Küreselleşme ve Etkile ri POLİTİK PSİKOLOJİ BÜLTENİ Psikanaliz, Uluslararası Đlişkiler, Siyaset Bilimi, Tarih, Đletişim ve Diplomasinin Birleştiği Kavşak... YIL 1, SAYI 4 2009 Editörden... Değerli Politik Psikoloji Dostları, Politik Psikoloji Bülteni’nin 2009 yılına ait olan bu son sayısında dünya ve Türkiye ile ilgilibirçok farklı konuda yazılmış çeşitli makaleleri sizlerle paylaşmak istedik. Küresel dengeler, terör, kimlik ve uluslararası stratejiler ile ilgili politik psikoloji makaleleri bundan sonraki sayılarımızda da devam edecek. Çok genç bir bilim dalı olan politik psikoloji yanlızca siyaset biliminin ve psikolojinin değil, aynı zamanda tarih, uluslararası ilişkiler, hukuk, sosyoloji, iletişim, ekonomi ve diplomasi gibi birçok alanın da alt dalı olabilmektedir. Bu sayımızdaki makalelerde politik psikolojinin çok yönlülüğünü sizlere sunmak istedik. Türkiye’de politik psikoloji biliminin öncüsü olan derneğimiz disiplinlerarası bir çalışma ekibi ile özgün analizlerine devam etmektedir. Politik Psikoloji Derneği yeni bir yapılandırma ile kendi içinde çeşitli çalışma grupları oluşturmuştur. Psikoloji, Siyaset Bilimi, BÜSAM Araştırması Sonuçlandı Politik Psikoloji Derneği’nin eğitim programlarındaki partneri Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin yürüttüğü Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri Sosyo-Ekonomik ve Sosyo-Kültürel Yapı Araştırması sonuçlandı. Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ercan Çitlioğlu’nun sorumluluğunda yürütülen çalışma 29 ilde 530 kümede 27.726 hane halkına ulaşılarak 4.761 kişi ile yüz yüze görüşme ve yarı yapılandırılmış mülakat tekniği ile gerçekleştirildi. Araştırmada Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile son 20 yılda bu bölgelerden en fazla göç alan 10 ilin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısını değerlendiriliyor. Đki aşamalı olarak yürütülen araştırmanın ilk kısmı tamamen Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri üzerine yoğunlaşırken ikinci kısımda da bu bölgelerden göç alan iller üzerine eğiliyor. http:// busam.bahcesehir.edu.tr/ Uluslararası Đlişkiler, Tarih, Đletişim ve Kültür çalışmaları olarak kendi içersinde araştırmalar yürüten ekibimizin yeni çalışmaları önümüzdeki sayılarda sizlerle buluşmaya devam edecektir. Bültenimizin dördüncü sayısında desteklerini esirgemeyen akademisyen ve araştırma ekibimize teşekkürlerimi sunar siz değerli dostlarımıza iyi okumalar dilerim. Prof. Dr. Abdülkadir ÇEVĐK Politik Psikoloji Derneği Başkanı A.Ü.T.F. Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı BU SAYIDA… *Milli devletlerin oluşumu ve Türk kimliği *Gündüz Aktan anısına *Öcalan’I Mandelalaştırmak *Afganistan’da Taliban Direncinin Psikososyal Parametreleri ve Etniklik *Psiko-Tarih Bağlamında Türkiye –AB ilişkileri *Le Figaro Henri Kissinger söyleşisi *Küreselleşme ve Etkileri *Demokratik Açılım ve Büyük Grup Kimliği Üzerine *Büyük şehir Efsanesi ve Göçler *Belçika’da Göçmenler be Vatandaşlarımız *Belçika’da Türk kökenli siyasetçiler *Irak Su Sorunu *Kitap Köşesi *Uluslararası Đlişkilerde Algı Farklılıkları: Seçilmiş Zaferler ve Seçilmiş Travmalar POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 2 Milli Devletlerin Oluşumu ve Türk Kimliği Fransız Đhtilâli öncesinde Otuz Yıl Savaşları adıyla bilinen ve 1648 Westfalia Barışı ile sona eren dönem, Fransa açısından büyük devlet adamı Kardinal Richelieu’nün ‘devlet çıkarı veya milli çıkar’ kavramını ön plana çıkarması ve bunun sonucunda Katolik Fransa’nın Otuz Yıl Savaşlarında bugünkü Almanya topraklarında Katolik hakimiyetini devam ettirmek isteyen Kutsal Roma Đmparatorluğu yerine Almanya’daki Protestanları desteklemesi sebebiyle Fransa devletinin ve milletinin oluşum sürecinin başlangıcı sayılır. Milli devlet tek millet esasına göre kurulmuş siyasi yapılardır. Bugün dünyada Birleşmiş Milletler üyesi yaklaşık iki yüz civarında devlet vardır ve bunların dörtte üçü ya doğrudan doğruya milli devlettir ya da anayasal yapıları milli devlete çok yakındır. Tek millet esasına göre kurulu milli devlet yapıları kalıcıdır. Dünyada en azından son birkaç yüzyıldır gözlenen ve gelecek yüzyıllarda da var olacağına kesin gözüyle bakılan yapılar milli devletlerdir. Devlet yoluyla millet inşasının en güzel örneği olan Fransa modelinin zamanla Avrupa’daki diğer devletlere de yayıldığı ve on dokuzuncu yüzyılda önce Đtalyan sonra da Almanya milli birliğinin kurulmasının sağlandığı bilinmektedir. Buna mukabil Türkler tarihte siyasi manada millet tanımına çok yakın yapılanmalar içinde ‘Türkler’ olarak bilinegelmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasında Fransız Đhtilali’nin fikriyatı bulunsa bile, bu, siyasi manada bir milli devlet kurulmasını izah eder, millet inşasının Türkiye Cumhuriyeti ile başladığı anlamına gelmez. Türk milletinin inşa süreci binlerce yıllık bir tarihi süreçten geçmiştir. Millet inşası konusunda Tükler kadar eski olan milletlerin sayısı oldukça azdır. Bu açıdan bakıldığında Türk milli kimliği kültürel temellidir, ırki veya etnik değildir. Kucaklayıcıdır, dışlayıcı değildir. Türkler tarihleri boyunca çok değişik coğrafyalarda ve çok değişik halklarla birlikte yaşadıkları için ırkçılık Türk kültürü içerisinde yer bulamamıştır. Birlikte veya yan yana yaşadığı halkların kültürlerinden etkilenirken, onların kültürüne de katkılarda bulunmuş, evlilik, bir arada yaşama gibi pek çok sosyal etkileşim sonucu diğer halkları kendi bünyesinde rahatlıkla barındırabilmiştir. Türkiye’deki milliyetçilik hareketleri de aslında hep Batı dillerindeki ‘patriotism’ kelimesinin karşılığı olan ‘vatanseverlik’ çizgisi üzerine oturmuş, hiçbir zaman, Batı toplumlarındaki yaygın manasıyla ‘nationalist’ yani ırkçı ve yabancı düşmanlığı içeren unsurlar ihtiva etmemiştir. Batı dillerinde özellikle Fransız Đhtilâli ile kullanılmaya başlanan ve bilhassa on dokuzuncu yüzyıldan itibaren çok olumlu ve ilerici bir anlam kazanan ‘nationalism’ kelimesi iki dünya savaşının sebebi sayılarak gözden düşmüştür. Đngiltere ve Amerika’da hiçbir zaman Kıta Avrupasındaki kadar olumlu içerik kazanmamış olan bu kelimenin Đkinci Dünya Savaşı sonrasında kötü bir muhteva kazanması, Đngiltere ve ABD’nin savaşın galipleri oldukları düşünüldüğünde tesadüf değildir. Buradaki kötü içerik özellikle Kıta Avrupasında ortaya çıkan faşist ve nazi türü milliyetçiliklerden kaynaklanmış ve milliyetçilik birkaç kötülüğün sebebi olarak sayılmaya başlanmıştır. Bunlar ırkçılık, yabancı düşmanlığı,yayılmacılık ve dışlayıcı karakterdir. Oysa Türk milliyetçiliği hiçbir zaman bu özelliklerin hepsini veya birisini bünyesinde taşımamıştır. Örneğin ırkçılık Türkiye’de merkez sol ve Kemalist milliyetçilikte de, merkez sağ ve muhafazakar milliyetçilikte de tutunamamıştır. Türk milletinin tarihten gelen özellikleri, Đslamiyetin ırkçılığı reddeden anlayışı buna manidir. Bu sebeplerle Atatürk, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını tamamen dışlayan bir anlayış üzerine Türk milliyetçiliğini, milli kimliğini ve Türk ulus devlet yapısını inşa etmiştir. Yabancı düşmanlığı olmadığı için Türk milliyetçiliği Avrupa’daki Alman ve Fransız veya Balkanlar’daki Yunan ve Sırp milliyetçilikleri gibi dışlayıcı olmamıştır. Tüm grupları kapsayıcı özelliği olan Türk kimliğine mensubiyet duygusunu benimseyen herkesi kabul edici olup, kültürel niteliklidir. Tüm bu bahsedilen özellikler üzerine inşa edilen Türk ulus devletinin ürettiği politik kültür yayılmacı değildir. Türkiye Cumhuriyeti devletini yayılmacı olarak nitelendirmek söz konusu olamaz. Kıta Avrupasındaki milliyetçilik örneklerinin pek çoğu yayılmacı özellikler arzeder. Balkanlarda da durum farklı değildir. Örneğin Yunanistan devletinin ürettiği politik kültür, Bizans’ı ihya etmek amacı güden Büyük Ülkü (Meğali Đdea)etrafında şekillenmiş ve ilk kurulduğu toprakların etrafındaki bölgelerde genişlemeyi hedeflemiştir. Genişlemek istediği topraklar üzerinde yaşayan bütün Rumları kendinden saymış, Rum olmayanları o topraklardan atılması gereken ‘yabancılar’ veya ‘işgalciler’ olarak görmüştür. Sırp ve Bulgar milliyetçilikleri de aynı özellikleri taşır ki, teknik olarak bu tür yayılmacı milliyetçiliğe siyasi tarihte ‘irredantizm’ adı verilir. Buna karşılık Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ne Avrupa’da görüldüğü gibi emperyalist ne de Balkanlarda Osmanlı’nın sonunu getiren türden irredantist yayılmacı özelliklere bürünmüştür. Üstelik Osmanlı’nın kaybının hafızalarda taze olmasına ve kaybedilen Balkanlar ile Kafkaslar’dan milyonlarca Türk-Müslüman kökenlinin Anadolu’ya sürülmesine rağmen irredantist yayılmacılığın Türk milliyetçiliği içinde yer edinememesi normalde takdir edilmesi gereken çağdaş bir değer olmalıdır. Bu bağlamda Türk milli kimliğinin en önemli tarafı aidiyet veya mensubiyet duygusu üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Atatürk bütün bunları en doğru ve en anlamlı biçimde harmanlamış ve bunu yapı harcı olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunun esası haline getirmiştir. Prof. Dr. Hasan Ünal Gazi Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Politik Psikoloji Derneği Kurucu Üyesi Sayfa 3 YIL 1, SAYI 4 Gündüz Aktan’ın Aramızdan Ayrılışının Birinci Yılında Sn. Gündüz Aktan ve Prof. Dr. Vamık Volkan www.vamikvolkan.com adresinden temin edilmiştir. Gündüz Aktan’ın Radikal Gazetesi’ndeki köşesinden: Büyükelçi Gündüz Aktan’ı bir çoğumuz diplomat ve köşe yazarı olarak tanıdık. Ancak Aktan, çok derin bir bilgi birikimine sahip vizyoner bir kişilikti. Felsefe ve psikolojiye özel ilgisini akademik bilgiye çevirebilecek kadar çalışmalarına tutkuluydu. Aktan, Büyükelçilik yaptığı yıllarda Onursal Başkanımız Prof. Dr. Vamık Volkan ile tanışmış ve gruplararası çatışmaların psikanalitik teoriler uygulayarak çözümlenmesini diplomaside yeni bir yaklaşım olarak görmüştür. Bu alanda yapılacak çalışmaların kemikleşmiş sorunları açıklayabileceğini hisseden Aktan, uzun yıllar psikanalitik teori ile ilgilenmiştir. Büyükelçilik görevine devam ettiği dönemlerde ve daha sonraki yıllarda Türk-Yunan ilişkileri, TürkErmeni ilişkileri, Batı-Đslam dünyası üzerine düzenlenen birçok çalıştayda diplomasi deneyimleri ile politik psikoloji metodolojisini biraraya getirmiştir. 2007 yılında siyasete atılan ve Đstanbul milletvekili olan Gündüz Aktan siyasi sahnede de çatışmaların psikolojik temellerine sıklıkla değinmiş, özellikle de Türk-Ermeni ilişkileri konusunda büyük çaba sarfetmiştir. 1998-2007 arasında Radikal Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan Gündüz Aktan gerçek bir fikir ve felsefe insanı olduğunu yazılarında okurlarına bir kez daha göstermiştir. Köşe yazarlığı yaptığı süre içinde ülke ve dünya gündemini meşgul eden konularda yaptığı derinlemesine analizler ile okuyucularını aydınlatmıştır. Politik Psikoloji Derneği’nin kurulmasında sonsuz çabalar gösteren, bizlere fikir ve yazılarıyla önderlik eden Gündüz Aktan emek verdiği çalışmalar ile daima hatırlanacak ve yaşatılacaktır. Aramızdan ayrılışının birinci yılında Büyükelçi Gündüz Aktan’ı saygı ile anıyoruz. Yas Tutma Üzerine: “Yunan kimliğinde büyük kayıpların yasını tutmanın, zaferleri kutlamak kadar önemli olmasıydı. İnsan böyle bir olguyla karşılaşınca, biz Türklerin sadece zaferlerimizi kutladığımızı, kayıplarımızın yasını tutmadığımızı fark ediyor.” 