Editörden... POLİTİK PSİKOLOJİ BÜLTENİ BÜSAM Araştırması

advertisement
Küreselleşme ve Etkile ri
POLİTİK PSİKOLOJİ BÜLTENİ
Psikanaliz, Uluslararası Đlişkiler, Siyaset Bilimi, Tarih, Đletişim ve Diplomasinin
Birleştiği Kavşak...
YIL 1, SAYI 4
2009
Editörden...
Değerli Politik Psikoloji
Dostları,
Politik Psikoloji
Bülteni’nin 2009 yılına ait
olan bu son sayısında
dünya ve Türkiye ile ilgilibirçok farklı konuda
yazılmış çeşitli makaleleri
sizlerle paylaşmak istedik.
Küresel dengeler, terör,
kimlik ve uluslararası
stratejiler ile ilgili politik
psikoloji makaleleri bundan sonraki sayılarımızda
da devam edecek.
Çok genç bir bilim dalı
olan politik psikoloji
yanlızca siyaset biliminin
ve psikolojinin değil, aynı
zamanda tarih, uluslararası
ilişkiler, hukuk, sosyoloji,
iletişim, ekonomi ve diplomasi gibi birçok alanın da
alt dalı olabilmektedir. Bu
sayımızdaki makalelerde
politik psikolojinin çok
yönlülüğünü sizlere sunmak istedik.
Türkiye’de politik psikoloji
biliminin öncüsü olan
derneğimiz disiplinlerarası
bir çalışma ekibi ile özgün
analizlerine devam
etmektedir.
Politik Psikoloji Derneği
yeni bir yapılandırma ile
kendi içinde çeşitli çalışma
grupları oluşturmuştur.
Psikoloji, Siyaset Bilimi,
BÜSAM Araştırması Sonuçlandı
Politik Psikoloji Derneği’nin eğitim programlarındaki partneri Bahçeşehir
Üniversitesi Uluslararası
Güvenlik ve Stratejik
Araştırmalar Merkezi’nin
yürüttüğü Doğu ve
Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri Sosyo-Ekonomik
ve Sosyo-Kültürel Yapı
Araştırması sonuçlandı.
Bahçeşehir Üniversitesi
Stratejik Araştırmalar
Merkezi Başkanı Ercan
Çitlioğlu’nun
sorumluluğunda yürütülen
çalışma 29 ilde 530 kümede
27.726 hane halkına
ulaşılarak 4.761 kişi ile yüz
yüze görüşme ve yarı
yapılandırılmış mülakat
tekniği ile gerçekleştirildi.
Araştırmada Doğu ve
Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri ile son 20 yılda bu
bölgelerden en fazla göç
alan 10 ilin sosyo-ekonomik
ve sosyo-kültürel yapısını
değerlendiriliyor. Đki aşamalı
olarak yürütülen
araştırmanın ilk kısmı
tamamen Doğu ve
Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri üzerine
yoğunlaşırken ikinci kısımda
da bu bölgelerden göç alan
iller üzerine eğiliyor.
http://
busam.bahcesehir.edu.tr/
Uluslararası Đlişkiler, Tarih,
Đletişim ve Kültür çalışmaları olarak kendi içersinde
araştırmalar yürüten
ekibimizin yeni çalışmaları
önümüzdeki sayılarda
sizlerle buluşmaya devam
edecektir.
Bültenimizin dördüncü
sayısında desteklerini
esirgemeyen akademisyen
ve araştırma ekibimize
teşekkürlerimi sunar siz
değerli dostlarımıza iyi
okumalar dilerim.
Prof. Dr. Abdülkadir
ÇEVĐK
Politik
Psikoloji
Derneği
Başkanı
A.Ü.T.F.
Psikiyatri
Anabilim Dalı Başkanı
BU SAYIDA…
*Milli devletlerin oluşumu ve Türk
kimliği
*Gündüz Aktan anısına
*Öcalan’I Mandelalaştırmak
*Afganistan’da Taliban Direncinin
Psikososyal Parametreleri ve Etniklik
*Psiko-Tarih Bağlamında Türkiye –AB
ilişkileri
*Le Figaro Henri Kissinger söyleşisi
*Küreselleşme ve Etkileri
*Demokratik Açılım ve Büyük Grup
Kimliği Üzerine
*Büyük şehir Efsanesi ve Göçler
*Belçika’da Göçmenler be Vatandaşlarımız
*Belçika’da Türk kökenli siyasetçiler
*Irak Su Sorunu
*Kitap Köşesi
*Uluslararası Đlişkilerde Algı Farklılıkları: Seçilmiş Zaferler ve Seçilmiş
Travmalar
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 2
Milli Devletlerin Oluşumu ve Türk Kimliği
Fransız Đhtilâli öncesinde Otuz Yıl Savaşları adıyla bilinen ve 1648 Westfalia Barışı ile sona eren dönem, Fransa açısından
büyük devlet adamı Kardinal Richelieu’nün ‘devlet çıkarı veya milli çıkar’ kavramını ön plana çıkarması ve bunun sonucunda Katolik
Fransa’nın Otuz Yıl Savaşlarında bugünkü Almanya topraklarında Katolik hakimiyetini devam ettirmek isteyen Kutsal Roma
Đmparatorluğu yerine Almanya’daki Protestanları desteklemesi sebebiyle Fransa devletinin ve milletinin oluşum sürecinin başlangıcı
sayılır. Milli devlet tek millet esasına göre kurulmuş siyasi yapılardır. Bugün dünyada Birleşmiş Milletler üyesi yaklaşık iki yüz civarında
devlet vardır ve bunların dörtte üçü ya doğrudan doğruya milli devlettir ya da anayasal yapıları milli devlete çok yakındır. Tek millet
esasına göre kurulu milli devlet yapıları kalıcıdır. Dünyada en azından son birkaç yüzyıldır gözlenen ve gelecek yüzyıllarda da var
olacağına kesin gözüyle bakılan yapılar milli devletlerdir.
Devlet yoluyla millet inşasının en güzel örneği olan Fransa modelinin zamanla Avrupa’daki diğer devletlere de yayıldığı ve on
dokuzuncu yüzyılda önce Đtalyan sonra da Almanya milli birliğinin kurulmasının sağlandığı bilinmektedir. Buna mukabil Türkler
tarihte siyasi manada millet tanımına çok yakın yapılanmalar içinde ‘Türkler’ olarak bilinegelmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti
devletinin kurulmasında Fransız Đhtilali’nin fikriyatı bulunsa bile, bu, siyasi manada bir milli devlet kurulmasını izah eder, millet
inşasının Türkiye Cumhuriyeti ile başladığı anlamına gelmez. Türk milletinin inşa süreci binlerce yıllık bir tarihi süreçten geçmiştir.
Millet inşası konusunda Tükler kadar eski olan milletlerin sayısı oldukça azdır.
Bu açıdan bakıldığında Türk milli kimliği kültürel temellidir, ırki veya etnik değildir. Kucaklayıcıdır, dışlayıcı değildir.
Türkler tarihleri boyunca çok değişik coğrafyalarda ve çok değişik halklarla birlikte yaşadıkları için ırkçılık Türk kültürü içerisinde yer
bulamamıştır. Birlikte veya yan yana yaşadığı halkların kültürlerinden etkilenirken, onların kültürüne de katkılarda bulunmuş, evlilik,
bir arada yaşama gibi pek çok sosyal etkileşim sonucu diğer halkları kendi bünyesinde rahatlıkla barındırabilmiştir.
Türkiye’deki milliyetçilik hareketleri de aslında hep Batı dillerindeki ‘patriotism’ kelimesinin karşılığı olan ‘vatanseverlik’ çizgisi
üzerine oturmuş, hiçbir zaman, Batı toplumlarındaki yaygın manasıyla ‘nationalist’ yani ırkçı ve yabancı düşmanlığı içeren unsurlar
ihtiva etmemiştir. Batı dillerinde özellikle Fransız Đhtilâli ile kullanılmaya başlanan ve bilhassa on dokuzuncu yüzyıldan itibaren çok
olumlu ve ilerici bir anlam kazanan ‘nationalism’ kelimesi iki dünya savaşının sebebi sayılarak gözden düşmüştür. Đngiltere ve
Amerika’da hiçbir zaman Kıta Avrupasındaki kadar olumlu içerik kazanmamış olan bu kelimenin Đkinci Dünya Savaşı sonrasında kötü
bir muhteva kazanması, Đngiltere ve ABD’nin savaşın galipleri oldukları düşünüldüğünde tesadüf değildir.
Buradaki kötü içerik özellikle Kıta Avrupasında ortaya çıkan faşist ve nazi türü milliyetçiliklerden kaynaklanmış ve milliyetçilik birkaç
kötülüğün sebebi olarak sayılmaya başlanmıştır. Bunlar ırkçılık, yabancı düşmanlığı,yayılmacılık ve dışlayıcı karakterdir.
Oysa Türk milliyetçiliği hiçbir zaman bu özelliklerin hepsini veya birisini bünyesinde taşımamıştır. Örneğin ırkçılık Türkiye’de merkez sol ve
Kemalist milliyetçilikte de, merkez sağ ve muhafazakar milliyetçilikte de tutunamamıştır. Türk milletinin tarihten gelen özellikleri, Đslamiyetin ırkçılığı
reddeden anlayışı buna manidir. Bu sebeplerle Atatürk, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını tamamen dışlayan bir anlayış üzerine Türk milliyetçiliğini, milli
kimliğini ve Türk ulus devlet yapısını inşa etmiştir. Yabancı düşmanlığı olmadığı için Türk milliyetçiliği Avrupa’daki Alman ve Fransız veya
Balkanlar’daki Yunan ve Sırp milliyetçilikleri gibi dışlayıcı olmamıştır. Tüm grupları kapsayıcı özelliği olan Türk kimliğine mensubiyet duygusunu
benimseyen herkesi kabul edici olup, kültürel niteliklidir.
Tüm bu bahsedilen özellikler üzerine inşa edilen Türk ulus devletinin ürettiği politik kültür yayılmacı değildir. Türkiye Cumhuriyeti devletini
yayılmacı olarak nitelendirmek söz konusu olamaz. Kıta Avrupasındaki milliyetçilik örneklerinin pek çoğu yayılmacı özellikler arzeder. Balkanlarda da
durum farklı değildir. Örneğin Yunanistan devletinin ürettiği politik kültür, Bizans’ı ihya etmek amacı güden Büyük Ülkü (Meğali Đdea)etrafında
şekillenmiş ve ilk kurulduğu toprakların etrafındaki bölgelerde genişlemeyi hedeflemiştir. Genişlemek istediği topraklar üzerinde yaşayan bütün Rumları
kendinden saymış, Rum olmayanları o topraklardan atılması gereken ‘yabancılar’ veya ‘işgalciler’ olarak görmüştür. Sırp ve Bulgar milliyetçilikleri de aynı
özellikleri taşır ki, teknik olarak bu tür yayılmacı milliyetçiliğe siyasi tarihte ‘irredantizm’ adı verilir.
Buna karşılık Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ne Avrupa’da görüldüğü gibi emperyalist ne de Balkanlarda Osmanlı’nın sonunu getiren türden
irredantist yayılmacı özelliklere bürünmüştür. Üstelik Osmanlı’nın kaybının hafızalarda taze olmasına ve kaybedilen Balkanlar ile Kafkaslar’dan
milyonlarca Türk-Müslüman kökenlinin Anadolu’ya sürülmesine rağmen irredantist yayılmacılığın Türk milliyetçiliği içinde yer edinememesi normalde
takdir edilmesi gereken çağdaş bir değer olmalıdır.
Bu bağlamda Türk milli kimliğinin en önemli tarafı aidiyet veya mensubiyet duygusu üzerine inşa edilmiş olmasıdır.
Atatürk bütün bunları en doğru ve en anlamlı biçimde harmanlamış ve bunu yapı harcı olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin
kuruluşunun esası haline getirmiştir.
Prof. Dr. Hasan Ünal
Gazi Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Politik Psikoloji Derneği Kurucu Üyesi
Sayfa 3
YIL 1, SAYI 4
Gündüz Aktan’ın Aramızdan Ayrılışının Birinci Yılında
Sn. Gündüz Aktan ve Prof.
Dr. Vamık Volkan
www.vamikvolkan.com adresinden
temin edilmiştir.
Gündüz Aktan’ın Radikal Gazetesi’ndeki köşesinden:
Büyükelçi Gündüz Aktan’ı bir çoğumuz diplomat ve köşe yazarı
olarak tanıdık. Ancak Aktan, çok derin bir bilgi birikimine sahip
vizyoner bir kişilikti. Felsefe ve psikolojiye özel ilgisini akademik
bilgiye çevirebilecek kadar çalışmalarına tutkuluydu.
Aktan, Büyükelçilik yaptığı yıllarda Onursal Başkanımız Prof. Dr.
Vamık Volkan ile tanışmış ve gruplararası çatışmaların psikanalitik
teoriler uygulayarak çözümlenmesini diplomaside yeni bir yaklaşım
olarak görmüştür. Bu alanda yapılacak çalışmaların kemikleşmiş
sorunları açıklayabileceğini hisseden Aktan, uzun yıllar psikanalitik
teori ile ilgilenmiştir. Büyükelçilik görevine devam ettiği
dönemlerde ve daha sonraki yıllarda Türk-Yunan ilişkileri, TürkErmeni ilişkileri, Batı-Đslam dünyası üzerine düzenlenen birçok
çalıştayda diplomasi deneyimleri ile politik psikoloji metodolojisini
biraraya getirmiştir.
2007 yılında siyasete atılan ve Đstanbul milletvekili olan Gündüz
Aktan siyasi sahnede de çatışmaların psikolojik temellerine sıklıkla
değinmiş, özellikle de Türk-Ermeni ilişkileri konusunda büyük
çaba sarfetmiştir.
1998-2007 arasında Radikal Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapan
Gündüz Aktan gerçek bir fikir ve felsefe insanı olduğunu
yazılarında okurlarına bir kez daha göstermiştir. Köşe yazarlığı
yaptığı süre içinde ülke ve dünya gündemini meşgul eden
konularda yaptığı derinlemesine analizler ile okuyucularını
aydınlatmıştır.
Politik Psikoloji Derneği’nin kurulmasında sonsuz çabalar
gösteren, bizlere fikir ve yazılarıyla önderlik eden Gündüz Aktan
emek verdiği çalışmalar ile daima hatırlanacak ve yaşatılacaktır.
