SD NISAN 2014 SAYI 53_cars_BAS.indd

advertisement
sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Sandığın Mesajını Doğru Okumak
Türkiye halkı 30 Mart’ta bir kez daha sandık başına
gitti. Amaç; sayıları 1400’e yaklaşan belediye başkanını, binlerce belediye meclisi üyesini ve 40 bine
yaklaşan köy ve mahalle muhtarını seçmekti. Ancak
seçim sürecinde siyasi partiler ve medya yerel sorunları, adayların projelerini ve politikalarını tartışmadı.
Seçimin ana gündemi, 17 Aralık operasyonları bağlamında yolsuzluk iddiaları, yasa dışı dinleme kayıtları, meşru iktidara karşı darbe girişimleri gibi ulusal
siyasi konulara odaklandı. Seçime beş kala Dışişleri
Bakanlığında, MİT ve Genelkurmay yetkililerinin katılımıyla yapılan bir güvenlik zirvesine ait ses kayıtlarının sızdırılması ise tüm Türkiye’de tam anlamıyla bir
infial yarattı. Toplumsal kaosu önlemek ve ulusal güvenlik kaygıları nedeniyle önce twitter’e, ardından
da youtube’a erişim engellendi.
Yakın siyasi tarihimizin en gergin seçim dönemlerinden birini yaşayan Türkiye’de halk seçim günü oluk
oluk sandıklara koştu. Seçime katılım rekor düzeye
(yaklaşık %90) ulaştı. Sandık sonuçları bir kez daha
AK Parti’nin açık zaferini ortaya koyuyordu. Anadolu
insanı seçim sathı mailinde, görünüşte ahlaki kaygılarla yapıldığı izlenimini veren ama başarıya ulaşması
durumunda Türkiye’yi kaos ve belirsizliğe sokacak bir
siyasi sonuç doğuracağı kesin olan yargısal müdahaleye karşı çıktı. Operasyonları milli iradeyi sekteye
uğratacak bir girişim olarak algıladığını gösterdi.
Suriye’den Ukrayna’ya çevremizdeki çatışma risklerinin arttığı bir konjonktürde geniş halk kitleleri istikrardan yana tercihini kullandı.
Şüphesiz 30 Mart seçim sonuçları yakın gelecekteki Türkiye siyasetini önemli ölçüde etkileyecektir. Bu
anlamda Başbakan Erdoğan’ın seçim gecesi yaptığı
Balkon konuşması önemli ipuçları vermektedir. Kuruluşundan bu yana girdiği 6. seçimde dahi oylarını
artırarak çıkan AK Parti lideri Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimi için halktan güçlü bir yeşil ışık almıştır.
Aday olması durumunda seçilmemesi için hiçbir engel de yoktur.
Diğer yandan seçimlerle içerideki meşruiyetini güçlendiren Erdoğan’a yönelik dış dünyanın bakışı da
değişecektir. Türkiye’de en önemli siyasi aktörün
Erdoğan ve AK Parti olduğu yeniden teyit edilmiştir. Dolayısıyla gezi parkı ve paralel yapının örgütlü
propagandası ile iktidarın ayakta kalamayacağına
inandırılan Batı dünyasında daha gerçekçi bir Türkiye algısı oluşacaktır.
Bu arada Suriye’de savaş olanca şiddetiyle sürüyor.
Muhalifler ilk kez Akdeniz’e ulaşan bir şerit açtılar.
Başta silah ve diğer dış yardımların denizden ulaştırılması açısından bu kritik bir gelişmedir. Obama’nın
kritik S. Arabistan ziyaretinde de bu konu önemli
bir gündem maddesi olduğuna göre önümüzdeki
günlerde sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. Kırım’ı
Rusya’ya kaptıran Batı dünyası belki de Suriye üzerinden hesaplaşmaya gidebilir.
Yeni Türkiye’nin Düşünce Merkezinin sesi olan SD
dergisini zevkle ve merakla okuyacağınızdan eminiz.
Gelecek sayıda buluşana kadar, hoşça kalın.
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 53 • Nisan 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Alper Tan
Bülent Orakoğlu
Orhan Miroğlu
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukçu
94
6
30 Mart’ın Siyasi Sonucu: Türkiye 2023’e
Erdoğan Liderliğinde İlerleyecek
Prof. Dr. Birol Akgün
12
Bir İhtimâl Daha Var
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
16
Sürprizi Olmayan Seçim
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
21
Kimlik Politikaları, BDP/HDP ve Seçimler
26
30 Mart Seçimleri ve CHP
30
30 Mart Seçimleri Üzerine
36
30 Mart Muhasebesi
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
52
Kırım’ın İlhakı: Putin’in Büyük Rusya Serüveni
56
Uluslararası Hukuk Açısından
Kırım Referandumu ve Gelişen Süreç
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Orhan Miroğlu
Alper Tan
Doç. Dr. Erkin Ekrem
60
Ukrayna-Kırım Krizinin
Yerel, Bölgesel ve Küresel Boyutları
Vügar İmanbeyli
65
Avrasya’nın Yeni Kriz Alanı
Kırım Meselesi ve Türkiye
Sevinç Alkan Özcan
68
Sıra Kime Geliyor? “Transdinyester”
71
Körfez’de Üç Beş Güzel!
74
Suriye Nereye Gidiyor?
81
Orta Afrika Cumhuriyeti İç Çatışmaları
Zeynep Songülen İnanç
Doç. Dr. Mehmet Şahin
39
Yargı Nasıl Kurtulur?
42
Derin Tahliyeler Değişen Dengeler
46
Seçimler Öncesi ve Sonrasında
Yeni Türkiye’ye Yönelik Tehditler
86
İİT’de İnsan Hakları Alanında Yeni Dönem
Bülent Orakoğlu
90
Irak’ta Yaklaşan Seçimler
Prof. Dr. Osman Can Röportajı
Aydın Bolat
Dr. M. Levent Yılmaz
Dr. Selman Öğüt
Dr. Murat Yılmaz
İhsan Aktaş Röportajı
Her Şeye Rağmen Üretim...
100
Prof. Dr. Talip Özdeş
107
Sinan Tavukçu
Nebahat Başıbüyük
Dr. Ergin Ergül
Y. Abdul Hüseyin Röportajı
Cemel ve Sıffin Olayları Işığında
Günümüzü Anlamak
Türkiye ve Sudan:
Aktif Bir Ortaklığa Doğru
SDE Haber
110
“Ukrayna’daki Siyasi Kriz”
Çalıştayı
SDE Haber
112
“Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın
Muhasebesi” Çalıştayı
SDE Haber
30 Mart’ın Siyasi Sonucu:
Türkiye 2023’e
Erdoğan Liderliğinde İlerleyecek
Prof. Dr. Birol Akgün
Bir İhtimâl Daha Var
Prof. Dr. Yasin Aktay
Sürprizi Olmayan Seçim
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Kimlik Politikaları, BDP/HDP ve Seçimler
Orhan Miroğlu
30 Mart Seçimleri ve CHP
Dr. Murat Yılmaz
30 Mart Seçimleri Üzerine
İhsan Aktaş Röportajı
30 Mart Muhasebesi
Alper Tan
Yargı Nasıl Kurtulur?
Prof. Dr. Osman Can Röportajı
Derin Tahliyeler Değişen Dengeler
Aydın Bolat
Seçimler Öncesi ve Sonrasında Yeni Türkiye’ye Yönelik Tehditler
Bülent Orakoğlu
İÇ POLİTİKA
30 Mart’ın Syas Sonucu:
acil güvenlik tehditleri (uçak düşürme olayı gibi),
Karadeniz’in Kuzeyinde Ukrayna-Kırım eksenli olarak Rusya ile Batı arasında yaşanan yüksek
askeri-siyasi gerilim ve tüm bunların temel sebebi
olarak görülebilecek olan küresel sistemdeki yapısal dönüşüm ve bunun tamamlayıcısı olan küresel
yönetişim krizi, Türkiye gibi jeopolitik olarak “oynak
fay hatlarının” tam ortasında bulunan bir ülkenin
demokrasisi için çok ciddi ve ağır bir yük oluşturmaktadır. Üstelik son on yılda özgürlükçü bir rejim
olan demokrasi ile yönetilen ülkelerin siyasi istikrar
ve ekonomik büyüme/kriz yönetimi açısından, Çin
ve Rusya gibi otoriter ülkelerle karşılaştırıldığında
görece çok daha düşük performans sergilediği de
gözlenmektedir. Belki de bu nedenle yapılan araştırmalar 1990’lı yıllara nazaran, son on yılda tüm
dünyada demokrasinin genişlemesinin yavaşladığını ortaya koymaktadır. Hatta Avrupa’daki pek çok
yerleşik ülke demokrasilerinde dahi yarışmacı demokratik seçimler kesin ve net sonuçlar üretememektedir. Bu nedenle batılı ülkelerde demokrasi ile
ne kadar bağdaşacağı tartışmalı olan teknokrat hükümetler, büyük koalisyonlar veya milli mutabakat
hükümetleri son yıllarda giderek yaygınlaşmaktadır.
Açıktır ki hızlı karar almanın gerektiği kriz ortamlarında demokrasiler otoriter yönetimlere göre daha
yavaş kalabilmektedir.
Türkiye 2023
2023’e
Erdoğan Liderliğinde
İlerleyecek
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
B
ahar ayları tabiatın olduğu kadar, siyasetin
ve sosyal hayatın da canlandığı ve hareketlendiği aylardır. Karlar kalkıp güneş çevremizi
ısıtmaya başladığında diğer canlı varlıklar gibi insanların faaliyetleri de hızlanıyor. Osmanlı da dahi,
ordular sefere genel olarak baharda çıkarmış. Belki
de o nedenledir zaferlerimizin ve hezimetlerimizin
hep bahar veya yaz aylarına rastlaması... Çanakka-
6
NİSAN 2014
le savaşının Mart ayında, 1071 Malazgirt ve Büyük
Taarruzun Ağustos ayında yaşanması bir tesadüf
değildir. Halk iradesinin sandık yoluyla yönetime
yansıması olan seçimler bizde genelde ya bahar
aylarında ya da güz aylarında yapılır. 22 Temmuz
2007 ve 2011 Haziran seçimleri biraz istisnadır.
2014 yılı bu anlamda hem baharda (yerel seçimler)
hem de yaz aylarında (cumhurbaşkanlığı) yapılacak
olan iki seçime ev sahipliği yapması bakımından ol-
dukça önemlidir. Bu nedenle zaten iç içe geçmiş
pek çok dâhili ve harici kriz ortamında gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2015 genel seçimleri Türkiye’deki yetmiş yıllık demokrasinin dayanaklılığını görme bakımından önemli ve kritik bir test
süreci olacaktır.
Türkiye’nin en uzun kara sınırının bulunduğu Suriye’deki iç savaşın ülkemiz açısından yarattığı
Bahsedilen küresel krizlere ve demokrasinin konjonktürel olarak daraldığı bir tarihsel zaman diliminde, Türkiye’nin izlediği açılım politikaları ve demokrasinin alanının reformlar yoluyla genişletilmesi süreci küresel trendlere ciddi bir istisna teşkil etmektedir. Hatta belki de bu nedenle bazı güçleri rahatsız
da etmektedir. Örneğin Mısır’da seçimle işbaşına
gelen ilk cumhurbaşkanı olan Mursi yönetiminin
devrilmesine karşı açıktan tavır alan tek ülke Türkiye
olmuştur. Suriye’deki halkın değişim taleplerini tereddütsüz destekleyen ülke yine Türkiye’dir. Ankara
artık Kürt sorunu gibi iç siyasi sorunlarını ve kendi
özgün dış politikasını kendisi belirlemekte ve uygulamaktadır. Uluslararası sistemden görece geniş bir
otonomi kazanan Türkiye’nin en önemli dayanağı
yönetimin halka dayanması ve iktidarın güçlü bir
demokratik meşruiyete sahip olmasıdır.
Demokrasi Bayramına Ortak Olamayanlar
Gerçekten de temposu ve heyecanı çok yüksek
bir seçim süreci geçirdik. 30 Mart yerel seçimleri
NİSAN 2014
7
Gerçekten de temposu ve
heyecanı çok yüksek bir
seçim süreci geçirdik. Bu
heyecanlı demokratik ortamın
kıymetini bilmemiz gerekir.
Zira bölgemizdeki pek çok ülke
halkı için böyle bir demokratik
rekabet ortamını yakalamak
hala hayaldir. Yanı başımızdaki
Suriye’de insanlar özgürlük ve
demokrasi adına ölüm kalım
savaşı veriyor. Mısır’da Adeviye
meydanında halk demokrasiyi
koruma adına kurşunlara hedef
oldular. Yemen’de, Ürdün’de,
Cezayir’de demokrasi arayışları
sürüyor. Körfez ülkeleri için
demokrasiden bahsetmek adeta
isyanla eş tutuluyor.
başarıyla tamamlandı. Ülkenin her yeri rengârenk
parti bayrakları ve aday posterleri ile süslendi. Ülkede tam bir demokrasi cümbüşü yaşandı. Liderler
şehir şehir gezip meydan mitingleri yaptılar. Milyonlarca seçmen liderlerini görmek ve siyasi duruşunu izhar etmek için coşkuyla açık hava mitinglerine
koştu. Adaylar posterleriyle, vaatleriyle, şarkılarıyla,
TV’lerdeki mülakatlarıyla her gün evimizin bir parçası oldular. Bu heyecanlı demokratik ortamın kıymetini bilmemiz gerekir. Zira bölgemizdeki pek çok ülke
halkı için böyle bir demokratik rekabet ortamını yakalamak hâlâ hayaldir. Yanı başımızdaki Suriye’de
insanlar özgürlük ve demokrasi adına ölüm kalım
savaşı veriyor. Mısır’da Adeviye meydanında halk
demokrasiyi koruma adına kurşunlara hedef oldu.
Yemen’de, Ürdün’de, Cezayir’de demokrasi arayışları sürüyor. Körfez ülkeleri için demokrasiden
bahsetmek adeta isyanla eş tutuluyor. Peki, ama
neden Türkiye’de bazıları sandığı küçümsemeye
çalışıyor? Neden hâlâ sandıktan yüzde 70 oyla çıksanız dahi ülkeyi yönetemezsiniz itirazı yükseliyor?
Sandığın reddi AK Parti’ye itiraz etmek için mi, sis-
8
NİSAN 2014
temi eleştirmek için mi, yoksa halkın tercihlerinden
duyulan memnuniyetsizliğin yansıması mı?
Değişmeyen Seçkinci Zihniyet
En önce söylenmesi gereken şey şu: Sandığı küçümsemenin altında çarpık aydınlanmacı zihniyet
yatıyor. Türkiye’deki demokrasinin başından beri
temel sorunu ülkedeki siyasi elitlerin çoğunun aydınlanmacı, pozitivist ve modernleştirmeci bir paradigmayı benimsemiş olmalarıdır. Fransız aydınlanma geleneğinden mülhem bu yaklaşım, toplumu
dönüştürmeyi, adam etmeyi kendisine misyon edinmiş; çoğu farkına bile varmadan toplum mühendisi
haline gelmiş dayatmacı bir aydın sınıf üretmiştir.
Toplumu anlamak, geleneklerimizde ve toplumsal
kültürümüzde var olan demokratik değerleri keşfederek ülkede demokrasinin gelişmesine katkı sağlamak gibi kaygıları hiç olmadı bu kesimin. Kendi
toplumlarına hep oryantalist pencereden bakmaya
devam ettikleri için halka yabancılaştılar. Türk toplumundaki modernleşme, gelişme, demokratikleşme
eğilimlerini ya yanlış okudular veya toplumun derin
değişimini kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak
gördüler. Dolayısıyla bugün bile 1950’de demokrat
partinin iktidara gelişini hazırlayan demokratik geçiş
sürecini erken alınmış, yanlış bir karar olarak okuyan bir damar hâlâ varlığını koruyor bu ülkede.
Kasabadaki Tek Oyun Demokrasi Olmadıkça
Demokrat Parti’nin halkın kahir ekseriyetinin oyuyla
iş başına gelen bakanlarını ve milletvekillerini, “sandıktan çıkma” diyerek eleştiren ve küçümseyen
yaklaşımın, yarım asır sonra bugünkü iktidar için de
kullanılmaya devam etmesi doğrusu Türkiye’deki
demokrasinin hâlâ içselleştirilemediğinin de apaçık göstergesidir. Oysa ki, demokrasinin gerçekten
yerleşmesi ve kalıcı bir şekilde konsolide olabilmesi
için öncelikli şart; rekabetçi bir ortamda yapılan seçimlerde ortaya çıkan halk iradesine saygı duymak
ve çoğunluğu kazanan partinin ülkeyi yönetmesine
rıza göstermektir. Başka bir deyişle, farklı kesimlerin ideolojik veya ekonomik çıkar çatışmalarını güç
veya kuvvet kullanarak ya da hileye başvurarak değil; örgütlenerek, meşru siyasete kanalize ederek
çözmeleri esastır. Bu anlamda “demokrasi kasabadaki tek oyun” haline gelmeden bir ülkede demokrasinin pekiştiği söylenemez.
Çarpık zihniyet seçim öncesi pek çok dedikodu ve
spekülasyonlarla sandığa gölge düşürmeye çalıştı.
Oysa sandığın meşruiyetine gölge düşürmek için,
ister birileri tarafından bilerek ve isteyerek planlı bir
şekilde sandık hilesine başvurulsun, isterse böyle
bir algı yaratmak için medya üzerinden manipülasyon yapılsın halkın iradesini sakatlamaya yönelik
her eylem ve söylem son derece tehlikelidir. Zira
Türkiye’de sandık güvenliği konusunda toplumda
ciddi bir bilinç vardır. 1946-1950 yılları arasında,
CHP ve DP arasındaki en ciddi tartışma konusu
seçimlerin hâkim denetiminde ve adil bir şekilde
yapılması üzerinedir. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden
beri de Türkiye’de tüm seçimler hâkim denetiminde
yapılmaktadır. Siyasi partilerin temsilcilerinden oluşan sandık kurulları vasıtasıyla oy verme ve sayım
süreci denetlenmektedir. Yalnızca seçim işlerinin
yürütülmesi için anayasal bir kurum olan YSK kurulmuştur. Kaldı ki bugün herkesin elinde tüm tutanakları ve hatta tüm oy pusulalarını belgeleyecek
düzeyde yaygın olarak kullanılan kayıt ve görüntüleme araçları mevcuttur. Belli başlı haber ajansları
da artık her bir sandık için özel muhabirler görevlendirmektedirler.
Tüm seçim süreçlerinin işleyişini iyi bilmelerine rağmen, seçimlere hile karıştırılacağına ilişkin yaygara
kopartılmasının birkaç nedeni olabilir: Birincisi, bu
tür haberleri yayanların sandığın güvenilirliğini sarsmaya yönelik bizatihi kendi hazırlıklarının olması.
İkincisi, seçim sonuçlarını az çok tahmin ettikleri
için siyasi mağlubiyete kılıf hazırlığı (siyasi mızıkçılık).
Üçüncüsü ve daha kötüsü ise halkı sokağa dökmek
için yapılacak provokasyonlar için kamuoyunun önceden hazırlanması. Her halükarda bu tür söylentileri kim çıkarırsa çıkarsın ahlâken, siyaseten ve hukuken yapılan şey doğru değildir. Toplumsal barışa,
demokratik sürece ve hukuka zarar verir. Çok şükür
ki, seçim sonuçları açıklanmıştır ve artık tartışmalar
geride kalmıştır. Yine de demokrasiyi hazmedemeyenler benzer söylem ve taktikleri önümüzdeki dönemde de sürdüreceklerdir.
Erdoğan Hazımsızlığı
Aslında gezi olayları da, 17 Aralık’la başlayan süreç de gerçekte ne doğa ve çevre sevgisinden
kaynaklanıyor ne de yolsuzluklardan arındırılmış bir
Türkiye yaratmayı amaçlıyor. Aynen Refah-Yol döneminde Susurluk kazası bahanesiyle her akşam
NİSAN 2014
9
bir dakika süreyle ışık açıp kapatmanın toplumdaki
mafios ilişkileri bitirme amacı taşımadığı gibi… O
gün Erbakan’ın başbakanlığına karşı 28 Şubat’ın
sivil güçlerine gönüllü asker yazılanlar, bugün de
bir türlü sandıkta yenemedikleri Erdoğan’ın sandık
zaferini kursağında bırakmak ve halkın iradesini gölgelemek istiyorlar. Çünkü Başbakan’a karşı çıkanların pek çoğunun ülkenin gelişmesi, kalkınması ve
güçlenmesi gibi dertleri yok. Amaç Türkiye’de batı
çıkarlarına uygun iç ve dış politika yürütecek bir
hükümetin kurulmasıdır. Türkiye’de Rusya’ya karşı
Batı adına savaşacak, Ortadoğu’da halkları değil,
Mısır’da olduğu gibi gerektiğinde Batılıların desteğini alarak darbe yapan generalleri kayıtsız şartsız
destekleyecek bir iktidar arzulanıyor. Müslümanlığın
bile Batının zihin konforunu bozmayacak şekilde
ılımlaştırılarak yaşandığı bir ülke yaratılmak isteniyor.
Ülkeyi, referansını kendi tarihinden, kültüründen ve
medeniyetinden alan siyasi elitlerin yönetmesinden
rahatsızlık duyuyorlar. Hatta çok hoşlarına gitmesi
gereken en önemli icraat olan, Türkiye’nin AB ile
bütünleşmesi sürecine bile sırf AK Parti eliyle yapıldığı için karşı çıkanlar var.
geçmesidir. Ancak bütün işaretler, Türkiye’nin yakın
geleceğinde Erdoğan’ın, hem iç politikada hem de
dış politikada kritik roller oynamaya devam edeceğini göstermektedir.
İç politika bakımından değerlendirildiğinde, Erdoğan ister Başbakan olarak kalsın, isterse Cumhurbaşkanlığına çıksın (ki kendisi isterse onu engelleyecek bir güç yoktur) sahip olduğu vizyon, birikim
ve karizmasıyla bakanlar, devlet bürokrasisi ve
toplumun vizyonunu belirleme bakımından etkili bir
aktör olmayı sürdürecektir. Dış dünya açısından
bakıldığında da, Erdoğan içeride gücünü koruduğu
ölçüde dışarısının bakışında çok büyük bir değişim
olmayacaktır. Erdoğan istediği zaman batıyla ilişki-
lerini düzeltecek enstrümanlara sahiptir. İçeride AB
eksenli demokratikleşme çabalarının hızlandırılması;
Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmesi; internet ve iletişim alanında yeni
düzenlemelerin yapılması gibi adımlar önemli olacaktır. Dahası uluslararası konjonktür de Erdoğan’ın
elini güçlendirmektedir. Rusya’nın, Kırım’ı işgal yoluyla ilhak etmesi bir anda dünya siyasetinde yeni
bir soğuk savaş rüzgârı estirmiştir. Özellikle NATO
ülkeleri arasında siyasi dayanışmalar artacak, saflar
sıklaşacaktır. Güvenlik riskinin arttığı dönemlerde
ise ülkelerin içerisindeki siyasi sorunlar yerine efektif
olarak ülkede kimin sözünün geçtiği önem kazanır.
Yakın gelecekte Doğu Avrupa ve Suriye üzerinden
Doğu-Batı ilişkilerindeki gerginliklerin artması ihti-
mali yüksektir. Dolayısıyla Türkiye’yi yöneten güç
Batı tarafından göz ardı edilemeyecek kadar önem
kazanacaktır. Diğer yandan, Avrupa ülkeleri içinse
gerginliğin en önemli sonuçlarından biri, enerji arz
güvenliği alanında yeni sorunların ortaya çıkması
olacaktır. Rus doğal gazı dışında Avrupa pazarlarını besleyecek en önemli alternatif nakil hatları
ise Türkiye’den geçmek durumundadır. O halde
Türkiye’nin liderliği ve işbirliği ciddi önem kazanacağından, Erdoğan işbaşında kaldığı sürece Avrupa
da onu muhatap almaya devam edecektir. Sonuç
olarak, gerek demokratik meşruiyet gerekse küresel ve bölgesel koşullar nedeniyle, olağanüstü bir
gelişme olmadığı sürece Türkiye 2023’e giden süreçte yoluna Erdoğan liderliğinde devam edecektir.
Ancak bilinmesi gereken şey şudur: Bugün artık
Türkiye’de toplum gerekli demokratik olgunluğa ulaşmıştır. Kendi iradesini zedelemeye yönelik
kumpaslara asla boyun eğmeyecektir. Hiç olmadığı
kadar seçim meydanlarını dolduran coşkun kalabalıkları bu gözle bir kez daha okumak gerekiyor.
Halk 30 Mart’ın yalnızca bir yerel seçim olmadığını
çoktan anlamıştı. Uğraşlar boşunaydı. Milletin irfanını küçümseyenler, yanıldılar. Dün olduğu gibi 30
Mart’ta da seçmen sandığa da demokrasiye de
kaderine de sahip çıktı. Kazanan ve kaybedenden
bağımsız olarak, 30 Mart’ın en önemli mesajı da galiba buydu.
Batı, Türkiye’den Vazgeçemez
Gezi Parkı olayları ve 17 Aralık operasyonu ile başlayan süreçte içerideki Erdoğan karşıtlarının amacı ülkede yaygın yolsuzluk algısı yaratarak halkı
Erdoğan’dan uzaklaştırmak, seçimi kaybettirmek ve
siyasal arenada yaralanmış bir AK Parti hükümetiyle
yola devam edilmesini sağlamaktı. Ancak Erdoğan,
liderliğini ve siyasi tecrübesini kullanarak kurulan
oyunu bozdu. Üstelik şimdi siyasi meşruiyetini tazeleyerek daha uzun erimli siyasi bir yolculuğa çıkıyor.
Burada içerideki AK Parti karşıtı cephenin en büyük
beklentisi dış dünyanın Erdoğan’dan tamamen vaz-
10
NİSAN 2014
NİSAN 2014
11
İÇ POLİTİKA
Gülen hareket yaptıklarının reklamını, algıları yönetme adına ayrı br sektöre dönüştürmüş
durumda. Nasıl olmaları gerektğne odaklanmaktan çok nasıl göründüklerne yoğunlaşmış
vazyetteler. Vaktnn çoğunluğunu aynanın karşısında geçrp, aynaya, kendsnden daha
güzel brsnn olup olmadığını soranlara benzyor haller. Kendlernden daha güzellere de hç
tahammüller olmadığını yaptıkları akıl almaz operasyonlarla fazlasıyla göstermş oldular.
BİR
İHTİMÂL
DAHA VAR
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
17
Aralık Süreci olarak adlandırılan ve belli
bir kesim tarafından “yolsuzluk operasyonları” olarak gündemde tutulmaya çalışılan gelişmelerin, Türkiye’de AK Parti’nin demokratik olmayan yollardan iktidardan uzaklaştırılması
planında, Gezi hadisesinden sonra yeni bir merhaleye isabet ettiği artık toplumun çok geniş kesimlerinde kabul görüyor. Hafızamızı yenileme adına Gezi
hadisesinin ateşi hükümetin attığı kararlı adımlar ve
ardından açıkladığı demokratikleşme paketi sonrası düştüğünde, çeşitli kesimlerde 30 Mart seçimleri
öncesi AK Parti iktidarını zor durumda bırakmak için
üst bir stratejik akıl tarafından planlanmış yeni bir
sürecin başlayacağı iddiası dile getiriliyordu. Beklenti Gezi hadiselerinde olduğu gibi memnuniyetsiz
olduğu iddia edilen kesimlerin daha geniş tabanlı
kitle gösterileri gerçekleştirmesiydi.
17 Aralık süreci Türkiye’de AK Parti iktidarını devirmek için çekmecedeki planların ne kadar geniş
bir skalaya yayıldığını göstermesi açısından ibret
12
NİSAN 2014
verici oldu. Bu süreçte birbiri ardına çeşitli sosyal
medya sayfaları üzerinden yayınlanan ses kayıtları,
yaşanan gelişmelerin bir yolsuzluk operasyonu değil, stratejik bir akıl tarafından yürütülen ülke siyasetini tanzim girişimi olduğunu net bir biçimde ortaya
koydu. İktidara zarar vermek adına yayınlanan, çok
büyük bir bölümü özel alana ait diyalogları da içeren
ses kayıtları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar
ve devletin güvenlik kurumlarının fütursuzca dinlendiğini ortaya koydu.
Sosyolog-düşünür Zygmunt Bauman’ın panoptiksonrası diye adlandırdığı bir dönemin içerisindeyiz.
Bauman’ın yaklaşımları çeşitli perspektiflerden elbette eleştirilebilir, ancak, “gözetim toplumu” tartışmalarında özellikle sosyal medyanın özel/mahrem
alanı kamusallaştırması üzerine yorumları oldukça
ilgi çekicidir. Bireylerin kendi istekleriyle bu süreci
yaşadıklarını ve sosyal medyanın artık bireyler için
bir sosyalleşme biçimi olduğunu belirten Bauman,
burada “internetin hiçbir şeyi unutmama” özelliğine
vurgu yaparak bireylerin istekleri dışında mahrem
alanlarının kamusallaştırılmasının yaratacağı tehlikelere de odaklanır gözükmektedir. Düşünürün bu
analizleri yaparken zihninde batı toplumu olduğu
varsayımından hareketle, Müslümanlar ve İslâm
hukuku açısından mahrem alanın/özel alanın dokunulmazlığı ve korumaya alınması üzerine düşünmek, Türk toplumu için yaşanan sürecin etkilerini
daha iyi değerlendirmeye olanak sağlayabilir. İki kişi
arasındaki konuşmanın kendi istek ve talepleri olmadan bir sitede kimliği belirsiz kişilerce yayınlanmasının ardından “röntgenlenen” kimsenin özür dilemek zorunda kalması siyasal ve toplumsal açıdan
Türkiye’de yaratılan durumu ironik biçimde de olsa
iyi özetlemektedir.
Mahrem alanın kamusallaştırılması yoluyla gizli ilişkilerin açığa çıkarıldığı algısının yaratılması, bireylerin özel alana duydukları meraktan besleniyor ve
neticede ortaya ahlâken sorgulanması gerekirken
sorgulanmayıp siyasal tartışmaların konusu haline
gelen bir yanılsama çıkıyor. Böylelikle siyasal alan,
“ses kayıtları” gibi oldukça ucuz ve ahlaksız enstrümanlar üzerinden tasarlanmaya, bir biçimde “siyaset mühendisliği” yapılmaya çalışılıyor. 30 Mart
yerel seçimlerine giden süreçte yapılan kamuoyu
araştırmaları ile miting meydanları, milletin bu tehlikenin farkında olduğunu ortaya koyuyor. Ancak
hem sürece hem kendilerine yönelik algı yönetimini
stratejilerinin temeline yerleştirmiş kimseler bir takım
siyasal ve sosyolojik gelişmeleri göremiyorlar ya da
görmezden gelmeyi tercih ediyorlar.
Mızrak Çuvala Sığmazken Algı Yönetimi
Yapmanın Zorluğu
Şerif Mardin bir yerde Gülen hareketini sosyolojik olarak incelemenin, anlamanın ve açıklamanın
zorluğuna işaret etmişti. Bu zorluğun sebebi olarak sanırım hareketin kendisini tanıtma konusunda
gösterdiği aşırı çabaya işaret etmişti. Gerçekten de
hareketin en önemli özelliklerinden biri, dışarıdan
bir anlama çabasına karşı kendini olağanüstü tedbirlerle kapattığı halde, bununla çok çelişkili olarak
kendisini istediği gibi tanıtma konusunda gösterdiği
yine olağanüstü PR çabalarıdır. Bu durum bir yönüyle hareketi anlamayı zorlaştırırken diğer taraftan
hareketin mahiyeti hakkında aydınlatıcı bir bilgi veriyor.
Diğer İslami düşünce ve hareketlerle karşılaştırıldığında, Gülen’in kendisi ve hareketi, çabalarının
büyük çoğunluğunu algıların yönetimine hasretmiş
durumdalar. Sadece bu yönüyle bile esasa dair yeterince büyük bir fark ortaya koyuyorlar. Normalde
dini cemaatler kendi hallerinde hizmetlerini Allah rızası için yapmaya çalışır, balık bilmezse Hâlık bilir
yaklaşımını benimserken, Gülen hareketi yaptıklarının reklamını, algıları yönetme adına ayrı bir sektöre
dönüştürmüş durumda. Nasıl olmaları gerektiğine
odaklanmaktan çok nasıl göründüklerine yoğunlaşmış vaziyetteler. Vaktinin çoğunluğunu aynanın
karşısında geçirip, aynaya, kendisinden daha güzel
birsinin olup olmadığını soranlara benziyor halleri.
Kendilerinden daha güzellere de hiç tahammülleri
olmadığını yaptıkları akıl almaz operasyonlarla fazlasıyla göstermiş oldular.
Algı yönetimine takıntı derecesinde yoğunlaşmış olmak aslında yeterince bir şeyler gizlediklerini gösteriyor. Bugün neleri gizlediklerini sanırım herkse görmüş ve anlamış oldu. Hareket, genellikle ne istediğini hiçbir zaman net olarak söylemedi, söyledikleri
hiçbir zaman tam olarak ne istediğini yansıtmadı.
Algı yönetimi konusundaki bu çabalar mızrakları çuvallara sığdırma telaşlarına dönüşüyor. Özellikle son
zamanlarda Gülen’in algıyı yönetmek adına giriştiği
her hamle kendisi hakkında daha bir istemediği sonuçları veriyor. Beddua iyi çalışılmış bir algı yönetimi çalışmasıydı ama Gülen imajını yerle bir etti. 17
Aralık sonrası Gülen konuştukça, 40 yıldır inceden
inceye işlemeye çalıştığı imajını daha da yıktı.
NİSAN 2014
13
Hesap, yolsuzlukla mücadele görünümlü operasyonla brlkte halk le başbakanın arasını açmaktı.
Oysa sonuç, operasyonun br darbe olarak algılanmasıyla brlkte, halkın başbakanın etrafında
daha da kenetlenmes olarak ortaya çıktı. Mtng meydanlarındak manzaraları y yorumlamak
lazım… Bu meydanlar br şeyler söylüyor. 509 bn kşnn telefonlarını tek tek dnleyeceklerne,
br defada bu meydanların sesn dnleseler, belk komployu kuranların da kulakları açılacak.
dedikleri zat, insanların dinlenmesini sorun ediyor,
kişi hak ve hürriyetleri üzerine adeta titriyor, onları geliştirmeye azmediyor. Camia ve muhalefet ise
diktatörlerin en ayırt edici özelliği olan bu dinlemeleri
masum bulmaya devam ediyorlar. Çünkü diktatörlüğe özgü bu hareketleri bizzat kendileri yapıyor. Bu
bağlamda pişkinlik ürkütücü bir hâl almış durumda.
Gülen’in Ekrem Dumanlı ile beş gün yayınlanan röportajı da herkesin zaten bildiği her şeyi başka türlü
göstermenin mükemmel bir örneği olmuş… Çuvalları mızraklara sokuşturmaya çalışmanın bütün
telaşını da ele verirken, Gülen gerçeği ile Gülen’in
yansıtmaya çalıştığı imaj arasındaki mesafe daha
da açılıyor. Gülen’in bugünlerde tam da seçimlere
ayarlanmış bir hamle olarak özenle tasarlamış olduğu mülakat yine tevazu, zühd ve ahiretlik gösterileriyle dolu. Bugünlerde kendisine herkesin sorduğu
soruyu atlayarak işi yurtdışındaki okullarına getirmesi de tuhaf bir mızrak olmuş. Hangi çuvala sığacak
bu mızrak?
Mızrak çuvala sığmıyor madem, çıkarıp karşıya sallayalım der gibi, ‘okullardan şikâyet eden bir Allah’ın
kulu olmadı şimdiye kadar’ diyor. Doğru da, bunun
konuyla ne alakası var? Kimse bu okullardan başlamadı ki eleştirmeye. Konu insanların özel hayatlarına tecavüz pahasına telefonların gizlice dinlenmesi, başbakanın ve bakanların telefonlarının dinlemesi ve telefon kayıtlarının şantaj ve nihayetinde
darbe teşebbüsünde kullanılması. Bu teşebbüsler
soruluyor ve bunlarla itham ediliyorsunuz. Okullar
dolayısıyla değil. Okullarda iyi işler yapmış olmak
size Türkiye’ye vesayet kurma hakkı doğurmuyor.
Bu yapılanlardan sonra elbette ki okullara bakışın
14
NİSAN 2014
değişmesi de gayet doğal, bakalım oralarda gerçekten neler yapılıyor diye herkesin sorma hakkı
doğmuş oluyor.
Bu arada yerel seçimlere doğru hızla yol alıyoruz.
Muhalefet cephesinden yana şu veya bu il için herhangi bir proje, bir vaat, bir iddialı öneri duyan olmuyor. Örneğin, CHP herhangi bir şehri aldığında,
o şehri nasıl yöneteceK, nasıl bir şehircilik ve belediyecilik vizyonu ortaya koyacak? Buna dair tek bir
söz duymuyoruz. 17 Aralık’tan itibaren bu seçimlerin anlamı mahalli boyutları çoktan aştı, ama ne-
ticede, kullanacağımız oylarla belediye yöneticilerini
seçeceğiz. Halk, muhalefet partilerinden, yönetimine talip olduğunuz belediyelerle, şehirlerle, çevreyle
ilgili de bir çift söz duymak istiyor, ama yok. Hesap
muhakkak ki başkaydı. Hesap, yolsuzlukla mücadele görünümlü operasyonla birlikte halk ile başbakanın arasını açmaktı. Oysa sonuç, operasyonun
bir darbe olarak algılanmasıyla birlikte, halkın başbakanın etrafında daha da kenetlenmesi olarak ortaya çıktı. Nihâvend şarkıda dendiği gibi: ‘Bir ihtimâl
daha var’. Miting meydanlarındaki manzaraları iyi
yorumlamak lazım… Bu meydanlar bir şeyler söylüyor. 509 bin kişinin telefonlarını tek tek dinleyeceklerine, bir defada bu meydanların sesini dinleseler,
belki komployu kuranların da kulakları açılacak.
“Bir İhtimâl Daha Var”
Türkiye’de hükümet, yani iktidar, insanların keyfî
biçimde dinlenmesini engellemek, yasal dinleme
şartlarını bile alabildiğine zorlaştırmak için çabalıyor,
yasalar çıkarmaya çalışıyor… Muhalefet ise buna
karşı çıkıyor. İktidar özgürlükleri daha fazla savunuyor, muhalefet ise bu kadar özgürlük fazla diye
veryansın ediyor. Bu nasıl bir siyaset manzarası?
Kişi hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi talep eden bir
iktidar ve bu tür çabaları engellemeye çalışan bir
muhalefet. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı
(TİB) tarafından son iki yıl içinde 509 bin 516 kişinin
dinlendiği ortaya çıkıyor, daha doğrusu bunu hükümet bir skandal olarak ortaya çıkarıyor ve üstüne
gidileceği mesajı veriyor. Muhalefet bu gelişmeye de tepki vermiyor. Üstelik dinlenenler arasında
muhalefete mensup kimseler olduğu da görülüyor/
biliniyor ancak, dinlenen/gözlenen kimseler bu durumdan şikâyetçi değil.