24.03.2007 Toplumsal Regresyon Üzerine: “Erişemeyecekleri hedeflere yöneldikleri için karşılaştıkları sorunları çözemeyen toplumlar 'regresyona' girerler. Yani toplumu oluşturan bireyler günün baş edilemez gerçeklerinden kaçarak, çocukluklarının başlangıç dönemlerine gerilerler ya da sığınırlar. Geçmişte kendilerine hep kötülük yapıldığına inanırlar. Sorumlu tuttukları otorite merciini (genelde devleti) hedef alıp şiddete başvururlar. Esiri oldukları irrasyonel güçler onları hesapsız maceralara sürükler.” 13.12.2005 POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 4 Öcalan’ı Mandelalaştırmak Güney Afrika Cumhuriyeti, nüfusunun yaklaşık % 79.6’sını siyah ırkın, yaklaşık % 9.1’ini beyaz ırkın, % 8.9’unun karma ırkın, %2.5’inin Hint/Asya ırkının oluşturduğu (1), ancak özellikle 1994’teki ilk demokratik seçimlere kadar tamamen beyaz ırkın yönetiminde olan bir ülkedir. Ülkede halen var olan doğal kaynakların zenginliğini 1600’lü yıllardan itibaren sömürgeciliğin kaymağını yiyen beyaz ırk paylaşmaktadır. Ülkenin nüfus olarak azınlığını teşkil eden beyaz ırk, atalarından aldıkları güç ile eğitimsiz siyah ırk çoğunluğuna yüzyıllarca hükmetmiştir. Hollanda ve Đngiliz sömürgeciliği döneminde gayri resmi olarak ortaya çıkan ırk ayrımcılığı, 1880’li yıllarda uygulanmaya başlamış, 1948’te yasalara geçmiş ve Güney Afrika apartheid rejimini uygulamaya başlamıştır (2). Apartheid resmi olarak üç değişik ırkı sınıflandıran ayrımcı bir sistemdir(3). Siyahlar, beyazlar ve renklilerden (Hint asıllılar başta olmak üzere) oluşan ırklar eğitim, sağlık, ulaşım ve diğer kamu hizmetlerinden ya beyazlar kadar faydalanamamakta ya da faydalansa dahi ayrımcılığa tabi tutulmaktaydı. Neticede 1958 yılında siyahlar vatandaşlık haklarından mahrum bırakılarak küçük birer devletcik statüsünde olan klanları ile yaşamaya mahkum oldular. Bütün bu yaşanılan haksızlıklara karşı mücadele umudunu yitirmeyen bir grup siyahi Güney Afrikalı African National Congress (ANC) ‘i 1912 yılında kurdular (4). Sosyal ve siyasal alanda baskı altında olan siyahlar bu kitle hareketine büyük oranda katıldılar. 1944’te Nelson Mandela’nın da katıldığı siyasi örgüt birçok eylem, bildiri, kongre, boykot gibi sosyal içerikli mesajlara imzasını attı. Apartheid rejiminde değişikliğe gidilmemesi ve siyahlara yanlızca ırklarından dolayı zulüme devam edilmesi nedeniye 1969 yılında silahlı eylem düzenlemeye başlayan ANC, 1976 yılında apartheid rejiminde ilk reform hareketine zemin hazırlamıştır (5). ANC lideri Nelson Mandela 27 yıl hapisten sonra 1990 yılında şartsız olarak serbest bırakılmış ve o tarihten itibaren de siyahların sembolü olmuştur. Ne yazık ki, Nelson Mandela’nın hayatı ve davası teröristbaşı Öcalan’ın hayatı ile eş tutulmak istenmiş ve PKK, Öcalan’ın Mandela’nın izinden yürüdüğünü defalarca dile getirmiştir. Oysa ki, her iki ülkenin tarihine ve sosyal yapısında bakıldığında ANC’nin insan hakları istekleri ile PKK’nın terör eylemleri ve talepleri arasında derin uçurumlar olduğu açıktır. Güney Afrika’da geçmişte var olan ve hala izleri sürmekte olan ırk ayrımcılığı, ırksal farklılıklara veya ırksal farklılıkların algısal üstünlüklerine, yasal olarak bir ırkı diğerinden üstün tutulmasına dayanmaktadır. Güney Afrikalı olup yaşı 25’ten büyük olan her birey ayrımcılığı ya yaşamış ya da yaşatmıştır. Farklı ırklardan çocukların birbirleriyle oynamaları, beyaz olmayanların kaliteli veya kimi zaman herhangi bir eğitim görmeleri, farklı ırkların aynı toplu taşım araçlarına binmeleri, aynı yerde yemek yemelerinin imkansız olduğu bir ülke olan Güney Afrika ancak 1994’ten sonra yasal eşitlik ilkesini savunabilmiştir. 1994 öncesi Güney Afrika Cumhuriyeti rejiminin başlıca özelliği anti demokratik oluşu ile ırksal ve etnik temellere dayalı ayrımcılık yapmasıdır. Tarihinde ırk ayrımcılığının var olduğu bir başka ülke ise zenci ve beyazların farklı statüde yaşamış olduğu ABD’dir. Oysa ki geçmişten günümüze dek bakıldığında, Türk devletlerinde hoşgörünün hakim olduğunu, bireylerin kimlikleri, ırk veya etnik kökenleri üzerinden tanımlanmadığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere mirasını devraldığımız Osmanlı Đmparatorluğu da, topraklarında yaşayan bireylere Güney Afrika veya ABD örneğinde olduğu gibi farklı davranmamıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde devlet tarafından yasalaştırılan ayrımcılık, beyaz azınlık tarafından da benimsenmişti. Öte yandan, ülkemizde hiçbir zaman vatandaşlar arasında etnik kimliğe dayalı ayrımcılık yapılmamıştır. Böyle bir ayrımcılığın toplumsal anlamda da kabul görmeyeceği yaşadığımız terör olaylarına rağmen halkımızın duyarlılığından anlaşılmaktadır. Bu nedenle haklı bir nedenle insanca yaşayamadıkları, temel insan haklarından tamamen yoksun oldukları için siyasi mücadele veren Mandela ile teröristbaşı Öcalan’ın kıyaslanması imkansızdır. Mandela kendi topraklarında zulme maruz kalan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören, toprak sahibi olamayan, mal-mülk edinemeyen, beyazlarla yan yana dahi yürüyemeyen siyahların lideri iken Öcalan, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde tüm grupların sahibi olduğu haklara sahip olan bir grubun liderliğine soyunmuştur. Türkiye’de farklı etnik kökenlerden gelen insanlar eğer aynı masada oturabiliyor, aynı yerden alışveriş yapabiliyor, mülk ve iş sahibi olabiliyor, hatta daha da önemlisi birbirleriyle etnik kökenlerini sorgulamadan evlenebiliyorlarsa bu, Cumhuriyetimizin ve Türk geleneklerinin getirdiği bir değerdir. Özgürlüğün meşalesi konumunda sayılan Güney Afrika’da hala bir beyaz ile siyahın arkadaşlık dahi etmesi kendi grupları arasında hoş karşılanmazken, ülkemizde evliliklerin gerçekleşmesi ve devam etmesi kimliğimizin ne kadar içiçe geçmiş ve bütünleşmiş olduğunu göstermektedir. Son yıllarda terör örgütü PKK’nın ve örgütün temsilcilerinin “Öcalan’ı Mandelalaştırmak” söylemini tekrarladığı ve Mandela benzeri bir proje ile Öcalan’ı cezaevinden çıkartarak toplumsal ve yasal bir lider haline getirme çabası içinde oldukları görülmektedir. Adaletsiz bir sosyal hayata karşı mücadele eden Mandela haklı bir davayı kazanmıştır. Ancak, Öcalan’ın Kürt halkının sözde eşitliği için mücadelesi gerçeklere dayanan bir söylem değildir. Terör örgütü tarafından bu tarz propagandaya maruz kalan PKK’ya yakın bazı Kürt vatandaşlarımız, Öcalan’ı kendi “Mandela’ları” konumuna getirmek istemektedirler. 1 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşen “DTP Barış Mitingi” de Öcalan’ı Mandelalaştırmaya giden yolda emin adımlarla ilerlendiğinin bir kanıtıdır. DTP milletvekili Aysel Tuğluk yaptığı bir konuşmada “Öcalan’a ev hapsi” isteyerek “Mandela yolunda” ilerlediklerini belli etmiştir (6). Ahmet Türk ise bir konuşmasında “Güney Afrika'da Nelson Mandela cezaevindeydi, çözülmedi. Ne zaman Mandela'nın koşuları düzeltildi, yanına arkadaşları gönderdiler, ev hapsine aldılar, daha sonra özgürleştikten sonra ancak o zaman barış geldi” diyerek aynı doğrultuda görüşlerini beyan etmiştir (7). DTP’nin kapatılmasıyla benzer söylemlerde bir artış dikkati çekmektedir. Sayfa 5 YIL 1, SAYI 4 Bu bağlamda Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kurulan “Truth and Reconciliation Commission” (Barış ve Hakikat Komisyonu) benzeri bir oluşum son yıllarda sıklıkla dile getirilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin apartheid sonrası oluşturduğu bir tür mahkeme olan Barış ve Hakikat komisyonu, apartheid sırasında insanlık dışı zulümler gören siyah halk ile zulmü uygulayanları bir araya getirip tarafları dinlemeyi amaçlayan bir oluşumdur (8). Yıllar içinde Güney Afrika’nın Barış ve Hakikat Komisyonu Arjantin, Şili, Panama, Peru, Fas gibi daha birçok ülkede benzer oluşumların kendi ülkelerine özgü bir biçimde ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki oluşum siyahlar ve beyazlar arasındaki ırk ayrımıyla, beyazların siyah halka zulmüyle ve resmi ayrımcılıkla ilgilidir. Mandela öncülüğünde kurulan Barış ve Hakikat Komisyonu ancak Türkiye’ye özgü şartlarda ve Türkiye’nin sorunları bağlamında tartışılmalıdır. Aksi halde, Güney Afrika’da yaşanmış olan ırkçılık sorunu ile ülkemizde yaşanan sorunlar eşit tutulamaz. Göreceğiniz fotoğraflar apartheid dönemi Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçılığın boyutlarını ve öylesi bir durumda Barış ve Hakikat Komisyonu’na neden ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir. Mandela, hiçbir hakka sahip olmayan, her türlü kötü muameleye maruz kalan kendi halkının özgürlüğü için mücadele etmiştir. Türkiye’de yaşayan herkesle aynı ekmeği, suyu, aynı kaderi paylaşan Kürt vatandaşlarımızı, Güney Afrika’daki zencilerin apartheid dönemi şartları ile kıyaslamak gerçekçi değildir. Bu nedenle de DTP lideri Ahmet Türk’ün “Güney Afrika'da siyah ve beyazların sorunu Mandela'nın özgürleşmesiyle çözülmüştür. Kürt sorununun çözümü için de sayın Öcalan'ın özgürlüğü sağlanmalıdır” (9) sözleri Türkiye’deki sosyal sorunlara değil Güney Afrika’daki ırk ayrımına işaret etmektedir. KAYAKÇA 1 www.statssa.gov.za Statistics South Africa, www.southafrica.info/about/people/population.htm 2 www.rebirth.co.za/apartheid_history.htm 3 Türkkaya Ataöv, “Against Apartheid in South Africa” Paper presented in World Conference Against Racial Discrimination, 1979. 4 www.anc.org.za African National Congress 5 Nelson Mandela, Long Walk to Freedom, Londra, Abacus, 1994. 6 “Öcalan’a Ev Hapsi!”, Vatan Gazetesi, 19.04.2009 7 “Öcalan’a Ev Hapsi!” Vatan Gazetesi, 19.04.2009 8 Truth and Reconciliation Commission, www.doj.gov.za/trc/index.htm 9 “Barış Đçin Öcalan Serbest Bırakılmalı”, www.iha.com.tr, 2009.03.23 APARTHEID DÖNEMĐ GÜNEY AFRĐKA PRETORIA Metro Đstasyonu Girişleri Sol Giriş: Yanlızca Avrupalı Olmayanlar (zenciler)Sağ Giriş: Yanlızca Avrupalılar (beyazlar) Bahar Senem Çevik Politik Psikoloji Đletişim Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 6 Afganistan’da Taliban Direncinin Psiko-Sosyal Parametreleri ve Etniklik 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırıların gerçekleşmesinden ve Amerika Birleşik Devletleri öncülüğünde Koalisyon Kuvvetleri tarafından Afganistan’a yönelik operasyonun başlatılmasından bu yana sekiz yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Uluslararası örgütler, düşünce kuruluşları, çeşitli devletlere bağlı olarak faaliyet gösteren kurumlar ve kimi uzmanların değerlendirmeleri, Afganistan’da devam eden savaşta inisiyatifin Taliban’da olduğu yönündedir. Taliban kuvvetlerinin Koalisyon Kuvvetleri ve NATO unsurlarına karşı “üstün” olduğunun değerlendirilmesinde askeri, politik, jeopolitik-jeostratejik yönlerin dışında, ülkedeki etnik dağılım ile bağlantılı psiko-sosyal etkenler önem arz etmektedir. Afganistan’da sürmekte olan mücadelenin stratejik parametrelerinin önemli bir kısmı, söz konusu etkenler ile bağlantılı bir görünümü haizdir. Çoğunlukla, Afganistan’ın güney ve doğu bölgelerinde yaşayan ve ülke nüfusunun yüzde 45’e yakın bir oranını oluşturan Peştunlar, ülkenin en kalabalık etnik unsurudur. Tacikler, Hazaralar, Özbekler, Türkmenler, Pamirler, Beluciler ve Aymaklar ülkedeki diğer etnik unsurlardır (1) Taliban güçlerinin eylemselliği ve hakim olduğu alanlar incelendiğinde, Peştun bölgelerin, Afganistan’daki direnişte önemli bir yerinin olduğu gözlemlenmektedir. Afganistan’da Ağustos ayında yapılan devlet başkanlığı seçimlerine katılım oranlarının, Peştun bölgeler genelinde son derece düşük kalması, söz konusu bölgelerde yerel halkın “kazanılamadığının” önemli bir göstergesidir. Afganistan’ın Pakistan ile olan sınırının yapısı, Taliban unsurları için önemli bir stratejik avantaj oluşturacak niteliktedir. Sınırın iki yanında bulunan etnik unsurların büyük çoğunluğunun Peştun olması, Afganistan’da ve Pakistan’da yüksek eylemsellik gösteren Taliban unsurları için stratejik avantaj oluşturmaktadır. Taliban, dönemsel olarak Afganistan içindeki mevcutlarında değişiklikler gerçekleştirebilmekte, sınırın yapısının sağladığı coğrafi avantajları kullanarak çeşitli lojistik ikmal yollarını düzenli olarak kullanabilmektedir (2). Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik önceliğinin, özellikle Barrack Obama’nın Başkan olmasının ardından, Irak’tan, Afganistan-Pakistan bölgesine kaydığı bilinmektedir. Afganistan’da sürmekte olan mücadelenin kazanılmasının yerel halkın desteğinin kazanılmasına bağlı olduğu yönündeki tespitler ile birlikte değerlendirildiğinde, mücadelenin uluslararası sisteme doğrudan ve dolaylı bazı etkilerde bulunacağı öngörülen sonucunun, direnişin psiko-sosyal parametreleri ile doğrudan ilgili olduğu değerlendirilmektedir (3). Peştunlar, belirtildiği üzere Afganistan’da oransal çoğunluğu oluşturmalarının yanında, uzun süre, ülkedeki politik işleyişe hakim konumda bulunmuşlardır (4). Koalisyon Kuvvetleri’nin ülkede gerçekleştirdiği operasyonun ardından kurulan yeni yönetimin yapısının, Peştunların hakim konumlarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Bu kayıpların da Peştunlar’ın yaşadığı “travmanın” daha da derinleşmesinde etkili olduğu değerlendirilmektedir. Kurulan yeni yapının başında olan Hamid Karzai’nin bir Peştun olmasına karşın, yönetimin önemli kademelerinde “rakip” olarak algılanan etnik unsurların temsilcilerine yer verilmiş olması, Peştunlar nezdinde, söz konusu travma etkileri yaratan durumlara örnek olarak gösterilmektedir. Taliban’ın Peştun bölgelerde gerçekleştirdiği eylemler incelendiğinde, bu bölgelerde merkezi yönetimin etkisinin kırılmaya çalışıldığı ve Peştunlar’a yaşatılan travma konusunda başarılı olunduğu gözlemlenmektedir. Belirtilen durumlara ek olarak, Taliban tarafından yürütülen propaganda faaliyetlerinin Peştunlar nezdinde başarılı etkiler yaratması, “akılların ve kalplerin kazanılmasında” (5) Koalisyon Güçlerinin Taliban’ı geriden takip etmelerine neden olmaktadır. Ülkede sürdürülen operasyonların temel niteliklerine bağlı bazı hususlar da söz konusu zorlukları derinleştirir niteliktedir. Afganistan’ın tarihsel geçmişinden kaynaklanan “yabancıların egemenliğine direnme” alışkanlığı, Koalisyon Kuvvetleri tarafından yürütülen operasyonlarda, özellikle, yoğun sivil kayıplara neden olan hava saldırılarının kullanılması gibi taktiksel “zorunluluklara” yoğun olarak başvurulması, yerel halkı Taliban saflarına yakınlaştıran etkenler arasındadır. Sonuç olarak, 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırıları planlayan “düşünceye” ev sahipliği yapan, sekiz yılın ardından halihazırda uluslararası güvenliğe yönelik “risk” olma özelliğini koruyan Afganistan’ın, belirtilen nitelikte bir etki gücünü haiz bir mücadeleye sahne olmasının temelinde, “uluslaşamamanın” olduğu değerlendirilmektedir. Söz konusu duruma bağlı olarak derinleşen psiko-sosyal yapının Taliban direnişinde önemli bir momentum yarattığı şüphesizdir. Etnikliğin, belirtilen hususlar bağlamında haiz olduğu etki gücü ile birlikte değerlendirildiğinde, Afganistan ve Pakistan üzerinde yoğunlaşan “tehdidin” ortaya çıkışının, risk bölgelerinde yaşayan toplumların kimlik algısının, özellikle “dış halkaları” üzerine baskı oluşturan küreselleşme sürecinin, yine kendi gelişimine yönelik büyük tehditler yaratan bir “döngüyü” başlatmasına bağlı olduğu değerlendirilmektedir. KAYNAKÇA DORRONSORO, Gilles, “The Taliban’s Winning Strategy in Afghanistan”, Carnegie Endowment, Washington DC, 2009. a.g.e Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi, “Afganistan Af-Pak Denklemi”, Temmuz 2009. RAŞĐD, Ahmed; Taliban: Đslamiyet, Petrol ve Orta Asya’da Yeni Büyük Oyun , Agora Kitaplığı, Đstanbul, 2007 MCCLOSKEY, Anthony; “Winning Hearts and Minds” , http:// missionafghanistan.blogs.nytimes.com/2006/12/03/winning-heartsand-minds/ , Erişim Tarihi: 1 Ekim 2009 Barış Kırdemir Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları EGE Üni. ULIT Başkanı YIL 1, SAYI 4 Sayfa 7 Psiko-Tarih Bağlamında Türkiye-AB Đlişkileri Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri 31 Temmuz 1959’da başlamış, günümüzde hala devam eden ve ucu açık olduğu için ne zaman biteceği tahmin edilemeyen bir süreç halini almıştır. Türkiye’nin karşısında iki Avrupa Birliği olduğunu söyleyebiliriz. Birinci Avrupa, antik Yunan ve Roma Đmparatorluğu mirasını kabul eden Hıristiyan kültürüdür(1). Bu kültür içerisinde yer alan devletler kendi aralarında önce ekonomik daha sonra da siyasal bir bütünleşmeye gitmiş, sermaye ve iş gücünün Avrupa’da serbestçe Viyana Kuşatması Görseli dolaşıp iş bulabilmesinin ve yatırım yapabilmesinin önündeki engeller kaldırılmış, ekonomik olarak geri kalmış yörelerin kalkınması için imkanlar seferber edilmiş, Avrupalı çiftçiyi diğer ülkelerin çiftçilerine karşı avantajlı duruma getirmek için önemli destekler sağlanmış ve sağlanmaktadır. Fakat bunun yanı sıra bir de Türkiye için AB vardır. Bu ise tamamen yukarıda bahsedilen ilkelerden farklıdır. Bunun başlıca sebebi Avrupalıların belleklerinde yüzyıllardan beri oluşan Türk imajıdır(2). Bu Türk imajının veya imgesinin oluşmasında tarihi faktörler ile bu tarihi olgulara bağlı psikolojik etkiler rol oynamıştır. Günümüzde Avrupa Birliği üyesi olan ülkelerin birçoğu Türkler ve Türklerin kurmuş olduğu devletler ile karşı karşıya gelmiştir. Psikolojik açıdan incelediğimiz Hristiyan Batı dünyasının geleneksel Türk düşmanlığının kökeninde yüzyıllar önce yaşanmış acı duygular, korkular, öfke ve kayıplar yatmaktadır. Öyle ki, Malazgirt yenilgisiyle başlayan Đstanbul’un fethedilmesiyle devam eden kayıplar, Kurtuluş Savaşı ile yeniden canlanmış ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile güçlenmiştir. Burada önemli olan nokta Hristiyan dünyasının bilinçdışında Türkiye’nin hala düşman Osmanlı Devleti ile eş tutulmasıdır(3). Dolayısı ile bu durum bilinçdışı çeşitli önyargılar oluşturmaktadır. Batı’nın bu önyargılarının gelişmesinde zamanın kanaat önderleri ve düşünürlerinin katkısı yadsınamaz. Bunların temelinde Türklerin Anadolu’ya ait olmadıkları, medeniyete ve güçlü bir devlet kurmaya layık olmadıkları düşünceleri yatmaktadır. Johann Gotfried Herder’in Türkler hakkındakı yorumları dikkat çekicidir: “Türkistanlı olan Türkler, 300 yıldan fazla bir süredir Avrupa’da bulunmalarına karşın, hala Avrupa’ya yabancıdırlar... Đçinde yaşayan bütün Avrupalılar için kocaman bir zindan olan Türk Đmparatorluğu zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hala Asyalı barbarlar olmak isteyen bu yabancıların Avrupa’da ne işi var?(4)” Türklerin Avrupa’ya ait olmaması gerektiği düşüncesi yanı sıra, barbarlık ve gaddarlık, cehalet, kötülük ve korku “Türk” imgesinde birleşmektedir. Politik psikoloji bilimine göre önyargı oluşturma tarihsel süzgeçlerden geçerek oluşmaktadır. Avrupa veya Batı’nın önyargıları da toplumlararası tarihsel ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Bu tarihsel ilişkiler öyle bir boyuttadır ki Türk ile Đslam/ Müslüman imgeleri birbiriyle özdeşleşmiştir. Burada Osmanlı imgesinin ve hatıralarının etkileri de yadsınamaz(5). Örneğin Türklerin Viyana kapılarına dayanıp Hristiyan birlikler tarafından durdurulmaları, Bosna ve Kosova’da öldürülen Müslümanların Osmanlı’dan “öç almak” amacıyla yapılmış olması bu önyargıların bir tezahürüdür(6). Günümüzde dahi Müslüman ve Türk kimlikleri birbiriyle eş görünmektedir. Đstanbul’un fethine denk gelen Salı günü Hıristiyanlar tarafından uğursuz gün olarak anılmaya devam etmektedir. 19.yüzyıl düşünürlerinden Engels “Türkiye” adlı yazısında “ayaktakımı” şeklinde tabir ettiği Türkler için şöyle demiştir: “Kuşkusuz, er ya da geç, Avrupa kıtasının en güzel parçaları, bu ayaktakımının egemenliğinden kurtulacaktır”(7). Batı’da var olan Türk imgesinin ve bunun psikolojik yansımalarının Türk ordusu ile de yakın ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bütün olumsuz şartlara rağmen Türk milleti, Selçuklular, Osmanlılar ve daha sonra da Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş mücadelesi ile Batı’yı büyük yenilgilere uğratmıştır. Bu yenilgiler Avrupada derin yaralar açmıştır. Batı dünyası tüm bu kayıpların mesuliyetini Türk ordusuna yani bugünkü adıyla onun hamisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklemektedir. Avrupa ülkeleri Türk kimliğini ve Türkiye’yi bu imajından dolayı kendi aralarında eşit görmemekte ve Avrupa’nın bir parçası saymamaktadır. Bunun yanı sıra gerçekçi bir bakış açısıyla baktığımız zaman, bugünkü nüfusuyla 70 milyonluk Türkiye, AB içerisinde çok önemli bir siyasi güce sahip olacaktır. Buna da yukarıda bahsedilen önyargılardan dolayı hiçbir AB ülkesi izin vermez. Bunun dışında olası bir Türkiye üyeliğinde AB sınırları Irak, Đran ve Suriye’ye dayanacaktır ki Avrupalılar, böyle savaş bölgelerinden uzakta, kendi kurtarılmış cennetlerinde yaşamayı tercih etmektedir. Ancak Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda kendisine yön çizmesine de izin vermek istememektedirler. Avrupa Birliği günümüzde dokunulmazlığı olan bir dogmalar bütünü halini almıştır. Avrupa kültüründe yüzyıllardır süregelen önyargılar ve Türk imgesi değişmediği müddetçe Türkiye’nin eşit şartlarda üye olma şansı gerçekçi gözükmemektedir. KAYNAKÇA (1)Zeynep Dağı, “Avrupa Kimliği’nin Sınırları ve Türkiye’nin AB Üyeliği”, Avrasya Dosyası, C.XI, S.1, s.55-58. (2)Gündüz Aktan, Açık Kriptolar, Aşina Kitaplar, Ankara 2006, s.189-192. (3)Abdülkadir Çevik, Psikopolitik Yönden Kimlik Gelişimi ve Etnik Terörizm, Politik Psikoloji Merkezi, Ankara, 1995 s. 3-4 (4)Onur Bilge Kula, Batı Düşününde Türk ve Đslam Đmgesi, Büke Yayınları 2002, s 77 (5)Çevik, a.g.e., s. 2 (6)Gajendra Singh, “EU-Turkish Engagement: A Must for Stability of the Region”, South Asia Analysis Group, Paper No 1127, 28.09.2004, http://www.southasiaanalysis.org/%5Cpapers12%5Cpaper1127.html. (7)Kula, a.g.e, s 130 Arş Grv. Alper Ersaydı Politik Psikoloji Tarih Çalışmaları Uşak Üniversitesi Atatürk Đlkeleri ve Araştırma Merkezi POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 8 Kissinger: çin artık doların dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetine son vermek istiyor" Le Figaro: Pekin’den yeni dönüyorsunuz, Çinli yetkililerin küresel mali kriz hakkındaki düşüncelerini bizimle paylaşır mısınız? HK: Konuya vakıf bir gözlemci olarak size sadece şahsi görüşlerimi aktaracağım. Kendilerine karşı çok büyük saygı duymakla birlikte içinde görev almadığım Obama yönetimi adına konuşmuyorum. Çin ile Amerika arasında her zaman önemli siyasi anlaşmazlıklar olmuştur. Bunlar çok ciddi olmayan, dünya barışını tehdit etmeyen