz”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Söz yetki karar iktidar halka” sloganları atıldı.
Ayrıca 15-16 Haziran’da, işçi sınıfının mücadele tarihinde yaşamını
yitirenler anısına saygı duruşunda
bulunuldu.
Açıklamanın ardından şubenin açılışı için yürüyüşe geçildi.
Bina önünde yapılan kısa bir konuşmanın ardından Dev Sağlıkİş Sendikası Çukurova Bölge
Şubesi açıldı. Kokteyl düzenlenerek yapılan açılışta 15-16 Haziran
Direnişini anlatan bir belgesel sunuldu.
Eylem sırasında “15-16 Haziran
Büy ü k İş çi Di ren i şi n i n 36 .
Yıldönümünde: Biz durursak hayat durur!” başlıklı bildirilerimizden dağıttık.
AB yolunda çıkarılan yasalarla
çekim yasağı getirilmesine rağmen
sivil polis eylemi saniye saniye görüntüledi.
16.06.2006
Ydi Çağrı/Adana 
SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!
T
arsus’ta kurulu bulunan SCT Orturbo Filtre fabrikasında 3 ayı
aşkın bir zamandır grev sürüyor. İşçilerin greve başlamasından
sonra işyerinde lokavt uygulayan patron 19 Haziran itibariyle lokavt kararını kaldırdı.
SCT patronunun işyerinde lokavtı kaldırmasından sonra sendikaya üye
olmayan (çoğunluğu kapsam dışı) az sayıdaki işçi fabrikaya giderek ücretsiz izne ayrıldığına dair belgeler imzaladı. Bu durumun ardından da 6
işçi daha sendikaya üye olarak grevi sürdürme kararı aldılar.
İşçiler, SCT patronunun lokavt kararını kaldırarak grev kırıcılığının
önünü açmaya çalıştığını belirtiyorlar. Ancak patron bu kararı ile umduğunu bulamadı.
Lokavtın kaldırılmasından sonra işçiler ile Birleşik Metal-İş Sendikası
yöneticileri bir araya gelerek durumu değerlendirdiler. SCT işçileri ne pahasına olursa olsun grevi koruyacaklarını ve patronun sendikayı kabul
ederek TİS’i imzalamak zorunda kalacağını belirtiyorlar.
Lokavt kararının kaldırılmasından sonra SCT Orturbo’dan herhangi
bir açıklama yapılmadı.
Ydi Çağrı/Adana
21.06.2006 
MİTO işçilerinin
sendikalaşma mücadelesi
sürüyor
İ
stanbul’un Tuzla ilçesi Aydınlı
girişindeki MİTO Yapı Malzemeleri A. Ş. Fabrikasında çalışan 150’ye yakın işçiden 109’u
Mart ayında Birleşik Metal-İş
Kartal Şubesi’ne üye olmuştu.
Her yerde olduğu gibi burada da
patron tepkisinde gecikmedi, bu
işin öncüleri olarak bildiği 6’sı kadın toplam 43 işçiyi işten attı. İşten
atılan işçilerin hepsi, 2,5 ay fabrikanın önünde; güneş ve yağmurdan
korunmak amacıyla birkaç tahta,
bez ve naylon parçalarından kurdukları kulübelerinde (bu kulübeleri 8 kez yıkıldı ve malzemeleri yakıldı, fakat her defasında işçiler onu
tekrar kurdular) beklediler.
Şu an patron ve devletin görevlileri tarafından artık yıkılmayan
çadırlarında bir grup direnişçi işçi
sabahtan akşama kadar beklemeye
devam ediyor.
Direnişin 76. gününde ziyaret
ettiğimiz işçilerin verdiği bilgiye
göre, patron içerde çalışan sendika
üyesi işçilere “Usanıp kaçıp gitsinler, böylelikle sendika işyerine girmesin” düşüncesiyle bir dizi baskı
ve işten atma tehdit ve saldırılarına
devam etmektedir. İşçiler, fabrikada
her gün iş bir iş kazasının yaşandığını, sabahtan akşama kadar asgari
ücretle çalıştırılan işçilerin ücretlerinin zamanında ödenmediğini ve
bu çalışma koşullarında patronun
işçilerin üzerindeki huzursuz edici
denetimini her tezgahın başına kurulan kameralarla sağlamaya çalıştığını, öyle ki tuvaletlere bile kamera yerleştirildiğini anlattılar.
İşçiler ayrıca patronun “fabrikayı Gebze’ye taşıyacağının” söylentisini yayarak işçilere gözdağı
Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri
anlaşmazlıkla sonuçlandı
İstanbul gibi nüfus yoğunluğu
yüksek olan büyük bir kentin yaz
sıcağında belediye hizmetlerini
gören işçilerin birkaç gün çalışmaması durumunda halk açısından ne anlama geldiği iyi bilindiği
için sendika şubelerinin bu şekilde
kamuoyuna ücretli köleliğin en
kötü koşullarında çalışan işçilerle
birlikte grev ilanlarını duyurmaları ve belediyelerin ana binalarına
asmaları greve gitmeleri halinde
kazanmanın güvencelerinden biri
olan kamu desteğini alma açısından önemlidir.
Bu grev ilanlarından biri beş aydır süren TİS görüşmelerinde uzlaşmaz tutum sergileyen Sarıyer
Belediye Başkanlığı’na asıldı.
Bununla ilgili DİSK/ GENEL-İŞ
Sendikası’nın Sarıyer Belediyesi işçilerinin örgütlü olduğu İstanbul
4 No’lu Şubesi, 16 Haziran 2006
günü içinde sendika yöneticileri-
saca işten atılan ve atılmayan
MİTO işçilerine patron ve devlet
tarafından yapılan saldırıları anlatacağını belirterek söze başladı.
Saldırıları özlü ifadelerle anlattıktan sonra sendikal örgütlenmeye
yönelik saldırıların giderek arttığını, işçilerin ağır koşullarda çalıştırılarak dizginsiz bir sömürüye
maruz kaldıklarını belirtti.
Serdaroğlu, “İşverenlerin bu tavırlarından utanç duyuyorum.
Asıl suç onlara bu fırsatı verenlerdedir. İki yıl içinde bin arkadaşımız sendikalı oldukları için işten
atıldı.” açıklamasında bulundu.
Basın Açıklamasına katılan kitlenin sık sık attığı “Sendika hakkımız; söke, söke alırız!”, “İşçilerin
bi rl iğ i ser mayey i yenecek!”,
“İşçiyiz, haklıyız kazanacağız!”,
“Kurtuluş yok tek başına, ya hep
beraber ya hiç birimiz!”, v.b. sloganlarla kesilen konuşmasının sonunda Serdaroğlu patronlara ve
hükümete yasalara ve uluslar arası
düzenlemelere uyulması çağrısında bulunarak MİTO ve MİTO
gibi fabrika patronlarının işçilere
saldırmakla kendilerini pes ettireceğini sanıyorlarsa aldanacaklarını söyledi. Sendika olarak kazanana kadar MİTO işçileriyle beraber olacaklarını belirtti.
Fabri ka önünde Basın
Açıklamasının yapıldığı dakikalarda çay molasına çıkmış olan
ve fabrika bahçesinde açıklamaları dinleyen –sendika üyesi olan
ve olmayan- tüm MİTO işçileri de
yapılan konuşmaları ve atılan sloganları coşkuyla alkışladılar.
nin de olduğu 200 belediye işçisi ile
kortej halinde yüzlerce metre yürüyerek Belediye binasının önüne
geldiler. AKP’li Belediye Başkanı
bırakalım işçilerin taleplerini dinlemeyi, Belediye Başkanlığının
ana kapısına yasal hakları olan
Grev İlanını asmalarına ve binanın önünde Basın Açıklaması yapmalarına bile izin vermemekle ne
denli “demokrat” olduğunu gösterdi. Belediye Başkanı Çevik
Kuvvet polislerini çağırıp onları
coplarla ve gaz bombalarıyla işçilere saldırtarak işçilerin yaralamasına neden olması haklı ve meşru
zeminde hak arayan işçilere ne kadar düşman olduğunu ortaya koyuyordı.
Saldırıları ıslık ve alkışlarla protesto eden işçiler “TİS Hakkımız
Grev Silahımız!”, “Baskılar Bizi
Yı ld ı ra ma z!”, “Gü n Gelecek
Devran Dönecek AKP Halka
Hesap Verecek”, “İşçilerin Birliği
Sermayeyi Yenecek!”, “Direne,
Direne Kazanacağız!”, vb sloganlarla kararlılıklarını gösterdiler.
Kartal Belediyesinde anlaşmaz-
lığa neden olan en önemli taleplerden biri olan ücret zamları taban ücret 45 YTL artı % 11 ücret
zammı olarak anlaşma sağlandı.
Türkiye’nin her yerinde olduğu
gibi İstanbul’da da tüm ilçe belediyelerinde hizmetleri önemli oranda
taşerona verilmiş durumda.
Örneğin kendisini “ halkçı”,
“çağdaş”, “demokratik sosyal hukuk devletinin” en has savunucusu
olarak gösteren CHP de Kadıköy
Belediyesi’nde bir çok hizmeti
özelleştirerek veya taşerona vererek işçileri her türden haktan yoksun bırakmıştır.
Sendikaların bu taşeron işçilerini
de örgütleyerek onların da ücretlerinin artırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi mücadelesini
mücadele hedeflerinin en başına
koymaları gerekir, yoksa en ufak
yasal ve meşru haklarımızı korumak ve yeni haklar almak için patronlara ve onların devletine karşı
ne işyerinde, ne işkolunda, ne de
ülkelerimizde işçilerin birliğini
sağlayamayız.
Haziran 2006 
Haziran 2006 
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
stanbul’un DİSK/ GENEL- İŞ
Sendikası Şubelerinde örgütlü
bazı Belediyelerde çalışan işçilerin Ocak ayından beri süren TİS
görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanmıştı.
Başta ücret zamları olmak üzere
bazı sosyal hakları içeren TİS taleplerinin Belediye Başkanlıklarınca
kabul edilmediği için Haziran ayı
içinde Kartal, Kadıköy, Beykoz,
Fatih, Bahçelievler, Bağcılar,
Küçükçekmece ve Sarıyer ilçe belediyeleri ana binalarının kapısına
grev ilanları asıldı.
Bu ilçelerin belediyelerinde çalışan işçiler, örgütlü oldukları DİSK/
GENEL- İŞ Sendikası Şubeleri önderliğinde grev ilanlarını kitlesel
basın açıklamalarıyla kamuoyuna
duyurarak astılar.
Beyoğlu Belediyesi işçilerinin
TİS görüşmeleri ise henüz devam
ediyor.
vermek istediğini, bir taraftan eski
işçileri işten çıkarırken diğer taraftan işi bilmeyen yeni insanları
işe aldığını, bununla amacının
içerde anda çalışan işçilerin çoğunluğunun sendika üyesi olmadığını Mahkemeye göstermek olduğunu belirttiler.
Üç ay önce işyerinde çalışan işçilerin üçte ikisinden fazlasının sendikanın üyesi olmasına rağmen
Çalışma Bölge Müdürlüğü’nün
sendikanın yetkisini kabul etmediğini, bunun için mahkemeye
başvurduklarını belirttiler.
13 Haziran günü, Birleşik Metalİş Sendikası Genel Yönetim Kurulu
MİTO işçilerini desteklemek ve onların üzerindeki baskıları protesto
etmek amacıyla, ayrıca İLO’nun
(Dünya Çalışma Örgütü’nün) yaptığı toplantıda Türkiye’nin bu yıl
Aplikasyon Komitesi’nin listesine
alınmamasını da protesto etmek
için MİTO Fabrikası önünde bir
Basın açıklaması yaptı.
Basın Açık lamasından önce
MİTO işçilerinin örgütlendiği
Birleşik Metal-İş Sendikası Kartal
Şubesi Başkanı A. Rıza İkisivri
yaptığı konuşmada, MİTO işçilerinin nasıl sendikalaştığını, bu sırada patronun sendikalaşan işçilere nasıl saldırdığını kısaca anlattı ve patrona bu saldırılardan
vazgeçmesini, şimdiye kadar sürdürdüğü sendikayla diyaloga girmeme tavrına son vermesini ve
işçilerin taleplerini kabul etmesi
çağrısında bulundu.
Daha sonra Birleşik Metal-İş
Sendikası Genel Başkanı Adnan
Serdaroğlu Basın Açıklamasının
metninin basına dağıtılacağı için
okumayacağını onun yerine kı-
Biten grev ve direnişlerden haberler...
SERNA-SERAL Tekstil
Fabrikası Grevi:
İstanbul- Bostancı’da kurulu
SERNA-SERAL Tekstil Fabrikasında çalışan 71 işçi 2005 yılının
ortalarında düşük ücret ve kötü
çalışma koşullarına karşı Türkİş’e bağlı TEKSİF’in Bakırköy
Şubesinde örgütlenmiş ve TİS imzalama sürecinde patronun uzlaşmaz tutumu yüzünden greve gitmişlerdi, patron da lokavt uygulamıştı. Hiç fire vermeden 71 işçi
patronun ve devletin bir dizi saldırısına rağmen grevi 230 gün kararlı bir şekilde sürdürdü.
Verilen bilgiye göre Mayıs ayı
içinde yapılan görüşmelerin sonunda patronun lokavtı kaldırarak
anlaşmak istemesi üzerine bir anlaşma sağlanmış ve grev bitirilmiştir. Grevci işçilerin ezici çoğunluğunun onayı alınarak imzalanan
anlaşmaya göre; grevci 71 işçi 1 ay
ücretli izinli sayılacaklar ve bu bir
ayın sonunda bu bir aylık ücretlerini alacaklarmış. Şimdilik tüm işçilerin hak ettikleri kıdem ve ihbar tazminatlarını bir yıl içinde
üç taksitle ödeme koşulunu kabul
eden patron şayet fabrikayı tekrar
üretime açarsa eski işçileri tekrar
işe alacağını kabul etmiş.
Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
DÜNYA Deri Fabrikası
Direnişi:
İstanbul- Tuzla Organize Deri
Sanayi Bölgesinde kurulu DÜNYA
Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları için işten atılmış, atılan
38 işçi patronun ve devletin saldırılarına rağmen fabrika önünde
2,5 ayı aşkın süre kar kış demeden
direnmişlerdi.
Mayıs ayı içinde patronla yapılan
anlaşmaya göre işçilerin ihbar ve
kıdem tazminatları ödenecekmiş.
Patron, fabrikayı kapatacağını
aynı organize deri sanayi bölgesinde olan ve ikinci bir fabrikası
ÖZDERİ Fabrikası’na yeni işçi işe
alacağı zaman bu eski işçilerden
alacağını kabul etmiş. Bunun üzerine işçiler direnişe son vermişler.