Bazı suistimaller dolayısıyla ortaya çıkan aksaklıkları düzeltmeye çalışan başbakanın diktatörleştiği
mesajı verilmeye de devam ediliyor, ama o diktatör
NİSAN 2014
15
İÇ POLİTİKA
Sürprizi Olmayan
SEÇİM
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
SDE Uzmanı
O
ldukça gergin bir atmosferde geçen 30 Mart
2014 yerel seçimleri nihayet sona erdi. Seçim öncesinde 17 Aralık operasyonları ile
başlayan süreç, söz konusu seçimlerin “yerel” olma
özelliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Başta
AK Parti olmak üzere neredeyse tüm siyasî partiler,
kampanya stratejilerini büyük ölçüde 17 Aralık ile
başlayan tartışmalar üzerine kurdular. AK Parti’nin
seçim kampanyası boyunca Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan, 17 Aralık ile ortaya çıkan “paralel
devlet” tartışmaları ekseninde iktidar üzerinde yeni
bir vesayet kurulmaya çalışıldığı, buna izin vermedikleri için siyaset dışı mekanizmaların hedefi durumuna geldikleri mesajını verdi. Erdoğan, diğer tüm
seçimlerde olduğu gibi Türkiye’nin değişik yerlerin-
16
NİSAN 2014
de yaptığı mitingler aracılığıyla seçmene doğrudan
ulaşmayı tercih etti. Buna karşılık, muhalefet partilerinin üzerinde de başka bir açıdan bile olsa 17 Aralık
sürecinin etkisi vardı. CHP ve MHP, seçimlere ilişkin
stratejilerini bu süreçte ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları üzerinden kurdu. Bir bakıma, her iki parti de
paralel devlet olgusuna gözlerini yumarak yolsuzluk
iddiaları üzerinden iktidarı yıpratmayı hedefleyen bir
dil kullandılar. Ancak seçim sonuçları ortaya çıktığında bu yaklaşımın seçmenler nezdinde sınırlı bir
karşılığının olduğu ve Başbakan Erdoğan’ın kendisini topluma daha iyi anlatabildiği görüldü. Daha
açık bir ifadeyle, Erdoğan, kendisine destek veren
toplumsal kesimleri paralel yapılanmanın siyaset
kurumunu yeniden düzenlemeye çalıştığına ikna
edebildi ve bu mekanizmayla mücadele edebilmek
için halktan destek aldı. Bu bağlamda, seçimin galibinin 2004 ve 2009 sonuçlarıyla karşılaştırıldığında
yerel seçimler açısından kendi rekorunu kıran AK
Parti olduğu söylenebilir.
AK Parti, 30 Mart 2014 tarihinde yüzde 45,5’lik bir
oy oranına ulaşarak en yakın rakibi CHP’ye yaklaşık 18 puan fark attı. Parti, 18’i büyükşehir olmak
üzere 49 il belediye başkanlığını ve çok sayıda ilçe
belediye başkanlığını kazandı. AK Parti’nin dikkat
çeken bir diğer başarısı, Kocaeli, Sakarya, Ordu,
Tokat ve Düzce illerinde il belediyelerinin yanı sıra
tüm ilçe belediyelerini de kazanarak bir bakıma
“tulum çıkarmasıydı.” AK Parti, daha önce CHP’de
olan Antalya ve Ordu gibi büyükşehirler ile Artvin
il belediyesini kazandı. 2009 sonuçlarıyla MHP’nin
elinde bulunan Balıkesir büyükşehir, Kastamonu,
Uşak, Gümüşhane illerinde de belediye başkanlıkları bu kez AK Parti tarafından kazanıldı. 2009’da
Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra BBP tarafından kazanılan Sivas ise yeniden AK Parti’ye
geçti. AK Parti, özellikle ülkenin iç kesimlerindeki
üstünlüğünü ise önemli ölçüde pekiştirdi; bu bağlamda, Eskişehir dışında Orta Anadolu’daki il belediye başkanlıklarının tamamı AK Parti tarafından
kazanıldı. Ayrıca AK Parti, çözüm sürecinin etkisiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde
aldığı oy oranını önemli ölçüde artırdı. Bu bölgelerde elde edilen sonuçlar, Kürt sorununun çözümü
bakımından etkili olabilecek iki aktörün AK Parti ve
BDP olduğunu, diğer partilerin ise etkilerinin iyice
ortadan kalktığını gösterdi.
Buna karşılık, AK Parti, 2009’da kazandığı Hatay ve
Burdur’u CHP’ye, Kars’ı MHP’ye, Mardin, Ağrı ve
Bitlis’i ise BDP’ye karşı kaybetti. Burada altı çizilmesi gereken ilk nokta olarak Antalya seçim sonuçları
gösterilebilir. Antalya’da 2009 seçimlerini CHP’ye
karşı kaybeden Menderes Türel, 2011 genel seçimlerinde aynı ilden milletvekili seçilmiş ve AK Parti’nin
yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına getirilmişti. Türel, bu seçimlerde yeniden eski
koltuğuna aday oldu ve bu kez CHP adayı Mustafa
Akaydın’ın önünde seçimleri kazanmayı başardı.
Bunun yanında, uzun süredir sol partiler tarafından
kazanılan Ordu ve Artvin’de AK Parti’nin, üstelik de
önemli farklar ile kazanması sembolik açıdan önem
taşıyor. Öte yandan AK Parti açısından bir diğer
sürpriz, Adalet Bakanlığından ayrılarak Hatay büyükşehir belediye başkanlığına aday olan Sadullah
Erdoğan, kendsne destek veren toplumsal kesmler
paralel yapılanmanın syaset kurumunu yenden
düzenlemeye çalıştığına kna edebld ve bu
mekanzmayla mücadele edeblmek çn halktan destek
aldı. Bu bağlamda, seçmn galbnn 2004 ve 2009
sonuçlarıyla karşılaştırıldığında yerel seçmler açısından
kend rekorunu kıran AK Part olduğu söyleneblr.
NİSAN 2014
17
0$57<(5(/6(d÷0/(5÷÷/%$=,1'$3$57÷/(5÷1'$õ,/,0,
Edirne
MHP’den transfer edilen Mansur Yavaş’a rağmen
Ankara’da seçimlerin kazanılamaması, CHP içinde
ulusalcılar başta olmak üzere Kılıçdaroğlu’na muhalif kalan isimlerin elini güçlendiren bir mahiyet taşıyor. Dolayısıyla seçimlerden sonra CHP içinde bir
liderlik tartışması başlaması kaçınılmaz gibi görünüyor. Söz CHP’den açılmışken bu partinin seçim
performansıyla devam edelim.
Ergin’in kendi ilinde CHP’ye karşı kaybetmesi oldu.
Üstelik bu seçim yenilgisinin kendi partisinden aday
gösterilmemesi üzerine CHP’ye geçen ve bu partiden aday olan mevcut Hatay belediye başkanı Lütfi
Savaş eliyle gerçekleşmesi dikkat çekti.
AK Parti ile CHP en büyük yarışı ise Ankara ve
İstanbul’da verdiler. CHP, bu iki ilde parti dışından
adaylar göstermeyi tercih ederek yarışa girmişti.
İstanbul’da daha önce partiden ihraç edilen Şişli
belediye başkanı Mustafa Sarıgül; Ankara’da ise
MHP’nin 2009 yerel seçimlerindeki adayı Mansur
Yavaş, CHP’den aday olarak gösterildiler. Bu bakımdan, her iki adayın performansları en baştan
itibaren merak uyandırıyordu. İstanbul’da AK Parti,
nispeten rahat bir şekilde seçimleri kazanmasına
rağmen, Ankara’da seçimler oldukça çekişmeli bir
şekilde geçti. Mansur Yavaş, bir bakıma, AK Parti
dışındaki tüm muhalefeti birleştirerek yarışın içinde
kalmayı başardı. Ancak Yavaş’ın bu performansı
bile AK Parti’nin Ankara büyükşehir belediye başkanlığını, mevcut başkan Melih Gökçek ile yeniden
kazanmasını engellemedi. Bu bağlamda, özellikle
Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun
2009 seçimlerinde aldığı yüzde 38’lik oranın yaklaşık iki puan üzerine çıkmasının CHP içinde yeni
bir liderlik tartışması başlatması beklenebilir bir
durum. Nitekim en baştan itibaren Sarıgül’ün öncelikli hedefinin seçimi kazanmaktan daha çok
Kılıçdaroğlu’nun 2009’daki oy oranını geçmek
olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Aynı şekilde,
18
NİSAN 2014
CHP, 30 Mart’ta kayda değer bir başarı sağlayamadı. Parti, zaten elinde bulunan İzmir, Muğla, Aydın, Tekirdağ ve DSP kökenli Yılmaz Büyükerşen’in
yönettiği Eskişehir büyükşehir belediye başkanlıklarını yeniden kazandı. Ayrıca, bunlara AK Parti’nin
kendisini aday göstermemesi üzerine CHP’ye gelen
Hatay belediye başkanı Lütfi Savaş’la girdiği bu ilin
büyükşehir belediyesini ekledi. Buna karşılık, yine
büyükşehir statüsüne yükselen ve elinde bulunan
Ordu’yu AK Parti’ye; uzun süredir CHP’li isimlerce
yönetilen Mersin’i ise MHP’ye karşı kaybetti. CHP
açısından en ilginç gelişmelerden biri ise partinin
sahil şeridi dışında ülkenin iç kesimlerinde etkisini büyük oranda kaybetmesi oldu. Öyle ki, CHP,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin büyük
kısmında yüzde 1’lik oran civarında kaldı. Yine CHP
oylarının ülke genelinde oransal açıdan dengeli bir
dağılımı olmadığı görüldü. Bu tabloyla, CHP’nin iktidar alternatifi olmanın oldukça uzağına düştüğü
söylenebilir. Tam tersine, CHP’nin giderek daha dar
bir makas içine sıkıştığı ve buradan çıkış için aranan
yöntemlerin yeterince etkili sonuçlar veremediği ortaya çıktı.
.×UNODUHOL
%DUW×Q
7HNLUGDö
÷VWDQEXO
Kocaeli
Sakarya Düzce
Yalova
Çanakkale
Bursa
dDQN×U×
Bolu
Ankara
8ùDN
Giresun
Tokat
$I\RQNDUDKLVDU
Denizli
Isparta
,öG×U
$öU×
Sivas
Tunceli
1HYùHKLU
Malatya
Kayseri
0Xù
Bingöl
(OD]×ö
Batman
Aksaray
1LöGH
Bitlis
Van
Siirt
.DKUDPDQPDUDù
'L\DUEDN×U
$G×\DPDQ
Hakkari
ø×UQDN
Burdur
0XöOD
Kars
*PùKDQH
Bayburt
Erzurum
Yozgat
Konya
Ardahan
Rize
Erzincan
.×U×NNDOH
.×UùHKLU
÷]PLU
$\G×Q
Trabzon
Ordu
Amasya
Çorum
(VNLùHKLU
Kütahya
Artvin
Samsun
Bilecik
%DO×NHVLU
Manisa
Sinop
Kastamonu
Zonguldak Karabük
Mardin
Antalya
Karaman
Adana
Osmaniye
Mersin
Hatay
30 Mart’ta olumsuz bir tabloyla karşılaşan aktörlerden bir diğerinin MHP olduğu ifade edilebilir. Özellikle Ankara ve İstanbul gibi şehirlerde yaşanan ciddi
oy kaybı, MHP’nin ülke genelindeki ortalamasını da
etkiledi. Ayrıca MHP’nin son dönemde ortaya çıkan
genel oy oranı aralığının üstüne çıkamadığı görüldü.
Tıpkı CHP gibi sahil şeritlerinde etkili olan MHP, iç
kesimlere doğru gelindikçe gücünü ve etkisini yitirdi. Türkiye genelinde yüzde 15,8’lik bir oran elde
eden MHP, bu sonuçlarla son üç seçimin ötesine
geçemedi ve ileriye yönelik olumlu sinyaller veren
bir görünüm sergileyemedi. MHP’nin en büyük başarısı, 2009’da kazandığı Adana büyükşehir belediyesinde aynı durumu tekrarlaması; Mersin’i ise
CHP karşısında kazanması oldu. Ayrıca 2009’da
seçimlerden başarıyla ayrıldığı ve 30 Mart’la birlikte
Gaziantep
Kilis
øDQO×XUID
JAKP
JCHP
JMHP
JBDP
CHP, 30 Mart’ta kayda değer br başarı
sağlayamadı. Part, zaten elnde bulunan İzmr,
Muğla, Aydın, Tekrdağ ve DSP kökenl Yılmaz
Büyükerşen’n yönettğ Eskşehr büyükşehr
beledye başkanlıklarını yenden kazandı.
büyükşehir statüsüne yükselen Manisa’yı da MHP
yeniden kazandı. Böylece toplamda üç MHP’li büyükşehir belediyesi belirdi. Bunun yanında, MHP,
Kars’ı AK Parti’den aldı; Isparta, Karabük, Bartın ve
Bahçeli’nin seçim çevresi Osmaniye’yi yeniden kazandı. Ancak 2009’da kazandığı Kastamonu, Uşak
ve Gümüşhane’de bu kez seçimlerden AK Parti’nin
başarıyla ayrılmasına engel olamadı. Dolayısıyla
MHP’nin 2009’da toplamda on olan büyükşehir ve
il belediye sayısı bu kez sekizde kaldı. Bu veriler dikkate alındığında 30 Mart 2014’te ortaya çıkan tablonun MHP açısından çok da olumlu bir görünüm
sergilemediği söylenebilir.
Seçimin bir diğer aktörü, BDP, 2009 seçimlerinde
biri büyükşehir olmak üzere toplamda sekiz belediye başkanlığı kazanmıştı. 30 Mart’ta BDP, oy oranlarında bir artış sağlayamamış olsa da ve hatta bazı
bölgelerde azalmayla karşılaşsa da sahip olduğu
belediye başkanlığı sayısını artırdı. Diyarbakır, Van
ve AK Parti’den alınan Mardin büyükşehir belediyelerinin yanı sıra 2009’da kazanılan Batman, Siirt,
Şırnak, Hakkâri, Iğdır ve Tunceli illeri yine BDP de
kaldı. BDP bu illere AK Parti’den aldığı Ağrı ve Bitlis’i
de ekleme başarısı gösterdi. Buna karşılık, BDP’nin
ülkenin batısında seçimlere girmeyi tercih ettiği, sol
NİSAN 2014
19
İÇ POLİTİKA
KİMLİK POLİTİKALARI
BDP/HDP ve SEÇMLER
Orhan MİROĞLU
SDE Başkan Danışmanı
unsurları toplamayı hedefleyen Halkların Demokrasi Partisi (HDP) tecrübesinin ise başarılı olduğunu
söylemek mümkün değil. Örneğin HDP’nin İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı Sırrı Süreyya
Önder, tahminlerin altında kalarak yüzde 4,8 oranında oy aldı. Dolayısıyla daha önce, önümüzdeki
ilk genel seçimlere HDP çatısı altında girebileceği
mesajını veren BDP’nin bu girişimden vazgeçebileceği öngörülebilir bir durum.
Öte yandan seçim sonuçlarının çözüm sürecinin
kararlılıkla sürdürülmesi bağlamında olumlu bir yüz
taşıdığı söylenebilir. Her şeyden önce, çözüm sürecinin bölgede olumlu karşılanmasının en önemli
göstergelerinden biri, AK Parti’nin 2009 ve 2011
seçimlerine göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde oylarını artırması oldu. Bunun yanında, ülkenin batısında “milliyetçi” refleksleriyle bilinen çok
sayıda ilde AK Parti’nin en azından oylarını koruması, çözüm sürecinin arkasında ciddi bir kamuoyu
desteği olduğunu bir kez daha kanıtladı. BDP’nin
de bölgede etkisini sürdürmesi, çözüm sürecindeki
rolünü devam ettireceğinin işaretleri olarak okunabilir. Dolayısıyla seçimin kazananlarından birinin de
çözüm süreci olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
30 Mart’ta elde edilen sonuçlardan ortaya çıkan en
önemli durum, toplumun kendi iradesi dışında siyasetin düzenlemeye çalışılmasına bir kez daha tepki
vermesi olarak gösterilebilir. Bir bakıma, toplumun
her türlü vesayet mekanizmasıyla mücadele açısından iktidara destek vermeyi sürdürdüğü anlaşılıyor.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra başba-
20
NİSAN 2014
kan Erdoğan tarafından yapılan “balkon konuşması” aslında bu yönde mücadeleye devam edileceğinin de işaretlerini sunuyor. Bundan sonraki süreçte,
iktidarın başlıca yükümlülüğü, seçim kampanyası
döneminde ortaya konulan bu iradeyi somut olarak hayata geçirecek adımlar atmak olarak beliriyor.
Daha açık bir ifadeyle, paralel yapılanmayı da içeren
vesayet kurumlarıyla mücadele etmek bundan sonraki süreçte iktidarın başlıca sorumluluğu şeklinde
gösterilebilir. Buna benzer şekilde, demokratikleşme paketleri aracılığıyla ülke içindeki demokrasi ve
siyasal özgürlüklerin zemininin genişletilmesi öne
çıkan bir diğer başlık. Böylece kendilerine sistem
içinde yer olmadığını düşünen ve ötekileştirildikleri
algısına sahip olan kesimlerin demokratik siyaset
mekanizmalarının dışına savrulmalarını önlemek
mümkün olabilecek. Son olarak tüm bu adımların
sağlam ve kalıcı bir zemine oturmasını sağlamak
açısından “yeni anayasa” çabalarının somutlaştırılması en önemli konu olarak görünüyor. Aksi takdirde demokrasi üzerindeki vesayet tartışmalarının
biteceğini söylemek çok mümkün değil.
30 Mart’ta olumsuz br tabloyla karşılaşan aktörlerden
br dğernn MHP olduğu fade edleblr. Özellkle
Ankara ve İstanbul gb şehrlerde yaşanan cdd oy
kaybı, MHP’nn ülke genelndek ortalamasını da
etkled. Ayrıca MHP’nn son dönemde ortaya çıkan
genel oy oranı aralığının üstüne çıkamadığı görüldü.
T
ürkiye bu seçimlere de, ülkenin sahip olduğu sorunların çözümünde açık ve anlaşılabilir
programlara sahip olmayan muhalefetin başını çektiği kısır tartışmaların gölgesinde girdi.
Muhalefet partileri, AK Parti’nin gitmesini istediler,
ama doğrusu bunun nedenini seçmene anlatmada
bir hayli zorlandılar.
Demokratik siyasetin dayandığı meşru zemini gölgeleyen ve merkezinde uluslararası güçlerin olduğu
bir pasifikasyon ve kuşatma harekâtından medet
umdular.
Kasetlerin, tapelerin, yasa dışı dinlemelerin, devletin
ulusal politikalarının belirlendiği üst düzeyde toplantıların gizli kayıtlarının servis edilmesinin, hükümeti devirmeye kâfi geleceğini düşünen, başta CHP
olmak üzere, muhalefete eklemlenmiş bütün grup
ve partiler, seçimlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar.
Seçmen Gezi ve daha sonra da 17 Aralık’ta kopartılan fırtınanın sebeplerini ölçtü, biçti ve tercihini
değiştirmedi, AK Parti’den yana kullandı. Bu tercihte, kuşku yok ki, Başbakan Erdoğan’ın meydanlarda milyonlara seslenerek, sesinin son teline kadar
yürüttüğü mücadele etkili olmuş, siyasi tarihimizin
sayfaları arasında şimdiden yerini almıştır.
AK Parti Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra
başlayan siyasi çözülmeden geriye kalan partidir.
Diğer partiler, hiçbir çözüm alternatifi öneremedikleri ve Kemalizmle aralarına mesafe koymadıkları için,
Kürt seçmenin yoğunlaştığı şehirlerde tabelalarını
birbiri ardına indirirken, AK Parti özellikle 2007’de,
değişim taleplerine ilişkin konsepti iyi değerlendirdi.
AK Parti, şimdiye kadar girdiği bütün seçimlerde
Kürt seçmenden hatırı sayılır ölçülerde oy aldı.
2014 yılındayız... 2023 yılına sadece 9 yıl var. 2011
seçimlerinde AK Parti, bir deklarasyon yayınlamış
ve 2023 yılını, yani Cumhuriyet’in yüzüncü kuruluş
yılını hedef göstermişti. ‘Popülizm yapmıyoruz sadece vaat edebileceklerimizi vaat ediyoruz.’ demişti
Başbakan.
2023 yılında Cumhuriyet yüz yaşını bitiriyor.
Başbakan’ın bu tarihe işaret etmesi, aynı zamanda
Cumhuriyet’in sonuçlarıyla bir hesaplaşma ve yüzleşme imkanı da vermiyor değil.
Koskoca bir yüzyılın sonunda, Kürtler ve Türkler ya
demokratik bir cumhuriyeti birlikte kutlayacaklar,
NİSAN 2014
21
ya da yüzyılın en büyük siyasi kopuşunun gerçekleşmesi yönünde işleyecek bir siyasi sürece tanık
olacağız.
30 Mart seçimleri demokratik cumhuriyetin yüzüncü yılına giden yollarında bir yeni merhale olmuştur.
Daha iki yıl önce, farklı ‘ulusal psikolojileri’ çatışma
yönünde besleyen haberlere bakmak bile nasıl bir
arafta olduğumuzu anlamaya yetecektir.
İsterseniz, bir Kürt internet sitesinin 2011 seçim
günlerinde yer verdiği haberlere bir bakalım:
‘TSK’nın bombası Baran’ın hayatını kararttı’
‘Polisin gaz bombası iki yaşındaki Elif’i ağır yaraladı’
‘Dersim’de HPG ile TSK arasında çatışma’
‘Nusaybin’de Kaymakamlığa, İstanbul’da AKP’ye
ses bombası’
‘Sınır hattına askeri sevkiyat’
‘Hakkari’de özel timler bir köylüyü yaraladı’
‘Kürdistan’da ‘Ömer Muhtar’ ruhu dolaşıyor’
‘Türk ordusu, sivil alanları ateş poligonuna çevirdi’
‘HPG gerillası Mazlum’u on bin kişi uğurladı (Haberde, Kuzey Irak’ta 15 Şubat komplosunu protesto için kendini yakan Mazlum Arcagök’ün,
Diyarbakır’da Vedat Aydın’ın mezarının yanına gömüldüğü ifade ediliyor.)
‘Kutlu Doğum Haftası’nda, 1985’te öldürülen PKK’li
Rauf Akbay için mevlit okutuldu’
‘Patlamada yaralanan üç çocuktan biri kolunu kaybetti’
22
NİSAN 2014
‘Gülten Kışanak, ulusal birlik ortak hedefimizdir
dedi’
çözüm sürecini ve AK Parti’nin Kürt meselesiyle ilgili
politikasını hedef aldı.
‘Cumartesi anneleri: Yüzleşme olmadan barış olmaz’
17 Aralık operasyonunu destekleyen medya, seçimlerde BDP’nin Doğu ve Güneydoğu’yu silip
süpüreceğini, AK Parti’nin hemen hiçbir varlık gösteremeyeceğini ve Kürt hareketinin önce özerklik,
arkasından da bağımsızlık ilan edeceğini bildiren
çok sayıda habere imza attı.
‘Üç oğlu gerilla olan barış annesi, Kandil’de düzenlenen askeri törenle toprağa verildi’
‘Halk Savunma Gücü (HPG) tarafından yürütülen
Apollon Akademileri Komutanlığındaki eğitimleri tamamlanan 111 gerilla, askeri törenle diplomalarını
aldı.’
Bu haberlerin veriliş biçimini doğru bulmayabilirsiniz, ama ne bu haberlerin ortaya koyduğu gerçekliği
yok sayabilir, ne de ülkenizin bir bölümünde bu haberlerin yarattığı ulusal psikolojiyi derinden yaşayan
yurttaşlarınızın taleplerine kapalı bir şekilde yüzyıl
kutlamaları hayal edebilirsiniz. Bu hayalin gerçekleşebilmesi için atılmış bir adım olan çözüm süreci, 30 Mart seçimleri bağlamında çok tartışılacağa
benziyor.
Yukarda yer alan haberlere benzer haberleri Türkiye
çözüm süreciyle beraber geride bıraktı. İki yıla yakın
bir zamandır devam eden çatışmasızlık ortamı Türkiye adına ciddi bir kazanımdır.
17 Aralık Operasyonundan hemen sonra Başbakan Erdoğan, bir açıklama yaptı ve 17 Aralık’ı
planlayanların hedefinde çözüm süreci ve Mesut
Barzani’nin Diyarbakır’ı ziyaret etmesinin olduğunu söyledi. Başbakan bir kez daha haklı çıktı. O
tarihten sonra başlatılan kuşatma harekâtı en çok
Türk seçmeni ve kısmen de Kürt seçmeni hedefleyen bu dezenformasyonun amacı, elbette çözüm
sürecini bir kez daha boşa çıkarmak ve Başbakan
Erdoğan’ı devirmekti.
Üst ve Alt akılların burada ve dışarda yaptıkları hesap, çarşıya, daha doğrusu Türkiye’ye uymadı.
BDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan
Kışanak -ki Gültan hanım Diyarbakır belediye başkanı seçildi- seçimlerden sonra yaptıkları açıklamalarda, bu seçimlerin çözüm sürecini rahatlattığını,
Batı’da ve Doğu’da halkın çözüm sürecine evet
dediğini ve hükümetin bu bakımdan beklentilere
cevap vermesi gerektiğini ifade ettiler. Ancak, her
iki liderin açıklamalarında ayrılığı akla getirebilecek
hemen hiçbir mevzu yoktu.
Seçimler BDP/HDP açısından nasıl bir sonuç verdi,
şimdi kısaca ona bakalım:
- BDP, bu seçimlerde ilk kez Batı’da HDP’yle girdi.
HDP, çok eskilere dayanan ama bir türlü gerçekleşmeyen, ‘Türkiyelileşmek’ fikrinin bir sonucu olarak kuruldu. Çatısı altında birçok sol grup ve sosyal
Seçmen, Gez ve daha sonra
da 17 Aralık’ta kopartılan
fırtınanın sebeplern ölçtü,
bçt ve terchn değştrmed,
AK Part’den yana kullandı. Bu
terchte, kuşku yok k, Başbakan
Erdoğan’ın meydanlarda
mlyonlara seslenerek, sesnn
son telne kadar yürüttüğü
mücadele etkl olmuş, syas
tarhmzn sayfaları arasında
şmdden yern almıştır.
kesimden kişiler vardı. Görünen o ki, HDP projesi
başarılı olamadı. Başta İstanbul olmak üzere, Kürt
seçmenin bulunduğu yerlerde daha önce zaten alınan oylara bir ilave artışın olmadığı görülüyor. Örneğin İstanbul’da % 8-9 civarında oy alınacağı söyleniyordu, ama bu oran % 4’te kaldı. Kürt seçmenin
kimlik politikalarından etkilendiği Mersin ve Adana
gibi şehirlerde ise -bu iller Batı’da yer alıyor olmasına rağmen- seçimlere BDP’yle girildi. Çünkü eğer
HDP’yle girilseydi, ne Adana’da ne de Mersin’de,
BDP’nin 2011 seçimlerinde aldığı oyları almak
mümkün olmayacaktı. Bir örnek vermek gerekir-
NİSAN 2014
23
17 Aralık Operasyonundan
hemen sonra Başbakan Erdoğan,
br açıklama yaptı ve 17 Aralık’ı
planlayanların hedefnde çözüm
sürec ve Mesut Barzan’nn
Dyarbakır’ı zyaret etmesnn
olduğunu söyled. Başbakan br
kez daha haklı çıktı. O tarhten
sonra başlatılan kuşatma
harekâtı en çok çözüm sürecn
ve AK Part’nn Kürt meselesyle
lgl poltkasını hedef aldı.
se, BDP’nin yönettiği Mersin-Akdeniz Belediyesini
bu seçimlerde de BDP’nin adayı kazandı. BDP bu
ilçede MHP’yle yarıştı ve 300 kadar oy farkıyla seçimi kazandı. Mersin’de de 80 bin civarında bir oy
aldı BDP. Ama eğer HDP’yle girilseydi, bu başarılı
sonuç alınamayacağı gibi, Kürt oyları önemli ölçüde
AK Partiye kayabilirdi.
- Seçimler, bir bölgeye sıkışmış olsa da, BDP’nin
tartışılmaz bir biçimde bir Türkiye partisi olduğunu
göstermiştir. CHP ve MHP ne kadar Türkiye partisiyse, BDP de o kadar Türkiye partisidir. Kürt hareketinin bu projede (HDP) ısrar edip etmeyeceğini
önümüzdeki günlerde göreceğiz.
- BDP bu seçimlerde Ağrı, Mardin, ve Bitlis gibi AK
Parti’nin yönettiği şehirleri aldı ve AK Parti’yle çok
çekişmeli bir yarış sürdürdüğü Van’ı ve Siirt’i de korumayı başardı.
- Ama bu illerde AK Partiyle BDP arasındaki fark,
çok belirgin bir fark değildir. Genele bakıldığında
BDP’nin oylarında bir miktar azalma var, ama kazandığı merkezlerin sayısında artış var. AK Parti
BDP’yle yarıştığı yerlerde seçimi -Bingöl ve Muş
hariç- çok az bir oy farkıyla kaybetmiş olsa da, oylarında 2009 seçimlerine göre bir miktar artış var.
Urfa gibi, BDP’nin iddialı bir adayla girdiği seçimleri
ise AK Parti büyük bir farkla kazandı.
- Doğu ve Güneydoğu’da seçimin iki galibi var ve
bu iki galibin sahip çıktığı çözüm süreci seçimi ka-
24
NİSAN 2014
zandı desek yanlış olmaz. Diğer partilerin bölgede
hemen hiçbir siyasi gücü söz konusu değil.
- BDP’nin üç ili daha kazanması, kuşkusuz bir felaket ve çözüm sürecinin boşa gideceği, Kürt hareketinin başına buyruk veya kendi başının çaresine
bakan bir harekete dönüşeceği anlamına gelmiyor.
Mesele şudur: Çözüm sürecinin her iki partnerinin
seçimlerden galip olarak çıkması, sürecin daha ileri
aşamalara taşınması için, önemli bir siyasi kazanımdır.
- BDP çözüm sürecinin yarattığı siyasi ortamı, AK
Parti’ye göre, daha ustalıklı kullanmış gibi görülüyor. Genel barış havası veya ortamı, BDP’nin çatışma yıllarından başlayarak bir takım Kürt aşiretleriyle
sürdürdüğü husumetleri, düşmanlıkları sona erdirmede bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda
korucu olan ve olmayan Kürt aşiretleri ve büyük
ailelerle yapılan barış görüşmeleri sonuç vermiş ve
bu ailelerin oyları BDP adaylarına gitmiştir. Hadiseyi
kuşkusuz bir seçim manevrası olarak okumamak
lazım… Bölgede, 2003 yılında resmen kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve şimdi de Rojava’daki
Kürt siyasi hareketinin aldığı pozisyon veya kazanımlar, Türkiye Kürtleri arasında, milli duyguların
hep teyakkuz halinde olmasını sağlamış ve bu ulusal psikoloji en örgütlü hareket olan BDP’ye yaramıştır. Görülüyor ki, Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a
gelmesini, seçimleri AK Parti lehine etkileme amaçlı
bir hamle olarak değerlendirenler fena halde yanılmışlardır. Barzani’nin Diyarbakır’da Başbakanla buluşmasının, eğer bir faydası olmuşsa, o fayda AK
Partiye değil, BDP’ye olmuştur.
Türk oldukları için sevmiyorum, beni yaratan Allah
onları da yarattığı için seviyorum’ şeklindeki söylemi, Karadeniz, İç Anadolu ve Orta Anadolu’da epey
benimsenmiş görünüyor. Ama bu benimsemenin,
MHP ve CHP’de tersine sınıf ve milleti öne çıkaran
bir anlayışla yer değiştirdiğini söyleyebiliriz. Adana
ve Mersin’de MHP’nin seçimi kazanmasının kuşkusuz başka başka sebepleri vardır. Ama buralarda
yoğunlaşan Kürt nüfusun, bu tercihlerde önemli bir
payının olduğu muhakkaktır.
- Kimlik politikaları veya milliyetçilik veya ideoloji,
MHP ve BDP seçmenini etkilemeye ve oyunu belirlemeye devam ediyor. Bu iki partinin, aldığı oylar,
keskin kimlik politikalarının belirlediği siyasi bir KDV
gibidir. Siyasi kadeve’den en çok yararlanan iki parti
MHP ve BDP’dir. Türkiye’yi, 2023 yılına kadar, farklı
iki ulusal psikoloji ve siyasetle geçecek 9 yıl bekliyor. Toplum ciddi bir bölünme yaşıyor. Önümüzdeki dokuz yılda, yaşadığımız bölünme ya bitecek
ve cumhuriyet yüzüncü yılına demokratik bir cumhuriyet olarak girecek, ya da bu cumhuriyet yoluna
Kürtler olmadan devam edecek.
Gelinen aşamada, çözüm için BDP’nin ve PKK’nin
güven verici adımlar atması elbette önemlidir, ama
Türk toplumunun Kürtlerin haklarını tartışabilen, bu
haklara rıza gösterebilen bir süreci yaşamasını sağlamaya çalışmak da, ulusal düzeyde güçlü olan siyasi partilerin görevidir.
AK Parti bu bakımdan küçümsenmeyecek işlere
imza attı. Kürt kimliğinin Türk toplumunda gündeme gelmesini, tartışılmasını sağladı.
Belirli bir ırkçı kesim dışında, bugün artık Kürt kimliği
ve bu kimliğe ait değerler tartışma konusu değildir.
Tartışma; bu değerlerin hangi yasal çerçevede ifade
edileceği, kısacası Kürtlere ait siyasi ve kültürel statünün Türkiye koşullarında nasıl bir yapı arz edeceğiyle ilgili bir tartışma olarak sürecek gibi görünüyor.
Kimlik savunusunun gölgesinde kalmayacak, yani
siyasi KDV’si olmayacak bir genel ve yerel seçimin
yapılması ise, açıkça söylemek gerekirse, çözüm
sürecinin kaydedeceği başarıya bağlıdır. Kanaatimce bu seçimlerle nihai amaca bir adım daha yaklaşılmış oldu.
- AK Parti’nin seçmen tabanına-sosyolojisine BDP
ulaşabiliyor, ama BDP’nin seçmen tabanına-sosyolojisine AK Parti’nin ulaşabildiğini söylemek çok
kolay değil. Çünkü BDP’nin seçmeni, bugün hâlâ
geçmişe çok bağlı bir seçmendir, farklı fikirlere kapalıdır ve bir harekete aidiyet duymak onun için hâlâ
en kıymetli şeydir. Geçmiş geçmişte kalmış değildir
ve bu geçmişin merkezinde her yönüyle trajik bir
ulusal hikâye yer almaktadır.
- 30 Mart seçimleri, benim hep ifade etmeye ve
anlatmaya çalıştığım, ‘iki farklı ulusal psikoloji’nin
gölgesinde yapıldı. Bu iki farklı ulusal psikolojiden
biri olan Türk milliyetçiliğinden etkilenen seçmenler,
AK Parti’den ziyade, MHP ve CHP tabanında yer
alıyorlar. Başbakan’ın, ‘Kürdü ve Türkü, Kürd ve
NİSAN 2014
25
İÇ POLİTİKA
30 Mart Seçimleri
ve
CHP
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü
30
Mart 2014 yerel seçimleri, yerel karakterinden ziyade, Türkiye genel siyasetinin tayin edici olduğu bir iklimde gerçekleşti. Ancak bu iklime rağmen, yerel özellikler
ve aktörler, kendi dinamikleri içinde tesirlerini icra
edecekler. Ağustos 2014’te ilk defa halkoylamasıyla gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri
ve onu takiben normal şartlarda 2015’te gerçekleşmesi gereken genel seçimler, 30 Mart 2014 seçimlerinin salt yerel seçimler olamayacağına öteden
beri işaret ediyordu. Ayrıca 17 Aralık 2013 tarihinde
“yolsuzluk” adıyla başlatılan ve içiçe bir takım örgüt
davalarının da dâhil olduğu anlaşılan bir dizi dava
marifetiyle seçimleri ve siyaseti dizayn etme hamlesi, seçimlerin yerel dinamiklerinin üzerini örttü. Bu
bağlamda CHP 30 Mart 2014 seçimlerine, yerel konularla değil esas itibarıyla yolsuzluk, yasakçılık ve
otoriterlik iddialarıyla girdi.
CHP’nin seçimdeki siyasi amacı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
aday olmasını engellemek olarak gözüküyor. Bunu
sağlamak için AK Parti’nin 30 Mart’taki oy oranını
mümkün olduğunca düşürmeyi hedeflemektedir.
Genel siyasi hedef üzerinden yürütülen bu kampanya, Türkiye’nin farklılaşmış siyasi coğrafyasında
26
NİSAN 2014
farklı sonuçlara yol açtı. CHP kampanyası bu genel
siyasi çerçevede belirlendiği ölçüde, yerel farklılıklara uygun yerel siyasi kampanyaların alanını daralttı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasının üzerinden dört yıl geçmesine rağmen, vaad
edilen Yeni CHP, partilileri ve Türkiye kamuoyunu
tatmin edici bir şekilde inşa edilememiştir. Bu durumda 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri, CHP’de parti
içi iktidar mücadelesi bakımından da önem kazanmaktadır. Parti içindeki Ulusalcı, Baykalcı, Savcı,
Sarıgülcü gibi çoğaltılabilecek hiziplerin dengelenememesi ve partinin bölünme tehlikesi dolayısıyla Yeni CHP bahsinde radikal adımlar atamayan
Kılıçdaroğlu, bu siyaset eksikliğini Tayyip Erdoğan
karşıtlığı ve yolsuzluk söylemiyle aşmaya çalışmaktadır. “Yeni CHP” inşa edilemediği ölçüde CHP’de
oy arttırmanın yegâne yolu sağa açılmak şeklinde
ortaya çıkıyor. 12 Haziran 2011’de DYP’deki Demirel kliğine açılan CHP, şimdi sağın öteki kanatlarına -milli görüşçü ve milliyetçi kanatlara- açılmaya
çalışıyor.
30 Mart seçimleri sadece AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi kaderini değil, CHP içerisinde de Yeni CHP’nin ve Genel Başkan Kemal
Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki siyasi kaderini etki-
leyebilecek bir potansiyele sahiptir. 29 Mart 2009
yerel seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul
büyükşehir belediye başkanlığı adaylığındaki performansı ve o performansı takiben 2010 yılında
Deniz Baykal’ın bir kaset skandalıyla istifa etmesi
üzerine, Kılıçdaroğlu’nun tek aday olarak CHP Genel Başkanlığına seçilmesi, zihinlerde “Aynı senaryo
30 Mart 2014 seçimlerinde de gerçekleşebilir mi?”
sorusunu uyandırmıştır. Bu sorunun sebebi, aradan geçen zaman zarfında Kemal Kılıçdaroğlu’nun
giderek partiye hâkim olmasına rağmen büyük bir
iddia ile ortaya attığı Yeni CHP söyleminin içini dolduramamasıdır. Bu olağanüstü desteğe rağmen,
AK Parti karşısında beklenen başarıyı yakalayamamasıdır. Üstelik Deniz Baykal döneminden beri
CHP Genel Başkanlığına aday olan, Şişli’de popüler bir belediye başkanı olarak sivrilen, CHP üzerindeki etkin çevrelerin genel başkan olarak görmek
istedikleri Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’da CHP’nin
büyükşehir belediye Başkan adayı olarak belirlenmesi, bu soruyu daha da ciddi hale getirmiştir. 30
Mart’ta CHP’nin beklenen başarıyı gösterememesi
ve Mustafa Sarıgül’ün, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul büyükşehir başkanlığı adaylığında aldığı oy
oranının üstüne çıkması, CHP’nin genel başkanlığına aday olmasını mümkün hale getirdi.
CHP Laiklik ve Rejim Krizinden Vazgeçiyor
Ama Mutabakata Hâlâ Uzak
CHP 1990’lı yıllardan başlayarak 20 yıl sürdürdüğü
laiklik ve rejim krizinden, bürokratik vesayetin çöküşüyle ağır bir yenilgiyle çıktı. Bürokratik vesayet
sistemindeki ortaklarının güç kaybetmesi karşısında
topluma dönmek zorunda kalan CHP, yeni bir arayış
ve intibak içine girdi. Deniz Baykal’ın son döneminde başlayıp Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan
olmasıyla hız kazanan bu arayış, tek parti dönemi
ile 27 Mayıs sonrasındaki bürokratik vesayet döneminde oluşmuş ideoloji, teşkilat ve zihniyetin, adeta
“Yen CHP” söylem ve ddası, başarılı olamadıkça
yen toplumsal kesmlere açılablmek çn Gez’ye,
sağa, Sarıgül’ün popülzmne, Cemaatn yolsuzluk
kampanyasına savrulan CHP’nn Başbakan Erdoğan ve
AK Part karşıtlığı dışında ortak paydasının azaldığı ve
bu savrulmalardan zarar gördüğü söyleneblr.
CHP paradigmasının tartışılması anlamına geliyordu. CHP ve havzasında bu işi tartışacak ve hayata
geçirecek yeni bir hareket ve kadrodan bahsedilemeyeceğine göre, bu değişimin daha başlangıçta
sınırlı olacağı söylenebilirdi. Nitekim değişim hamlesinin etkisi CHP içerisindeki tartışmalarla kırıldı, ikna
edicilik vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve
genel merkezin hareket alanı daraltıldı. Bu durum,
en çok başörtüsü ve çözüm süreci tartışmalarında
yaşandı.