anlaşmazlıklar olup, iki ülke arasındaki çok yoğun diplomatik ilişkiler ve çalışma gruplarının varlığı sayesinde idare edilmiştir. Çinli yöneticiler dünyanın önemli siyasi meselelerinin çözümü konusunda Amerika’ya güvenmiyorlar. Onlara göre Amerikalılar, dış politika anlayışlarında ideolojiye çok fazla ağırlık veriyorlar. Buna karşın, son küresel mali krize kadar Biz Amerikalıların iktisadi ve mali konularda çok ciddi ve güvenilir olduğumuzu düşünüyorlardı. Amerikan modeline çok güveniyorlardı ve onu taklit etmeyi bile arzuluyorlardı. Krizin şiddeti, Wall Street’teki büyük kuruluşların gösterdikleri sorumsuzluk onları ciddi şekilde şaşırttı ve şoka uğrattı. Onları derin bir şekilde üzdük. Zararlarını bir kenara bıraktılar artık; fakat bir daha asla bizlere mali konularda güvenmeyeceklerdir. Asıl büyük değişim burada yatıyor. Pragmatik oldukları için ve krizin her iki ülke ekonomisine verebileceği zararları hafifletmek için krizi idare etme hususunda bizlerle ortak hareket etmeyi uygun gördüler. Döviz rezervlerinin büyük oranda dolardan oluştuğunun ve Amerika’ya yönelik ihracatın Çin’in endüstri sanayisi için hayati önem taşıdığının farkındalar. Geride kalan on iki aylık dönemde Çinli yetkililer krizi, Amerikalı meslektaşlarıyla ortaklaşa bir şekilde idare ettiler ve bu şekilde davranmaya da devam edeceklerdir. Fakat bundan böyle hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. LF:Çin merkez bankası başkanı’nın yıl başında – doların artık dünyanın rezerv parası olmaya devam edemeyeceğini ve IMF tarafından kullanılan <özel çekme haklarını > (ÖÇH-SDR) dünya rezerv parası haline getirilme önerisini mi kastediyorsunuz? HK: Şu bir gerçek ki Çin artık doların dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetinin son bulmasını istiyor. Buna ulaşmanın yolunu henüz bulamadılar ve bunun kendi ellerinde olmadığının farkındalar; ama Çinliler sabırlı insanlardır. Uzun soluk gerektiren meydan okumalara alışıklardır. Her zaman olduğu gibi kademeli bir şekilde hareket edeceklerdir. LF: 1990’lı yılların ortasında kaleme aldığı “ Medeniyetler Çatışması” kitabında Prof. Samuel Huntington, Japonya’nın Çin’in peşine düşüp bu ilkenin Amerika’nın yerine Asya’da liderliği devralmasını kabul edeceğini öngörmüştü. Fakat 2000’li yılların başlarında Japon Başbakanı Koizumi’nin ülkesini Amerikancı bir çizgiye çektiğini gördük. Huntington’un yanıldığını söyleyebilir miyiz? HK: Japonya’da gerçekleşen son seçimlerde ülkeyi Kore Savaşı’ndan bu yana neredeyse aralıksız yöneten Liberal Demokrat Parti ciddi bir yenilgiye uğradı. Bu çok önemli bir değişim. Şeklen ne kadar temkinli ve kibar görünse de yeni Japon Hükümeti’nin söylemleri ve aldığı kararlar (Afganistan Savaşı’na Japon askeri desteğinin son verilmesi, Okinawa Adasında’ki Amerikan üslerinin konumunun gözden geçirilmesi) ağır bir eğilimin işaretçisidir. Japonya’nın sistematik olarak Amerikan politikalarına uyduğu zamanların sona erdiğini düşünüyorum. LF: Ülkenizin Đran’a yönelik yeni siyaseti hakkında ne düşünüyorsunuz? HK: Đran çok büyük bir millettir. Benim bakanlığım döneminde bu ülkeyle çok derin ilişkilere sahip idik. Bu şah’ın kişiliğinden ziyade, bu ülkenin bizim gözümüzde Ortadoğu’nun dengeleri açısından çok önemli konumundan ötürü gelmekteydi. Đran halkı ve yönetimine yönelik Nevruz kutlama mesajında başkan Obama, bu jeopolitik gerçeği göz önünde bulundurmakla ve bu eski medeniyete karşı olan saygısını göstermekle doğru yapmıştır. Başkan Obama cesur ve samimi bir şekilde Đran’la eşit seviyede bir diyalog önerisinde bulundu. Đranlı yetkililer kendilerine uzatılan bu eli kabul ederler mi? Đranlılar tarafından kısa bir süre önce ortaya atılan zenginleştirilmiş uranyumun üçüncü bir ülkede stoklanması fikri ise enteresandır. Tahran’ın bu önerisinin arkasında durup durmayacağını bekleyip görelim. LF: Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (<< Centcom >> ) başında bulunmuş üç emekli general Hamas ve Hizbullah’a yardımını kesmesine karşılık, Batı’nın nükleer bir Đran’ı kabul etmesini tavsiye ediyor. Siz bu öneriyi nasıl değerlendiriyorsunuz? HK: Đran’a uzun vadeli güvenliği açısından güven vermek çok önemli. Bu Hamas ve Hizbullah gibi uç hareketlere verdiği desteği azaltması için Đran’ı cesaretlendirebilir. Akıllı bir diplomasiyle böyle bir neticeye ulaşılabileceğini düşünüyorum ve böyle bir diplomasiye Rusya’nın mutlaka dahil edilmesi gerekiyor. Gerçek şu ki Rusya ticari yaptırımlara temkinli yaklaşmakla birlikte yanı başındaki bir komşunun, Đran’ın nükleer bir güç olmasını kesinlikle arzulamamaktadır. Eski Merkez Kuvvetler Komutanlarının görüşlerine katılmıyorum. Bence Đran’ın nükleer askeri güce Sayfa 9 erişmesi bütün Ortadoğu Bölgesi’ni çok ciddi bir istikrarsızlığı sürükleyecektir. Ayrıca böyle bir durum Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasının (NPT) kaçınılmaz bir başarısıdır bir şekilde tartışmaya açacaktır. NPT çok önemli bir diplomatik yapı, çok yönlülüğün bir başarısıdır ve her ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir anlaşmadır. Kendisine bir daha asla saldırı yapılmayacağına dair güvence verilebilirse eğer ( 1980’de Irak tarafından yapıldığı gibi), Đran nükleer silaha gerek kalmadığı sunucuna varabilir. LF: Amerika’nın soğuk savaş sonrasında Rusya’ya yönelik tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz? HK: Bu ülkeye karşı bazen saygıda kusur etmek gibi bir hataya düştük. Stratejik bir partneriniz, tarihin belli bir döneminde iç meselelerinden dolayı zayıf düştüğünde, ona karşı küstahça tavırlarda bulunmak her zaman hata teşkil eder. Sovyetler Birliği’nin çökmesinin Rus elitini ve halkını ne kadar aşağıladığını göremedik ( hafife aldık). Bence Obama yönetimi Rusya ile eşit seviyede bir diyalog kurmakla doğru yapmıştır. Tabi bu Rus ordusunun 2008 yazında Gürcistan’a karşı harekatına benzer ölçüsüzlüklere göz yummak anlamına gelmemeli. LF: (Bu sözlerinizden) Rusya ve ABD arasındaki stratejik nükleer silahları azaltmaya yönelik yürütülen müzakereleri onayladığınız anlamını çıkarabilir miyiz peki? HK: Evet. Fakat nükleer silahsızlanma konusunda saf olmamak gerektiğini düşünüyorum. Toplu silahsızlanma yakın zamanda gerçekleşecek diye bir şey yok. Bu meselenin çözümü için birkaç kuşağa ihtiyaç duyulabilir Bunu görmeye sizin bile ömrünüz yetmeyecektir. (Meseleye dair) BM güvenlik kurulu toplantısındaki cesurca çıkışından ötürü başkanınız Nicolas Sarkozy’i çok takdir ettim, çok açık bir şekilde bunları ifade edebildi LF: Sizce Obama Afganistan’daki Amerikan ve NATO kuvvetlerinin komutanı General Stanley McChrystal’in takviye kuvvet talebine olumlu cevap vermeli midir? HK: Afganistan’ı yeterince bilmiyorum; b ukonudaki açıklamalarım da bir uzman görüşü olarak kabul edilmemeli. Ama anladığım kadarıyla Başkan bu ülkedeki kuvvetlerden sorumlu komutanı görevden alıp yerine McChrystal’i atadı ve ondan bu ülkede takip etmemiz gereken yeni strateji hakkında bir rapor istedi. General ise gönderdiği cevapta yeni ve çok açık bir strateji önerdi. Ona göre artık öncelik daha çok direnişçi öldürmekten ziyade, Afgan halkının korunması olmalıydı. McChrystal haklı, bana göre Afganistan’ın yüzölçümünün yüzde yüzünü yüzde 60 oranında korumak yerine- toprakların yüzde 60’ında yüzde yüz kontrol tercih edilmelidir. Şimdi General bu stratejiyi uygulayabilmek için takviye kuvvet talep etti. Bana göre Başkan mantıklı davranıp generalin bu talebine YIL 1, SAYI 4 olumlu yanıt verecektir. Diğer yandan şu çelişkinin altını çizmek gerekir ki bu ülkeye çok uzak durduğu halde Afganistan Savaşı esnasında bir Amerikan Savaşı olarak önümüze çıkmaktadır. Bu çok zor coğrafyayı asgari bir istikrara kavuşturmak için ise çabalarımıza Çin, Rusya, Đran Hindistan ve Pakistan gibi bu ülkeye komşu olan büyük devletleri de katmak gerekir. LF: Son cumhuriyetçi yönetim döneminde <yeni muhafazakarlar> ‘ın (neoconlar) önemli bir etkisi vardı. Sizin gibi bir Metternich’in bu topluluk hakkındaki kanaatini öğrenebilirmiyiz? HK: Neoconlar <trotskici> bir mantık yürütürler. Đç siyasetle dış siyaset arasında ayrım yapmazlar. Dünyayı olduğu gibi değil de, tasavvur ettikleri şekliyle değerlendirmeleri ise onların en ciddi noksanıdır. LF: 2003 yılında Fransa onlara karşı olağanüstü bir direnç gösterdi. Uluslararası ilişkilerde Fransa’nın üzerine hala önemli görevler düştüğünü düşünüyor musunuz? HK: Evet, bunu samimi olarak düşünüyorum. Tabii dekartçılık geleneğinin desteklediği dünya ölçekli stratejik düşünceye daima sahip olmuş ender ülkelerden bir tanesidir Fransa. Stratejik seçimlerine her zaman katılmamış olmakla birlikte General De Gaulle’e karşı çok büyük bir hayranlık duyuyorum. Özgür, bağımsız ve dekartçı bir şekilde kendini ifade eden bir Fransa’nın sesine dünya ve özellikle Amerika her zaman ihtiyaç duyacaktır. LE FĐGARO 17-18 EKĐM 2009 Kissinger : «Les Chinois ne veulent plus de la domination du dollar sur l'économie» http://www.lefigaro.fr/editos/2009/10/17/0103120091017ARTFIG00235-kissinger-les-chinois-ne-veulent-plus-dela-domination-du-dollar-sur-l-economie-.php FRANSIZCA’DAN ÇEVĐRĐ: Mustafa Alperen Özdemir Politik Psikoloji Küresel Güvenlik Çalışmaları Sayfa 10 Küreselleşme ve Etkileri Küreselleşme veya globalizasyon; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel ve politik açılardan ülkeler ve toplumlar arası bütünleşme, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar ve imgeler üretme kapasitesiyle olağanüstü zengin bir kavramdır ve henüz tam olarak ne olduğu netleşmiş değildir. Sosyoloji ve Siyaset Bilimi başta olmak üzere birçok sosyal bilim dalında küreselleşme olgusunu anlamlandırmak için araştırmalar yapılmaktadır. Küreselleşme dünya ülkeleri ve toplumları arasında hem dünya çapında bir tekdüzeleşmeyi (serbest piyasa ekonomisi, liberal demokrasi normları), hem de ulusal düzlemde çoğulculuğu (yerel yönetimlere, farklık etnik-mezhep gruplarından azınlıklara verilen önem) ifade etmektedir. Küreselleşmenin olumlu etkilerinden söz etmek gerekirse öncelikle teknolojinin yaygınlaşması ve çeşitli hastalık, çevresel ve sosyal sorunlarla -en azından maddi durumu iyi olan bireyler ve toplumlar için- artık daha kolay mücadele edilebilir hale gelinmesini gösterebiliriz. Yine iletişim teknolojisine bağlı olarak günümüzde bilginin her alana yayılabilmesi ve dünyada hiçbir şeyin artık gizli kalamıyor oluşu dünya halkları adına olumlu bir gelişme olarak ifade edilmelidir. Bilgi-iletişim teknolojisi sayesinde uluslar arasında artan kültürel etkileşim nedeniyle farklı ve geleneksel olarak düşman olan kültürler ve sosyal gruplar arasında yeni ilişkilerin kurularak düşmanlıkların ortadan kaldırılması da küreselleşmeyle artan olumlu bir özellikle olarak ifade edilebilir. Özellikle liberallerin üzerinde durduğu küresel rekabet sayesinde ürün kalitesinin artması ve fiyatların ucuzlaması ve ulus devletlerin serbest piyasaya yenik düşerek zayıflamaları ve artık birer baskı aygıtı olmaktan çıkmaları da küreselleşmeyle alakalı olumlu tezler arasındadır. Ancak son yıllarda küreselleşmeye yönelik artan tepkiler bu tezleri çürütür niteliktedir. Küreselleşme ve onun ideolojisi olan neo-liberalizm; sol hareketleri liberal sol, Đslamcı hareketleri liberal Đslami, milliyetçi hareketleri liberal merkez sağ çizgisine