CEVAHİR Deri Fabrikası
Direnişi:
Bu fabri ka da İstanbu lTuzla Organize Deri Sanay i
Bölgesi’nde kurulu bir fabrika.
Sendikalaştıkları için işten atılan
28 işçi fabrikanın önünde direnişe
geçmişti. Burada da patronun eli
silahlı çeteleri ve devletin kolluk
güçleri tarafından defalarca faşist
saldırılara maruz kalan işçiler 6 ay
direndiler.
Mayıs ayı içinde patronla yapılan görüşmeler sonunda işçiler
patronun ihbar (fabrika 3,5 aylık
bir fabrika olduğu için işçilerin kıdem tazminatları yoktu) tazminatlarını ödemeyi ve her işçinin direnişte geçen 6 ayından 2 ile 3 ayının
ücretli sayılmasını ve bu ücretlerini ödemeyi kabul etmesi üzerine
direniş bitirildi.
İLERİ Deri Fabrikası Direniş ve
Grevi:
Tekirdağ- Çorlu Organize Deri
Sanayi Bölgesi’nde kurulu İLERİ
Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları için işten atıldılar.
Fabrikanın önünde defalarca devletin barbar saldırılarına uğramalarına rağmen 38 işçi 1,5 yıl büyük
bir kararlılıkla direndi. İşçiler, 1,5
yıl süren işe iade davasını kaybetti.
Bir buçuk yıl içinde patron fabrikasına sendikayı sokmamak için
bir dizi hileye başvurdu. Fabrikayı
başkasına “satmış” göstererek, ismini de değiştirip “MÜGE Deri”
yaparak ve böylelikle devletin
mahkemesinde de işçilerin grev
kararını iptal ettiren patron fabrikanın kapısındaki Grev İlanını
kaldırıp atmıştı.
Bütün bunlardan sonra Mayıs
ayı içinde işçilerle görüşmeyi kabul
eden patron işçilerin ihbar ve kıdem tazminatlarını ödemeyi kabul
ederek direniş/grev bitirilmiş.
Son yıllarda yaşanan en uzun
direnişlerden biri olan bu direniş;
bir organize deri sanayi bölgesinde
patronların ve onların devletlerinin -polis, jandarma, mahkemesinin v.b.- bu kadar barbarca ve topyekün bir şekilde saldırısına rağmen, üç düzineden az olan bu işçileri ancak 1,5 yılda yenmiş olmaları durumu; işçi sınıfının gücünü
göstermesi açısından önemlidir!
BİRSİNLER Deri Fabrikası
Direnişi:
İLERİ Deri Fabrikası ile aynı yerde
bulunan bu fabrikada da ücretli
köleliğin çekilmez koşullarını birazcık olsun çekilebilir hale getirmek amacıyla sendikalaştıkları
için işten atılan 17 işçi direniş boyunca patron ve devletin saldırılarına rağmen 1 yıl direndiler.
Mayıs ayı içinde bu işçi arkadaşlar da patronun işçileri işten attığında ödemeyi kabul ettiği ihbar
ve kıdem tazminatlarını alarak direnişe son verdiler. Sendika yetki
ve işe iade davaları sendika tarafından sürdürülüyor.
DESAN Tersanesi Direnişi:
İstanbul- Tersaneler Bölgesinde
kurulu bu tersanede bin kişiye yakın işçinin çalıştığını, bu işçilerin 50 taşeron firma arasında dağıldığını, bu taşeron firmalardan
MONTESAN’da çalışan 55 işçinin 2,5 aydır ücretlerinin ödenmediğini, bu yüzden işçilerin örgütlü oldukları DİSK/ LİMTER-İş
Sendikası önderliğinde bir dizi eylem ve direnişte bulunduğunu gazetemizin bir önceki sayısında (101.
Sayıda) geniş bir şekilde yazmıştık.
Direnişi 25. gününde (15 Haziranda) ziyaret ettiğimizde, DİSK/
LİMTER-İş Sendikası YK üyesi
Zafer Tektaş, Hakkı Deniz ve işçi
Erol Savaş havzada yaşanan patron ve devletin işçiler üzerindeki
baskı, sömürü ve zulmünü örneklerle anlattılar.
Verilen bilgilere göre, son iki
haftadır bazı sabahları yüzlerce
işçi ile patronu protesto etmek için
sloganlı yürüyüşler düzenlenmiş,
çoğuna polis silahla, gazla ve copla
saldırmış, en son yaşanan saldırılarda 23 işçi dövülerek gözaltına
alınmış.
DESAN Tersanesi işçileri bundan bir hafta önce bir dizi eylem
ve protestoya rağmen ücretlerini
alamayınca işyerinde oturma eylemi başlatmış (4853 sayılı iş yasasına göre ücretini uzun süre alamayan işçi işyerinde oturma eylemi yapma hakkı vardır) ve bu
yüzden polis tarafından tartaklanarak gözaltına alınmışlar. Ayrıca
işçiler, patronun ve devlet güçlerinin sendikaları DİSK/LİMTERİş’e yine azgın saldırılara giriştiğini, buna en son örnek olarak da
sendikanın Genel Başkanı Cem
Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber
Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanmasını gösterdiler.
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak hem
Tersane işçilerine yapılan bu saldırıları, hem de mücadeleci sendikalardan biri olan DİSK/LİMTER- İş
Sendikasına, onun Genel Başkanı
Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı
Kamber Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanması saldırısını patronların devletlerinin işçi sınıfına
yaptığı birer faşist saldırılar olarak
değerlendiriyor, nefretle kınıyor
ve C. Dinç ile K. Saygılı’nın derhal
serbest bırakılmasını istiyoruz!
Haziran 2006 
CORUS YASAN işçisi kararlı
D
İSK’e üye Birleşik Metal
İş Sendikasında örgütlü
CORUS YASAN fabrikası
işçileri 1 Haziran günü greve çıktılar.
Sakarya 1.Organize Sanayi
Bölgesinde faaliyette bulunan
CORUS YASAN şirketinin ana
hissesi bir İngiliz çelik tekelinin
elinde. İşçi ücretlerinin aylık yaklaşık 600 YTL olması grevin esas
talebi. Sendikanın patron temsilcileriyle yaptığı TİS görüşmelerinde
yaklaşık yüzde 37’ler civarındaki
ücret talebine patron tarafı yüzde
8 civarında teklifle cevap vermişti.
Bunun üzerine görüşmeler kitlenmiş ve sendika 1 Haziran günü
grevi uygulama kararı alarak uyguladı.
1 Haziran günü Organize Sanayi
Bölgesinde bir araya gelen işçiler
ve bazı demokratik kitle örgütleri
yaklaşık 150 kişilik bir kortejle organize sanayinin içerisinde bir yürüyüş yaptılar. İşçiler sendikalarının güçlü desteğiyle attıkları sloganlarla sonuna kadar taleplerinin
arkasında olduklarını gösterdiler
ve “sefalet ücreti”ne son verilmesini istediler. “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “İşçilerin birliği sermayeyi
yenecek”, “Patron şaşırma sabrımızı taşırma” gibi sloganlarla sa-
nayi bölgesini inlettiler.
Bu militan eylem jandarmanın
ve organize sanayi bölgesindeki
güvenlik güçlerinin bakışları arasında gerçekleşti ve örgütsüz çalışan işçiler tarafından da gıpta ile
izlendi. Yıllardan sonra ilk defa
bir sendikanın ciddi bir şekilde
işçi ile birlikte ve onların yanında
kararlı bir şekilde mücadele içerisinde olması, iyice güven kaybeden
sendikalara bakışın belki yeniden
olumlu yönde sorgulanmasına da
hizmet etti.
Saat 12 civarında fabrikanın kapısına “Bu işyerinde grev vardır”
pankartı asılarak halaylar ve sloganlar eşliğinde grev başlatıldı ve
ilk grev gözcüleri grev önlüklerini
giydiler.
İşçiler sendikalarıyla birlikte
“Yaşasın onurlu mücadelemiz”,
“Direne direne kazanacağız” sloganlarıyla mücadele kararlılıklarını bir kez daha ifade ettiler.
CORUS YASAN işçisi yanlız
değildir. Yaşasın İşçilerin Birliği!
Yaşasın CORUS YASAN grevi!
İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek!
Kahrolsun ücretli kölelik düzeni!
Yaşasın SOSYALİZM!
Bir YDİ Çağrı okuru
5 Haziran 2006 
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI 102’nin İşçi Eki · Temmuz’2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
K
ABD’de göçmen olmak…
onu göçmen, göçmenli k
olunca, ABD bağlamında
İndigen halkına mensup insanlar tarafından hâlâ söylenen tarihi bir olgu var: “Burada herkes
göçmen, göçmen olmayan tek halk
İndigen halkıdır.” Bu tarihi olgu
ama 500 yılı aşkın bir sürede işgalci
ve köle sahipleri beyazların İndigen
halklarını soykırıma uğrattığı, köleleri olarak Amerika’ya götürdükleri siyahlarla da birbirine karışarak değişik kökenli insanlardan bir
ABD ulusu (Amerikan ulusu) oluşturduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Amerikan ulusunun oluşmasından beri göçmen, göçmenlik sorunu
–kimi İndigen kökenliler bunu dile
getirse de– artık bu temelde tartışılmıyor.
Son dönemde ABD’de yürüyen
göçmenlik tartışmalarının merkezinde esas olarak Latin Amerika ülkelerinden, özellikle de Meksika’dan
ve Meksika üzerinden ABD’ye “kaçak” yollardan giden göçmenler meselesi duruyor.
Hispanik ya da Latino diye adlandırılan bu göçmenlerin sayısı 11-12
milyon civarında tahmin ediliyor.
ABD’de resmi, yasal olarak yaşayan
Hispaniklerin sayısı ise 40 milyon civarında.
ABD’deki bu “kaçak” göçmenler
kelimenin gerçek anlamında köle gibi
muamele görmektedir. ABD’lilerin
yapmadığı en zor işlerde en düşük
ücretle çalışmaktadır. Bu göçmenlerin “kaçak” olma durumu, onları çalıştıran işverenler tarafından demoklesin kılıcı gibi sürekli üzerlerinde
sallandırılmaktadır.
“Kâğıtsız” olarak da adlandırılan
bu göçmenlerin yaklaşık 7 milyonu
bir işte çalışmaktadır. %24’ü tarımda,
%17’si temizlik işlerinde, %14’ü inşaatta ve büyük bölümü gastronomide
çalışmakta ve bir bölümü de orta sınıftan kesimlerin çocuklarına bakıcılık yapmaktadır. 11-12 milyon göçmenin %40’ı beş sene ve daha kısa
süreden beri ABD’de yaşamaktadır. Kimi verilere göre “kaçak” göçmen işçiler ABD işçi sınıfının %5’ini
oluşturuyor. Bu kesimin en zor işleri
yaptığı ve en ucuz işgücü olduğu gerçeği gözönüne alındığında, ABD’nin
ekonomisine büyük oranda katkıda
bulunduğu olgusu kimi burjuvalar
tarafından da kabul edilmektedir.
Kimileri bunları “ABD ekonomisinin
görünmez yağı” olarak değerlendiriyor haklı olarak…
Ucuz işgücü olmaları gerçeğine
rağmen siyasi alanda devlet “kaçak”
göçmenleri kontrol altında tutmak
amacıyla yeni yasalar gündeme getirmektedir.
Siyasetin temelinde ekonomik çıkarlar olduğu gerçeği gözönüne alındığında, “kaçak” göçmenlere yönelik
ırkçı yasaların gündeme getirilmesinin temelinde de, büyük tekellerin
legal olarak ABD’ye gelen, zamanı
onlar tarafından belirlenen ve kendilerinin uygun görüp seçtikleri “misafir işçi” olarak adlandırdıkları ucuz
işgücüne duydukları ihtiyaç ve talepleri vardır.
Kısaca söylenirse “kaçak” göçmenlere yönelik saldırılar, ırkçı yasalar esas olarak sözkonusu göçmenlere yönelik olsa da, aynı zamanda bu
göçmenleri ucuz işgücü olarak çalıştıran orta tabakaya da –orta ve küçük burjuvaya– karşı olan, büyük tekellerin çıkarlarına uygun ve devletin göçmenler üzerindeki kontrolünü
sağlamaya da yöneliktir. Buna ek
olarak göçmenlere yönelik saldırılar
“ulusun güvenliğini sağlama” adına
özellikle devletin sınırlarında militaristleşmenin de bir aracıdır.
GÖÇMENLİK YASASI VE
MÜCADELE…
11 Eylül 2001 saldırısı Bush yönetiminin “kaçak” göçmenlerle ilgili
yeni yasa çıkarma çalışmalarını geri
plana itmişti. 2005 yılı Aralık ayında
Temsilciler Meclisi göçmenler yasası
ile ilgili bir yasa tasarısını onayladı.
Sözkonusu yasanın kabul edilmesi
için Senato ve Başkan Bush tarafından da onaylanması gerekiyordu.
Sözkonusu yasa tasarısının esas
yönü “kaçak” göçmenlerin ABD’de
yaşamasını suç olarak ilan etmekti.
Hispaniklerin seçimlerde oy potansiyeli olarak önemli bir rol oynadığı
gözönüne alınarak bazılarına ABD
vatandaşı olma hakkının tanınmasını içeren bir tasarı da gündeme getirildi.
Bu konunun tartışılması bizzat
ABD egemenleri arasında da belli
bir bölünmenin varlığını gösterdi.
Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında farklılıklar olduğu gibi, bunların kendi aralarında da farklılıklar
yaşandı. Sonuçta ama belirleyici olan
göçmenlerin insanca yaşama hakları,
onların insan olarak değer görmesi
vb. değil, tekellerin çıkarları, siyasetçilerin seçimlerde alacağı oy hesapları oldu. “Kaçak” göçmenlerin kimi
haklarını savunan bazı sendikacılar
bile, esas olanın “vatanın güvenliğinin sağlanması” olduğunu savunarak
bu göçmenleri “vatanın güvenliğini”
tehdit eden unsur olarak gösterdi…
S öz konu su y a s a t a s a r ı sı n ı n
Senato’da tartışılmasına başlanmasıyla göçmenleri protesto eylemleri
de gündeme geldi. Özellikle 25 Mart,
10 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde yüzbinlerce insan “kaçak” göçmenlerin
hakları için yürüyüş ve mitingler yaparak yasa tasarısını protesto etti.
1 Mayıs’ta 70 civarında kentte protesto eylemleri gerçekleştirildi ve
toplam olarak ele alındığında milyonlarca “kaçak” göçmen ve onları
destekleyen “yasal” göçmen meydanlardaydı. 1 Mayıs’taki eylemlere
sadece Hispanikler değil, Afrika ve
Asya kökenli göçmenler de katıldı.