CHP’de Savrulmalar
CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan
olmasından sonra Yeni CHP inşa edilemediği sürece, yeni toplumsal kesimlere açılarak partinin
büyütülmesi çabası, bir siyasi program ve tutarlılık
ekseninde yapıl(a)mayınca “savrulmalar” şeklinde
telafi edilmeye çalışılıyor. Bu savrulmaların aşılması
ve CHP’nin “herkesi yakalamak” isteyen bir partiye dönüşmesi de mümkündür. Ancak bu tercihin
CHP’nin tarihi, ideolojik ve teşkilat mirasıyla bağdaşmasının zor olduğu kaydedilmelidir. CHP’nin
“herkesi yakala” partisi olmaya karar vermesi ve
bunu uygulaması, partinin taban ve teşkilatının ikna
edilmesinin yanı sıra, ülkedeki genel siyasi iklime de
bağlı görünüyor. CHP’de Mansur Yavaş başta olmak üzere, Hatay ve Bursa örneklerindeki başarılar
sağa açılma hamlesinin devamını getirebilir.
NİSAN 2014
27
CHP’nin 30 Mart 2014 Yerel Seçim Gündemi
CHP, 30 Mart 2014 yerel seçim gündeminde aday
belirlemekle stratejik bir yer tutmuştur. CHP’de
aday belirlemenin mantığı, kazanmak istedikleri büyükşehirler başta olmak üzere, zayıf oldukları
yerlerde sağdan aday transfer ederek CHP dışındaki sağ seçmenlere ulaşmak; güçlü olduğu ve
zaten kazandıkları yerlerde ise, Kılıçdaroğlu ekibiyle
uyumlu olmayanları tasfiye etmek şeklindedir. CHP
kazanmak istedikleri yerlerde yerel özelliklere dikkat
ederken, kalesi olarak gördüğü yerlerde liyakattan
ziyade sadakati esas almıştır. CHP bunun dışında
yerel yönetimlere ilişkin bir perspektif ve söylem
ortaya koymamış, 17 Aralık operasyonlarının paralelinde AK Parti’nin ve bilhassa Tayyip Erdoğan’ın
hedef alındığı yolsuzluk ve otoriterlik iddilarının dile
getirildiği bir söylem tercih edilmiştir. 2009 yerel seçimlerinde yerel yönetimleri konu alan 55 sayfa olarak ilan edilen seçim bildirisinin yerini, 2014’te yerel
yönetimlerden hiç bahsetmeyen 1 sayfalık yolsuzluk ve otoriterlik seçim bildirisi almıştır.
CHP Değişebilir mi?
CHP birbiriyle telif edilemeyecek açıklamalar, değişim ve yenileşme tartışmalarıyla bir tutarsızlık ve
yönsüzlük girdabına sürükleniyor. Hâlbuki değişim
ve yenilenme dönemlerinde en tehlikeli olan şey,
işte bu yönsüzlük halidir. Çünkü değişim ve yenilenme, korku ve umudu harekete geçirir. Değişim eskiden memnun olanları ve yeniyle tasfiye olacakları
korkuturken, vaat ettikleriyle de umut yaratır. Yönsüzlük işte bu korkuyu arttırırken, umudu ortadan
kaldırır. Böylece değişim ve yenilenme için ihtiyaç
duyulan temel dinamikten, yani umuttan mahrum
kalınır. Bu durumda korku ve umudun yarattığı ma-
28
NİSAN 2014
kası karşı cephe için kullanabilecek değişim ve yenilenmeyi taşıyan aktör, cephede ters dönerek kendi makasının hedefi haline gelebilir. CHP ve Kemal
Kılıçdaroğlu, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış
görünmektedir.
CHP, aslında tek partili dönemdeki değişiklikler
bir yana bırakılırsa 1945’ten bu yana değişmeye
ve demokratikleşmeye çalışmakta, ancak bunda
başarılı olamamaktadır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun
Genel Başkan olması, CHP’de yeniden değişim
ve yenilenme umudu yaratmıştı. Bu umut, şaşırtıcı
bir şekilde eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın bir
kaset komplosuyla istifa etmek zorunda kalmasından sonra ortaya çıktı. 28 Şubat’tan beri CHP’nin
bürokratik vesayet kurumları ve bürokratik vesayet
ideolojisiyle ortak olarak yürüttüğü uzun mücadelenin başarısızlığını takip eden bu Genel Başkan
değişikliği, AK Parti karşıtı cephede yeni bir umut
yarattı. CHP’ye muhalif-muvafık hemen hemen bütün kamuoyu, Kılıçdaroğlu’na ve ekibine kredi açtı.
Baykal ve Sav ekibinin tasfiyesi bu sayede mümkün
olabildi. Kendisinin ve ekibinin yaptığı gaflar ve geri
adımlar, biraz parti içi dengelere biraz da acemiliğe
verilerek hoş görüldü, görmezden gelindi. Ancak
Kılıçdaroğlu parti içinde Baykal ve Sav gruplarını
aşarak kesin bir iktidar ve kadro kurduktan sonra
da, tutarsızlıklar artarak devam etti. Bu durum, aynı
zamanda CHP’nin istikametinin belirsizliğiyle beraber, Kılıçdaroğlu ve ekibine açılan kredinin sona
erdiği kritik eşiğin aşılmasına yol açtı.
CHP tek parti diktatörlüğünün ve çok partili hayatta
da bürokratik vesayet kurumlarının ortağı olmanın
ötesinde, modern bir demokratik kitle partisi olmayı
başaramıyor. Çünkü bürokrasiyle arasına mesafe
koyacak bir istikamet ve ilkeye sahip değil. Tarihiyle
ve resmi ideolojiyle hesaplaşmaya, dışlanan toplumsal kesimlere açılmaya hazır değil. CHP’nin bu
bakımdan önce kendi hakikatleriyle yüzleşmesi gerekiyor. CHP, Kılıçdaroğlu Genel Başkan olduktan
sonra herhangi bir konuda tutarlı bir politika ortaya
koyabilmiş değil. Rejim ve laiklik tartışmalarından
vazgeçilerek, sadece yolsuzluk konusuna yüklenildiği için ekonomiye ve sola açılma iddiasının içi doldurulamadı. CHP’de Deniz Baykal’a atfedilen bütün
problemlerin, sadece bir Genel Başkanlık meselesinden ibaret olmadığı geçen zaman zarfında anlaşıldı. Mevcut durum istikametsizlik ve yönsüzlükle
beraber, omurgası kırılmış bir felç halini gösteriyor.
CHP kuruluş dönemi misyonu, ideolojisi ve kadrolarındaki bürokratik hâkimiyet yüzünden değişemiyor.
Partinin ideolojik açıdan değiş(e)memesi kısmen anlaşılabilir. Ancak CHP’de strateji ve taktik değişimlerin bile mümkün olmadığı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun
Genel Başkanlığından sonra ortaya çıkan karmaşa
ve yönsüzlükle anlaşıldı. CHP, demokratik bir rejim
içerisinde siyaset yapabilecek modern bir parti hüviyetini kazanamıyor. Bu değişimi gerçekleştiremediği ölçüde de, siyasetin yerini hafiyelik, komplo, iftira, yalan ve hizipçilik alıyor. CHP’nin 17 Aralık operasyonları ve daha önce Gezi-Taksim olaylarındaki
performansı egemenlik konusunda, hâlâ 27 Mayısçı paradigmanın dışına çıkamadığını gösteriyor.
Egemenliğin toplumda değil bir takım kurumlarda
ve sokaklarda olabileceği düşüncesi, CHP’yi, Yeni
CHP söyleminden koparacaktır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla ortaya atılan “Yeni CHP” söyleminin, değişen
lider ve kadrolar dışında, bütünlüklü bir ideolojik
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasının
üzernden dört yıl geçmesne rağmen, vaad edlen
Yen CHP, partller ve Türkye kamuoyunu tatmn
edc br şeklde nşa edlememştr. Bu durumda 30
Mart 2014 Yerel Seçmler, CHP’de part ç ktdar
mücadeles bakımından da önem kazanmaktadır.
programa dönüşememesi CHP’de giderek artan
savrulmalara yol açmaktadır. “Yeni CHP” söylemi
ve iddiası, başarılı olamadıkça yeni toplumsal kesimlere açılabilmek için Gezi’ye, sağa, Sarıgül’ün
popülizmine, Cemaatin yolsuzluk kampanyasına
savrulan CHP’nin Başbakan Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı dışında ortak paydasının azaldığı ve bu
savrulmalardan zarar gördüğü söylenebilir. 30 Mart
2014 yerel seçimlerinden dört ay sonra, Ağustos
2014 tarihinde, Türkiye tarihinde ilk defa halkoylamasıyla % 50’lik oy oranıyla Cumhurbaşkanının seçilecek olması, siyasi parti kadro ve tabanlarını mıknatıs gibi her şeye rağmen bir arada tutmaktadır.
CHP 30 Mart 2014 Yerel seçimlerinde ve Ağustos
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ağır mağlubiyetler yaşarsa, bu parti içi hesapların görüleceği
yeni bir dönemin açılması anlamına gelebilecektir.
30 Mart 2014 yerel seçimleri, CHP’nin “değişim ve
demokrasi”yi hedeflediği söylenen Yeni CHP söylemi için hayati önemde bir eşiği ifade etmektedir.
CHP, seçim sonrasında, Gezi-Taksim olayları sonrasında sokağa yönelen, yöncülerin “parlamento
dışı muhalefet” anlayışında mı, TBMM’nin meşru
siyaset hattında mı karar kılacağına karar vermek
zorunda kalacaktır. Parti içi iktidar mücadelesi ihtimalleri, bu konularda CHP’yi sağduyulu davranmaktan alıkoyabilecektir. CHP’de, şu anda mevcut
genel merkez anlayışından daha demokrat ve meşruiyetçi bir kanat veya hizipten bahsetmek mümkün
değildir…
CHP, 30 Mart seçimlerinden, İstanbul ve Ankara’yı
kazanmasa da, oy oranını nispeten arttıran bir performansla çıkmıştır. Bu nispi başarı, parti içi iktidar
mücadelesinin zayıfladığı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun
elinin güçlendiği bir dönemi mi başlatacaktır? Yoksa
bu nispi başarı, AK Parti’nin kesin 30 Mart zaferi ve
Cumhurbaşkanlığındaki muhtemel yenilgiyle parti
içi hesaplaşmanın yolunu mu açacaktır? CHP’nin
önündeki problem budur.
NİSAN 2014
29
röportaj
30 MART
SEÇİMLERİ
ÜZERİNE
sıyla seçim, hükümetin kendini muhafaza etmesi,
AK Parti’nin kendisini muhafaza etmesi ve bir ileri
aşamada da devletin kendisini muhafaza etmesi
gibi üç tane reflekse dayandı. Seçim sonuçlarından
şimdilik gördüğümüz de seçmenin büyük kısmının
hükümeti, partiyi, başbakanı ve devleti koruma refleksini gösterdiğidir. Bu tartışmalar içerisinde bence
muhalefet tuzağa düştü.
Szce 17 Aralık’ta yaşanan br operasyon muydu?
Röportaj: M. Kürşad BİRİNCİ
SDE Asistanı
İhsan Aktaş Kmdr?
1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan AKTAŞ
İlkokul, Ortaokul ve Lse öğrenmn
Bayburt’ta btrmştr. Lsans öğrenmn
Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde
tamamlamıştır.
Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes
Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana
Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş,
doktorasını se Arel Ünverstes Fen
Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde
sürdürmektedr.
İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk
Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde
toplam on yıl süreyle bulunmuştur.
Halen GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu
Başkanlığı görevn yürütmektedr. 3 çocuk
babasıdır.
30
NİSAN 2014
İhsan Bey öncelkle SDE adına teşekkür etmek sterm.
Yoğun geçen br seçm geces sonrasında mülakat steğmz
ger çevrmednz. Öncelkle Türkye’nn geleceğn lglendren
ve bazı yönler le de yerel br yarış olmaktan çıkarak çok daha
başka anlamlar fade etmeye başlayan bu seçm szce nasıl br
atmosferde geçt? 30 Mart 2014 seçmne rengn veren temel
konular nelerd?
Aslında yerel seçimin odağına kenti, şehri
ve medeniyeti alarak tartışılmasını isteyen
biriyim. Ancak, bildiğiniz gibi maalesef böyle olmuyor. Kente, şehre, medeniyete ve bu
konular etrafındaki tartışmalara hem şahsi
hem de kurumsal meraklı birisi olarak doğrusu bu seçim döneminin de bu anlamda çok
iyi geçirildiğini söyleyemeyeceğim. Genel seçim havasında geçen bir seçim oldu. Yalnız
bunun da sebepleri var. Bu seçim, seçim
startı verildiğinde ve seçim tarihi, adaylar ya
da kampanya tarihleri belli olduğunda başlamadı; bu seçim 17 Aralık’ta başladı. Orada
da hayal edilen ultra modern bir sivil bürokrasi eli ile hükümeti alaşağı etmekti. Dolayı-
Açıkçası toplumsal meselelerde bir günde kanaate
varamıyorsunuz. Önce anlamaya çalışıyor, sonra
yavaş yavaş parçaları birleştiriyorsunuz. Burada bir
takım senaryolardan bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki hükümetin yolsuzluk yaptığıdır. Bu mümkündür, hükümetin bir sürü temsilcisi ve on binlerce
çalışanı vardır. Ama bu vakayı adiyedir, iyi işleyen
bir hukuk sistemi buna müdahil olur ve suç işleyen
cezasını görür. İkincisi, medya yaşanan olayları bakanların oğulları ile ilgili konuları ve belgeleri normalde olduğu gibi mahkeme sırasında görseydi, bu da
sıradan bir konu olurdu. Polis, savcılık süreci geçerdi ve medya konudan haberdar olur ve toplumla
paylaşırdı. Normalde bu böyle olur. Ama bakıyorsunuz bu adi bir yolsuzluk soruşturması değil, ikincisi
milletin ayrıntılarını mahkemede öğrenmesi gereken
bir süreç de değil, bir film senaryosu gibi sahnelenen bir durum.
Tabii Ergenekon ve Balyoz’da polis ve savcının iş
tutma biçimini öğrenmiştik. Oradaki iş tutma biçimi
yeni mevzuyu çözmek için bize ipuçları verdi. Orada
millete zulmetmiş bir grup ile yargı sisteminin mücadelesi vardı. Bu davalarda aşırılıklar aslında gözükmeye başlamıştı. Bizim yaptığımız bir araştırmada,
28 Şubat ve 12 Eylül’ün yargılanmasına yüzde 7580’ler seviyesinde destek olduğunu gördük. ‘Balyoz
ve Ergenekon adaletli yargılanıyor mu?’ dediğimizde ise bu oran bir anda yüzde 40’lara geriliyordu.
Bir generali yargılarken onun ailesi ve çocukları ile
ilgili görüntüleri dosyaya koymak gibi olaylar vatandaşı rahatsız ediyordu. Fakat zımnen belki şöyle bir
şeyde vardı: “Bu askerler bu topluma zulmetmişti”.
Esasında bu çok hakkaniyetli bir tutum değildi ama
sanki insanlar bunu bir tür hesaplaşmanın parçası
olarak gördüler ve sanırım ayrıntıda gizli böyle olaylar maalesef büyük kapışmanın kurbanı oldu.
İşte bugün aynı organizasyon ve zihin yapısı ile bu
sefer sivil hükümete karşı böyle bir girişim görüyoruz. Olayın ilk günü bir yayında şunu paylaşmıştım,
“yargı sistemi daha önce askere karşı kullandığı
yöntemle hükümete müdahil olmak istiyor. Ancak
bu aynı sonucu vermez. Çünkü hükümet söz üretir,
karşıtlık üretir, cevap üretir ve eli kolu bağlı şekilde
‘gel bugün şu kadar yarın şu kadar kişi al’ demez”.
Bir de yaşananların bir projenin parçası olduğunun
ortaya çıkmasını sağlayan da cemaat medyasıdır.
Çünkü bir yargıcın ve emrindeki polisin yaptığı işe
hükümet müdahale ediyorsa buna bütün medya
isyan edebilir. Ama bakıyorsunuz operasyon nereden kurgulanmışsa önce ses oradan geliyor. Polis
bir hamle yapıyor, ses ya da savunma oradan geliyor. Demek ki ya planlamada ya programlamada
ya da cürüm de ortaklık var. Bir de bütün vakıf ve
sivil hareketler için bir risktir. Hangi vakıf, hangi cemaat devletle siyaset dışı yöntemler ile hem hal olur,
ona nüfuz etmeye çalışırsa (ki geçmişte ülkücülerin
başına gelen budur) devlet sizi kirletir, içine çeker
ve mutlaka bir pislik yaptırır. Cemaat devletin içine o kadar girdi ki, ancak devlet eli ile işlenecek
birçok cürmün de ortağı oldu. Bugün anlıyoruz ki,
eğer tutmayan hamleler tutmuş olsaydı, belki de 28
Şubat’ta olduğu gibi ülkeyi bir kaosa sürüklemiş
olacaklardı. 28 Şubat’ta bir kaos oluştu ve finalinde
hepimizin cebinden 100 milyar dolar para gitti.
Ancak bugün görüyoruz ki halk kendi milletini, başbakanını ve ülkesinin menfaatini koruma güdüsü
gösterdi ve oyunu ona göre kullandı.
NİSAN 2014
31
Heyecanla beklenen seçm netcelend ve sonuçlar büyük ölçüde
bell oldu. Her araştırma şrket partlern Türkye genelnde aldıkları
oylarla seçm sonuçlarını değerlendryor. Burada brbrnde farklı
oranların kamuoyuna sunulduğunu da gördük. Szce partlern oy
oranlarını tespt ederken hang hesaplama yöntemn kullanmak daha
doğrudur?
Evet, seçimler sonuçlandı. Sonuçlar da büyük ölçüde belli oldu. Sonuçların hesaplanması ve partilerin Türkiye genelindeki oy oranlarının tespitinde
3 farklı yöntemin kullanılabileceğini düşünüyorum.
Bunlardan ilki, bana göre de en mantıklısı, büyükşehirlerde büyükşehir oylarını, diğer illerde ise il
genel meclisi oylarını esas almaktır. İkinci yöntem
ise, büyükşehirlerde büyükşehir oylarını, diğer illerde ise il belediye başkanlığı oylarını esas almaktır.
Üçüncü yöntem ise, büyükşehirlerde ilçe belediye
meclisi oylarını, diğer illerde ise il genel meclisi oylarını esas almaktır. Bu yöntemlerin hangisi ile hesaplama yaparsanız yapın aslında çok da önemli
bir fark çıkmıyor. Yöntemin birine göre AK Parti’nin
oyu % 45,1’ken diğer yönteme göre % 47. CHP ve
MHP’nin oyları ise, bütün hesaplamalarda % 28 ve
% 15 civarlarında hesaplanıyor. Ancak, araştırma
firmaları, 3 hesap tarzından birini seçip sonuçlarını
açıklayabilirler. Daha önceki seçimlerde sadece il
genel meclisi oyları dikkate alındığı için tek bir oran
ifade ediliyordu. Bu sefer biraz önce ifade ettiğim
üç yöntemden her hangi biri ile sonuç açıklanabilir.
Bu sonucu açıklayanla doğrudan alakalı bir tercihtir. Özetle diyebiliriz ki, hangi yöntemle hesaplama
yaparsanız yapın, birbirine çok yakın ve genel görüntüyü değiştirmeyen sonuçlar elde ediyorsunuz.
Szce seçm km kazandı? Soruyu bu kadar net sormaktak
maksadım net br cevap almaktır. Malum bzde syas br adet vardır,
nedense her seçmde tüm partler kazanır. Araştırma sektörünün öneml
br temslcs olarak szce seçmn galb km?
Partilerin psikolojilerinden yola çıkarak seçimin galibi hakkında bir yorum yapabiliriz: AK Parti’den,
gece saat 12 olmadan bir teşekkür konuşması
geldi. Balkon konuşması diye biline konuşmasında
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendilerine gösterilen teveccühten ve verilen destekten dolayı millete teşekkür etti. Yine aynı gece MHP’den bir açıklama geldi. CHP’de ise birkaç başkan adayı ve parti
yetkilisi dışında konuşan olmadı. Onlar da seçimlere
yönelik genel ifadeler yerine lokal seçim sonuçlarına
ilişkin değerlendirme yaptılar.
32
NİSAN 2014
Aslında bence seçim sonuçları, partilerin tamamına
keyif verecek bir noktada. AK Parti oyunu % 38’den
% 46’ya çıkardı. Yani AK Parti oylarında yaklaşık
8 puanlık bir artış söz konusu. CHP de oy oranını
% 23-24’ten % 27-28’e çıkardı. MHP’nin oy oranında da kısmi bir artış var. Baktığınız zaman, CHP
beklentisini çok abartmış olduğunu ve bu yüksek
beklentiye göre kendini yenik safına koyduğunu
görüyorsunuz. Bu yenikliğini kendisi de ifade etti.
İddiaları çok büyüktü, çok yüksekti… Bilirsiniz, bazen insan önce pek hesap etmeden bir şey söyler,
sonra bu söylediğine kendisini inandırır. Gerçeklerle
karşılaştığında da hayal kırıklığı büyük olur. Muhtemelen CHP böyle bir ruh hali yaşıyor.
Benim CHP hakkında baştan beri ifade ettiğim şöyle bir yorumum var: Demokrasi konusunda CHP
zaten şizofren bir partidir, bir türlü demokrasiye tam
anlamıyla inanmamıştır. Şimdilerde CHP’nin yanına
tıpkı kendisi gibi bir şizofren grup daha geldi. Şizofrenlik psikolojik bir hastalık olmasına rağmen bulaşıcıdır. Cemaatle CHP birbirlerine biraz şizofreni
bulaştırdılar ve gerçeklikten koptular. Gerçeklikten
kopunca da işte böyle sürüklenirsiniz. Bu şizofrenliğe en iyi örnek Ömer Laçiner’in açıklamalarıdır. Diyor ki; “AK Parti’nin omurgasını orta sınıf Anadolu
esnafı oluşturur. Bu kadar yolsuzluktan sonra eğer
orta sınıf AK Parti’yi taşımaya devam edecekse
bunların tamamı ahlâksızdır.” Bu artık gerçeklikle,
akademiklikle, bilinçle alakalı bir şey değil, bu artık kopuşla ilgilidir. Dolayısıyla seçimin galibi bence
AK Parti’dir… Bu sabah kanalları gezerken yabancı
basını izledim. Yorumlar şöyle: Türkiye AK Parti’yi,
Türkiye AK Parti’ye güven oyu verdi, gelecek seçimleri de kazanacağına dair ümit doğdu… Yabancı basın böyle okudu meseleyi. Yani bizdeki muhalefetin çok güvendiği ve çok atıf yaptığı yabancılar
seçim sonuçlarını böyle okudular…
Pek, bu sonuçların muhalefet partlernde br değşme yol
açableceğn düşünüyor musunuz?
CHP’nin zihinsel yapısını, iç içe geçmişliğini, partiyi bir sığınma zemini olarak görmesini göz önünde
bulundurursanız, CHP’de liderlik de zor, dönüşüm
de zor... Bu parti öyle bir parti ki, liderlerini başından
alın, partiyi lidersiz bir şekilde bir sonraki seçime sokun CHP yine aynı oyu alır. Yani CHP lidere göre
şekillenen bir parti değildir. Burada MHP’nin daha
şanslı olduğu söylenebilir. Uzun vadede dönüşüp
ana muhalefet partisi olabilir. MHP’nin böyle bir potansiyel alt yapısı var. Ama CHP konusunda ümitli
değilim. Çünkü CHP liderin yönettiği bir parti değil.
Tek değişiklik CHP’yi biraz Mansur Yavaş ve Sarıgül projeleriyle ‘sağlaştırıp’ cemaatin oy vereceği bir
kalıba soktular o kadar. Ancak burada cemaatin oy
etkisinin olmadığı da görüldü.
CHP’nn bu seçmde sağ görüşlü adaylarla seçmenn karşısına
çıkmasının ne gb br katkısı oldu? Bu durum gelecekte CHP çnde br
dönüşüme yol açablr m?
Bence İstanbul’da CHP Sarıgül ile iyi bir oy aldı.
CHP’nin İstanbul’daki oy potansiyeli aslında %
33-34’tür. Sarıgül projesi bunu % 40’lara çıkardı.
Ankara’da da % 30’luk oy oranını % 43’e çıkardı.
Dolayısıyla bir hamleyle toplum tarafından sevilen
iki figürü öne çıkardı. Bunu yaptı ama CHP bünyesi böyle dışardan geleni çok hazmedecek, kabullenecek bir bünye değil. CHP iyi analiz edilecek
olursa dönüşümünün en az 40 yıl süreceğini düşünüyorum. CHP kendisini sosyal demokrat olarak
nitelendiren bir parti olmakla birlikte, Avrupa’daki
sosyal demokrat partiler gibi doğrudan demokrasi ve özgürlükler alanlarına eğilemiyor. Eğer bunu
başarabilirlerse değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilirler. Sağdan aday getir şuraya koy, başka bir
yerden aday getir buraya koy şeklinde yol alınmaz.
Eklemlenme çok bir şey kazandırmaz. Ayrıca ortaya
koyacağı yeni vizyona paralel olarak kendi tabanını
da eğitmesi lazım. Kendi tabanını eğitmezse kendi
içinde dönüşemez ki, gidip toplumu dönüştürsün.
Ama bunlar genelde toplumu dönüştürmeyi akıllarına koydukları için partiyi dönüştüremiyorlar.
Seçmn bazı lg çekc sonuçları oldu, onlara grmeden önce
tek tek partler sormak styorum. En çok oyu aldığı çn AK Part’den
başlayacak olursak, AK Part’nn performansını nasıl buldunuz?
AK Parti seçimde çok başarılı oldu. Birincisi, Bu
başarı lider performansına endeksli bir başarı oldu.
Yani anladığım kadarıyla sayın başbakan kendi duruşunu, ideolojik tutumunu ve vizyonunu partiden
biraz koparmış görünüyor. Partinin biraz daha genel başkana özdeş durması lazım. Burada lider çok
daha önde parti biraz daha geride gibi bir hisse kapıldım. İkincisi, AK Parti daha yüksek bir oy alabilirdi, ama 10 yıldır milletvekilliğine, yerel yönetimlere
adam veren bir parti olarak daha vizyonlu adam
bulma konusunda AK Parti’nin sıkıntıları var. siyasete girmiş, vizyon kazanmış, etkileyici, bir bölgeye
girdiği zaman orada fırtına gibi esecek fazla adamı
yok. Başarı Erdoğan üzerinden geldi. Burada siyasete yeni yüzler katıp yeni vizyon kazandırmanın gerekliliğine de işaret etmek istiyorum açıkçası.
Pek CHP’y nasıl değerlendrrsnz?
CHP oylarını az da olsa artırmış gözüküyor. Ancak bu sonuç CHP’nin başarılı olduğu anlamına
gelmez. Türkiye’de çok temel bir sorun var. AK
NİSAN 2014
33
Parti’den sonra Türkiye’nin geneline hitap edebilen
ikinci bir parti yok. Muhalefet partilerinin bu eksikliği
gidermek adına fikir geliştirmeleri gerekir. Bu durum
elzemdir, çünkü bir an için CHP’nin iktidar olduğunu düşünürseniz, bu demektir ki, iktidar Ankara’nın
doğusunda olmayacak, o iktidar sadece batının iktidarı olacak. BDP’nin iktidar olduğunu düşünürseniz, o zaman da tam tersi geçerli olacaktır. MHP ise
dalgalı bir şekilde olacaktır. Türkiye’de süratle ülke
geneline hitap edecek bir muhalefet ihtiyacı vardır.
Bu durum uzun vadede ülke için riskli gözükmektedir. Baktığınız zaman yaklaşık illerin üçte birinde
CHP yok denecek durumda, diğer üçte birinde ise
% 10’un altında. Ana muhalefet partisinin, iktidar
partisi gibi ülkenin tamamına nüfuz edecek bir şekil
alması gerekir.
MHP aslında lgnç sonuçlara mza attı. Sz MHP’y nasıl buldunuz?
Aslında MHP’nin takdir ettiğim bir tarafı var. Gerek
Gezi sürecinde, gerek 17 Aralık sürecinde dışarıdan
bir müdahale sezdiği zaman MHP, refleksini bu topraklardan yana gösteriyor. O açıdan bu olaylarda
MHP’nin ilkeli durduğu söylenebilir. Gezi sürecinde
çok dikkatli davrandı. 17 Aralık Operasyonu’nda taraf olmadı. İktidarı eleştirmesi, olaylara destek verdiği anlamına gelmemeli, çünkü eleştiri muhalefet
partilerinin ana görevlerinden bir tanesidir. MHP’nin
belki de tek zaafı, Ankara, İstanbul, İzmir gibi yerlere daha karizmatik ve MHP’nin oylarını muhafaza
eden adaylar koyamamasıdır. MHP’nin Ankara’da,
İzmir’de ve İstanbul’da kaybettiği oylar, Türkiye genelindeki oy oranını düşürdü. Araştırma firmalarının
öngörülerinde % 18-19 bandı vardı. Ben de bu üç
ildeki kayıptan dolayı bu oranlara ulaşılmadığını düşünüyordum. Bu konuda bizim tahminimiz tuttu.
Seçm sonuçları BDP’nn bölgede çok öneml br varlık gösterdğn
ve oy oranında artış olmasa da beledye başkanlıklarının sayısını
arttırdığını gösteryor. Bu konuda sz ne düşünüyorsunuz?
Şimdi, BDP’nin İzmir’i yöneten CHP’li modundan
çıkması lazım. Yani İzmir’i yöneten CHP’li şöyle bir
moddadır: ‘Benim burada oy bandım % 60 civarında, o yüzden hizmet etmeme çok da gerek yok.
Bu halk zaten Atatürkçü, zaten milliyetçi, bana oy
verir ve her zaman beni seçer.’ Bu durum aslında
yöneticilere aşırı rahatlık ve özgüven getiriyor. Yani
hizmet yapsanız da yapmasanız da, çalışsanız da
çalışmasanız da bu il, sizin iliniz. Ama aslında reka-
34
NİSAN 2014
betin olduğu, siyasetin başa baş olduğu yerler bence siyasetten daha çok hizmet alıyorlar. Çünkü ilgili
parti çalışmazsa öbür partiye geçebilecek.
Ayrıca, Parti içi rekabet de söz konusu olmalı…
Yani o adam hizmet etmez ise parti başka birisini
aday gösterir anlayışı tüm partilerde ve adaylarda
olmalı. Dolayısıyla bugüne kadar BDP’li seçmen,
BDP’li belediye başkanlarına sokak temizletmek
için oy vermiyordu. Sadece BDP’li oldukları için
oy veriyordu. Bu çözüm süreciyle beraber bence
Güneydoğu halkının talebinde de bir değişiklik olacak. Kanaatimce seçmen artık, ‘tamam, bendensin
BDP’lisin, Kürtsün… Ama kardeşim artık hizmet de
etmelisin.’ mesajını vermektedir. Bu seçimlerden
sonra BDP’li yöneticilerde de zihinsel bir dönüşüm
olması gerekiyor. Bu şuna da fırsat verebilir; BDP,
Mardin’i o kadar iyi yönetsin ki, Adanalılar da bu
adamlar beni de yönetebilir desinler. Refah Partisi
dikkat ederseniz toplumun bütününden kabul görmeden, önce belediye başkanlıklarında hizmet etti,
kendini kabul ettirdi. Zaman içerisinde de Türkiye
siyasetinin bütününe hitap etti. BDP’nin de bundan
sonraki yolu bu olmalı… BDP seçimde başarılıydı.
Üç büyük şehrin alınması elbette önemlidir. BDP’nin
yolu da bundan sonra Türkiye partisi olma yoludur.
Yerel yönetimlerde elde ettiği büyükşehir kazanma
başarısını hizmet başarısına dönüştürerek, Türkiye
ortalamasına hitap edecek bir parti haline gelebileceğini düşünüyorum. Bu bazılarına belki biraz uçuk
gelebilir ama sadece kimlik üzerinden siyaset yapmanın da galiba sonu geliyor.
Bu seçmlerde sz heyecanlandıran br sonuç oldu mu?
Bir araştırmacının heyecan duyması biraz zor oluyor. Ama sosyal bilimci olsaydık değişimler daha
garip gelebilirdi. Önceden kestirmenin, keşfetmenin de bir heyecansızlığı oluyor. Seçime biraz daha
bilerek giriyoruz. Ankara’da, Hatay’da, Antalya’da
ve Adana’da önemli bir rekabetin yaşanacağı yaptığımız araştırmalarda karşımıza çıkmıştı. Böyle bir
rekabetin yaşanacağını bilmemize rağmen yine de
sonuçları merakla bekledik.
Kentlerdek seçm sonuçları üzernde duracak olursak, neler
söylemek stersnz?
Şimdi büyükten küçüğe gidelim, yani aslında birinci
derecede partilerin güçlü oldukları yerde kazanma
şansları daha yüksektir. İstanbul’a baktığımız zaman
AK Parti’nin oy bandı % 50’dir. CHP’nin % 35’dir.
Ankara’da % 50’ye % 30’dur. Antalya’ya baktığımız
zaman başa baş genel seçim oyları var. Öncelikli olarak partiler, parti olarak güçlü oldukları yerde
avantajlı oluyorlar. Diğer taraftan, adayların kimlikleri de belirleyici oluyor. Mesela Ankara seçimlerinde
Melih Bey’in uzun yıllar başkanlık yapmasının dezavantajı vardı. Öyle zannediyorum ki, Melih Bey’in
dışında başka bir politikacı, siyasetçi bu kadar uzun
boylu, uzun ömürlü bir siyaset yapsaydı, Ankara’da
% 30-35’i geçemezdi. İki dönem üst üste belediye
başkanlığı yapmış bir dostumuzla bir araştırma yaptık, çok geniş bir araştırmaydı. Araştırma bittiğinde,
bir cümleyle özetledik: “Halk diyordu ki; başkan çok
iyi işler yaptı, burayı Paris’e çevirdi, çok başarılı, fakat yeter, bıktık artık, istemiyoruz.” Araştırmadan
böyle bir sonuç çıktı. Ankara’da Melih Bey’in siyasete olan vukufiyeti, kendi becerileri, yetenekleri,
şöyle ya da böyle milliyetçi seçmeni harekete geçirebilmesi. Bu yorgunlukla, bu kadar uzun ömürlü
iş yapmışlıkla Ankara çok kolay el değiştirebilirdi.
Mansur Yavaş da hem MHP’nin, hem de CHP’nin
oyunu artıran bir figür olarak karşımıza çıktı. Bu demek oluyor ki toplumsal karşılığı olan birisi, bundan
sonra da siyasette var olabilir.
Hatay’da farklı bir beklentim vardı benim. Bir bakanın bir ile gidip aday olması doğrudan doğruya bir
birikim, bir kültür, bir dış dünya görgüsü götürmesi anlamına gelir. Kentler için vizyon çok önemlidir.
Yani başkanın vizyonu ne kadarsa kentin vizyonu
da o kadardır. Hatay’da bir şans olabilirdi belki.
Ama bizim orada yaptığımız son araştırmada bir
yakınlık vardı. Gaziantep için bir şey değişmedi, AK
Parti zaten Gaziantep’te, Bursa’da, Kocaeli’nde
güçlüydü.
Özetle, sonuçlarda partilerin oylarının birinci derecede etkili olduğu görülmektedir. Seçim sonuçlarına tesir eden ikinci unsur ise ortaya vizyon koyabilen adaylardır. Bir de şuna dikkat etmek gerekir;
artık geleceğe dönük yeni bir trend ortaya çıkıyor.
Kentlerin ana problemi çözüldü. Bundan sonra
halkla ilişkileri iyi olan, vatandaşla iyi geçinen, derdini vatandaşa iyi anlatabilen, onu sürükleyebilen,
etkileyebilen insanlar artık kolay kolay tahtından indirilemeyecektir. Yani iletişim becerisi artık fiziki iş
becerinin önüne geçti. Bundan sonra başkanlarda
aranacak vasıf, fiziki iş becerisinden ziyade halkla
ilişkileri yönetme becerisine doğru evrilecek.
Seçmen karar alıcılara, syaset blmclere, araştırma şrketlerne
br mesaj verd. Ne söylemek sted seçmen? Buradan syasetçlern çıkarması gereken sonuç nedr?
Birinci mesaj şu; Almanya, Hollanda, İngiltere gibi
ülkelerde nasıl siyaset dışı bir söylem aranmıyorsa artık bundan sonra Türkiye’de de siyaset dışı
bir söylem aranmayacak. İkinci olarak da seçmen,
içeriği, yaklaşımı ne olursa olsun siyasi mühendislik
hesaplarına prim vermediğini gösterdi. Üçüncü mesajda ise, seçmen, muhalefet partilerinden teklif ve
ümit beklediğini, yani böyle boş tartışmalara prim
vermediğini açıkça ortaya koydu. Dördüncü mesaj
ise dış dünyaya verildi. Seçmen, Türkiye’nin ‘muz
cumhuriyeti’ olmadığını, kendi kararlarını kendisinin
verdiğini ve kendi yöneticilerini kendisinin seçtiğini
ilan etmiş oldu. Ayrıca, seçmen, Misak-ı Millî’nin dışında kalan bakiyemize de ümitli olun mesajı verdi.
30 Mart 2014’te yapılan seçmlern, cumhurbaşkanlığı seçm ve
genel seçmler çn ne gb p uçları verdğn düşünüyorsunuz?
Bu seçimden çıkan en önemli sonuç şudur; başbakan isterse cumhurbaşkanı olabilecektir. Muhalefet
ve diğer ittifaklar seçim sürecinde takındıkları tutumla güven veremediler, toplum nezdinde inandırıcılıklarını yitirdiler. Ayrıca, ileride yeni bir senaryo ve
yeni bir kurgu ile toplum karşısına çıktıkları zaman
toplum muhtemelen bu yeni kurguyu eskisine benzetecek ve yine itibar etmeyecektir. Geziden sonra
hukuk eksenli, yolsuzluk eksenli bir çıkış su götürür
bir şeydi, toplum bunu kavradı ve çabuk cevabını
verdi. Bundan sonra hamle yapmak için çok düşünmeleri lazım.
İhsan Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz.
NİSAN 2014
35
İÇ POLİTİKA
30 Mart’ta Neocon Amerkası kaybett. Tel Avv kaybett. Paralel koalsyonun çndek bazı Avrupa
ülkeler kaybettler. İçerdek koalsyonun büyük ortağı CHP’nn de -her ne kadar şmdlk oylarını
nspeten arttırmış gözükse de- nasıl kaybettğn, bu ülkeye ve bu mllete nasıl hanet ettğn brkaç ay
çnde herkes net olarak görecek. İçerdek yasakçı, vesayetç düzenn sahpler br kez daha kaybettler.
Koç kaybett. Doğan kaybett. Rüzgâra göre yön alanlar kaybettler. Ampulü karartacağını zanneden
Al Sabancı kaybett. Penslvanya’nın tarafı, sözcüsü kaybett. Paralel medya küllyen kaybett.
kapatılırsa Kürtler dağa çıkar”, ”Eğitim kalitesi düşer” saçmalıkları öne sürüldü. Toplum bunu
da yemedi.
“Maksat üzüm yemek değil, bağcı dövmekti.” Gerçek niyetlerini ortaya koydular. Ağababalarının
beğenmediği Tayyip Erdoğan hükümetini devirmek
istiyorlardı. Maksat ne ağaç, ne Alevilik, ne dershane,
ne eğitim, ne demokrasi, ne de özgürlüklerdi. Sıralanan tüm gerekçeler yalandı, takiyye idi.
30 MART
MUHASEBESİ
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
S
on dört aya damgasını vuran 30 Mart seçimleri yapıldı ve bitti. Her seçimin sonunda olduğu gibi bu sefer de yenenler, yenilenler var...
Kâr edenler, zarar edenler var... Şimdi muhasebe
zamanı...