çekerek kendine uyumlu yeni ideolojiler yaratmıştır. Ancak zaman içerisinde buna tepki olarak hareketler gelişmeye başlamış ve farklı ideolojilerden (sol, milliyetçi, Đslamcı) insanların bu hareketlere destek vermesi dikkat çekmiştir. Yoksulluk düzeyinin artması, ekonomik krizler, tüm dünyadaki çevre tahribatları ve zenginle yoksul arasındaki uçurumun her geçen yıl artması nedeniyle küreselleşme karşıtları dünya çapında güç kazanmaya başlamıştır. Seattle’da başlayan ve IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer finans kurumlarının toplandığı tüm şehirlerde gerçekleştirilen protestolar, pek çok gencin ve işçinin büyüyen öfkesinin bir yansımasıdır. Bugün Avrupa’da küreselleşme ve G-8 karşıtı gösterilerde sol ve milliyetçi kesimlerin omuz omuza mücadele vermeleri dikkat çekicidir. Denilebilir ki; 21. yüzyılda temel siyasi çatışma; sağ-sol değil küreselleşme ve alternatif küreselleşme ya da küreselleşme karşıtları arasında olabilir. Bu noktada küreselleşme karşıtlarının tezleri üzerinde durmakta fayda vardır. Özellikle sol perspektiften küreselleşmeye yaklaşanlar için; Küreselleşmeye yön veren oyun kuralları adaletsizdir. Đleri sanayileşmiş ülkelere ve özellikle çok uluslu küresel dev şirketlere yararlı olacak şekilde özellikle tasarlanmıştır. Yine özellikle Polanyi ve benzeri ütopik sol gelenekten beslenenler için küreselleşme maddi değerleri, çevre veya yaşamın ta kendisi gibi diğer değerlerden bile üstün tutar. Küreselleşme gelişmekte olan ülkelerin egemenliğini ve vatandaşlarının refahını etkileyen önemli alanlarda kendi başlarına karar verebilme yeteneğinin bir kısmını yok etmiştir. Bu anlamda demokrasinin altını oymuştur. Herkesin yararlanacağı bir durum olduğu iddia edilmiş, ancak her yerde pek çok kaybeden olmuştur. Gelişmekte olan ülkelere zorla kabul ettirilen ekonomik sistem uygunsuz ve zararlıdır. Küreselleşme, ekonomik politikanın veya kültürün Amerikanizasyonu anlamına gelir olmuştur. Küreselleşme karşıtlığı salt bir küreselleşme reddiyesi ve içe kapanmaya dönük bir proje olarak kalırsa elbette uluslara barış ve istikrar sağlaması beklenmeyebilir. Ancak küreselleşmenin olumlu özelliklerinden faydalanılması ve buna ek olarak olumsuz etkileri karşısında da milli birlik ve güçlü merkezi devlet mekanizmalarının demokratik sistem içerisinde korunarak uluslararası ticaret ve ilişkilerin daha hakkaniyetli bir temel üzerinden yeniden düzenlenmesi belki de dünyanın çok ihtiyaç duyduğu 21. yüzyıl barış projesinin temelini oluşturabilir. KAYNAKÇA Giddens, Anthony (2000), Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Đstanbul: Alfa Basın Yayın Dağıtım George, Susan, “A Short History of Neoliberalism”, Conference on Economic Sovereignty in a Globalizing World, March 24-26, 1999 Sönmez, Sinan (1998), Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ankara: Đmge Kitabevi World Social Forum (Dünya Sosyal Forumu) web sitesi, http://www.forumsocialmundial.org.br/ Đlhan, Attila (2003), Hangi Küreselleşme, Đstanbul: Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları Ozan Örmeci Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Görevlisi Politik Psikoloji Siyaset Bilimi Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 11 Demokratik Açılım ve Büyük Grup Kimliği Üzerine Türkiye’nin son zamanlarındaki gündemi “Demokratik Açılım” ya da “Kürt Açılımı” olarak bahsedilen ancak henüz netliğe kavuşmamış bir paket üzerine yapılan tartışmalarla geçiyor. Birçok kişi bu çalışmaların ülkeye fayda sağlayarak, yaklaşık 30 yıldır Türkiye’nin başına bela olan, başta şehitlerimiz olmak üzere ülkeyi birçok alanda kayba uğratan bu soruna çözüm bulmasını ümit ediyor. Ancak, çok hassas bir konu olan bu sorunu çözmeye çalışırken ülkenin çözülme yoluna gitmemesi ve kararların alınırken toplumsal bir mutabakat sağlanması son derece önemlidir. Demokratik açılımlara evrensel düzeyde baktığımızda hak ve özgürlüklerin genel anlamda tüm gruplara uygulanması dikkat çekicidir. AB standartlarındaki ülkelerde, demokratik açılımlar, özgürlükler ve insan haklarının yaygınlaştırılması, teker teker bireyler veya belli gruplar için değil, kişilerden ve kimliklerden bağımsız olarak tüm vatandaşlar için gerçekleştirilir. Türkiye yapısı itibari ile bir ulus-devlettir. Modern ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine modern ulus-devlet bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Kültürel alanda bireysel özgürlüklerin önünün açılması, etnik kimliği güçlendirecek bir unsur değil, aksine vatandaşların bireysel özgürlük alanını, yaşam kalitesini ve ülkelerine olan sadakatlerini güçlendirici bir unsur olarak görülmelidir. Elbette ki bu, var olan sistemin düzgün işleyebilmesine bağlıdır. Çağdaş demokratik toplumlarda üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikinci kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikinci kimliklerin, bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir. Bu ortak kimlik olgusu çadır kimliği veya büyük grup kimliği olarak da açıklanabilir (1). Đkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması ise farklı bir olgudur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir. Ancak devletler bireylerin etnik kimliklerini kültürel anlamda yaşamalarına da destek olmalıdır. Bu bağlamda kısa bir süre önce Genelkurmay Başkanı Orgeneral Đlker Başbuğ şöyle demiştir: “Devlet, ulus-devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha rahat, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip olabileceklerine inandırmalıdır. Bu açıdan devletimiz tüm yurttaşlarına olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli vatandaşlarımıza ‘daha iyi bir yaşam’, ‘fırsat eşitliğinden daha fazla yararlanabilme’ ve ‘kendilerini geliştirebilme’ imkânlarını sağlamak zorundadır. Ayrıca bu yurttaşlarımızın ‘mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının’ düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir.” (2) Bu devletin asli görevidir. Atatürk’ün “Türkiye Modeli” Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, özellikle mazlum uluslar için örnek oluşturmuştur. Atatürk modelinin özü; ırkçılığa, ayrımcılığa dayanmayan, demokratik, laik, ulus devlet modelidir. Bu modelde esas olan ırk, cinsiyet, dil, din farkı değildir.(3) Bu model Ernest Renan tipi ulus anlayışına dayalıdır. (4) Atatürk’ün benimsediği ve yaşama geçirdiği bu modelin ulus anlayışı, ortak üst kimlik niteliğindedir ve coğrafi ve kültürel bir öz taşır. Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direklerinden biri olarak geliştirdiği ulus projesi; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Arnavut gibi farklı etnik kökenleri öne çıkaran bir model değildir. Aksine, bütün etnik kökenleri ve kültürleri, “Türk ulusu” üst kimliği altında, etnik olmayan bir şekilde toplayan ve ortak noktaları öne çıkaran bir yaklaşımdır.(5) Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesiyle, farklı kültürlerin zenginlikler olarak yaşanmasıyla ve yaşatılmasıyla, demokrasinin güçlendirilmesiyle çelişmez. Đnsan hak ve özgürlüklerine, hukukun üstünlüğüne dayalı daha demokratik içerik kazanması, bu modeli güçlendirir. Buna karşılık, etnik eksende ayrımcı bir model geliştirmek, siyasi özerklikler oluşturmak, iki uluslu, iki dilli anayasa hazırlamak, ortak özellikler yerine farklı özellikler üzerinde durmak “çözüm”den çok “çözülme” yolunda bir süreci hızlandırabilir. Bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm unsurların ortak noktalarının, anılarının, tarihlerinin, hikayelerinin üzerinde durulması birlikle yaşama kültürünün devamı açısından önemlidir. Bazı çeverelerde tartışılan federasyon-konfederasyon tartışması da ülkemiz için doğru bir çözüm olarak gözükmemektedir. KAYNAKÇA (1)Vamık Volkan, Bloodlines, Farrar, Straus and Giroux, New York, 1997; Abdülkadir Çevik, Politik Psikoloji, Dost Yayınları, Ankara, 2009. (2)Genelkurmay Başkanı Org. Đlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009’da yaptığı açıklamadan alınmıştır. (3)Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri” Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, http://www.atam.gov.tr/ index.php?Page=FikirDusunceler&IcerikNo=15, erişim tarihi: 19 Ekim 2009. (4)Ernest Renan’ın ulus anlayışı için Sorbonne Üniversitesi’nde 1882 yılında yaptığı “Millet Nedir?” adlı konuşma metnine bakılabilir. Detaylı bilgi için: www.nationalismproject.org Erişim tarihi: 19 Ekim 2009. (5)Mustafa Keskin, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, ATAM Yayınları, Ankara, 1999. Orhan Karaoğlu Yeni Alanya Gazetesi Yazarı Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 12 Göç Yazı Dizisi 1: Büyük Şehir Efsanesi ve Göçler Büyük şehirlerde ve yurt dışı ülkelerinde yaşamak insanlara her zaman çekici gelmiştir. Özellikle kırsal bölgelerde ve daha küçük şehirlerde işsizlik, eğitim alamama gibi sıkıntılar çeken insanlar için büyük kentler “fırsatlar şehri” , “taşı toprağı altın” tabirleriyle özdeşleştirdikleri yerlerdir. “Taşı toprağı altın Đstanbul, göreceğiz bakalım, sen mi büyüksün ben mi?” ya da “Seni yeneceğim Đstanbul!” cümlelerini sarf eden küçük kentlerden ve köylerden gelen insanların Türk filmlerinde çizilen portresi aslında günümüzde de yaygındır. Sadece televizyonda yer aldığı şekilde değil, aynı zamanda şarkılarda, romanlarda, şiirlerde yansıtıldığı biçimleriyle büyük şehir, insanları görkemi ile kendine çeker. Bu, sadece Türkiye’ye özgü değil, aslında tüm dünyada eşzamanlı olarak gelişen bir durumdur. “Orada başarabilirsem her yerde başarabilirim, New York New York” diyen şarkıcı Frank Sinatra’nın New York şehri için yazdığı New York, New York adlı bu parçanın sözlerinde umudun ve büyük şehirde başarılı olma hayalinin ne kadar yaygın olduğunu görürüz. Gakgoş Bayram’ın “Taşı Toprağı Altın Đstanbul Musun” şiirinde de büyük şehrin efsaneleştirilmesine rastlanır: “Bir şehir var dillerde, asırlardır söylenen./ Bir şehir var dillerde, hayallerde görülen./ Bir şehir var dillerde, peygamberce övülen./ Taşı toprağı altın Đstanbul musun?” Niyet ne olursa olsun her türlü fırsatın kaynağı olarak gösterilen büyük şehirler ve yurt dışı ülkelerin hiç bahsedilmeyen öteki yüzü ise göç eden insanlarda yarattığı hayal kırıklığıdır. En dişli, rekabetçi, güvenilmez insanların olduğu bu ortamda en başarılı olabilmek bir güç gösterisi haline gelir ve insanlar en güçlü, en başarılı, en zengin kısaca en’lerin en’i olma hayallerinin peşinde şehre ayak basarlar. Ancak umutla gelinen bu yeni yerde yaşanan başarı hikayeleri denizdeki balık sayısı kadar çok olan hayalkırıklığı hikayelerinin yanında önemsiz kalır. Yahya Kemal Beyatlı “Hayal Şehir” şiirinde Üsküdarın şaşaalı görüntüsünün geçici ve kısa ömürlü olduğunu ve Üsküdarın gerçek yansımasının karşı tepedeki fukaraların evlerinin görüntüsü olduğunu belirterek hayalkırıklıklarının ve başarının büyük şehirlerde birarada yer aldığını gösterir. Göç eden insanlar büyük umutlarla geldikleri yeni yerleşim yerlerinde aradıklarını bulamadıklarında işsiz, evsiz, aç ve eğitimsiz büyük şehrin bakımına muhtaç kalırlar. Ahmet Mahir Pekşen, “Đstanbul” şiirinde bir şehrin iki ayrı yüzünü yansıtır: “Ey Đstanbul Đstanbul senin iki yüzün var,/ Bir yüzün gülüyorken diğerinde hüzün var.” Eski değerlerle çağdaş yaşamın sırt sırta varolmaya çalışması