Sözkonusu eylemler ABD’de yeni
bir “Göçmen Hareketi”nin de geliştiğinin bir göstergesi olarak kabul
gördü.
“Kaçak” göçmenler ilk kez kendi
hakları için siyasi bir eylem gerçekleştirmişti. “Kaçak” olarak görülenler sokaklara çıkmış, alanlara yığılmıştı… “Hiç bir insan yasadışı değil.” “Yasadışı olan sömürgeciliktir.”
sloganlarını haykırıyordu. “Ne istiyoruz?/ Adalet. /Ne zaman?/ Hemen
şimdi!” “Suçlu değil, işçiyiz” diyerek
“Genel af ve vatandaşlık hakkımızı
istiyoruz” taleplerini yükseltiyordu
milyonlarca insan.
ABD’nin ırkçı yasa tasarısına karşı
göçmenlerin hakları için bu mücadele ABD’de unutturulan 1 Mayıs’ı
2006’da yeniden bir mücadele gününe dönüştürdü. Göçmen işçiler
1 Mayıs’ı “Göçmensiz bir gün” ilan
edip “İşe gitmek yok, okula gitmek
yok, alışveriş yapmak yok” şiarıyla
güçlerini göstermek amacıyla “büyük boykot” ilan ettiler.
Sayısı milyonları bulan göçmenlerin bu protesto eylemleri, göçmenlik
yasa tasarısının Senato’daki tartışma-
larına da etkide bulundu. Temsilciler
Meclisi’nin kabul ettiği yasa tasarısı
Senato’da göçmenler lehine biraz yumuşatılarak 36 oya karşın 62 oyla kabul edildi.
Sözkonusu yasa tasarısı “kaçak”
göçmenlerin önemli bölümüne
ABD’de kalma hakkını da içeriyor.
Bu yasa, beş yıldan fazla ABD’de yaşayan, ABD yasalarıyla karşı karşıya
gelmeyen –ki bu aslında göçmenlerin “kaçak” olarak ABD’ye gelmiş
olması olgusu gözönüne alındığında,
kimin yasalara aykırı olup olmadığının yine ABD yetkilileri tarafından
belirlenebileceğinin bir temelidir–,
çalışan ve yeterli Amerikanca konuştuğunu belgeleyen, 2000 dolar kadar
bir ceza ve eğer ödememişse çalıştığı
süre için vergisini ödeyeceklerin ABD
vatandaşlığına başvurma hakkını tanıyor. İki yıldan fazla ve beş yıla kadar ABD’de yaşayanlara ise ülkelerine geri dönüp “misafir işçi”lik için
başvuruda bulunarak ABD’ye geri
dönme hakkı tanınıyor. Kuşkusuz ki
“misafir işçi” olarak ABD’ye gitme
hakkı olsa da, gidip gidemeyeceğini
belirleyecek olan “misafir işçi”leri seçecek olanlardır. İki seneden kısa süre
ABD’de yaşayanlara ise –ki bunların
sayısı 2 milyon civarındadır– hiçbir
hak tanınmamaktadır. Bunlara tanınan tek “hak”, ceza görmeden ülkelerine sürgün edilmektir.
Sonuç olarak aslında beş seneden
fazla ABD’de yaşayanlar “legalleştirilmiş” olacak ve beş seneden az süre
ABD’de yaşayanlar ise ülkelerine geri
gönderilecek, gerçekte ise ABD’den
sürgün edilecekler. Beş seneden uzun
süre ABD’de yaşayanların bir bölümü de, Bush’un da ilan ettiği “ABD
vatandaşı olmak isteyenler İngilizce
öğrenmek ve asimile olmak zorundadır” düşüncesi temelinde öne sürülen
önkoşullara uygun görülmeyip sürgün edileceğine kesin gözüyle bakılabilir. Böylece “kaçak” göçmenlerin
en azından yarısının sürgün edilmesi
yasalaştırılmış olmaktadır.
Senato tarafından da onaylanan
yasa tasarısı ülke içinde özellikle
göçmenlere yönelik ırkçılığı körükleyen, göçmenleri dışlayan, onları
suçlu gösteren ırkçı bir yasa tasarısı
olduğu gibi, özellikle “kaçak” göçmenleri önleme adına Meksika ile sınırını militaristleştirmek için de hazırlanan bir yasa tasarısıdır. Bu yasa
tasarısı Bush tarafından da imzalandığında yürürlüğe girecektir.
HALKLAR ARASINDA
DUVARLARIN ÖRÜLDÜĞÜ,
KÖPRÜLERİN YIKILDIĞI BİR
DÜNYA…
11
halkların kardeşliği için
12
Burjuvazinin sahtekârlığının en iyi
örneklerinden biri Doğu Bloku’nun
yıkılmasından önceki süreçte komünist olarak gördüğü Demokratik
Alman Cumhuriyeti’nin inşa ettiği Berlin Duvarı’na karşı tavrıdır.
Berlin Duvarı’nı komünistlerin ya da
“Demir Perde”nin “utanç duvarı” olarak gösterip komünizme karşı mücadelenin bir aracı olarak kullandılar,
kullanıyorlar hâlâ…
Berlin Duvarı’nın yıkılmasını burjuvazinin çanak yalayıcıları, insanların sınırsız, özgür ve demokrasinin
egemen olduğu bir dünyaya akışı,
küresel olarak bilginin ve malların insanlara ulaşacağı bir dönemin
başlangıcı olarak göstermeye çalıştılar. Sanki örülen tek duvar Berlin
Duvarıymış gibi bir resim çizmeye
çalıştılar. Gerçekler ise tersini göstermektedir.
Demokrasinin beşiği olarak görülüp gösterilen Avrupa’da, Avrupa
Birliği, Şengen Anlaşması çerçevesinde sınırlarını “dışa” kapatmaktadır. Bunun en açık görüntüsü Afrika
kıtasına yönelik alınan önlemlerdir.
(Bunun için 94. sayımızda, “AB’nin
sınır duvarları yükseliyor” başlıklı
yazımıza, sayfa 14-15’e bakınız.)
İsrail’in inşa ettiği ve 700 kilometre
civarında uzunluğu olan, Filistin
Arap halkını açık bir cezaevine kapatacak olan duvar ise, tüm protestolara rağmen ABD ve AB güçlerince
destek görmektedir. Ya da sözlü açıklamalarla bu duvarın inşasının yanlışlığı tespit edilmekte, ama herhangi
bir yaptırıma ya da önleme başvurulmamaktadır. İsrail’in inşa ettiği duvar bir yanıyla da “terörizme karşı
mücadele”nin ve İsrail’in kendisini
“korumasının” bir aracı olarak gösterilmektedir.
Yine halklar arasında örülen duvarlardan biri de İsrail’in duvar tekniğini
örnek alan Hindistan’ın Pakistan ile
arasında savaş nedeni olan Keşmir’in
bölünmesinde yaşanıyor. Bu duvarın
uzunluğu 2000 kilometre civarındadır. Suudi Arabistan da Yemen ile sınırlarını duvarlarla kapatmaktadır.
Güney ve Kuzey kore arasındaki duvara ve Çin Seddi’ne ise değinmiyoruz bile.
Tüm bunlara yine demokrasinin
beşiği olarak gösterilen ABD’nin duvarı eklenmektedir. Kanada ile iyi
ilişkilerin gerçekleştirildiği gözönüne alınarak ABD’nin Kanada ile
sınırlarını fazla sıkı tutmadığını tespit edebiliriz. Fakat ABD’nin Güney
sınırında durum böyle değil.
Pasifikten Meksika Körfezi’ne kadar yaklaşık 3200 kilometrelik sınırın üçte biri duvar ve bariyerlerle kapatılmaktadır. Askeri kontroller, teknik donanımlar vb. yetmiyor onlara.
Daha çok askeri kontrol, daha uzun
ve daha yüksek duvarlar, tel örgüler, bariyerler gerekiyor… Kendileri
sınıra daha çok asker yığarken,
ABD’nin “güvenliğinden” bahsediyor bu sahtekârlar. “Kaçak” göçmenleri engellemeyi “terörizme karşı mü-
cadele” olarak gösteriyorlar.
Somut olarak gündeme getirilen
göçmen yasa tasarısı içinde Meksika
sınırında alınacak önlemler de var.
Sınır gibi havaalanları ve limanlarda
da daha çok kontrol ve askeri önlemler gündemdedir. Sadece sınırlarda
alınacak bu önlemler için bütçeden
milyarlarca dolarlık pay ayrılmaktadır. Medyaya yansıdığı kadarıyla
anda öngörülen duvarın uzunluğu
600 kilometre ve bariyerlerin ise 800
kilometredir. Bu ise aslında öngörülen sınırın üçte birinden daha uzundur. Buna bir de zaten anda varolan
duvar ve bariyerleri eklediğimizde
ABD’nin Meksika ile sınırının üçte
ikisinin duvar ve bariyerlerle, tel örgülerle kapatılacağı ortaya çıkmaktadır. Sınırın geri kalan kesimi ise
esas olarak sınırı geçmenin çok zor
olduğu, hatta mümkün görülmediği
bölümdür. Şimdi planlanan duvar ve
bariyerlerin örülmesi “kaçak” göçmenlerin ABD’ye girişini engelleyemediği noktadan itibaren, bu geri
kalan bölümde de duvarlar gündeme
getirilecektir.
Evet, ABD emperyalizmi anda sınırları koruma bütçesini %66 yükseltmiştir. Sınıra daha şimdiden 6000
kolluk gücü aktarmaya başlamıştır.
11.000 civarındaki sınır kontrol gücünü 2011’e kadar 25.000’e çıkarmayı
hedeflemektedir. Tüm bunlar doğrudan sınırların militarize edilmesiyle,
askeri tekniğin ve silahların sınırlara
yerleştirilmesiyle içiçe yürümektedir.
Sınır kontrollerine gönderilen kimileri açıkça “göçmen avcıları” olarak
adlandırılmaktadır.
Göçmenlik yasası esas olarak sınırların kapatılmasını, militaristleştirilmesini, “kaçak” göçmenlerin büyük bölümünün sürgün edilmesini
içermektedir. Camekanın süslenmesi
için de belli bir kesiminin legal olarak ABD’de kalmasına olanak tanınmaktadır.
Tüm bunlar kapitalizmin-emperyalizmin çıkardıkları, çıkaracağı yasaların onların kendi çıkarlarına olduğunu, onların halklar arasındaki
duvarları daha da yükselttiğini bir
kez daha göstermektedir.
Kapitalizmin-emperyalizmin egemen olduğu bu dünya, halklar arasında duvarların örüldüğü, köprülerin yıkıldığı; insanların değil sınırların korunduğu bir dünyadır.
Dünyanın tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin görevi kapitalizme-emperyalizme karşı devrim için mücadeleyi yükseltmektir.
Egemenlerin, sömürücülerin bu dünyasına son vermektir. Bunun için de
ilk işlerden biri halklar arasında kafalarda, bilinçlerde varolan duvarların yıkılması, köprülerin kurulması
için mücadeledir.
Yaşasın dünyanın işçilerinin ve ezilen halklarının birliği ve ortak mücadelesi!
“Birleşmiş halk yenilgiye uğratılamaz!”
20 Haziran 2006 
Perihan Mağden ve Eren Keskin’e yönelik sald
V
Militarizme h
icdani red hakkını savunduğ u “Her Tü rk Asker
Doğmaz” başlıklı yazısından dolayı gazeteci yazar Perihan
Mağden’in başı dertte... “Basın yoluyla halkı askerlikten soğuttuğu”
gerekçesiyle Genelkurmay hakkında
suç duyurusunda bulundu ve savcılık da hemen reaksiyon göstererek
dava açtı. Perihan Mağden’in hakim
karşısına çıkarıldığı gün (7 Haziran
2006), Şişli Adliyesinde Türk şovenizmi yine coşturuldu. “Şehit Aileleri
Derneği” üyeleri ve bilumum şovenist militarizm savunucusu Perihan
Mağden’e “PKK cariyesi”, “eroin kaçakçısı” vb. türünden hakaretler yağdırdı, tehditler savurdu. Böylece, faşist-şoven anlayışla kadın düşmanlığının (erkek-şovenizmi) üstüste binmişliğine de bir kere daha şahit olduk.
Bütün bunlar Türkiye’de yaşanan
şovenist-militarist kışkırtmanın parçasıdır. Egemenler bunun için ellerinden geleni yapıyorlar; bunlara
karşı sesini yükseltmeye çalışan,
demokrasi mücadelesi verenler ise
mahkeme kapılarında süründürülmekten, linç ortamına itilmeye kadar
her türden resmi ve gayri resmi korkutma-bastırma yöntemlerine maruz
kalıyorlar.
Perihan Mağden’e açılan dava
bir kere daha Türkiye’de “Basın
Özgürlüğü” denilen şeyin sınırını
gösteriyor. Ona yönelik saldırıları
protesto ediyor, dayanışma ruhuyla
“Her Türk Asker Doğmaz” başlıklı
yazısını Dergimizde yayınlıyoruz.
Kemalist kadınlar militarizmin
savunucusu!
Militarizmin körüklendiği ve Türk
şovenizminin coşturulduğu bu ortamda saflaşmalar çok daha iyi görülüyor. Kemalist kadınlar bir kere daha
gerçek yüzlerini gösteriyor, şovenizmin ve militarizmin savunuculuğunu
yapmaya devam ediyorlar.
İnsan Hakları savunucusu Av. Eren
Keskin, 2002 yılının 8 Mart’ında
Köln’de (Almanya) yapılan bir toplantıda Türk askeri ve polisinin taciz ve tecavüz olaylarına karıştığını
söyleyince aynı toplantıda yeralan
Kemalist Necla Arat’ın tepkisiyle karşılaşmış, Necla Arat basın üzerinden
Eren Keskin’i hedef göstermiş ve çok
geçmeden de Eren Keskin hakkında
dava açılmıştı. Sonunda bu dava sonuçlandı ve Eren Keskin “ordunun
manevi şahsına hakaret” ettiği gerekçesiyle 6 bin YTL para cezasına
çarptırıldı. Eren Keskin bu para cezasını ödemeyeceğini, gerekirse cezaevine girip yatacağını açıklamıştı.
Bu arada çeşitli kadın grup ve kuru-
luşlarının oluşturduğu bir inisiyatif
Eren Keskin’le dayanışmak ve ceza
bedelini toplamak amacıyla “Kadın
ve İnsan Hakları için 1 YTL de Sen
Ver” şeklinde bir kampanya başlattı.