2013’ün Mayıs ayındaki Reyhanlı saldırıları ile başlatılan gerilim stratejisi Haziran ayındaki provokatif
Gezi olaylarıyla iyice arttırılmıştı. Olayları planla-
36
NİSAN 2014
yanlar, bekledikleri amaca ulaşamadılar. Geçen
sonbaharda üniversite olayları ve bazı konularda
Alevi vatandaşların hassasiyetlerinin kaşınması
ile gerilim sürdürülmek istendi. Tutmadı. Bu defa
müttefik güçler, kızlı-erkekli oteller ve yurtlar tartışmasını başlattılar. Ters tepti. Akabinde “Dershanelerimiz kapatılıyor”, “İnsanların girişim
özgürlüğü ellerinden alınıyor”, “Dershaneler
17 Aralık 2013’te “Büyük rüşvet ve yolsuzluk
operasyonu” adı altında doğrudan hükümete
saldırdılar. Rüşvet ve yolsuzluk kalkanı ardından
demokrasiye, halk iradesine doğrudan ateş ediyorlardı. Öyle alçakça, hukuk dışı, ahlak dışı yol ve yöntemlerle ve öyle ilkesizce saldırdılar ki, ortada azçok rüşvet ve yolsuzluk var idiyse bile, halk bunların
saldırısını ve bunların arkasındaki küresel iradenin
tehdidini daha büyük bir tehlike olarak gördü.
Pensilvanya’nın dini kisveli siyasi şeyhi, tüm dini
ve ahlaki kuralları devre dışı bırakıp, taşeronluğunu üstlendiği Neocon Amerikanların, MOSSAD
güdümlü Yahudilerin ve bazı güçlü AB ülkelerinin
emirleri istikametinde Yeni Türkiye’ye savaş açtı.
Türkiye devletine, hükümetine, güvenlik kurumlarımıza, uluslararası yardım kurumlarımıza, halkımızın
iradesine harp ilan etti. Bu ülkenin evlatlarını bu ülkeye karşı savaştırmak istedi.
Başbakan Erdoğan’ın seçim sonrası kaçacağına
dair saçma sapan iddialar ortaya atıldı. AK Parti oylarının % 30’un altına düşeceğine dair abes tahminler yapıldı. Bu yapılan tahmin ve yorumların hiçbir
bilimsel ve sosyolojik temeli yoktu. Kişisel beklentilerini veya ham hayallerini tahmin veya anket olarak
yayınladılar. Bu tür nevzuhur veya eski kafa konuşmalara değer veren, itibar edenler de olaylara realist
değil, ideolojik baktıkları için bel bağladılar.
Şeytani rüyalarını, rahmani kılıfta sunan ve halka üst
perdeden nizam vermeye yeltenerek taraftar toplayanlar, 30 Mart akşamı saat 19.00’dan itibaren
morarmış suratları ve tamamen çökmüş teorileriyle
ekranlarda belirdiler. Bu defa da umutlarını, karıştıracakları sandık sonuçlarından çıkacağını düşündükleri kaosa bağladılar. Ama o beklentileri de boşa
çıktı.
Uzatmayalım. Saydıklarımızın hepsi herkesin gözleri
önünde yaşandı. Biz sadece yeniden özetledik. Görenler veya görmek isteyenler için durum böyleydi.
Gözlerini kapatanlar, gerçekleri değil hayal ettiklerini
gördüler. Aldandılar, aldattılar.
Seçim çalışmaları sırasında Başbakan Erdoğan’a
karşı bugüne kadar açıklanmamış büyük saldırı ve
sabotaj girişimleri yapıldı. Bunlar atlatıldı. 30 Mart
seçimleri sürecinde Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye
karşı, içerde Pensilvanya, CHP, MHP ve yasakçı
eski vesayet düzeninin artıkları topyekün ittifak yapıp koalisyon kurdular. Tel Aviv, Neocon Amerikası,
bazı AB ülkeleri ve Beşşar Esad taraftarları da dışardan destek verdiler.
NİSAN 2014
37
Kim Kaybetti?
Hedefte AK Parti’den de ziyade Başbakan Erdoğan
görünüyordu. Ama esas hedefte Yeni Türkiye ve
Yeni Türkiye’nin İslam ülkeleriyle geliştirmekte olduğu büyük projeler vardı. Bu projelerin neler olduğuna şimdi girmeyeceğiz. Belki ilerde... 30 Mart yerel
seçim değildi. Bu yönüyle bir uluslararası seçimdi. ‘Karşı taraf’ların oluşturdukları koalisyonu biraz
önce sıraladık. 30 Mart’ta Neocon Amerikası kaybetti. Tel Aviv kaybetti. Paralel koalisyonun içindeki
bazı Avrupa ülkeleri kaybettiler. İçerdeki koalisyonun büyük ortağı CHP’nin de -her ne kadar şimdilik
oylarını nispeten arttırmış gözükse de- nasıl kaybettiğini, bu ülkeye ve bu millete nasıl ihanet ettiğini
birkaç ay içinde herkes net olarak görecek. İçerdeki yasakçı, vesayetçi düzenin sahipleri bir kez daha
kaybettiler. Koç kaybetti. Doğan kaybetti. Rüzgâra
göre yön alanlar kaybettiler. Ampulü karartacağını
zanneden Ali Sabancı kaybetti. Pensilvanya’nın tarafı, sözcüsü kaybetti. Paralel medya külliyen kaybetti.
Bunlar kaybettiler. Ama en acı kaybı Pensilvanya
yaşadı. Saygınlığını tümüyle yerle bir etti. Milletin
oraya olan muhabbeti, itimadı, güveni ve desteği
berhava oldu. Saygın bir din adamı imajı, kendi siyasi çıkarları adına kutsal dinimizi hovardaca istismar eden bir azılı terörist imajına dönüştü. Sevgiyle,
röportaj
hoşgörüyle, yardımseverlikle, Müslümanlıkla anılan
cemaat şahs-ı manevisi, seksle, porno kasetle,
casuslukla, terörle, kendi milletine, kendi devletine
ihanetle, yabancı istihbarat kuruluşlarına hizmetle,
yalanla, takiyye ve iftira ile anılmaya başlandı. Yani
bütün kaybedenler arasından en büyük kayba bunlar uğradılar.
Özellikle biraz önce saydığımız, Türkiye’ye karşı duran devletler bile bir yolunu bulup Ankara ile ilişkilerini düzeltebilirler. Düzelteceklerdir de. Hatta daha
şimdiden arayı düzeltmek için sıraya girdiler. Fakat
işbirlikçi paralel yapı, bu millete olan ihanetini asla
affettiremeyecek. En acı kaybı onlar tatmış oldular.
Ama bazıları henüz bunu anlamamış görünüyorlar.
Kendilerine güven duyan insanları hâlâ kullanmaya
devam ediyorlar. Görünen o ki, önümüzdeki haftalarda paralel yapının insafsız militanlarını meşakkatli
ve acıklı günler bekliyor.
YARGI
NASIL
KURTULUR
Kim kazandı?
Milletin duaları kazandı. Bu seçimi AK Parti’den
de çok Tayyip Erdoğan kazandı. Yeni Türkiye kazandı. Müslümanların ümmet şuuru kazandı. Filistin kazandı. İhvan kazandı. Kosova kazandı. Doğu
Türkistan kazandı. Sudan kazandı. Somali kazandı.
Arakan kazandı. Mazlum milletler kazandı.
Hayırlı olsun.
Röportaj: Adem KARAAĞAÇ
SDE Asistanı
Prof. Dr. Osman Can Kmdr?
1992’de Ankara Ünverstes Hukuk Fakültesnden mezun
oldu. 1997 yılında yüksek lsansını, 2000 yılında se
doktorasını tamamladı.
Temmuz 2002 tarhnde Anayasa Mahkemesne RaportörHâkm olarak atandı. 2006 yılında doçent oldu.
2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krzn
çözmey amaçlayan Anayasa Değşklğnn ptal çn
Anayasa Mahkemesnde açılan davanın raportörlüğü le
görevlendrld. Görüşler doğrultusunda Mahkeme ret
kararı vernce Cumhurbaşkanı’nın Türkye tarhnde lk
defa halk tarafından seçlmes mümkün hale geld.
2008 yılında AK Part’nn kapatılması talebyle açılan
davanın raportörlüğünü üstlend ve kapatma stemnn
redd yönünde görüş sundu. Part kapatılmadı. Raporunda
savunduğu usule lşkn görüşler, mahkemece oybrlğyle
lke kararlarına dönüştü.
2011 Temmuzunda Marmara Ünverstes Hukuk Fakültes,
Anayasa Hukuku Anablm Dalında öğretm üyelğne
başladı. AK Part 4. Olağan Kongresnde AK Part Merkez
Karar ve Yönetm Kurulu Üyelğne seçld.
30.04.2013 tbaryle Anayasa Hukuku Profesörü oldu.
Halen SDE Yüksek İstşare Kurulu üyelğn de sürdüren
Can, Almanca ve İnglzce blmektedr.
38
NİSAN 2014
Anayasa Mahkemes’ne breysel müracaatların önünün
açılması ne gb faydalar sağladı? Anayasa Mahkemes’nn
kararı sonrası, mahkemelern verdğ tahlye kararlarını
nasıl değerlendryorsunuz? Zamanlama mandar mıdır? KCK
tutuklularının serbest bırakılmamasını nasıl yorumlamalıyız?
Bildiğiniz gibi bireysel başvuru aslında Anayasa Mahkemesini, Anayasa Mahkemesi
yapan şey. Türkiye hukukçusu ve siyasetçisi için şaşırtıcı gelebilir ama Anayasa
Mahkemeleri her şeyden önce devlet ile
toplum arasında bir yerde konumlanarak,
parlamenter sisteme yansıyan egemenliğin
korunması için kurulmuş müesseselerdir.
Yani halkın iradesinin devlete egemen olmasının güvenceleridir, bir bakıma. Parlamentonun çıkaracağı kanunların denetimi
ise onun fonksiyonunun sadece bir cüzü…
Bu yüzden Almanya’da, Anayasa Mahkemesi kurulurken esas itibariyle başta yargı
olmak üzere devlet organlarını denetlemeye
odaklandı. Bu hem devlet organlarını, yani
bürokratik yapıları denetlemek, hem de
bunlara karşı bireysel özgürlükleri güvence
altına almak suretiyle gerçekleşti. Bireyler,
özgürlükleri korunarak devleti denetleyebilir
NİSAN 2014
39
hale geliyor, yargı ve sair bürokratik yapılar adeta
temel hak terbiyesinden geçmeye başlıyor.
Bunun orta ve uzun vadede sonuçları çok önemli.
Kısa vadeli sonuçları dahi oldukça pozitif.
rarası ve ulusal düzlemde zor durumda bırakabilme
imkânı elde ediliyor.
Peki, bu kadar önemli olduğu halde ve 27 Mayıs’ı
yapanlar Almanya’yı örnek aldıkları halde neden
bireysel başvuruyu kabul etmediler? Mesele de bu
sorunun cevabında.
KCK davalarında da benzer gelişmeler var. Ancak,
KCK’da yargının geneline egemen olan derin bir
milliyetçilik duygusu da harekete geçiyor ve ilk derece mahkemeleri tahliyelere direniyor. Bu elbette
ciddi bir sorun. Zira bir tarafta katil oldukları mahkeme kararıyla sabit olan darbeci unsurlar tahliye
edilebiliyorken, diğer taraftan sadece siyasi propaganda ve siyasal aktivite nedeniyle tutukluların tahliye edilmemesi ciddi bir çelişki. Ancak bunun da
kısa sürede olumlu sonuçlanacağını düşünüyorum.
Hrant Dink Davasını sürüncemede bırakan yargısal
aktörlere baktığımızda, burada da bir paralelliğin
varlığı yeteri kadar kuşkulu zaten.
Almanya’da Anayasa Mahkemesi, darbe yapabilecek unsurlara karşı kurulurken, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi bizatihi darbeyi yapanlar tarafından
kuruldu. Elbette darbeciler kendilerini denetleyecek
ve kendi iktidarlarını sınırlayacak bir kurum oluşturmak istemeyeceklerdi. Onların kötülük kaynağı
olarak gördüğü yer Parlamento olduğu için, sadece Parlamentoyu, yani demokratik temsil mekânını
denetleyecek, bu şekilde darbeci yapıların mahfuz
alanını koruyacak bir Anayasa Mahkemesi ürettiler.
Bu mahkeme, 2010 yılına kadar özgürlükler ve demokrasi konusunda her daim beğenmediğimiz parlamentonun gerisinde kalırken, onu daima frenledi.
Bunu darbe ideolojisini savunmak için yaptı elbette.
İşte, bu yüzden, 2010 yılında kabul edilen bireysel
başvuru imkânı, Anayasa Mahkemesini gerçek bir
Anayasa Mahkemesi haline getirecek hayati bir
adımdır.
Bugün artık anayasal özgürlükler kâğıt üzerinde
kalmıyor, beğenelim, beğenmeyelim herkes için
uygulanır hale geliyor. Anayasa Mahkemesi, bugün
itibariyle tüm ülkenin saygı duyduğu önemli bir yargı
kurumu haline gelmiş durumda... Yargı içinde tek
başına referans pozisyonunda…
Elbette bunun için, Anayasa Mahkemesinin yapısının biraz daha çoğulcu hale getirilmesi ve üyelerinin
seçiminde TBMM’nin merkezi konuma getirilmesi
gerekmektedir. Zira Mahkeme halen demokrasi
açığı içinde bulunmakta, bu durum da Mahkemenin bazı kriz anlarında ve kritik durumlarda yanlış ve
riskli kararlar vermesinin yolunu açmaktadır. Ancak,
her halükarda 2010 öncesiyle kıyas kabul edilmez
noktada olduğumuzu düşünüyorum.
Bunun sonuçları da açık değil mi? Tahliye kararları
yüzyıllık ideolojik devlet uygulamasını tarihe gömüyor. Kimin bundan yararlandığı çok önemli değil.
Zamanlamanın manidar oluşuna pek katılmıyorum.
Tahliye kararları elbette, belirli bir sorunun varlığından doğan bir talep üzerine verilecek. Yani burada
bir ayarlama görmek cazip gelebilir, ama öyle okumak zorunda da değiliz.
40
NİSAN 2014
Türkye Ergenekon, Balyoz, Dnk Cnayet vb. gb dern davaların
üzerne yeternce gdlebld m? Bu davaların sürüncemede bırakılması
başka hesaplaşmaların br sonucu mudur? Tahlye kararlarının
kamuoyuna beraat kararıymış gb yansıtılmaya çalışıldığını düşünüyor
musunuz?
Ergenekon ve Balyoz davaları Türkiye’nin darbeler
ve askeri vesayet ile yüzleşmesi için tarihi bir fırsat
sundu. Bu konuda önemli bir başarı da sağlandı.
Ancak sonradan ortaya çıkan bazı gerçekler, özellikle 17 Aralık operasyonda gördüğümüz hukuksuzluklar, aynı ekiplerin daha önceki davalarda da
benzer hukuksuzlukları yapmış olabileceklerine
yönelik bir ihtimal ortaya çıkardı. O da gayrimeşru
derin bir yapılanmanın, bu davaları, yargıda, orduda
ve devletin geri kalan stratejik ve kritik noktalarında
kendi yapılanmalarını daha da derinleştirmelerinin
fırsatı olarak kullanmış olma ihtimalleri. Bugün itibariyle artık bunun bir ihtimal olmadığını görüyoruz.
Bu yüzden bu iki dava bağlamında adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak dava süreçlerinin gözden
geçirilmesi gerekiyor. Elbette, darbeci hareketleri
meşrulaştırmadan ve demokrasinin savunmasında
kararlılıktan taviz vermeden...
Bu bağlamda tahliye kararlarının önemli olduğunun,
ancak beraat kararı anlamına gelmediğinin altını çizmek gerekir. Yeniden yargılama yolu açıldığında bu
defa daha adilane ve hukuki çerçevede bir yargılamanın olacağı ve sonucunun meşruiyetini kimsenin
tartışamayacağını düşünüyorum.
Hrant Dink davası ise tersinden aynı düzleme oturuyor. Bu dava ise, özellikle sürüncemede bırakılmış
gözüküyor. Zira bu davanın sürüncemede kalması
derin yapının operasyonel hedeflerine uygun düşüyor. Bu şekilde Türkiye’de meşru hükümeti ulusla-
Bu davaların kaderleryle 17 Aralık sürecn bağdaştırablr myz?
Bence tamamen birbiriyle bağlantılı... Zira 17 Aralık
sürecinin hukuksuzluğu ve kurgusal operasyon niteliği, diğerlerinin de hukuk tekniği açısından meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Dolayısıyla tüm bu
davaların aynı yargısal ve hukuksal objektif kriterlere
uygun olarak yürütülmesi önemlidir. Bu, hem darbecilikle mücadelenin şaibeden kurtulmasına katkıda bulunur, hem de yolsuzluk ile ilgili ithamların tarafsız bir mahkeme tarafından incelenmesini sağlar.
Her iki halde de toplumun çıkarı ve haklı beklentisi
vardır.
Yargıdak paralel yapı söylemn nasıl değerlendrrsnz? “Yargı
Darbes” söylemn nasıl okumalıyız? Yargının düzelmes çn mevcut
anayasa çndek hareket alanı nedr? Ya da tek ve esaslı çözüm çn yen
anayasadan başka çıkar yol yok mudur?
Belirli bir siyasi hedefe ulaşmak için demokratik
usuller ve süreçleri baypas ederek devletin önemli egemenlik yapılarına sirayet etmenin adı paralel
yapılanmadır ve bu gayrimeşrudur. Hiç bir devlet,
özellikle demokratik devlet buna izin vermez; taviz
vermeden bununla savaşır. Bunda hiç bir kuşku
yok.
Zira halkın kontrolünde olmayan kurumlar, halkın
iradesine darbe yapar. Bu onun doğasında vardır.
Bürokrasiyi ele geçirme hamlesinin başka bir amacı
olmaz zaten. Dolayısıyla klasik darbe kategorisinin
dışına çıkmakla birlikte etki ve sonuçları itibariyle ve
tabi meşruiyet kriteri itibariyle bu bir darbedir. Hatta
diğer darbelere göre daha tehlikeli ve ahlak dışı bir
darbedir.
Buna karşı iki tedbir vardır. İlk önce kamu görevi
üstlenen, yargı dâhil, kurumlarda, dışarıdan talimatla eylemde bulunanların varlığı kabul edilemez. Bu
hem disiplin suçudur, hem de duruma göre ceza
hukuku anlamında bir suça tekabül edebilir. Ortada
bir suç varsa, suçlu mutlaka cezasını çekmelidir.
İkinci tedbir, ülkede anayasal düzenin demokratikleştirilmesi, katılımcılığa dayandırılması ve adem-i
merkeziyetçi bir yapıya kavuşturulmasıdır. Zira top-
lumun tüm farklılıklarının katıldığı bir siyasal işleyiş,
alternatif örgütlenmeler için vazgeçilmez olan motivasyonu yok etmiş olur.
Yargının da özellikle yerelden başlayarak toplumun
adalet beklentisine göre yapılandırılması, dava süreçlerine vatandaşların katılımının sağlanması ihtimalinin değerlendirilmesi gerekir. Yani sadece iyi
hukuk eğitimi almış kişilerin adalet dağıtacağı inancı
bir ezberdir. Adalet yerini bulmuş mu sorusunun
cevabını da ancak adaletin talepkârı toplum bilir.
Bu yüzden jüri ve benzeri kurumların da tartışmaya
açılması gerekir.
Bu bağlamda, HSYK düzenlemesini sadece geçici
bir düzenleme olarak görüyorum. Zira bu düzenleme, sözünü ettiğimiz yargısal yeniden yapılanma
ihtiyacını tam olarak karşılamıyor.
Demokratkleşme paketlern yeterl buluyor musunuz?
Elbette yeterli değil. Bir kere o paketler demokratikleşme değil, özgürleşme paketleridir. Yani isimler
karıştırılıyor. Demokratikleşme siyasal ve idari işleyişle ilgili hamleleri anlatır ki, o konuda henüz yapısal reformlar yapılmadı.
Bugün itibariyle artık o aşamaya geldik. Türkiye
ekonomik ve sosyolojik yapısı itibariyle çok önemli
bir aşamaya geldi. Artık değişimin siyasal bir karşılığının olması gerekir ki, bu da köklü yapısal değişimle, kısacası yeni bir anayasa ile mümkündür. 1921
Anayasası’nın felsefesi ve temel parametreleri halen
bize yol gösteriyor.
Osman Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz.
NİSAN 2014
41
İÇ POLİTİKA
• Tahliyeler, hükümet-cemaat kavgasının bir bedeli
midir?
Hukuk ve adalet bakımından sıra dışı bu gelişmeler
ve olası sonuçları hakkında, bu suallerin ve başkalarının kabul edilebilir meşruiyetleri olmalıdır! Ergenekon davasının siyasi bir dava olduğu, açıldığı zamandaki siyasi konjonktür ve siyasi iradeden etkilendiğini unutmadan bugünkü tahliyelerin dayandığı
adli gerekçeleri hatırlayalım.
DERİN TAHLİYELER
DEĞİŞEN DENGELER
Önce AYM’nin, İlker Başbuğ’un yargılandığı Ergenekon Davasında hüküm verilmesine karşın, 7,5 aydır gerekçeli kararının yazılmamasının, Yargıtay’da
temyiz imkânını engellediği şikâyetini haklı bularak
ve ‘hak ihlali’ne hükmederek tahliyesine karar vermesidir. Sonra Ergenekon Davası ve bununla birleştirilen birçok farklı davadan hükümlü bulunan
kişilerin, AYM’nin İlker Başbuğ kararını emsal göstererek nöbetçi mahkemelerce tahliye edilmeleridir.
Tahliyelerin bir kısmı da, şüphesiz, tutukluluk üst
sınırının 5 yıla indirilmesini sağlayan yasal değişiklikten kaynaklanıyor. ÖYM’lerin tamamen kaldırılmalarıyla, demokratikleşme paketleri içinde yer alan
yargılamaya ait hukuki düzenlemeler de tahliyelerin
dayandırıldığı gerekçelerden. Tabi ki bu hukuki ve
adli sürecin esas meşruiyetini ve desteğini mevcut
siyasi konjonktür ve iradeden aldığı da aşikardır.
Derin Vesayet Yerine Paralel Yargı Vesayeti
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
M
art ayındaki yoğun geçen seçim gündemi;
eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un
tahliyesi ve bu emsalden hareketle diğer
Ergenekon sanıklarının ardı ardına tahliyeleri ile sarsıldı.
• Hükümet, paralel yargı vesayetini engellemek için;
paralel yapıya karşı askerler ve laik kesimlerle ittifak
kurmaya mı meylediyor?
• Derin tahliyeler, 17 Aralık operasyon sürecine karşı hükümetin siyasi bir hamlesi mi? Hükümet Ergenekon ile anlaştı mı?
• ‘Paralel Yapı’ üzerinden ‘derin yapılar’ yeniden
yargılanacak mı?
• Öcalan da tahliye edilecek mi?
• Hükümet, Ergenekon Davasının savcılığından ve
derin vesayetle mücadele yürüyüşünden geri adım
mı atıyor?
• Suçüstü olan ve bazıları karara bağlanmamış cinayetlerin katilleri neden tahliye ediliyor? (Danıştay
cinayeti, Zirve Yayınevi katliamı ve Hrant Dink cinayeti sanıkları gibi)
• Tahliyeler, örtülü fiili af mıdır? KCK’lılar neden bırakılmıyor?
• 17 Aralık süreci yaşanmasaydı bu derin tahliyeler
yapılır mıydı?
42
NİSAN 2014
Derin tahliyeleri mümkün kılan siyasi iklim ve siyasi
irade nasıl oluştu? Türkiye buraya neden ve nasıl
geldi? Derin davalar (Ergenekon, Balyoz vs.) ‘eski
Türkiye’nin, Kemalist statükonun tasfiyesi, bürokratik vesayet rejiminin son bulması ve darbelerin mahkûm edilmesinin sembolüydü. Bu yüzden
‘asrın davası’ olarak görülüyor, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi ve demokrasi davası olarak
nitelendiriliyordu. Aslında bu derin davalar süreci
bu beklenti ve hedeflerin pek çoğunu da karşıladı
sayılabilir. Seçimler üzerindeki bürokratik (asker-sivil) vesayet kırıldı, sivil siyaset sadece iktidar değil,
muktedir de oldu. Demokratik sistem reformlarla
tahkim edildi. Demokratik değişim süreci güçlendi. Demokratikleşme hızlandı. Darbeler lanetlendi,
cuntalar mahkûm edildi, halk ve hukuk nazarında
itibarsızlaştırıldı. Millet iradesi önemsendi, toplumun
demokratik duyarlılıkları arttı. Toplumsal barışın inşasının fırsat ve imkânları oluştu...
NİSAN 2014
43
Ancak; Ergenekon ve diğer derin davalar süreci bir
noktadan sonra toplumda ve hükümette bazı endişeler ve soru işaretleri yarattı. Paralel yapı ve yargının bu davalardaki rolü fark edildi. Bu olumsuz rol
ve paralel irade; 7 Şubat 2012 MİT krizi ve 12 Aralık
2013 sürecinden sonra çok daha net olarak fark
edildi ama bazı bedeller için artık geç kalınmıştı.
Paralel yapı; Ergenekon, Balyoz ve diğer derin davalarla sembolleşen darbelerle, askeri vesayetle, eski
Türkiye’yle mücadele sürecini yeni bir vesayet odağı olmanın imkânı olarak istismar etti. Böylece Derin
Yapı yerine Paralel Yapı, Ergenekon yerine Paralel
Örgüt (Neo-Ergenekon) ve askeri vesayet yerine
yargı vesayeti ile Türkiye karşı karşıya geldi. Davalar, Paralel Yapı’nın silahına dönüştü. Siyaset Paralel Yapı üzerinden dizayn edilirken, hükümetin dış
politikası, asker ile ilişkileri, Kürt sorununu ve Alevi
sorununu çözme inisiyatifleri paralel yapı üzerinden
müdahaleye uğradı. Paralel yapı kontrolüne aldığı
derin davaları kullanarak toplumsal dengeleri ve değerleri dejenere etti. Ergenekon ve KCK davalarıyla,
ülkenin demokrasi ve terörle mücadele beklentilerini dumura uğrattı. 17 Aralık süreciyle de şeffaflık,
saydamlık ve temiz, dürüst siyaset beklentisini lekeledi. Derin dava süreci; orduya, yargıya, emniyete, devlete yerleşmenin bir aracı; cemaat karşıtı ve
alternatifi olan aktörleri tasfiye
etmenin bir silahı olarak kullanıldı. Davalar; uzatıldı, çarpıtıldı,
anlamsız birleştirmelerle sulandırıldı, sahte deliller üretildi,
kurunun yanına yaşı da katan
yanlışlarla bulandırıldı ve nihayet hukuki temelinde şüpheler
yaratılarak, meşruiyeti zedelendi. Gerekçeler bilinçli olarak
geciktirilerek, davalar pazarlık
konusu yapıldı. Toplumsal ve
siyasi desteği zayıflatıldı. Asrın
davası, derin vesayetle yüzleşme fırsatı ülkenin en meşru, en
doğru, en haklı davası bu çarpık
yargı uygulamalarıyla heba edildi. Derin vesayet rejimini tasfiye
etme çabasına, siyaseti ve devleti dizayn etme ihtirası galebe
çaldı, geciktirilen adalet zulüm
oldu ve hak tecelli etmedi...
44
NİSAN 2014
Nereye Geldik?
Bütün bunlardan sonra maalesef darbecilerin, derin
yapıların “kurban”, derin suçluların “mağdur” olarak algılandığı bir noktaya gelindi. 17 Aralık süreci;
yeniden yargılama tartışmalarını, ÖYM’lerin kapatılmasını, tutukluluk süresini 5 yıl ile sınırlayan yasal
değişikliği ve tahliyelere imkân sağlayan yasal düzenlemeleri getirdi. AYM’nin “hak ihlali” kararına
yol açtı. Sonuçta tahliyeler hükümet-cemaat kavgasının bir bedeli olarak gerçekleşti.
AYM’nin İlker Başbuğ Kararı Tahliyelerin
Anahtarı Oldu!
İlker Başbuğ, AK Parti hükümetleri sürecinde 2 yıl
Ordu, 2 yıl Kuvvet Komutanlığı, 2 yıl da Genel Kurmay Başkanlığı yapmıştır. Tutuklu mesai arkadaşları tarafından komutan sorumluluğuyla yakasından
paçasından içeri çekilen Başbuğ’un, tutuklu yargılanmaması gerektiğini bizzat Erdoğan açıkça söylemişti. Ancak paralel yargı, Başbuğ’u Ergenekon
Davasına bir şekilde bağlayarak müebbet hapis
cezası verdi. Ancak bir türlü gerekçeli karar yazılamadı.
Esasında Başbuğ; Ergenekon sürecinde TSK’ni ve
mesai arkadaşlarını koruma kaygısıyla bazı çıkışlar
Hukuk ve adl gerekçeler de olan tahlyelern mevcut syas konjonktür ve radeden kaynaklandığı
görülüyor. O zaman syas dengeler açısından yen br dönemn başladığı söyleneblr. Devlet bürokrassnde
‘yenden yapılanma’ kaçınılmaz olablr. AK Part hükümet, yanına toplumsal ve bürokratk desteğ alablrse,
‘Yenden Yen Türkye’ çn cesaretleneblr. Kürt meselesnde syas açılım, ‘çözüm sürec’ güçleneblr ve
daha kalıcı adımlar atılablr. Paralel yapının tasfyesyle, başka yapılarla ttfaklar gelşeblr.
yaptıysa da genelde pasif kaldı. Ama bütün dava
delillerinden biliniyor ki, Başbuğ darbe girişimlerinin
içinde yer almamıştı. Söylemlerinin ötesinde değişim sürecine zaman zaman katkılar da verdi. İnternet andıcı suçlu olduğu konuydu. Paralel yargı ve
çalışma arkadaşları onu Ergenekon Davasına bağlamak için çok uğraştılar ve başardılar. Çünkü Başbuğ içerdeki Ergenekon tutuklularının can simidiydi.
Öyle de oldu. AYM kararıyla o tahliye olunca bütün
Ergenekon tutukluları tahliye oldular. Başbuğ’un
sembol rolü Derin Ergenekon tahliyelerine yol açtı.
Bu da yeni bir dönemin başlangıcı olan gelişmelerin
işaretini verdi.
Derin Tahliyelerin Anlamı ve Olası Sonuçları
İlker Başbuğ’la başlayan ve arkası gelen Ergenekon tahliyelerinin ne gibi siyasi sonuçları olabilir? Ya
da Türkiye’nin yol haritasını nasıl etkiler? Hukuki ve
adli gerekçeleri de olan tahliyelerin mevcut siyasi
konjonktür ve iradeden kaynaklandığı görülüyor. O
zaman siyasi dengeler açısından yeni bir dönemin
başladığı söylenebilir. Devlet bürokrasisinde ‘yeniden yapılanma’ kaçınılmaz olabilir. AK Parti hükümeti, yanına toplumsal ve bürokratik desteği alabilirse, ‘Yeniden Yeni Türkiye’ için cesaretlenebilir.
Kürt meselesinde siyasi açılım, ‘çözüm süreci’ güçlenebilir ve daha kalıcı adımlar atılabilir. Paralel yapının tasfiyesiyle, başka yapılarla ittifaklar gelişebilir.
AK Parti-Asker ilişkileri daha da yumuşayabilir. Laik
kesim özgüven ve moral kazanabilir. Hükümet toplumsal meşruiyetini kuvvetlendirebilir. Ordunun içinde bazı kadrolar tasfiye edilebilir. Asker, AK Parti’nin
toplumsal meşruiyetiyle yeni döneme adapte olabilir. ‘Çözüm Süreci’ Kürtler nezdinde daha güvenilir
bir devlet zeminine oturtulabilir. ‘Yeni Anayasa’ için
bu dönem bir fırsat olabilir. AB süreci güçlenebilir
ve yeni fasıllar açılabilir. Yeni Paralel tehditle, vidaları sıkan Başbakan; bu aşılınca yeni bir siyasi inşa
dönemine girebilir, bu da onun siyasi ömrünü uzatabilecek imkânlar sağlayabilir. Tahliyeler, paralel
tehdidin bertaraf edilmesinde işlev görebilir. Nihayet
tahliyeler yargı üzerinden kullanılan gücün el ve yer
değiştirdiğinin göstergesidir.
Bütün bu olasılıklar Paralel yapı üzerinden kurulmak
istenen tehdidi ortadan kaldırmak, yargı vesayetini
engellemek ve kırmak için yapılması gereken stratejik manevralar olarak öngörülebilir. Tabi ki yerel seçimlerde AK Parti, % 40’ın olabildiğince üzerinde oy
alarak toplumsal desteği sağlayabilirse, reel-politik
gerçeklik kazanabilecek adımlar olarak öngörülebilen senaryolardır. Değilse bu beklentiler yerine daha
farklı perspektifler gündeme gelebilecektir.
Sonuç: Bu Süreç Nelere Yol Açar?
Çözüm Nedir? Nelere Dikkat Edilmelidir?
Tahliyeler, derin davaların yanlışlığından, haksızlığından, yersizliğinden ve temelsizliğinden değil; paralel yargının dava sürecindeki hukuk ihlallerinden;
maksatlı hatalar, yanlışlar ve aksaklıklarından kaynaklanmıştır. Ergenekon ve diğer derin davalar esasında haklı ve doğru zemindedirler. Sonuçta tahliyeler beraat değil, aklanma hiç değildir. Tutuksuz
yargılamalar sonunda yeniden hükümlü olup ceza
alanlar olabilir. Adil yeniden yargılama gündeme gelebilir. Beklenti şudur: Usul hataları ve mağduriyetler
giderilsin ama darbe suçları da cezasız kalmasın.
Ergenekon Davası demokratik değişim sürecinin
miladıdır.
Paralel yargıya yönelik tepki ve tedbirlere sığınılarak,
Ergenekon ve diğer derin davalar, çökertilemez, içleri boşaltılamaz, aklanamaz ve cezasız kalamaz!
Aksi halde bu durum;
Toplum vicdanını yaralar.
Yeni Türkiye imajını lekeler.
Değişim iradesini sarsar ve çözer.
İç ve dış riskleri harekete geçirir.
Yazık olur...
NİSAN 2014
45
İÇ POLİTİKA
ve Ecevit arasında yaşanan mücadeleyi, muhalefet
liderleri Erbakan ve Çiller’i de yanına almayı başaran
Ecevit kazanmış ve dönemin Anayasa Mahkemesi
Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in 10. Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştı.
3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Genel Seçimler
sonrasında AK Parti % 34,28 oy oranı ile tek başına
iktidar oldu. 2007 yılında Cumhurbaşkanı Sezer’in
görev süresinin dolması üzerine AK Parti 24 Nisan
2007’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Abdullah Gül’ü 11. Cumhurbaşkanı adayı olarak
gösterdi. Ancak, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmemesi için bir yandan Ergenekon, Türkiye genelinde Cumhuriyet Mitingleri düzenlemiş, diğer taraftan da Anayasa Mahkemesi, CHP’nin başvurusu
doğrultusunda, Meclis Genel Kurulunda yapılacak
oylamada 367 yeter sayısı şartını getirmiştir. DYP
ve ANAP Genel Başkanları Ağar ve Mumcu’nun
üst düzey askerlerden gelen baskı sonucu, Genel
Kurulda yapılan oylamaya katılmamaları da yapılan
iki yoklamada toplantı yeter sayısının bulunamamasına sebep olmuş, böylelikle 11. Cumhurbaşkanı
seçilememişti.
SEÇİMLER ÖNCESİ VE SONRASINDA
YENİ TÜRKİYE’YE YÖNELİK TEHDİTLER
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
B
u yazının kaleme alındığı tarihten 10 gün
sonra, ülkemizde, 30 Mart’ta yerel seçimler,
2014 Ağustos ayında ise Cumhurbaşkanlığı
seçimleri yapılacak. Demokrasi şehidimiz rahmetli Adnan Menderes’e ait olan “Seçim sathı mailine
girmek” deyişi, seçime çok yaklaşıldığını, seçimlerin
inişli ve engebeli zor bir süreç olduğunu anlatmak
için, uzun yıllardan bu yana geleneksel olarak tüm
seçimler öncesinde kullanılagelen bir üslup ve ifade
tarzını yansıtıyor.
46
NİSAN 2014
Yakın tarihimizde, ülkede meydana gelen tüm siyasal, sosyal olayları alt alta koyduğumuzda sonuçta,
tüm kapıların Cumhurbaşkanlığı seçimine çıktığı bilinen bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
2000’li yıllarda Bayar, Özal ve Demirel ile kırılan
klasik çizginin devam edip etmeyeceği, 28 Şubat
darbecilerinin vesayetçi bir askeri, Cumhurbaşkanı koltuğuna oturtup oturtamayacakları konusu,
devlet bürokrasisi ve siyasette önemli güç savaşları yaşanmasına neden olmuştu. Demirel, Çevik Bir
Bunun üzerine, AK Parti’nin erken seçim kararı
alarak 22 Temmuz 2007’de yapılan Genel seçimlerde % 46,58’lik oy oranı ile tekrar iktidar olması
ile birlikte, 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milli
iradenin yanında duramayan vesayet mekanizmalarının etkisine giren Ağar ve Mumcu siyaset sahnesinden silinmişlerdi. Abdullah Gül 28 Ağustos
2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin
üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece, Nisan
2007’de başlayan ve devlet içinde vesayetçi yapıların çeşitli provokasyonlarıyla engellenmeye çalışılan
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı seçim süreci milli
iradenin tecelli etmesi suretiyle sona erdi.
Türkiye, “Paralel yapının devleti ele geçirme stratejisi ve taktiklerinin deşifre edildiği, devletin üst katları
da dahil olmak üzere 100 binlerce kişinin telefonlarının uydurma örgüt ve suçlamalarla legal veya
illegal dinlendiği, hukuk dışı elde edilmiş, üretilmiş
veya montaj ses kasetlerinin sosyal medya üzerinden piyasaya sürüldüğü” bir süreçten geçerek 30
Mart yerel seçimlerine gidiyor. Bu seçimin, genel
seçim havasına sokulmasının en önemli özelliği ise
kazanan partinin 12. Cumhurbaşkanını belirleyecek
olması.
AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ın; 29 Mart 2009
Yerel Seçimlerinde, Türkiye Genelinde aldığı % 38,8
oy oranından daha düşük bir oy almasını sağlamak,
Ankara veya İstanbul illerinden birini kaybetmesine
yönelik yerel ve uluslararası kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırılarak antidemokratik bir şekilde iktidardan düşürülmesi amacıyla kotarılmaya çalışılan, dış
destekli 17-25 Aralık, hukuk örtüsü giydirilmiş darbe girişimi, iktidar tarafından acil olarak ve süratle
alınan idari ve hukuki tedbirler ve Türkiye Halkı’nın
sağ duyusu ile engellenmiş görünüyor.
17-25 Aralık darbe girişiminin şüphesiz birden
fazla hedefi var. Aslında bu hedefler domino etkisi yaratacak şekilde birbiri ile ilişkili ve irtibatlı. Asıl
ve ana hedef Başbakan Erdoğan ve AK Parti. 30
Mart Yerel Seçimleri öncesinde Erdoğan ve AK
Parti’nin halk nezdinde itibarsızlaştırılması ve oy
kaybetmesine yönelik darbe girişimi başarılabilmiş
olsaydı, şüphesiz domino etkisi stratejisi ile çözüm
sürecini siyasi iradesiyle ve kariyerini riske atacak
şekilde devam ettiren Erdoğan’ın tasfiye edilmesi
ile süreç bozulacak; Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışı
engellenerek, Türkiye her darbe sürecinde olduğu
gibi içine kapatılarak, kamplaşma ve kutuplaşmaların yaşandığı kardeş kavgası ve terör sarmalına alınarak, Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olması
engellenecekti.
Son kamuoyu yoklamasında, 2011 Genel seçimlerini en doğru bir şekilde bilen ve CHP’ye yakınlığı
ile tanınan, Adil Gür’ün seçim anketinde bile AK
Parti’nin oy oranının yüzde 43-45 aralığında olduğunun açıklanması, Türkiye insanının, ülkemizin dış
NİSAN 2014
47
lentiler sanal âlemden normal gazete
köşelerine taşıyor. Bu rivayetlerin doğru
olup olmadığını bilen yok, ancak, “Şüyuu
vukuundan beter” deyişinden de anlaşılacağı gibi bir şeyin dedikodusunun yapılması, onun gerçekleşmesinden daha
kötüdür, daha tesirlidir. Kamuoyunda
yarattığı etki ise daha yıkıcıdır.
destekli küresel bir saldırı ile karşı karşıya olduğu
gerçeğinin farkında olduğunu ve AK Parti etrafında
kenetlendiğini ortaya koyuyor.
AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ı millet iradesini
gasp ederek iktidardan antidemokratik bir şekilde
uzaklaştıramayacağını anlayan dış güçler ve yerel
işbirlikçi derin yapılar, bu kez, AK Parti’nin seçimleri
kazanması durumunda “yönetemeyen bir iktidar”
algısı yaratmak amacıyla, yerel işbirlikçi etki ajanlarını da kullanmak suretiyle, seçimleri etkilemek
gayesi, ile toplumu alenen tehdit ederek seçimler
öncesinde ve sonrasında ülkemizin kaos ve istikrarsızlık ortamına çekileceğini açıkça ifade etmekten
çekinmiyorlar.
28 Şubat sürecinde ikna odalarının mucidi, şimdilerin CHP Milletvekili olan Nur Serter’in REFAH-YOL
için, Türkiye Cumhuriyeti’nin refleksleri var, % 70 oy
alsanız da muktedir olamazsınız yönündeki darbeci
yaklaşımı bugünlerde paralel yapıyı açıkça destekleyen bazı kalemler tarafından 30 Mart yerel seçimleri baz alınarak AK Parti için dile getiriliyor.
30 Mart Yerel Seçimlerine sayılı günler kala, paralel
yapının, 25 Mart’ta AK Parti’yi seçimler öncesinde
yok edecek altın vuruşa hazırlandığı yönünde kamuoyunda bilgi kirliliği yaratmak, kafa karıştırmak
ve insanları kışkırtmak amacıyla, neo-psikolojik
harp stratejisi taktik ve metotlarının bir uzantısı olan
dezenformatik gazetecilik unsurlarını devreye soktuğu görülüyor. Dezenformatik gazetecilerin at koşturduğu en önemli sahanın ise sanal medya olduğu
anlaşılıyor. Tevekelli, son internet yasasına, özgürlüklerimiz kısıtlanıyor ve fişleniyoruz velvelesi ile neden karşı çıkıldığı da bu vesile ile anlaşılmış oluyor.
Sandıktan ümidini kesenler 25 Aralığa o kadar bel
bağlamışlar ki, bu konuda birçok rivayetler ve söy-
48
NİSAN 2014
Bir rivayete göre, Muhsin Yazıcıoğlu’nun
ölümü ile ilgili Erdoğan’ın montajlı ses
kaseti yayınlanacak, bunun doğal bir
sonucu olarak ülkücü camianın sokağa dökülmesi sağlanarak Kiev misalinde olduğu gibi gezi ruhu
yeniden canlandırılarak ülke kaos ortamına sokulacaktı.
Diğer bir rivayet ise, ses kayıtlarından bir netice alamayan paralel yapının AK Parti üst düzey yöneticileri ve bakanlara ait seks kasetlerini yayınlayarak
hükümeti itibarsızlaştıracağı yönünde.
Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili olarak ortaya atılan bu
rivayete karşı çıkan BBP Genel Başkan’ı Destici,
Başbakan Erdoğan ile Yazıcıoğlu arasında bir sorun olmadığını, aralarının gayet iyi olduğunu, bu nedenle bu şekilde yayınlanabilecek bir ses kaydının
alperenleri etkilemeyeceğini açıkça belirtti.
Adil Gür’ün seçime on gün kala yaptığı araştırmada
belirttiği gibi; illegal veya legal dinleme ile elde edilmiş ses veya montaj kasetlerinin, kanunlara aykırı
olarak internet üzerinden sosyal medyada yayınlanması, sonrasında da 28 Şubat medyasında yer alması, hatta CHP Genel Başkan’ı tarafından TBMM
kürsüsünde dile getirilmesi, Türkiye halkı üzerinde
ters bir etki oluşturmuştur. Bu ters etki, AK Parti
tabanını kenetlemiş, dışarıdan planlanan bu saldırıların, Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini fark
eden geniş halk kitlelerinin de Başbakan Erdoğan’a
ve AK Parti’ye sahip çıkmalarına neden olmuştur.
Başbakan Erdoğan’ın, Türkye’nn 12. Cumhurbaşkanı
olarak seçlme htmal, Türkye’y çe kapatarak Orta
Doğu’da ve dünyada söz sahb olmasını stemeyen
küresel güçler ve bazı Batı’lı ülkeler le Türkye’de
sandıktan ümdn kesmş çevreler arasında açık br
koalsyon kurulmasına sebep olmuş durumda.
Kanaatime göre bundan sonra hangi montajlı ses
veya görüntü kasetleri yayınlanırsa yayınlansın,
Türkiye’de kamuoyunu ve dolayısıyla seçimleri etkilemeyecektir.
Yaklaşık 53 milyon seçmenin oy kullanacağı 194
bin 310 sandıkta, derin yapının, seçimlere şaibe
bulaştırarak seçim sonuçlarının meşruiyetini tartışılır
hale getirmek için seçim günü birçok ilde ve oy kullanma alanlarında organize olaylar çıkartarak, “sandık güvenliğinin sağlanamadığı” görüntüsü ve algısı
yaratacak eylemlere tevessül edebilecekleri düşünülmektedir. Ayrıca, oy verme işleminin ardından,
AK Parti’nin güçlü olduğu bölgelerde sandıkların
kaçırılması için çalışma başlatıldığı yönünde güvenlik güçlerince güçlü istihbarat verileri elde edilmiş
durumdadır.
İstihbarat birimlerine ulaşan bilgiler ışığında, seçim
güvenliği ve sandıklara yönelik kaçırma eylemlerine
karşı ilgili birimler uyarılarak yurt genelinde önlemler
arttırıldı.
Seçim günü ve gecesi yurdumuzun birçok bölgesinde sosyal medyadan yapılan örgütlenmeler,
asparagas ve dezenformasyon haber ve provokasyonlarla halkın tahrik ve teşvik edilerek sokağa dökülmesi ve olayların tırmanmasının hedeflendiği de
istihbari bilgiler arasında yer alıyor.
30 Mart Yerel Seçimlerinden AK Parti ve Başbakan
Erdoğan’ın güçlenerek çıkacağının anlaşılması, bu
kez dış güçlerin de örtülü olarak müdahil olacakları
yeni Çankaya savaşlarına işaret ediyor. Yakın tarihimizde askeri vesayetçiler ile millet iradesini temsil
30 Mart Yerel Seçmlerne sayılı günler kala,
paralel yapının, 25 Mart’ta AK Part’y seçmler
öncesnde yok edecek altın vuruşa hazırlandığı
yönünde kamuoyunda blg krllğ yaratmak, kafa
karıştırmak ve nsanları kışkırtmak amacıyla,
neo-pskolojk harp stratejs taktk ve metotlarının
br uzantısı olan dezenformatk gazeteclk
unsurlarını devreye soktuğu görülüyor.
eden siyasiler arasında yaşanan Cumhurbaşkanlığı
savaşlarının, bu kez Yeni Türkiye ile Batı’nın kontrolündeki Eski Türkiye arasında yaşanacağına kesin
gözüyle bakılıyor.
Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak seçilme ihtimali, Türkiye’yi içe kapatarak Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olmasını
istemeyen küresel güçler ve bazı Batı’lı ülkeler ile
Türkiye’de sandıktan ümidini kesmiş çevreler arasında açık bir koalisyon kurulmasına sebep olmuş
durumda.
2014 Ağustos ayı içinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Türkiye’yi zor günlerin beklediği açıkça görülüyor. Çok sinsi ve yıkıcı faaliyetler
ile ülkede kutuplaşma yaratılarak Türkiye’nin yeni
bir terör sarmalına alınmasına yönelik çabalar dikkat çekiyor.
Gezi Parkı Kalkışması ile başlatılan toplumsal olayların devamı niteliğindeki hadiselerin, Türkiye geneline sıçratılması adına, provokatörler tarafından
yapılan tahrik, kışkırtma ve eylemler ile
birlik ve beraberliğimizin bozulmasına
yönelik yaratılmaya çalışılan kamplaşma,
kutuplaşma ve sokak terörü; derin yapıların kontrolündeki Alevi Diasporası ve
DHKP/C’nin yeniden gündeme sokulması, seçimler öncesi kaos ve istikrarsızlık
parametrelerine işaret ediyor.
Berkin Elvan’ın cenazesini hükümet ve
Başbakan aleyhtarı siyasi bir şova dönüştürerek, sokak terörünü ülke genelinde
tırmandırmaya çalışan derin yapı ve kontrolündeki dezenformatik medya, provokasyon ve dezenformasyon faaliyetlerinin
merkezi olarak görünüyor.
NİSAN 2014
49
DIŞ POLİTİKA
KIRIM’IN İLHAKI:
Ofsnde Büyük Petro poster
asılı olan Başkan Putn, Mayıs
2012’dek başkanlık seçmn
kazandıktan sonra “Bana 20
yıl vern, ben sze kudretl br
Rusya vereym” dyerek “Rusya
Rüyasını” göstermştr. Rusya
Devlet Başkanı Putn, ülkesnde
artık br kahraman ve
21. yüzyılın Büyük Petro’su
olarak karşılanmaktadır.
PUTİN’İN
BÜYÜK RUSYA
SERÜVENİ
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Putin’in teşekkürünü almıştı. Özellikle Çin’in Kırım
krizi üzerindeki tutumu, daha önce Libya ve Suriye
sorunu üzerinde Rusya’ya tam destek vermesinden
farklıydı. Ancak, ABD başta olmak üzere Türkiye
dâhil birçok ülke, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinden endişelidir ve bu duruma karşı çıkmaktadır.
Özellikle ABD, Rusya’nın bu girişiminden derinden
etkilenmiştir. Bunun nedeni de Rusya’nın mevcut
uluslararası sisteme meydan okumuş olmasıdır.
Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi aynı zamanda Moldova ve Baltık Devletlerini de endişelendirebilir. 2008
yılında Abhazya’ya ve Güney Osetya’ya giren Rus
askerleri bu iki bölgeden henüz çıkmamıştır. Beyaz Rusya da endişeli olabilir, nitekim Ukrayna’nın
devrik Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, Moskova
ile yakın olmasına rağmen yine Putin’in Kırım’ı ilhak
etmesini önleyememiştir.
Ofisinde Büyük Petro posteri asılı olan Başkan Putin, Mayıs 2012’deki başkanlık seçimini kazandıktan sonra “Bana 20 yıl verin, ben size kudretli bir
Rusya vereyim” diyerek “Rusya Rüyasını” göstermiştir. Rusya Devlet Başkanı Putin, ülkesinde artık
bir kahraman ve 21. yüzyılın Büyük Petro’su olarak
karşılanmaktadır. New York Üniversitesi’nin Profesörü Mark Galeotti’in yorumu Başkan Putin’in özelliklerini ortaya koymaktadır: “Putin, şimdiye kadar
katı ve saldırgan tavırları olan jeopolitik bir oyuncuydu. Gürcistan’ı işgal ettiğini hatırlayalım. Ne kadar
ileri gidebileceğini açıkça gösterdi. Putin’in dehası
da burada: Oyunu ne zaman kuralına göre oynayacağını, ne zaman kuralları çiğneyeceğini biliyor.”
Bazı uzmanlar da Başkan Obama’nın zayıflığı ve
iradesizliğinin Putin’e cesaret verdiği görüşündedir.
Putin’in Başarısı
R
usya, Kırım’ı ilhak ettikten sonra, kendi toprağına katmak için yasal süreci de hızla tamamlamıştır. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin
söz konusu yasayı 18 Mart günü imzalamış, bir gün
sonra da anayasa mahkemesi onay vermiş, antlaşma ise 20 Mart günü parlamentonun alt kanadı
Duma’dan geçmiştir. Rusya Parlamentosu’nun alt
kanadından sonra, 21 Mart’ta Parlamentonun üst
kanadı Federasyon Konseyi de Kırım’ın Rusya’ya
bağlanmasını öngören yasayı onaylamış ve sunulan
tasarı, 155 oyla kabul edilmiştir.
Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ile Çar Büyük Petro (1672-1725), Çariçe II. Katerina (1729-1796)
52
NİSAN 2014
ve Josef Stalin (1878-1953) dönemindeki stratejik menfaat sağlanmış olacaktır. Böylece, Rusya,
Karadeniz ve Akdeniz’e açılmakla Avrupa kıtasına
karşı üstünlük kazanacak ve büyük Rusya rüyasının gerçekleşmesi için ortam hazırlanmış olacaktı.
Karadeniz, Osmanlı’ların iç denizi idi ancak, Rusların yayılması ve savaşlar sonrasında, Sosyalist
ülkeler ile Türkiye arasındaki denize dönüştü. Bu
durum Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişmiştir.
Bilindiği gibi Türkiye dâhil bütün Karadeniz ülkeleri
AB’ye üye olmak istiyor. Şimdi Rusya’nın, Kırım’ı
işgal ederek kendi toprağına katması ile Rusya’nın
Karendeniz sahil şeridi % 10.9’den % 37.5’e çıkmış
olacaktır. Bununla birlikte, 2008’de Gürcistan’dan
bağımsızlığını ilan edip Rusya tarafından tanınan
Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin sahip olduğu Karadeniz şeridi de düşünülecek olursa, Rusya’nın daha
geniş bir sahaya erişeceği açıktır. Yani Rusya’nın
denize açılma kapısı sağlam gözükmektedir. ABD
ve Batı ülkelerinin Rusya’yı kıtaya hapsetmesi artık hayal olacaktır. Ruslar, bu hamleyle sadece bu
stratejik konuma sahip olmakla kalmayacak, aynı
zamanda Kırım civarındaki petrol ve doğalgaz sahasının da sahibi olacaktır. Bölgenin doğalgazı Mavi
Akım boru hattı ile Türkiye’ye, Güney Akım (South
Stream) boru hattı ile Avrupa’ya taşınabilmektedir.
Bu bağlamda Kırım, Rusya’nın Türkiye ve Avrupa
ülkelerine enerji aktaran üssü haline de dönüşebilir.
Rusya’nın bu girişimi, Çin ve Hindistan tarafından gönülsüzce de olsa desteklenmiş ve Başkan
Rusya Devlet Başkanı Putin büyük Rusya’nın peşindedir. Başkan Putin, 25 Nisan 2005’te yaptığı
ulusa sesleniş konuşmasında, Sovyetler’in çöküşünü, ‘20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi’ diye
nitelemiştir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla birçok Rus vatandaşının Rusya Federasyonu dışında
kaldığını ve gerçek bir dram yaşandığını söyleyen
Putin, “Ama Sovyetler Birliği geride kaldı. Özgür ve
demokratik bir ülke inşa etmek zorundayız” diye
ilave etmiştir. Ancak Rusya Devlet Başkanı Dmitri
Medvedev 19 Haziran 2011’de, Financial Times’e
verdiği röportajında farklı bir görüşü dile getirmişti:
“21. yüzyılda dünyanın parçalara bölündüğünü ve
her bölümden herhangi bir devletin sorumlu olduğunu düşünmek komik. Bu gayrı ciddi ve görüşleri-
NİSAN 2014
53
caydırıcı gücünü kaybetmeyen ve uluslararası etkisi
devam eden Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımın
sonucunun ne olacağı belli değildir. Söz konusu
yaptırıma karşı Rusya, Çin ile olan ekonomik ve
siyasî ilişkilerini daha da güçlendirmeye çalışacaktır. Tıpkı, Haziran 1989’daki Tian-an Men olayından
sonra G-7 başta olmak üzere Batılı ülkelerin Çin’e
ambargo uyguladığında, Çin’in Rusya’ya uyguladığı
açılma politikası gibi... Rusya-Çin arasındaki siyasî,
ekonomik ve askerî işbirliği geçici olarak Rusya’yı
zor durumdan kurtarabilir; Çin de yılan hikâyesine
dönüşmüş enerji boru hattı anlaşmasının hayata
geçmesi için fırsat yakalayabilir. Ayrıca, kıtalararası
füze teknolojisi ve ileri teknoloji savaş uçaklarının
motor teknolojisinin intikalini de sağlayabilir. Neticede, 1989 yılında Çin’e uygulanan ambargo G-7
üyelerinden Japonya ve Fransa tarafından delinmişti.
Rusya’ya Karşı Yaptırım
Rusya’ya, Ukrayna ise Avrupa’ya bağlanma durumuyla karşı karşıya kalmıştır. ABD başta olmak
üzere, Avrupa ülkeleri, Japonya ve Güney Kore de
Rusya’nın Kırım’ı kendi toprağına katmasını kabul
etmemiş, Moskova’ya yaptırım uygulaması konusunda hem fikir olmuşlardır. Söz konusu ülkeler
siyasî, ekonomik ve savunma alanlarında kademeli
olarak yaptırımı arttırmaya çalışmaktadırlar. Rus silah şirketlerinin de yaptırıma dâhil edilmesi de düşünülmektedir. ABD ve AB tarafından Rusya’nın
önde gelen işadamları ve siyasetçilerine karşı alınan
ekonomik yaptırımlar şimdilik etkisini göstermeye
başlamıştır. Yaptırım kuralları çerçevesinde Amerika merkezli Visa ve Master Card, Moskova’daki
bankalarla ticari işlemleri bloke ederken, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Fitch ve
Standard&Poors da Rus ekonomisinin notunu eksiye düşürmüştür. Kırım’daki gelişmeler ve bu doğrultuda Batılı ülkelerle yaşanan gerginlik nedeniyle
bir aydır düşüşte olan Rus borsası şu ana kadar
yüzde 10 değer kaybetmiştir.
Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesine karşı Ukrayna, Avrupa Birliği’yle daha yakın siyasî işbirliğini öngören
bir anlaşmanın yapılacağı sinyalini vermiş; Kırım
Fakat bu yaptırımlardan sonuç alınabilir mi? Bugüne kadar Avrasya kıtasının büyük bir kısmına ve
zengin enerjiye sahip olan, hâlâ nükleer silahları ile
me de aykırıdır.” SSCB’nin dağılmasının 20. yüzyılın
en büyük jeopolitik felaketi olduğu yönündeki görüşlere katılmadığını da belirten Başkan Medvedev,
“Ben böyle düşünmüyorum. Olay gerçekten de
dramatik. Gelişmeleri çok iyi hatırlıyorum. Çünkü
26 yaşındaydım... Her şeyi hatırlıyorum. Ama dağılmayı en büyük jeopolitik felaket olarak adlandıramam. Çünkü İkinci Dünya Savaşı yaşanmıştı, bu
savaşta 30 milyon insanımız öldü. Korkunç bir iç
savaş yaşandı, burada da milyonlarca insanımız
hayatını kaybetti. SSCB’nin dağılması ise fiiliyatta
kansız gerçekleşti. Bu o kadar da büyük felaket
değil” diye konuşmuştu. Her şeye rağmen Başkan
Putin’in Büyük Rusya projesi birçok Rus tarafından
benimsenmiştir. Sadece Putin’in kudretli bir Rusya yaratabileceğine inanan bir kısım Rus, Putin’e
kurtarıcı gözüyle bakmakta ve Rusya’nın parlak
geleceğini Putin’in sürdürmekte olduğu politikasına
bağlamaktadır.
54
NİSAN 2014
Rusya’nın yegâne yurtdışı donanma üssü olan
Tartus’un stratejik konumu daha da önem kazanacaktır. Bu durumda Suriye sorunu da sürüncemede kalmaya devam edecek, Esad yönetimi, sözüm
ona meşruiyetini kazanacak ve yasal olmayan yönetimini sürdürebilecektir. Son dönemde gündeme
gelen İran sorununun çözümü ve ABD’nin İran ile
geliştirdiği ilişkiler de Rusya ile ABD ve Avrupa ülkeleri arasında yaşanan gerginliklerden olumsuz etkilenebilir. ABD-Rusya arasında sürmekte olan füze
savunma sistemleri görüşmeleri de geçici olarak
askıya alınabilir.
Rusya’ya karşı yaptırımlar yetersiz kaldığında, Moskova, Kırım’ı sonsuza dek Rusya toprağına katmış
olacaktır. Böylece Putin, Avrasya Birliği Projesini
hayata geçirebilmenin stratejik ortamını hazırlanmış olacaktır. Ayrıca, devam etmekte olan Gümrük
Birliği (Ortak Ekonomik Alan) çalışmaları da eski
Sovyetler Birliği ülkelerinin iştirakiyle Rusya’nın tekrar süper güç haline gelmesini sağlayabilir. Rusya,
2008 yılında yaşanmaya başlanan küresel ekonomik krizden, diğer G-7 ülkelerine göre daha az
etkilenmiş gözükmektedir. Başkan Putin, Çin ile
geliştirdiği stratejik işbirliği ve ortaklık ilişkileriyle,
arka bahçesini sağlamlaştırmış ve yaptırıma karşı
stratejik avantaj sağlamış durumdadır. Bu durumda
Rusya-Türkiye arasında Boğazlardan dolayı sorunlar yaşanabilir. Rusya’nın bu güçlü çıkışı, ABD ile
AB ülkelerini siyaset, savunma (NATO) ve ekonomi
alanlarında daha da yakınlaştırabilir.
Başkan Putn, Çn le gelştrdğ
stratejk şbrlğ ve ortaklık
lşkleryle, arka bahçesn
sağlamlaştırmış ve yaptırıma
karşı stratejk avantaj sağlamış
durumdadır. Bu durumda
Rusya-Türkye arasında
Boğazlardan dolayı sorunlar
yaşanablr. Rusya’nın bu güçlü
çıkışı, ABD le AB ülkelern syaset,
savunma (NATO) ve ekonom
alanlarında daha da yakınlaştırablr.
Rusya’ya karşı yaptırımlar etkili olur ve Rusya
Kırım’dan vazgeçerse, Başkan Putin’in itibarı önemli
bir yara alır ve Büyük Rusya rüyası da zor duruma
düşer. Bu çeşit bir uzlaşma, Rusya’nın yükselişinden endişe duyan ülkeleri nispeten rahatlatabilir.
Ancak, Kırım’ın Rusya açısından stratejik öneme
sahip olması Rusya-Ukrayna sorunlarını bitirmeyebilir. Mevcut uluslararası siyasal ve ekonomik sistem bir süre daha devam edebilir. Başkan Putin
yaptırımlara karşı direnmekle bir çeşit güç dengesi
oluşturmuş gözükse de 21. yüzyıla has bir Soğuk
Savaş yaşanabilir.
Başkan Putin bu üç alternatiften birini tercih edebilir. Ancak, üç alternatifin karışımı olan farklı bir politika izleyerek yaptırımları etkisiz haline getirmeye
çalışacağı da gözden uzak tutulmamalıdır.
NİSAN 2014
55
DIŞ POLİTİKA
Referandumda halktan şu k seçenekten brn şaretlemes stend; ‘’Kırım’ın Rusya Federasyonu’na
bağlanmasını styor musunuz?’’ ve “1992 Kırım Anayasası’nın yenden yürürlüğe grmesn
ve Kırım’ın, Ukrayna’nın parçası olma statüsünü desteklyor musunuz?’’. Kayıtlı seçmenlern
% 82’snn oy kullandığı referandumdan Moskova zafer çıktı. Katılımcıların neredeyse tamamı
Rusya’ya bağlanma kararı seçeneğn şaretled. Tatarlar referandumu boykot kararı almıştı.
mayı reddeden cumhurbaşkanı Yanukoviç olayların
fitilini ateşlemiş oldu. Göstericiler parlamentoyu ele
geçirdiler. Meclis, cumhurbaşkanını görevden aldığını açıkladı. Yanukoviç’in yerine geçici olarak Olexander Turchynov getirilirken başbakanlık koltuğuna geçici olarak muhalefet lideri Arseny Yatenyuk
atandı. Yanukoviç ise söz konusu durumu kabul etmediğini açıkladı. Kendisinin hâlâ Ukrayna’nın cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatan Yanukoviç, güvenliği sağlandığı takdirde Kiev’e döneceğini bildirdi.
İşgalle Alakalı Tarafların Hukuki Argümanları
Uluslararası Hukuk Açısından
Kırım Referandumu ve
Gelişen Süreç
Dr. Selman ÖĞÜT
Akademisyen
K
ırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu, 16
Mart 2014’te düzenlenen referandumun
ardından “Bağımsız Kırım Cumhuriyeti”ni
resmen ilan etti. Referandum sonuçlarına göre,
referanduma katılanların % 93 gibi ezici çoğunluğa sahip kısmı Kırım’ın Rusya’ya bağlanması için
oy kullandı. Batı Dünyası ise referanduma tepkili...
Gerek Avrupa Birliği’nden gerek ABD’den referandumun uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirten
ağır eleştiriler geldi. Rusya ise Kırım’ın referandum
ile almış olduğu bağımsızlık kararını tanıdığını ilan
etti. Aynı zamanda Kırım hiç vakit kaybetmeden
56
NİSAN 2014
Rusya’ya bağlanmak için resmi başvurusunu da
yaptı. Olay, Soğuk Savaş döneminden sonra, Batı
ve Rusya arasındaki en derin kriz olarak nitelendiriliyor. Uluslararası hukuk açısından durum nedir?
Kırım’da düzenlenen referandum hukuki mesnetten
yoksun mudur? Rusya’nın ve Batı’nın karşılıklı tezleri nasıl değerlendirilmelidir?
Olayların Kısa Özeti
Her şey geçen yılın sonlarına doğru Ukrayna’da
patlak veren olaylarla başladı. Avrupa Birliği ile yapılması planlanan ticari ortaklık antlaşmasını imzala-
27 Şubat günü Rus askerleri, uluslararası camianın
gözü önünde Kırım’ın kontrolünü ele geçirdi. Başkent Akmescit’teki parlamento, başbakanlık binası,
havaalanı ve devlet televizyonu binası Rus askerleri tarafından kontrol altına alındı. Bunların yanında
Ukrayna’ya ait Deniz Kuvvetleri ile Emniyet Müdürlüğü binalarının çevresi de Rus askerlerince kuşatıldı. Uluslararası uçuşların yapıldığı Simeferol havaalanı da aynı kaderi paylaştı. Bütün bu olup bitenin
ardından, Rusya’nın kendini haklı göstermek için
serdettiği argümanlar uluslararası camia tarafından
tartışılmaya başlandı. Pek tabii ki Batı grubunun da
Rusya’nın tam zıddı argümanlar ortaya koyması gecikmedi.
Rusya’nın mevcut işgalle alakalı tezlerini ve bu tezlere karşı sürülen anti-tezleri şu şekilde özetleyebiliriz: Rusya, devlet başkanının Ukrayna Anayasası’na
aykırı bir şekilde görevden alındığını belirtirken,
Ukrayna Anayasası’nın 111. maddesine dayanıyor. Maddeye göre devlet başkanının hakkındaki
suçlamalar nedeniyle görevden alınabilmesi için
parlamentonun dörtte üçünün olumlu oyu gerekli.
Ancak Yanukoviç için bu çoğunluk sağlanamadı.
Bu şekilde Yanukoviç’i azleden ve yeni bir hükümet kurduran irade Rusya’ya göre meşru bir irade
değil; mevcut Ukrayna hükümeti ise bir darbe hükümeti. Batı grubu ise tam zıddı bir görüş ortaya
atıyor. Yanukoviç’in görevi bırakarak kaçmasının
meşruiyetini kaybetmesine sebebiyet verdiği iddia
ediyorlar.
Yanukoviç’in ve Kırım Özerk Bölgesi Başbakanı
Sergey Aksiyonov’un, Rusya’yı, Kırım bölgesinde
güvenliği sağlamak üzere davet etmiş olmalarını
mevcut müdahale için haklı sebep olarak gösteren
Rusya’ya, Batı Dünyası yine yukarıdakine benzer
bir argümanla karşı çıkıyor. Batılılara göre, meşru
olmayan bir hükümetin Rusya’yı davet etmesi de
mümkün değildir. Bu noktada Rusya’nın uluslararası hukuk açısından kuvvet kullanmanın istisnalarına değindiğini müşahede ediyoruz. Aynı şekilde,
Ukrayna’daki milliyetçi politikaların, Rus azınlığın
haklarını tehdit ettiği yönündeki tezi ile Rusya, yine
kuvvet kullanmanın istisnalarına sığınıyor. Çünkü kişilerin hayati tehlike altında olması halinde kuvvet
kullanmayı meşru kılan insani müdahale durumu
kuvvet kullanma yasağının istisnalarındandır.
Tabii ki burada Batı grubunun, Rusya’nın, başta
BM Antlaşması olmak üzere, uyması gereken birçok antlaşmaya uymadığına değindiğini belirtmemiz gerekir. BM Antlaşması’nın kuvvet kullanma
tehdidini ve kuvvet kullanma fiilini yasaklayan 2.
Maddesinin, Rusya tarafından ihlal edildiği söyleniyor. 1994 yılında imzalanan Budapeşte Mutabakatı
da Batı grubunun altını çizdiği diğer bir sözleşme.
ABD, İngiltere, Rusya ve Ukrayna arasında imzalanan mutabakata göre Ukrayna, sınırlarının tanınması karşılığında nükleer silahları elinden çıkarmıştı.
Mutabakata göre Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve
siyasi bağımsızlığı koruma altına alınmıştı. Rusya,
ABD ve İngiltere ile birlikte mutabakatın garantör
ülkelerinden. Söz konusu garantörlükten kaynaklanan yükümlülükler ihlal mi edildi sorusu ister istemez
akıllara düşüyor. Bununla birlikte mutabakatı resmi
bir antlaşma olarak görmeyen ABD Senatosu’nun
bu tavrının mutabakatın göz ardı edilmesine yol açtığı yönünde argümanlar da mevcut.
NİSAN 2014
57
dır. Bu konu, aynı zamanda, uluslararası hukukta
egemen eşit olarak adlandırılan devletlerin iç işlerine müdahale edilmemesi gerekliliğinden doğan bir
haktır. Dış self determinasyon ise halkın istediği bir
devlete bağlanma ya da bağımsız bir devlet kurma
hakkını belirtmek için kullanılır. Söz konusu Kırım
referandumunu destekleyen Rus bloğu tarafından
iddia edilen self determinasyon hakkı budur. Yani
Kırım halkının tamamen kendi iradesine dayanarak
bağımsızlığını ilan etmesi ve ardından da Rusya’ya
katılması.
Self Determinasyon Hakkının Sınırları:
Kırım Örneği
Referandum Nasıl Değerlendirilmeli?
Rus ve Kırım tarafının desteklediği iddia; selfdeterminasyon hakkının (halkların kendi geleceklerini bağımsız şekilde belirleme hakkı) bir gereği
olarak referandumun yapıldığıdır. 13 Mart’ta yani
referandumdan birkaç gün önce ABD, BM Güvenlik Konseyi’ne taslak bir karar metni sundu. Taslağa
göre self-determinasyon hakkı ile bağdaştırılmaya
çalışılan Kırım referandumunun hiçbir geçerliliği yok.
Aynı gün Avrupa Parlamentosu’nun da Ukrayna’nın
işgalini konu eden bir karar aldığını ve Kırım’daki
yeni durumu gayri meşru olarak nitelendirdiğini de
hatırlatmamız gerekir.
Self determinasyon hakkı, BM Kişisel ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel Haklar Sözleşmesinde yer almıştır. Her iki
sözleşmenin de ilk maddesi self determinasyon
hakkından söz etmektedir. Halkların kendi geleceklerini tayin etmeleri kavramı, içi tam olarak doldurulamamış ve siyasi yönü ağır basan bir kavram
olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şeyden önce self
determinasyon hakkının temel unsurunu oluşturan
halk kavramının uluslararası hukuk açısından tam
anlamı ile bir tanımının yapıldığını söyleyebilmemiz
58
NİSAN 2014
mümkün değildir. Bununla birlikte, etnik grup kavramı üzerinden tartışmanın sürdürülebilmesi söz
konusu olabilir.
Adalet Divanı’nın 1930 yılında yapmış olduğu etnik
grup kavramı ile ilgili sınırlama, self-determinasyon
kavramı ile rabıta kurulması açısından önemlidir.
Söz konusu tanıma göre etnik grup ile kastedilen
mefhum; belirli ve sınırlanabilen bir toprakta yaşayan, kendine has ırk, dil, din veya kültürel özellikleri olan ve kendine ait bu özellikleri koruma iradesi
gösteren insan topluluğudur. Bu açıdan bakıldığı
zaman bazı uluslararası hukuk yazarlarına göre self
determinasyon kavramının konusu olan halktan anlaşılması gereken, ayrı bir toprakta yerleşik olarak
yaşamakla beraber etnik ve kültürel özelliği ile ayırt
edilebilen insan topluluğudur.
Halk kavramı ile ilgili tartışmayı bir kenara bırakacak olursak, self determinasyon hakkının ne gibi
durumlarda kullanılmaya elverişli olduğunu belirlememiz gerekir. Uluslararası hukuk açısından self
determinasyon hakkı iç self determinasyon ve dış
self determinasyon olarak ikiye ayrılmaktadır. Halkın istediği türde yönetim biçimi belirleme hakkı iç
self determinasyon hakkı olarak tanımlanmakta-
2 milyonluk bir nüfusa sahip olan Kırım halkının %
58’ini Ruslar, % 25’ini Ukraynalılar, % 13’ünü Kırım
Tatarları ve geri kalanını da diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. 1 milyon 300 bin kişi de seçmen olarak
kayıtlı görülüyor. Referandumda halktan şu iki seçenekten birini işaretlemesi istendi; “Kırım’ın Rusya
Federasyonu’na bağlanmasını istiyor musunuz?”
ve “1992 Kırım Anayasası’nın yeniden yürürlüğe girmesini ve Kırım’ın, Ukrayna’nın parçası olma statüsünü destekliyor musunuz?”. Kayıtlı seçmenlerin %
82’sinin oy kullandığı referandumdan Moskova zaferi çıktı. Katılımcıların neredeyse tamamı Rusya’ya
bağlanma kararı seçeneğini işaretledi. Tatarlar referandumu boykot kararı almıştı.
Yukarıdaki tüm bu bilgiler ışığında self determinasyon hakkının Kırım açısından ne şekilde kullanıldığının analizini şöyle yapabiliriz: Uluslararası hukukun
kaynaklarını oluşturan çeşitli belgelerde belirtildiği
üzere hak eşitliğine saygı gösteren devletler açısından self determinasyon hakkının kullanılmasına sıcak bakılmamaktadır. Mesela, BM Genel Kurulu’nun
1970 tarihli ve 2625-XXV sayılı Devletlerarasında
Dostça İlişkiler İşbirliği Deklarasyonu ve 1992 tarihli
Azınlıklara İlişkin Bildiri, ülke bütünlüğünün korunmasını da hedefleyen bazı sınırlar ortaya koymuştur. Azınlıklara ilişkin BM Bildirisi’nin 8. maddesinin
4. Fıkrası, bildirideki hiçbir hükmün BM amaç ve ilkelerine, özellikle egemen eşitlik, ülke bütünlüğü ve
devletin siyasi bağımsızlığına ters düşecek herhangi
bir harekete izin verdiği anlamına gelmediğini belirterek, söz konusu sınırı belirli bir ölçüde ortaya koymuştur. Zaten uluslararası hukuk doktrinine hâkim
olan anlayışa baktığımız zaman sınırları çizilmemiş
genel bir ayrılma hakkının direk reddedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla birlikte devlet içinde ağır
ayrımcılığın, ağır hak ihlallerinin veya halkın varlığını
tehdit eden durumların mevcudiyeti, self determinasyon hakkına başvurmayı meşrulaştıran durumlar olarak kabul edilmektedir.
Kırım’daki halklarla alakalı olarak dış self determinasyon hakkına başvurmalarını gerektirecek şekilde ağır insan hakları ihlallerinin olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ayrılma hakkı ise Ukrayna
Anayasası’na uygun şekilde kullanılması gereken
bir hak olarak karşımıza çıkıyor. Batı Dünyasının
ayrılma hakkı ile ilgili argümanı kuvvetli. Batılılar,
Ukrayna Anayasasının hükümleri çiğnenerek ayrılma hakkının kullanılmasının hukuka aykırı olduğunu
öne sürüyorlar.
Rusya’nın özellikle öne çıkarmaya çalıştığı ve temel
dayanak noktası olarak kullandığı olay, Kosova’nın
bağımsızlığını ilan ediş biçimidir. 17 Şubat 2008 tarihinde Kosova’nın tek taraflı olarak bağımsızlığını
ilan etmiş olması uluslararası camianın genelinde
kabul görmüştü. Sırbistan’nın rızasını aramayarak
bağımsızlığını ilan etmiş olan Kosova ile Kırım arasında bir bağlantı kurulmak isteniyor.
Sonuç
Uluslararası camia self determinasyon ve ayrılma
hakkı bakımından ilk defa Kırım konusunda bölünmedi. Güney Osetya’nın ve Abhazya’nın bağımsızlığı noktasında Batı Tarafı Gürcistan’ın toprak
bütünlüğünü savunmuş, Rusya yönetimi ise self
determinasyona sarılarak bu iki ülkeyi tanımıştı. Kosova konusunda ise bu sefer Rusya, Sırbistan’ın
toprak bütünlüğünü savunurken, Batı Dünyası self
determinasyon savı ile bağımsızlığı desteklemişti.
Kırım konusunda roller tekrar değişti. Şimdi Rusya
cengâver bir şekilde halkların kendi kaderlerini tayin
hakkını savunurken, Batı’nın toprak bütünlüğü ilkesini hatırlayası tuttu. Kısacası bu “al takke ver külah”
oyunu son sürat devam ediyor.
Tabii ki bu ve benzeri olayların hepsi için ortaya atılmış hukuki dayanaklar mevcut. Ancak uluslararası
hukukun kavramlarının sulandırıldığı eleştirisi de
dikkate şayan bir husus olarak karşımıza çıkıyor.
Hâl böyle olunca da “bütün devletler eşittir, ancak
bazı devletler daha eşittir” düsturu popülerliğini
kaybetmiyor. Maalesef uzun süre de kaybetmeyeceğe benziyor. Çünkü güçlü devletler uluslararası
hukuk kavramları ile oyun hamuru gibi oymaya devam ediyorlar.
NİSAN 2014
59
DIŞ POLİTİKA
Vügar İMANBEYLİ
Akademisyen
Ukrayna-Kırım Krizinin
YEREL, BÖLGESEL ve
KÜRESEL BOYUTLARI
U
krayna’da Kasım 2013’ten beri cereyan eden
ve dünya gündeminin merkezine oturan gelişmeleri yerel, bölgesel ve küresel düzlem
olmak üzere üç boyutta ele almak mümkündür.
Her ne kadar pek çok analizde gelişmeler daha
ziyade küresel düzlemde (Batı-Rusya çekişmesi)
incelense de, burada yerel ve bölgesel faktörlerin
rolü göz ardı edilemez. Bilindiği üzere, bir süreden
beridir Ukrayna’nın AB ile yürüttüğü ortaklık anlaşması müzakereleri, politik baskı ve ekonomik sıkıntı içinde yaşayan halka bir umut kaynağı olmuştu.
Çünkü ülkedeki yozlaşmış sistemin AB sayesinde
reforme edileceği ve müreffeh bir topluma doğru
gelişme kaydedileceği görüşü hakimdi. Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in Kasım 2013’te müzakerelerden son anda çekilmesi bu umutları söndürmüştü. Akabinde protestoların şiddetle bastırılması
ve aralık ayında Rusya ile 15 milyar dolarlık kredi
için el sıkışılması muhalif duyguları iyice alevlendirmiştir. Neticede, gerilimli ve kanlı bir mücadele ile
geçen sürecin sonunda Yanukoviç ülkede kontrolü
ve meşruiyetini kaybederek Rusya’ya kaçmıştır. O
andan sonra Ukrayna’daki politik istikrarsızlığı fırsat
bilen Rusya liderliğinin neo-emperyal saiklerle hareket ederek Kırım yarımadasına askeri çıkarma yaptığı ve bu bölgeyi bir emrivaki ile kendisine bağladığı
görülmektedir. Rusya’nın Kiev’deki iç-siyasal krize
verdiği tepki, sorunu bölgesel ve küresel bir krize
dönüştürmüştür. Bu yazıda söz konusu gelişmelerin üç boyutuna değinilecek ve bu üç boyutta ortaya çıkacak muhtemel gelişmelere yer verilecektir.