Aramızdan ayrılışının birinci yılında Büyükelçi Gündüz Aktan’ı
saygı ile anıyoruz.
Yas Tutma Üzerine:
“Yunan kimliğinde büyük kayıpların yasını
tutmanın, zaferleri kutlamak kadar önemli
olmasıydı. İnsan böyle bir olguyla karşılaşınca, biz
Türklerin sadece zaferlerimizi kutladığımızı,
kayıplarımızın yasını tutmadığımızı fark ediyor.”
24.03.2007
Toplumsal Regresyon Üzerine:
“Erişemeyecekleri hedeflere yöneldikleri için
karşılaştıkları sorunları çözemeyen toplumlar
'regresyona' girerler. Yani toplumu oluşturan
bireyler günün baş edilemez gerçeklerinden
kaçarak, çocukluklarının başlangıç
dönemlerine gerilerler ya da sığınırlar.
Geçmişte kendilerine hep kötülük yapıldığına
inanırlar.
Sorumlu tuttukları otorite merciini (genelde
devleti) hedef alıp şiddete başvururlar. Esiri
oldukları irrasyonel güçler onları hesapsız
maceralara sürükler.”
13.12.2005
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 4
Öcalan’ı Mandelalaştırmak
Güney Afrika Cumhuriyeti, nüfusunun yaklaşık % 79.6’sını siyah ırkın, yaklaşık % 9.1’ini beyaz ırkın, % 8.9’unun karma
ırkın, %2.5’inin Hint/Asya ırkının oluşturduğu (1), ancak özellikle 1994’teki ilk demokratik seçimlere kadar tamamen beyaz ırkın
yönetiminde olan bir ülkedir. Ülkede halen var olan doğal kaynakların zenginliğini 1600’lü yıllardan itibaren sömürgeciliğin kaymağını
yiyen beyaz ırk paylaşmaktadır.
Ülkenin nüfus olarak azınlığını teşkil eden beyaz ırk, atalarından aldıkları güç ile eğitimsiz siyah ırk çoğunluğuna yüzyıllarca
hükmetmiştir. Hollanda ve Đngiliz sömürgeciliği döneminde gayri resmi olarak ortaya çıkan ırk ayrımcılığı, 1880’li yıllarda uygulanmaya
başlamış, 1948’te yasalara geçmiş ve Güney Afrika apartheid rejimini uygulamaya başlamıştır (2). Apartheid resmi olarak üç değişik ırkı
sınıflandıran ayrımcı bir sistemdir(3). Siyahlar, beyazlar ve renklilerden (Hint asıllılar başta olmak üzere) oluşan ırklar eğitim, sağlık,
ulaşım ve diğer kamu hizmetlerinden ya beyazlar kadar faydalanamamakta ya da faydalansa dahi ayrımcılığa tabi tutulmaktaydı.
Neticede 1958 yılında siyahlar vatandaşlık haklarından mahrum bırakılarak küçük birer devletcik statüsünde olan klanları ile yaşamaya
mahkum oldular.
Bütün bu yaşanılan haksızlıklara karşı mücadele umudunu yitirmeyen bir grup siyahi Güney Afrikalı African National
Congress (ANC) ‘i 1912 yılında kurdular (4). Sosyal ve siyasal alanda baskı altında olan siyahlar bu kitle hareketine büyük oranda
katıldılar. 1944’te Nelson Mandela’nın da katıldığı siyasi örgüt birçok eylem, bildiri, kongre, boykot gibi sosyal içerikli mesajlara
imzasını attı. Apartheid rejiminde değişikliğe gidilmemesi ve siyahlara yanlızca ırklarından dolayı zulüme devam edilmesi nedeniye
1969 yılında silahlı eylem düzenlemeye başlayan ANC, 1976 yılında apartheid rejiminde ilk reform hareketine zemin hazırlamıştır (5).
ANC lideri Nelson Mandela 27 yıl hapisten sonra 1990 yılında şartsız olarak serbest bırakılmış ve o tarihten itibaren de siyahların
sembolü olmuştur.
Ne yazık ki, Nelson Mandela’nın hayatı ve davası teröristbaşı Öcalan’ın hayatı ile eş tutulmak istenmiş ve PKK, Öcalan’ın
Mandela’nın izinden yürüdüğünü defalarca dile getirmiştir. Oysa ki, her iki ülkenin tarihine ve sosyal yapısında bakıldığında ANC’nin
insan hakları istekleri ile PKK’nın terör eylemleri ve talepleri arasında derin uçurumlar olduğu açıktır. Güney Afrika’da geçmişte var
olan ve hala izleri sürmekte olan ırk ayrımcılığı, ırksal farklılıklara veya ırksal farklılıkların algısal üstünlüklerine, yasal olarak bir ırkı
diğerinden üstün tutulmasına dayanmaktadır. Güney Afrikalı olup yaşı 25’ten büyük olan her birey ayrımcılığı ya yaşamış ya da
yaşatmıştır. Farklı ırklardan çocukların birbirleriyle oynamaları, beyaz olmayanların kaliteli veya kimi zaman herhangi bir eğitim
görmeleri, farklı ırkların aynı toplu taşım araçlarına binmeleri, aynı yerde yemek yemelerinin imkansız olduğu bir ülke olan Güney
Afrika ancak 1994’ten sonra yasal eşitlik ilkesini savunabilmiştir.
1994 öncesi Güney Afrika Cumhuriyeti rejiminin başlıca özelliği anti demokratik oluşu ile ırksal ve etnik temellere dayalı
ayrımcılık yapmasıdır. Tarihinde ırk ayrımcılığının var olduğu bir başka ülke ise zenci ve beyazların farklı statüde yaşamış olduğu
ABD’dir. Oysa ki geçmişten günümüze dek bakıldığında, Türk devletlerinde hoşgörünün hakim olduğunu, bireylerin kimlikleri, ırk
veya etnik kökenleri üzerinden tanımlanmadığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere mirasını devraldığımız Osmanlı
Đmparatorluğu da, topraklarında yaşayan bireylere Güney Afrika veya ABD örneğinde olduğu gibi farklı davranmamıştır. Güney
Afrika Cumhuriyeti’nde devlet tarafından yasalaştırılan ayrımcılık, beyaz azınlık tarafından da benimsenmişti. Öte yandan, ülkemizde
hiçbir zaman vatandaşlar arasında etnik kimliğe dayalı ayrımcılık yapılmamıştır. Böyle bir ayrımcılığın toplumsal anlamda da kabul
görmeyeceği yaşadığımız terör olaylarına rağmen halkımızın duyarlılığından anlaşılmaktadır. Bu nedenle haklı bir nedenle insanca
yaşayamadıkları, temel insan haklarından tamamen yoksun oldukları için siyasi mücadele veren Mandela ile teröristbaşı Öcalan’ın
kıyaslanması imkansızdır. Mandela kendi topraklarında zulme maruz kalan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören, toprak sahibi
olamayan, mal-mülk edinemeyen, beyazlarla yan yana dahi yürüyemeyen siyahların lideri iken Öcalan, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde
tüm grupların sahibi olduğu haklara sahip olan bir grubun liderliğine soyunmuştur. Türkiye’de farklı etnik kökenlerden gelen insanlar
eğer aynı masada oturabiliyor, aynı yerden alışveriş yapabiliyor, mülk ve iş sahibi olabiliyor, hatta daha da önemlisi birbirleriyle etnik
kökenlerini sorgulamadan evlenebiliyorlarsa bu, Cumhuriyetimizin ve Türk geleneklerinin getirdiği bir değerdir. Özgürlüğün meşalesi
konumunda sayılan Güney Afrika’da hala bir beyaz ile siyahın arkadaşlık dahi etmesi kendi grupları arasında hoş karşılanmazken,
ülkemizde evliliklerin gerçekleşmesi ve devam etmesi kimliğimizin ne kadar içiçe geçmiş ve bütünleşmiş olduğunu göstermektedir.
Son yıllarda terör örgütü PKK’nın ve örgütün temsilcilerinin “Öcalan’ı Mandelalaştırmak” söylemini tekrarladığı ve Mandela
benzeri bir proje ile Öcalan’ı cezaevinden çıkartarak toplumsal ve yasal bir lider haline getirme çabası içinde oldukları görülmektedir.
Adaletsiz bir sosyal hayata karşı mücadele eden Mandela haklı bir davayı kazanmıştır. Ancak, Öcalan’ın Kürt halkının sözde eşitliği
için mücadelesi gerçeklere dayanan bir söylem değildir. Terör örgütü tarafından bu tarz propagandaya maruz kalan PKK’ya yakın bazı
Kürt vatandaşlarımız, Öcalan’ı kendi “Mandela’ları” konumuna getirmek istemektedirler. 1 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşen “DTP
Barış Mitingi” de Öcalan’ı Mandelalaştırmaya giden yolda emin adımlarla ilerlendiğinin bir kanıtıdır. DTP milletvekili Aysel Tuğluk
yaptığı bir konuşmada “Öcalan’a ev hapsi” isteyerek “Mandela yolunda” ilerlediklerini belli etmiştir (6). Ahmet Türk ise bir
konuşmasında “Güney Afrika'da Nelson Mandela cezaevindeydi, çözülmedi. Ne zaman Mandela'nın koşuları düzeltildi, yanına
arkadaşları gönderdiler, ev hapsine aldılar, daha sonra özgürleştikten sonra ancak o zaman barış geldi” diyerek aynı doğrultuda
görüşlerini beyan etmiştir (7). DTP’nin kapatılmasıyla benzer söylemlerde bir artış dikkati çekmektedir.
Sayfa 5
YIL 1, SAYI 4
Bu bağlamda Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kurulan “Truth and Reconciliation Commission” (Barış ve Hakikat Komisyonu)
benzeri bir oluşum son yıllarda sıklıkla dile getirilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin apartheid sonrası oluşturduğu bir tür
mahkeme olan Barış ve Hakikat komisyonu, apartheid sırasında insanlık dışı zulümler gören siyah halk ile zulmü uygulayanları bir
araya getirip tarafları dinlemeyi amaçlayan bir oluşumdur (8). Yıllar içinde Güney Afrika’nın Barış ve Hakikat Komisyonu Arjantin,
Şili, Panama, Peru, Fas gibi daha birçok ülkede benzer oluşumların kendi ülkelerine özgü bir biçimde ortaya çıkmasında etkili
olmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki oluşum siyahlar ve beyazlar arasındaki ırk ayrımıyla, beyazların siyah halka zulmüyle ve
resmi ayrımcılıkla ilgilidir. Mandela öncülüğünde kurulan Barış ve Hakikat Komisyonu ancak Türkiye’ye özgü şartlarda ve Türkiye’nin
sorunları bağlamında tartışılmalıdır. Aksi halde, Güney Afrika’da yaşanmış olan ırkçılık sorunu ile ülkemizde yaşanan sorunlar eşit
tutulamaz. Göreceğiniz fotoğraflar apartheid dönemi Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçılığın boyutlarını ve öylesi bir durumda Barış
ve Hakikat Komisyonu’na neden ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir.
Mandela, hiçbir hakka sahip olmayan, her türlü kötü muameleye maruz kalan kendi halkının özgürlüğü için mücadele
etmiştir. Türkiye’de yaşayan herkesle aynı ekmeği, suyu, aynı kaderi paylaşan Kürt vatandaşlarımızı, Güney Afrika’daki zencilerin
apartheid dönemi şartları ile kıyaslamak gerçekçi değildir. Bu nedenle de DTP lideri Ahmet Türk’ün “Güney Afrika'da siyah ve beyazların
sorunu Mandela'nın özgürleşmesiyle çözülmüştür. Kürt sorununun çözümü için de sayın Öcalan'ın özgürlüğü sağlanmalıdır” (9) sözleri Türkiye’deki
sosyal sorunlara değil Güney Afrika’daki ırk ayrımına işaret etmektedir.
KAYAKÇA
1 www.statssa.gov.za Statistics South Africa, www.southafrica.info/about/people/population.htm
2 www.rebirth.co.za/apartheid_history.htm
3 Türkkaya Ataöv, “Against Apartheid in South Africa” Paper presented in World Conference Against Racial Discrimination, 1979.
4 www.anc.org.za African National Congress
5 Nelson Mandela, Long Walk to Freedom, Londra, Abacus, 1994.
6 “Öcalan’a Ev Hapsi!”, Vatan Gazetesi, 19.04.2009
7 “Öcalan’a Ev Hapsi!” Vatan Gazetesi, 19.04.2009
8 Truth and Reconciliation Commission, www.doj.gov.za/trc/index.htm
9 “Barış Đçin Öcalan Serbest Bırakılmalı”, www.iha.com.tr, 2009.03.23
APARTHEID DÖNEMĐ GÜNEY AFRĐKA
PRETORIA
Metro Đstasyonu Girişleri
Sol Giriş:
Yanlızca Avrupalı Olmayanlar
(zenciler)Sağ Giriş:
Yanlızca Avrupalılar (beyazlar)
Bahar Senem Çevik
Politik Psikoloji Đletişim Çalışmaları
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 6
Afganistan’da Taliban Direncinin Psiko-Sosyal Parametreleri ve Etniklik
11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a
yapılan saldırıların gerçekleşmesinden ve Amerika Birleşik
Devletleri öncülüğünde Koalisyon Kuvvetleri tarafından
Afganistan’a yönelik operasyonun başlatılmasından bu yana sekiz
yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Uluslararası örgütler, düşünce
kuruluşları, çeşitli devletlere bağlı olarak faaliyet gösteren kurumlar
ve kimi uzmanların değerlendirmeleri, Afganistan’da devam eden
savaşta inisiyatifin Taliban’da olduğu yönündedir.
Taliban kuvvetlerinin Koalisyon Kuvvetleri ve NATO
unsurlarına karşı “üstün” olduğunun değerlendirilmesinde askeri,
politik, jeopolitik-jeostratejik yönlerin dışında, ülkedeki etnik
dağılım ile bağlantılı psiko-sosyal etkenler önem arz etmektedir.
Afganistan’da
sürmekte
olan
mücadelenin
stratejik
parametrelerinin önemli bir kısmı, söz konusu etkenler ile
bağlantılı bir görünümü haizdir.