şairi açıkça rahatsız eder ve şehrin yozlaştığına inanır. Carl Sandburg adlı A.B.D’li yazar ve şair ise “Chicago” şiirinde büyük şehirlerdeki bu çeşitliliğin aslında şehrin gücüne ve dayanıklılığına işaret ettiğini savunur. Önce şehrin acımasızlığını “Bana senin zalim olduğunu söylüyorlar ve ben onlara inanıyorum çünkü ben senin boyalı kadınlarının gaz lambaları altında çiftlik oğlanlarını cezbettiklerini gördüm.” diyerek irdeleyen Sandburg şiirin devamında okuyucuya “Gel ve bana gururlu, başı dik olan başka bir şehir göster hayatta ve adi ve güçlü ve kurnaz olduğu için” der ve şehrin iki yüzlülüğünün onu küçük şehirlere kıyasla daha güçlü, özel ve çekici kıldığını savunur. Göç edilen yerde yaşanan başarısızlıklar elbette sadece maddi değildir. Doğup büyüdüğü toprakları bırakıp daha iyi hayat şartlarına kavuşmak amacıyla yeni yerleşim yerine gelen göçzede bu yeni şartlara her zaman psikolojik olarak uyum sağlayamayabilir. Ancak bu göçzedeler bırakıp gittiği topraklarda “başarısız” olarak anılma endişesiyle geri dönemez, bu eşikte hapsolur. Doğup büyüdüğü kültür ile içine karışmaya çabaladığı yeni kültür arasındaki uçurum her an onu takip eden bir gölge gibi uyum sürecini zorlaştırır. Büyük şehrin ve yurt dışı ülkelerin çekici ve itici öğeleri yaşayanların deneyimleri, anlattıkları ile kendini geliştirmeye devam eder ve ünvanı iyi de olsa kötü de, göç hep bir efsane olarak yaşamını sürdürür. Seda Şen Politik Psikoloji Kültür Çalışmaları YIL 1, SAYI 4 Sayfa 13 Belçika’da Göçmenler ve Vatandaşlarımız Belçika günümüzde daha çok Avrupa Birliği başkenti Brüksel ile anılan çok kültürlü bir ülkedir. Belçika yasaları ve var oluşunun gerektirdiği çok kültürlülük sebebiyle de birçok milletten ve dinden insanın rahatça yaşayabildiği bir ülke haline gelmiştir. 1830 yılında Hollanda’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Belçika Krallığı farklı etnik kökene mensup grupların biraraya gelmesiyle kurulmuştur. Belçika’da Türk vatandaşlarının çoğunlukla yaşadığı Skarbek mahallesinden bir görünüm Belçika, 1993 yılında Flaman ve Valonya bölgeleri dışında ülkenin Almanya’ya yakın olan ufak bir bölümünün de Almanca konuşulan bölge olarak ayrılmasıyla üç ayrı yönetime bölünmüştür. Bu bölgelerin dilleri kadar kültürel yapıları da birbirlerinden farklıdır. Flaman ve Valon’ları, çoğunun kendilerini ülkenin diğer yarısından daha farklı görmesi sebebiyle ayrı olarak değerlendirirsek Belçika halkı da bundan daha hoşnut olacaktır. Bu sadece Hollandaca ve Fransızca olarak iki ayrı lisan kullanmalarından kaynaklanan bir fark da değildir. Ülkedeki bölünmüşlük Belçika’yı ziyaret edenler tarafından da hissedilmektedir. Öyle ki, 2008 senesinde Flaman Bölge Hükümeti, internet sitelerinde Belçika için ".be" olan alan adı kısaltmasını 2009 yılından itibaren Flamanlar için ".fla", ".vla" ya da ".vln" şeklinde tescil ettirerek kullanım kararı almışlardır. Belçika’nın yapısı çok kültürlü olduğu, ve her etnik kültür kendi kimliğini güçlü bir biçimde devam ettirdiği için kuvvetli bir ulus bilinci yoktur. Belçika’da daha ziyade farklı etnik kimliklerin yüzeye çıktığını görebiliriz. Belki de bu sebeple Belçika’daki krallık makamı 65-70 yaş üzeri kişiler tarafından hala derin saygı duyulan bir makam olsa da, çoğu insan için boş magazinsel bir makamdır. Yine benzer bir şekilde Belçika milli marşı birçok Belçika vatandaşı tarafından bilinmemektedir. Güçlü olmayan bir milli bilinç Belçika’da birçok farklı ulusa mensup göçmenlerin, ulus bilinci gelişmiş diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha rahat yaşamalarına neden olmaktadır. Belçika’daki bu çok kültürlü yapı modeli ülkede ayrımcılık ve ırkçılığın Almanya veya Hollanda gibi ülkelerle kıyas edildiğinde çok daha az görülmesine etkendir. Her ülkeden göçmenlerin bulunduğu Belçika’da Türkiye’den göç etmiş birçok vatandaşımız da ülkenin farklı bölgelerinde yaşamaktadır. Türk göçmenlerin ilk kafileleri Belçika’ya 1960’lı yıllarda yerleşmiştir. Günümüzde üçüncü ve dördüncü kuşak göçmenler de mevcuttur. Brüksel başta olmak üzere Anvers, Liege, Gent, Charleroi ve Beringen’de yaşayan vatandaşlarımız ülkemizin farklı şehirlerinden göç etmiş olsa da Afyon Emirdağ’lıların nüfus yoğunluğu dikkati çekmektedir. Belçika’da yaşayan 180,000 civarındaki vatandaşlarımız arasında 60,000 kadar Afyon Emirdağlı bulunmaktadır. Belçika’nın ve Avrupa’nın başkenti Brüksel’deki Skarbek mahallesinde çoğunlukla Türkler yaşadığı için buraya Türk mahallesi de denebilir. Türk bakkalı, manavı, kasabı, pidecisi ve kahvehanesinin olduğu Skarbek’te yaşamak yıllar içinde Türkiye’nin bir kasabasında yaşamaktan farksız bir hale gelmiştir. Belçika’nın çeşitli şehirlerinde yaşayan vatandaşlarımız bu ülkedeki ulus bilincinin yeterince kuvvetli olmaması nedeniyle Türk kimliklerini de daha rahatça devam ettirebilmektedir. Gurbette yaşamanın birçok zorluğu ile de karşılaşan vatandaşlarımız özellikle de dil, eğitim ve kuşak çatışmasından şikayet etmektedir. Yabancı bir ülkede yaşamak ve o ülkeye uyum sağlamak öncelikle yerel dil veya dillerin öğrenilmesinden geçmektedir. Belçika’nın resmi dili olan Fransızca ve Flamancayı iyi bir şekilde konuşabilen vatandaşlarımız kendilerini hem daha iyi ifade edebilmekte, hem de buna bağlı olarak eğitim-öğretim basamaklarını da daha rahat tırmanabilmektedir. Belçika’daki Türk göçmenlerin bir diğer sorunu okullaşma oranının düşüklüğüdür. Eğitimli ve yaşadığı topluma uyum sağlamış olan bireylerin daha başarılı olması kaçınılmazdır. Öte yandan göçmen gençlerimiz ve aileleri arasında kuşak çatışması da yaşanabilmektedir. Bu kuşak çatışması kimi zaman sağlıklı bir uyum sürecine engel olmaktadır. Elbette, birinci ve ikinci nesil göçmenler ile Belçika’da doğup büyüyen gençlerimizin aynı kültür ve sosyal yapıda olması beklenemez. Değişen zaman, mekan ve şartlar bireylerin de kişiliklerine yenilikler katmaktadır. Önemli olan bireylerin yaşadığı ülkenin olumlu özelliklerini alıp,olumsuzları almazken kendi kültürel kimlik özelliklerini de unutmamasıdır. Böylece iki kültürün sentezinden söz edilebilir. Belçika’daki Türk toplumunun sorunları ve gözlemlerimiz önümüzdeki sayıda devam edecektir... Cankız Çevik Politik Psikoloji Kültür Çalışmaları Belçika Türk Dernekler Birliği tarafından Ekim ayında Brüksel’de düzenlenen Türk Günü POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 14 Belçika’da Türk Kökenli Siyasetçiler Politik Psikoloji Derneği olarak başta Brüksel olmak üzere Belçika’nın farklı şehirlerinde görev yapan Türk kökenli siyasetçilerimiz ile buluştuk. Parlamentoya yeni seçilen milletvekili Sn. Mahinur Özdemir ve Sn. Emir Kır’ın yanı sıra Gent Senatörü Sn. Fatma Pehlivan ve Gent Belediye Başkan Yardımcısı Sn. Resul Tapmaz ile de görüştük. Belçika’da Türk kökenli siyasetçilerin sayısının gitgide artmakta olması ve Türk toplumunun yaşadığı sorunları daha güçlü bir şekilde ifade edebilmeleri toplumun sesi olmaları açısından büyük önem taşımaktadır. Yaptığımız görüşmelerde Belçika’da yaşayan Türk vatandaşlarının temel sorunlarının eğitim, dil sorunu, kültürel uyum ve nesiller arası çatışma olduğu dikkati çekmiştir. Belçika’ya ilk kez 1960’lı yıllarda göç etmeye başlayan vatandaşlarımız ilk nesil göçmenler olarak dil, Đşadamı Sn. Abbas UÇAR, Gent Belediye Başkan eğitim ve din görevlisi gibi sosyal gereksinimler açısından en çok Yardımcısı Resul TAPMAZ, Senatör Fatma PEHLĐVAN, zorluğu çeken grup olmuştur. Senatör Fatma PEHLĐVAN ve Prof. Dr. Abdülkadir ÇEVĐK, B. Senem ÇEVĐK Gent Belediye Başkan Yardımcısı Resul TAPMAZ göç eden birinci şehrinde belediye merkezinde görüşme yaptılar nesilin bu zorlu yolculuğu ve uyum sürecini ne yazık ki yanlız başına atlatmak zorunda kaldığını ifade etmiştir. Dilini, kültürünü, yaşayışını ve düzenini bilmediği bir toplum içerisinde kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenlerimizin kalbi vatan hasretiyle ve sevgisiyle doludur. Belçika kültürünü ve ülkede kullanılan dilleri benimsemiş olan ikinci ve üçüncü nesiller için dahi vatan Türkiye demektir. Sn. PEHLĐVAN ve Sn. TAPMAZ Belçika’da yaşayan Türk kökenli göçmenlerin Belçika siyasetinden çok Türk siyasi gelişmelerini daha yakından izlediklerini ifade etmiş, ve bunun sonucu olarak da Belçika toplumundan kopuk daha içine kapanık bir grup oluştuğunu belirtmiştir. Türk gençleri arasında geleceğe yönelik bir hedef sorununun olduğunu ifade eden Sn. TAPMAZ Belika’da yaşayan Türk kökenli gençlerin ideal rol modellere ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Sn. TAPMAZ’ın görüşlerini destekler bir şekilde yaptığımız görüşmelerde gençlerimizin özellikle Polat Alemdar” gibi sanal karakterleri rol model olarak benimsediklerini belirledik. Benzer görüşleri dile getiren Devlet Bakanı Sn. Emir KIR eğitim sorununun yanında aile içi disiplin sorununu dile getirmiş ve disiplinin eğitimin bir parçası olduğunu, okullaşmanın ise öğretim olduğunu, bu ikisinin bir arada yürütüldüğünde başarılı olunabileceğini ifade etmiştir. Bu doğrultuda Milletvekili Sn. Mahinur ÖZDEMĐR öz benliğini yütürmeden hibrid bir kimliğin başarılı bir şekilde oluşmasını aile içi eğitime, iyi bir öğretim almaya, kendine doğru hedefler ve rol modeller semeye, yaşanılan ülkenin dil, kültür ve demokrasisini özümsemeye ve bunların sonucunda toplumsal alanda aktif olarak yer almaya bağlamıştır. Devlet Bakanı Sn. Emir KIR Milletvekili Sn. Mahinur ÖZDEMĐR YIL 1, SAYI 4 Sayfa 15 Irak Su Sorunu: Çevre Kaygısı Đlk Đşbirliğini Yarattı Geçtiğimiz günlerde Irak ve Suriye makamları ile Çevre ve Orman Bakanlığınca düzenlenen Üçlü Bakanlar Toplantısı vesilesiyle Fırat ve Dicle sınır ötesi su konusu yeniden gündeme gelmiştir. Geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu toplantıda da görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, işbirliği alanında önemli kararlara imza atılmış olup, buna vesile olan da ortak çevre kaygılarıdır. Ortadoğu’daki doğal kaynaklardan söz ederken insanın aklına ilk olarak petrol ve doğalgaz gibi fosil enerji kaynakları gelmektedir. Hâlbuki dünyanın en kurak bölgelerinden biri olan Ortadoğu’da su en kıymetli kaynaklardan birisidir. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Mezopotamya olarak adlandırılan bölgenin toprakları tarih boyunca tarım açısından verimliliğiyle bilinmiş ve o bölgenin tahıl ambarı olarak görülmüştür. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit döneminde, Mezopotamya’daki verimli topraklar, 1880’lerden itibaren Hazine’den Padişahın şahsi mal varlığına, yani Hazine-i-Hassa’ya, bu kurumun başında bulunan Agop Paşa’nın önerisiyle geçirilmiştir. Hikmet Uluğbay[1] ve Arzu Terzi[2], kitaplarında Hazine-i-Hassa’ya değinmektedirler; bilhassa Arzu Terzi bu devretme kararında toprakların verimli olmasının önemine atıfta bulunuyor. Mezopotamya’daki topraklar öyle verimli olarak görülmüştür ki, Birinci Dünya Savaşı boyunca Đngilizlerin düşüncelerinden biri de, savaş sonrasında Mezopotamya’yı bir tahıl deposu’na çevirip verimli toprakların işlenmesi için Hindistan ve Güney Asya alt kıtası civarlarından buralara işçilerin iskân Fotoğraf: Time Inc. , 2007 edilmeleridir. Alt kıta’dan Mezopotamya’ya iş gücü iskan edilmesi hususunda Kemal Melek’in “Türk-Đngiliz Đlişkileri (1890-1926) ve Musul Petrolleri,” isimli makalesinde atıflar mevcuttur. (Kemal Melek’in söz konusu makalesi, Esat Çam tarafından editörlüğü yapılan ve 1989 Đstanbul Der yayınevince basılan “Türk Dış Politikasında Sorunlar” yayınının 34. sayfasında yer almaktadır). Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, bu denli verimli toprakların kullanılabilmesi için, Fırat ve Dicle nehirlerinden gelen sular Irak açısından çok büyük önem taşımaktadır. Sınıraşan sular sadece Fırat ve Dicle havzasında değil, pek çok yerde ihtilafa yol açmıştır. Ayşegül Kibaroğlu’nun da belirttiği gibi[3] 1960’lara kadar Fırat ve Dicle üzerinde ciddi bir su meselesi olmamıştır çünkü o yıllara kadar bu nehirler üzerinde büyük çaplı enerji ve sulama projeleri yapılmamıştır. (“Water for Sustainable Development in the Euphrates-Tigris River Basin”). Ayrıca Fırat ve Dicle üzerinde, Ren, Sen ve Tuna gibi Avrupa nehirlerinin aksine, gemiler ile ciddi bir taşımacılık yapılmamaktadır. Ne zaman ki, kısaca GAP Projesi adı verilen Güneydoğu Anadolu Bölgesel kalkınma Projesi çerçevesinde bu nehirler üzerinde barajlar ve sulama kanalları geliştirilmeye başlandı, suyun miktarı konusunda üç ülke arasındaki sorunlar o zaman su yüzüne çıktı. Mehmet Dalar’ın Ortadoğu Stratejik Merkezi’nde yeni yayınladığı yazıda[4] da belirttiği gibi, her ne kadar Irak’a akan suların azalması kimi çevrelerce Türkiye’ye bağlansa da, Dalar bunu haklı olarak sorgulamaktadır. Dalar’a göre sorunun temelinde, mevsimsel taşkınlar ve etkin drenaj sistemi olmaması nedeniyle suyun kalitesindeki bozulma yatmaktadır. Dalar’a göre yaz mevsiminde aşırı kuraklıktan ve ilkbahar/kış mevsimlerindeki yıkıcı taşkınlardan kaynaklanan nehir debisindeki dengesizlikler, Türkiye’nin GAP Projesi çerçevesinde inşa ettiği barajlar sayesinde ortadan kalkmıştır, Sözkonusu barajların gerçekleştirilme nedenlerinden biri de, yıl boyunca düzenli bir su akımı sağlamaktır. Fırat nehrinin 40%’ının Irak topraklarından geçiyor olmasına karşılık Irak’ın bu nehrin debisine katkısı yoktur, ayrıca bu bölge coğrafi olarak Türkiye’ye nazaran çok daha kuraktır. Irak’ın en önemli su kaynağı Dicle nehri ve kollarıdır. Irak’ın su kaynaklarının giderek kısıtlı bir hale gelmesinden yakınmasına karşılık bu ülkede kullanılan sulama tekniklerinin damla sulama gibi gelişmiş yöntemlerin aksine, yüksek buharlaşmaya sebep olan, uygun sızdırma ve drenaj sistemlerinden noksan eski usullerle sürdürülüyor olması sorunun en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Irak’ta su kullanım verimsizliğine ve aşırı kuraklığa bağlı olarak % 40’a varan kayıplar da söz konusu olabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye, Suriye ve Irak arasında iklim değişikliğinin etkilerinin ölçülmesi için işbirliği yapılma yoluna gidilmesi, meselenin uzun dönemde çözülmesine yönelik önemli bir adım olarak nitelendirilmektedir. KAYNAKÇA [1] Hikmet Uluğbay, “Đmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Petropolitik,” DeKi, Ankara, (2008) Sayfa 41. [2] Arzu Terzi, “Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi” Timaş, Istanbul (2009) Sayfa 37-40 [3] Ayşegül Kibaroğlu, “Water for Sustainable Development in the EuphratesTigris River Basin” [4] Mehmet Dalar “Irak’ın su gerçeği: Sorun su kaynaklarının yetersizliği mi?” Ortadoğu Analiz, Eylül 09 Cilt 1 Sayı 9. Sayfa 85-100. Ali Oğuz Diriöz Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 16 Kitap Köşesi Din-Dış Politika Đlişkisi: ABD Örneği, Mehmet Şahin Ortadoğu Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin’in bölge üzerindeki birçok yayınından sonuncusu olan Din-Dış Politika Đlişkisi: ABD örneği 2009 yılında Barış Platin Yayınlarından okuyuculara ulaşmaktadır. Ulus devletleri ortaya çıkaran Vesftalya Anlaşması öncesi din ve dinin toplumsal konumuna değinen yazar, Haçlı seferlerinin dönem çerçevesindeki önemine değinmiştir. Dinin devleti yönettiği Orta Çağ’da din olgusunun Avrupa’yı birleştirdiğini belirtmektedir. Ancak 1648’de imzakanan Vestfalya Anlaşması ile ünya tarihinde yeni bir dozen başlamıştır. Yazar, bu anlaşmayı uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası olarak tanımmalaktadır. Vestaflya Anlaşması modern anlamda ulu devletlerin kurulmasıyla eşleştirilmektedir. Din devlet yönetmekten çıktığından beri yüzyıllar geçmiş, ancak dünyada görülen değişikliklerle din yeniden siyasete girmeye başlamıştır. Tıpkı Vestfelya öncesi olduğu gibi günümüzde de din ittifak edinme, çatışma geliştirme, uluslararası örgütlerin kurulması, dinin bir grup kimliği olarak tanımlanması, sivil toplum örgütlenmelerinde gibi daha bir.ok gündelik siyasi araçta etki göstermektedir. Uzun yıllar CIA ‘de görev yap- gütlerini ayrılıkçı, sosyalist kullanmış, Öcalan’ın açıklama- mış olan Jerrold Post, aynı devrimci ve dini kullanan olarak larına yer vermiştir. zamanda dünyaca tanınan bir üç bölüme ayrıan Post Kürt The Mind of the Terrorist, Jerrold M. Post Jerrold M. Post politik psikoloji uzmanıdır. ayrılıkçı milliyetçiliğinin Terör ve terörizm psikolojisi doğuşuna değindikten sonra alanında birçok çalışması olan Abdullah Öcalan’ın psikolojik Post, bu kitabında IRA, ETA, tahlilini yapmıştır. Öcalan’ın PKK, Tamil Kaplanları, Kızıl narsisistik bir kişilik yapısına Ordu, Hizbullah, Hamas ve El sahip olduğunu anlatan Post Kaide gibi terör örgütlerinin ilgili bölümde Doğu Ergil ve analizini yapmıştır. Terör ör- Henri J. Barkey’in kaynaklarını Regional and Ethnic Conflicts: Perspectives From the Front Lines, Carter vd. Judy Carter, George Irani, Vamık Volkan J. Carter, G. Irani ve V. Vol- konularına da yer veriyor. Relations” başlıklı makalesi kan’ın editörlüğünde 2009 yıl- Kıbrıs konusunda kitapta yer bulunuyor. ında yayımlanan bu çalışma alan ilk makale “The Cyprus bölgesel ve etnik çatışmaları Conflict:National Mythologies örneklendirerek açıklıyor. and Real Tragedies” ve diğer Makedonya, Kaşmir, Đsrail/ makale Sn. Kenan Atakol taraf- Filistin, Rwanda, Sri Lanka, ından hazırlanan “Turkish and Kuzey Đrlanda, Sırbistan/ Greek Cypriots in Conflicts”. Karadağ ve Nijerya gibi ülkel- Yunanistan-Türkiye bölümünde erin incelendiği kitap ise Emekli Büyükelçi Sn. Onur Yunanistan-Türkiye ve Kıbrıs Öymen’in “Turkish-Greek YIL 1, SAYI 4 Sayfa 17 Mülakatlarla Türk Dış Politikası, USAK Yayınları Türkiye’nin uluslararası uygulayıcıların hem de cevapların uygulayıcı ve ilişkilerde önemli kurumlarından akademisyenlerin bir araya geldiği teorisyenlerin değişik açılardan biri olan Uluslararası Stratejik ender olma sorunlara ve konulara yaklaşımını Araştırma Kurumu(USAK) özelliğine sahip bu kitapta; Çağrı göreceksiniz. USAK uzmanları geçtiğimiz Temmuz ayında yeni Erhan, Ömer Kürkçüoğlu, Faruk Habibe Özdal, O.Bahadır Dinçer bir Sönmezoğlu, Tayyar Arı, Mustafa ve Kibaroğlu, Ersel Aydınlı, Beril mülakatlardan oluşan bu kitabı Dedeoğlu, Canbolat, incelemeniz Türk dış politikasını Murat daha doğru okumaya yardımcı kitap daha “Mülakatlarla Politikası” yayımladı. Türk Dış bu kitap adlı kitaplardan Đbrahim biri Türkiye’nin Uluslararası Đlişkiler Ramazan camiasının Karayalçın, Kemal Kirişçi, Birol saygın Gözen, akademisyenleriyle, Dışişleri eski Akgün, bakanlarıyla isimler bulunmakta. Türk dış yapılan ve diplomatlarıya mülakatların şeklinde. Bu noktası, uzmanlık Cihat Göktepe politikasını daha iyi anlamada ortak katkısı olabilecek bu kitabın bir alanlarının diğer özelliği ise bütün uzmanlara Türk Dış Politikası olması. Dış sorulan soruların aynı olması. Bu politika sayede sorulara verilen farklı alanındaki hem Yeğin’in yaptığı olacaktır. gibi toplamı kişilerin Mehmet Kanbağı, Vamık D. Volkan Psikopolitik’in önemli etnik,dini ve kültürel anlaşılması adına faydalı bir isimlerinden Vamık Volkan’ın motivasyonların etkisiyle kaynak teşkil etmektedir. Kanbağı adlı kitabında büyük toplumsal travmaların seçilmiş grup kimliklerinin sürdürülmesi travmalara dönüşmesi ve ve yaşatılması adına bireysel travma ile başa çıkma adına bazda güdülen düşmanlık grup içinde ötekileşmenin duygusunun nedenleri üzerinde ölümcül hale dönüşmesinin duruluyor. Bireysel neden olduğu ayrışmaların motivasyonları destekleyen The Geopolitics of Emotions, Dominique Moisi 2009 yılında Đngilizce olarak kayıp duyguları tarafından günümüzde Türkiye’nin AB yayınlanan “The Geopolitics of yönlendirilmektedir. Buna adaylığına karşı bir hazımsızlık Emotions” adlı eserde Financial karşın Asya daha iyi bir gelecek çekmektedirler. Önümüzdeki Times gazetesi yazarı ve kurmak çabasıyla umutlu bir 50 yıl için bir dizi öngörü sunan akademisyen Dominique Moisi hayata tutunuş sergilemektedir. Moisi’ye gore Avrupa’nın bu korku, utanç ve umut duygu- Türklerin Avrupa Birliği tutumu Türkiye’nin eksenini larının dünya siyasetine nasıl serüvenine de değinen Moisi, radikal çevrelere kaydırmasına yön verdiğini anlatmaktadır. duyguların burada da önem yol açabilir. Moisi’ye gore Avrupa ve ABD kazandığını ve ülkeler arası “öteki” korkusu ve milli kimlik ilişkileri yön verdiğini belirt- kaybı tehdidi ile yönlendiril- mektedir. Moisi’ye gore Avru- mektedir. Müslüman ve Arap palı devletler Türkler ile tarihsel dünyası ise tarihsel acı ve bazı çatışmalar yaşadıkları için POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 18 Uluslararası Đlişkilerde Algı Farklılıkları: Seçilmiş Zaferler ve Seçilmiş Travmalar Toplumsal sorunlar ve siyasetin karşılıklı etkileşimi olduğunu değerlendirmek suretiyle politik-toplumsal olay ve olgulara, bireylerin politikaya katılım süreçlerine psikoloji çerçevesinden bakmak; büyük grupların, kitle ve ulusların birbiri ile ilişkilerini –özellikle çatışmaları- ele alarak ilişkilerde rol oynayan psikolojik etmenleri değerlendirmek faydalı bir yaklaşım olacaktır. Bireysel psikolojiden toplumsal psikolojiye geçiş sürecini çok disiplinli bir metotla inceleyen politik psikoloji bilimi; çeşitli kuramlardan oluşan karışık ve belirsiz bir bilim dalı gibi görünse de dünya siyasetinde sık sık karşılaşılan diplomatik sorun ve tıkanıklıklara çözümler getirmeye çalışır.Seçilmiş zaferler ve travmalar konusundan önce dostluk ve düşmanlık kavramlarının kimliğimizi belirlemede ne gibi bir etkisi olduğunu incelememiz doğru bir yaklaşım olacaktır. Kimliğin oluşumunda dost ve düşman kavramı belirleyici bir önem taşımaktadır. Düşman sahibi olmak insan gelişimi sürecinde normal bir durumdur. Psikanalitik düşünce bunu “Nesne Đlişkileri Kuramı” (1) olarak adlandırmaktadır. Prof. Dr. Volkan’ a göre bir kişinin kişisel olarak gelişmesindeki önemli bir etken grup içinde bu kişilerin geliştirdiği duygulardır. Bebeklik döneminde çocuğun ilk nesnesi annesidir. Çocuk anne ile yakınlaşır ve bir süre sonra ondan ayrılmayı öğrenir. Başlangıçta her ağladığında yanında olan annesi zamanla ondan uzaklaşır bu da çocukta anneyi iyi ya da kötü olarak görme algısına yol açar. Bu iyi anne ve kötü anne algısı çocukla özdeşleşir ve kendisini de bu şekilde algılamaya başlar. (2) Düşman-dost, kötü-iyi algısı bu şekilde oluşur. Đnsan doğası, bireyi tatmin etmeyen ve korku veren duygu ve davranışlarını başkalarına yansıtma ve yöneltme eğilimindedir. Bireyler, kendileri için tehdit olarak algıladıkları şeyleri onaylamazlar ve tehdidi karşı taraftan geliyormuş gibi algılarlar, karşılarındaki kişiye ya da gruba yüklerler. Psikolojide bu “yansıtmalı özdeşim” olarak adlandırılır. Birey sadece kendi özellikleri ve yaşantılarını yansıtarak ya da yerini değiştirerek kimliğini oluşturmaz. Kimliğin yerleşmesi sürecinde toplumsal bazı perspektifler, değerler, davranış ve duygulardan da yararlanan birey, bu şekilde hem kendi kimliği ile bütünleşir hem de toplumsal bir kimlik kazanma yoluna gider. Toplumsal bir kimlik kazanırken ait olduğu toplumun çeşitli özelliklerini görünür biçimde ya da nesilden nesle aktarım yolu ile alır.Bireysel psikolojiden toplum psikolojisine geçiş yapıldığında bireyin kimlik oluşumunda birey, günlük kazanım öğelerinden daha çok paylaşılmış mental yaşantıların etkisi altındadır. Grubun kendi kimliğinin kaynağı politik psikoloji biliminin kurucularından Prof. Dr. Vamık Volkan’ ın da ifade ettiği gibi “seçilmiş travmalar” ve seçilmiş zaferler” dir.