Buna karşı Necla Arat ve onun gibi
düşünenler yanyana gelerek doğrudan Eren Keskin’i hedef alan bir saldırı kampanyası açtılar. Aralarında
CHP İl Kad ı n Kol la rı, Kad ı n
Araştırmaları Derneği vb. bulunduğu 19 Kadın Kuruluşunun imzaladığı ve gazetelere verilen bir ilanda
Eren Keskin hakkında şunlar söyleniyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan saygıyı azaltmak için olağanüstü
çaba gösteren Eren Keskin’i şiddetle
protesto ediyoruz. ‘Kadın ve İnsan
Hakları Mücadelesine Destek Verin’
ve ‘Kadın ve İnsan Hakları için 1YTL
de Sen Ver’ çağrıları altında sözde
masum bir imza ve para toplama
kampanyasına dönüştüren kuruluş ve kişileri de şiddetle kınıyoruz.
Kadın kuruluşlarımızın bu kampanya ile hiçbir ilgisi bulunmadığını
kamuoyuna saygıyla duyururuz.”
Bu ilanın baş savunucularından
Necla Arat’ın gazetelerde yeralan
açıklaması ise aynen şöyle:
“Ülkenin en köklü kuruluşlarından
birini karalamak düşünce özgürlüğü
olmadığı gibi sonucunda alınan ceza
da kadın ve insan haklarıyla ilgili olamaz. Konuyu bu şekilde çarpıtarak,
bunu tüm kadın kuruluşlarının girişimi gibi yansıtıyorlar. Biz bu resmin
içerisinde değiliz. Eren Keskin parayı
ödeyerek özgürlüğünü satın almayacağını söyledi ama şimdi arkadaşları
vasıtasıyla cezasını halka ödettiriyor.
Söylediklerinde samimi ise arkadaşlarının da para toplamasına engel olsun ve hapse girsin,”
Türk şovenizmi ve militarizmini
sonuna kadar savunmaya yeminli
Kemalist kadınların saf tuttukları
yer işte burada açığa çıkıyor. Bu saldırılara karşı Eren Keskin, “Çok anlamsız bulduğum ilanı verenleri değil
feminist olarak, kadın olarak bile de-
yeni kadın dünyası
dırıların kaynağı bir!
hayır!
ğerlendirmiyorum.” yanıtını verdi.
Eren Keskin’e yönelik bu saldırıları şiddetle protesto ediyor, onunla
dayanışmamızı dile getiriyoruz.
Kemalist kadınların ilanında gerçekten de kadın ve insan hakları savunuculuğunun esamesi yoktur. Orada,
tamamen –bunu savunanlar kadın
da olsa– erkek egemen sistemin yanında saf tutulduğu, ulusal-cinsel ve
sınıfsal baskıların uygulayıcısı devlet ve onun kurumlarının savunuculuğu yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Bir yanda egemenlerin/ezenlerin
devletinin savunuculuğunu yapan
“kadın hareketi” ve diğer yanda demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlere sahip çıkanların kadın hareketi... Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde
toplanıyor!
Haziran 2006 
Her Türk Asker Doğmaz
— PERİHAN MAĞDEN —
“
Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.”
Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet,
narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır.
Doğmaması gerekir.
Birleşmiş Milletler 70’lerden beri vicdani reddin bir insan hakkı olduğu
fikrini savunuyor.” diyerek mi girelim? Nasıl girelim bu “hassas” konuya? Bu konu çok hassas çünkü
Askeriye’yle ilgili her konu çok hassas.
Çok çok hassas, bu ülkede. Orduyla ilgili herhangi bir şeyde: öneri/eleştiri/
neden böyle/neden öyle-hayır haksızsınız, porselen dükkanındakı filsiniz.
Tuhafiyecideki zürafasınız; aman çabuk pılınızı pırtınızı toplayıp o konunun topraklarından uzaklaşın-ızzz.
Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her
Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet, narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır. Doğmaması gerekir.
Önce yıllardır, on yıllardır, yüz yıllardır maruz bırakıldığımız militarist koşullanmalardan kurtulmamız gerektiğini, bazılarımızın böyle bir
tercihi olabileceğini kabul etme “alicenaplığını” göstermemiz gerektiğini,
ARTIK gerektiğini söyleyerek lafa başlayalım.
Avrupa Konseyi’ne üye 46 ülke içinde vicdani reddin bir hak olarak tanımlanmadığı yalnızca iki ülkenin: Azerbeycan ve Türkiye’nin bulunduğunu belirtelim. Ermenistan’ın dahi vicdani reddi bir hak olarak tanıdığını, kurucuları arasında bulunduğumuz Avrupa Konseyi tarafından vicdani reddin tarafımızdan reddiyle ilgili, mutat sıklıklarla uyarıldığımızıŞimdi biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuz)
Mehmet Tarhan diye biri var. Mehmet Tarhan total redci. Mehmet
Tarhan, kardeşim ben barışı seviyorum. Ben anti-militaristim. Ben elime
silah almam, Silahlı Kuvvetler’e de (hiçbir kisve altında) hizmet vermem,
veremem. Diyor. (Onun sözleriyle değil, ben kendi dilime çeviriyorum.)
Mayıs 2001’de askerlik yapmayı reddettiği için tutuklanıyor. Ve o gün bugündür Mehmet Tarhan’ın başı belada. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Mehmet
Tarhan’a bu insan hakkını, eline silah almama, Silahlı Kuvvetler’e hizmet
etmeme hakkını tanımıyor. Mehmet Tarhan eşcinsel olanlar bir nevi “sakat” “kusurlu” vs. vs. kabul edilerek askerlikten muaf tutulabiliyorlar. Bir
sağlık kuruluşunun muayenesine maruz bırakılarak.
Mehmet Tarhan bu muayeneye maruz bırakılmayı reddediyor. Zira o eşcinsel olduğu için değil (yani “kusurlu” ve bir nevi “sakat” kabul edilmeyi
kabul ettiği için değil) TOTAL REDCİ olduğu için askerlik yapmayı reddediyor.
Askeri Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi ise vicdani reddin kabul edilemez-
liğine hükmediyor. “Silahlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın ortasında bulunan Türkiye’nin ülke savunması için gerekli tedbirleri alması
zorunludur. Bunun için her erkeğin zorunlu askerlik yapacağı benimsenmiştir” ifadesiyle.
Ve de Sivas Askeri Mahkemesi’nin Mehmet Tarhan hakkında verdiği iki
davada toplam dört yıl hapis kararını bozuyor. Tarhan’ın (zorla) muayeneye tabi tutularak “eşcinsellik” gerekçesiyle terhisinin verilmesini talep
ediyor. Yani Tarhan’ın davası yine Askeri Yargıtay’da. Saçları zorla kesilmiş bulunan Mehmet Tarhan Sivas’ta, Askeri Cezaevi’nde. Bu davanın seyrine bakarak daha yıllarca orada kalacağına da hükmedebiliriz. Cezaevi
koşullarının alabildiğine “zor” olacağını da.
Zira Mehmet Tarhan’dan önce 87’inci maddeden (EMRE İTAATSİZLİK
maddesi) yargılanıp askeri hapishanelerde yatmış bulunan vicdani redciler
Osman Murat Ülke, Mehmet Bal ve Halil Savda’nın ne mene maddi ve manevi işkencelere uğradıkları; diyelim Mehmet Bal’ın üstünden askeri üniformasını çıkartmaması için ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği, el
fizyonomisi “düşünülerek” yapılmış bulunan kelepçeler ayaklarını kestiği
için Adana Askeri Cezaevi Komutanı Albay Durdu Solak tarafından özel
olarak imal ettirilen prangalandığı “filan” biliniyor.
Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl
da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu
için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Yurdumuz topraklarında 300 bin
ila 400 bin arasında değişen (kayda değer) sayılarda asker kaçağı dolaşıyor. Ne yapılıp edilse bu sayı aşağı çekilemiyor, her üç ila beş yılda bir “bedelli askerlik” çıkarılarak zevahir kurtarılıyor: Yani “bedelini” ödeyebilecek maddi imkanlara sahip çocuklarımız Askeriye’nin emrinde geçirilecek
15 aylık bir süre ve süreçten “yırtıyorlar.”
Modernize edilmiş bir ordudan, profesyonelleştirilmiş bir ordudan (bizzat ordusu tarafından) bu denli sık söz edilen bir ülkede, ordumuzun bütçemizden aldığı pay bu denli “hatırı sayılır” iken, teknoloji bu denli ilerlemiş (özellikle savaş teknolojisi) bir sürü aletin başına “uzmanlar” yani
“teknik donanımlı subaylar” dışında kişilerin yerleştirilmesi giderek imkansız hale gelmiş iken1. Askerlik süresi şu kısaltılmış haliyle bile, ziyadesiyle uzun değil midir?
2. Ordumuzun bu kadar çok sayıdaki kişiyi askere almaya çalışması hakiki bir zaruret midir?
3. Bu denli çok para harcayabilen ve hatta elemanlarının kaynaklarıyla OYAK gibi bir ekonomi devini yaratıklandırabilen Yüce Ordumuz,
“Türkiye’nin içinde bulunduğu ÖZEL koşullar” teranesinin artık az biraz
eski etkisinde ve inandırıcılığında olmadığını, bilmem kabule yanaşabilecek midir?
Diyelim Aczmendiler, Yehova Şahitleri, kimi fundamentalist
Protestanlar ellerine dinleri gereği silah değdirmeyi reddediyorlar.
E artık biz Avrupa Birliği’ne uyumlu müreffeh bir ülke olduğumuza/olacağımıza göre Budistlerimiz’in, Hindularımız’ın sayısında da naturel bir
artış olacak. E, madem fikri hür, vicdani hür bir ülkenin çocuklarıyız; vicdani redcilerimiz de anlaşılan olacak. Olacaktır. Olsun.
Askeriyemiz için “Bedelli Askerlik” söz konusu olduğunda içleri kan
ağlayarak da olsa gözardı edilebilen “eşitlik” ilkesi bu denli mühim ise;
hem hakikaten Türk Ordusu’nun profesyonelleşmesi, modernleşmesi konusunda ciddi adımlar atılsın, askerlik süresi yeniden kısaltılsın, hem de
VİCDANİ RED bir insan hakkı olarak tanınsın. Zira ben bir kız çocuğu
annesi olarak böyle bir dertten “sıyırmış” olabilirim; ama bir oğlum olsaydı ve vicdani nedenlerle eline silah almayı reddetseydi hem sonuna kadar onun (ve gerekirse mücadelesinin) yanında olurdum, hem de diyelim öğretmenlik yaparak/koro çalıştırarak/ambulans sürerek/ağaç dikerek/kreşte çocuk bakarak/aşı yaparak/icabında yerleri silerek DE devletine
“hizmet” edebilmesinin mümkün olduğu, ama bu görevlerin “eşit” ve hakiki ihtiyaçlar için dağıtılması ilkesiyle, pek de ala mümkün olduğu düşüncesi içinde olurdum.
E, şimdi oğlum yok diye tam da “kurtulmuş” sayılmam. Zira ülkemde
vicdani reddin bir hak olmaması beni (vicdanımı) rahatsız ediyor. Daha
önce 87. maddeden yargılanan üç vicdani redciye karşın Mehmet Tarhan’ın
88. maddeden yani TOPLU ERAT ÖNÜNDE EMRE İTAATSİZLİKden
yargılanmasının rahatsız ettiği gibi. Sivas Askeri Cezaevi’nde “hangi koşullar” altında yatıyor olamadığım gibi. O niye peki hapiste? Peki niye biz
rahat rahat yatağımızdayız? gibi. Peki biz rahat mıyız? Biri, insan haklarından bir hak için mücadele verirken, biz rahat olabilir miyiz? Rahat uyuyabilir miyiz? gibi. Askeri konulara gelince medyalamamızın içinde bulunduğu ağır militarist koşullanma, uyguladıkları “oto-sansür” normal midir,
“norm” bu ise bu memleketin “normlarını” daha insanileştirmenin, vicdanileştirmenin zamanı gelmemiş midir, gelmeyecek midir, hiç gelmeyecek
midir?? GİBİ. Liste uzuyor. E kesmek, bir yerde bitirmek lazım. Bitti.
13
yeni kadın dünyası
İ
14
Eren Keskin’e destek
kampanyası devam ediyor
nsan Hakları savunucusu Avukat
Eren Kesk i n, 20 02 y ı l ı nda
Almanya’nın Köln kentinde katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşma
ertesinde “ordunun manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle açılan davada hakkında verilen 10 aylık hapis cezası ve bunun para cezasına çevrilmesi ertesinde çeşitli kadın
kurumları Eren Keskin ile dayanışma
içerisinde etkinlikler ve kampanyalar
düzenlediler.
Bu destek kampanyalarından rahatsız olan egemen
güçler yürütülen bu
ç a l ı şma la r a s a ld ırara k, Hürriyet ve
Cumhuriyet gazetelerine 6 Haziran 2006
tarihinde verdikleri
ilanlarla Eren Keskin’i
istenmeyen kişi ilan
ederek onu hedef tahtasına oturtular.
Ara la r ı nda CHP,
DYP İl Kadın Kolları,
Türk Hu ku kçu
Kad ı n la r Der neğ i,
Türk Kadınlar
Birliği, Emekli Subay Eşleri Derneği
ve İstanbul Barosu Kadın Hakları
Komisyonu olmak üzere toplam 19
tane orducu kemalist kadın kurumlarının imzasının bulunduğu bu açıklamada, Eren Keskin’in “yurtiçinde
ve yurtdışında katıldığı her toplantıda
PKK terör örgütünün yaydığı gerçek
dışı karalamaları dile getirdiği”, “barış ortamını bozmak ve Türk Silahlı
Kuvvetlerine duyulan saygıyı azaltmak için olağanüstü çaba gösterdiği”
vs. iddia edilmekte, aynı zamanda
Eren Keskin ile dayanışma içerisinde
olan kadın kurumları da hedef gösterilmektedir.
Yürütülen bu saldırı kampanyasına
karşı bir çok çevre tepki göstererek
Eren Keskin’le dayanışma içerisinde
olduğunu dile getirdi.
7 Ha zira n’ da İsta nbu l İnsa n
Hakları Derneği’nde İHD Merkez
Yürütme Kurulu adına Genel Başkan
Avukat Yusuf Alataş yaptığı açıklamada İHD’nin her koşulda herkes
için ifade özgürlüğünü savunduğunu,
fakat bazı kuruluşların Avukat Eren
Keskin’e yönelik gazetelerde yayınladıkları ilanlarıyla hem Eren Keskin’i
hedef gösterdiğini ve hem de militarizmi desteklediğini belirtti.