Çoğunlukla, Afganistan’ın güney ve doğu bölgelerinde
yaşayan ve ülke nüfusunun yüzde 45’e yakın bir oranını oluşturan
Peştunlar, ülkenin en kalabalık etnik unsurudur. Tacikler,
Hazaralar, Özbekler, Türkmenler, Pamirler, Beluciler ve Aymaklar
ülkedeki diğer etnik unsurlardır (1) Taliban güçlerinin eylemselliği
ve hakim olduğu alanlar incelendiğinde, Peştun bölgelerin,
Afganistan’daki
direnişte
önemli
bir
yerinin
olduğu
gözlemlenmektedir. Afganistan’da Ağustos ayında yapılan devlet
başkanlığı seçimlerine katılım oranlarının, Peştun bölgeler
genelinde son derece düşük kalması, söz konusu bölgelerde yerel
halkın “kazanılamadığının” önemli bir göstergesidir.
Afganistan’ın Pakistan ile olan sınırının yapısı, Taliban
unsurları için önemli bir stratejik avantaj oluşturacak niteliktedir.
Sınırın iki yanında bulunan etnik unsurların büyük çoğunluğunun
Peştun olması, Afganistan’da ve Pakistan’da yüksek eylemsellik
gösteren Taliban unsurları için stratejik avantaj oluşturmaktadır.
Taliban, dönemsel olarak Afganistan içindeki mevcutlarında
değişiklikler gerçekleştirebilmekte, sınırın yapısının sağladığı
coğrafi avantajları kullanarak çeşitli lojistik ikmal yollarını düzenli
olarak kullanabilmektedir (2).
Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik önceliğinin,
özellikle Barrack Obama’nın Başkan olmasının ardından, Irak’tan,
Afganistan-Pakistan bölgesine kaydığı bilinmektedir. Afganistan’da
sürmekte olan mücadelenin kazanılmasının yerel halkın desteğinin
kazanılmasına bağlı olduğu yönündeki tespitler ile birlikte
değerlendirildiğinde, mücadelenin uluslararası sisteme doğrudan ve
dolaylı bazı etkilerde bulunacağı öngörülen sonucunun, direnişin
psiko-sosyal parametreleri ile doğrudan ilgili olduğu
değerlendirilmektedir (3).
Peştunlar, belirtildiği üzere Afganistan’da oransal
çoğunluğu oluşturmalarının yanında, uzun süre, ülkedeki politik
işleyişe hakim konumda bulunmuşlardır (4). Koalisyon
Kuvvetleri’nin ülkede gerçekleştirdiği operasyonun ardından
kurulan yeni yönetimin yapısının, Peştunların hakim konumlarını
kaybetmelerine sebep olmuştur. Bu kayıpların da Peştunlar’ın
yaşadığı “travmanın” daha da derinleşmesinde etkili olduğu
değerlendirilmektedir. Kurulan yeni yapının başında olan Hamid
Karzai’nin bir Peştun olmasına karşın, yönetimin önemli
kademelerinde “rakip” olarak algılanan etnik unsurların
temsilcilerine yer verilmiş olması, Peştunlar nezdinde, söz
konusu travma etkileri yaratan durumlara örnek olarak
gösterilmektedir.
Taliban’ın Peştun bölgelerde gerçekleştirdiği eylemler
incelendiğinde, bu bölgelerde merkezi yönetimin etkisinin
kırılmaya çalışıldığı ve Peştunlar’a yaşatılan travma konusunda
başarılı olunduğu gözlemlenmektedir. Belirtilen durumlara ek
olarak, Taliban tarafından yürütülen propaganda faaliyetlerinin
Peştunlar nezdinde başarılı etkiler yaratması, “akılların ve kalplerin
kazanılmasında” (5) Koalisyon Güçlerinin Taliban’ı geriden takip
etmelerine neden olmaktadır. Ülkede sürdürülen operasyonların
temel niteliklerine bağlı bazı hususlar da söz konusu zorlukları
derinleştirir niteliktedir. Afganistan’ın tarihsel geçmişinden
kaynaklanan “yabancıların egemenliğine direnme” alışkanlığı,
Koalisyon Kuvvetleri tarafından yürütülen operasyonlarda,
özellikle, yoğun sivil kayıplara neden olan hava saldırılarının
kullanılması gibi taktiksel “zorunluluklara” yoğun olarak
başvurulması, yerel halkı Taliban saflarına yakınlaştıran etkenler
arasındadır.
Sonuç olarak, 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi ve
Pentagon’a yapılan saldırıları planlayan “düşünceye” ev sahipliği
yapan, sekiz yılın ardından halihazırda uluslararası güvenliğe
yönelik “risk” olma özelliğini koruyan Afganistan’ın, belirtilen
nitelikte bir etki gücünü haiz bir mücadeleye sahne olmasının
temelinde, “uluslaşamamanın” olduğu değerlendirilmektedir. Söz
konusu duruma bağlı olarak derinleşen psiko-sosyal yapının
Taliban direnişinde önemli bir momentum yarattığı şüphesizdir.
Etnikliğin, belirtilen hususlar bağlamında haiz olduğu etki gücü
ile birlikte değerlendirildiğinde, Afganistan ve Pakistan üzerinde
yoğunlaşan “tehdidin” ortaya çıkışının, risk bölgelerinde yaşayan
toplumların kimlik algısının, özellikle “dış halkaları” üzerine
baskı oluşturan küreselleşme sürecinin, yine kendi gelişimine
yönelik büyük tehditler yaratan bir “döngüyü” başlatmasına bağlı
olduğu değerlendirilmektedir.
KAYNAKÇA
DORRONSORO, Gilles, “The Taliban’s Winning Strategy in Afghanistan”,
Carnegie Endowment, Washington DC, 2009.
a.g.e
Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar
Merkezi, “Afganistan Af-Pak Denklemi”, Temmuz 2009.
RAŞĐD, Ahmed; Taliban: Đslamiyet, Petrol ve Orta Asya’da Yeni
Büyük Oyun , Agora Kitaplığı, Đstanbul, 2007
MCCLOSKEY, Anthony; “Winning Hearts and Minds” , http://
missionafghanistan.blogs.nytimes.com/2006/12/03/winning-heartsand-minds/ , Erişim Tarihi: 1 Ekim 2009
Barış Kırdemir
Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları
EGE Üni. ULIT Başkanı
YIL 1, SAYI 4
Sayfa 7
Psiko-Tarih Bağlamında Türkiye-AB Đlişkileri
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri 31 Temmuz 1959’da başlamış, günümüzde hala devam
eden ve ucu açık olduğu için ne zaman biteceği tahmin edilemeyen bir süreç halini almıştır. Türkiye’nin
karşısında iki Avrupa Birliği olduğunu söyleyebiliriz. Birinci Avrupa, antik Yunan ve Roma Đmparatorluğu
mirasını kabul eden Hıristiyan kültürüdür(1). Bu kültür içerisinde yer alan devletler kendi aralarında önce
ekonomik daha sonra da siyasal bir bütünleşmeye gitmiş, sermaye ve iş gücünün Avrupa’da serbestçe Viyana Kuşatması Görseli
dolaşıp iş bulabilmesinin ve yatırım yapabilmesinin önündeki engeller kaldırılmış, ekonomik olarak geri
kalmış yörelerin kalkınması için imkanlar seferber edilmiş, Avrupalı çiftçiyi diğer ülkelerin çiftçilerine karşı avantajlı duruma getirmek
için önemli destekler sağlanmış ve sağlanmaktadır. Fakat bunun yanı sıra bir de Türkiye için AB vardır. Bu ise tamamen yukarıda
bahsedilen ilkelerden farklıdır. Bunun başlıca sebebi Avrupalıların belleklerinde yüzyıllardan beri oluşan Türk imajıdır(2). Bu Türk
imajının veya imgesinin oluşmasında tarihi faktörler ile bu tarihi olgulara bağlı psikolojik etkiler rol oynamıştır. Günümüzde Avrupa
Birliği üyesi olan ülkelerin birçoğu Türkler ve Türklerin kurmuş olduğu devletler ile karşı karşıya gelmiştir. Psikolojik açıdan
incelediğimiz Hristiyan Batı dünyasının geleneksel Türk düşmanlığının kökeninde yüzyıllar önce yaşanmış acı duygular, korkular, öfke
ve kayıplar yatmaktadır. Öyle ki, Malazgirt yenilgisiyle başlayan Đstanbul’un fethedilmesiyle devam eden kayıplar, Kurtuluş Savaşı ile
yeniden canlanmış ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile güçlenmiştir. Burada önemli olan nokta Hristiyan dünyasının bilinçdışında
Türkiye’nin hala düşman Osmanlı Devleti ile eş tutulmasıdır(3). Dolayısı ile bu durum bilinçdışı çeşitli önyargılar oluşturmaktadır.
Batı’nın bu önyargılarının gelişmesinde zamanın kanaat önderleri ve düşünürlerinin katkısı yadsınamaz. Bunların temelinde
Türklerin Anadolu’ya ait olmadıkları, medeniyete ve güçlü bir devlet kurmaya layık olmadıkları düşünceleri yatmaktadır. Johann
Gotfried Herder’in Türkler hakkındakı yorumları dikkat çekicidir:
“Türkistanlı olan Türkler, 300 yıldan fazla bir süredir Avrupa’da bulunmalarına karşın, hala Avrupa’ya yabancıdırlar... Đçinde yaşayan
bütün Avrupalılar için kocaman bir zindan olan Türk Đmparatorluğu zamanı gelince çökecektir. Binlerce yıldan beri hala Asyalı barbarlar
olmak isteyen bu yabancıların Avrupa’da ne işi var?(4)”
Türklerin Avrupa’ya ait olmaması gerektiği düşüncesi yanı sıra, barbarlık ve gaddarlık, cehalet, kötülük ve korku “Türk” imgesinde
birleşmektedir.
Politik psikoloji bilimine göre önyargı oluşturma tarihsel süzgeçlerden geçerek oluşmaktadır. Avrupa veya Batı’nın
önyargıları da toplumlararası tarihsel ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Bu tarihsel ilişkiler öyle bir boyuttadır ki Türk ile Đslam/
Müslüman imgeleri birbiriyle özdeşleşmiştir. Burada Osmanlı imgesinin ve hatıralarının etkileri de yadsınamaz(5). Örneğin Türklerin
Viyana kapılarına dayanıp Hristiyan birlikler tarafından durdurulmaları, Bosna ve Kosova’da öldürülen Müslümanların Osmanlı’dan
“öç almak” amacıyla yapılmış olması bu önyargıların bir tezahürüdür(6).
Günümüzde dahi Müslüman ve Türk kimlikleri birbiriyle eş görünmektedir. Đstanbul’un fethine denk gelen Salı günü
Hıristiyanlar tarafından uğursuz gün olarak anılmaya devam etmektedir. 19.yüzyıl düşünürlerinden Engels “Türkiye” adlı yazısında
“ayaktakımı” şeklinde tabir ettiği Türkler için şöyle demiştir:
“Kuşkusuz, er ya da geç, Avrupa kıtasının en güzel parçaları, bu ayaktakımının egemenliğinden kurtulacaktır”(7).
Batı’da var olan Türk imgesinin ve bunun psikolojik yansımalarının Türk ordusu ile de yakın ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün olumsuz şartlara rağmen Türk milleti, Selçuklular, Osmanlılar ve daha sonra da Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki
Kurtuluş mücadelesi ile Batı’yı büyük yenilgilere uğratmıştır. Bu yenilgiler Avrupada derin yaralar açmıştır. Batı dünyası tüm bu
kayıpların mesuliyetini Türk ordusuna yani bugünkü adıyla onun hamisi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklemektedir.
Avrupa ülkeleri Türk kimliğini ve Türkiye’yi bu imajından dolayı kendi aralarında eşit görmemekte ve Avrupa’nın bir parçası
saymamaktadır. Bunun yanı sıra gerçekçi bir bakış açısıyla baktığımız zaman, bugünkü nüfusuyla 70 milyonluk Türkiye, AB içerisinde
çok önemli bir siyasi güce sahip olacaktır. Buna da yukarıda bahsedilen önyargılardan dolayı hiçbir AB ülkesi izin vermez. Bunun
dışında olası bir Türkiye üyeliğinde AB sınırları Irak, Đran ve Suriye’ye dayanacaktır ki Avrupalılar, böyle savaş bölgelerinden uzakta,
kendi kurtarılmış cennetlerinde yaşamayı tercih etmektedir. Ancak Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda kendisine yön çizmesine
de izin vermek istememektedirler.
Avrupa Birliği günümüzde dokunulmazlığı olan bir dogmalar bütünü halini almıştır. Avrupa kültüründe yüzyıllardır süregelen
önyargılar ve Türk imgesi değişmediği müddetçe Türkiye’nin eşit şartlarda üye olma şansı gerçekçi gözükmemektedir.
KAYNAKÇA
(1)Zeynep Dağı, “Avrupa Kimliği’nin Sınırları ve Türkiye’nin AB Üyeliği”, Avrasya Dosyası, C.XI, S.1, s.55-58.
(2)Gündüz Aktan, Açık Kriptolar, Aşina Kitaplar, Ankara 2006, s.189-192.
(3)Abdülkadir Çevik, Psikopolitik Yönden Kimlik Gelişimi ve Etnik Terörizm, Politik Psikoloji Merkezi, Ankara, 1995 s. 3-4
(4)Onur Bilge Kula, Batı Düşününde Türk ve Đslam Đmgesi, Büke Yayınları 2002, s 77
(5)Çevik, a.g.e., s. 2
(6)Gajendra Singh, “EU-Turkish Engagement: A Must for Stability of the Region”, South Asia Analysis Group, Paper No 1127, 28.09.2004,
http://www.southasiaanalysis.org/%5Cpapers12%5Cpaper1127.html.
(7)Kula, a.g.e, s 130
Arş Grv. Alper Ersaydı
Politik Psikoloji Tarih Çalışmaları
Uşak Üniversitesi Atatürk Đlkeleri ve Araştırma Merkezi
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 8
Kissinger: çin artık doların dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetine son vermek istiyor"
Le Figaro: Pekin’den yeni
dönüyorsunuz, Çinli
yetkililerin küresel mali kriz
hakkındaki düşüncelerini
bizimle paylaşır mısınız?
HK: Konuya vakıf bir
gözlemci olarak size sadece şahsi görüşlerimi aktaracağım.
Kendilerine karşı çok büyük saygı duymakla birlikte içinde
görev almadığım Obama yönetimi adına konuşmuyorum.