(3) Seçilmiş Travmalar Toplumlar da bireyler gibi travma yaşayabilirler. Travmaya neden olmuş olan olaylar toplumların geleceklerini etkileyebilecek psikolojik ve duygusal izler bırakabilmektedir. Bu duygusal izler psikogenetik (4) olarak nesilden nesle aktarılır ve toplumun bir ulus kimliği ya da etnik kimlik kazanmasında etkilidir. Bu noktada seçilmiş travma kavramı bu kazanıma neden olan önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Seçilmiş travmalar bir gruba başka bir grup tarafından yaşatılmış, yoğun aşağılanma ve mağduriyet duygusuna neden olan olaylardır. Bu durum söz konusu olan kaybın ya da olayın yasının tutulamaması ile de doğru orantılı olarak gelişmektedir. Yasın tutulamamış olması yasın neden olduğu duygunun sık sık tekrarlanmasına neden olur. Sırpların, Kosova Savaşı’nın yenilgisini yeni yaşamış kadar canlı tutuyor olması buna bir örnektir. Bu bilinçdışı bir süreçtir. Grup, olayın paylaşılmış duygusal ve zihinsel düzeyindeki temsilini kendi içine alarak paylaşılmış incinme ve utanç duyguları, bu duygulara karşı gelişen savunmalar ile birlikte olayın anısını etnik kimliğinin belirleyicisi olarak taşır.(5) Nesilden nesle aktarım yolu ile travma iletilirken aynı kalması beklenemez çünkü tarihi akmaya devam etmektedir. Cereyan eden yeni olaylar travmanın bıraktığı duyguya yeni duygular eklenmesine neden olur. Seçilmiş travma bilinçaltında gizlidir ve olaylar travmanın tesirini tetikler. Kimliklerin oluşumunda bu aktarımların ve mitlerin etkisi yadsınamaz. Bazen seçilmiş travmalar politikaları etkilemektedirler. Đsrail’i göz önüne aldığımızda Yahudilere yapılan soykırımı unutamadığını ve yasını da tutamadığını görürüz. Soykırımın etkisi gün geçtikçe azalacaktır ancak bunun sık sık gündeme getiriliyor olması politikalarında belirleyici bir yerde olmasına imkan vermektedir. Đsrailli psikanalist Rafael Moses’in net olarak tanımladığı üzere Đsrail’de hak kazanma kavramı iç ve dış siyasetin çok önemli bir parçasıdır.(6) Đsrail’de mağdur olma durumu ile yapma hakkına sahip olma düşüncesi doğru orantılıdır. Dolayısıyla Filistin sorununda dünya kamuoyunun karşı duruşuna rağmen Đsrail bu mağduriyet psikolojisi ile manevralarını meşrulaştırmakta, ancak bu “meşrulaştırma” iç siyasette halkına gerekli açıklama zeminini oluştururken dış siyasette kabul görmemektedir. Bu noktada, yaşadıkları travma deneyimlerinin psikolojik arkaplanını en yakından yorumlayıp hareket eden birimler olan ve siyasi hedeflerine bu arkaplanı yerleştiren toplumların, dış siyasette politikalarını meşrulaştırıcı başka gerekçeler yarattıkları görülebilmektedir. Bu bağlamda siyasete yön veren mağduriyet psikolojisi gözden kaçırılmamalıdır. Türk Tarihine Bakış ve Seçilmiş Zaferlerimiz “ Kime göre zafer?” Toplumların kimlik oluşumlarında ve kimlik algılarında seçilmiş travmaların yanında seçilmiş zaferlerin de önemli bir etkisi bulunmaktadır. Seçilmiş zafer kavramı bir grubun üyelerinde başarılı olma ve başka bir grup üzerinde zafer kazanma duygusu yaratan Sayfa 19 YIL 1, SAYI 4 olaylar için kullanılır. Seçilmiş zaferler grubun kendilik duygusunu beslemekte ve seçilmiş travmalar gibi efsaneleşmektedir.(7) Seçilmiş zaferler seçilmiş travmalardan her zaman daha ön planda olmaktadır çünkü birey ya da grup kendini mağdur hissettirebilecek duyguları bir savunma mekanizması kullanarak geri plana alır ve seçilmiş zaferleri ile yaşamaya devam ederler. Bunun tam tersi olarak da seçilmiş travmalar toplumların gelecekteki politikalarını etkilemede önemli bir etkiye sahiptir. Seçilmiş zaferleri ve travmaları canlı tutmak için bir takım ritüeller de geliştirilmektedir. Milli bayramlar bu ritüellere örnek gösterilebilir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasındaki son dönemeç olan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin, Çanakkale Zaferi’nin her sene törenlerle kutlanması travmalarından daha çok zaferlerini hatırlayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için zafer duygusunu pekiştirici birer ritüeldir. Bir olay ya da durumun iki tarafa da aynı duyguyu yaşatması beklenmemelidir. Bir zafer bir devlette seçilmiş zafer olarak nesilden nesle aktarılırken aynı olay mağlup olan devlet için seçilmiş travma olarak kimliklerinin gelişmesine neden olabilir. Sonuç Devletlerin yönetim biçimleri insanların politize oluş seviyelerinde değişiklikleri beraberinde getirse de, politikaya katılım geleneksel yöntemlerin dışında psikolojik süreçlerin katkısı ile şekillenebilmektedir. Bireyi toplumun bir parçası olarak mikro düzeyde incelersek psikolojik motivasyonlarının kendi politik kararlarını vermesinde etkili olduğunu gözleyebiliriz. Toplumlar/uluslar da birey psikolojisi düzeyinden toplumsal düzeye geçiş metodu izlenerek incelendiğinde, toplumun psikolojik izlerinin, toplumun/ulusun tarihinden ayrı düşünülemeyeceği ve tarihi ile birebir bağlantılı politik reaksiyonlar göstereceğini söylememiz mümkündür. Bu politik reaksiyonlar çatışma uzlaşma ya da işbirliği ekseninde incelendiğinde toplumun hakim kimliği, söz konusu işbirliğine çatışmaya ya da uzlaşmaya engel teşkil edebilecek psikogenetik aktarımlara sahiptir. Barış, savaş ortak çıkar ya da ortak dost-düşman algısını belirlediğini düşündüğümüz seçilmiş travmalar ve seçilmiş zaferler; toplumların bilinçaltında yer etmiş psikolojik motivasyon sürecinden, olay olgu ya da durumların etkisi ile bilinç düzeyinde politik davranışa dönüşebilir. Gerek reel politiğin gerekse uluslararası sistemin toplum/ ulusa bakış açısı, toplumu sistemin bir metası olarak görmesi, toplumun/ulusun nesilden nesle evrilerek hatta devrilerek değişen psikolojisini göz ardı etse de bu psikolojik öğeler uluslararası ilişkileri şekillendiren önemli bir inceleme alanıdır. Günümüzde insan psikolojisini ve psikolojik izlerin yansımalarını uluslararası ilişkiler teorileri ile incelemeye çalıştığımızda karşımıza çıkan temel sorun, devletlerin reelpolitik davranışını etkileyebilecek düzeyde seçilmiş travmalara sahip olması ve bunun kendi çıkarlarının kimi zaman önüne geçebiliyor olmasıdır. Travmaların ulusal çıkarları şekillendirici bir yönü de vardır ancak uluslararası arenada travmaların getirdiği psiko-politik bazı yönlendirmeler devletlerin kendilerini ve uluslarının çıkarlarını geri plana atmasına ve ulusunun ortak fikrine bağlı olarak karar vermesine neden olabilmektedir. Devletlerin kamuoyundan bağımsız bir şekilde dış politika üretebilmesi durumu seçilmiş travmalar söz konusu olduğunda daha zordur. Seçilmiş travmalar tarihi bir yaşanmışlığın toplum üzerinde derin bir acı ve yas duygusunu uyandırması ve yasın ve acının tutulamaması şeklinde gelişen psikolojik bilinçaltı süreçlerdir. Bu bilinçaltı süreçler yaşanmışlığa neden olan kişiye ya da gruba karşı bir düşmanlık ve kin duygusu oluşturmasına neden olur. Toplumlar da bireyler gibi kendilerini psikolojik olarak korumak amacıyla savunma mekanizması geliştirirler. Burada dışa dönük bir savunması olan yansıtma ve mağduriyet duygusu ön plandadır. Uluslararası ilişkileri şekillendiren en önemli psiko-politik öğe, mağduriyet psikolojisi ile mağdur toplumların diğer toplumlar tarafından mazur görülmesi ve bir koruma kalkanı oluşturularak mağduriyetlerinin bastırılması veyahut mağduriyeti çıkar ilişkilerinde kullanmalarıdır. Günümüz uluslararası ilişkilerini incelediğimizde seçilmiş travmaya neden olan olayların tarihlerinin dahi –durum ne kadar acı verici bir durum olursa olsun- siyasete malzeme olarak kullanıldığını görebiliriz. Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili dünya siyasetinde gözümüze çarpan açıklamaların sözde soykırım ile ilgili bir günde yapılıyor olması toplumların mağduriyetlerini kendi çıkarlarına uygun olarak yönlendirmesi durumuna bir örnektir. KAYNAKÇA (1)Bu kavramı ilk kez Melanie Klein kullanmıştır. (2)Vamık D. Volkan, “Çeşitli Yönleri Đle Diplomasi”, Politik Psikoloji, Çev. Abdülkadir Çevik ve Birsen Ceyhun (Ankara: Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları,1993), s.61 (3)Vamık Volkan, “Identification and related psychic events: Their appearance in therapy and their curative value”,Curative Factors in Dynamic Psychotherapy,(New York: McGraw Hill,1982), ss.153-176 (4)Psikogenetik, ruhsal kalıtımı ve zihinsel süreçlerin kalıtımını inceleyen bir bilimdir. (5)Vamık D. Volkan, “Etnik Çatışmalara Psikolojik Görüş Açısından Yaklaşım”, Politik Psikoloji, Çev. Abdülkadir Çevik ve Birsen Ceyhun (Ankara: Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları,1993), s.89. (6)Rafael Moses, “Shame and entitlement: Their relation to political process”,The Psychodinamics of International Relationships Vol I,(Lexington MA: Lexington Books, 1990), ss.1-30 (7)Abdülkadir Çevik, Politik Psikoloji, (Ankara:Dost, 2007), s.64 Merve Bağcı, Huriye Yardım, Erhan Baydar Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları YIL 1, SAYI 4 Sayfa 20 Politik Psikoloji Bülteni bir Politik Psikoloji Derneği Yayınıdır ARALIK 2009 Kurucu ve Editör: Prof. Dr. Abdülkadir Çevik Yayın Kurulu: Prof. Dr. Hasan Ünal Pzt Sal Çarş Perş Cuma Cts Paz 1 2 3 4 5 6 Prof. Dr. Hüseyin Özsan Dr. Haydar Çağlağan Yayına Hazırlayan: Bahar Senem Çevik Merve Bağcı 7 8 9 10 11 12 13 Orhan Karaoğlu Ozan Örmeci Şükran Elmalıoğlu 14 15 16 17 18 19 20 Barış Kırdemir Alper Ersaydı Mustafa Alperen Özdemir Seda Şen 21 28 22 29 23 30 24 25 EĞĐTĐM 26 EĞĐTĐM 27 Cankız Çevik Ali Oğuz Diriöz POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ DERNEĞĐ CĐNNAH CAD. 57/3 ÇANKAYA ANKARA 0-312-4429495 [email protected] www.ppd.org.tr Bülten yazılarından izinsiz alıntı yapmak yasaktır. SERTĐFĐKALI EĞĐTĐM PROGRAMI: TÜM BOYUTLARI ĐLE TÜRK-ERMENĐ ĐLĐŞKĐLERĐ Politik Psikoloji Derneği, Ankara Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi işbirliği ile 25-26 Aralık tarihlerinde “Tüm Boyutları ile Türk-Ermeni Đlişkileri Disiplinlerarası Bir Yaklaşım” konulu bir eğitim programı düzenlemektedir. Đki ülke ve iki toplum arasındaki ilişkileri yeni gelişmeler ışığında çok boyutlu olarak ele alacak eğitim programı, Türk-Ermeni ilişkilerinin sosyolojik, psikolojik, tarihsel, kültürel ve ekonomik boyutlarına değinecektir. Konusunda uzman akademisyenlerimiz , diplomatlarımız ve yazarlarımızın değerli katkıları ile gerçekleşecek olan bu programa yanlızca konu ya ilgi duyanlar değil, Türk dış politikası ve yeni stratejiler ile ilgilenen politik psikoloji dostlarını eğitim programında aramızda görmek dileğiyle… Katılım ile ilgili irtibat: [email protected] www.ppd.org.tr