Alataş, tüm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de insan hakları savunuculuğunun zor ve riskli bir iş olduğunu, İHD olarak bu risklerin bilincinde olduklarını ve yeri geldiğinde
bedel ödemeyi insan hakları savunuculuğunun bir gereği olarak kabul ettiklerini belirtti.
Kendilerini sivil toplum örgütü
olarak tanımlayan ve “kadın kuru-
luşları” sıfatı ile ilan verenlerin, Av.
Eren Keskin’i belli örgütlerle bağlantılı gösterme gayretleri, hedef haline
getirmeleri ve askeri kurumlara “üstünlük ve imtiyaz” tanıyacak şekilde
militarist bir anlayışa hizmet etmelerinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini dile getirdi. Alataş son olarak
Eren Keskin’in dernek tüzüğünün gereğini yaptığını söyleyerek, “İHD olarak yöneticimizi sonuna kadar desteklediğimizi ve insan hakları mücadelesi kapsamında bundan sonra da
militarizme karşı etkili
bir mücadele vereceğimizi bir kez daha tekrarlıyoruz” dedi.
G a z e t e ye ve r i le n
ilanda sadece Eren
Keskin değil onunla
dayanışmak amacıyla
kampanya başlatan kadınlara da saldırılıyor.
Eren Keskin’e yönelik
bu saldırı kampanyasına kadınlar cephesinden de çeşitli etkinliklerle cevap verildi.
İstanbul İnsan
Hakları Derneğinde, kadın kurumları olarak yapılan basın açıklamasında da başlatılan kampanyaya sonuna kadar sahip çıkıldığı dile getirilerek, Eren Keskin’in gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı yürüttüğü
hukuk mücadelesinin desteklendiği,
çünkü bu mücadelenin öncelikle bir
kadın hakları ve insan hakları mücadelesi olduğu belirtildi.
Eren Keskin’i çeşitli saldırılara maruz bırakabilecek açıklamayı yapanlar kınanarak, kadınları susturmayı
amaçlayan bu açıklamaların aslında
işlenen suça ortak olmak anlamına
geldiği belirtilerek, militarizmin toplumdaki ve kadınlar üzerindeki yıkıcılığına ortak olanların tarih karşısında yargılanacakları ve mahkum
olacakları vurgulandı.
Kadın kurumlarının ve değişik kurumlardan kadınların, gazete ilanlarından sonra yaptığı bir diğer eylem, İstanbul Barosu önündeki basın açıklaması idi. Eylemin İstanbul
Barosu’nun önünde yapılmasının
nedeni, Eren Keskin aleyhine gazeteye ilan verenlerin imzacıları arasında “İstanbul Barosu Kadın Hakları
Komisyonu”nun da yer almasıydı.
Baro önünde yapılan açıklamada,
İstanbul Barosu Kadın Hak ları
Komisyonu’na sorumluluk ve görevlerini hatırlatmak üzere burada bulunulduğu belirtilerek, gerek Eren
Keskin’e gerekse de onu destekleyenlere karşı bir linç kampanyası başlatıldığı, bu tutumu gerçekleştirenler
içerisinde hak ve hukuk koruyucuları olduklarını söyleyen Baro’ya ait
bir komisyonun kadın avukatlarının
olmasının tam bir talihsizlik olduğu
belirtildi.
Avukat olarak böyle bir zihniyetle
yarın benzeri sorunları yaşama ihtimali çok yüksek olan kadınları nasıl
savunacakları, devlet kaynaklı şiddete maruz kalan onlarca kadını avukat olarak nasıl görmezden gelebildikleri soruldu. Baro Kadın Hakları
Komisyonunun hak ihlalleri karşısında kadınların yanında olması gerektiği, ister birey olsun isterse dev-
let olsun hak ihlalleri yapanlara karşı
mücadele etmek gerektiği belirtildi.
Açıklamanın sonunda meslek etiğine aykırı davranan bu kadın avukatlar hakkında disiplin soruşturması açılması talep edilerek, “Eren
Keskin yalnız değildir”, “Gözaltında
tacize tecavüze son”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganları ile basın
açıklaması sona erdirildi.
Haziran 2006 
Kadınlar TMY ve operasyonlara
karşı Ankara’da buluştu
İ
çinden geçtiğimiz süreçte, yürütülen kıyasıya iktidar mücadelesinde, çeşitli güçler tarafından
şiddet ve provokasyonlar alabildiğine
tırmandırılıyor.
Bu şidetten ve kamplaşmadan
her zaman olduğu gibi yine en büyük zararı ezilen yığınlar görüyor.
Herşeyden önce Türkiye’de yaşayan
işçi ve emekçiler milliyet ve din temelinde kışkırtılarak karşı karşıya getiriliyor. Çeşitli milliyetlerden emekçiler arasına düşmanlık tohumları ekiliyor. Bunun üzerinden siyaset yapan
egemen güçler bu amaçlarında başarılı oluyor.
Bütün bu olan bitene karşı bütün
muhalif cepheden tepkiler yükseldi,
yükseliyor. İstanbul Kadın Platformu
da yaşanan bu gelişmelere karşı ortak
bir ses çıkarmak için sürece yayılmış
eylemlilikler gerçekleştirdi.
Mayıs ayının ilk haftasından
Haziran ayının başlarına kadar her
Cumartesi, saat 13.00’de Galatasaray
Postanesi önünde basın açıklamaları
yapıldı.
Yapılan basın açıklamalarında; her
kesimi tehdit eden, organize bir biçimde yürütülen şiddet olayları ile
karşı karşıya olunduğu, Şemdinli ve
Diyarbakır’da yaşanan şiddet olaylarından sonra buna Danıştay saldırısının da eklendiği ve bu durumdan son
derece endişe duyulduğu belirtildi.
Yaşanan bu olayların özellikle kadınların hayatını her alanda etkilediğini,
savaş ve şiddetin kadınlar için göç, tecavüz, yoksulluk, aşağılanma ve ölüm
demek olduğu, evde, işte sokakta kadınların yaşadığı şiddet ile AKP’li
milletvekilinin karısına uyguladığı
şiddet, Ankara’da travesti ve transseksüellere yönelen linç girişimleri ile
Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da
yaşanan olaylara karşılık “kadın da
çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni yapacaktır” sözünün aynı erkek
egemen, militarist zihniyetin bir sonucu olduğu vurgulandı.
Devletin savaş bütçesini arttırmaya dönük politikalarının kadınların içinde bulunduğu koşulları daha
da zorlaştırdığı, hükümetin kadınlar için sığınak açmak bir yana “istihdam üzerindeki yüklerden kur-
tulma” adına kadınları tekrar eve
göndererek onları dört duvar arasına
mahkum ettiği dile getirilerek kadınların savaş değil sığınak istedikleri belirtildi.
Savaşın sonuçlarını en ağır kadınlar yaşadığı için yürütülen bu savaşa
karşı mücadelenin de en önünde
kadınların yer aldığı, bu nedenle
egemenlerin “önce kadınları vurun”
demesinin tesadüf olmadığı belirtilerek, buna son örnek olarak, Kürt kadınlarının güvenlik güçlerince tecavüze uğradığı gerçeğini dile getirdiği
için ve orduya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında hapis cezası istemiyle
yargılanan Eren Keskin gösterildi.
Son dönemde yeniden gündeme getirilen Terörle Mücadele Yasa tasarısı
ile resmi ideolojinin dışında söz söyleyen herkesin tehdit edildiği belirtilerek, TMY tasarısının derhal geri
çekilmesi talep edildi.
Bu eylemlilikler boyunca esas olarak üç temel slogan öne çıkarıldı.
Operasyonlar durdurulsun, asker
geri çekilsin; Kürt halkının demokratik talepleri kabul edilsin ve TMY
tasarısı geri çekilsin.
İstanbul’daki eylemlerin ardından, Türkiye’nin çeşitli illerinden
yaklaşık yüz kadın 5 Haziran’da
Ankara Yüksel Caddesinde buluştu.
Ankara’da biraraya gelen kadınlar
son süreçte yaşanan provokasyonlara
değinerek taleplerini dile getirdiler.
Yapılan basın açıklamasının ardından Meclise yürümek isteyen kadınlara polis izin vermedi. Ancak her
kurumdan birer temsilcinin hazırlanan dosyaları vermek üzere Meclise
gitmesine izin verildi. Bu süre içerisinde Yüksel Caddesinde sloganlar
eşliğinde bir süre daha oturma eylemi
yapıldı. Tekrar eylem alanına dönen
kadınlar, yaptıkları basın açıklamasında, son derece kaba bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını, hatta
dosyaların alındığına dair herhangi
bir belge dahi alamadıklarını belirterek bu tutumu protesto ettiklerini
dile getirdiler.
Yaklaşık iki saat süren kadınların
Ankara buluşması atılan sloganlar
eşliğinde sona erdirildi.
Haziran 2006
gündem
2
Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız!
Temmuz 1993’te Sivas’ta bir
katliam gerçek leştirildi. 2
Temmuz 2006, Sivas katliamının 13. Yıldönümüdür. Bu yıldönümünde, Sivas katliamını lanetlemek
için toplantı ve gösteriler yapılacaktır. Kimileri de timsah gözyaşlarını
yansıtmak için göstermelik açıklamalar yapacaklardır. Sivas katliamını yapanları ve arkalarında olan
güçleri doğru tespit etmek gerekiyor.
Bu katliamı sadece ortaya salınan itler yapmamıştır. Sivas katliamını sadece ortaya salınan itlerin yaptığını
açıklamak bilinçlerin karartılmasıdır. Katliam lanetlenirken, katliamın
esas sorumlularını da tespit etmek
gerekiyor.
Bu katliam, 2 Temmuz 1993 yılında,
devletin gözetimi altında Sivas’ta yapıldı. Pir Sultan Abdal şenlikleri için
Sivas’ta bulunan insanlardan 37’si
Madımak Oteli’nde yakıldı. Bu katliamın hazırlığı günler öncesinden
planlanmıştı. İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler otel önünde zafer çığlıkları atıyorlardı. Yangından
kaçanlar dışarı bırakılmıyordu.
İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler otel önünde zaferlerini kutluyorlardı!
Madımak Oteli’ni kuşatanlar saatler boyu, ‘Kemalist devlet yıkılacak elbet’, ‘Vali gidecek şeriat gelecek’, ‘Cumhuriyet, Sivas’ta kuruldu
Sivas’ta yıkılacak’ diye bağırmalarına
rağmen engellemeyle karşılaşmadılar. ‘Din elden gidiyor’ haykırışları saldırganların kullandığı ana tema idi.
Katliamcılar, kendilerinden olmayanları yakmakla dinin elden gitmediğini
ispatlamaya çalışıyorlardı! Olayların
başlaması ile birlikte, oteldeki insanlar Ankara ile telefon bağlantısı kurmuşlardı. Dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü ile de görüşmüşlerdi.
Kendilerine devletin güçlü olduğu ve
gerekenin yapılacağı söylenmişti. Ama
saatler ilerliyordu ve kolluk kuvvetleri
olayları seyrediyordu.
Sivas katliamının 13. yıldönümünde, onu gerçekleştirmiş görünen
bazı kişilerin yargılanması ve çeşitli
cezalara çarptırılması dışında, katliamın ardında yatan gerçek nedenler,
gerçek failleri meçhul kalmaya devam
ediyor. Devlet, bu katliamı aydınlatmak adına bugüne kadar sadece mağdurları ‘tahrikçi’ olmakla suçladı ve
olayı kimi şeriatçı örgütlerin üzerine
atmakla yetindi. Bu tavır katliamın
asıl sorumlularının üzerini örten,
devletin sorumluluğunu göz ardı eden
bir yaklaşımdır. Oysa Sivas katliamının, değişik boyutlardan irdelenmesi
ve tüm bu farklı boyutların bütünlük
içinde aydınlatılması gerekiyor.
Aziz Nesin’in Sivas’ta ateist olduğunu söylemesi katliamcılar açısından bir ‘tahrik’ unsuru olarak görüldü
ve propagandası yapıldı. Katliamı yapanlar kendilerini ‘Müslüman’, eylemlerini de ‘İslamiyet gereği’ ola-
rak sundular. Bu katliamın ideolojik
arka planını öncelikle İslam literatüründe aramak gerekiyor. Katliamı yapan, kışkırtan ve mazur gösterenler
hep bir ağızdan, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satılamaz’ diyorlar! Kendileri gibi düşünmeyen aykırı
seslerin dile getirilemeyeceğini söylüyorlar! ‘Müslüman Mahallesi’ denilen
yer, 7. Yüzyıl Arap kültürünce benimsenen şeriattır. Buna göre kendileri
gibi düşünmeyen, hâkim durumda
olan İslami akım dışında kalan diğer
Müslümanları ‘salyangoz’ olarak nitelendirmektedirler! Bunlar ‘salyangoz’
olduklarına göre, katledilmeleri gerekir! Kendi inandığından farklı değerleri savunuyor diye insanları yakabilen
bir vahşet olamaz, olmamalı. Bunu
yapanların ve dayandıkları ideolojik
bir arka plan var. Buna göre:
“Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle (Hıristiyan ve
Yahudilerle), küçülerek (boyunlarını
büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye kadar savaşın (Tevbe-29)”
“Haram aylar geçince müşrikleri
(tövbe etmedikleri müddetçe) bulduğunuz yerde öldürün. Yakalayıp hapsedin... (Tevbe-5)”
“Fitne ortadan kalkıp din yalnızca
Allahın oluncaya kadar onlarla sava-
şın... (Bakara-193)”
“...Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün
ve hiç birisini dost ve yardımcı edinmeyin (Nisa-89)”
“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her
yanışında azabı tatmaları için derilerini değiştireceğiz (Nisa-56)”
“İnkâr edenler için ateşten elbiseler
biçilmiştir, başlarına da kaynar sular
dökülür, karındakiler ve derileri eritilir, demir kamçılar da onlar içindir. Orada uğradıkları ıstıraptan ne
zaman çıkmak isteseler geriye döndürülürler, yakıcı azabı tadın denilir
(Hac-19-22)”
Bu liste uzayıp gider. Müslüman olmayanları katletmenin vacip olduğu
nun da kuranın bir emri olduğunu da
belirtmek gerekir. Onlar kendilerine
inanmayanları, ‘en büyük suç’ olarak
adlandırmakta ve bunun gereğini de
yapmaya çalışmaktadırlar! Onlara
göre, inanmamanın karşılığı cehennemde yakılmadır! İnanmayanları
ve kendileri gibi düşünmeyenleri yok
etmek dinin gereğidir!