Çin ile Amerika arasında her zaman önemli siyasi
anlaşmazlıklar olmuştur. Bunlar çok ciddi olmayan, dünya
barışını tehdit etmeyen anlaşmazlıklar olup, iki ülke
arasındaki çok yoğun diplomatik ilişkiler ve çalışma
gruplarının varlığı sayesinde idare edilmiştir. Çinli yöneticiler
dünyanın önemli siyasi meselelerinin çözümü konusunda
Amerika’ya güvenmiyorlar. Onlara göre Amerikalılar, dış
politika anlayışlarında ideolojiye çok fazla ağırlık veriyorlar.
Buna karşın, son küresel mali krize kadar Biz Amerikalıların
iktisadi ve mali konularda çok ciddi ve güvenilir
olduğumuzu düşünüyorlardı. Amerikan modeline çok
güveniyorlardı ve onu taklit etmeyi bile arzuluyorlardı.
Krizin şiddeti, Wall Street’teki büyük kuruluşların
gösterdikleri sorumsuzluk onları ciddi şekilde şaşırttı ve
şoka uğrattı. Onları derin bir şekilde üzdük. Zararlarını bir
kenara bıraktılar artık; fakat bir daha asla bizlere mali
konularda güvenmeyeceklerdir. Asıl büyük değişim burada
yatıyor. Pragmatik oldukları için ve krizin her iki ülke
ekonomisine verebileceği zararları hafifletmek için krizi
idare etme hususunda bizlerle ortak hareket etmeyi uygun
gördüler. Döviz rezervlerinin büyük oranda dolardan
oluştuğunun ve Amerika’ya yönelik ihracatın Çin’in endüstri
sanayisi için hayati önem taşıdığının farkındalar. Geride
kalan on iki aylık dönemde Çinli yetkililer krizi, Amerikalı
meslektaşlarıyla ortaklaşa bir şekilde idare ettiler ve bu
şekilde davranmaya da devam edeceklerdir. Fakat bundan
böyle hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
LF:Çin merkez bankası başkanı’nın yıl başında –
doların artık dünyanın rezerv parası olmaya devam
edemeyeceğini ve IMF tarafından kullanılan <özel
çekme haklarını > (ÖÇH-SDR) dünya rezerv parası
haline getirilme önerisini mi kastediyorsunuz?
HK: Şu bir gerçek ki Çin artık doların dünya ekonomisi
üzerindeki hakimiyetinin son bulmasını istiyor. Buna
ulaşmanın yolunu henüz bulamadılar ve bunun kendi
ellerinde olmadığının farkındalar; ama Çinliler sabırlı
insanlardır. Uzun soluk gerektiren meydan okumalara
alışıklardır. Her zaman olduğu gibi kademeli bir şekilde
hareket edeceklerdir.
LF: 1990’lı yılların ortasında kaleme aldığı “
Medeniyetler Çatışması” kitabında Prof. Samuel
Huntington, Japonya’nın Çin’in peşine düşüp bu
ilkenin Amerika’nın yerine Asya’da liderliği
devralmasını kabul edeceğini öngörmüştü. Fakat
2000’li yılların başlarında Japon Başbakanı
Koizumi’nin ülkesini Amerikancı bir çizgiye çektiğini
gördük. Huntington’un yanıldığını söyleyebilir miyiz?
HK: Japonya’da gerçekleşen son seçimlerde ülkeyi Kore
Savaşı’ndan bu yana neredeyse aralıksız yöneten Liberal
Demokrat Parti ciddi bir yenilgiye uğradı. Bu çok önemli
bir değişim. Şeklen ne kadar temkinli ve kibar görünse de
yeni Japon Hükümeti’nin söylemleri ve aldığı kararlar
(Afganistan Savaşı’na Japon askeri desteğinin son verilmesi,
Okinawa Adasında’ki Amerikan üslerinin konumunun
gözden geçirilmesi) ağır bir eğilimin işaretçisidir.
Japonya’nın sistematik olarak Amerikan politikalarına
uyduğu zamanların sona erdiğini düşünüyorum.
LF: Ülkenizin Đran’a yönelik yeni siyaseti hakkında ne
düşünüyorsunuz?
HK: Đran çok büyük bir millettir. Benim bakanlığım
döneminde bu ülkeyle çok derin ilişkilere sahip idik. Bu
şah’ın kişiliğinden ziyade, bu ülkenin bizim gözümüzde
Ortadoğu’nun dengeleri açısından çok önemli
konumundan ötürü gelmekteydi. Đran halkı ve yönetimine
yönelik Nevruz kutlama mesajında başkan Obama, bu
jeopolitik gerçeği göz önünde bulundurmakla ve bu eski
medeniyete karşı olan saygısını göstermekle doğru
yapmıştır. Başkan Obama cesur ve samimi bir şekilde
Đran’la eşit seviyede bir
diyalog önerisinde bulundu.
Đranlı yetkililer kendilerine
uzatılan bu eli kabul ederler
mi? Đranlılar tarafından kısa
bir süre önce ortaya atılan
zenginleştirilmiş uranyumun
üçüncü bir ülkede
stoklanması fikri ise
enteresandır. Tahran’ın bu önerisinin arkasında durup
durmayacağını bekleyip görelim.
LF: Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (<< Centcom
>> ) başında bulunmuş üç emekli general Hamas ve
Hizbullah’a yardımını kesmesine karşılık, Batı’nın
nükleer bir Đran’ı kabul etmesini tavsiye ediyor. Siz bu
öneriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
HK: Đran’a uzun vadeli güvenliği açısından güven vermek
çok önemli. Bu Hamas ve Hizbullah gibi uç hareketlere
verdiği desteği azaltması için Đran’ı cesaretlendirebilir. Akıllı
bir diplomasiyle böyle bir neticeye ulaşılabileceğini
düşünüyorum ve böyle bir diplomasiye Rusya’nın mutlaka
dahil edilmesi gerekiyor. Gerçek şu ki Rusya ticari
yaptırımlara temkinli yaklaşmakla birlikte yanı başındaki bir
komşunun, Đran’ın nükleer bir güç olmasını kesinlikle
arzulamamaktadır. Eski Merkez Kuvvetler Komutanlarının
görüşlerine katılmıyorum. Bence Đran’ın nükleer askeri güce
Sayfa 9
erişmesi bütün Ortadoğu Bölgesi’ni çok ciddi bir
istikrarsızlığı sürükleyecektir. Ayrıca böyle bir durum
Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasının (NPT)
kaçınılmaz bir başarısıdır bir şekilde tartışmaya açacaktır.
NPT çok önemli bir diplomatik yapı, çok yönlülüğün bir
başarısıdır ve her ne pahasına olursa olsun korunması
gereken bir anlaşmadır. Kendisine bir daha asla saldırı
yapılmayacağına dair güvence verilebilirse eğer ( 1980’de
Irak tarafından yapıldığı gibi), Đran nükleer silaha gerek
kalmadığı sunucuna varabilir.
LF: Amerika’nın soğuk savaş sonrasında Rusya’ya
yönelik tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
HK: Bu ülkeye karşı bazen saygıda kusur etmek gibi bir
hataya düştük. Stratejik bir partneriniz, tarihin belli bir
döneminde iç meselelerinden dolayı zayıf düştüğünde, ona
karşı küstahça tavırlarda bulunmak her zaman hata teşkil
eder. Sovyetler Birliği’nin çökmesinin Rus elitini ve halkını
ne kadar aşağıladığını göremedik ( hafife aldık). Bence
Obama yönetimi Rusya ile eşit seviyede bir diyalog
kurmakla doğru yapmıştır. Tabi bu Rus ordusunun 2008
yazında Gürcistan’a karşı harekatına benzer ölçüsüzlüklere
göz yummak anlamına gelmemeli.
LF: (Bu sözlerinizden) Rusya ve ABD arasındaki
stratejik nükleer silahları azaltmaya yönelik yürütülen
müzakereleri onayladığınız anlamını çıkarabilir miyiz
peki?
HK: Evet. Fakat nükleer silahsızlanma konusunda saf
olmamak gerektiğini düşünüyorum. Toplu silahsızlanma
yakın zamanda gerçekleşecek diye bir şey yok. Bu
meselenin çözümü için birkaç kuşağa ihtiyaç duyulabilir
Bunu görmeye sizin bile ömrünüz yetmeyecektir. (Meseleye
dair) BM güvenlik kurulu toplantısındaki cesurca çıkışından
ötürü başkanınız Nicolas Sarkozy’i çok takdir ettim, çok
açık bir şekilde bunları ifade edebildi
LF: Sizce Obama Afganistan’daki Amerikan ve
NATO kuvvetlerinin komutanı General Stanley
McChrystal’in takviye kuvvet talebine olumlu cevap
vermeli midir?
HK: Afganistan’ı yeterince bilmiyorum; b ukonudaki
açıklamalarım da bir uzman görüşü olarak kabul
edilmemeli. Ama anladığım kadarıyla Başkan bu ülkedeki
kuvvetlerden sorumlu komutanı görevden alıp yerine
McChrystal’i atadı ve ondan bu ülkede takip etmemiz
gereken yeni strateji hakkında bir rapor istedi. General ise
gönderdiği cevapta yeni ve çok açık bir strateji önerdi. Ona
göre artık öncelik daha çok direnişçi öldürmekten ziyade,
Afgan halkının korunması olmalıydı. McChrystal haklı,
bana göre Afganistan’ın yüzölçümünün yüzde yüzünü yüzde 60 oranında korumak yerine- toprakların yüzde
60’ında yüzde yüz kontrol tercih edilmelidir. Şimdi General
bu stratejiyi uygulayabilmek için takviye kuvvet talep etti.
Bana göre Başkan mantıklı davranıp generalin bu talebine
YIL 1, SAYI 4
olumlu yanıt verecektir. Diğer yandan şu çelişkinin altını
çizmek gerekir ki bu ülkeye çok uzak durduğu halde
Afganistan Savaşı esnasında bir Amerikan Savaşı olarak
önümüze çıkmaktadır. Bu çok zor coğrafyayı asgari bir
istikrara kavuşturmak için ise çabalarımıza Çin, Rusya, Đran
Hindistan ve Pakistan gibi bu ülkeye komşu olan büyük
devletleri de katmak gerekir.
LF: Son cumhuriyetçi yönetim döneminde <yeni
muhafazakarlar> ‘ın (neoconlar) önemli bir etkisi
vardı. Sizin gibi bir Metternich’in bu topluluk
hakkındaki kanaatini öğrenebilirmiyiz?
HK: Neoconlar <trotskici> bir mantık yürütürler. Đç
siyasetle dış siyaset arasında ayrım yapmazlar. Dünyayı
olduğu gibi değil de, tasavvur ettikleri şekliyle
değerlendirmeleri ise onların en ciddi noksanıdır.
LF: 2003 yılında Fransa onlara karşı olağanüstü bir
direnç gösterdi. Uluslararası ilişkilerde Fransa’nın
üzerine hala önemli görevler düştüğünü düşünüyor
musunuz?
HK: Evet, bunu samimi olarak düşünüyorum. Tabii
dekartçılık geleneğinin desteklediği dünya ölçekli stratejik
düşünceye daima sahip olmuş ender ülkelerden bir tanesidir
Fransa. Stratejik seçimlerine her zaman katılmamış olmakla
birlikte General De Gaulle’e karşı çok büyük bir hayranlık
duyuyorum. Özgür, bağımsız ve dekartçı bir şekilde kendini
ifade eden bir Fransa’nın sesine dünya ve özellikle Amerika
her zaman ihtiyaç duyacaktır.
LE FĐGARO
17-18 EKĐM 2009
Kissinger : «Les Chinois ne veulent plus de la domination du
dollar sur l'économie»
http://www.lefigaro.fr/editos/2009/10/17/0103120091017ARTFIG00235-kissinger-les-chinois-ne-veulent-plus-dela-domination-du-dollar-sur-l-economie-.php
FRANSIZCA’DAN ÇEVĐRĐ:
Mustafa Alperen Özdemir
Politik Psikoloji Küresel Güvenlik Çalışmaları
Sayfa 10
Küreselleşme ve Etkileri
Küreselleşme veya globalizasyon; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel ve politik
açılardan ülkeler ve toplumlar arası bütünleşme, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına
gelmektedir. Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda
ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan
spekülasyonlar, varsayımlar ve imgeler üretme kapasitesiyle olağanüstü zengin bir kavramdır ve
henüz tam olarak ne olduğu netleşmiş değildir. Sosyoloji ve Siyaset Bilimi başta olmak üzere
birçok sosyal bilim dalında küreselleşme olgusunu anlamlandırmak için araştırmalar
yapılmaktadır. Küreselleşme dünya ülkeleri ve toplumları arasında hem dünya çapında bir
tekdüzeleşmeyi (serbest piyasa ekonomisi, liberal demokrasi normları), hem de ulusal düzlemde
çoğulculuğu (yerel yönetimlere, farklık etnik-mezhep gruplarından azınlıklara verilen önem) ifade
etmektedir.
Küreselleşmenin olumlu etkilerinden söz etmek gerekirse öncelikle teknolojinin
yaygınlaşması ve çeşitli hastalık, çevresel ve sosyal sorunlarla -en azından maddi durumu iyi olan
bireyler ve toplumlar için- artık daha kolay mücadele edilebilir hale gelinmesini gösterebiliriz.
Yine iletişim teknolojisine bağlı olarak günümüzde bilginin her alana yayılabilmesi ve dünyada
hiçbir şeyin artık gizli kalamıyor oluşu dünya halkları adına olumlu bir gelişme olarak ifade
edilmelidir. Bilgi-iletişim teknolojisi sayesinde uluslar arasında artan kültürel etkileşim nedeniyle farklı ve geleneksel olarak düşman
olan kültürler ve sosyal gruplar arasında yeni ilişkilerin kurularak düşmanlıkların ortadan kaldırılması da küreselleşmeyle artan
olumlu bir özellikle olarak ifade edilebilir. Özellikle liberallerin üzerinde durduğu küresel rekabet sayesinde ürün kalitesinin
artması ve fiyatların ucuzlaması ve ulus devletlerin serbest piyasaya yenik düşerek zayıflamaları ve artık birer baskı aygıtı olmaktan
çıkmaları da küreselleşmeyle alakalı olumlu tezler arasındadır. Ancak son yıllarda küreselleşmeye yönelik artan tepkiler bu tezleri
çürütür niteliktedir.
