1 İçindekiler Sizden bir kişiye mukabil Ye'cûc ve Me'cûc'ten dokuz yüz doksan dokuz kişi cehenneme girecektir." hadisini nasıl anlamamız gerekir? İnanmayanlar Ye'cûc ve Me'cûc taifesinden mi sayılıyor demek bu?.. ............................................................................................................ 3 Âl-i İmrân Sûresinin 191. ayetinde: "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar..." geçtiği üzere, "yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar" kavramı neye işaret eder; sağ veya sol yan üzerine uzanmak mıdır,.. .................................... 5 Hristiyandan şehit olur mu? "Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazreti İsa'ya mensup Hıristiyan mazlumların çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir!" (Bediüzzaman, Kastamonu L., s. 111) Bazı insanlar "bu nasıl olur ................. 6 Kur’an’da her ikisi de “sevgi” mânâsına gelen “muhabbet/hubb” ile “meveddet/ vüdd” kelimeleri geçtiğini gördüm. Aralarındaki fark nedir? ........................................................... 9 İmanın azalıp eksilmesi ve artması konusunda dört mezhep imamı ve cumhurun görüşü nedir? Arada ne fark var? ....................................................................................................... 10 Buhari’de geçen “Ümmetimin en hayırlıları en çok evlenenleridir” anlamındaki Peygamber sözü neden gizleniyor? Bazı sahabiler neden yüzlerce evlenmiştir? ................. 12 Şehitlere kabir sorgusu olmadığına göre, Hz. Ömer’in sorguya çekilmesi nedendir? ......... 13 Anne ve babaların çocukları üzerinde hakları vardır; peki evlatların anne ve babaları ve kardeşleri üzerinde hakları var mıdır? ................................................................................... 15 Kur'an'daki emirler kaç yıl sonra (ne zaman) emredilmişler? Namaz, tesettür, alkol yasağı, oruç, hac, vb. emirler, Efendimiz (s.a.s.) peygamber olduğundan kaç yıl sonra Allah (c.c.) tarafından emredilmiş? ........................................................................................................... 17 Gayri müslim ülkede içkili mekanlarda garsonluk yapmak haram mı? Ben Almanya'da bir restoranda garsonluk yapıyorum. Bazı müşteriler yemeğin yanına şarap veya bira gibi alkollü içecekler istiyorlar ve ben onlara bu içecekleri taşımak zorunda kalıyorum... ........ 19 Çıplak olarak banyo yapmak caiz mi? Banyoda çıplak yıkanabilmek için banyonun büyüklük ölçüsü ne kadardır? ................................................................................................ 21 Peygamberimizin babasının adı nasıl Abdullah (Allah'ın kulu) olabilir? O zamanda Arabistanda herkes puta tapıyorken, nasıl olmuş; Hz. İbrahim'in dininden kalıntılar mı vardı?.. ..................................................................................................................................... 22 Alkol ile elleri dezenfekte etmek, temizlemek caiz mi? Biz gıda üretimi yapan bir fabrikanın çalışanlarıyız. Fabrikada hijyen bantlarından geçerken, ellerimizi dezenfekte ettiğimiz sıvıların içerisinde alkol bulunmaktadır. Bu alkol dinimizce caiz midir?.. .......................... 25 2 Sizden bir kişiye mukabil Ye'cûc ve Me'cûc'ten dokuz yüz doksan dokuz kişi cehenneme girecektir." hadisini nasıl anlamamız gerekir? İnanmayanlar Ye'cûc ve Me'cûc taifesinden mi sayılıyor demek bu?.. Ebû Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü Azîz ve Celîl olan Allah: "Ey Adem!"diye seslenir. Adem: "Ey Rabbim buyur, emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir!" der. Şöyle bir nidada bulunulur: "Allah sana, cehennem hey'etini çıkarmanı emrediyor!" Adem sorar: "Ey Rabbim, cehennem hey'eti ne kadardır?" "Her binden dokuz yüz doksan dokuzu!" "İşte hamilelerin çocuğunu düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı, insanların sarhoş olmadıkları halde, azabın şiddetinden sarhoşa döneceklerini göreceğin zaman bu zamandır."(1) Bu haber Ashab'a çok ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti. "Ey Allah'ın Resûlü! Bu binde bir içine hangimiz gireceğiz?"dediler, "Ye'cuc ve Me'cuc'dan binde dokuz yüz doksan dokuz, sizden ise bir olacak. Şunu da bilin: Siz insanlar arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya siyah bir öküzde beyaz bir kıl durumundasınız." [Buhârî, Tefsîr, Hac 1, Enbiya 7, Rikak 46, Tevhid 32; Müslim, İman 379, (222).] AÇIKLAMA: 1. Bu hadiste cennete girecek mü'minlerin binde bir olacağını, cehennemliklerin de binde dokuz yüz doksan dokuz olacağını görmekteyiz. Cennete gideceklerin bu azlığı Ashâb'ı fevkalâde korkutmuş ve renklerinin uçmasına sebep olmuştur. Ancak Kirmanî, rivayette geçen rakama itibar edilmemesi gerektiğini, verilen sayının ziyadeye mâni olmadığını belirtir ve "Burada zikredilen iki sayıdan birincisi, yani "bir" ile azlık, ikincsi yani "dokuz yüz doksan dokuz" ile çokluk kasdedilmiştir." der. İbnu Hacer de, "Bütün Âdem evlatları nazarı itibara alındıkta mü'minlerin sayısı o kadar az olabilir." der. İkinci bir te'ville: "Cehennem hey'eti"nden muradın kâfirler ve ateşe girecek âsiler olabileceğini, bunların da binde dokuz yüz doksan dokuza ulaşabileceğini" belirtir. 