Kuşkusuz insanları yakabilecek kadar inanılmaz bir katliamın failleri
ve onları teşvik eden bu zihniyetin
sorgulanması gerekir. Sivas katliamı-
nın sadece bu yönünü görmek, gericiliğin ve faşizmin sadece bir yönünü
görmek anlamına gelir. Soruna genel
bakıldığında, Sivas katliamını devletin politikaları kapsamında da sorgulamak gerekiyor. Sivas katliamı bir
devlet operasyonuydu. Türkiye’nin
tam orta yerindeki bir şehirde binlerce kişinin, 8 saat süren bir eylemi
ve bu katliamın engellenmemiş olması nasıl açıklanabilir? İnsanları
yakabilen bir vahşetin, günler öncesinden hazırlanması, ona dur demeyen bir devlet aygıtı var ortada.
Sıradan bir basın açıklamasını bile
görülmemiş bir şiddetle bastıran kolluk kuvvetlerinin, insanları yakmak
gibi bir vahşeti saatlerce seyretmekle
yetinmesi, en hafif ifadeyle söz konusu katliama göz yumulduğunun
açık göstergesidir.
Dönemi n Cu m hu rba şk a nı
Demirel’in, katliam sırasında, ‘devlet,
halkla karşı karşıya getirilmemelidir’
açıklaması, nasıl bir devlet politikası
ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Dönemin başbakanı Tansu
Çiller’in, ‘Devlet oradadır. Otelin etrafını saran vatandaşlara hiçbir zarar gelmemiştir. Onlardan ölen ve
(Yazının devamı sayfa 19’da...)
Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi
S
ivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli’nin
kundaklanması sonucu yaşamlarını yitiren 35 sanatçı, aydın ve yazar katledilişlerinin 13. yılında
Sivas başta olmak üzere İstanbul, Ankara ve İzmir’de
binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileriyle anıldı.
İstanbul’da sabah saatlerinde katledilenler arasında bulunan yazar Asım Bezirci ve ozan Nesimi Çimen’in mezarı başında toplananlar yananları önce burada andılar.
Daha sonra öğle saatlerinde Kadıköy’de bir araya gelen
yaklaşık 10 bin kişi Kadıköy İskele Meydanına doğru
yürüyüşe geçti. Pankartlarıyla yürüyüşe geçen sivil toplum örgütleri ve partiler sık sık “Sivas’ı unutma unutturma”, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Dün Maraş’ta bugün Sivas’ta, çözüm faşizme karşı savaşta”, “Ya barbarlık ya sosyalizm, ya faşizm ya devrim” sloganları attılar.
Şu kurumlar eyleme katıldılar: İşçi Sendikaları, Memur
Sendikaları, Meslek Örgütleri, Kitle Örgütleri, ÖDP,
SHP, DTP, EMEP, SDP, SODAP, Toplumsal Özgürlük
Dergisi, İşçi Mücadelesi, Pir Sultan Abdal Kültür
Derneği (PSAKD), ABF Bileşenleri, AKADER, Kaldıraç,
DHP, Özgürlük Dergisi, EHP, Partizan, HÖC, ÇAĞRI
Dergisi, Halkevleri, Öğrenci Kollektifleri, ESP, Devrimci
Hareket, BDSP, TKP.
Mitinge katılım geçen yıllara oranla daha yüksekti.
Gazetemizin pankartıyla yürüyenlerin de yer aldığı
mitingde katliamlar lanetlenerek sorumlulardan hesabın devrimle sorulacağı, böylesi katliamlara karşı tek
yolun devrimci mücadeleden, sosyalizmden geçtiği savunuldu.
Miting Tertip Komitesi adına konuşan Mekbale Çalak
“O gün Sivas’ta aydınlarımızı yakanlar, bugün ülkeyi
yönetiyor. Daha iki hafta önce Madımak Oteli’nin müze
yapılması teklifi AKP’lilerin oylarıyla reddedilmiştir” dedi. Daha sonra konuşan ozan Nesimi Çimen’in
eşi Makbule Çimen katliam günü yaşadıklarını anlattı.
Madımak Oteli’ni kebap salonu yapmak isteyenleri kınayarak otelin müze yapılması gerektiğini belirtti. Saygı
duruşunda yakılan aydınlar ve devrimci önderler isimleriyle hep bir ağızdan anıldı.
Türkiye’de bu katliamları gerçekleştirenlerin, halkları
din adına kışkırtanların bu devletin içinde barındırdığı
faşist güçleri tarafından gerçekleştirildiği su götürmez
bir gerçektir. Sivas tüm dünyanın gözü önünde önceden
planlanarak yapılan bir kıyımdı. Amaç demokratik taleplerde bulunanların dertlerini, sıkıntılarını dile getiren aydınları yakarak ezilenlerin ve sömürülenlerin örgütlü mücadelesini parçalamak, onu zayıflatmaktı.
Kemalistlerin “laik devlet”, “laik cumhuriyet” söylemleri safsatadan öte bir şey değildir. Bu devlet hiçbir
zaman laik devlet olmamıştır. Bu söylemlerle toplumu
kandıranlar katliamları gerçekleştirenlere çanak tutmuşlardır. Gerçek olan şudur ki Müslüman ve sünni olmayanların, insanca özgür bir yaşam diyenlerin yaşamaya hakkı olmayan bir toplum düzeninde yaşıyoruz.
Bu düzenin ipini çekenler ve onun kuyruğuna takılanlar
2 Temmuz’larda olduğu gibi lanetle anılacaktır ve bunların hesabı devrimle sorulacaktır.
4 Temmuz 2006 
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
5 Haziran Dünya Çevre Günü…
D
16
Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!
ü nya Ç ev re Gü nü ne,
Türkiye’de Nükleer Santral
Projesinin gündemde olduğu bir dönemde giriyoruz.
Son aylarda nükleer santral kurma
girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet Sinop’ta nükleer santral kurulacağını açıklamıştır.
Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve
güvenli” olduğu yalanları ile nükleer
enerjinin doğaya ve tüm canlılara
verdiği zararının ne kadar büyük olduğu gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Güvenli olduğu söylenen nükleer enerjinin ne kadar güvenli olduğu 1986’daki Çernobil kazasında
çok açık bir şekilde ortaya çıktı.
Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli
hastalıklara yakalanmasına neden
olan Çernobil felaketinin sonuçları
uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye devam edecek. Çernobil kazası çıktığında santralın yanan bloğunun söndürülmesi için çalışan insan sayısı kimi verilere göre 600.000
ile 860.000 arasındadır. Bunların
hemen hepsinin radyasyona maruz
kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin ediliyor. Bunların onbinlercesi –
kimi verilere göre 50.000 ile 100.000
arasında– ölmüştür. Bugün halen
50.000 kadar çocuk tiroit kanserine
yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan kısa süre sonra ölmüştür.
Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan verilere göre Çernobil bölgesinde
çocukların %80’i hastadır. Rusya
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre
1990’lı yılların başında hasta olanların sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor… Beyaz Rusya’nın tarım
alanının % 22’si işlenemez durumda
ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur.
Çernobil’e kadarki dönemde ise
binlerce insanın zarar gördüğü en az
400’ün üzerinde nükleer santral kazasının meydana geldiği ve bunların
gizlendiği belirtiliyor.
Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı sadece bununla sınırlı değil.
Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı yüzünü en açık gösteren örneklerden bir de, azami kar hırsıyla doğanın ve insanların zehirlenmesine
ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz
önceden bilinen zehirli atıkların çevreye yayılması sorunudur. Geçtiğimiz
günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli atıkların bulunduğu toprağa
gömülmüş variller ortaya ile birlikte
derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi gibi sonuçlar, ya da Türkiye
çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850
milyon ton atığın sonucunun ne olduğu soruları gündeme geldi. Verilen
bilgilere göre Türkiye’de atıkların
yakıldığı ya da “bertaraf” edildiği sa-
dece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi
var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği resmen bilinen atık oranı 200 bin
ton civarında. Buna göre 1.650 milyon tonluk atığın Türkiye’de kurulu
tesislerde bertaraf edilmediği devlet
tarafından bilinmesi gereken bir olgudur. Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi koruma diye bir yaklaşımın olmadığını, zehirli atıkların, artık kim
nereyi uygun ve boş bulursa oraya
atmasının devlet tarafından da onaylandığını gösteriyor. Bunun sonucunda çevreye bu atıkları yayanlara
karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Verilen komik para cezaları
ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler adeta teşvik ediliyor.
Özetle vurgulanırsa Türkiye’de
çevre katliamı, doğanın talanı ya
devletin eliyle ya da onun onayıyla
yürütülüyor.
Kapitalizm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve evet insanın düşmanı
bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor. Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin her tür barbarlığı meşru
görmesini beraberinde getiriyor.
Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin yok edilmesine karşı ciddi
bir önlemin alınabileceğini beklemek
boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı azami kar hırsıyla gözü dönmüş emperyalist- kapitalist sistemin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak, büyük insanlığın geleceğine sahip çıkmak da biz işçi ve emekçilerin
omuzlarındadır.
5 Haziran Dünya Çevre Gününde,
çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine
karşı mücadele olarak yürütelim.
Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır!
Çevre ile uyumlu enerji türlerine
evet!
Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer
santral istemiyoruz!
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!
4 Haziran 2006 
İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran Dünya
Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı
B
izim de bileşeni olduğ umuz İstanbul Nükleer Karşıtı
Platform, 5 Haziran 2006 günü
Galatasaray’da açtığı imza standının
doğa- insan ilişkisini hiçe sayarak
yeni pazarlar yaratmak için dünyayı
kirletmeye devam ettiklerini, halen
başta Afrika ve Asya kıtalarında ya-
Sinop’ta da 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Nükleer Santraller protesto edildi
önünde Dünya Çevre Günü nedeniyle bir basın açıklaması yaptı.
Burjuva medyanın yoğun ilgi gösterdiği bu basın açıklamasına destek
vermek için YDİ ÇAĞRI Gazetesi
olarak biz de katıldık.
“Ülkemizde enerji krizi yoktur!”,
“Yaşamayı seç Nükleerden vazgeç!”,
“Radyasyon öldürür !”, “Radyoaktif
olacağına aktif ol!”, “Ülkemizde
enerji krizi yoktur, enerji yönetim
krizi vardır!”, “Nükleer Enerji pahalıdır, yenilenebilir kaynaklar vardır!”, “Nükleer onların Sinop bizimdir!” yazılı dövizlerin taşındığı Basın
Açıklamasını Platform adına Çevre
Mühendisleri Odası Başkanı Erol
Çelepsoy okudu.
“Yaşamı, Doğayı ve Çocuklarımızın
Geleceğini Savunmak İçin Nükleer
Santrallere Direneceğiz!” başlıklı
açıklamada çok uluslu şirketlerin
şayanlar olmak üzere 1,1 milyar insanın güvenli içme suyuna sahip olmadığı gibi 2,4 milyar insan da arıtma
hizmetlerinden yoksun yaşadığı belirtildi.
Her yıl 22 milyon ton karbon gazının atmosfere karıştığı ve sera etkisi gösterdiği için atmosferin hızla
ısındığını, bu ısınmanın son 5 yılda
normal ısınmanın 100 katı hızla artış
gösterdiğini böyle bir dünyada nüfusun % 20’sinin dünya zenginliğinin
%80’ninden fazlasına el koyarken
yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz
içme suyunun % 40’ı da aynı % 20
tarafından kullanıldığını, her yıl 17
milyon hektar orman alanının yok
edildiği, bugünkü tüketim düzeyi
devam ederse petrol rezervinin 50,
doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde
tükeneceği açıklandı.
Geride bıraktığımız 20. yüzyılda
çevre açısından bir dizi felaketin yaşandığı, bunların başında yaşanan
iki dünya savaşı ve beraberinde gelen silahlanma yarışı ile nükleer felaketlerin geldiğini, Japonya’ya atılan
atom bombası ile başlayan nükleer
felaketlerin savaş ortamı dışında da
nükleer santrallerde gerçekleşen kazalar ve radyoaktif sızıntılarla bugün
de devam ettiği belirtilen açıklamada
Hiroşima’ya atılan atom bombasından 400 kat daha fazla radyoaktif yayılmaya neden olan Çernobil felaketinin 20. yılında ülkemizde nükleer
santral kurma arayışlarının -hangi
gerekçe ile olursa olsun -kabul edilemez olduğu vurgulandı.
Türkiye’de nükleer santral kurma
girişimlerinin dünyada yaşanan
enerji ve egemenlik savaşlarının bir
uzantısı olduğunu, barıştan yana
bir platform olan Nükleer Karşıtı
Platform’un nükleer silahlanmaya
yol açacak bir teknoloji olan nükleer
enerji santrallerin kurulmasına karşı
olduğunu, İran’ın nükleer güç olma
arayışının kabul edilemez olduğu kadar nükleer silahlanmada başı çeken
ABD’nin bu nedenle İran’a yönelik
olası bir müdahalesi de kabul edilemez olduğunu açıkladı.
Türkiye’nin nükleer enerji santrallerine ihtiyacının olmadığının belirtildiği açıklamada yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızın değerlendirilmesi halinde Türkiye’nin 2030
yılında dahi elektrik talebini karşılayabilecek kaynaklara sahip olduğunu,
ülkenin bugün içine düşürüldüğü
dışa bağımlılıktan kurtarılması için
iddia edildiğinin tersine nükleer santrallere değil kamusal planlamaya ve
yerli kaynakları değerlendirmeye ihtiyacı olduğu vurgulandı. Elektrikte
% 20’leri aşan düzeydeki kayıp- ka-
gündem
çak oranının, OECD ortalaması düzeyine çekilmesi durumunda bile
nükleer santralden sağlanacak enerjinin birkaç katı elde edilebileceği belirtildi.
Nükleer santral kurarak nükleer
teknolojiye sahip olunacağı iddiasının Türkiye’nin izlediği bugünkü
enerji politikalarına bakıldığında bir
hayal olduğunu tüm mühendisliği ve
teknik detaylarını yurtdışından almak durumunda kalacağımız için
göbekten uluslar arası tekellere bağımlı olacağımız bir proje ile teknoloji sahipliğinin mümkün olamayacağını ve dahası nükleer santrallerden vazgeçilen dünyada daralan pazar baskısıyla şirketlerin eski nükleer
teknolojileri satma arayışları, ülkemizin nükleer bir çöplük haline getirileceğini gösterdiği belirtilen açıklamada kamusal denetim üzerindeki
baskılar nedeniyle mevcut durumda
bile çevresel denetimlerin ne kadar
yetersiz olduğunu İskenderun, Sinop
ve Tuzla’daki atık felaketleriyle ortaya çıktığı açıklandı.