Küreselleşme ve onun ideolojisi olan neo-liberalizm; sol hareketleri liberal sol, Đslamcı hareketleri liberal Đslami, milliyetçi
hareketleri liberal merkez sağ çizgisine çekerek kendine uyumlu yeni ideolojiler yaratmıştır. Ancak zaman içerisinde buna tepki
olarak hareketler gelişmeye başlamış ve farklı ideolojilerden (sol, milliyetçi, Đslamcı) insanların bu hareketlere destek vermesi
dikkat çekmiştir. Yoksulluk düzeyinin artması, ekonomik krizler, tüm dünyadaki çevre tahribatları ve zenginle yoksul arasındaki
uçurumun her geçen yıl artması nedeniyle küreselleşme karşıtları dünya çapında güç kazanmaya başlamıştır. Seattle’da başlayan ve
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer finans kurumlarının toplandığı tüm şehirlerde gerçekleştirilen protestolar,
pek çok gencin ve işçinin büyüyen öfkesinin bir yansımasıdır. Bugün Avrupa’da küreselleşme ve G-8 karşıtı gösterilerde sol ve
milliyetçi kesimlerin omuz omuza mücadele vermeleri dikkat çekicidir. Denilebilir ki; 21. yüzyılda temel siyasi çatışma; sağ-sol
değil küreselleşme ve alternatif küreselleşme ya da küreselleşme karşıtları arasında olabilir. Bu noktada küreselleşme karşıtlarının
tezleri üzerinde durmakta fayda vardır.
Özellikle sol perspektiften küreselleşmeye yaklaşanlar için; Küreselleşmeye yön veren oyun kuralları adaletsizdir. Đleri
sanayileşmiş ülkelere ve özellikle çok uluslu küresel dev şirketlere yararlı olacak şekilde özellikle tasarlanmıştır. Yine özellikle
Polanyi ve benzeri ütopik sol gelenekten beslenenler için küreselleşme maddi değerleri, çevre veya yaşamın ta kendisi gibi diğer
değerlerden bile üstün tutar. Küreselleşme gelişmekte olan ülkelerin egemenliğini ve vatandaşlarının refahını etkileyen önemli
alanlarda kendi başlarına karar verebilme yeteneğinin bir kısmını yok etmiştir. Bu anlamda demokrasinin altını oymuştur. Herkesin
yararlanacağı bir durum olduğu iddia edilmiş, ancak her yerde pek çok kaybeden olmuştur. Gelişmekte olan ülkelere zorla kabul
ettirilen ekonomik sistem uygunsuz ve zararlıdır. Küreselleşme, ekonomik politikanın veya kültürün Amerikanizasyonu anlamına
gelir olmuştur.
Küreselleşme karşıtlığı salt bir küreselleşme reddiyesi ve içe kapanmaya dönük bir proje olarak kalırsa elbette uluslara
barış ve istikrar sağlaması beklenmeyebilir. Ancak küreselleşmenin olumlu özelliklerinden faydalanılması ve buna ek olarak
olumsuz etkileri karşısında da milli birlik ve güçlü merkezi devlet mekanizmalarının demokratik sistem içerisinde korunarak
uluslararası ticaret ve ilişkilerin daha hakkaniyetli bir temel üzerinden yeniden düzenlenmesi belki de dünyanın çok ihtiyaç
duyduğu 21. yüzyıl barış projesinin temelini oluşturabilir.
KAYNAKÇA
Giddens, Anthony (2000), Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Đstanbul: Alfa Basın Yayın Dağıtım
George, Susan, “A Short History of Neoliberalism”, Conference on Economic Sovereignty in a Globalizing World, March 24-26,
1999
Sönmez, Sinan (1998), Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ankara: Đmge Kitabevi
World Social Forum (Dünya Sosyal Forumu) web sitesi, http://www.forumsocialmundial.org.br/
Đlhan, Attila (2003), Hangi Küreselleşme, Đstanbul: Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları
Ozan Örmeci
Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Görevlisi
Politik Psikoloji Siyaset Bilimi Çalışmaları
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 11
Demokratik Açılım ve Büyük Grup Kimliği Üzerine
Türkiye’nin son zamanlarındaki gündemi “Demokratik
Açılım” ya da “Kürt Açılımı” olarak bahsedilen ancak henüz
netliğe kavuşmamış bir paket üzerine yapılan tartışmalarla
geçiyor. Birçok kişi bu çalışmaların ülkeye fayda sağlayarak,
yaklaşık 30 yıldır Türkiye’nin başına bela olan, başta şehitlerimiz
olmak üzere ülkeyi birçok alanda kayba uğratan bu soruna
çözüm bulmasını ümit ediyor. Ancak, çok hassas bir konu olan
bu sorunu çözmeye çalışırken ülkenin çözülme yoluna
gitmemesi ve kararların alınırken toplumsal bir mutabakat
sağlanması son derece önemlidir.
Demokratik açılımlara evrensel düzeyde baktığımızda
hak ve özgürlüklerin genel anlamda tüm gruplara uygulanması
dikkat çekicidir. AB standartlarındaki ülkelerde, demokratik
açılımlar, özgürlükler ve insan haklarının yaygınlaştırılması, teker
teker bireyler veya belli gruplar için değil, kişilerden ve
kimliklerden bağımsız olarak tüm vatandaşlar için gerçekleştirilir.
Türkiye yapısı itibari ile bir ulus-devlettir. Modern ulus-devlet
anlayışı ve liberal demokrasi bireysel özgürlüklerin önünü
kapatmaz. Aksine modern ulus-devlet bireysel kültürel
özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Kültürel alanda bireysel
özgürlüklerin önünün açılması, etnik kimliği güçlendirecek bir
unsur değil, aksine vatandaşların bireysel özgürlük alanını, yaşam
kalitesini ve ülkelerine olan sadakatlerini güçlendirici bir unsur
olarak görülmelidir. Elbette ki bu, var olan sistemin düzgün
işleyebilmesine bağlıdır.
Çağdaş demokratik toplumlarda üst/ortak kimliğin
dışında, kültürel ikinci kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve
yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikinci kimliklerin,
bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu
parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir. Bu
ortak kimlik olgusu çadır kimliği veya büyük grup kimliği olarak
da açıklanabilir (1). Đkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal
çerçevede tanınması ise farklı bir olgudur. Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası, ulus-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir. Ancak
devletler bireylerin etnik kimliklerini kültürel anlamda
yaşamalarına da destek olmalıdır. Bu bağlamda kısa bir süre önce
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Đlker Başbuğ şöyle demiştir:
“Devlet, ulus-devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı
tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha
rahat, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip
olabileceklerine inandırmalıdır. Bu açıdan devletimiz tüm
yurttaşlarına olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli
vatandaşlarımıza ‘daha iyi bir yaşam’, ‘fırsat eşitliğinden
daha fazla yararlanabilme’ ve ‘kendilerini geliştirebilme’
imkânlarını
sağlamak
zorundadır.
Ayrıca
bu
yurttaşlarımızın ‘mağduriyete uğradıkları şeklindeki
algılarının’
düzeltilmesi
ve
değiştirilmesi
gerekmektedir.” (2) Bu devletin asli görevidir.
Atatürk’ün “Türkiye Modeli”
Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, özellikle mazlum
uluslar için örnek oluşturmuştur. Atatürk modelinin özü;
ırkçılığa, ayrımcılığa dayanmayan, demokratik, laik, ulus devlet
modelidir. Bu modelde esas olan ırk, cinsiyet, dil, din farkı
değildir.(3) Bu model Ernest Renan tipi ulus anlayışına dayalıdır.
(4) Atatürk’ün benimsediği ve yaşama geçirdiği bu modelin ulus
anlayışı, ortak üst kimlik niteliğindedir ve coğrafi ve kültürel bir
öz taşır. Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direklerinden
biri olarak geliştirdiği ulus projesi; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap,
Arnavut gibi farklı etnik kökenleri öne çıkaran bir model değildir.
Aksine, bütün etnik kökenleri ve kültürleri, “Türk ulusu” üst
kimliği altında, etnik olmayan bir şekilde toplayan ve ortak
noktaları öne çıkaran bir yaklaşımdır.(5)
Atatürk’ün kurduğu Türkiye modeli, insan hak ve
özgürlüklerinin geliştirilmesiyle, farklı kültürlerin zenginlikler
olarak
yaşanmasıyla
ve
yaşatılmasıyla,
demokrasinin
güçlendirilmesiyle çelişmez. Đnsan hak ve özgürlüklerine,
hukukun üstünlüğüne dayalı daha demokratik içerik kazanması,
bu modeli güçlendirir. Buna karşılık, etnik eksende ayrımcı bir
model geliştirmek, siyasi özerklikler oluşturmak, iki uluslu, iki dilli
anayasa hazırlamak, ortak özellikler yerine farklı özellikler
üzerinde durmak “çözüm”den çok “çözülme” yolunda bir süreci
hızlandırabilir. Bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan
tüm unsurların ortak noktalarının, anılarının, tarihlerinin,
hikayelerinin üzerinde durulması birlikle yaşama kültürünün
devamı açısından önemlidir.
Bazı çeverelerde tartışılan federasyon-konfederasyon
tartışması da ülkemiz için doğru bir çözüm olarak
gözükmemektedir.
KAYNAKÇA
(1)Vamık Volkan, Bloodlines, Farrar, Straus and Giroux, New
York, 1997; Abdülkadir Çevik, Politik Psikoloji, Dost Yayınları,
Ankara, 2009.
(2)Genelkurmay Başkanı Org. Đlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009’da
yaptığı açıklamadan alınmıştır.
(3)Utkan Kocatürk, “Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri” Atatürk
Araştırma Merkezi Başkanlığı, http://www.atam.gov.tr/
index.php?Page=FikirDusunceler&IcerikNo=15, erişim tarihi: 19
Ekim 2009.
(4)Ernest Renan’ın ulus anlayışı için Sorbonne Üniversitesi’nde
1882 yılında yaptığı “Millet Nedir?” adlı konuşma metnine
bakılabilir. Detaylı bilgi için: www.nationalismproject.org Erişim
tarihi: 19 Ekim 2009.
(5)Mustafa Keskin, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı,
ATAM Yayınları, Ankara, 1999.
Orhan Karaoğlu
Yeni Alanya Gazetesi Yazarı
Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler
Çalışmaları
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 12
Göç Yazı Dizisi 1: Büyük Şehir Efsanesi ve Göçler
Büyük şehirlerde ve yurt dışı ülkelerinde yaşamak insanlara her zaman çekici gelmiştir. Özellikle kırsal bölgelerde ve daha
küçük şehirlerde işsizlik, eğitim alamama gibi sıkıntılar çeken insanlar için büyük kentler “fırsatlar şehri” , “taşı toprağı altın”
tabirleriyle özdeşleştirdikleri yerlerdir. “Taşı toprağı altın Đstanbul, göreceğiz bakalım, sen mi büyüksün ben mi?” ya da “Seni
yeneceğim Đstanbul!” cümlelerini sarf eden küçük kentlerden ve köylerden gelen insanların Türk filmlerinde çizilen portresi aslında
günümüzde de yaygındır.
Sadece televizyonda yer aldığı şekilde değil, aynı zamanda şarkılarda, romanlarda, şiirlerde yansıtıldığı biçimleriyle büyük şehir,
insanları görkemi ile kendine çeker. Bu, sadece Türkiye’ye özgü değil, aslında tüm dünyada eşzamanlı olarak gelişen bir durumdur.
“Orada başarabilirsem her yerde başarabilirim, New York New York” diyen şarkıcı Frank Sinatra’nın New York şehri için yazdığı New
York, New York adlı bu parçanın sözlerinde umudun ve büyük şehirde başarılı olma hayalinin ne kadar yaygın olduğunu görürüz.
Gakgoş Bayram’ın “Taşı Toprağı Altın Đstanbul Musun” şiirinde de büyük şehrin efsaneleştirilmesine rastlanır: “Bir şehir var dillerde,
asırlardır söylenen./ Bir şehir var dillerde, hayallerde görülen./ Bir şehir var dillerde, peygamberce övülen./ Taşı toprağı altın Đstanbul
musun?”
Niyet ne olursa olsun her türlü fırsatın kaynağı olarak gösterilen büyük
şehirler ve yurt dışı ülkelerin hiç bahsedilmeyen öteki yüzü ise göç eden insanlarda
yarattığı hayal kırıklığıdır. En dişli, rekabetçi, güvenilmez insanların olduğu bu
ortamda en başarılı olabilmek bir güç gösterisi haline gelir ve insanlar en güçlü, en
başarılı, en zengin kısaca en’lerin en’i olma hayallerinin peşinde şehre ayak basarlar.
Ancak umutla gelinen bu yeni yerde yaşanan başarı hikayeleri denizdeki balık sayısı
kadar çok olan hayalkırıklığı hikayelerinin yanında önemsiz kalır. Yahya Kemal
Beyatlı “Hayal Şehir” şiirinde Üsküdarın şaşaalı görüntüsünün geçici ve kısa ömürlü
olduğunu ve Üsküdarın gerçek yansımasının karşı tepedeki fukaraların evlerinin
görüntüsü olduğunu belirterek hayalkırıklıklarının ve başarının büyük şehirlerde
birarada yer aldığını gösterir. Göç eden insanlar büyük umutlarla geldikleri yeni
yerleşim yerlerinde aradıklarını bulamadıklarında işsiz, evsiz, aç ve eğitimsiz büyük
şehrin bakımına muhtaç kalırlar. Ahmet Mahir Pekşen, “Đstanbul” şiirinde bir şehrin iki ayrı yüzünü yansıtır: “Ey Đstanbul Đstanbul
senin iki yüzün var,/ Bir yüzün gülüyorken diğerinde hüzün var.” Eski değerlerle çağdaş yaşamın sırt sırta varolmaya çalışması şairi
açıkça rahatsız eder ve şehrin yozlaştığına inanır. Carl Sandburg adlı A.B.D’li yazar ve şair ise “Chicago” şiirinde büyük şehirlerdeki bu
çeşitliliğin aslında şehrin gücüne ve dayanıklılığına işaret ettiğini savunur. Önce şehrin acımasızlığını “Bana senin zalim olduğunu
söylüyorlar ve ben onlara inanıyorum çünkü ben senin boyalı kadınlarının gaz lambaları altında çiftlik oğlanlarını cezbettiklerini
gördüm.” diyerek irdeleyen Sandburg şiirin devamında okuyucuya “Gel ve bana gururlu, başı dik olan başka bir şehir göster hayatta ve
adi ve güçlü ve kurnaz olduğu için” der ve şehrin iki yüzlülüğünün onu küçük şehirlere kıyasla daha güçlü, özel ve çekici kıldığını
savunur.