2. Hadiste bir ifade müşkil bulunmuştur. Kıyamette çocukların ihtiyarlayacağı, hamile kadınların çocuk düşüreceği meselesi. Kıyamet günü kadınların hamile olmayacakları, çocukların ihtiyarlamayacağı gözönüne alınırsa ifadenin nasıl bir müşkil ortaya çıkardığı anlaşılır. Hatta bu müşkil sebebiyle bazı müfessirler, bu hadisenin kıyametten önce olacağını söylemiştir. Fakat Kirmanî bu mütalaaya şu cevabı verir: "Hadisin ifadesi bir korkutma ve temsilden ibarettir." Kirmânî'den önce Nevevî de şunu söylemiştir: "Hadiste ulemâ için iki vecih var: 3 Birine göre şöyle takdir etmek gerekir: Kıyametin hali öyle bir dehşette olacak ki, o esnada eğer kadınlar hamile olsalardı çocuklarını düşürürlerdi. Nitekim Araplar: "Bize öyle bir musibet vurdu ki, çocuğu ihtiyarlandıracak derecedeydi." İkinciye göre: Hadîs, lafzın zahirine göre de anlaşılabilir. Şöyle ki herkes, kıyamette, nasıl öldü ise öyle diriltilecektir. Bu durumda hamilelik üzere ölenler hamile olarak diriltilecek demektir, çocukken ölenler de çocuk olarak, süt emdirenler süt emdirici olarak diriltilecek demektir. Kıyametin zelzelesi vâki olup, hadiste belirtilen sözün Hz. Adem (as)'e söylendiğini insanlar işitince, onlara hamilenin düşük yapmasına, çocuğun ihtiyarlamasına sebep olan korku çökecek. Bu hâl birinci nefhadan sonra ikinci nefhadan önce olacaktır." (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte) 4 Âl-i İmrân Sûresinin 191. ayetinde: "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar..." geçtiği üzere, "yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar" kavramı neye işaret eder; sağ veya sol yan üzerine uzanmak mıdır,.. "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru." derler." (Al-i İmran, 3/191) Bu ayet insanın bütün hallerinde tefekkür, zikir ve dua edebileceğini göstermekte ve buna teşvik etmektedir. Böyle yapmak aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve Allah'ın birliğine iman ile kulluk ve bilgide merhale katetmiş, olgun akıl ve inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden, aralarındaki farka işaret buyuruluyor ki: "Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken, yatarken, yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar." Bu üç hal, insanın bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den başka bir şey ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak (dalmış)tır. Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel olarak, mutlak zikirdir. Abdullah b. Mesud Hazretlerinin açıklamasına göre bu zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa oturarak, yoksa yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez, namazdan e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle Allah'ın zikrine devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis kullar olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür (düşünme) sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin fenlerinin geçmiş bir şartı demek olur. Bu durum, tertibe delalet etmeyeceği için, bunun bir geçmiş şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür. Şuhud (görünür)dan, gıyabı (görünmezi) okuyabilen, vehim şüphelerinden uzak, nefse ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış halis, tam akıl sahibleri olan, gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hükümlerini düşünen, mülkün tavırlarını ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın sanatının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri, bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar. (Elmalılı M.Hamdi YAZIR, Kur'an-ı Kerim Tefsir) İlave bilgi için tıklayınız: Yüz üstü yatma ve uyku adabı hakkında bilgi verir misiniz? 5 Hristiyandan şehit olur mu? "Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazreti İsa'ya mensup Hıristiyan mazlumların çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir!" (Bediüzzaman, Kastamonu L., s. 111) Bazı insanlar "bu nasıl olur Fetret denilince hepimizin aklına, Hz. İsa (as)'ın getirdiği dinin bozulması ile Resulûllah Efendimize (asm) vahyin tebliğ edilmesi arasında geçen dönem gelir. Ancak, bu tabir bir peygamberin getirdiği dinin nurundan haberdar olmayan her fert ve her dönem için kullanılabilir. Bu dönemde yaşayan insanların sorumluluk sınırları hakkında itikat mezhepleri arasında az da olsa farklılık görülüyor. Maturudî ve Eşarî imamları, “Ve biz resul gönderinceye kadar azaplandırmayız.” meâlindeki âyet-i kerimede geçen “resul” ifadesine farklı izahlar getirmişler. Maturudî mezhebine göre, akıl da bir elçidir. Akıl doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumludur. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir. Eş‟ariler ise, “resul”ü doğrudan doğruya “peygamber” olarak anlamışlar ve peygamber gelmeyen bir kavim için sorumluluk da olamayacağını savunmuşlardır. Âyetin tamamının meali şöyle: “Kim doğru giderse sırf kendi lehine gider, kim de sapıklık ederse ancak aleyhine eder. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Ve biz resul gönderinceye kadar azaplandırmayız.” (İsra, 17/15) Bazı âlimlerimiz âyet-i kerimede geçen azabın dünyevî azap ve felâketler olduğunu ifade etmişlerse de büyük çoğunluk, “dünyanın âhiret tarlası olduğu” hadisinden hareketle, bu azabın cehennem azabını ihtar ettiğini, âyetin hem dünya, hem de âhiret azabını kapsadığını beyan etmişlerdir. Şu âyet-i kerime bize bu hususta ışık tutar: “O kâfirler bölükler hâlinde cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman (cehennemin) kapıları açılır. (Cehennem) bekçileri onlara derler: Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? Evet geldi, derler. Ama azap sözü kafirler üzerine hak olmuştur.” (Zümer, 39/71) “İtikat imamları, fetret dönemiyle niçin bu kadar ilgilenmişler?” diye bir soru hatıra gelebilir. Benzer sebepler benzer sonuçları doğurur. Fetret bir semboldür. Her ne kadar belli bir dönem için kullanılmışsa da benzer durumların vuku bulması hâlinde yine fetret hükümlerinin geçerli olacağında şüphe yoktur. Kâfirun suresinde “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize.” buyrulur. 