60
NİSAN 2014
Yerel Düzlem:
İstikrarsız
Siyasal
Sistem
Kiev’deki krizin, kabaca üç etkenden kaynaklandığı söylenebilir: Ülkedeki
siyasal sistemin kırılganlığı, bu
kırılganlığı ekonomik açıdan besleyen oligark yapılanması ve ayrıca halkın sosyopolitik talepleri. Bu bağlamda,
ülkedeki ayrışmanın kimlik (Rusya yanlısıBatı yanlısı) üzerinden değil, daha ziyade siyasi
ve ekonomi-politik bir zeminde meydana geldiğini
ileri sürmek mümkündür. Zira genelde post-Sovyet
coğrafyadaki, özelde ise Ukrayna’daki politik yelpazeyi ve yönetimleri Batı veya Rusya yanlıları şeklinde kategorik bir ayrıma tabii tutmanın bölgedeki
gelişmeleri anlamak için pek yardımcı olmadığı söylenebilir. Bölgedeki yönetimlerin Batı ve Rusya arasında bir denge politikası yürüttüklerini ve genellikle
pragmatik davrandıklarını, ayrıca bölgede iç içe geçen aidiyetlerin olduğunu ifade etmek mümkündür.
Öncelikle, Sovyetlerin çöküşünden sonra bağımsız bir devlet olarak sahneye çıkan Ukrayna’daki
siyasal sistemin temel özelliği, son derece kırılgan
bir yapıda olması idi. Bu kırılganlık, siyasetin konsolide olmasını engelleyerek istikrarlı bir iç-düzenin
oluşmasına imkan vermemiştir. 1991’den beri sol,
liberal merkezci ve milliyetçi-muhafazakâr sağ ce-
nahtan oluşan siyasi güçlerin hiçbiri, ülkenin siyasi
hayatına tam olarak hâkim olamamıştır. Son 24 senede yapılan 7 genel seçimde parlamentoda hiçbir
parti, hükümeti kurmak için yeterli çoğunluğu sağlayamamış ve devamlı koalisyon hükümetleri kurulmuştur. Hele istikrarsızlığa çarpıcı bir örnek, bağımsızlığın ilk 16 yılında işbaşına gelen 15 hükümetin
her birinin ortalama ömrünün bir yıl olması idi. Böyle
bir ortamda seçim sisteminin birkaç kez değiştirilmesi de siyasi yelpazedeki “dağınıklığı” gidermeye
yetmemiş ve parlamentonun sağlıklı çalışması engellenmiştir. Ayrıca, 1994-2010 arasında yapılan
4 cumhurbaşkanlığı seçiminde de hiçbir aday, ilk
turda oyların % 50’sini alamamış ve her defasında
2. tur seçimler yapılmıştır. Bunun yanında, cumhurbaşkanı ile parlamento arasında da sürekli bir yetki
tartışması yaşanmıştır. Siyasi güç merkezinin göreceli olarak 2004 yılında parlamentoya, 2010’da ise
tekrar cumhurbaşkanına doğru evrilmesi, hassas
dengelerin kırılganlığını daha da derinleştirmiştir.
Siyasal sistemin kırılganlığını, piyasa ekonomisine geçişte yapılan özelleştirmelerle ortaya çıkan
zengin iş adamları oligarkların oluşturduğu düzen
de beslemiştir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren
Dnepropetrovsk, Donetsk ve Kiev gibi şehirlerde
kümelenen oligarklar, maddi güçleri ile siyasetçileri
ve partileri desteklemekte, kendi partilerini kurdurup siyasetin içinde yer almakta ve devletteki en üst
düzey görevlerde bulunmaktadırlar. Hatta azledilen
cumhurbaşkanı Yanukoviç’in de bir oligark olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu oligark yapılanması,
yolsuzluklara kapı açmakta ve siyasetin işleyişini
tıkamakta, çünkü onlar kontrol ettikleri siyasi ve
maddi güçleri ile siyasi gücün konsolide olmasının
önünü kesmektedirler. Görünen o ki, oligarklar,
güçlü bir siyasi iktidar merkezinin oluşmasını arzu
NİSAN 2014
61
etmemekteler; zira böyle bir iktidar, onların şirketlerini tasfiye edebilir ve servetlerine el koyabilir. Zaten
bu tedirginlik onları 2004’te “Turuncu Devrim”i desteklemeye itmiştir. Çünkü o esnada V. Yanukoviç’in
diğer oligarkları tasfiye etme ihtimali vardı. O sırada
seçimleri kazanan “Turuncu lider” V. Yuşenko’nun,
daha yemin etmeden yetkileri parlamento tarafından kısıtlanmıştı. 2010’da bu sefer cumhurbaşkanlığına seçilen Yanukoviç’in tekrar eski yetkilerini
geri alması suretiyle siyasi gücü konsolide etmeye
çalışması, bu gücünü kullanarak kendi ailesinin iş
bağlantılarını genişletmesi ve güçlü bir oligarka dönüşmesi, diğer oligarkları tedirgin etmiş ve onları
son iki senede Yanukoviç’e karşı ittifaka zorlanmıştır. Hem Batı, hem de Rusya ile iş bağlantıları olan
oligarkların endişesi, Batı ve Rusya yanlılığı değil,
daha ziyade kendi siyasi-ekonomik düzenlerinin
sürdürülmesidir.
Bu siyasi gelgitler içinde halkın sosyo-politik ihtiyaç
ve taleplerinin göz ardı edilmesi, işbaşına gelen yönetimler ile halk arasında gerilimi tırmandırmış, onların meşruiyetini aşındırmıştır. Şubat 2010-Şubat
2014 arasında Yanukoviç yönetiminde siyasal ve
ekonomik baskıların artması halkın büyük çoğunluğu ile siyasi muhalefetin konsolide olmasına yol
açmıştır. AB ile yürütülen ortaklık müzakerelerinin
sona erdirilmesi, AB sayesinde yozlaşmış politik ve
ekonomik yapıdan daha istikrarlı ve demokratik bir
rejime geçilmesi umutlarını da suya düşürmüştür.
Zira Putin rejiminin hâkim olduğu Rusya ile anlaşmaya varılması, ülkede yozlaşmış siyasi ve ekonomik
düzenin devam etmesi anlamına geliyordu. Çünkü
Moskova için söz konusu düzen daha elverişli idi.
İşte bu dönüm noktasıyla birlikte gelen protestolar,
62
NİSAN 2014
iktidarın el değiştirmesine yol açmıştır. İktidarın değişmesi akabinde Rusya’nın Kırım’ı işgali, iç siyasi
krizi bölgesel ve küresel krize dönüştürmüştür.
Bölgesel Düzlem: Rusya ile Gerilimli İlişkiler
1991’den sonra Ukrayna dış politikasında bağımsız bir aktör olmaya meyletmiş ve uzun dönemde
Avrupa kurumlarına entegrasyonu, dış politikasının
başköşesine oturtmuştur. Hatta Bağımsız Devletler
Topluluğu’nun kurucusu olsa da, ana anlaşmayı
imzalamamış, bir nevi Rusya’ya mesafeli durmuştur. 1997 yılında GUAM’ın kurucusu olmuştur. Bununla beraber, Kiev, Moskova ile de işbirliğini ihmal
etmemiştir. Zira Ukrayna dış ticaretinin yaklaşık %
35’lik kısmı Rusya ve “yakın çevre”deki devletlerle yapıla gelmiştir. Yine de 1990’lı yıllarda Kiev ile
Moskova arasındaki ilişkilerin pek çok gerilim alanı
içerdiğini de not etmek gerekir. Sovyetlerin çöküşünden sonra Karadeniz donanmasının paylaşılması ve Rusya’ya bırakılan kısmın Sevastopol’de
konuşlanması, uzun bir görüşme trafiği sonunda
1997’de çözülebilmiştir. Yine Kırım yarımadasında Rusya’ya birleşmek isteyen ayrılıkçı güçlerin de
alttan alta Moskova tarafından desteklenmesi de
başka bir sorun kaynağı idi. Ama o yıllarda Moskova bu konuda kendisini ileri hamle yapacak güçte
bulamamıştı. İki ülke sınırlarının tam olarak tespit
edilememesi, doğal gaz ödemelerinde sorunlar ve
gümrüklerin zaman zaman kapanması, yaşanan
gerilimlere başka örneklerdir.
2000’li yıllarda Moskova’nın bölgesel entegrasyon
projelerinde umduğunu bulamaması, Kremlin’deki yöneticilerin sinirlerini iyice germiştir. Bu noktada “yakın çevre”de en büyük ekonomiye sahip
Ukrayna’nın ikna edilememesi, gerilimi artırmıştır.
2005-2009 arasında “Turuncu liderlik” ile yaşanan
“gaz savaşları” da ilişkileri epey zora sokmuştur.
Rusya yanlısı olarak bilinen Yanukoviç’in (20102013) denge politikası yürütmeye çalışması, Moskova-Kiev ilişkilerinde gerilimi düşürmemiştir. Bu
dönemde Rusya gümrük kapılarını pek çok kez
Ukrayna’ya kapatmış ve böylece uyarı mesajları
göndermiştir. Her ne kadar 1994’te Moskova, elindeki nükleer silahlarını kendisine bırakması şartıyla
Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü garanti etse de,
öyle anlaşılıyor ki, Rus yöneticilerin zihninde bağımsız bir Ukrayna fikri hiçbir zaman kabul görmemiştir.
Putin’in 18 Mart’ta Kırım yarımadasının Rusya’ya
ilhakının deklare edildiği törendeki konuşması,
neo-emperyal milliyetçi zihniyetin kodlarını açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Son yıllarda Putin ve
çevresinde kümelenen kişilerce de savunulan bu
zihniyet, Rusya’nın özellikle Rus etnik grupların yaşadığı “yakın çevre”sindeki ülkelerde söz hakkına
sahip olduğu fikrini telkin etmektedir.
Küresel Düzlemde Çatışan Menfaatler
1990’lı ve 2000’li yıllarda AB ile NATO’nun doğuya doğru Rusya sınırlarına genişleyerek yeni üyeler edinmesi, AB’nin Doğu Ortaklığı programı vs.
Moskova tarafından endişe ile karşılanmıştır. Rusya, “yakın çevre”sindeki ülkelerde baş gösteren
küçük bir değişikliği bile Batı’nın kendisine karşı
hamleleri olarak algılamaktadır. Örneğin, Moskova,
2004’teki “Turuncu Devrim”i iç dinamiklerin değil,
Batının yürüttüğü bir süreç olarak görmüştür
veya görmek istemiştir. Neo-emperyal zihniyete gittikçe sıkı sıkı sarılan Rusya liderliği,
bölge ülkelerinin Batı ile işbirliği geliştirilmesini ve kendisini bypass eden projeleri gücü
yettikçe engellemektedir. 2000’li yıllarda görünürde Rusya’yı hiç ilgilendirmemesi gereken Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına
veya NABUCCO doğal gaz projesine karşı
Moskova’nın her düzlemde karşı çıkması, bu
engellemelere sadece birkaç örnektir. Dolayısıyla, bu hususlar Rusya’nın bölgenin değil,
sadece kendi menfaatleri açısından hareket
ettiğini göstermekte idi.
görmüştür. Bu nedenle, önce Kırım yarımadasının
askeri kontrolünü sağlamış, ondan sonra yerel parlamentoda istediği yönde kararları aldırmıştır. Diğer
bir ifadeyle, iç siyasi krizden faydalanan Rusya,
hem ikili, hem de uluslararası anlaşmaları yok sayarak Ukrayna’yı parçalamıştır. Burada Putin’in kişisel rolünün de önemli olduğu söylenebilir. Şöyle ki,
2004 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Yanukoviç’in
2. turda seçildiği ilan edilir edilmez, Putin hemen
Kiev’i ziyaret ederek tebriklerini yüz yüze iletmiştir.
Fakat akabinde gelen sivil protestoların sonucunda
seçimler geçersiz sayılmış ve 3. turda Yanukoviç
kaybetmiştir. Yine Şubat 2014’te Yanukoviç’in protestolar sonucunda meşruiyetini kaybederek ülkeden kaçması, Batının oyunları olarak telakki edilmiş
ve Putin bunu ikinci kere kişisel bir aşağılanma şeklinde görerek böylesi “irrasyonel” bir tepki vermiştir.
Elbette ki, burada Ukrayna’nın geleceğinin hangi
yönde olacağı ve hangi bölgeye entegre edileceği
sorusu da önemli idi.
Ukrayna Krizinin Muhtemel Sonuçları
Ukrayna krizinin her alanda Rusya açısından
olumsuz sonuçlar doğuracağı söylenebilir. Zira
Moskova’nın hamlesi hem yerel, hem bölgesel,
hem de küresel siyaseti âdeta altüst etmiştir. Yerel
bağlamda Kırım’ın işgali, Ukraynalıların millet olma
duygusunu artırmış ve onları daha fazla birleştirmiştir. 2 milyon nüfusa sahip Kırım’daki seçmenlerin oy kullanamaması, Ukrayna siyasetini mutlaka
etkileyecek ve bundan sonra Ukrayna kamuoyu
Bu minvalde, Rusya, Kiev’de ortaya çıkan
siyasi krizi iç dinamiklerin bir sonucu olarak değil, yine Batının bir ileri hamlesi olarak
NİSAN 2014
63
DIŞ POLİTİKA
Küresel düzlemde Rusya’nın, başta
ABD ve AB olmak üzere küresel
aktörlerce izole edilme ihtimali
bulunmaktadır. Bu, Moskova’nın
küresel prestijini aşındıracaktır.
Rusya’nın bir emrivaki ile Kırım’ı
işgal ederek kurucusu olduğu
BM sistemine meydan okuması,
uluslararası aktörlere Rusya ve
“yakın çevresi”nde şüphesiz yeni
manevra alanları açacaktır.
Rusya’dan daha fazla uzaklaşacaktır. Ukrayna siyasetindeki kırılganlık bu kriz akabinde AB’nin de
desteği ile giderilmeye çalışılacak, yozlaşmış siyasal ve ekonomik sistem daha hızlı dönüştürülmeye
başlanacaktır. Kırım’da Rusya işgaline karşı çıkan
Ukrainlerin ve Kırım Tatarlarının durumu endişe verici olmaya devam edecektir. Çarlık ve Sovyetler
tarafından sürekli göçlere maruz bırakılan Tatarların
yaşadığı acıların, şimdi Moskova tarafından teskin
edileceği pek inandırıcı gözükmüyor. Daha şimdiden bölgeye Kazaklar (Cossacs) sevk edilmekte
ve Tatarların bazı bölgelerden çıkarılacağı konuşulmaktadır.
Bölgesel bazda Rusya’nın “yakın çevre”si ile entegrasyon projeleri sekteye uğrayacak veya ötelenecektir. Zira Rusya’nın bu hamlesi, Rus etnik
azınlıkları da barındıran “yakın çevre” ülkelerini daha
fazla endişelendirecektir. Moskova ile muhtemel
bir ihtilaf halinde saldırıya maruz kalmayacaklarının
hiçbir garantisi yoktur. Rusya’nın Kırım’ı işgali, bölgesel güvenliği riske atmış ve tehditleri artırmıştır.
Bu bağlamda, “yakın çevre” devletlerinin Rusya’yı
dengelemek için Batılı ülkelere daha fazla meyledecekleri tahmin edilebilir. Rusya’nın iç politikasında
Kırım’ın işgali ile gittikçe yükselen Rus etnik milliyetçiliği söylemi, karar vericileri “rehin alma”sı bir yana,
gayri-Rus vatandaşları da tedirgin etmektedir. Aslında Kırım’ın işgali, Rusya’daki sistemik yolsuzlukların bir nevi üstünü örtmüş ve bozulan ekonomik
durumun tartışılmasını da ötelemiştir. Rus ekonomisinin Kırım’ı “hazmetmesi”nin getireceği maliyetlerin
ne kadar sürdürebileceği de tartışmalıdır. 2008’den
beri petrol fiyatlarının 100 doların üstünde seyret-
64
NİSAN 2014
mesine karşın Rus ekonomisinin büyüme oranı %
5.6’dan %1.2’ye düşmüştür. Bu düşüşün devam
edeceği tahmin edilmekte; zira sistemik yozlaşma, verimsizliğe, güvenilmez yatırım ortamına ve
sermaye kaçışına yol açmaktadır. 732 milyar dolar
dış borcu olan Rusya’nın, sübvansiyonlarla ayakta
duran (% 30 kendine yeten) Kırım’ın yerel ekonomisine sürekli finansal destek aktarması gerekecektir.
Rusya ile kara bağlantısı olmayan yarımadanın su,
elektrik ve doğalgazının Ukrayna’dan sağlanması
da ayrı bir maliyet demektir. Başta AB ve ABD olmak üzere uluslararası camia tarafından Rusya’ya
karşı ekonomik yaptırımların uygulanması, hammadde ihracatına bağımlı Rusya’nın durumunu zorlaştıracaktır.
Küresel düzlemde Rusya’nın, başta ABD ve AB olmak üzere küresel aktörlerce izole edilme ihtimali
bulunmaktadır. Bu, Moskova’nın küresel prestijini
aşındıracaktır. Rusya’nın bir emrivaki ile Kırım’ı işgal ederek kurucusu olduğu BM sistemine meydan
okuması, uluslararası aktörlere Rusya ve “yakın
çevresi”nde şüphesiz yeni manevra alanları açacaktır. Dahası, “Kırım cephesi”ni açan Rusya’nın Suriye
iç savaşındaki pozisyonu artık kabul görmeyecektir.
AB ve ABD başta olmak üzere uluslararası sistemin
hakim güçlerinin yaptırımları ciddi bir boyuta ulaşır
ise, Rusya’nın iç siyasetinde muhalefet konsolide
olabilir ve orta vadede muhtemelen yönetici elit
içinde de Putin’e karşı örgütlenmeler ortaya çıkabilir. Asıl kritik soru da, bu güçlerin Putin’in gitmesini isteyip istememeleri ve yükselen Çin karşısında
Rusya’nın zayıflatılıp zayıflatılmaması konusunda
nasıl bir karar verecekleridir.
AVRASYA’NIN
YENİ KRİZ
ALANI
KIRIM MESELESİ
ve TÜRKİYE
Sevinç ALKAN ÖZCAN
Dışişleri Bakanı TBMM Danışmanı
16
Mart günü Kırım’da yapılan referandumun ardından 18 Mart
günü Rusya Devlet Başkanı
Putin’in, Kırım’ın geleceği ile ilgili beklenen
konuşması geldi ve hemen akabinde de
Kırım’ın Rusya’ya bağlandığını kabul eden
anlaşma imzalandı. Putin’in, Kırım’ı Rusya
Federasyonu’na ilhakının Rusya açısından
“meşru” gerekçelerini içeren tarihi konuşması, Rusya vatandaşı Ruslar ve yakın çevredeki Rus azınlıklar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve onları gururlandırmış
olmalı… Ancak ne Kırım’da yapılan hukuksuz referandum ne Putin’in yaptığı uluslararası hukuka vurgu yapan konuşması ne de
ilhak kararı Rusya dışındaki hiçbir devlet tarafından desteklenmedi ve şu ana kadar da
bu kararı tanıdığını deklare eden hiçbir devlet de olmadı. Rusya’nın yaklaşımına göre
“Kırım’daki referandum ile Kosova’nın bağımsızlık kararı arasında ya da Ukrayna’nın
Sovyetler Birliği’nden ayrılması ile Kırım’ın
Ukrayna’dan ayrılması arasında uluslararası hukuka uygunluk açısından herhangi bir
fark yoktur. Kırım halkı kendi kaderini tayin
için referandum yolunu seçmiştir. Rusya kriz
sırasında milliyetçi Ukraynalıların tehdidi altında bulunan Rus soydaşlarını korumak ve
Kırım’da istikrarın sağlanması için zaten ora-
NİSAN 2014
65
olduğu sıklıkla söyleniyorsa da aslında ülke, tarihi
tecrübe, ekonomik yapı, etnik kompozisyon ve çevre ülkelerle ilişkiler açısından dört bölgeye ayrılabilir:
Uzak Doğu bölgesi ve Güney, Batı bölgesi, büyük
merkezi bölge ve Kırım.
da konuşlu bulunan Rus askerilerini harekete geçirmiştir.” Putin’in yalnızca yaptırım kararı alan AB
ülkeleri ve ABD’ye değil aynı zamanda tüm dünyaya
meydan okuyan konuşması, Avrasya coğrafyasında 2000’li yıllardan itibaren kurmaya çalıştığı Rusya
merkezli yeni düzen anlayışının tüm dünyaya deklare edilmesinden başka bir şey değildir. Rusya’nın
uluslararası hukukun temel meselelerinden biri
olan azınlık hakları konusunu kendi siyasi ve askeri
müdahaleleri için bahane haline getirdiğinin ilk örneği Kırım değildir ve son da olmayacaktır. Gerek
1990’lı yılların başlarında Baltık ülkeleri üzerinde uyguladığı baskılar, gerekse daha somut bir biçimde
Transdinyester ve Güney Osetya ve Abhazya sorunlarında takındığı tutum Kırım’ın ne ilk ne de son
olacağının açık göstergeleridir. Rusya için azınlık
hakları yakın çevresinde yaşayan soydaşlarının (25
milyon) haklarının korunması anlamına gelmektedir, bunun dışında da kendi içinde çözmesi gereken başka bir azınlık sorunu da bulunmamaktadır.
Hâlbuki Putin konuşmasında Kırım’ı etnik çeşitlilik
açısından Rusya’ya benzetmiş, Kırım içinde yaşayan tüm Rus, Ukraynalı ve Tatar unsurların haklarının korunacağı garantisini vermiştir. 18. yüzyıldan
itibaren pek çok sürgün ve sistematik katliama imza
atmış iki imparatorluğun mirasını büyük bir gururla
taşıdığını her fırsatta söyleyen ve Çarlık Rusya’sını
diriltme hayalleri kuran bir liderin bu konuda samimi
olmadığını başta Kırım’ın asli unsuru Kırım Tatarları
olmak üzere tüm Avrasya halkları bilmektedir. Ayrıca Rusya’nın insan hakları karnesini ortaya çıkarmak için çok fazla gerilere gitmeye de gerek yoktur,
Çeçenistan’da yürüttüğü savaş ve savaş sırasında
uyguladığı insan hakları ihlalleri hâlâ hafızalardadır.
Aslında Kırım Ukrayna’da 1990 ve 2000’li yıllar boyunca derinleşen etnik temelli bölgesel kutuplaşma
ve ayrışmanın bir parçasını oluşturmaktadır. Dinyeper nehrinin ikiye ayırdığı Doğu ve Batı bölgeleri arasında bölgesel, etnik, dini ve siyasi bir bölünmenin
66
NİSAN 2014
Donetsk ve Luhansk şehirlerinin bulunduğu uzak
doğu bölgesinde etnik Rusların oranı bir hayli fazladır, dolayısıyla Rusça yaygın bir biçimde konuşulmaktadır. Bu bölge ülkenin en fazla sanayileşmiş ve
şehirleşmiş kısmıdır. Rusya Federasyonu ile uzun
bir sınırı ve geçiş bağlantısı bulunmakta, Rusya ile
bağlarını korumakta ve etnik Ruslar ve diğer Russophone’ların haklarının korunması konusunda oldukça hassas davranmaktadırlar. Yine önemli oranda Rus azınlığın yaşadığı Güney bölgesi de uzak
Doğu bölgesinde olduğu gibi oldukça sanayileşmiş
ve Ukrayna ulusal bilincinin zayıf, Rus kimliğinin ise
güçlü olduğu bir bölgedir.
Uzak Doğu ve Güney bölgelerinin aksine ülkenin
Batısının nüfusu ağırlıklı olarak etnik Ukraynalılardan ve Ukraynaca konuşanlardan oluşmaktadır. Bu
bölge ülkenin doğusundan tamamen farklı bir tarihi
tecrübeye, etnik kompozisyona ve ekonomik yapıya sahiptir, dolayısıyla Rus karşıtlığı üzerine kurulu
Ukraynalı milli kimlik bilinci yüksektir. Galiçya, L’viv
ve Ternopil bu bölgede Ukrayna milliyetçiliğinin en
güçlü olduğu şehirlerdir. Ekonomisi büyük ölçüde
tarım ve hafif endüstriye dayanan bu bölge insanı
için Avrupa her açıdan önemli bir partner olarak görülmektedir.
Başkent Kiev’in yer aldığı büyük merkezi bölgede
ağırlıklı olarak Ukraynalılar yaşamaktadırlar ancak
şehirde Rusça yaygın bir biçimde kullanılmaktadır.
2004’tek Turuncu devrm sonrası varılan
uzlaşmayla Ukrayna’nın bölünmesnn
önüne geçlmşt. Ancak Ukrayna bu kez
en krtk bölges Kırım üzernden yenden
bölünme tehdd le karşı karşıya. Batı,
Rusya’ya karşı gerekl olan caydırıcı
gücünü maalesef ortaya koyamadı bu kez
mesele Ukrayna meseles olmaktan da
çıkıp, Türkye’nn de uyardığı gb bölgesel
br mesele olma yolunda hızla lerlyor.
Bağımsızlığın kazanılmasından beri bu bölge daha
ılımlı bir siyasi çizgi takip etmiş, Batıcıların ulusal
uyanış çağrılarına da Doğudan gelen tepkilere de
temkinli yaklaşmıştır.
Kırım Özerk Cumhuriyeti her ne kadar uzak doğu
bölgesine benzer özellikler taşısa da ayrı bir bölge olarak ele alınmayı hak etmektedir. Zira Kırım,
Ukrayna’da Rusların çoğunlukta olduğu tek bölgedir. Kırım’da % 54-60 oranında Rus, % 25-27
oranında Ukraynalı ve %12-15 oranında da Tatar
yaşamaktadır. 1991 yılında yapılan bağımsızlık referandumunda Kırım halkı büyük oranda her ne kadar
Ukrayna içinde özerk bir cumhuriyet olarak bulunmayı tercih etse de, bağımsızlıktan bu yana hep Ukrayna’daki etnik ilişkilerin geleceği açısından önemli
olmuştur. O nedenle son krizde Viktor Yanukoviç’in
ülkeyi terk etmesinin ardından muhaliflerin kurduğu yönetimi meşru bulmayan Kırım’daki Ruslar
arasında başlayan hareketlenmeye ve referandum
isteklerine şaşırmamak gerekir. Hatta tüm bu yaşananların Rusya tarafından önceden senaryosunun
yazılmış olduğu da söylenebilir.
1990’lı yıllarda etnik ve bölgesel temelde yaşanan
siyasi kutuplaşma 2004 yılındaki Turuncu devrim sırasında da kendini hissettirdi. Bu seçimlerde bölgesel kutuplaşmanın bir tarafını Moskova yanlısı Viktor
Yanukoviç temsil ederken, diğer tarafından Batı
yanlısı muhalif lider Viktor Yuşçenko yer alıyordu.
Yanukoviç’in şaibeli zaferini vakit geçirmeden tanıyan Rusya, Belarus ve Orta Asya ülkelerinin karşısında seçimlerin tekrarlanmasını isteyen Amerika ve
AB liderliğindeki Batı bloğu ülke içindeki bölünmüşlüğün uluslararası alandaki yansıması olarak ortaya
çıktı. Kriz sırasında Donetsk’in özerklik için referandum isteği krizin siyasi boyutlarını ortaya koyarken,
Ukrayna’daki kiliseler arasındaki tarihi ayrışmanın
gün yüzüne çıkması, krizin sadece etnik değil dini
çizgilerde de ilerlediğini gösterdi.
Özelde Kırım genelde Ukrayna konusunda nasıl bir
politika takip edeceği en çok merak edilen ülkelerden biri de Türkiye oldu. Krizin başından bu yana
Türkiye meseleyi sadece Kırım meselesi değil bir Ukrayna meselesi, daha geniş ölçekte de Avrasya’nın
güvenliği meselesi olarak gördü. Türkiye’ye göre
sorun, Ukrayna’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü garanti altına alan uluslararası hukuk ve aynı
zamanda bölgesel güvenlik parametreleri etrafında
sadece bir etnik kutuplaşma sorununa indirgenmeden ele alınmak durumundadır. 1990 ve 2000’li yıllar boyunca Kırım’da yaşayan Tatarlar, Ukraynalılar
ve Rusların aksine söz konusu kutuplaşmanın tarafı
olmamışlar, her fırsatta Ukrayna’nın bağımsızlığı ve
toprak bütünlüğünü savunmuşlardır. Bu nedenle de Türkiye’nin krizin başından bu yana önceliği
Kırım Tatarlarının güvenliği olmuştur. Türkiye krizin
başından bu yana gelişmeleri yakından takip etmiş
ulusal ve uluslararası tüm taraflarla temas halinde
olmuştur. Meselenin tarafı olan tüm uluslararası ve
bölgesel aktörlerle temas halinde olan Türkiye sadece Batılı aktörlerle değil, aynı zamanda özellikle
Rusya, Ukrayna ve Kırım liderleriyle de temaslarını
sürdürmüş, Kırım Tatarları ve Türkiye’nin kaygılarını
paylaşmıştır.
Türkiye’nin Kırım konusunda gösterdiği hassasiyet
ve duruş Kırım Tatar toplumu ve Tatar diasporasının
duruşuyla paraleldir. Nitekim referandumun ardından Tatar Milli Meclisi eski Başkanı Mustafa Cemil
Kırımoğlu ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
yaptığı ortak basın açıklamasında Kırımoğlu, Kırım
Tatarlarının % 99’unun referandumu boykot ettiklerini açıklamış, referandum sonucunu tanımadıklarını deklare etmiştir. Türkiye de Kırım Tatarlarının
bu tavrını büyük bir samimiyetle desteklemektedir.
Türkiye bir milletin yaşayabileceği en acı sürgün
tecrübelerinden birini yaşamış olan Kırım Tatarlarının yarımadanın yerli halkı olmaları dolayısıyla
Kırım’ın geleceği konusunda Ukraynalılar ve Ruslar
kadar söz sahibi olduğuna inanmaktadır.
2004’teki Turuncu devrim sonrası varılan uzlaşmayla Ukrayna’nın bölünmesinin önüne geçilmişti.
Ancak Ukrayna bu kez en kritik bölgesi Kırım üzerinden yeniden bölünme tehdidi ile karşı karşıya.
Batı, Rusya’ya karşı gerekli olan caydırıcı gücünü
maalesef ortaya koyamadı bu kez mesele Ukrayna
meselesi olmaktan da çıkıp, Türkiye’nin de uyardığı
gibi bölgesel bir mesele olma yolunda hızla ilerliyor.
NİSAN 2014
67
DIŞ POLİTİKA
Sıra Kime Geliyor?
“TRANSDİNYESTER”
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
K
ırım’ın, Rusya tarafından işgal edilmesinin ardından gerçekleştirilen referandumda, Kırım
halkı Rusya’ya bağlanma yönünde oy kullandı. Rusya keyifle bu talebe cevap verdi ve Kırım,
Rusya topraklarına katıldı. Rusya, bir taraftan son
derece planlı olarak yürüttüğü çalışmaların meyvesini topladığından, diğer taraftan da emperyal geleneklerini devam ettirme fırsatı yakaladığı için memnun. Soğuk Savaş’ın ardından Rusya’nın uluslararası sistemdeki yerine ilişkin algısı; yenilmiş, yalnız
ve kuşatılmış olma haline karşılık geliyordu. 1990’lı
yılların başlarında bağımsızlıklarına kavuşan Orta
ve Doğu Avrupa ülkelerinin, NATO ve AB üyelikleri
üzerinden kurulan ağlarla batı sistemine eklemlenmeleri, Rusya’nın Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
yaşadığı hayal kırıklığını artırdı. 1999 yılındaki Kosova müdahalesiyle başlayan ve 2000’li yıllarda
Putin yönetimiyle devam eden süreçte Rusya kendisine dair bu algıdan kurtuldu. Zira 2000’li yıllar,
Rusya’nın dünya politikasında yeniden söz sahibi
olmak için hayata geçirdiği agresif politikalara sahne oldu. 2008 yılındaki Gürcistan savaşıyla Rusya,
yeniden yayılmacı politikalar izleyeceğini ve nüfuz
alanını geniş anlamda tanımlayacağını başta batılı
devletlere olmak üzere dünyaya duyurdu. Rusya
uluslararası sistemde her ne kadar oyun kurucu bir
ülke olmasa da oyun bozucu olarak etkili oluyor. Bu
çerçevede Rusya’nın öncelik alanı olarak belirlediği
Karadeniz bölgesinin istikrarı tehdit altında görünüyor. Rusya, geniş Karadeniz bölgesinde yeniden
belirleyici aktör olmak istiyor. Bu stratejisini ise planlı
ve tutarlı politikalar üzerinden hayata geçiriyor. Kırım ile ilgili olarak yaşananlar, Rusya’nın tesadüflere
68
NİSAN 2014
yer bırakmayacak şekilde hırslı ve pragmatik bir yol
izlediğini gösteriyor.
Rusya, Karadeniz bölgesindeki güç mücadelesini devam ettireceğe benziyor. Bu çerçevede,
Rusya’nın tüm küresel sistemi etkileyen politikalarını
izlerken, geleceği düşünmemek elde değil. Abhazya ve Güney Osetya deneyimlerine ek olarak Kırım
olaylarına bakıldığında, eski Sovyet coğrafyasında
sıranın nereye geleceği tartışılıyordu. Transdinyester, Rusya’ya ilhak talep ederek bu tartışmaların yönünün belirlenmesini sağladı. Dolayısıyla kısa veya
orta vadede gündemi Transdinyester bölgesinin
işgal edeceğini tahmin etmek pek zor değil.
Başkenti Tiraspol olan Transdinyester bölgesi Moldova ile Ukrayna sınırı boyunca uzanan toprakları
ifade eder. Dinyester Nehri’nin doğu sahili boyunca
uzanan 4.200 kilometrekarelik bir alanı kapsar ve
600.000 civarında nüfus barındırır. Kendi siyasi yapısı, anayasası, bayrağı, meclisi, ordusu, polisi ve
posta sistemi olan bölgeyi Güney Osetya, Dağlık
Karabağ Cumhuriyeti ve Abhazya dışında herhangi
bir BM üyesi devlet veya uluslararası örgüt tanımıyor. 1793 yılından beri bölge Rusya’nın hâkimiyeti
altında. Halen bölgede 1.500 civarında Rus askeri
bulunuyor. Rusya bu güçlü elini elbette kaybetmek
istemiyor. Bölgeyi şekillendirirken, Transdinyester
üzerinden gerginliği tırmandırmak veya müzakere
koşulları oluşturmak gibi siyasi araçları harekete
geçiriyor.
Moldova’da, Sovyet döneminin sonlarında Moldovacanın resmi dil ilan edilmesini ve Kiril alfabesin-
den Latin alfabesine geçilmesini öngören kararın kabul edilmesiyle, bölgede
karmaşa ve çatışmalar başladı. 1990
yılının Aralık ayında gerçekleştirilen referandum sonucunda Transdinyester
halkının % 97,7 oranında bağımsızlık
lehine oy kullanmasıyla tek taraflı biçimde de facto olarak bölge bağımsızlığını
ilan etti. Moldova’nın, bağımsızlığını ilan
etmesini takiben, 1992 yılında BM’ye
üye olması üzerine bölgede çatışmalar
arttı. Rus silahlı kuvvetlerinin Transdinyester ile Moldova arasındaki çatışmaya
doğrudan müdahil olmasıyla Moldova
ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. 22
Temmuz 1992 yılında ilan edilen ateşkes günümüzde halen geçerliliğini koruyor. Bu tarihten itibaren Transdinyester
sorununun diplomatik yollardan çözümü
için çaba sarf ediliyor. Bu uzun çabaların
sonuç verdiğini söylemek pek mümkün
değil. Zira bölgedeki sorun, Karadeniz
coğrafyasındaki donmuş çatışmalardan
biri olarak nitelendiriliyor.
1993-1997 yılları arasında gerçekleştirilen Dnestr görüşmeleri, Moldova ile
Transdinyester arasında başlamışsa da
ardından sürece arabulucu olarak AGİT dâhil oldu.
1994 yılında Moldova’da kabul edilen yeni Moldova anayasasında Transdinyester’e özerklik tanındı.
Ancak bölge bağımsızlıktan vazgeçmedi. 19971998 yılları arasındaki Odessa görüşmelerinde
Rusya ile birlikte Ukrayna garantör olarak yer aldı.
1998 yılında ilişkilerin normalleştirilmesine ve karşılıklı güvenin oluşturulmasına dair bir belge imzalandı. 2002-2003 yılları arasındaki Kozan ve Bratislava
görüşmeleri sonucunda sorunun federatif yollarla
çözülmesine yönelik bir belge kabul edildi ve “Kozak Memorandumu” hazırlandı. Ancak belgelerin
imzalanmasına bir gün kala Moldova çekildi. 20052006 Kişinev görüşmelerine AGİT, Rusya, Ukrayna,
Moldova ve Transdinyester’in yanı sıra ABD ve AB
de katıldı. Ancak bu görüşmelerden de herhangi bir
sonuç alınamadı. Benzer görüşmeler günümüzde
halen devam ediyor. 2006 yılında bölgede gerçekleştirilen referandumda nüfusun yaklaşık % 97’sinin
Rusya ile birleşme yönünde oy kullanmasıyla sorunun boyutları değişti.
Moldova, Transdinyester’i toprak bütünlüğü çerçevesinde değerlendirirken, Transdinyester ayrı bir
devlet olarak tanınmayı talep ediyor. Bu ikilem sürerken Avrupa ve ABD tarafı Transdinyester sorununun Moldova’nın toprak bütünlüğü kapsamında
müzakereler yoluyla çözülmesini destekliyor. Ayrıca
bölgedeki Rus askeri varlığının sona erdirilmesini bekliyor. Rusya ise Transdinyester yönetimi talep edene ve uygun siyasi koşullar oluşana kadar
askeri varlığını devam ettireceğini ifade ediyor. Bu
doğrultuda dünya siyasetine ilişkin Avrupa ve ABD
ile Rusya arasındaki uzlaşmaz fikir ayrılıkları etkisini
hissettiriyor.
2009 yılında Moldova’da, Rusya yanlısı komünist yöneticiler yerine Avrupa yanlısı bir hükümetin iş başına gelmesi Rusya’yı rahatsız etti. Rusya, Moldova’dan gelen göçmenleri durdurma ve
Moldova’dan yapılan şarap ithalatını yasaklama
yoluna gitti. Eylül 2013’te Moldova yönetimi ile
Transdinyester yönetimi arasında ilk kez müzakereler gerçekleştirildi. Ekonomi ve ulaştırma konula-
NİSAN 2014
69
DIŞ POLİTİKA
benimseniyor ve halkın büyük
kısmı Rusça konuşuyor. Moldova ise Avrupa’yla bütünleşme
yönündeki politikasına son hızla
devam ediyor ve Moldova’ya,
AB üyelik perspektifinin zaman
kaybedilmeden verilmesini talep ediyor. Bu süreçte öncelikle
Moldova’nın eylül ayına kadar
ortaklık antlaşmasını imzalaması
bekleniyor. 2014 Kasım ayındaysa Moldova parlamento seçimleri yapılacak. Dolayısıyla Moldova
için hareketli, istikrarsızlığa ve siyasi baskılara açık bir süreç söz
konusu. Rusya’nın bu fırsatı değerlendirmemesini beklemek ise
saflık olur.
rının öncelikli olduğu görüşmelerin en önemli yanını
Moldova’nın AB ile imzalanması söz konusu olan
ortaklık antlaşması oluşturdu. Ortak dış politika ve
güvenlik politikası, adalet ve içişleri, derin ve kapsamlı serbest ticaret bölgesi kurulması ve dört fasıl
altında (çevre, bilim, ulaşım ve eğitim) hazırlanan ortaklık antlaşmasının imzalanmasını Rusya desteklemedi. Desteklememenin ötesinde Rusya, henüz bir
antlaşma imzalanmamasına rağmen Moldova’ya
karşı ticari yaptırımları ağırlaştırdı.
2013 yılının Kasım ayında Vilnius’ta gerçekleştirilen
AB Doğu Ortaklığı Zirvesi’nde Moldova, Gürcistan
ile birlikte ortaklık antlaşmasını parafe etti. 2014 yılı
içerisinde antlaşmaların imzalanması ve ulusal parlamentoların onayına sunulması bekleniyor. Moldova, sınır sorunlarına ve Rusya’nın baskısına rağmen
Doğu Ortaklığı’na taraf altı ülke arasında (Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Ukrayna, Gürcistan,
Moldova) AB ile ilişkilerde önemli mesafe kat etmiş
bir ülke. Moldova’nın, Avrupalı kimliğinin vurgulanması amacıyla Moldova yönetimi Avrupa yolunda
kararlı biçimde ilerliyor.