İktidarı elinde tutan hakim sınıfların böyle etkin bir çevresel denetimi
yapma niyetlerinin olmadığı son olarak çıkarılan Çevre Yasası’nda yapılan değişiklikle çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi
ve çevre sorunlarının çözümüne
yönelik gerekli teknik, idari, mali
ve hukuki düzenlemelerin Çevre
Bakanlığı’nın koordinasyonunda yapılacağı bu konuda Türkiye Atom
Enerjisi Kurumu’nun nükleer santralın kurulumunda bile çevresel denetim yetkisinin olmadığını belirten
NKP, nükleer santraller için dünyada
ve ülkemizde lobi faaliyetlerinin kapalı kapılar ardında yürütüldüğünü
belirtti.
Basın açıklamasının sonunda halkın karşı çıktığı, pahallı, dışa bağımlı
nükleer santral kurma projelerinin yaşama geçirilmesine çalışıldığı belirtilerek, 29 Nisan 2006 günü Türkiye’nin
dört bir yanından Sinop’a gelip nükleer santralleri hem dünyada hem de
ülkemizde istemeyen binlerce kişiyle
bundan sonra da Akkuyu, İğneada’da
ve Sinop’ta NKP olarak nükleer santral kurma girişiminden vazgeçilinceye kadar mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladılar.
Eylem, İstanbul halkına NKP tarafından İstanbul’un bir çok semtinde
açılan nükleer karşıtı imza standlarında imza vermeleri için çağrıda bulunularak sona erdirildi.
Haziran 2006 
26 Haziran, dünya işkenceye karşı mücadele ve
İşkence görenlerle
dayanışma günü
B
irleşmiş Mil let ler 26
Haziran’ı 1997 yılında “işkenceye karşı mücadele
ve işkence görenlerle dayanışma
günü” olarak ilan etmiştir. Bu yıl 26
Haziran’da da İzmir’de çeşitli kurumların düzenlediği etkinlikler göstermiştir ki dünyada ve Türkiye’de
işkence olgusu halen acı bir gerçek
olarak önümüzde durmaktadır.
Düzenlenen etkinliklerden biri, yıllardır işkenceye karşı mücadele yürüten ve işkence görenlerin ruhsal ve fiziksel rehabilitasyonlarını gerçekleştiren bir kurum olan Türkiye İnsan
Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği tarafından yapıldı. Saat 12:00’de Kıbrıs
Şehitleri’nde kurulan standda önce
bir basın açıklaması yapıldı ardından ise TİHV tarafından hazırlanan
bir spot film tüm gün boyunca gösterildi. TİHV İzmir Temsilcisi Dr.
Veli Lök tarafından yapılan açıklamada; halen 150 ülkede işkence
ve kötü muamele uygulamalarının
sürdüğünü, işkencenin sadece askeri
diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil, “demokratik” ülkelerde
de uygulandığını uluslar arası verilerin gösterdiğini belirtti. Özellikle
ABD’nin altına imza attığı “İşkence
ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı
veya Onur Kırıcı Muamele ve Cezaya
Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”
ni, Afganistan ve Irak hapishanelerinden, Guantanamo’ya ve işkence
uçaklarına kadar bir çok yerde tutuklulara yönelik işkence haberlerinin yoğunluğunun gösterdiği gibi
hiçe saydığını söyleyen Lök, ardından Türkiye’deki olguları şöyle değerlendirdi: “Özellikle TMY tasarısı
ve Mart ayı sonunda Diyarbakır’da
meydana gelen olaylarda gözaltına
alınanların maruz kaldığı işkenceler,
işkenceye sıfır tolerans anlayışından
işkenceciye tolerans noktasına gelindiğini göstermektedir. 1990-2005
arasında işkence ve kötü muameleye
maruz kaldığı için TİHV’e toplam
10.449 kişi başvurmuş ve tedavi görmüştür. TİHV dökümantasyon verilerine göre 2005 yılı içerisinde beş kişi
gözaltında ölmüştür. Diyarbakır’da
yaşanan olaylarda dördü çocuk ondört kişi öldürülmüştür. Yasal ve
idari uygulamalardaki aksaklıklar
yetmiyormuş gibi yeni TMY tasarısı
ile şüphelilerin gözaltında avukat
erişimine çeşitli kısıtlamalar getirilmektedir.”
Bir diğer basın açıklaması ise
İ
İzmir Barosu tarafından yapıldı.
Açıklamada dünyadaki işkence olaylarına değinilmesinin ardından Baro
tarafından işkence ve kötü muamele
mağdurlarına verilen hukuki hizmet
anlatılarak haziran 2005-haziran
2006 arasında alınan başvuruların
değerlendirildiği bir istatistik dağıtıldı. Dağıtılan istatistikte işkence ve
kötü muamele mağdurlarına tayin
edilen avukatlar tarafından yapılan
suç duyurularından %79’unun takipsizlikle sonuçlandığı, sadece %21’inde
dava açıldığı belirtildi.
ÇHD ve İHD İzmir Şubeleri ise
26 Haziran nedeniyle İzmir Adliyesi
önünde yaptıkları basın açıklamasının ardından ABD’nin işkence uçaklarının Türkiye hava sahasının ve
bazı hava alanlarının kullandırılması
konusunda başta Başbakan R. Tayyip
Erdoğan olmak üzere ilgili yetkililer
hakkında “işkence” ve “kişi hürriyetinden yoksun bırakma” isnadıyla
suç duyurusunda bulundular. Basın
açıklamasını okuyan Av. Ali Koç;
İşkenceye “sıfır tolerans” diyerek iktidara gelen AKP hükümetinin, 2006
yılında geldiği nokta işkence yapılmasına yasal olanak yaratma çalışmalarına dönüştüğünü belirterek, işkencenin engellenmesi ve cezalandırılması için hiçbir çalışma yürütmeyen
hükümetin; Adalet Komisyonu’ndan
geçmiş bulunan TMY ile işkencenin
olanaklarını yaratmaya çalışmaktadır dedi.
İzmir’den bir okur 
Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!”
stanbul- Kartal’da KESK’e bağlı
Eğitim ve Bilim Emekçileri
Sendi kası EĞİTİM- SEN’ in
İstanbul 5 Nolu Şubesi bir Basın
Açıklaması yaparak Kartal Milli
Eğitim Müdürlüğünün eğitim emekçisi öğretmenlere yaptığı baskı, sürgün, hak gasplarını v.b. protesto etti.
Bu Basın Açıklamasında verilen
bilgiye göre Türkiye’de tüm siyasi iktidarların yaptığı gibi eğitimi kendi
siyasi- ideolojik görüşleri doğrultusunda şekillendirme işini AKP’nin
de hükümete geldiğinin ilk günlerinden beri 1041 eğitim yöneticisinin
görevden alınmasıyla başlattığını,
ırkçı- gerici kadrolaşmanın Bakanlık
merkez, Talim Terbiye Kurulu’nu ve
taşra teşkilatlarını da içine alacak şekilde sürdürdüğünü söyledi.
İlçe Milli Eğitim’de hukuksuzlukla sürdürülen ırkçı-gerici kadrolaşmaya; açık, ilan edilmeden Müdür
ve Müdür yardımcısı atamaları ve
kadrosu olmamasına rağmen vekaleten atanan Şube Müdürlerinin durumu (Şubede 4 Şube Müdürü kadrosu olmasına rağmen yandaşı 7 Şube
Müdürü alınmış!) örnek gösterildi.
Açıklamada sendika üyesi ve işyeri
temsilcisi olan öğretmenlerin AKP
yandaşı ırkçı- gerici müdürler tara-
fından fiili saldırılara uğradıklarını,
saldıranların ödüllendirildiğini saldırıya uğrayan üyelerinin ise başka
okullara sürgün edildikleri anlatıldı.
Basın Açıklamasının sonunda şu
talepler ileri sürüldü:
“Sürgün kararları derhal geri çekilmelidir.
Yapılan hukuksuz atamalar geri
alınmalıdır.
Eğitim çalışanlarının güvenini
kaybetmiş, tarafsızlığını yitirmiş,
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü görevden alınmalıdır.”
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde kamu emekçilerine özel olarak eğitim emekçilerine yapılan
baskı, sürgün vb. faşist saldırıları
kınıyor, kamu emekçilerinin Grevli
Toplusözleşmeli Sendika Hakkı için
mücadelesinde yanında olduğumuzu
belirtiyor, eğitim emekçilerinin mücadeleci gerçek demokrasiyi isteyen
sendikasının hakim sınıfların “laik
anti-laik” dalaşında tarafmış gibi görülmesine neden olacak tavırlardan
uzak durmasının daha iyi olacağını
ifade etmek istiyoruz.
Bir YDİ Çağrı okuru
Haziran 2006 
17
okuyucu mektubu
Demokratik Toplum Partisi
1. Kongresi yapıldı
Kongreye damgasını vuran demokratik bir Türkiye için çatışmaların durması,
toplumsal uzlaşma ve barış talebiydi. Kongre, Cudi’nin, Besta’nın, Gabar’ın,
Dersim’in dağlarında günlerden beri süren askerlerin tutuşturduğu orman
yangını, yürek yangını koşullarında yapıldı. Ama buna rağmen yirmi bine yakın
yürek öc almanın değil, barışın, demokrasinin, uzlaşmanın mesajlarını verdiler.
D
18
TP Kongresi bölgeden ve
Türkiye’den gelen yirmi bine
yakın insanın katılımıyla
saat 10.00’da Ankara 19 Mayıs Spor
Salonu’nda başladı. Devlet güçleri tarafından engellendikleri için gelemeyenleri de burada belirtmek gerekiyor. Kongrede bu dile getirildiğinde
“Yuh, yuh!” sesleri salonu inletti.
Kongre açılış konuşmasını Hasip
Kaplan yaptı. DTP’yle mücadelenin
baskı, gözaltı, tutklama şeklinde ele
alındığını belirten Kaplan, bu yaklaşımın 1994 seçimlerinde meclise giren Kürt parlamenterlere uygulanan
dışta tutma, muhatap almama şeklindeki politikadan farklı olmadığını, bunun Türkiye’nin demokratikleşmesine bir fayda getirmediğini,
getirmeyeceğini, bu politikalardan
vazgeçilmesi gerektiğini savundu.
Kürt halkının savaş değil barış istediğini, bunun için silahların susması, Kürt sorununa demokratik bir
çözüm bulunması gerektiğinin altını
çizdi.
Hasip Kaplan’dan sonra kürsüye
DTP eşbaşkanı Ahmet Türk geldi.
Türk, yeryüzünde bir yandan bu
tip sorunlara özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelinde yaklaşıldığını ve
çözüldüğünü, ancak ülkemizde otuz
yıldır kanın, gözyaşının, ölümlerin
dinmediğini belirtti.
İspanya, İngiltere, Endonezya,
Nepal’de sorunun görüşmeler yoluyla
çözüldüğünü, ancak Türkiye siyasetçilerinin Kürt halkının sorunlarına
sessiz kaldıklarını belirtti. Amasya
protokolünde Kürtlerin kimliklerini geliştirmesinin, bölge ekonomisinin koşulların iyileştirilmesinde
kullanılmasının yer aldığını, ancak
Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında
tek dil, tek millet, tek bayrak, tek kültürün savunulduğunu belirtti.
Türk-Kürt sorunun tarihsel, sosyolojik bir sorun olduğunu, bunun
baskı ve sindirmeyle çözülmeyeceğini, çözüm için a)TMY’nin geri çekilmesi; b) siyasi yaşamın demokratikleşmesi için Genel Af ’ın çıkarılması, F Tiplerinin kaldırılması; c)
boşaltılan, yakılan köylerin tanzim
edilerek geri dönüş koşullarının yaratılması; d) bölgedeki işsizliğin ve
yoksulluğun son bulması için, tarıma, hayvancılığa, sanayiye yatırım
programının çıkarılması; e) eğitim-
kültür-yayın hakkının önündeki yasal engellerin kaldırılması; f) isimleri
değiştirilen köy, tarihi yerlerin eski
isimlerinin iade edilmesi; g) koruculuğun kaldırılması gerektiğini savundu.
Bunların gerçekleşmesi için DTP
olarak üç öneri sunduklarını:
1) Silahlı operesyonların durdurulması, PKK’nin silahları susturması;
2) demokratik, siyasal taleplerin yaşama geçirilmesi; 3) PKK’nin tümüyle silahsızlanıp demokratik yaşama katılması.
Türk bu talepleri taraflara sunduklarını belirtti.
Türkiye’nin demokratikleşmesinde
Kopenhag kriterlerine uymanın önemine değinen Türk, halkının iradesiyle gelenlerin, bürokratın, polisin,
askerin üzerinde olması gerektiğini,
ırkçılıkla mücadele yasasının çıkarılması, polis ve askerin haksızlıklarına karşı şikayetlerin belirtilebileceği, yasal bir ortamın oluşturulmasını elzem bir sorun olarak gündeme
getirdi.
Partinin belediye başkanlarının
Şemdinli, Newroz, Diyarbakır olaylarında sağduyulu yaklaştığını, halkı
sükunete davet ettiklerini, ancak
başbakanın 7’sindekine de, 70’inde-
kine de kurşun sıkılmasını meşru
gösteren anlayışını kendilerinden de
beklediğini, bu anlayışın halklar arasında kopuştan başka bir şeye yaramayacağını savundu.
Demokratikleşme sorununu aşmış
bir Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek
teşkil edeceğini, kendilerinin sorunların çözümünün yeri olarak parlamentoyu gördüklerini, bunun için de
hiç bir Avrupa ülkesinde uygulanmayan, %10 seçim barajının kaldırılması veya %3 gibi makul bir seviyeye
indirilmesini talep etti, bir önceki seçimde barajın %5 olması halinde bile
parlamentoda şu an 260 AKP, 115
CHP, 56 da DTP milletvekili olacağının altını çizdi.
Bu koşulların olmadığı bir ülkede
halkın iradesinin parlamentoya yansıtılamayacağını %56’lık bir iradenin
meclisin dışında kalacağını, bunun
büyük bir haksızlık, anti-demokratik
uygulama olduğunu belirtti.
Tüm bunların gerçekleşmesi için
‘halkımıza ve bizlere’ büyük görev
düştüğünü, bunu gerçekleştirecek
olanın sözde değil, özde vatandaşlar
olduğunu, bunların da burada olduğunu vurguladı.
Ahmet Türk’ten sonra konuşan
DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk ’un
farklı olarak üzerinde durduğu konular şöyleydi:
Tuğluk birinci olarak eşbaşkanlığın kadınların siyasete katılmasında
çok önemli bir uygulama olmasına
rağmen, Yüksek Seçim Kurulu’nun
yasada yeri olmadığı gerekçesiyle bu
uygulamaya son vermelerini istediğini, bunu yasalardan dolayı yapacaklarını, ama fiili olarak eşbaşkanlığı devam ettireceklerini belirtti.