6 Bazı zatlar, cihat âyetiyle bu hükmün nesih edildiğini söylemişlerse de, nice alimler diğer bazı âyet-i kerimeler gibi, bu âyetin de belli şartların tahakkuk etmesi hâlinde yine geçerli olacağı görüşünde birleşmişlerdir. Şimdi şöyle düşünemez miyiz? Bugün Amerikada yahut Avrupada yaşayan Müslümanlar, cihat âyetiyle amel etseler, bir anda yeryüzünden silinmezler mi? Hâlbuki maksat onların ortadan kalkmaları değil çoğalmaları değil mi? O hâlde ne yapacaklar? Kâfirun suresiyle amel edip, başkalarının dinlerine karışmadan kendi dinlerini yaşamaya, yaşatmaya ve imkânları ölçüsünde yaymaya çalışacaklar. Demek ki, Kâfirun Sûresindeki hüküm, hâlen nice ülke için geçerli, yani nesih olmuş değil. Bu misâlimizde olduğu gibi, günümüzde hâlen fetret karanlıklarında yaşayan insanlar varsa, onlara uygulanacak hüküm de fetret hükmü olacaktır. Bu gerçeği görmezlikten gelen bir takım kimselerin Bediüzzaman Hazretlerinin fetretle ilgili bazı ifadelerine karşı çıktıklarını ve bunu nezaket sınırlarını aşarak yaptıklarını görüyoruz. Bedizüzzaman, o günün bütün İslâm âlimlerince takdirle karşılanan fakat günümüzde bazı çevrelerin itirazına maruz kalan 2. Dünya savaşıyla ilgili sizin de aktardığınız mektubunda şöyle der: “Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (asm.) bir lakaytlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda hazret-i İsa (as)'ın din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa (as)'a mensup Hıristiyanların mazlumlarının çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (Kastamonu Lâhikası) İtiraza maruz kalan son cümlenin, peşin hükümden uzak kalarak, iyice bir tahlili yapılırsa hiç de tenkit edilecek bir yanı olmadığı açıkça görülür. Cümle, fetret gibi karanlıkta kalan, dolayısıyla İslâm’dan haberdar olma hususunda bir nevi fetret devri yaşayan Hristiyanlar hakkındadır. Bu Hristiyanların mazlumları ayrıca tahsis edilmiş. Bu tahsis, “bir nevi şehadet” hükmü içindir. Buna göre söz konusu cümle şu şekilde anlaşılmalı: “Fetret devrinde, zulme maruz kalan ve şiddetli felâket çeken insanlar bir nevi şehit hükmündedirler.” O bir soru münasebetiyle şöyle der: “Fakat zaman-ı fetrette " ve mâ künnâ muazzibîne hattâ nebase rasulâ" sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i ilâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektûbat) Bilittifak (ittifakla) ifadesi üzerinde durmak gerekir. Her iki mezhebe göre de ehl-i fetret amelî hükümlerden yani emir ve yasaklardan sorumlu değil. Bu hususta ittifak var. İman edip etmeme hususunda ise iki mezhep farklılık arz ediyor. İmam-ı Gazali Hazretlerinin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır: 7 "İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır: a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar. b. Hz. Peygamber'in (S.A.V.) ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir. c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber'in (S.A.V.) ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i (S.A.V.) tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber'in (S.A.V.) ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez." (İmam-ı Gazali, "Faysalü’tTefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka", Tercüme: İslam'da Müsamaha, Süleyman Uludağ, s. 60-61) Gerek Hıristiyan âleminde ve gerekse diğer ülkelerde İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır. Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz. 8 Kur’an’da her ikisi de “sevgi” mânâsına gelen “muhabbet/hubb” ile “meveddet/ vüdd” kelimeleri geçtiğini gördüm. Aralarındaki fark nedir? Sizin de işaret ettiğiniz gibi, muhabbet/hubb- Meveddet/vudd kelimeleri sevgi manasına gelir. (Kamusu’l-muhit, Lisanu’l-Arab, ilgili maddeler) Buna göre, Kur’an’da bu iki kavramın ayrı ayrı zikredilmesinin bazı hikmetleri olabilir: a. Bu bir tefennün sanatı olabilir. Yani, değişik sözcüklerin kullanılmasıyla ifade tarzında bir çeşni, bir çeşitlilik hedeflenmiş olabilir. Çünkü -muhatap/okuyucu için- aynı kavramın tekrarında usanç ihtimali olduğu gibi, farklı kavramların kullanılmasında ise yeni bir lezzet, bir tazelik ve bir zevk söz konusudur. b.Mevedded maddesi, bazen arzu, istek, temenni manasında da kullanılır. (Kamusu’l-muhit, Lisanu’l-Arab, a.y) Kur’an’da da Mevedded kavramının bu manada kullanılması söz konusudur: - “İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar (Yahudiler) olduğunu görürsün. Hatta bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler. Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister” (Bakara, 2/96) mealindeki ayette “ister” mealindeki kelimenin aslı “YEVEDDÜ” dur. - Keza, “Gerek Ehl-i kitaptan gerek müşriklerden olsun, kâfirler, Rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini arzu etmezler” (Bakara, 2/105) mealindeki ayette -meal olarak- yer alan “arzu etmezler” kelimesinin Arapça’sı: “MA YEVEDDÜ” dür. Bakara 256; Nisa 42; Hicr 2; Ahzab 20; Meâric 11. ayetlerinde bu kavram aynı manada kullanılmıştır. - Kur’an’da Allah için VEDÛD ismi kullanılmıştır. FAÛL kalıbındaki bu kelime hem fail (seven) hem de meful (sevilen) manasınadır. VEDÛD ismi bu iki anlamıyla Allah‟ın salih kullarını sevdiğini ve onlar tarafından da sevildiğini ifade etmektedir. (Lisan, a.g.y) 9 İmanın azalıp eksilmesi ve artması konusunda dört mezhep imamı ve cumhurun görüşü nedir? Arada ne fark var? Sitemizdeki aynı konuları tekrar etmeden kısaca sizin istediğiniz soruya cevap vermeye çalışalım: a. İmam Azam’a göre, İman, artma ve eksilme kabul etmez. İman ne artar ne de eksilir. (bk. el-Vasiyye s, 72) b. İmam Malik şöyle der: İman söz ve ameldir artar ve eksilir. (Tertibu-l-Medarik , 2/47) c. İmam şafii’ye göre, iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. İbn Abdul-ber, el-intiksa, s.81; Beyhakî, Menakıbu’ş-şafiiye, 1/387-93) d. İmam Ahmed’e göre iman söz ve ameldir, artar ve eksilir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Usulu’s-Sünne, 1/34) e. Cumhura