Moldova’nın ve Transdinyester’in siyasi tercihlerine
ve geleneklerine bakıldığında uzlaşması güç iki ayrı
perspektif ortaya çıkıyor. Transdinyester’in Rusya ile yakınlığı askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel
alanlarda derin şekilde devam ediyor. Rus askerleri Transdinyester’de bulunuyor, Rusya bölgenin gazını bedava veriyor, Rusya odaklı politikalar
70
NİSAN 2014
Rusya’nın kurmaya çalıştığı gümrük birliğinden
uzaklaşması Ukrayna için sonu toprak kaybına (Kırım) kadar giden hızlı bir süreci başlattı. Moldova
açısından, Transdinyester, Gagavuzya ve Tarakli
bölgeleri için bu tehlike geçerli görünüyor. Rusya
son derece soğukkanlı biçimde askeri araçlara dayalı oldubitti politikasını hayata geçirirken, Soğuk
Savaş’ın hemen ardından Orta ve Doğu Avrupa
ülkelerinin sıklıkla dile getirdikleri bir görüşü paylaşmamak elde değil. Rusya, belirli bir hatta (NATO ve
AB sınırının genişlemesi) durdurulmazsa bir daha
asla durdurulamaz. ABD’nin ve Avrupa’nın buna ne
ölçüde kulak verdikleri ise tartışmalı.
2008 yılındak Gürcstan
savaşıyla Rusya, yenden
yayılmacı poltkalar zleyeceğn
ve nüfuz alanını genş anlamda
tanımlayacağını başta batılı
devletlere olmak üzere dünyaya
duyurdu. Rusya uluslararası
sstemde her ne kadar oyun kurucu
br ülke olmasa da oyun bozucu
olarak etkl oluyor. Bu çerçevede
Rusya’nın öncelk alanı olarak
belrledğ Karadenz bölgesnn
stkrarı tehdt altında görünüyor.
KÖRFEZ’DE
ÜÇ BEŞ GÜZEL!
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü
dinatörü
1979
yılında İran’da gerçekleşen İslam
Devrimi’nden sonra, 1981 yılında
Basra Körfezi’ndeki Arap ülkelerinin dönemin İran
İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel politikasına karşı
kurduğu Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) son aylarda
sıkıntılı günler yaşamaktadır. Birkaç yıl öncesine kadar üye ülkeler arasındaki işbirliğini derinleştirmek
için çalışan, hatta Avrupa Birliği gibi bir kuruluşa dönüşmeye gayret eden KİK, şimdilerde dağılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş durumda. 5 Mart 2014
tarihinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri
ve Bahreyn yaptıkları ortak açıklamayla Katar’dan
büyükelçilerini çektiklerini duyurdular. Büyükelçilerini çekme gerekçesi olarak da, Katar’ın KİK’in ilkelerine aykırı davranışlar içerisinde olduğunu belirttiler.
Yapılan açıklamada; 23 Kasım 2013’te Riyad’da
yapılan toplantıda alınan kararların, Katar tarafından önemsenmediği ve üye ülkelerin içişlerine
karışmama ilkesine aykırı davranıldığı ileri sürüldü.
Ayrıca, KİK’in kararlarına imza koymasına rağmen,
Katar’ın, fiili olarak taahhüdün gereklerini yerine
getirmeyerek Körfez’in güvenliğini tehlikeye attığı
açıklandı. Körfez monarşileri, içişlerine karışılmasını
kırmızı çizgileri olarak görmekte ve bu konuda çok
hassas davranmaktadırlar.
Katar ise Bakanlar Kurulu kanalıyla bir açıklama yaparak S. Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emir-
liklerinin açıklamasından üzüntü ve şaşkınlık duyduğunu belirtti.
belirtti Ayrıca,
Ayrıca Üç ülkenin ortak tutumumun
Körfez İşbirliği dışındaki sorunlar konusunda yaşanan anlaşmazlıkla ilgili olduğu dile getirildi. Ayrıca,
Katar yaptığı açıklamada KİK ilkelerine ve anlaşmalara bağlı kalacağını ve söz konusu üç ülkedeki büyükelçilerini çekmeyeceğini de açıkladı.
Gerilimin Temel Nedenleri
Her ne kadar KİK’in üç üyesi, S. Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, aldıkları ortak tutumla Katar’ı içişlerine karışmakla suçlasalar da,
gerginliğin esas nedenlerini Arap Baharının bölgeye
getirmiş olduğu siyasi ortamda aramak daha doğru olacaktır. Tabii daha da gerilere taşınabilir ama
gerginliğin patlama noktasına gelmesi Arap Baharı
sürecinde oluşmuştur. Katar’a karşı oluşan tepkinin
arkasında yatan ana sebepleri; Katar’ın iddialı dış
politikası, İhvan’a verdiği destek ve Arap dünyasının
CNN’i olarak görülen el Cezire olarak sayabiliriz.
Katar’a karşı oluşan tepknn arkasında yatan ana
sebepler; Katar’ın ddalı dış poltkası, İhvan’a
verdğ destek ve Arap dünyasının CNN’ olarak
görülen el Cezre olarak sayablrz.
NİSAN 2014
71
ağırlığını seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere
ortaya koydu. Katar neredeyse İhvan’ın en önemli destekçisi olarak gözüktü. İhvan’a konuşma ve
açıklamalarıyla destek veren Dünya İslam Âlimleri
Birliği Başkanı Yusuf el Karadavi Katar’da ikamet
etmektedir ve destek görmektedir.
Katar’ın İddialı Dış Politikası
Babası Halife bin Hamad’ı 1995 yılında kansız bir
darbe ile deviren, o dönemde hem Genel Kurmay
Başkanı hem de Savunma Bakanı olarak görev
yapan Hamad bin Halife, küçük bir ülkeden beklenmeyecek derecede aktif bir dış politika izlemeye
başladı. Katar izlediği dış politikayla “küçük” ama
“önemli” olunabileceğini gösterdi. Katar Emirine
sahip olduğu enerji kaynakları ve 1996 yılında kurduğu el Cezire Kanalı büyük imkân sağladı. Hatta
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Katar Arap Baharı’nın
başlamasıyla birlikte ardı ardına cesur adımlar atmaya başladı ve Arap Baharı diye adlandırılan Arap
Halk Hareketlerinin yanında durdu.
Katar’ın iddialı ve sonuç alabilen aktif dış politikasının S. Arabistan’da rahatsızlık yarattığı rahatlıkla
görülmektedir. Zaman zaman S. Arabistan yetkilile-
rinin yapmış olduğu açılamalardan anlaşılacağı üzere, devlet olarak bile görmek istemedikleri Katar’ın
bölgesel güç gibi davranması S. Arabistan’a çok
rahatsız etmektedir. Çünkü S. Arabistan, Katar’ın
dış politikadaki umulmadık aktivizmini bölgesel
gücüne ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Uzun
süredir KİK’in ağır abisi gibi davranmaya alışmış
olan S. Arabistan’ın, Katar’ın takip etmekte olduğu dış politikadan rahatsızlık duymasına şaşmamak gerekir. Katar’ın hem S. Arabistan kadar İran
karşıtlığı yapmaması, hatta zaman zaman işbirliği
içinde davranması, hem de Arap Baharı sürecinde
devrimci güçleri haklı bulması ve desteklemesi S.
Arabistan’ı tedirgin etmektedir. Başta Körfez olmak
üzere Ortadoğu’da statükonun korunmasından
yana olan S. Arabistan’ın, Katar’ın takip ettiği değişim yanlısı dış politikadan rahatsızlık duymaması
beklenmemelidir.
Gerilimde İhvan Faktörü
Bölgede yaşanan değşmden ve değşm taraftarı
güçlerden rahatsızlık duyan ve bunları tehlke
olarak görenler elbette değşme aracılık yapan el
Cezre’y de hedefe koyacaklardır. Ntekm Katar’a
tepk koyan üç KİK üyes ülke el Cezre’nn de
kapatılması yönünde beyanlarda bulunmuşlardır.
72
NİSAN 2014
Katar’ın aksine başta S. Arabistan olmak üzere
KİK’in diğer üyeleri Arap Baharının getirmiş olduğu devrimci dalgadan korktular. Devrimci dalganın
ana gücü olan Müslüman Kardeşleri (İhvan) bir tehdit olarak gördüler. Arap Baharının başından beri
Katar açıktan halk hareketlerinin yanında olduğunu
takındığı tavırla göstermekten çekinmedi. Başta Mısır olmak üzere değişim yaşanan ülkelerde İhvan,
Başta S. Arabsitan olmak üzere KİK’in Katar dışındaki üyeleri İhvan’dan ve onun devrimci ideolojisinden rahatsızlık duymaktadırlar. Arap Baharıyla birlikte neredeyse bölgenin en belirleyici unsuru olma
imkânına kavuşan İhvan, statükonun devamını isteyenlerin ana hedefi haline geldi. Nitekim 3 Temmuz
2013 tarihinde Mısır’da şeffaf ve adil seçimle gelmiş
İhvan’a karşı gerçekleştirilen darbe S. Arabistan
ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından açıktan destek görmüştür. Söz konusu iki Körfez ülkesi İhvan
karşıtı darbeyi gerçekleştirenlerin elini güçlendirmek
için kesenin ağzını açarak milyarlarca dolar akıttılar.
S. Arabistan ve BAE İhvan karşıtı bir tutum takınırken, Katar İhvan’a destek vermeyi sürdürdü. Aynı
tavır Suriye’de de devam ediyor. Söz konusu her iki
ülke rejim karşıtı muhalif güçleri desteklese de farklı
gruplara destek vermektedirler. Katar İhvan yanlısı
gruplara destek verirken, S. Arabistan diğer muhalif gruplara destek vermektedir. Kısaca, Katar’ın ve
S. Arabistan’ın bölgede yaşanan temel sorunlarda
farklı tavırlar takındığına şahit olmaktayız.
El Cezire
1996 yılında Katar’ın kurduğu televizyon kanalı el
Cezire baştan beri bölgedeki eski düzenin devamından yana olan devletleri rahatsız etmektedir. El
cezire Arap Baharı’nın başından beri rejim karşıtı ve
halk hareketleri taraftarı bir yayın çizgisi takip etti.
Son aylarda KİK üyeler arasında yaşananlara
bakıldığına KİK’n geleceğnn parlak olmadığı
görülmektedr. Tüm KİK üyelernn ortak tehdt
olarak gördüğü yen br durum ortaya çıkmadığı
sürece brlktelğn sağlanması zor olacaktır. Bu
durumda, KİK üyeler arasında brlkten çok şu
anda Katar ve S. Arabstan arasında olduğu gb
rekabetten söz edlmes daha doğru gözükmektedr.
Adeta el Cezire Katar’ın dış politikadaki aktivizminin en önemli aracı haline geldi. Bölgede değişimi
destekleyen yayınlar yaparak süreci hızlandırıcı bir
rol aldı. Bu durum bölgedeki statükonun devamını
isteyen ülkelerin rahatsızlık duymasına neden oldu.
S. Arabistan rahatsızlık duyan ülkelerin başında gelmektedir. Bölgede yaşanan değişimden ve değişim
taraftarı güçlerden rahatsızlık duyan ve bunları tehlike olarak görenler elbette değişime aracılık yapan el
Cezire’yi de hedefe koyacaklardır. Nitekim Katar’a
tepki koyan üç KİK üyesi ülke el Cezire’nin de kapatılması yönünde beyanlarda bulunmuşlardır.
KİK’in Geleceği
Son aylarda KİK üyeleri arasında yaşananlara bakıldığına KİK’in geleceğinin parlak olmadığı görülmektedir. KİK, karşıtlık üzerinden kurulan bölgesel bir örgüttür. İran İslam Devrimi’nin bölgesel bir
sonucu olarak kurulmuştur. İran karşıtlığı/tehlikesi
örgütün kurulmasında ve sürdürülmesinde ana sebeptir. İran’ın yeni seçilen cumhurbaşkanı Ruhani
ile dış politikada yeni bir üslupla ortaya çıkması,
bu bağlamda İran-ABD yakınlaşması ve İran-P5+1
arasında nükleer müzakerelerin ilerlemesi ister istemez KİK’i de etkileyecektir. Hatta İran’ın Batı’yla
yakınlaşma sürecinin olumlu sonuçlanması Körfez/
Ortadoğu’da siyasi bir depremin yaşanmasına bile
neden olabilir. KİK üyeleri arasında son aylarda yaşanan gerginliği bunun öncü sarsıntıları olarak da
okuyabiliriz. Tüm KİK üyelerinin ortak tehdit olarak
gördüğü yeni bir durum ortaya çıkmadığı sürece
birlikteliğin sağlanması zor olacaktır. Bu durumda,
KİK üyeleri arasında birlikten çok şu anda Katar ve
S. Arabistan arasında olduğu gibi rekabetten söz
edilmesi daha doğru gözükmektedir.
NİSAN 2014
73
DIŞ POLİTİKA
ABD yönetm, 11 Aralık’ta Şam yönetmne karşı mücadele veren “Nusra Cephes”n yabancı terör
örgütler lstesne aldı. Batı dünyasının, Esad’ın meşruyetn ytrdğ ve gtmes gerektğn lan
eden ve muhalefete destek veren duruşundan uzaklaşmaya başladığı görüldü. Muhalefetn İslamcı
kmlğnn ortaya çıkmasıyla, bu defa Esad’lı br çözümün de mümkün olableceğ telaffuz edlmeye
başlandı. Bu tutum değşklğnde en büyük etknn, İsral’n güvenlk kaygısı olduğu anlaşılıyordu.
Mısır, Libya ve Yemen’e de yayılarak, rejimlerini
protesto eden halk hareketlerine dönüştü.
SURİYE
Nereye Gdyor?
Sinan TAVUKÇU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
D
ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de 4.
yılına giren iç savaşı Anadolu Ajansı’na değerlendirdiği röportajında, iç savaşın geçtiği
aşamaları şu sözlerle özetliyordu: “Önce keskin nişancılarla başlayan, sonra şehirlerin kuşatılarak tank
ve top ateşleriyle bombardıman altında tutulmasıyla
devam eden, hava bombardımanıyla şehirlerin yerle
bir edildiği, daha sonra Scud füzeleriyle uzaktan hedeflerin vurularak tahrip edildiği ve nihayet kimyasal
silah ve varil bombalarıyla son bir yıl içinde kendi
74
NİSAN 2014
halkına savaş ilan eden ve bunu uygulayan bir rejimin olağanüstü zulmünü ve baskısını gördük.”
Her Şey Lise Öğrencilerinin Duvar Yazısıyla
Başladı
Tunus’ta pazarcılık yapan Muhammed Bouazizi’nin,
tezgâhına polis tarafından el konulmasını protesto
için 17 Aralık 2010’da kendisini yakması, bir anda
baskıcı rejimlere karşı Arap halkların isyanını ateşlemişti. Tunus’ta başlayan protestolar kısa sürede
Baskıcı Arap yönetimlerinin demokratikleşmesini
talep eden ve Arap Baharı adını alan bu hareket
Suriye’de de karşılık buldu. 26 Ocak 2011’de Hasan Ali Akleh, Suriye rejimini protesto etmek amacıyla kendisini yakarak intihar etti. Arap baharından
etkilenen Suriyeli 11 lise öğrencisinin, 6 Mart 2011
gecesi Deraa sokak duvarlarına “Halk rejimi devirmek istiyor”, “Sıra sende doktor” yazıları Suriye’de
yeni bir dönemin habercisi oldu. Ertesi gün o çocuklar muhaberat tarafından evlerinden alındı, günler sonra 11 çocuktan 9’unun işkenceye uğramış
cesetleri ailelerine teslim edildi. Basit bir duvar yazısına Baas rejiminin verdiği bu tepki, Suriye rejimi ile
halkı karşı karşıya getirdi. Deraa’da binlerce kişinin
katıldığı protesto gösterileriyle bu zulüm protesto
edildi. Protestolar diğer şehirlere de sıçradı.
Bu gelişmeler karşısında devlet başkanı Beşar
Esad 29 Mart’ta hükümeti feshettiğini açıkladı. 30
Mart’ta halka hitap eden Esad, olaylarla ilgili “halkın
haklı taleplerinin olduğunu ama bunun yanında bir
komployla karşı karşıya olduklarını” ifade etti. Kürtleri bu protestolardan uzak tutmak amacıyla 7 Nisan 2011’de sayısı yüz binleri bulan ve vatandaşlık
hakkından mahrum bulunan Kürtlere vatandaşlık
sözü verdi. 19 Nisan’da ülkede 48 yıldır uygulanan
“olağanüstü hal” bir kararnameyle kaldırıldı. Ancak
bu karar gösterilerin durmasına yetmedi.
deme getirdi. Avrupa Birliği ülkeleri, 10 Mayıs’ta
“barışçıl gösteri yapanlara yönelik şiddet uygulandığı” gerekçesiyle Suriyeli 13 üst düzey yöneticiye
yaptırım kararı aldı. Beşar Esad 18 Mayıs 2011’de
yaptığı açıklamada güvenlik güçlerinin protestoları bastırırken “hata” yaptığını ve bu hatanın tekrarlanmayacağını ifade etti. Ama sözünü tutmadı.
Sivil halka yönelik şiddetin devam etmesi üzerine,
AB’nin yaptırım uygulanacak Suriyeli yetkililer listesine 23 Mayıs’ta Beşar Esad da dâhil edildi.
11 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton, Beşar Esad’ın ABD gözünde meşruiyetini
kaybettiğini açıkladı. ABD Başkanı Barack Obama, 18 Temmuz’da Esad’ı ilk kez istifaya çağırdı.
8 Ağustos’ta BM Güvenlik Konseyi Suriye’yi kınadı.
Türkiye’nin Tavrı
Suriye’de protesto gösterilerinin ilk işaretlerinin
gelmesiyle birlikte, Türkiye Beşar Esad’a sürekli
demokratik reform yapma çağrısında bulundu. 06
Şubat 2011’de Asi nehri üzerinde Türkiye-Suriye
Dostluk Barajı’nın temelinin atılması sırasında Başbakan Erdoğan, Suriye’ye açıktan reform yapma
Suriye ordusu 26 Nisan’da Dera’ya girdi, göstericilere karşı tanklar kullanılmaya başladı. Mayıs sonuna gelindiğinde rejim güçleri tarafından açılan ateş
sonucu ülke çapında ölen protestocu sayısı 1000’i
aşmıştı.
Batı Ülkeleri Suriye’ye Yaptırım Kararı Alıyor
Rejimin ordu eliyle halkına katliam yapması, uluslararası alanda Suriye rejimine yönelik baskıları gün-
NİSAN 2014
75
kiye Eylül sonunda iştirak etmiş, bu tarihe kadar
Suriye’de demokratik reformlar yapılması umudunu
korumuştu. 23 Eylül günü Türkiye, Suriye’ye silah
ambargosu uygulayacağını bildirdi. 30 Kasım’da
Suriye’ye uyguladığı yaptırımları genişlettiğini duyurdu.
Dünya kamuoyunda Suriye rejimine yönelik aleyhteki oluşumun karşısında üç devlet yer aldı: İran,
Rusya ve Çin. 4 Ekim’de Suriye’ye yaptırım kararının onaylandığı BM Genel Kurulu’nda, bu karar
Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Ancak, artan
uluslararası baskılar karşısında Suriye yönetimi, 2
Kasım’da şiddet ve sivillere karşı saldırıların acilen
durdurulması yönündeki Arap Birliği inisiyatifini kabul ettiğini açıkladı.
çağrısında bulundu ve “Mısır’dan ders alınmalı”
dedi. Devam eden süreçte Türkiye, Esad yönetimine sürekli itidal ve reform tavsiye etti.
Muhalefete karşı şiddet dozunun artması üzerine,
1-2 Haziran 2011’de Antalya’da “Suriye’de Değişim Konferansı” yapıldı. Bir araya gelen Suriye muhalefeti, konferans sonucunda, 31 kişiden oluşan
bir komite teşkil etti. 19 Haziran’da Suriye’deki bütün siyasi güçlerin temsilini teminen muhalefetin bir
“Ulusal Konsey” oluşturduğu açıklandı.
31 Temmuz’da Türk Dışişleri, Suriye’deki olayların
gidişatından endişe duyduğunu belirten bir açıklama yayınladı ve Suriye hükümetine şiddeti durdurması tavsiyesinde bulundu. Şiddetin artarak devam
ettiği sırada, 9 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, Beşar Esad ile görüştü. Yaklaşık 6 saat
süren görüşme sonrasında Esad, reform yapma
sözü verdi. Bu temas, Türkiye ile Suriye rejimi arasındaki son yüz yüze görüşme oldu.
Bu görüşmeden beklenen sonuç çıkmadı. 16
Ağustos’ta Ahmet Davutoğlu, Suriye’nin bir an evvel şiddete son vermesini, aksi takdirde atılacak
adımlar ile ilgili konuşulacak bir şey kalmayacağını
söyledi. 21 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri askıya aldığını ve
yaptırımlara katılacağını açıkladı. Avrupa Birliği’nin
Mayıs ayında aldığı Suriye’ye yaptırım kararına Tür-
76
NİSAN 2014
Batı’nın Esad’lı br çözüme razı olduğunu gün yüzüne çıkaran olay, Esad güçlernn Şam’ın
Doğu Guta Banlyösü’ne 21 Ağustos 2013’te düzenledğ kmyasal saldırı oldu. Saldırıda 1300
kş ölmesne rağmen ABD ve dğer batı ülkeler müdahale yerne, Şam yönetm le ktle mha
slahlarının mhasını öngören br mutabakatı terch ederek Esad yönetmn rahatlattı.
24 Şubat’ta Türkiye’nin girişimleri ile oluşturulan
Suriye’nin Dostları Grubu ilk toplantısını Tunus’ta
düzenledi. Bu toplantıda Suriye Ulusal Konseyi, Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanındı.
AB dışişleri bakanları, 27 Şubat’ta Suriye Devlet
Başkanı Beşar Esad’a istifa çağrısı yaparak, Şam
yönetimine yaptırımları ağırlaştırdı. AB, yedi bakana
daha vize yasağı getirdi ve mal varlıklarını dondurdu.
Suriye Muhalefetinin Kurumsallaşması
Suriye, 27 Mart’ta BM ve Arap Birliği Suriye Özel
Temsilcisi Kofi Annan’ın ülkedeki kanlı çatışmaları
sona erdirmek amacıyla hazırlanan altı maddelik planını kabul ettiğini açıkladı. Suriye devlet televizyonu,
19 Nisan’da Suriye ile BM arasında ateşkes protokolünün ön anlaşmasının imzalandığını duyurdu.
19 Haziran’da Suriye’deki bütün siyasi güçlerin
temsilini sağlamak üzere “Ulusal Konsey” teşkil
edildi. Muhalefet, 29 Temmuz’da direnişi tek merkezden yönetmek üzere Özgür Suriye Ordusu’nun
kurulduğunu açıkladı.
6 Mayıs’ta Suriye’de yarım asırdan sonra ilk “çok
partili” seçim için oy verme işlemi başladı. Esad, 3
Haziran’da parlamento açılışında, ülkesinin “gerçek
bir savaş ve yok etme planı” ile karşı karşıya olduğunu belirterek, dış güçleri suçladı.
11 Eylül’de, Suriye muhalefetinin önderleri, muhalif fraksiyonları birleştirmek amacıyla İstanbul’da
bir araya geldiler. Yapılan çalışmalar sonucunda, 2
Ekim’de “Suriye Ulusal Konseyi (SUK)”nin kuruluşu
resmi olarak ilan edildi. 3 Ekim’de İstanbul’da toplanan Suriyeli muhalif gruplar, uluslararası müdahaleye karşı çıktıklarını belirten bildiri yayımlayarak,
Esad rejiminin “ayrım gözetmeksizin insan öldürmesini” bir an önce durdurması için uluslararası eylem
çağrısı yaptı.
İşler İyice Çığırından Çıkıyor
Baas Rejimine destek vermeyi sürdüren Rusya’nın
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 14 Aralık’ta Batılı
ülkelerin Beşar Esad’a karşı tutumunu ‘ahlak dışı’
olarak niteledi ve muhaliflerin kınanmasını istedi.
BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Ataması ve
Barış Arayışları
Suriye rejimi ile halk arasında şiddetli çatışmaların
yaşandığı, muhalefetin organize olma çabalarının
arttığı, uluslararası kamuoyunun Suriye rejimi destekçileri ve karşıtları olarak saflarının belirginleştiği 2011 yılını takip eden 2012 yılı Şubat ayında,
BM’nin eski Genel Sekreteri Kofi Annan, BM ve
Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi olarak atandı.
Çalışmalarında başarı sağlayamayan BM ve
Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan, 2
Ağustos’ta görevinden istifa etti. BM Genel Kurulu,
3 Ağustos’ta Esad’ı istifaya çağıran Suriye karar tasarısını kabul etti.
17 Ağustos’ta Cezayir asıllı El-Ahdar El-İbrahimi BM
ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilciliğine getirildi.
Muhalefet “Suriye Ulusal Koalisyonu”
Kuruyor
Ekim 2011’de İstanbul’da ilan edilen Suriye Ulusal
Konseyi (SUK)’nin toplumsal muhalefeti toparlayıcı
bir yapı gösterememesi üzerine, 11 Kasım 2012’de
Doha’da toplanan muhalefet “Suriye Ulusal Koalis-
Seçimle birlikte Suriye’de iç savaşın sona ereceği
beklentileri boşa çıktı. Rejim güçleri halka yönelik
şiddeti daha da artırdılar. Hatta BM gözlemcilerine
ateş açılarak faaliyet göstermelerine izin verilmedi.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, “Esad meşruiyetini
kaybetti, Suriye iç savaşın eşiğinde, katliamlar şok
edici” açıklamasını yaptı.
Suriye rejimi Türkiye’ye yönelik hasmâne bir tutuma
yöneldi. 22 Haziran’da uluslararası hava sahasında
seyretmekte olan bir Türk jetini düşürdü. Türkiye
angajman kurallarını değiştirerek saldırıya cevap
verdi. Olayın tekrarlanması halinde gerekenin yapılacağını açıkladı. Bu arada, 24 Mart 2014’te sınırımızı ihlal eden Suriye savaş uçağı düşürüldü.
18 Temmuz’da, Suriye’nin başkenti Şam’da Suriye
Milli Güvenlik Kurulu’na bir intihar saldırısı düzenlendi. Pek çok kurul üyesinin öldüğü saldırıyı Özgür
Suriye Ordusu üstlendi.
NİSAN 2014
77
ABD ve AB ülkelernn muhalefetne rağmen, Rusya’nın cesaretlendrmesyle, mart ayında
Kırım’ın Rusya’ya katılmayı terch etmes, ABD ve AB ülkelern korkutmuştur. Bu gelşmenn,
enerjde Rusya’ya bağımlılığı artan AB’y alternatf enerj poltkalarını desteklemeye
yöneltmes, dolayısıyla Akdenz’de yne Rusya’nın kontrol ve hmayesndek Ş Enerj Hattı’nın
gerçekleşmes çn lüzumlu olan Esad rejmnn devamına göz yummaması cap etmektedr.
Rusya’nın kontrolü dışındak Türkye’nn öncülüğünde projelendrlen alternatf gaz hattının
Batılı ülkeler tarafından desteklenmes tab olarak Beşar Esad rejmnn gdşn hızlandıracaktır.
yonu (SMDK)” adı altında daha geniş bir yapı tesis
etme kararı aldı. Başkanlığına Muaz el-Hatib seçildi.
Türkiye ve AB, Suriye halkının tek meşru temsilcisi
olarak Suriye Ulusal Koalisyonu’nu tanıdığını açıkladılar.
yasal saldırıları muhaliflerin düzenlediği yolunda kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Tavır değişikliğini meşrulaştırması bakımından Batılı ülkeler, Rusya’nın
muhalefet aleyhine oluşturduğu bu algıyı desteklemeyi tercih ettiler.
Batı’nın Suriye Muhalefetine Bakışı Değişiyor
1. Cenevre Konferansı’ndan bir buçuk yıl sonra, 22
Ocak 2014 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde
yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı ve temsilcisinin
katılımıyla 2. Cenevre Konferansı gerçekleştirildi. Bu
konferansa Şam rejimi ile birlikte, İslami Cephe ve
PYD dışındaki diğer muhalif guruplar SMDK çatısı
altında katıldı. Bu konferansta ilk defa hükümet ve
muhalefet aynı müzakere masasında buluşturuldu. Esad rejimi kitlesel silah kullanımını bir avantaja
dönüştürdü ve bu silahları imha sözü karşılığında,
konferansta meşruiyetini devam ettirmekte olan bir
hükümet gibi muhatap alındı. Böylelikle, ABD ve AB
ülkelerinin Suriye halk direnişinin başlamasından
beri savunduğu Esad rejiminin meşruiyetini yitirdiği
iddiaları havada kalmış oldu. Ama bu konferansta
elle tutulur hiçbir gelişme sağlanamadı.
ABD yönetimi, 11 Aralık’ta Şam yönetimine karşı
mücadele veren “Nusra Cephesi”ni yabancı terör örgütleri listesine aldı. Batı dünyasının, Esad’ın
meşruiyetini yitirdiği ve gitmesi gerektiğini ilan eden
ve muhalefete destek veren duruşundan uzaklaşmaya başladığı görüldü. Muhalefetin İslamcı kimliğinin ortaya çıkmasıyla, bu defa Esad’lı bir çözümün
de mümkün olabileceği telaffuz edilmeye başlandı.
Bu tutum değişikliğinde en büyük etkinin, İsrail’in
güvenlik kaygısı olduğu anlaşılıyordu.
2013 Haziran’ında Suriye’nin siyasi geleceğini belirlemek üzere 1. Cenevre Konferansı toplandı. Konferans sonunda 30 Haziran 2013 tarihinde Cenevre
Bildirisi yayınlandı. Bildiride, tam yürütme gücüne
sahip, içinde rejim ve muhaliflerden temsilcilerin
yer alacağı geçiş hükümeti kurulması, özgür ve çok
partili seçim için yeni kurumların oluşturulması talep
ediliyordu. Ancak muhalefeti kimin temsil edeceği,
Beşar Esad’ın Suriye’nin geleceğindeki rolünün ne
olacağı konularındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ikinci
toplantı bir türlü gerçekleştirilemedi ve çözüm hususunda mesafe alınamadı.
Batı’nın Esad’lı bir çözüme razı olduğunu gün yüzüne çıkaran olay, Esad güçlerinin Şam’ın Doğu
Guta Banliyösü’ne 21 Ağustos 2013’te düzenlediği
kimyasal saldırı oldu. Saldırıda 1300 kişi ölmesine
rağmen ABD ve diğer batı ülkeleri müdahale yerine,
Şam yönetimi ile kitle imha silahlarının imhasını öngören bir mutabakatı tercih ederek Esad yönetimini
rahatlattı. Hatta Rusya daha ileri giderek, bu kim-
78
NİSAN 2014
Muhalefetin Durumu
Rejime karşı mücadele vermek için 29 Temmuz
2011’de Özgür Suriye Ordusu kurulmuş olmasına rağmen, ÖSO beklenen iradeyi gösterip, silahlı mücadelenin merkezi olmayı başaramadı. Bu
başarısızlıkta bir yandan muhaliflerin etnik ve dini
farklılıkları etkili olurken, diğer taraftan da ideolojik
farklılıklar da merkezi bir otorite kurulmasına mani
oldu. Bu ayrışma ve güçlerin merkezileşememesi,
rejim güçlerine belli bölgelerde hâkimiyetini devam
ettirme ve muhalifleri birbirleriyle çatıştırtma imkânı
verdi. Süreç içerisinde, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)
dışındaki muhalifler dört farklı mücadele merkezi
olarak ortaya çıktılar. El-Nusra, IŞİD, PYD ve İslami
Cephe.
Bunlardan El-Kaide bağlantılı El-Nusra ve IŞİD birbirlerine rakip hale geldiler ve birbirleriyle çatışmaya
başladılar. IŞİD, rejime destek vermek, muhalefeti
zayıflatmak ve muhalefeti terörist olarak algılatmak
üzere rejim tarafından desteklenen örgüt olmakla
suçlandı. Birbirleriyle alan hâkimiyeti konusunda
çatışmakta olan diğer muhalif gruplar IŞİD’e karşı
ittifak ettiler. IŞİD halen Rakka Vilayeti’nin büyük
çoğunluğunu, Deyr ez Zor Vilayeti’nin bir kısmını ve
buradaki bazı petrol alanlarını, Atmeh, al-Bab, Azaz
ve Jarablus sınır kapılarını kontrol altında tutmaya
çalışmaktadır.
PKK/KCK çizgisinde hareket eden PYD, Suriye’nin
kuzeyinde Barzani’ye yakın Kürt partilerini silahlı
gücü YPG marifetiyle sindirmeyi başardı. PYD, Beşar Esad rejimi ile ittifak içinde oldu ve rejim askerleri
kuzeyde çekildikleri pek çok yerleşim yerini PYD’ye
teslim etti. Öcalan/Barzani çizgisine muhalif olarak,
İran ve Rusya’nın uluslararası alanda himayesi altında alternatif bir Kürt temsiliyeti elde etmeye çalıştı.
PYD, Suriye’deki Kürtleri cihatçıların katliamından
koruyan yegâne güç olarak takdim edildi. Cezire,
Kobani ve Afrin’de kantonlar ilan ettiler.
Özgür Suriye Ordusu’ndan ayrılan İslamcı guruplar
2013 Kasım ayında ‘İslami Cephe’yi kurdular. Kürt
İslami Cephesi de bu ittifakta yer aldı. İslami Cephe
halen en güçlü silahlı gurup olarak rejime ve onunla
işbirliği yapan IŞİD’e karşı savaşan örgüt durumundadır.
Sonuç
Türkiye’nin “Komşularla Sıfır Sorun” politikası çerçevesinde, Suriye ile iyi ilişkiler geliştirdiği, hatta ortak bakanlar kurulu bile teşkil edildiği bir dönemde,
Türkiye ve Suriye’nin ortaklıktan düşman kardeşlere
dönüşmesindeki en büyük iki faktör Suriye rejiminin
demokratik reformların tabii sonucu olarak nihayete
erecek olan rejimin Şii/Nusayri kimliğinden vazgeçmemesi ve bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımındaki tercihi olmuştur.
Körfezde, Katar ile İran arasında bölünmüş bölgede
yer alan devasa Güney Pars gazının Katar, Suudi
NİSAN 2014
79
DIŞ POLİTİKA
İran-Irak-Suriye
y Doğalgaz
ğ g Boru Hattı
Arap Baharı ile birlikte Mısır,
Tunus ve Libya’da İhvan çizgisine yakın İslamcı hükümetlerin iktidara gelmesine ilaveten
Suriye’de de İslamcı bir partinin
iktidara gelmesi ihtimalini güvenliği için tehlikeli bulan İsrail, gayri
resmi de olsa Esad yönetimini desteklemiş, İslam düşmanı
Baas rejiminin devamı için ABD
ve diğer batılı ülke yönetimlerini
etkilemiştir. Suriye’de iç savaşın
başlamasından sonra Kuzey İsrail sahili açıklarında keşfedilen
Tamar doğal gaz sahası İsrail’i
bu çatışmada daha belirgin rol
oynamaya sevk etmiştir.
Arabistan, Suriye ve Türkiye ile işbirliği içerisinde
Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması projesine
karşılık, İran öncülüğünde bir Şii Enerji Hattı oluşturma projesi Beşar Esad’ın aklını çelmiştir. İçinde
İran, Irak ve Suriye’nin de yer aldığı bir Şii Enerji
Hattı oluşturma fikri ve buna Rusya’nın destek vermesi, Suriye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini kökten
değiştirmiştir. Akdeniz’deki Rus deniz üssü Tartus
yakınlarında dev bir gaz sahasının keşfedilmesi,
Suriye’nin bu yeni ittifak sisteminin içinde yer almasını teşvik etmiş, Rusya’nın bölgeye ilgisini daha da
artırmıştır.
İran, Irak ve Suriye tarafından 25 Haziran 2011’de
imzalanan bir anlaşma ile 10 milyar dolara mal olacak ve 3 yıl içinde tamamlanacak 5.600 km uzunluğunda, yıllık 40 milyar metreküp taşıma kapasiteli bir hattın yapılması kararlaştırılmıştır. Bu hatla
taşınacak gazın İran-Irak-Suriye yolunu izleyerek
Akdeniz’den AB pazarına sunulması projelendirilmiştir. Avrupa’ya gaz satış tekelini korumak isteyen
Rusya, Türkiye’nin bir enerji merkezi olmasını önlemek üzere, Şii Enerji Hattı projesine destek vermiştir. Bunun sonucu olarak Esad rejimi, halkının demokratik taleplerini bastırmak için halkına karşı yürüttüğü savaşta en büyük desteği, Şii Enerji Hattının
diğer ortaklarından (İran ve Şii Maliki yönetimindeki
Irak’tan), Şii Hizbullah Örgütü’nden ve Rusya’dan
görmüştür.
80
NİSAN 2014
Nebahat BAŞIBÜYÜK
Araştırmacı
Suriye’nin geleceğinin büyük oranda; İran, Irak,
Lübnan, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye
gibi rakip enerji politikasına sahip bölge ülkeleriyle,
ABD, AB, Rusya ve Çin gibi enerji hatlarının kontrolünü elinde tutmak isteyen diğer güçlerin projelerinden hangisinin kazanacağına göre belirleneceği
anlaşılmaktadır.
ABD ve AB ülkelerinin muhalefetine rağmen,
Rusya’nın cesaretlendirmesiyle, mart ayında
Kırım’ın Rusya’ya katılmayı tercih etmesi, ABD ve
AB ülkelerini korkutmuştur. Bu gelişmenin, enerjide Rusya’ya bağımlılığı artan AB’yi alternatif enerji
politikalarını desteklemeye yöneltmesi, dolayısıyla
Akdeniz’de yine Rusya’nın kontrol ve himayesindeki Şii Enerji Hattı’nın gerçekleşmesi için lüzumlu olan
Esad rejiminin devamına göz yummaması icap etmektedir. Rusya’nın kontrolü dışındaki Türkiye’nin
öncülüğünde projelendirilen alternatif gaz hattının
Batılı ülkeler tarafından desteklenmesi tabii olarak
Beşar Esad rejiminin gidişini hızlandıracaktır. Öte
yandan, Irak seçimlerinde İran yanlısı Maliki yönetiminin iktidardan uzaklaşması ile Şii enerji hattında
çatlak oluşması da ihtimal dâhilindedir.
Sonuç olarak, Ocak 2014 itibariyle 150 bini aşkın
kişinin ölümüne, 600 bin kişinin yaralanmasına, 6,5
milyon kişinin evlerini terk etmesine, yaklaşık 2,5
milyon Suriye vatandaşının ülkesini terk etmesine
sebep olan bu savaşın bir an önce bitmesi vicdan
sahibi her insanın gönülden temennisidir.
Orta Afrika Cumhuriyeti
İç Çatışmaları
A
ylar öncesine kadar uluslararası alanda,
dünyanın en az gelişmiş ve en yoksul ülkelerinden biri olarak bilinen Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC), son dönemde ülkede yaşanan iç
çatışmalar ve insan hakları ihlalleri ile uluslararası
toplumun gündemini meşgul eden en önemli konulardan biri haline gelmiştir. 1960 yılında Fransa’dan
bağımsızlığını kazanmasından bu yana Orta Afrika
Cumhuriyeti’nde siyasi istikrarsızlıkların, darbelerin
ve isyanların ardı arkası kesilmemiştir.
Orta Afrika Cumhuriyeti’nin nüfusu, hem etnik hem
dini bakımdan çeşitlilik arz etmektedir. Nüfusunun
% 50’si Hıristiyan, % 15’i Müslüman ve %35’i ise
yerel inançlara sahiptir1. Ayrıca 60’ın üzerinde etnik
grubu bünyesinde barındıran heterojen nüfus yapısı da ülkede devam eden çatışmanın temellerinde
yatan politik istikrarsızlığın en önemli sebeplerindir.2
Özellikle çoğunluğu ülkenin kuzeyinde, Çad ve Sudan sınırında yaşayan Müslüman azınlık ile Hıristiyan yönetimler arasında çoğunluğu ekonomik olmak üzere dönem dönem sorunlar ortaya çıkmıştır.