Göç edilen yerde yaşanan başarısızlıklar elbette sadece maddi değildir. Doğup büyüdüğü toprakları bırakıp daha iyi hayat
şartlarına kavuşmak amacıyla yeni yerleşim yerine gelen göçzede bu yeni şartlara her zaman psikolojik olarak uyum sağlayamayabilir.
Ancak bu göçzedeler bırakıp gittiği topraklarda “başarısız” olarak anılma endişesiyle geri dönemez, bu eşikte hapsolur. Doğup
büyüdüğü kültür ile içine karışmaya çabaladığı yeni kültür arasındaki uçurum her an onu takip eden bir gölge gibi uyum sürecini
zorlaştırır. Büyük şehrin ve yurt dışı ülkelerin çekici ve itici öğeleri yaşayanların deneyimleri, anlattıkları ile kendini geliştirmeye devam
eder ve ünvanı iyi de olsa kötü de, göç hep bir efsane olarak yaşamını sürdürür.
Seda Şen
Politik Psikoloji Kültür Çalışmaları
YIL 1, SAYI 4
Sayfa 13
Belçika’da Göçmenler ve Vatandaşlarımız
Belçika günümüzde daha çok Avrupa Birliği başkenti Brüksel ile anılan çok kültürlü
bir ülkedir. Belçika yasaları ve var oluşunun gerektirdiği çok kültürlülük sebebiyle de
birçok milletten ve dinden insanın rahatça yaşayabildiği bir ülke haline gelmiştir.
1830 yılında Hollanda’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Belçika Krallığı farklı
etnik kökene mensup grupların biraraya gelmesiyle kurulmuştur.
Belçika’da Türk vatandaşlarının
çoğunlukla yaşadığı Skarbek
mahallesinden bir görünüm
Belçika, 1993 yılında Flaman ve Valonya bölgeleri dışında ülkenin Almanya’ya yakın
olan ufak bir bölümünün de Almanca konuşulan bölge olarak ayrılmasıyla üç ayrı
yönetime bölünmüştür. Bu bölgelerin dilleri kadar kültürel yapıları da birbirlerinden
farklıdır. Flaman ve Valon’ları, çoğunun kendilerini ülkenin diğer yarısından daha
farklı görmesi sebebiyle ayrı olarak değerlendirirsek Belçika halkı da bundan daha
hoşnut olacaktır. Bu sadece Hollandaca ve Fransızca olarak iki ayrı lisan
kullanmalarından kaynaklanan bir fark da değildir. Ülkedeki bölünmüşlük Belçika’yı
ziyaret edenler tarafından da hissedilmektedir. Öyle ki, 2008 senesinde Flaman
Bölge Hükümeti, internet sitelerinde Belçika için ".be" olan alan adı kısaltmasını
2009 yılından itibaren Flamanlar için ".fla", ".vla" ya da ".vln" şeklinde tescil
ettirerek kullanım kararı almışlardır.
Belçika’nın yapısı çok kültürlü olduğu, ve her etnik kültür kendi kimliğini güçlü bir biçimde devam ettirdiği için kuvvetli bir
ulus bilinci yoktur. Belçika’da daha ziyade farklı etnik kimliklerin yüzeye çıktığını görebiliriz. Belki de bu sebeple Belçika’daki krallık
makamı 65-70 yaş üzeri kişiler tarafından hala derin saygı duyulan bir makam olsa da, çoğu insan için boş magazinsel bir makamdır.
Yine benzer bir şekilde Belçika milli marşı birçok Belçika vatandaşı tarafından bilinmemektedir.
Güçlü olmayan bir milli bilinç Belçika’da birçok farklı ulusa mensup göçmenlerin, ulus bilinci gelişmiş diğer Avrupa
ülkelerine nazaran daha rahat yaşamalarına neden olmaktadır. Belçika’daki bu çok kültürlü yapı modeli ülkede ayrımcılık ve ırkçılığın
Almanya veya Hollanda gibi ülkelerle kıyas edildiğinde çok daha az görülmesine etkendir.
Her ülkeden göçmenlerin bulunduğu Belçika’da Türkiye’den göç etmiş birçok vatandaşımız da ülkenin farklı bölgelerinde
yaşamaktadır. Türk göçmenlerin ilk kafileleri Belçika’ya 1960’lı yıllarda yerleşmiştir. Günümüzde üçüncü ve dördüncü kuşak
göçmenler de mevcuttur. Brüksel başta olmak üzere Anvers, Liege, Gent, Charleroi ve Beringen’de yaşayan vatandaşlarımız ülkemizin
farklı şehirlerinden göç etmiş olsa da Afyon Emirdağ’lıların nüfus yoğunluğu dikkati çekmektedir. Belçika’da yaşayan 180,000
civarındaki vatandaşlarımız arasında 60,000 kadar Afyon Emirdağlı bulunmaktadır. Belçika’nın ve Avrupa’nın başkenti Brüksel’deki
Skarbek mahallesinde çoğunlukla Türkler yaşadığı için buraya Türk mahallesi de denebilir. Türk bakkalı, manavı, kasabı, pidecisi ve
kahvehanesinin olduğu Skarbek’te yaşamak yıllar içinde Türkiye’nin bir kasabasında yaşamaktan farksız bir hale gelmiştir.
Belçika’nın çeşitli şehirlerinde yaşayan vatandaşlarımız bu ülkedeki ulus bilincinin yeterince kuvvetli olmaması nedeniyle
Türk kimliklerini de daha rahatça devam ettirebilmektedir. Gurbette yaşamanın birçok zorluğu ile de karşılaşan vatandaşlarımız
özellikle de dil, eğitim ve kuşak çatışmasından şikayet etmektedir. Yabancı bir ülkede yaşamak ve o ülkeye uyum sağlamak öncelikle
yerel dil veya dillerin öğrenilmesinden geçmektedir. Belçika’nın resmi dili olan Fransızca ve Flamancayı iyi bir şekilde konuşabilen
vatandaşlarımız kendilerini hem daha iyi ifade edebilmekte, hem de buna bağlı olarak eğitim-öğretim basamaklarını da daha rahat
tırmanabilmektedir. Belçika’daki Türk göçmenlerin bir diğer sorunu okullaşma oranının düşüklüğüdür. Eğitimli ve yaşadığı topluma
uyum sağlamış olan bireylerin daha başarılı olması kaçınılmazdır. Öte yandan göçmen gençlerimiz ve aileleri arasında kuşak çatışması
da yaşanabilmektedir. Bu kuşak çatışması kimi zaman sağlıklı bir uyum sürecine engel olmaktadır. Elbette, birinci ve ikinci nesil
göçmenler ile Belçika’da doğup büyüyen gençlerimizin aynı kültür ve sosyal yapıda olması beklenemez. Değişen zaman, mekan ve
şartlar bireylerin de kişiliklerine yenilikler katmaktadır. Önemli olan bireylerin yaşadığı ülkenin olumlu özelliklerini alıp,olumsuzları
almazken kendi kültürel kimlik özelliklerini de unutmamasıdır. Böylece iki kültürün sentezinden söz edilebilir. Belçika’daki Türk
toplumunun sorunları ve gözlemlerimiz önümüzdeki sayıda devam edecektir...
Cankız Çevik
Politik Psikoloji Kültür Çalışmaları
Belçika Türk Dernekler Birliği
tarafından Ekim ayında
Brüksel’de düzenlenen Türk
Günü
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 14
Belçika’da Türk Kökenli Siyasetçiler
Politik Psikoloji Derneği olarak başta Brüksel olmak üzere
Belçika’nın farklı şehirlerinde görev yapan Türk kökenli
siyasetçilerimiz ile buluştuk. Parlamentoya yeni seçilen milletvekili
Sn. Mahinur Özdemir ve Sn. Emir Kır’ın yanı sıra Gent Senatörü
Sn. Fatma Pehlivan ve Gent Belediye Başkan Yardımcısı Sn. Resul
Tapmaz ile de görüştük. Belçika’da Türk kökenli siyasetçilerin
sayısının gitgide artmakta olması ve Türk toplumunun yaşadığı
sorunları daha güçlü bir şekilde ifade edebilmeleri toplumun sesi
olmaları açısından büyük önem taşımaktadır.
Yaptığımız görüşmelerde Belçika’da yaşayan Türk vatandaşlarının
temel sorunlarının eğitim, dil sorunu, kültürel uyum ve nesiller arası
çatışma olduğu dikkati çekmiştir. Belçika’ya ilk kez 1960’lı yıllarda
göç etmeye başlayan vatandaşlarımız ilk nesil göçmenler olarak dil,
Đşadamı Sn. Abbas UÇAR, Gent Belediye Başkan
eğitim
ve din görevlisi gibi sosyal gereksinimler açısından en çok
Yardımcısı Resul TAPMAZ, Senatör Fatma PEHLĐVAN,
zorluğu
çeken grup olmuştur. Senatör Fatma PEHLĐVAN ve
Prof. Dr. Abdülkadir ÇEVĐK, B. Senem ÇEVĐK Gent
Belediye Başkan Yardımcısı Resul TAPMAZ göç eden birinci
şehrinde belediye merkezinde görüşme yaptılar
nesilin bu zorlu yolculuğu ve uyum sürecini ne yazık ki yanlız başına
atlatmak zorunda kaldığını ifade etmiştir. Dilini, kültürünü,
yaşayışını ve düzenini bilmediği bir toplum içerisinde kendine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenlerimizin kalbi vatan
hasretiyle ve sevgisiyle doludur. Belçika kültürünü ve ülkede kullanılan dilleri benimsemiş olan ikinci ve üçüncü nesiller
için dahi vatan Türkiye demektir. Sn. PEHLĐVAN ve Sn. TAPMAZ Belçika’da yaşayan Türk kökenli göçmenlerin Belçika
siyasetinden çok Türk siyasi gelişmelerini daha yakından izlediklerini ifade etmiş, ve bunun sonucu olarak da Belçika
toplumundan kopuk daha içine kapanık bir grup oluştuğunu belirtmiştir.
Türk gençleri arasında geleceğe yönelik bir hedef sorununun olduğunu ifade eden Sn. TAPMAZ Belika’da
yaşayan Türk kökenli gençlerin ideal rol modellere ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Sn. TAPMAZ’ın görüşlerini destekler bir
şekilde yaptığımız görüşmelerde gençlerimizin özellikle Polat Alemdar” gibi sanal karakterleri rol model olarak
benimsediklerini belirledik.
Benzer görüşleri dile getiren Devlet Bakanı Sn. Emir KIR eğitim sorununun yanında aile içi disiplin sorununu
dile getirmiş ve disiplinin eğitimin bir parçası olduğunu, okullaşmanın ise öğretim olduğunu, bu ikisinin bir arada
yürütüldüğünde başarılı olunabileceğini ifade etmiştir. Bu doğrultuda Milletvekili Sn. Mahinur ÖZDEMĐR öz benliğini
yütürmeden hibrid bir kimliğin başarılı bir şekilde oluşmasını aile içi eğitime, iyi bir öğretim almaya, kendine doğru
hedefler ve rol modeller semeye, yaşanılan ülkenin dil, kültür ve demokrasisini özümsemeye ve bunların sonucunda
toplumsal alanda aktif olarak yer almaya bağlamıştır.
Devlet Bakanı Sn. Emir KIR
Milletvekili Sn. Mahinur ÖZDEMĐR
YIL 1, SAYI 4
Sayfa 15
Irak Su Sorunu: Çevre Kaygısı Đlk Đşbirliğini Yarattı
Geçtiğimiz günlerde Irak ve Suriye makamları ile Çevre ve Orman Bakanlığınca düzenlenen
Üçlü Bakanlar Toplantısı vesilesiyle Fırat ve Dicle sınır ötesi su konusu yeniden gündeme gelmiştir.
Geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu toplantıda da görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, işbirliği alanında
önemli kararlara imza atılmış olup, buna vesile olan da ortak çevre kaygılarıdır.
Ortadoğu’daki doğal kaynaklardan söz ederken insanın aklına ilk olarak petrol ve doğalgaz gibi
fosil enerji kaynakları gelmektedir. Hâlbuki dünyanın en kurak bölgelerinden biri olan Ortadoğu’da su
en kıymetli kaynaklardan birisidir. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan ve Mezopotamya olarak
adlandırılan bölgenin toprakları tarih boyunca tarım açısından verimliliğiyle bilinmiş ve o bölgenin
tahıl ambarı olarak görülmüştür. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamit döneminde,
Mezopotamya’daki verimli topraklar, 1880’lerden itibaren Hazine’den Padişahın şahsi mal varlığına,
yani Hazine-i-Hassa’ya, bu kurumun başında bulunan Agop Paşa’nın önerisiyle geçirilmiştir. Hikmet
Uluğbay[1] ve Arzu Terzi[2], kitaplarında Hazine-i-Hassa’ya değinmektedirler; bilhassa Arzu Terzi bu
devretme kararında toprakların verimli olmasının önemine atıfta bulunuyor. Mezopotamya’daki
topraklar öyle verimli olarak görülmüştür ki, Birinci Dünya Savaşı boyunca Đngilizlerin
düşüncelerinden biri de, savaş sonrasında Mezopotamya’yı bir tahıl deposu’na çevirip verimli
toprakların işlenmesi için Hindistan ve Güney Asya alt kıtası civarlarından buralara işçilerin iskân Fotoğraf: Time Inc. , 2007
edilmeleridir. Alt kıta’dan Mezopotamya’ya iş gücü iskan edilmesi hususunda Kemal Melek’in “Türk-Đngiliz Đlişkileri (1890-1926) ve
Musul Petrolleri,” isimli makalesinde atıflar mevcuttur. (Kemal Melek’in söz konusu makalesi, Esat Çam tarafından editörlüğü yapılan
ve 1989 Đstanbul Der yayınevince basılan “Türk Dış Politikasında Sorunlar” yayınının 34. sayfasında yer almaktadır).
Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, bu denli verimli toprakların kullanılabilmesi için, Fırat ve Dicle nehirlerinden
gelen sular Irak açısından çok büyük önem taşımaktadır. Sınıraşan sular sadece Fırat ve Dicle havzasında değil, pek çok yerde ihtilafa
yol açmıştır. Ayşegül Kibaroğlu’nun da belirttiği gibi[3] 1960’lara kadar Fırat ve Dicle üzerinde ciddi bir su meselesi olmamıştır çünkü
o yıllara kadar bu nehirler üzerinde büyük çaplı enerji ve sulama projeleri yapılmamıştır. (“Water for Sustainable Development in the
Euphrates-Tigris River Basin”). Ayrıca Fırat ve Dicle üzerinde, Ren, Sen ve Tuna gibi Avrupa nehirlerinin aksine, gemiler ile ciddi bir
taşımacılık yapılmamaktadır. Ne zaman ki, kısaca GAP Projesi adı verilen Güneydoğu Anadolu Bölgesel kalkınma Projesi
çerçevesinde bu nehirler üzerinde barajlar ve sulama kanalları geliştirilmeye başlandı, suyun miktarı konusunda üç ülke arasındaki
sorunlar o zaman su yüzüne çıktı.
Mehmet Dalar’ın Ortadoğu Stratejik Merkezi’nde yeni yayınladığı yazıda[4] da belirttiği gibi, her ne kadar Irak’a akan suların
azalması kimi çevrelerce Türkiye’ye bağlansa da, Dalar bunu haklı olarak sorgulamaktadır. Dalar’a göre sorunun temelinde,
mevsimsel taşkınlar ve etkin drenaj sistemi olmaması nedeniyle suyun kalitesindeki bozulma yatmaktadır. Dalar’a göre yaz
mevsiminde aşırı kuraklıktan ve ilkbahar/kış mevsimlerindeki yıkıcı taşkınlardan kaynaklanan nehir debisindeki dengesizlikler,
Türkiye’nin GAP Projesi çerçevesinde inşa ettiği barajlar sayesinde ortadan kalkmıştır, Sözkonusu barajların gerçekleştirilme
nedenlerinden biri de, yıl boyunca düzenli bir su akımı sağlamaktır. Fırat nehrinin 40%’ının Irak topraklarından geçiyor olmasına
karşılık Irak’ın bu nehrin debisine katkısı yoktur, ayrıca bu bölge coğrafi olarak Türkiye’ye nazaran çok daha kuraktır. Irak’ın en
önemli su kaynağı Dicle nehri ve kollarıdır. Irak’ın su kaynaklarının giderek kısıtlı bir hale gelmesinden yakınmasına karşılık bu ülkede
kullanılan sulama tekniklerinin damla sulama gibi gelişmiş yöntemlerin aksine, yüksek buharlaşmaya sebep olan, uygun sızdırma ve
drenaj sistemlerinden noksan eski usullerle sürdürülüyor olması sorunun en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Irak’ta su kullanım
verimsizliğine ve aşırı kuraklığa bağlı olarak % 40’a varan kayıplar da söz konusu olabilmektedir.
Bu bağlamda Türkiye, Suriye ve Irak arasında iklim değişikliğinin etkilerinin ölçülmesi için işbirliği yapılma yoluna gidilmesi,
meselenin uzun dönemde çözülmesine yönelik önemli bir adım olarak nitelendirilmektedir.
KAYNAKÇA
[1] Hikmet Uluğbay, “Đmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Petropolitik,” DeKi,
Ankara, (2008) Sayfa 41.
[2] Arzu Terzi, “Bağdat-Musul’da Abdülhamid’in Mirası Petrol ve Arazi” Timaş,
Istanbul (2009) Sayfa 37-40
[3] Ayşegül Kibaroğlu, “Water for Sustainable Development in the EuphratesTigris River Basin”
[4] Mehmet Dalar “Irak’ın su gerçeği: Sorun su kaynaklarının yetersizliği mi?”
Ortadoğu Analiz, Eylül 09 Cilt 1 Sayı 9. Sayfa 85-100.
Ali Oğuz Diriöz
Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 16
Kitap Köşesi
Din-Dış Politika Đlişkisi: ABD Örneği, Mehmet Şahin
Ortadoğu Uzmanı Yrd. Doç.
Dr. Mehmet Şahin’in bölge
üzerindeki birçok yayınından
sonuncusu olan Din-Dış
Politika Đlişkisi: ABD örneği
2009 yılında Barış Platin
Yayınlarından okuyuculara
ulaşmaktadır. Ulus devletleri
ortaya çıkaran Vesftalya
Anlaşması öncesi din ve dinin
toplumsal konumuna değinen
yazar, Haçlı seferlerinin dönem
çerçevesindeki önemine değinmiştir. Dinin devleti yönettiği
Orta Çağ’da din olgusunun
Avrupa’yı birleştirdiğini
belirtmektedir. Ancak 1648’de
imzakanan Vestfalya Anlaşması
ile ünya tarihinde yeni bir dozen
başlamıştır. Yazar, bu anlaşmayı
uluslararası ilişkilerde bir
dönüm noktası olarak
tanımmalaktadır. Vestaflya
Anlaşması modern anlamda ulu
devletlerin kurulmasıyla
eşleştirilmektedir. Din devlet
yönetmekten çıktığından beri
yüzyıllar geçmiş, ancak dünyada
görülen değişikliklerle din
yeniden siyasete girmeye
başlamıştır. Tıpkı Vestfelya
öncesi olduğu gibi günümüzde
de din ittifak edinme, çatışma
geliştirme, uluslararası
örgütlerin kurulması, dinin bir
grup kimliği olarak
tanımlanması, sivil toplum
örgütlenmelerinde gibi daha
bir.ok gündelik siyasi araçta etki
göstermektedir.
Uzun yıllar CIA ‘de görev yap-
gütlerini ayrılıkçı, sosyalist
kullanmış, Öcalan’ın açıklama-
mış olan Jerrold Post, aynı
devrimci ve dini kullanan olarak
larına yer vermiştir.
zamanda dünyaca tanınan bir
üç bölüme ayrıan Post Kürt
The Mind of the Terrorist, Jerrold M. Post
Jerrold M. Post
politik psikoloji uzmanıdır.
ayrılıkçı milliyetçiliğinin
Terör ve terörizm psikolojisi
doğuşuna değindikten sonra
alanında birçok çalışması olan
Abdullah Öcalan’ın psikolojik
Post, bu kitabında IRA, ETA,
tahlilini yapmıştır. Öcalan’ın
PKK, Tamil Kaplanları, Kızıl
narsisistik bir kişilik yapısına
Ordu, Hizbullah, Hamas ve El
sahip olduğunu anlatan Post
Kaide gibi terör örgütlerinin
ilgili bölümde Doğu Ergil ve
analizini yapmıştır. Terör ör-
Henri J. Barkey’in kaynaklarını
Regional and Ethnic Conflicts: Perspectives From the Front Lines, Carter vd.
Judy Carter, George
Irani, Vamık Volkan
J. Carter, G. Irani ve V. Vol-
konularına da yer veriyor.
Relations” başlıklı makalesi
kan’ın editörlüğünde 2009 yıl-
Kıbrıs konusunda kitapta yer
bulunuyor.
ında yayımlanan bu çalışma
alan ilk makale “The Cyprus
bölgesel ve etnik çatışmaları
Conflict:National Mythologies
örneklendirerek açıklıyor.
and Real Tragedies” ve diğer
Makedonya, Kaşmir, Đsrail/
makale Sn. Kenan Atakol taraf-
Filistin, Rwanda, Sri Lanka,
ından hazırlanan “Turkish and
Kuzey Đrlanda, Sırbistan/
Greek Cypriots in Conflicts”.
Karadağ ve Nijerya gibi ülkel-
Yunanistan-Türkiye bölümünde
erin incelendiği kitap
ise Emekli Büyükelçi Sn. Onur
Yunanistan-Türkiye ve Kıbrıs
Öymen’in “Turkish-Greek
YIL 1, SAYI 4
Sayfa 17
Mülakatlarla Türk Dış Politikası, USAK Yayınları
Türkiye’nin uluslararası
uygulayıcıların
hem
de
cevapların
uygulayıcı
ve
ilişkilerde önemli kurumlarından
akademisyenlerin bir araya geldiği
teorisyenlerin değişik açılardan
biri olan Uluslararası Stratejik
ender
olma
sorunlara ve konulara yaklaşımını
Araştırma
Kurumu(USAK)
özelliğine sahip bu kitapta; Çağrı
göreceksiniz. USAK uzmanları
geçtiğimiz Temmuz ayında yeni
Erhan, Ömer Kürkçüoğlu, Faruk
Habibe Özdal, O.Bahadır Dinçer
bir
Sönmezoğlu, Tayyar Arı, Mustafa
ve
Kibaroğlu, Ersel Aydınlı, Beril
mülakatlardan oluşan bu kitabı
Dedeoğlu,
Canbolat,
incelemeniz Türk dış politikasını
Murat
daha doğru okumaya yardımcı
kitap
daha
“Mülakatlarla
Politikası”
yayımladı.
Türk
Dış
bu
kitap
adlı
kitaplardan
Đbrahim
biri
Türkiye’nin Uluslararası Đlişkiler
Ramazan
camiasının
Karayalçın, Kemal Kirişçi, Birol
saygın
Gözen,
akademisyenleriyle, Dışişleri eski
Akgün,
bakanlarıyla
isimler bulunmakta. Türk dış
yapılan
ve
diplomatlarıya
mülakatların
şeklinde.
Bu
noktası,
uzmanlık
Cihat
Göktepe
politikasını daha iyi anlamada
ortak
katkısı olabilecek bu kitabın bir
alanlarının
diğer özelliği ise bütün uzmanlara
Türk Dış Politikası olması. Dış
sorulan soruların aynı olması. Bu
politika
sayede sorulara verilen farklı
alanındaki
hem
Yeğin’in
yaptığı
olacaktır.
gibi
toplamı
kişilerin
Mehmet
Kanbağı, Vamık D. Volkan
Psikopolitik’in önemli
etnik,dini ve kültürel
anlaşılması adına faydalı bir
isimlerinden Vamık Volkan’ın
motivasyonların etkisiyle
kaynak teşkil etmektedir.
Kanbağı adlı kitabında büyük
toplumsal travmaların seçilmiş
grup kimliklerinin sürdürülmesi
travmalara dönüşmesi ve
ve yaşatılması adına bireysel
travma ile başa çıkma adına
bazda güdülen düşmanlık
grup içinde ötekileşmenin
duygusunun nedenleri üzerinde
ölümcül hale dönüşmesinin
duruluyor. Bireysel
neden olduğu ayrışmaların
motivasyonları destekleyen
The Geopolitics of Emotions, Dominique Moisi
2009 yılında Đngilizce olarak
kayıp duyguları tarafından
günümüzde Türkiye’nin AB
yayınlanan “The Geopolitics of
yönlendirilmektedir. Buna
adaylığına karşı bir hazımsızlık
Emotions” adlı eserde Financial
karşın Asya daha iyi bir gelecek
çekmektedirler. Önümüzdeki
Times gazetesi yazarı ve
kurmak çabasıyla umutlu bir
50 yıl için bir dizi öngörü sunan
akademisyen Dominique Moisi
hayata tutunuş sergilemektedir.
Moisi’ye gore Avrupa’nın bu
korku, utanç ve umut duygu-
Türklerin Avrupa Birliği
tutumu Türkiye’nin eksenini
larının dünya siyasetine nasıl
serüvenine de değinen Moisi,
radikal çevrelere kaydırmasına
yön verdiğini anlatmaktadır.
duyguların burada da önem
yol açabilir.
Moisi’ye gore Avrupa ve ABD
kazandığını ve ülkeler arası
“öteki” korkusu ve milli kimlik
ilişkileri yön verdiğini belirt-
kaybı tehdidi ile yönlendiril-
mektedir. Moisi’ye gore Avru-
mektedir. Müslüman ve Arap
palı devletler Türkler ile tarihsel
dünyası ise tarihsel acı ve
bazı çatışmalar yaşadıkları için
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ
Sayfa 18
Uluslararası Đlişkilerde Algı Farklılıkları: Seçilmiş Zaferler ve Seçilmiş Travmalar
Toplumsal sorunlar ve siyasetin karşılıklı etkileşimi olduğunu değerlendirmek suretiyle politik-toplumsal olay ve olgulara, bireylerin
politikaya katılım süreçlerine psikoloji çerçevesinden bakmak; büyük grupların, kitle ve ulusların birbiri ile ilişkilerini –özellikle
çatışmaları- ele alarak ilişkilerde rol oynayan psikolojik etmenleri değerlendirmek faydalı bir yaklaşım olacaktır. Bireysel psikolojiden
toplumsal psikolojiye geçiş sürecini çok disiplinli bir metotla inceleyen politik psikoloji bilimi; çeşitli kuramlardan oluşan karışık ve
belirsiz bir bilim dalı gibi görünse de dünya siyasetinde sık sık karşılaşılan diplomatik sorun ve tıkanıklıklara çözümler getirmeye
çalışır.Seçilmiş zaferler ve travmalar konusundan önce dostluk ve düşmanlık kavramlarının kimliğimizi belirlemede ne gibi bir etkisi
olduğunu incelememiz doğru bir yaklaşım olacaktır. Kimliğin oluşumunda dost ve düşman kavramı belirleyici bir önem taşımaktadır.
Düşman sahibi olmak insan gelişimi sürecinde normal bir durumdur. Psikanalitik düşünce bunu “Nesne Đlişkileri Kuramı” (1) olarak
adlandırmaktadır. Prof. Dr. Volkan’ a göre bir kişinin kişisel olarak gelişmesindeki önemli bir etken grup içinde bu kişilerin geliştirdiği
duygulardır. Bebeklik döneminde çocuğun ilk nesnesi annesidir. Çocuk anne ile yakınlaşır ve bir süre sonra ondan ayrılmayı öğrenir.
Başlangıçta her ağladığında yanında olan annesi zamanla ondan uzaklaşır bu da çocukta anneyi iyi ya da kötü olarak görme algısına yol
açar. Bu iyi anne ve kötü anne algısı çocukla özdeşleşir ve kendisini de bu şekilde algılamaya başlar. (2) Düşman-dost, kötü-iyi algısı bu
şekilde oluşur. Đnsan doğası, bireyi tatmin etmeyen ve korku veren duygu ve davranışlarını başkalarına yansıtma ve yöneltme
eğilimindedir. Bireyler, kendileri için tehdit olarak algıladıkları şeyleri onaylamazlar ve tehdidi karşı taraftan geliyormuş gibi algılarlar,
karşılarındaki kişiye ya da gruba yüklerler. Psikolojide bu “yansıtmalı özdeşim” olarak adlandırılır.