göre: İman artar ve eksilir. (Acurri eş-Şeria s, 117; İbn Batta, el-İbanetü-lKübra 2/813; Nevevi Şerhu Müslim, 1/146) İmama Beğavi de şöyle demektedir: “Sahabeler tabiinler ve onlardan sonra gelen ehl-i sünnet alimleri amellerin imandan bir cüz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Onlara göre, İman söz, amel ve akidedir. İtaat ile iman artar, isyan ile eksilir” (elBeğavi Şerhü-Sünne 1/38) - Özetle şunu söyleyebiliriz ki, İmanın artması-eksilmesi konusundaki alimlerin farklı görüşleri, lafzidir, hakiki değildir. Aslında her iki taraf da aynı şeyi farklı cümlelerle ifade ediyor. Bu iki görüşün ortak paydasını teşkil edecek bir özeti şöyle arz etmekte fayda vardır: İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de işaret edilir. Hz. İbrâhim, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş, âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna "(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (Bakara 2/260) cevabını vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir. 10 Kur'ân-ı Kerîm'deki "İman etmiş olanlara gelince (her inen sûre) daima onların imanını artırmıştır." (Tevbe 9/124); "O, müminlerin yüreklerine imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için mânevî kuvvet indirendir" (Fetih 48/4); "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır" (Enfâl 8/2) anlamındaki âyetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet, kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir. 11 Buhari’de geçen “Ümmetimin en hayırlıları en çok evlenenleridir” anlamındaki Peygamber sözü neden gizleniyor? Bazı sahabiler neden yüzlerce evlenmiştir? - İslam kaynakları dünyanın her tarafında herkese açık bir şekilde bulunmaktadır. Bu sebeple; “Buharide geçen „Ümmetimin en hayırlıları en çok evlenenleridir‟ anlamındaki Peygamber sözü neden gizleniyor? sorusu çok anlamsızdır. - Kaldı ki, Buhari’de “ Ümmetimin en hayırlıları en çok evlenenleridir" manasına gelen herhangi bir bilgiye rastlayamadık. - Şu bir gerçektir ki, İslam dini çok evliliği icat etmemiştir. İslam’dan önce var olan ve adeta sınırsız olan şeklini dört ile sınırlandırmıştır. - Evlilikten en büyük maksat, özellikle Allah’ın maksadı, insan neslini üretmektir. Bu üretimin çok olması arzulanan bir husustur. Hatta Hz. Peygamber de (asm), “Evlenin, çoğalın, kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizinle övünürüm” (Kenzu’l-ummal, h. no: 44442) buyurmuştur. Kuvvetli bir ihtimalle bu hadisin manası “Ümmetimin en hayırlıları en çok evlenenleridir” şeklinde yanlış algılanmıştır. Neslin çoğalması, öncelikle evlenmeyi gerektirmektedir. Kadınların “annelik” duygusundan aldığı haz her şeyin üstündedir. - Çok evlilik tarih boyunca -bazı duygusal kıskançlıklara neden olmakla beraber- her zaman kadınlar tarafından tolere edilmiştir. Birinci kadının varlığından haberdar olduğu halde, evli erkekle evlenen kadınların varlığı bunun reddedilmez delilidir. Bununla beraber, Kur’an’da çok evlilik teşvik edilmemiştir. Çok ağır hastalıkların olması, savaşlarda erkeklerin ölmesinden doğan kadın nüfusunu çok olması gibi ikinci evliliği gerektiren şartların her zaman oluşacağını bilen Allah tarafından yalnız ruhsat verilmiştir. - Bu ruhsatın su-i istimal edilmemesi için adalet gibi ağır bir ölçü getirilmiş ve: “eğer eşleriniz arasında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla yetinin” (Nisa, 4/3) mealindeki ayetin ifadesiyle, bir tek kadınla evlenmeye özellikle vurgu yapılmıştır. - İslam hiç bir zaman boşanmayı teşvik etmemiş, aksine kötülemiştir. “Helal olan şeyler arasında Allah‟ın en hoşlanmadığı şey boşanmaktır.” (Ebu Davud, Talak, h. no: 2163-64; Kenzu’l-Ummal, h. no: 27871-72). - Yukarıdaki ayet ve bu hadis-i şeriften açıkça anlıyoruz ki, İslam’da dörtten fazla eşlerle evli olmak caiz değildir. Yeniden evlenmek için eşinden ayrılmak da asla hoş karşılanmamıştır. Bu sebeple, sahabeler arasında boşanmanın çok olduğunu söylemek mesnetsiz bir iddia olduğu gibi, ilgili ayet ve hadislere de aykırıdır. 12 Şehitlere kabir sorgusu olmadığına göre, Hz. Ömer’in sorguya çekilmesi nedendir? Önce şehidin durumuna bakalım: Şehitler için kabirde sorgu-sualin olmayacağına dair bazı hadisler vardır: - Hz. Peygamber (asm): “Bütün müminlerin kabirlerinde (sorgu-sual ile) imtihan edilmelerine rağmen, şehidin bundan muaf tutulmasının hikmeti nedir?” şeklindeki, soruya şu cevabı vermiştir: “(savaşırken) başında kılıçların şimşek gibi çakmaları imtihan olarak ona yeter.” (Nesai, Cenaiz,113) Bu hadisten anlaşılıyor ki, kabirdeki sorgu, -müminin imanındaki samimiyeti ile münafık olan kimsenin samimiyetsizliğini ortaya koymaya yönelik- bir imtihandır. Şehit bu imtihanı en ağır şartlarda kazanmıştır. Son nefeslerini imanındaki samimiyetini gösteren bir ortamda vermiştir. - Mikdam b. Madikerib anlatıyor: Resulullah (asm) şöyle buyurdu: “Şehit için Allah katında altı haslet (mükâfat) vardır: İşin başında(ölür ölmez) affedilir. Cennetteki yerini görür. Kabir azabından korunmuş olur. Kıyamet gününün o büyük korkularından emin olur. Bir tek yakutu dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan- vakar tacı başına konur. Yetmiş iki huriyle evlenir. Akrabalarından 70 kişiye şefaat eder” (Tirmizi, Fedailu’lcihad, 35) - Fudâle b. Ubeyd anlatıyor: Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Her ölen kimsenin amel defteri kapanır, ancak Allah yolunda kalbi cihada bağlı olarak ölen kimse müstesna; onun ameli kıyamet gününe kadar çoğalıp artar ve o kimse kabir fitnesinden de emin olur.” (Tirmizi, Fedailu’l-cihad, 2) Bu hadiste yer alan, “kabir fitnesinden emin olma” hususu alimler tarafından iki şekilde algılanmıştır. Birincisi: Yani, kabrin sorgu-sualinden, sıkıştırmasında ve azabından korunmuş olurlar. İkincisi: Melekler onu sorguya alırlar fakat, samimi imanından dolayı cevabını rahay verebilir ve kendisine herhangi bir sıkıntı söz konusu olmaz. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir, hadis rivayetlerine daha uygundur. Allah yolunda savaşmadan, sadece sınır boylarında nöbet tutarak müslümanların can-mal güvenliklerini sağlayan ve böylece kalbiyle cihada bağlılığını pekiştiren bir insan, sorgusualden korunuyorsa, bizzat cihad ederek şehit olan kimsenin sorguya çekilmemesi daha da önem arz eder. - Fıkıh alimleri de bu gibi hadislere dayanarak “Allah yolunda cihad maksadıyla sınır boylarında İslam ülkesini korumak için nöbet tutan kimse de şehit gibi sorguya çekilmez” diyorlar. (Dürrü’l-muhtar/Reddü’l-muhtar, 4/121) - O halde Hz. Ömer gibi şehit olmuş bir kimsenin kabirde sorgu-suale tabi olmasını nasıl izah edilir? Buna iki şekilde cevap verebiliriz. 13 a. Hz. Ömer’in kabirde sorgu-suale tabi tutulduğuna dair haber, İslam’da delil sayılan hiç bir nassa dayanmamaktadır. Bu husus daha çok bazı kimselerin gördüğü rüyalara dayandırılmıştır. Oysa “rüyalarla amel edilmez” prensibi tam da bu gibi ciddi konular için geçerlidir. b. Hadislerde kabir imtihanından muaf tutulan kimselerin manevi şehit değil, sadece maddi cihatta şehit olanlar olduğunu anlamak da mümkündür. Bunun dışındaki şehitler manevi şehitler olmalarına rağmen, asıl şehit gibi muamele görmezler. Nitekim, asıl şehitler yıkanmadan defnedildikleri halde, -Hz. Ömer dahil- manevi şehitler yıkanırlar ve yıkanmışlardır. 14 Anne ve babaların çocukları üzerinde hakları vardır; peki evlatların anne ve babaları ve kardeşleri üzerinde hakları var mıdır? Kardeşlik Hukuku: Sıhrî kardeşlik İslâm'ın kıymet verdiği önemli akrabalık münasebetlerindendir. Kardeşlerin birbirleri üzerinde hakları ve vazifeleri vardır. Kardeşler, aralarında adalet ve iyilik ve dostlukla muamele etmelidirler. Kur'an-ı Kerim de, Hz. Adem'in iki oğlu Habil ve Kabil'den şöyle bahsedilir: "Ey Rasûlüm, Ehl-i Kitab'a, Adem'in iki oğlunun haberini hakkıyle oku. Onlar Allah rızasını kazanmak için kurban kesmişlerdi de birisininki kabul edilmiş, diğerinki kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan (Kabil) diğerine; "Seni muhakkak öldüreceğim," demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti: "Allah, ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder. Yemin ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin; böylece cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur." Nihayet Kâbil hevesine uyarak kardeşi (Habil)'i öldürmeğe kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyana uğrayanlardan olmuştu." (el-Mâide, 5/27-30). Yûsuf sûresinde de, Hz. Yûsuf'a kardeşlerinin yaptıkları kötülükler uzun uzun anlatılır. Sonunda her şey ortaya çıkınca kardeşlerinin ona: "Allah'a yemin ederiz, Allah seni bizden üstün kılmıştır. Biz doğrusu (sana yaptıklarımızda) suçlu idik." dedikleri; Hz. Yusuf'un da; "Size, bugün hiç bir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi Allah yarlıgasın. O merhametlilerin en merhametlisi." (Yûsuf, 12/91-92) diyerek, onları afv ve müsamaha ile karşıladığı haber verilmektedir. Hz. Musa (a.s) kardeşinin de kendisiyle beraber hayır ve iyilikte ortak olmasını Allah Teâlâ'dan şöyle istemiştir: "Mûsa dedi ki: "Ey Rabbim; benim göğsüme genişlik ver; işimi kolaylaştır; dilimden de şu düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir de vezir (yardımcı) ver; kardeşim Harun'u... Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kıl. Tâ ki seni çok zikredelim, çok analım." (Tâhâ, 20/25-34). Peygamberler (a.s)'ın kardeşlerine olan iyiliklerinin Kur'an'da anlatılması, Müslümanlara öğüt ve örnek olması içindir. Kardeşler aralarında şu esaslara göre hareket etmelidir: 1. Kardeşler karşılıklı sevgi ve saygı beslemeli, küçükler büyüklerine karşı saygısız davranışlardan sakınarak onları anne ve babaları gibi görmeli ve kendilerine itaat etmeli, büyük kardeşler de küçüklerin kabahatlerini af ve hoşgörü ile karşılamalıdır. 15 2. Kardeşler, anne ve babalarını üzmeyecek, onlara huzur dolu bir hayat yaşatarak davranışlarla birlik ve beraberlik içinde yaşamalı; para, servet miras gibi maddi çıkarlar düşmanlık sebebi haline getirilmemeli ve birlik ruhu bozulmamalıdır. 3. Şan, şöhret, makam, servet gibi şeyler kıskançlık sebebi olmamalıdır. Kardeşlerden biri ilim, servet ve makam itibariyle yükselirse, bu durum diğerleri için ancak bir iftihar vesilesi sayılmalıdır. Maddî ve manevî bakımdan güçlü olan da diğerlerine hor bakmamalı, onlara her konuda yardım elini uzatmalıdır. 4. Aralarındaki işleri ve fikir ayrılıklarını zora baş vurmadan, birbirlerinin fikirlerine saygı duyarak ve konuşup anlaşarak tatlılıkla halletmenin yollarını aramalıdırlar. (bk. Şamil İslam Ans., Md. İslam'da Kardeşlik) İlave bilgi için tıklayınız: Çocuğun anne baba üzerindeki hakları nelerdir?.. 16 Kur'an'daki emirler kaç yıl sonra (ne zaman) emredilmişler? Namaz, tesettür, alkol yasağı, oruç, hac, vb. emirler, Efendimiz (s.a.s.) peygamber olduğundan kaç yıl sonra Allah (c.c.) tarafından emredilmiş? Hicretten önce genelde imani konularda ayetler indiriliyordu. Hicretten sonra ise daha çok ameli konularda ayetler nazil olmuştur. Bütün emir ve yasaklar bir anda indirilmemiştir. Zaman zaman yeri geldikçe ayetler indirilerek hükümler belirlenmiştir. NAMAZ: Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre özet olarak şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: "Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır." (Buhâri, Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, İman, 263; Ahmed b. Hanbel, V,122,143). ORUÇ: Kur'an-ı Kerim'de; "Ey iman edenler!.. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Ta ki, korunasınız." (el-Bakara, 2/183) buyurulmuştur. Oruç ibadetinin; hicretten sonra farz kılındığı hususunda görüşbirliği vardır. Sahih olan rivayete göre, Bedir savaşından kısa bir süre sonra farz kılınmıştır. TESETTÜR: Hz. Âişe (r. anhâ) ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır: "Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin onlar; "Baş örtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." (en-Nûr, 24/31) ayeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar." Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: "Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. 17 Ertesi sabah, Hz. Peygamber (asm)'in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II / 600). Hicab ayetinin hicri beşinci yılın Zülkade veya Zilhicce ayında nazil olduğu rivayet edilmektedir. (bk. İbn Sad et-Tabakat, 8/174-176, el-Belazuri, Ensab 1/463.) HAC: İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır." (Âl-i İmrân, 3/97). "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." (el-Bakara, 2/196) "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar." (el-Hac, 22/27) Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz." (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (a.s.m)'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak."(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13). Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz." (el-Bakara, 2/148) buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber (asm) bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi. Bu görüş, Müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ezZühaylî, a.g.e. III / 17, 18). İÇKİ: İçki hicretin dördüncü yılında, Beni Nadr Yahudilerinin yurtlarından sürülüp çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı. Bu konuda geniş bilgi için tıklayınız: İçki ne zaman ve nasıl haram kılınmıştır?.. 18 Gayri müslim ülkede içkili mekanlarda garsonluk yapmak haram mı? Ben Almanya'da bir restoranda garsonluk yapıyorum. Bazı müşteriler yemeğin yanına şarap veya bira gibi alkollü içecekler istiyorlar ve ben onlara bu içecekleri taşımak zorunda kalıyorum... Bu meseleye ışık tutacak bazı fetvaları zikredelim: Bir kimse şarap taşıtmak için birisini tutsa, İmam-ı Azama göre işçinin bu taşımadan dolayı aldığı para helâldir, fakat İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Ebû Yusuf'a göre caiz değildir. Yine Ehl-i kitap bir gayri müslim, bir Müslümanın hayvanını veya gemisini şarap taşımak için kiralasa; Müslümanın aldığı para İmam-ı Azam'a göre helâl, İmameyne göre caiz değildir. Tatbikatta görülmese de, kitaplarımızda şöyle bir fetvaya da yer verilmektedir: Bir Müslüman gütmüş olduğu domuzların karşılığında ücret alabilir. Bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür, fakat İmameyne göre alması caiz olmaz.(2) Fakat olayın değişik yönlerini de değerlendirmek gerekiyor: Yurt dışında Müslümanların sosyal ilişkilerinde İslam ahlakını yaşamaları, yurt içindeki Müslümanlara göre daha fazla ehemmiyetli bulunmaktadır. Çünkü yurt dışındaki gayri müslimler İslamiyet’i doğrudan Müslümanların şahsında görüyorlar ve onların güzel ahlakları hidayetlerine de vesile olabiliyor. Bediüzzaman (ra), İslam ahlakını bizzat yaşayarak örneklik edebildiğimiz takdirde, diğer dinlerin tabilerinin İslamiyet’e cemaatlerle girebileceğini bildirirken, İslam’ı doğru temsil etmemenin de mesuliyeti mucip olduğuna işaret buyuruyor. Gayri müslim ülkeleri “darülharp” olarak niteleyen İslam fakihleri, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlarla gayri müslimlerin münasebetlerini düzenleme konusunda muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir Müslümanın gayri müslim ülkelerde gayri müslimden faiz alması, gayri müslime içki ve domuz eti satması ve hatta kazanacağı kesin olmak şartıyla kumar oynaması, bu fiillerin gayri müslimlerce meşru olduğu ve Müslümanın da bu meşruiyetten faydalanmasının bir ölçüde ganimet mantığıyla açıklanabildiği esasına binaen, İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre caiz bulunmakla beraber, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Evzai, İshak ve Hanefilerden Ebu Yusuf’un da içinde bulunduğu fukahanın ekserisi, Müslümanın her yerde İslam ahkamı ile bağlı bulunduğunu ifade ederek, böyle batıl ve fasit akit ve alışverişleri caiz bulmamışlardır!. En uygun olanı da çoğunluğun bu görüşüdür!.. Zira artık günümüzde Müslüman ülkeler de dahil dünya ülkeleri, umumi bir barış ve sulhu esas almışlardır. Müslümanlar gayri müslim ülkelere izinli ve müsaadeli olarak girebilmektedirler ve bu ülkelerde emniyet ve güvenlik içinde yaşayabilmektedirler. Harp durumu ise söz konusu değildir. Binaenaleyh, İmam-ı Azam’ın fetvasında esas aldığı şartlar da, artık günümüz itibariyle mevcut değildir. Muharebe yok ki ganimet söz konusu olsun! 19 Esasen, Kur'an ve sünnet, zaruret dışında haramlara izin de vermemiştir. Zaruret olmadığı takdirde haram, her yerde haramdır. O halde özetleyecek olursak diyebiliriz ki: Günümüzde Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun; İslam ahkamını ve ahlakını yaşamakla mükelleftir. İki Müslüman arasında caiz olmayan bir alışveriş, Müslüman ile gayri müslim arasında da uygun olmamalıdır. Bu itibarla, gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar da (zaruret dışında) faiz almamalıdır, içki, domuz eti, laşe gibi İslam’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi satmamalıdır. Alimlerin çoğunluğunun şüpheden uzak görüşleri bu doğrultudadır. Ancak yukarıdaki fetvalar dikkate alınırsa, içki ve domuz taşımak suretiyle karşılık almak, İmam-ı Azam'a göre caizdir denilebilir; fakat imameyne ve diğer müçtehitlere göre caiz değildir, haramdır. Mecbur kalmadıkça böyle işlerde çalışmamak gerekir. Kaynaklar: 1. Buharı, Büyu: 102; Müslim, Müsakat: 71; Tirmizî, Büyu: 60; &m Mâce, Ticaret: 11. 