Sorunların çözümünde demokratik ve barışçıl yöntemlerin esas alınmasını, çatışma, yok etme siyasetine
son verilip diyalog yoluna gidilmesini, savaşan iki taraftan birinin PKK
olduğunu, devletin PKK ile aralarına
mesafe koymalarını istemek yerine,
aralarındaki mesafeyi kaldırıp, diyalog yolunu çözümün tek yolu olarak görmesi gerektiğinin altını çizdi.
Aksi taktirde çatışmaların yaygınlaşacağına, halklar arasında büyük
uçurumlar açılacağına, böyle bir durumdan sonra barıştan da bahsedilemeyeceğine vurgu yaptı.
Tuğluk, Kürt sorunu çözülürse
Türkiye’nin çok onurlu bir yüze kavuşacağını; Kürt dilinin 1-2 kilometre ileride resmi dil olduğunu,
Türkiye’de ise yok sayıldığını, bu inkar ve imha politikasından vazgeçilmesini savundu. Tuğluk yabancı konuklara da seslenerek bu sorunun
aynı zamanda AB’nin de bir sorunu
olduğunu belirtti.
Aysel Tuğluk sözlerine “Yaşasın barış, yaşasın kardeşlik, yaşasın özgürlük” sloganıyla son verdi.
Söz alan konuklardan Sosyalist
Enternasyonal Kürt Çalışma Grubu
Başkanı Conny Frederiksen de çatışmaların son bulmasını, BASK örneğinde olduğu gibi barışçıl mücadelenin mümkün olduğunu dile getirdi,
Kürt halkının mücadelesinin yanında
olacaklarını söyledi, Kürt halkının
mücadelesinde başarılar diledi.
BASK temsilcisi Gorka Elejabarrieta
ise kendilerinin de yıllardan beri barıştan uzak yaşadıklarını, ama mücadeleden yılmadıklarını, göz altılara,
işkencelere, tutuklamalara, öldürmelere karşı direndiklerini, bunun
sonucunda ve İspanya’da Sosyalist
Parti’nin iktidara gelmesiyle, barışçıl
bir sürece girdiklerini, bunun Türk
devletine örnek olması gerektiğini,
kendilerinin ve Kürt halkının var olmaya devam edeceğini, haklarına kavuşacaklarını savundu.
Sinn Fein temsilcisi Philip McGuigan
konuşmasında İrlanda halkının da
Kürtler gibi haksızlıklara maruz kaldığını, öldürüldüklerini ama yok edilemediklerini, şu anda barış sürecine
girdiklerini, aynı şeyi Kürt halkına da
dilediklerini belirtti.
Avrupa Özgür İttifak sözcüsü ise
Kürtlerin 20 milyon nüfusuyla devlet olamamış büyük bir ulus olduğunu, bir sürü haksızlıklara maruz
kaldıklarını, sürekli olarak Kürt halkının mücadelesinin yanında olacaklarını ve bir dahaki Kongre’de az
da olsa Kürtçe sesleneceğini söyledi.
Sorunun çözümü için barıştan başka
okuyucu mektubu
bir yol olmadığına vurgu yaptı.
A l ma nya’ d a n Demok r at i k
Sosyalizm Partisi (PDS) Berlin Eyaleti
Parlamenteri Evrim Helin ve AP Sol
Grup üyesi Feleknaz Uca da barış ve
diyaloğun önemini vurguladılar.
DTP Kongresi Ahmet Türk ’ün
Genel Başkan seçilmesiyle son buldu,
Kürt halkı kongrede demokratik taleplerinden, özleminden asla vazgeçmeyeceğini yüksek sesle haykırdı.
Tüm yukarıda anlattıklarımızdan
anlaşılacağı gibi Kongre’ye damgasını vuran Kürt sorununun silahların susturulması koşullarında demokratik bir anayasa çerçevesinde
çözülebileceği fikridir.
İlk önce sıkça dile getirilen ‘birlikte
yaşama’ fikri üzerinde biraz durmak
istiyoruz. Halkların barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşama fikri biz
Kürt komünistlerinin en önde gelen
taleplerinden biridir. Ancak bizim
savunduğumuz bir ulusun bir başka
ulusu boyunduruk altında tuttuğu
kölelik koşullarındaki bir zoraki birliktelik değil, tam tersine özgür demokratik ve eşit koşullardaki halkların gönüllü birlikteliğidir.
Kürtler yüzyıllardır baskılarla,
katliamlarla bir arada yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bu coğrafyada Kürtlerin ve Türklerin bir arada
yaşamaları gönüllü bir birlikteliğe
dayanmamaktadır. Ne tarihte, ne bu
gün birlikte yaşayıp yaşamama seçimi bize bırakılmamıştır.
Bu koşullarda barışın demokrasinin gelebileceğini savunmak, hatta
hatta Kürt halkının gerçek kurtuluşunun böylesi koşullardaki bir barışla mümkün olacağını savunmak,
çözümün AB’den geçtiğini savunmak Kürt halkına gerçekleri anlatmamak anlamına gelir. Kürt halkının gerçek kurtuluşunun gerçek demokrasi koşullarında, işçi-köyle iktidarı koşullarında mümkün olduğu
gerçeğinin üstünü örtmek anlamına
gelir. Kapitalist sömürü sistemlerinde ulusal sorunun gerçek çözümünün mümkün olmadığını görmemek, göstermemekanlamına gelir.
Biz doğruları olduğu gibi Kürt halkına anlatmak zorundayız. Elbette
AB demokrasisi çerçevesinde bir çö-
züm bugünkü duruma göre daha iyidir. Ancak böyle bir çözümü seçmek,
mücadele hedefini bununla sınırlamak, kötüler içinde daha iyi olanı
seçmek anlamına gelir.
Kapitalist sömürü aygıtının en
güçlü aygıtı devlet mekanizmasını
yıkmadan ve devletleşme fikrini bugünkü global dünyada gereksiz görerek, barışçıl yoldan demokratik, özgür bir yaşama adapte olma fikrini
savunmak, en iyi halde kapitalist
barbarlık düzeni içerisinde “demokratik” kapitalist kölelik yaşamını devam ettirmeyi savunmaktan başka
bir işe yaramaz.
Kürtlerin şu an yaşadığımız barbarlık koşullarında biraz daha hak
alarak soluklanmasına reform müca-
DTP Kongresi Ahmet
Türk’ün Genel
Başkan seçilmesiyle
son buldu, Kürt halkı
kongrede demokratik
taleplerinden,
özleminden asla
vazgeçmeyeceğini
yüksek sesle haykırdı.
delesiyle hizmet etmek başka bir şeydir, reformu bir felsefe, yaşam şekli
olarak savunmak başka bir şeydir.
Birincisine evet ama ikincisine Kürt
ulusundan işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin hayır demesi tarihsel
bir zorunluluktur.
İkinci en çok dile getirilen düşünce
ise çözümün AB’ne olduğudur ki, bu
ülkelerin benzer ulusal sorunlara sahip oldukları ve bu mücadeleleri yıllardır kanla bastırdıkları açıktır. Kürt
ulusal sorununda çözümü Kopenhag
kriterlerinden, AB’den beklemek en
iyi ifadeyle gerçekleri görmemektir.
Kongrede olmayan en önemli şeylerden birisi ise işçi sınıfının ve ezilen emekçilerin mücadelesindeki durumla ilgili, ekonomik-demokratik
tek bir şeyin söylenmemesiydi.
Kürt sorununun çözümü noktasında ise verilen mesajların tümünün
egemen sınıflara, onların meclisteki
temsilcilerine yönelik olması sözkonusydu. Şu gerçekliği görmek gerekiyor ki, tarihi yapan kitlelerdir, hiç bir
zulüm iktidarı ilelebet devam etmemiş, hepsi halkların haklı mücadelesiyle tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir. Kürt halkının özgürlük mücadelesine Türkiye işçi ve emekçilerinin
desteğini örgütlemek bu konudaki
esas görevlerden biridir.
Bimre koleti!
Biji azadi!
Haziran 2006 
(Sayfa 15’teki yazının devamı...)
yaralanan yoktur’ demeci, katliamcıları vatandaş, yananları ise ‘düşman’
gördüğünün açık bir kanıtıdır. Aynı
şekilde dönemin DGM Başsavcısı
Nusret Demiral’ın, ‘‘Olayda örgüt
yok, tahrik var” açıklaması ise, devletin olayların failleri ve ardındaki
güçlere ilişkin soruşturmayı nasıl
saptırdığını göstermektedir. Basının
büyük bölümü ise, katliamı Aziz
Nesin’e yükleyip, esas olarak olayı
‘tahrik’ sonucu çıktığını açıklaması
ibret vericidir. Bütün bu açıklama ve
yaklaşımlar, devletin ideolojik aygıtlarının da katliama yol döşediği ve
gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştığını göstermektedir.
Sivas katliamı, egemenlerin, dinci
faşistlerin meşru görmediği inanç,
kimlik ve siyasal görüşlere ilişkin
değişik zamanlarda uyguladıkları
katliamların bir örneğidir. Bu sahneleri daha önce 6-7 Eylül olaylarında, 1970’li yıllarda Çorum, Sivas,
Maraş, Erzincan ve daha sonra Gazi
Mahallesinde görmüş ve yaşamıştık. Fazla geriye gitmeye gerek yok.
Bugünün Türkiye’sin de linç kültürü
yaygınlaştı. Trabzon’da TAYAD’lılara
karşı başlatılan ve değişik şehirlerde
uygulamaya konulan plan hep aynı.
Demokratik haklarını kullanan, basın açıklaması yapmak isteyen insanlar linç edilmek isteniyor. Devlet,
Sivas’ta yaptığı gibi linç edilmek istenen insanların halkı tahrik ettiğini
söylüyor! Hepsinde saldırının hedefi,
devletin topluma dayattığı resmi
kimliğin dışında kalanlardır. Bu katliamların ortak paydası saldırganların engellenmeyerek katliama çanak
tutulması ve ardından olayın üstünün örtülmesi veya sadece bir kısım
piyonun cezalandırılmasıyla yetinilmesidir. Devletin verdiği mesaj şudur: Muhalif olmayacaksınız, resmi
ideoloji dışında bir görüş savunmayacaksınız! Hakkınızı aramayacaksınız, demokratik taleplerinizi dile getirmeyeceksiniz! Size dayatılan politikaları kabul edeceksiniz! Devletin
istemi dışında hareket ederseniz,
halkı tahrik etmiş olursunuz! Halkı
tahrik ettiğiniz için de, halk da gereğini yapar! Devletin bu politikaları
sonucu, saldırganlar ve linç girişiminde bulunanlar korunuyor. Linçe
maruz kalanlar ise ‘suçlu’ gösterilip
yargı karşısına çıkartılıyor.
Resmi Türk kimliğini kabul etmeyen, asimilasyonu kabul etmeyenler
her uygun fırsatta tasfiye edildiler.
Kürt tehcirleri ve İskan Kanunları,
Varlık Vergisi, 6-7 Eylül talanı vb.
bu politikanın somut göstergesidir.
Sivas’ta uygulamaya sokulan tam da
bu politikadır. Sivas’ta toplananların yaptığı tek şey türkülü, panelli,
halaylı bir etkinlikle Pir Sultan’ın
anıtını kendi memleketine dikmektir. Etkinliği düzenleyenlerin amacı,
Anayasa’da yazılı demokratik, hu-
kuk ve laiklik iddiasını laftan gerçeğe dönüştürmektir. Üstelik her
şey resmi izinle gerçekleştirilmektedir. Etkinlik başta Aziz Nesin olmak
üzere aydın ve sanatçıların katılımı
ile gerçekleştirilmektedir. Durum
buyken ‘devlet, halkla karşı karşıya
getirilmemelidir’ sözü, devletin saldırganları halktan sayması, yananları ise halktan saymamasının göstergesidir. Bu ülkede solcu olan herkesin bir ‘örgüt’ kategorisi içerisine
konulup yargılanması, hukuksuz cezalara çarptırılması, işkenceden geçirilmesi vb. devletin uyguladığı bir
politikadır. Devlete göre; Sivas’ta yaşanan vahşette sadece ‘tahrik’ vardır.
Katliamı yapanlar sadece ‘tahrik’e
kapılmışlardır. Onun için bunların
devlet ile karşı karşıya getirilmesi
doğru değildir! Gerçekte ise, hazırlığı önceden yapılmış örgütlü faşistlerin, kolluk kuvvetlerinin yol vermesi ile bir katliam yapılmıştır.
83 yıldır hâkim sınıfların verdiği
mesaj çok açıktır. Devlet kendisinin
belirlediği sınırların dışına çıkılmasını istememektedir. Devlet nezdinde
‘örgüt’ sola özgü bir olaydır. Bu yüzden de yok edilmesi gereken bir ‘düşman’ kurumdur. İnsanları yakan,
katledenler ise ‘örgüt’ sayılmamaktadır. Egemen sınıf lara göre, halkın ‘tahrik’ olması söz konusudur.
Devletin istemediği hak talebinde
bulunursanız, bir takım odaklar
‘tahrik’ olur, devletin desteğiyle tehdit eder, katliamlar yapar. ‘Tahrik’
olanlar görevlerini yaparken, kolluk
kuvvetleri kör-sağır davranır; ta ki iş
bitene, hak talep edenlere ‘haddi’ bildirene kadar!
Devlet’in nelere kadir olduğu, demokratik haklarını kullanan kitle
eylemlerine karşı yaklaşımı çok iyi
bilindiğine göre, Madımak’a çok yakın mesafedeki polis ve ordu güçlerinin katliama seyirci kalması üzerinde özellikle düşünülmelidir. Tüm
bu gerçeklerin gösterdiği gibi Sivas
katliamı, daha önce yaşanan katliamların bir tekrarıdır. Saldırganlar
farklı, ama mizansen aynıdır.
Sivas katliamının özgülünde çıkarılması gereken esas ders, süreci bütünlük içerisinde değerlendirmektir.
Bu katliam devlet dışında, bir grubun
yaptığı bir katliam değildir. Sivas katliamı devletin gözetimi altında yapılmış bir katliamdır. Bu katliamın sorumluluğu devlete aittir.
Bu sistem var olduğu sürece, bu
gibi katliamlar devam edecektir.
Ancak böyle gelmiş, böyle gitmeyecektir. Gün gelecek devran dönecektir. O halde görev, sisteme karşı mücadeleyi yükseltmek ve örgütlenmektir. İşçilerin ve emekçilerin iktidarının kurulması için mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.
Haziran 2006 
19
Download