Birey sadece kendi özellikleri ve yaşantılarını yansıtarak ya da yerini değiştirerek kimliğini oluşturmaz. Kimliğin yerleşmesi sürecinde
toplumsal bazı perspektifler, değerler, davranış ve duygulardan da yararlanan birey, bu şekilde hem kendi kimliği ile bütünleşir hem de
toplumsal bir kimlik kazanma yoluna gider. Toplumsal bir kimlik kazanırken ait olduğu toplumun çeşitli özelliklerini görünür biçimde
ya da nesilden nesle aktarım yolu ile alır.Bireysel psikolojiden toplum psikolojisine geçiş yapıldığında bireyin kimlik oluşumunda birey,
günlük kazanım öğelerinden daha çok paylaşılmış mental yaşantıların etkisi altındadır. Grubun kendi kimliğinin kaynağı politik
psikoloji biliminin kurucularından Prof. Dr. Vamık Volkan’ ın da ifade ettiği gibi “seçilmiş travmalar” ve seçilmiş zaferler” dir.(3)
Seçilmiş Travmalar
Toplumlar da bireyler gibi travma yaşayabilirler. Travmaya neden olmuş olan olaylar toplumların geleceklerini etkileyebilecek
psikolojik ve duygusal izler bırakabilmektedir. Bu duygusal izler psikogenetik (4) olarak nesilden nesle aktarılır ve toplumun bir ulus
kimliği ya da etnik kimlik kazanmasında etkilidir. Bu noktada seçilmiş travma kavramı bu kazanıma neden olan önemli faktörlerden
biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Seçilmiş travmalar bir gruba başka bir grup tarafından yaşatılmış, yoğun aşağılanma ve mağduriyet duygusuna neden olan
olaylardır. Bu durum söz konusu olan kaybın ya da olayın yasının tutulamaması ile de doğru orantılı olarak gelişmektedir. Yasın
tutulamamış olması yasın neden olduğu duygunun sık sık tekrarlanmasına neden olur. Sırpların, Kosova Savaşı’nın yenilgisini yeni
yaşamış kadar canlı tutuyor olması buna bir örnektir. Bu bilinçdışı bir süreçtir. Grup, olayın paylaşılmış duygusal ve zihinsel
düzeyindeki temsilini kendi içine alarak paylaşılmış incinme ve utanç duyguları, bu duygulara karşı gelişen savunmalar ile birlikte
olayın anısını etnik kimliğinin belirleyicisi olarak taşır.(5) Nesilden nesle aktarım yolu ile travma iletilirken aynı kalması beklenemez
çünkü tarihi akmaya devam etmektedir. Cereyan eden yeni olaylar travmanın bıraktığı duyguya yeni duygular eklenmesine neden olur.
Seçilmiş travma bilinçaltında gizlidir ve olaylar travmanın tesirini tetikler. Kimliklerin oluşumunda bu aktarımların ve mitlerin etkisi
yadsınamaz.
Bazen seçilmiş travmalar politikaları etkilemektedirler. Đsrail’i göz önüne aldığımızda Yahudilere yapılan soykırımı
unutamadığını ve yasını da tutamadığını görürüz. Soykırımın etkisi gün geçtikçe azalacaktır ancak bunun sık sık gündeme getiriliyor
olması politikalarında belirleyici bir yerde olmasına imkan vermektedir. Đsrailli psikanalist Rafael Moses’in net olarak tanımladığı üzere
Đsrail’de hak kazanma kavramı iç ve dış siyasetin çok önemli bir parçasıdır.(6) Đsrail’de mağdur olma durumu ile yapma hakkına sahip
olma düşüncesi doğru orantılıdır. Dolayısıyla Filistin sorununda dünya kamuoyunun karşı duruşuna rağmen Đsrail bu mağduriyet
psikolojisi ile manevralarını meşrulaştırmakta, ancak bu “meşrulaştırma” iç siyasette halkına gerekli açıklama zeminini oluştururken dış
siyasette kabul görmemektedir. Bu noktada, yaşadıkları travma deneyimlerinin psikolojik arkaplanını en yakından yorumlayıp hareket
eden birimler olan ve siyasi hedeflerine bu arkaplanı yerleştiren toplumların, dış siyasette politikalarını meşrulaştırıcı başka gerekçeler
yarattıkları görülebilmektedir. Bu bağlamda siyasete yön veren mağduriyet psikolojisi gözden kaçırılmamalıdır.
Türk Tarihine Bakış ve Seçilmiş Zaferlerimiz “ Kime göre zafer?”
Toplumların kimlik oluşumlarında ve kimlik algılarında seçilmiş travmaların yanında seçilmiş zaferlerin de önemli bir etkisi
bulunmaktadır. Seçilmiş zafer kavramı bir grubun üyelerinde başarılı olma ve başka bir grup üzerinde zafer kazanma duygusu yaratan
Sayfa 19
YIL 1, SAYI 4
olaylar için kullanılır. Seçilmiş zaferler grubun kendilik duygusunu beslemekte ve seçilmiş travmalar gibi efsaneleşmektedir.(7) Seçilmiş
zaferler seçilmiş travmalardan her zaman daha ön planda olmaktadır çünkü birey ya da grup kendini mağdur hissettirebilecek
duyguları bir savunma mekanizması kullanarak geri plana alır ve seçilmiş zaferleri ile yaşamaya devam ederler. Bunun tam tersi olarak
da seçilmiş travmalar toplumların gelecekteki politikalarını etkilemede önemli bir etkiye sahiptir. Seçilmiş zaferleri ve travmaları canlı
tutmak için bir takım ritüeller de geliştirilmektedir. Milli bayramlar bu ritüellere örnek gösterilebilir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın
kazanılmasındaki son dönemeç olan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin, Çanakkale Zaferi’nin her sene törenlerle kutlanması
travmalarından daha çok zaferlerini hatırlayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için zafer duygusunu pekiştirici birer ritüeldir.
Bir olay ya da durumun iki tarafa da aynı duyguyu yaşatması beklenmemelidir. Bir zafer bir devlette seçilmiş zafer olarak nesilden
nesle aktarılırken aynı olay mağlup olan devlet için seçilmiş travma olarak kimliklerinin gelişmesine neden olabilir.
Sonuç
Devletlerin yönetim biçimleri insanların politize oluş seviyelerinde değişiklikleri beraberinde getirse de, politikaya katılım geleneksel
yöntemlerin dışında psikolojik süreçlerin katkısı ile şekillenebilmektedir. Bireyi toplumun bir parçası olarak mikro düzeyde incelersek
psikolojik motivasyonlarının kendi politik kararlarını vermesinde etkili olduğunu gözleyebiliriz. Toplumlar/uluslar da birey psikolojisi
düzeyinden toplumsal düzeye geçiş metodu izlenerek incelendiğinde, toplumun psikolojik izlerinin, toplumun/ulusun tarihinden ayrı
düşünülemeyeceği ve tarihi ile birebir bağlantılı politik reaksiyonlar göstereceğini söylememiz mümkündür. Bu politik reaksiyonlar
çatışma uzlaşma ya da işbirliği ekseninde incelendiğinde toplumun hakim kimliği, söz konusu işbirliğine çatışmaya ya da uzlaşmaya
engel teşkil edebilecek psikogenetik aktarımlara sahiptir. Barış, savaş ortak çıkar ya da ortak dost-düşman algısını belirlediğini
düşündüğümüz seçilmiş travmalar ve seçilmiş zaferler; toplumların bilinçaltında yer etmiş psikolojik motivasyon sürecinden, olay olgu
ya da durumların etkisi ile bilinç düzeyinde politik davranışa dönüşebilir. Gerek reel politiğin gerekse uluslararası sistemin toplum/
ulusa bakış açısı, toplumu sistemin bir metası olarak görmesi, toplumun/ulusun nesilden nesle evrilerek hatta devrilerek değişen
psikolojisini göz ardı etse de bu psikolojik öğeler uluslararası ilişkileri şekillendiren önemli bir inceleme alanıdır.
Günümüzde insan psikolojisini ve psikolojik izlerin yansımalarını uluslararası ilişkiler teorileri ile incelemeye çalıştığımızda
karşımıza çıkan temel sorun, devletlerin reelpolitik davranışını etkileyebilecek düzeyde seçilmiş travmalara sahip olması ve bunun
kendi çıkarlarının kimi zaman önüne geçebiliyor olmasıdır. Travmaların ulusal çıkarları şekillendirici bir yönü de vardır ancak
uluslararası arenada travmaların getirdiği psiko-politik bazı yönlendirmeler devletlerin kendilerini ve uluslarının çıkarlarını geri plana
atmasına ve ulusunun ortak fikrine bağlı olarak karar vermesine neden olabilmektedir. Devletlerin kamuoyundan bağımsız bir şekilde
dış politika üretebilmesi durumu seçilmiş travmalar söz konusu olduğunda daha zordur. Seçilmiş travmalar tarihi bir yaşanmışlığın
toplum üzerinde derin bir acı ve yas duygusunu uyandırması ve yasın ve acının tutulamaması şeklinde gelişen psikolojik bilinçaltı
süreçlerdir. Bu bilinçaltı süreçler yaşanmışlığa neden olan kişiye ya da gruba karşı bir düşmanlık ve kin duygusu oluşturmasına neden
olur. Toplumlar da bireyler gibi kendilerini psikolojik olarak korumak amacıyla savunma mekanizması geliştirirler. Burada dışa dönük
bir savunması olan yansıtma ve mağduriyet duygusu ön plandadır. Uluslararası ilişkileri şekillendiren en önemli psiko-politik öğe,
mağduriyet psikolojisi ile mağdur toplumların diğer toplumlar tarafından mazur görülmesi ve bir koruma kalkanı oluşturularak
mağduriyetlerinin bastırılması veyahut mağduriyeti çıkar ilişkilerinde kullanmalarıdır. Günümüz uluslararası ilişkilerini incelediğimizde
seçilmiş travmaya neden olan olayların tarihlerinin dahi –durum ne kadar acı verici bir durum olursa olsun- siyasete malzeme olarak
kullanıldığını görebiliriz. Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili dünya siyasetinde gözümüze çarpan açıklamaların sözde soykırım ile ilgili bir
günde yapılıyor olması toplumların mağduriyetlerini kendi çıkarlarına uygun olarak yönlendirmesi durumuna bir örnektir.
KAYNAKÇA
(1)Bu kavramı ilk kez Melanie Klein kullanmıştır.
(2)Vamık D. Volkan, “Çeşitli Yönleri Đle Diplomasi”, Politik Psikoloji, Çev. Abdülkadir Çevik ve Birsen Ceyhun (Ankara: Ankara Üniversitesi
Rektörlüğü Yayınları,1993), s.61
(3)Vamık Volkan, “Identification and related psychic events: Their appearance in therapy and their curative value”,Curative Factors in Dynamic
Psychotherapy,(New York: McGraw Hill,1982), ss.153-176
(4)Psikogenetik, ruhsal kalıtımı ve zihinsel süreçlerin kalıtımını inceleyen bir bilimdir.
(5)Vamık D. Volkan, “Etnik Çatışmalara Psikolojik Görüş Açısından Yaklaşım”, Politik Psikoloji, Çev. Abdülkadir Çevik ve Birsen Ceyhun (Ankara:
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları,1993), s.89.
(6)Rafael Moses, “Shame and entitlement: Their relation to political process”,The Psychodinamics of International Relationships Vol I,(Lexington MA:
Lexington Books, 1990), ss.1-30
(7)Abdülkadir Çevik, Politik Psikoloji, (Ankara:Dost, 2007), s.64
Merve Bağcı, Huriye Yardım, Erhan Baydar
Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları
YIL 1, SAYI 4
Sayfa 20
Politik Psikoloji Bülteni bir
Politik Psikoloji Derneği
Yayınıdır
ARALIK 2009
Kurucu ve Editör:
Prof. Dr. Abdülkadir Çevik
Yayın Kurulu:
Prof. Dr. Hasan Ünal
Pzt
Sal
Çarş
Perş
Cuma
Cts
Paz
1
2
3
4
5
6
Prof. Dr. Hüseyin Özsan
Dr. Haydar Çağlağan
Yayına Hazırlayan:
Bahar Senem Çevik
Merve Bağcı
7
8
9
10
11
12
13
Orhan Karaoğlu
Ozan Örmeci
Şükran Elmalıoğlu
14
15
16
17
18
19
20
Barış Kırdemir
Alper Ersaydı
Mustafa Alperen Özdemir
Seda Şen
21
28
22
29
23
30
24
25
EĞĐTĐM
26
EĞĐTĐM
27
Cankız Çevik
Ali Oğuz Diriöz
POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ
DERNEĞĐ
CĐNNAH CAD. 57/3
ÇANKAYA
ANKARA
0-312-4429495
[email protected]
www.ppd.org.tr
Bülten yazılarından izinsiz alıntı
yapmak yasaktır.
SERTĐFĐKALI EĞĐTĐM PROGRAMI: TÜM BOYUTLARI ĐLE TÜRK-ERMENĐ ĐLĐŞKĐLERĐ
Politik Psikoloji Derneği, Ankara Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi işbirliği ile 25-26 Aralık
tarihlerinde “Tüm Boyutları ile Türk-Ermeni Đlişkileri Disiplinlerarası Bir Yaklaşım” konulu bir
eğitim programı düzenlemektedir.
Đki ülke ve iki toplum arasındaki ilişkileri yeni gelişmeler ışığında çok boyutlu olarak ele alacak eğitim
programı, Türk-Ermeni ilişkilerinin sosyolojik, psikolojik, tarihsel, kültürel ve ekonomik boyutlarına
değinecektir. Konusunda uzman akademisyenlerimiz , diplomatlarımız ve yazarlarımızın değerli
katkıları ile gerçekleşecek olan bu programa yanlızca konu ya ilgi duyanlar değil, Türk dış politikası
ve yeni stratejiler ile ilgilenen politik psikoloji dostlarını eğitim programında aramızda görmek
dileğiyle…
Katılım ile ilgili irtibat:
[email protected]
www.ppd.org.tr
Download