2. el-Feteva'l-Hindiyye, IV/449-450. 3- Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri 1, Nesil yayınları, İstanbul, ss. 135-138; Süleyman Kösemene, Günümüz Meselelerine Çözümler, Yeni Asya Yayınları. 20 Çıplak olarak banyo yapmak caiz mi? Banyoda çıplak yıkanabilmek için banyonun büyüklük ölçüsü ne kadardır? İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan hafaza melekleri, insanın günah ve sevaplarını kaydederler. Bu melekler insandan cima, helâ ve gusül anında, bu haller bitinceye kadar ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.s) buyuruyorlar: "Sizden hela ve cima hali hariç ayrılmayan Kirâmen Kâtibin'e saygı gösterin. İçinizden biri banyo yaptığında bir bez parçası ile avret mahallini örtsün." Hz. Ali (r.a) da şöyle buyuru: "Avret mahalli açık olduğu kişiye melek yaklaşmaz." "Örtüsüz hamama (başkalarının da bulunduğu hamamlar) girilince iki meleği kişiye lanet eder." (Kurtubî, el-Câ'm'î !i-Ahkâmi'l Kur'ân, XIX / 248). Çıplak olarak banyo yapmak haram değilse de adaba aykırıdır. Bu bakımdan banyonun büyüklüğü ne kadar olursa olsun, kişi tek başına da olsa avret yerlerini örtmesi adaba uygun olandır. 21 Peygamberimizin babasının adı nasıl Abdullah (Allah'ın kulu) olabilir? O zamanda Arabistanda herkes puta tapıyorken, nasıl olmuş; Hz. İbrahim'in dininden kalıntılar mı vardı?.. Cahiliye dönemi insanları çoğunluk itibariyle putperest ve müşrik olmalarına rağmen, İslamın da kabul edeceği itikadi, ameli bir çok güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslamın zuhuru sırasında bu müsbet yaşantıyı sergileyen bir çok insan vardı. Bunlara "Hanifler" denilmekteydi. Bu nedenle Peygamber Efendimizin (asm) babasının isminin Abdullah olması garipsenecek bir durum değildir. Çünkü Hanifler, Hz. İbrahim aleyhisselamın Hanif Dininden geriye kalan hak bilgilerle Allah'ı biliyorlar ve bazı ibadetleri de yapıyorlardı. Ayrıca aynı dönemde Abdullah ismini taşıyan bir çok kimse bulunmaktaydı. Peygamberimizin (a.s.m) annesi, babası ve hususan kendisi ne ile amel ediyordu; bir inanç ve ibadet hayatı var mıydı? gibi konulara açıklık getirmesi bakımından bu konunun izahı gerekli olacaktır. Hanîf kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir. Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla Sabiilerin kastedildiğini , Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)’ın savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptıklarını belirtmektedir . Ancak Arapça sözlüklerde, kelime menşei hakkında bir bilgiye rastlanmadığı halde, manâsının hanefe kökünden “meyletmek, yönelmek” manâsına geldiğini anlamaktayız. Hz. İbrahim (a.s.)’ın kavmine, putperestliğe iltifat etmeyip, Allah’ın dinine İslam’a döndüğü için Hanif denilmiştir. Ebu Amr da Hanîf kelimesini, hayırdan şerre veya şerden hayıra meyleden diye açıklasa da, sözlük manasında ve İslami literatürde mutlak bir manada bir meyletmek değil, “dalaletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek” anlamında kullanılmış, haktan batıla yönelmek ise “cnf” köküyle ifade edilmiştir . Şu halde Hanif kavramı, eğriliği bırakıp doğrusuna gideni ifade etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın milletine ad olmuştur ki, başka dinlerden ve batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah’a yönelen muvahhid için kullanılmıştır . Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe’yi ziyaret eden kimseye hanîf denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim ( a.s.) dininden geriye kalanlardan bazılarıydı. Kur’an-ı Kerim’de hanif kelimesi on yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte, aynı zamanda sekiz yerde de Hz. İbrahim ( a.s.)’ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de din manâsına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim (a.s.)’ın kendini hanif diye nitelemektedir. Hanif kelimesi Kur’an-ı Kerim’de bir taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hıristiyan ve Yahudi olmadığı , bilakis Ehl-i kitabın hanifler olarak Allah’a kulluk etmekle emrolunduğu vurgulanmaktadır. 22 Hanifliği, Yahudilik ve Hristiyanlıkta aramanın gereği yoktur. Hepsi bir Allah’ın dinidir. Zamanla bazı bozulmalar olmuş, İslam bütün bozulma ve eğrilikleri düzelterek, güzelliklerin devam etmesine müsaade etmiş, yanlışlıkları ise tashih etmiştir. Yoksa Hanifliği Yahudi ve Hristiyanlığın devamı gibi görmek hatalı olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “Ey ehli kitap İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan‟dı, fakat o bir hanif ve Müslümandı, müşriklerden de değildi.” (Al-i İmran, 3/65-67) buyurarak, hem hanifliğin Yahudi ve Hristiyanlıktan önce olduğunu kesin bir dille ifade eder, hem de Hz. İbrahim (a.s.)’ın yerini belirler. İslam ve din-i kayyım’lıkla eş anlamlı olan hanifliğin, Araplardan putlara tapmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O’na kulluk eden bir cemaate işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlar hunefa veya ahnef diye de bilinirler ve bizatihi kendileri Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını, Hz. İbrahim (a.s.)’ın dinini takip ettiklerini ve Allah’a şirk koşmadıklarını ifade ederler. Hanif kelimesinin, Kur’an’daki anlamıyla hadislerde de geçtiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber (a.s.m) “Allah katında hangi din daha makbuldür?” diye sorulduğunda “kolaylaştırılmış haniflik” diye cevap vermiştir. Buhari’de geçen başka bir rivayete göre , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, hakiki dini aramak amacıyla Şam’a gitmiş, rast geldiği bir Yahudi ve Hristiyan alimlerine dinlerini sorup, beklediği cevabı alamayınca, kendilerine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da hanifliği tavsiye etmişler, hanifliğin ise İbrahim (a.s.)’ın dini olduğunu, O’nun Hıristiyan ve Yahudi olmadığını, sadece Allah’a kulluk ettiğini belirtmişlerdir. Peygamberimizin (a.s.), “Allah, kullarımın hepsini hanif olarak yarattım, buyurdu.” ifadesi ile “Ben Yahudilik ve Hristiyanlık ile değil, kolaylaştırılmış haniflikle gönderildim.” sözü beraber düşünüldüğünde, hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğinde ortak olan ilkeleri içine aldığı ve İslamın da bu ilke ve esasları yaşatan bir din olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.) gibi Hz. Peygamber (a.s.m)’ın da aynı dini tebliğ ettiği sonucuna varılabilir. Netice olarak, cahilî dönemdeki haniflik hakkında farklı görüşler ileri sürülmüşse de , yukarıda ifade edilen rivayet ve izahlar ışığında, bunların Cahiliye toplumu içinde yaşayan muvahhid, Yahudilik ve Hristiyanlıktan değil de, Hz. İbrahim (a.s.) dininden geriye kalan bazı güzellikleri, kendi çapında yaşamaya çalışanlara verilmiş genel bir isim olduğu anlaşılmaktadır. Haniflerin inanç esasları ile ilgili olarak, daha çok dini kaynaklarda bilgilere rastlamaktayız. Cahiliye Arapları nazarında, sünnet olan, Kabe’yi tavaf eden herkes haniftir. Ancak Taberi, bu iki özelliğin yeterli olmadığını, zira bazı müşriklerin de bunu yaptıklarını ifade eder. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de haniflik, müşrikliğin zıddı olarak gösterilmektedir. Öyleyse hanifliğin birinci şartının tevhid ehlinden olmak olduğunu belirtir. Bazı kaynaklar ise bu şartlara, putlardan uzak olmayı, cünüplükten dolayı yıkanmayı da eklemişlerdir . 23 Haniflerin putlar adına kesilen daha geniş ifadesiyle, Allah’tan başkası için kesilen kurbanların etlerinden yemedikleri, içki içmedikleri nakledilmekte , genel olarak haniflik vasfının, haccetmek, hakka tabi olmak, Hz. İbrahim (a.s.)’ın getirdiği şeriata uymak ve sadece Allah’a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir. Bu dönem haniflerinin temel özelliklerinden biri Yahudi ve Hristiyanlığa iltilaf etmeyip, çevrelerindeki putlardan ve putperestlerden yüz çevirip, İbrahim (a.s.)’ın ilahı olan bir Allah’a ibadet etmeleridir. Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi bazıları İbrahim (a.s.)’ın dini olan gerçek dini aramaya çıkmış, bir kısmı halkı putlardan uzaklaştırmaya çalışmış, bazıları da teemmül ve tefekkür için inzivaya çekilmiştir. Tarihçilerin ifadesine göre, bunların bazıları okur yazar oldukları gibi, bazı dilleri bilirler ve seyahate çıktıkları için de oldukça kültürlü sayılırlardı. O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab etTemimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır. Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir . Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi. Peygamber (a.s.m)’a onun durumu sorulmuş, O’da, “onu üzerinde halis bir ince ipek elbise olduğu halde Cennet’in ortasında yürüdüğünü gördüm” buyurarak güzel yaşantısının akibetini haber vermiştir. Süveyd b. Amir el-Mustalaki’nin şiirlerinden muvahhid, olduğu ve İbrahim (a.s.)’ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es’ad el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.m)’dan çok önce onun geleceğini haber vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki’ b. Seleme “Sıddik” olarak bilinmekte, İslam’dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)’ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare Medine’de Müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi Hz. Peygamber (a.s.m)’ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına yetişirse O’nunla beraber Medine’ye gideceğini bildirmiştir. Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür: Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun Hz. İbrahim (as)’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim (a.s.)'ın dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir. 24 Alkol ile elleri dezenfekte etmek, temizlemek caiz mi? Biz gıda üretimi yapan bir fabrikanın çalışanlarıyız. Fabrikada hijyen bantlarından geçerken, ellerimizi dezenfekte ettiğimiz sıvıların içerisinde alkol bulunmaktadır. Bu alkol dinimizce caiz midir?.. Öncelikle bir hususa işaret etmekte fayda vardır: Kur’ân’da “hamr” olarak geçen ve “sarhoş edici” özelliği bulunan alkol türleri necistir ve haramdır. Bunun dışında, meselâ, etil alkol cinsinin sarhoş edici bir yapısı olmadığından, haram sınıfına girmemekte ve necis sayılmamaktadır. Bakara Sûresinin “hamr” ile ilgili âyetlerinin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şu hususlara temas etmekte ve şöyle demektedir: “Üzüm şarabından yapılmayan ispirto, bira vesaire müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez.”(Hak Dini Kur’ân Dili, II/763) Bu nakilden de anlaşılacağı gibi, deodorant, parfümleri ve kolonyadaki alkol Hanefi mezhebinin bazı imamlarına göre necis kabul edilen alkol cinsine girmediğinden, elbiseye veya bedene sürülmesiyle namaza mâni olmaz. Şâfii ve Hanbeli gibi diğer mezheplere göre pis sayıldığı için sürülen yeri yıkadıktan sonra namaza durmak gerekir. Buna göre etil alkol olsun diğer alkoller alsun, bu alkollerle elleri dezenfekte ettikten sonra ayrıca su ile yıkanırsa her hangi bir mahzuru yoktur. Eğer kullanılan alkol etil alkol cinsinden ise her ne kadar bu alkollün yenilmesi haram olsa da vücuda veya bedene değmesinden dolayı yıkanmasa dahi namaza engel değildir. Bu hüküm Hanefi mezhebine göredir. Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise hangi alkol çeşidi olursa olsun necis olduğu için vücuda veya başka yerlere değmesi halinde yıkanması gerekir. 25