NİSAN 2014
81
özellikle elmas madenlerinden elde edilen gelirler
çoğunlukla yönetimde bulunan kesimin egemenliğinde olmuştur. Dolayısıyla da birbiri ardına gelen
rejimler, hem yönetimde kalma konusunda ısrarcı
davranmış hem de yabancı şirketlerle yapılan anlaşmalarla ülke kaynaklarını yağmalayarak ekonomik
çıkar elde etmişlerdir5. Nitekim Seleka Koalisyonu
da iktidarı ele aldığında ilk olarak elmas yataklarını
kontrol altına almışlardır.
Mart 2013’te Djotodia’nın, Hıristiyan çoğunluktan
olan Devlet Başkanı François Bozize’yi yerinden
ederek kendisini ülkenin ilk Müslüman hükümdarı
ilan etmesinden bu yana ülkede inanç temelli çatışmalar patlak vermiştir.3 Başlangıçta ekonomik ve
siyasi temelli olan çatışmalar, kısa sürede Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir dini çatışmaya
dönüşmüştür.
Siyasi İstikrarsızlığın Sebepleri
1894 yılında Ubangi-Chari adıyla Fransız sömürgesi haline getirilen ve 1958 yılında bugünkü adını alarak Fransız otonomisini kabul eden OAC, 13
Ağustos 1960’ta David Dacko liderliğinde bağımsızlığını kazanmıştır. 1960-1993 döneminde darbeler, monarşik yönetimler ve güç
mücadelelerine sahne olan Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, ilk demokratik
seçimler 1993 yılında yapılmıştır4.
Orta Afrika Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasından bu yana darbeler, ülkenin politik tarihinin belirleyici
özelliği olmuştur ve art arda 5 darbe
yapılmıştır.
Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın diğer
önemli sebebi de ekonomik istikrarsızlıktır. Orta Afrika Cumhuriyeti
çoğu Afrika ülkesi gibi altın, uranyum,
elmas gibi önemli kaynaklara sahipken, dünyanın en yoksul ülkelerinden
biridir. Çünkü ülkenin gelir kaynakları,
82
NİSAN 2014
Bangui Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim
üyesi Jules Yanganda, siyasi istikrarın sağlanamamasının ve darbelerin ülkede bu kadar yaygın olmasının sebebini iktidarın kişiselleştirilmesi, siyasi
alternatiflerin yok sayılması ve yöneticilerin yolsuzlukları olarak göstermiştir6. Özellikle Patesse iktidarı
döneminde, bugün ülkedeki çatışmaların ve siyasi
istikrarsızlıkların kaynağı olarak düşünülen rüşvet ve
yolsuzluklar önemli oranda yaygınlaşmıştır.7 Ayrıca
ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar artmış, halk arasında etnik ve dinsel bölünmeler ile kabilecilik anlayışı derinleşmiştir. Bölünmelerin temeli bu dönemde
atılmış olsa da bugünkü çatışmaların kökeni esas
olarak Bozize dönemi politikalarına dayanmaktadır.
Bozize İktidarı ve İç Savaşa Varan Gelişmeler
2003 yılında yapılan bir askeri darbe ile iktidarı devralan ve on yıl boyunca yönetimini sürdüren François Bozize döneminde de ülkede siyasi istikrarın sağlanması mümkün olmamıştır. Despotik bir yönetim
oluşturan ve iktidarı gönüllü olarak bırakmaya niyetli
görünmeyen Bozize8, yönetimin çeşitli kademeleri-
ne aile bireylerini yerleştirerek iktidarını sağlamlaştırmıştır9. Bozize bu faaliyetleri ile halkın tepkisini
toplamıştır. Özellikle ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan ve yabancı olarak görüldükleri için hükümetten
yeterince yardım alamamaktan şikâyetçi olan Müslüman azınlık arasında yönetime karşı bir hoşgörüsüzlük ortaya çıkmıştır10. Bu durum yönetimlere
karşı isyan hareketlerini beraberinde getirmiştir.
Michel Djotodia’nın önderliğindeki Union of Democratic Forces for Unity (UFDR) olarak bilinen silahlı milisler 2003 yılında hükümete karşı bir isyan
başlatmış ve bu isyan 2004-2007 yılları arasında
ülkede yoğun çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur11. 2007 yılına kadar devam eden çatışmaları
sonlandırmak ve taraflar arasında barışı sağlamak
üzere görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmelerin neticesinde 2007 ve 2008 yıllarında taraflar
arasında imzalanan ateşkesler ile çatışmalar nispeten azalmıştır.
Haziran 2008’de Gabon Başkanı Omar Bongo arabuluculuğunda, en güçlü üç isyancı grup12 ile ayrı
ayrı yapılan ateşkeslerin bir araya getirilmesi sonucu
Geniş Kapsamlı Barış Anlaşması (Comprehensive
Peace Agreement-CPA) adı ile de bilinen Libreville Anlaşması imzalanmıştır. Ancak bu anlaşmaya
uyulmaması ve reformların hükümet tarafından yerine getirilmemesi ayaklanmaların tekrarlanmasına
sebep olmuştur.
Orta Afrka Cumhuryet nüfusu hem etnk hem
dn bakımdan çeştllk arz etmektedr. Nüfusunun
%50’s Hırstyan, %15’ Müslüman ve %35’ se
yerel nançlara sahptr. Ayrıca 60’ın üzernde etnk
grubu bünyesnde barındıran heterojen nüfus yapısı
da ülkede devam eden çatışmanın temellernde yatan
poltk stkrarsızlığın en öneml sebeplerndr.
2013 yılı Ocak ayında Orta Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECCAS) himayesinde Gabon’un
başkenti Libreville’de çatışmalara son vermek amacıyla düzenlenen bir konferansın sonunda hükümet
ile Seleka Koalisyonu arasında bir barış anlaşması
imzalanmasını ve anlaşmadan hemen sonra ulusal birlik hükümeti kurulmasını esas alan Libreville
2 Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma imzalandıktan
kısa süre sonra Seleka üyeleri anlaşmadan duyulan
memnuniyetsizliği ifade etmişlerdir16 ve Bangui’ye
doğru harekete başlamışlardır. Bunun akabinde Seleka Koalisyonu, 24 Mart 2013’te hükümetin Libreville Anlaşmasına uymadığı gerekçesiyle bir darbe
Ülkede farklı bölgelerde farklı kabilelerce kurulmuş
birçok isyancı grup söz konusuyken, gruplar arasında bir birlik yoktur. Ancak 2012 yılı Eylül ayında, yönetimden memnun olmayan ve çoğunluğu
ülkenin kuzeyi ile kuzey doğusundan gelen isyancı
gruplara, Çad ve Sudan’dan gelen İslamcı grupların da katılmasıyla13 Seleka Koalisyonu14 oluşturulmuştur. Böylece muhalif gruplar arasında bir birlik
oluşturulmuştur.
Seleka üyeleri, 2007’de imzalanan barış anlaşmasının; siyasi tutukluların salıverilmesi, silahlarını bırakan isyancılara yardım edilmesini ve bunlara iş
sağlanmasını içeren maddelerine uyulmadığı gerekçesiyle 10 Aralık 2012 tarihinde yeniden ayaklanmışlardır15. Ülkenin kuzeyinde başlayan ayaklanmaların kısa süre içerisinde geniş bir alana yayılması
ve isyancıların Bangui sınırlarına yaklaşması üzerine
taraflar arasında görüşmeler yeniden başlamıştır.
NİSAN 2014
83
yapmış ve François Bozize yönetimine son vermiştir. Böylece barış kısa süre içerisinde bozulmuş17 ve
anlaşma sadece geçici ve göreli olarak tansiyonu
düşürücü nitelikte olmuştur.
Seleka’nın darbesi sonunda iktidara gelerek kendisini ülkenin yeni devlet başkanı ilan eden koalisyon
lideri Michel Djotodia, uluslararası toplumun tepkisi
üzerine; Libreville Anlaşması’na sadık kalacaklarını
açıklamışsa da18 ülkede sükûnet sağlanamamıştır.
Bozize’nin ülkeden ayrılmasından sonra Seleka Koalisyonu arasındaki birlik bozulmuştur.19
Mart 2013’te iktidarı ele geçirdikten sonra Seleka
Liderleri, Bangui’de bulunan silahlı güçleri kontrol
altında tutmakta zorlanmışlardır20. Bazı Seleka üyeleri, Hıristiyan nüfusa yönelik eylemlerde bulunmuşlardır.21 Bu durum Eylül ayında Seleka’nın Djotodia
tarafından dağıtılmasına kadar geçen süre boyunca
devam etmiştir22. Şiddet eylemlerinin yoğunlaşması
üzerine, Bozize taraftarı Hıristiyanlar da kendi milis
kuvvetlerini oluşturmuşlardır. Böylece Orta Afrika
Cumhuriyeti’nde çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Seleka üyeleri ile Hristiyanların kurduğu “AntiBalaka” adlı silahlı grup arasında başlayan çatışmalar özellikle 2013 yılı Aralık ayında Bangui’de yoğunlaşmıştır. Böylece çatışmalar dini gruplar arasında
bir savaşa dönüşmüştür.
OAC’deki olayların dinler arası bir savaş olup olmadığı hakkında çeşitli fikirler öne sürülmektedir.
Ancak ağırlıklı görüş, sorunun dini değil ekonomik
ve siyasi temelli olduğu yönündedir. Bu konuda
Dış İlişkiler Konseyi Afrika Çalışmaları kıdemli uz-
manı John Campbell şöyle demiştir: “Çatışmalar
esas olarak Bozize ve Djotodia arasındaki siyasal
güç mücadelesi ve özellikle de Bangui’nin yönetimi
üzerinde yaşanan anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır.
Daha sonra, tarafların politik hırslarını hayata geçirmek için dini ve etnik temelli kimlikleri kullanmaya
başlamalarıyla sorun boyut değiştirmiş ve din temelli çatışmalar önlenemez hale gelmiştir”23. Aynı
şekilde Kahire Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Afrika
uzmanı Dr. Bedir Hasan Şafii de Anti-Balaka milislerinin Hıristiyan, Seleka Koalisyonu üyelerinin ise
çoğunluğunun Müslüman olmasının olaylara dini
boyut kattığını ancak aslında dini olmadığını ifade
etmiştir24.
Çatışmaların şiddetinin artması üzerine 5 Aralık 2013’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
(BMGK) 2127 Sayılı kararı ile silahlı grupların silahsızlandırılması ve ülkede güvenlik ve istikrarın tekrar
sağlanması amacıyla ülkede bulunan 2.500 kişilik
Afrika Birliği Misyonuna (MISCA) gerekli önlemleri
alması konusunda yetki vermiştir25. Aynı karar asker
sayısının 3.500’e çıkarılmasını ve Fransa’nın Askeri
misyona destek vermesini de içermektedir. Kararın
sonrasında, Fransa Sangaris adı verilen operasyon
ile ülkeye müdahale etmiştir. Her ne kadar müdahale sebebinin ülkede huzur ve istikrarı sağlamak
olduğu dile getirilse de asıl amacın Fransa’nın ülkedeki ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak olduğu
aşikârdır.
Fransız askerleri de ülkede silahlı grupların silahsızlandırılması amacıyla çalışmalar başlamıştır. Ancak
Müslümanlar silahsızlandırma çalışmalarının sadece Seleka üyelerine yönelik olduğunu, Anti-Balaka
milislerinin katliamlara devam ettiğini belirterek durumu şikâyet etmektedirler26. Ülkede Seleka Koalisyonunun güçlenmesinden ve şiddet eylemelerine
başvurmasından Müslümanları sorumlu tutan Anti-Balaka milisleri sivillere yönelik sistemli yok etme
eylemlerine başlamışlardır. Nitekim İnsan Hakları
İzleme Örgütü (HRW) Anti-Balaka milislerinin giderek organize olduğunu ve Müslümanları Orta Afrika
Cumhuriyeti’nden gönderme niyetinde olduklarını
belirtmiştir27.
Taraflar arasında çatışmayı sona erdiremeyen Devlet Başkanı Djotodia 10 Ocak 2014’te görevinden
istifa etmiş ve ülkeyi terk etmiştir. Geçici Ulusal
Konsey’de yapılan seçimlerde Bangui Belediye
84
NİSAN 2014
Başkanı Catherine Samba-Panza geçici
devlet başkanı seçilmiştir. Çatışan gruplardan herhangi birine mensup olmayan
Devlet Başkanı Samba-Panza’nın istikrarı sağlayabileceği düşünülmüşse de ülkede çatışmalar henüz sona ermemiştir.
Çatışmaların en önemli sonuçlarından
biri yapılan insan hakları ihlalleri olmuştur. 5-6 Aralık 2013 tarihinden bu yana
devam eden şiddet olaylarında 1200 kişi
yaşamını yitirmiş ve 3000 kişi yaralanmıştır. Çoğunluğu Bangui’den olmak üzere
838,000 kişi ülke içerisinde, 100,000 kişi ise komşu ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır28. UNDP
verilerine göre ise şiddet, ülke nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan 2,2 milyon kişi insani yardıma
muhtaç bırakırken yaklaşık bir milyon kişiyi göçe
zorlamıştır29.
8
9
10
11
12
Sonuç
Şu anda Orta Afrika Cumhuriyetinde devam eden
dinsel çatışmalar ülke tarihi boyunca hiç bu kadar
ciddi boyutlara ulaşamamıştı. Nüfusun çoğunluğunun Hıristiyan olduğu Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
bir Müslüman’ın yönetimi devralması ülkede çatışma ortamına yol açmıştır. Hıristiyan ve Müslüman
silahlı gruplar arasındaki çatışmalar kısa süre içerisinde sivillere yönelmiş olup ülke din temelli bir
iç savaşa sürüklenmiştir. Taraflar arasında devam
eden çatışmaların önlenememesi halinde ülkede,
Ruanda Soykırımına benzer katliamların yapılması
olası görünmektedir. Bu nedenle uluslararası toplumun bir an önce çatışmaları tamamen durduracak
tarafsız önlemler alması gerekmektedir.
Dipnotlar
1
Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.indexmundi.
com/central_african_republic/demographics_profile.html. Demographics Profile 2013.
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
2
Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: https://www.academia.
edu/3625442/Conflict_Analysis_-_Central_African_Republic, s.1.
24
3
Erişim Tarihi:16.02.2014, Erişim Adresi: www http://www.opendemocracy.net/opensecurity/morten-b%C3%B8%C3%A5s/centralafrican-republic-history-of-collapse-foretold. s.2
25
4
Erişim Tarihi:18.02.2014, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/
fransa-orta-afrika-cumhuriyetine-mudahale-ediyor/
26
5
Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.timeturk.com/
tr/2013/12/12/orta-afrika-da-neler-oluyor.html#.UwQc1GJ_t1Z .
27
6
Erişim Tarihi: 17.02.2014 Erişim Adresi: http://www.turkiyegazetesi.
com.tr/dunya/133729.aspx
28
7
Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.usfca.edu/uploadedFiles/Destinations/College_of_Arts_and_Sciences/Undergraduate_ Programs/Peace_and_Justice_Studies/Student_Research/
Central%20African%20Republic.pdf
29
Bøås, a.g.m., s.3.
Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/
en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.2.
Erişim Tarihi: 15.02.201, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1
Erişim tarihi:14.02.2014, Erişim Adresi: http://afrika.ihh.org.tr/tr/
main/news/0/ihhdan-orta-afrika-cumhuriyeti-kriz-raporu/2009. s.5.
Democratic Front of the Central African People (FDPC) ile Libya’nın
Sirte kentinde in Şubat 2007’de; Union of Democratic Forces for
Unity (UFDR) ile Birao’da Nisan 2007’de ve Popular Army for the
Restoration of the Republic and Democracy (APRD) ile Libreville’de
Mayıs 2008’de ateşkes anlaşmaları imzalanmıştır.
Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.religionnews.
com/2013/11/21/religious-conflict-rips-central-african-republic/ .
Sango dilinde İttifak anlamına gelmektedir.
Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://tr.euronews.
com/2012/12/31/orta-afrika-cumhuriyeti-nde-isyancilar-direniyor/,.,
http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1
Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/
en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.14.
Erişim Tarihi: 16.02.2014, Erişim Adresi: http://thinkafricapress.com/
central-african-republic/insurgency-murder-human-rights-watchreport .
http://tr.euronews.com/2013/03/26/orta-afrika-cumhuriyeti-ndeanayasa-askiya-alindi/
Bøås, a.g.m., s.1
Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/
en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.18
Erişim Tarihi: 13.12.2013, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402131359.html?viewall=1
Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.aa.com.tr/tr/
dunya/286835--elmasin-golgesinde-ic-savasin-pencesinde
Erişim Tarihi: 15.02.201, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1
Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.timeturk.com/
tr/2013/12/12/orta-afrika-da-neler-oluyor.html#.UwQc1GJ_t1Z .
“BMGK’dan Askeri Güç Kullanımına Onay’’, Anadolu Ajansı, Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.aa.com.tr/tr/
haberler/259776--bmgkdan-askeri-guc-kullanimina-onay
Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.yerelgundem.
com/haberler/610539/fransa_mudahalesi_boluyor.html .
Erişim Tarihi: 13.12.2013, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402131359.html?viewall=1
Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://reliefweb.int/sites/
reliefweb.int/files/resources/CAR_conflict_feb_2014_executive_summary.pdf
Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.undp.org/
content/undp/en/home/librarypage/results/fast_facts/fast-facts-central-african-republic/, s. 1
NİSAN 2014
85
DIŞ POLİTİKA
İİT’DE
YENİ
DÖNEM
Dr. Ergin ERGÜL
Bağımsız Daimi İnsan Hakları
Komisyonu Üyesi
işbirliğini sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Bir
hükümetler arası kuruluş niteliğindeki Teşkilat’ın ilk
şartı, 1972’de Cidde’de yapılan Dışişleri Bakanları
Konferansı Toplantısında kabul edilmiştir. Teşkilatın
öncelikli amacı barış ruhu içinde İslam dünyasının
menfaatlerini korumaktır
2011
yılında faaliyete geçen İslam İşbirliği
Teşkilatı (İİT) Bağımsız Daimi İnsan
Hakları Komisyonu (BDİHK), uluslararası alanda
en yeni insan hakları mekanizmasıdır. BDİHK İslam
Dünyasında alanındaki ilk kuruluş olarak uluslararası insan hakları kamuoyunda oldukça olumlu karşılanmıştır. Kuruluşundan bu yana geçen kısa zaman diliminde, uluslararası araştırmacılar tarafından
hakkında çok sayıda rapor ve makalelerin kaleme
alınması da bu durumun bir göstergesidir. Ağustos
2012 tarihinde, 2. Olağan toplantısını Ankara’da
yapması, BDİHK’nın Türkiye’de de gündeme gelmesini sağlamıştır.
Ağır insan hakları sorunları ile boğuşan BM’den
sonra dünyanın en geniş uluslararası teşkilatı İİT
üyesi ülkelerin halkları ve Arakan’dan Orta Afrika Cumhuriyeti’ne sistematik insan hakları ihlalleri
86
NİSAN 2014
ile karşı karşıya olan dünyanın çeşitli yörelerindeki
Müslüman azınlıklar açısından BDİHK bir ümit ışığı
olarak ortaya çıkmıştır.
Ülkemiz kamuoyunun ve insan hakları alanında faaliyet gösterenler başta olmak üzere sivil toplum
kuruluşlarının, Türkiye’nin faaliyetlerinde aktif şekilde yer aldığı İİT’nın bu temel organını yakından
tanıması, çalışmalarına katkı vermesi ve uluslararası
alandaki benzerleri gibi tam bir insan hakları koruma mekanizması haline gelmesi için desteklemesi
önem taşımaktadır.
İİT ve İnsan Hakları
İİT başlangıçta İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) ismiyle, 1969 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 25 ülkenin bir araya geldiği Rabat zirvesinde, Müslüman ülkeler arasında dayanışmayı ve
1972 tarihli İKT Şartı (kurucu anlaşması), insan haklarına ilişkin bir bölüm içermemektedir. İKT başlangıcında, örneğin Avrupa Konseyi gibi insan haklarının savunulması amacıyla oluşturulmuş bir teşkilat
değildir. Ancak Şartın girişi ve çeşitli hükümleri ile
temel organlarının yetkileri İKT’nın insan haklarının
korunması ve geliştirilmesine önem atfettiğini göstermektedir.
evrensel yaklaşımından esinlenerek, yeni belgeler
ve bağımsız ve daimi bir insan hakları mekanizması oluşturulmasını da içeren çabaları, uluslararası
alanda insan haklarının geliştirilmesi ve korunması
konusunda yeni bir boyut olarak öne çıkmaktadır.
Bu yeni mekanizmanın mevcut uluslararası mekanizmalara alternatif olmaktan ziyade, dünyada
mevcut insan hakları düzenlemelerini tamamlayıcı
mahiyette olması amaçlanmıştır.
Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu
İİT üyesi ülkeler 2008 yılında değişen İİT Şartında
çağın ruhuna uygun, bu alandaki evrensel deneyimleri dikkate alan düzenlemelere gitmişlerdir.
Bunların başında teşkilatın insan hakları alanında
temel organı olarak bağımsız ve daimi şekilde faaliyet gösterecek bir mekanizma oluşturulması gelmektedir.
İnsan hakları meselesinin İİT bünyesinde kurumsallaşmasını temsil eden Komisyon, İİT’nin insan hakları alanındaki temel organıdır ve herkes için insan
haklarının bağımsız şekilde korunması ve güçlendirilmesine yönelik çalışır. Müslüman azınlıklar ve
topluluklardaki temel haklar ile Üye Devletlerdeki
temel insan hak ve özgürlüklerini evrensel olarak
kabul edilmiş insan hakları norm ve standartlarına
uygun olarak, İslami adalet ve eşitlik ilkelerinin katma değerleriyle güçlendirmek Komisyonun temel
misyonudur.
İİT’nin, insan hakları alanında evrensel belgeleri kabul etmenin yanı sıra, katma bir değer olarak İslam
inanç, kültür ve medeniyetinin insan haklarına ilişkin
İİT Şartının 15. maddesine göre; Bağımsız Daimi
İnsan Hakları Komisyonu, Teşkilatın anlaşmaları
ve bildirileri ile evrensel kabul görmüş insan hakları
NİSAN 2014
87
met Başkanları Zirvesi veya Dışişleri Bakanları
Konseyi’nin vereceği her türlü görevi yerine getirir
(İçt. Md. 12). Bu hükmün uygulamada nasıl yerine getirileceğini usul kurallarının 40. maddesi düzenlemektedir. Buna göre; Komisyonun Konseye
sunduğu raporlarda, Zirve ya da Konsey tarafından
kendisine verilen görevleri yerine getirmesini kolaylaştırmak ve onların ilgisini acil ya da alakalı herhangi
bir konuya çekmek amacıyla Üye Devletlerde insan
haklarına saygının artırılması için gerekli tedbirlere
ilişkin tavsiyeler yer alır.
belgelerinde koruma altına alınmış medeni, siyasi,
sosyal ve ekonomik hakları, İslamî değerlere uygun
olarak teşvik edecektir.
Bu amaçlar, Komisyonun rolünün insan haklarının
geliştirilmesi ile sınırlandırıldığını göstermektedir.
Bölgesel örgütler bünyesinde faaliyet gösteren veya
bölgesel insan hakları sözleşmeleri ile oluşturulan
değişik insan hakları örgütleri hem insan haklarını
geliştirme hem koruma görevleri ile ilgilenmektedirler. 1959 tarihli Amerikalılar arası İnsan Hakları
Komisyonu, 1969 tarihli Amerikan İnsan Hakları
Sözleşmesi organları ve 1981 tarihli Afrika İnsan ve
Halkların Hakları Şartının organı, Afrika İnsan Hakları Komisyonunun durumu bu şekildedir. Bu iki organ insan haklarının geliştirilmesi ve korunması rolü
(Amerikalılar arası Komisyon 1965 den beri) oynamaktadırlar.
Dünya Müslümanlarının üçte birine karşılık gelen
yaklaşık 500 milyon Müslümanın İİT üye ülkeleri dışında yaşadığı tahmin edilmektedir. İİT, İslam
Dünyası’nın tümüne hitap etmenin sorumluluğu
içinde kuruluş şartında üye devletlerinin dışındaki
Müslüman toplulukları da kapsamayı görev bilmiştir.
Komisyonun oluşumuna ve üyelere ilişkin İİT Şartında bir hüküm bulunmamaktadır. Komisyon Tüzüğünün 3 ilâ 7. maddeleri Komisyonun oluşumunu düzenlemektedir. Buna göre, Komisyon insan
hakları alanında yetkinlikleriyle tanınmış 18 üyeden
oluşur. Görüldüğü üzere üyelerin İslami ilimlerde,
özellikle de İslam hukukunda uzmanlığı aranmamaktadır.
Komisyonun yetkileri İçtüzüğün 12 ilâ 17. maddelerinde sıralanmıştır. Buna göre;
Komisyon, danışmanlık görevi yapar ve Konsey’e
tavsiyelerde bulunur. Ayrıca Devlet ve Hükü-
88
NİSAN 2014
Komisyon İİT’nin insan hakları ile ilgili konumunu
uluslararası düzeyde destekler ve Üye Devletler
arasında insan hakları alanındaki işbirliğini güçlendirir (İçt. Md. 13).
Komisyon, insan hakları alanında teknik destek
sağlar; Üye Devletlerde bu haklara ilişkin farkındalığı artırır ve onay veren Üye Devletlere insan hakları
konularında istişari görüş verir (Md. 14).
Komisyon, Teşkilat ve diğer bölgesel ve uluslararası
insan hakları kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmenin yanı sıra, Şart’a ve çalışma mekanizmalarına
uygun şekilde, ulusal kurumların ve Üye Devletler
tarafından akredite edilmiş sivil toplum örgütlerinin
insan hakları alanındaki rolünün geliştirilmesine çalışır (Md. 15).
Görüldüğü üzere İçtüzüğün 15. maddesi, sivil toplumla işbirliğinin kapılarını açmaktadır. Ayrıca her
seferinde farklı yerde toplantı düzenlenebilmesi
imkânı, ulusal aktörlerle işbirliğini daha kolay hale
getirmektedir.
Komisyon, Konsey tarafından kendisine iletilen konular da dâhil olmak üzere insan hakları alanında
öncelikli meselelere ilişkin inceleme ve araştırmalar
yürütür; Üye Devletlerin çalışma gruplarının faaliyetlerini ve bunlarla uluslararası planda insan haklarına ilişkin konularda bilgi değişimini koordine eder
(İçt. Md. 16).
Komisyon, Üye Devletler ile kendi talepleri doğrultusunda insan hakları belgelerinin kaleme alınması
konusunda işbirliği yapabilir. Ayrıca Teşkilatın insan
hakları beyannameleri ve anlaşmalarının iyileştirilmesine ilişkin tavsiyelerde bulunabilir ve Teşkilat
çerçevesinde, İslami değerlere uygun ve benimsenmiş uluslararası standartlarla uyumlu insan hakları
anlaşmalarının ve belgelerinin onaylanmasını önerebilir (İçt. Md. 17).
Görüldüğü üzere Komisyona tanınan yetkiler insan
haklarının geliştirilmesi, teşkilatın çeşitli organlarına
tavsiyeler sunma, Komisyon ile diğer uluslararası ve
bölgesel kuruluşlarla işbirliği, insan hakları alanında
üye devletlerarasında işbirliği ve ulusal kurumların
ve bu alanda üye devletlerce kabul edilmiş sivil
toplum örgütlerinin rollerinin geliştirilmesi etrafında
dönmektedir. Ancak, İİT tarafından kabul edilmiş
belgelerde korunan insan hakları ihlalleri mağdurları
tarafından Komisyona sunulabilecek bireysel veya
devlet başvurularına ilişkin hiçbir ifade yer almamaktadır. Ayrıca, Komisyon’un yetkileri arasında,
üye devletlerde araştırma/soruşturma
turma
yapması imkânına ilişkin herhangi açık
çık
bir hüküm de bulunmamaktadır.
Aynı zamanda, İİT resmi dilleri
olan Arapça, İngilizce ve Fransızca Komisyonun da çalışma
dilleridir. Komisyon çalışmalarını, olağan toplantılar, olağanüstü
toplantılar, çalışma grubu toplantıları, uluslararası toplantılara iştirak,
k,
ziyaretler, üye ülkelerin talebi üzerine
rine
yeni insan hakları belgeleri hazırlama, araştırma, incelemeler ve raporlar yapma ve yaptırma,
istişarî görüş verme, teknik işbirliği, insan haklarına
ilişkin farkındalık ve eğitim çalışmaları gibi vasıtalarla
gerçekleştirmektedir.
Sonuç
57 üye devletle, coğrafi, nüfus ve ekonomik açıdan
en büyük uluslararası örgütlerden olan İİT bünyesinde daimi ve bağımsız bir insan hakları komisyonunun kurulmuş olması, İslam dünyasında devletler
ve halklar arası işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesi açısından önemli bir adımdır. Ancak, Komisyonun, sadece insan haklarının geliştirilmesine ilişkin
bir organ olarak kaldığı sürece, Müslüman halkların
ihtiyaçlarını ve beklentilerini tam olarak karşılaması
mümkün değildir. Bu nedenle Komisyonun ilerleyen
süreçte insan hakları mağdurlarının bireysel başvuru hakkını kullanabilecekleri bir koruma mekanizmasına dönüşmesi elzemdir.
BDİHK, İİT’nin kuruluş şartındaki amaçlarına ulaşmasında önemli bir katkı sağlayabilir. Ancak bunun
Müslüman azınlıklar ve
topluluklardaki temel haklar
ile Üye Devletlerdeki temel
insan hak ve özgürlüklerini
evrensel olarak kabul
edilmiş insan hakları norm
ve standartlarına uygun
olarak, İslami adalet ve eşitlik
ilkelerinin katma değerleriyle
güçlendirmek Bağımsız Daimi
İnsan Hakları Komisyonunun
temel misyonudur.
için Komisyona örgüt ve üye ülkeler
tarafından gerekli desteğin sağlanması gereklidir. Ayrıca, Komisyonun,
üye ülkelerin kamuoylarınca benimsenmesi ve üye ülkelerdeki insan
hakları kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile iyi bir işbirliği tesis edebilmesi
ö
önem taşımaktadır.
İnsan haklarının geliştirilmesi ancak bu hakların somut ve etkin şekilde korunması ile mümkün
olabilir. Ancak, Komisyon bugünkü yapısı itibariyle,
özellikle usül kurallarında geçen “insan haklarını geliştirme ve koruma” ifadesine rağmen, insan haklarının geliştirilmesini amaçlayan, yumuşak bir mekanizma görünümü vermektedir. Bir koruma mekanizması özelliği kazanabilmesi için, Komisyonun,
üye ülkeler için bağlayıcı insan hakları belgelerine
öncülük etmesi ve bu belgelerdeki hakların korunması için yarı yargısal veya yargısal bir mekanizmaya dönüşmesi elzemdir.
Komisyonun başarısı uygulamadaki etkinliğine bağlıdır. Bunun için, uygulamada, uluslararası alandaki
benzer mekanizmaların gerisine düşmemek büyük
önem taşımaktadır. Komisyonun İİT üyesi ülkelerin
vatandaşlarının hayatlarına dokunacak çalışmalar
yapabilmesi halinde, Teşkilatın kuruluş felsefesinin
dayandığı, İslam Ümmetine aidiyet bilincinin oluşmasında, Müslüman ülkeler ve halklar arası işbirliği
ve yakınlığın tesisinde önemli bir kamuoyu ve sivil
toplum desteği ortaya çıkabilecektir.
NİSAN 2014
89
röportaj
IRAK’TA
YAKLAŞAN
SEÇİMLER
Röportaj: Ebuzer DEMİRCİ
SDE Asistanı
Irak parlamento seçmlernn, Irak syasetne muhtemel etkler
hakkında düşüncelernz nelerdr?
Y. Abdul Hüseyn Kmdr?
1984 yılında Bağdat’ta doğdu. Bağdat
ünverstes Syaset Blm bölümünü
yüksek derece le btrd. Bağdat
Ünverstes Uluslararası İlşkler Bölümü
Syaset Blm bölümünde yüksek
lsans ve doktorasını tamamladı. Halen
Bağdat’ta faalyet gösteren Stratejk
Araştırma ve Çalışmalar Merkeznn
başkanlığını yürütmektedr. Ortadoğu
ve Türk Dış Poltkasını yakından takp
etmekte olup brçok derg ve gazetede
bu konularda makaleler yayınlanmıştır.
Ayrıca Irak’ta yayın yapan ulusal
br kanalda ç ve dış poltka üzerne
programlar hazırlayıp sunmaktadır.
90
NİSAN 2014
Nisan 2014’te yapılacak olan Irak seçimleri, Irak’ın
siyasi sahnesine birçok sebepten ötürü önemli bir
etkide bulunacaktır. Önümüzdeki Irak seçimleri;
Irak’ın iç işlerindeki sorunlar, Al-Anbar’daki terörizme karşı mücadele, Bağdat’taki merkezi hükümet
ile Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim arasındaki ilişkiler gibi birçok alanda Irak’ın iç ve dış politikasına
yön verecek ve belirleyici olacaktır. Yani bu seçim,
Irak’ın geleceği açısından büyük önem taşıyan bir
seçimdir.
Seçmlern dış dünyaya etkler hakkında neler söyleyeblrsnz?
Küreselleşen dünyada, siyasi olaylar ülkelerin kendi
sınırları içinde kalmadığı gibi dış dünyayı da çok yakından ilgilendirmektedir. Irak’ın stratejik konumundan dolayı Irak seçimleri sadece Irak’ın ve Iraklıların
bir seçimi olmaktan çıkmış, bölgenin ve hatta dünyanın bir seçimi haline gelmiştir. Başta da belirttiğim
gibi, küreselleşen dünyada seçimler tek başlarına
kendi ülkelerinin kaderini değil, aynı zamanda bütün
bir bölgenin, hatta dünyanın kaderini şekillendirebiliyor. Herkesin de bildiği gibi uluslararası düzende
minimum güce sahip ülkeler bile çevresiyle olan
ilişkilerinden dolayı kendilerini uluslararası arenadan
soyutlayamazlar. Hiç olmazsa, savunmasız olduk-
larından ayakta kalabilmek için dengeli bir politika izlerler. İşte Irak için de tam olarak bu politika
geçerlidir ve Irak tam da bu nedenden dolayı her
zaman çevresindeki siyasi olaylardan etkilenen bir
ülke olmuştur. Mesela, Irak bugün Suriye’deki krizden, İran’ın nükleer dosyasından, ABD ve Arabistan
arasındaki gergin ilişkilerden, Türkiye’nin siyasi meselelerinden ya da Beyrut banliyösündeki bir araba
patlamasından etkilenen bir ülkedir. Ayrıca 2013
yılının son aylarına doğru Irak, çevresinde meydana
gelen gelişmelerden etkilenerek bir dönüşüme tanık
oldu. İşte bütün bu nedenler Irak seçimlerini etkileyecek; Irak’taki seçimler de bütün bölgenin kaderi
üzerinde etkili olacaktır.
Amerka’nın, Irak’tak seçmler ve Irak’ın güvenlğnn
sağlanmasındak rolü nedr?
Bölgede ve Irak iç politikasında Amerika’nın karşısında durabilecek herhangi bir güç bulunmamaktadır. Ancak Washington’un etkisi askeri yardımlarla değil, Irak’ın bağımsızlığını ve birliğini koruma,
terörizme karşı mücadele, demokrasiyi savunma,
Irak’taki petrol akışını kontrol etme gibi stratejik anlaşma kapsamındaki ilkelere bağlılığı ile olmaktadır.
Obama yönetiminin açıkça belirttiği üzere, ABD’nin
hiçbir şekilde Irak’ın siyasi meselelerine karışma gibi
bir niyeti yoktur. Ayrıca, Amerika’nın Irak’ı güvenlik açısından desteklemesini engelleyen bürokratik
prosedürler de vardır. Diğer taraftan, ABD, Irak ordusunu silahlandırma anlaşmasındaki yükümlülükleri ile ilgili pek bir girişimde de bulunmamıştır. Ama
daha önce de belirttiğim gibi, Amerika’nın önünde
durabilecek herhangi bir güç de bulunmamaktadır.
Irak’tak seçmenlern, herhang br syas akımdan etklenmeler
söz konusu mudur?
Irak’taki siyasi meseleler ile güvenlik sorunlarının insanlar üzerindeki etkileri yadsınamaz. Irak seçmeni
bu seçimlerde parçalı bir yapı gösteriyor. 2014’teki
bu seçimlerde 4 grup seçmen olacak; ilk ve en büyük grubu Shiite’de bulunan terörizm karşıtı Şii grup
oluşturmaktadır. Bu gruba bazı Sünni kabilelerin de
destek vereceği tahmin edilmektedir. 2. grup, seçimlerde doğrudan doğruya taraf olan sempatizan-
lar ve sivil kuvvetlerden oluşmaktadır. 3. grup dini
kuruluşlar ve gelenekçi seçmenleri içermektedir. 4.
grubu ise, oy konusunda kararsız kalanlar ve yeni
bir alternatif bekleyenler oluşturmaktadır.
30 Nsan’da yapılacak olan Irak seçmler le lgl son olarak ne
söylemek stersnz?
2014 parlamento seçimlerinin Irak tarihinde bir dönüm noktası olabileceğini söylemek mümkün gözüküyor. Seçimleri; nefes kesen siyasi sürece ve
mücadeleye son vermesi, bununla birlikte gerçek
bir değişime yol açması umuduyla, önemli bir fırsat olarak görmekteyim. Bir de başta vurguladığım
şeyi tekrar vurgulamak isterim; bu seçimler sadece
Irak’ın geleceğini şekillendirmeyecek, Irak ile birlikte bütün bölgenin siyasi yapısını şekillendirecektir.
Ayrıca, Türkiye’deki seçimleri de yakından takip
eden biri olarak şunu da eklemek isterim; bölgenin yeniden şekillenmesinde, sadece Irak’taki seçimler değil, aynı zamanda 30 Mart’ta Türkiye’de
yapılacak seçimler de önemli bir rol oynayacaktır.
Aslında şöyle de söyleyebiliriz; bölgedeki bütün bu
seçimlerden sonra yeniden şekillenmiş bir coğrafya
ile karşı karşıya geleceğiz ve bu sürecin sonunda,
Ortadoğu kendisine yeni güçler, yeni dengeler, yeni
sorunlar ve çözümler oluşturacaktır. Bu yüzden
hem Irak Seçimlerini hem de Türkiye’deki seçimleri
bölge için bir umut olarak görüyorum.
Değerl görüşlernz bzmle paylaştığınız çn teşekkür ederz.
NİSAN 2014
91
Her Şeye Rağmen
Üretim...
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
HER ŞEYE RAĞMEN
ÜRETİM...
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
Ekonommz, kurdak ve faz oranlarındak artış, BİST’tek düşüş, Gez Olayları ve 17 Aralık
sürec gb olumsuz etks olablecek pek çok şeyden sıyrılarak üretme devam edyor.
Dışarıda yaratılmaya çalışılan algı ne olursa olsun, çerde üretm yapmaya ve üretmmz
artırmaya devam ettğmz sürece ekonommz de güçlendrrz. Bu bakımdan sanay
üretmnde yakaladığımız bu trend devam ettrmelyz.
T
ürkiye 2013 yılının ikinci yarısından itibaren, siyasi istikrarını ve ekonomik görünümünü derinden etkileyen bir süreç
ile baş başa kaldı. Bu süreçteki ekonomik ve
ekonomi dışı pek çok değişken, Türkiye ekonomisinin algıda yıpranmasına ve rakamlarda
zorlanmasına neden oldu. Oysa 2013 Mayıs
ayının sonuna kadar devam eden süreçte,
tüm gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren ekono-politik riskler devam ediyor olmasına rağmen, risk primlerimiz düşüyor ve kredi derecelendirme kuruluşları bizim için ardı ardına not
artırımına gidiyordu. Peki, ne oldu da, ekonomimizin gücü birden sorgulanmaya başladı?
Aslında bu sorunun cevabının hemen hemen
hiçbir ekonomik yanıtı yok. Amerikan Merkez
Bankası FED’in para politikalarının yarattığı riski bir kenara bırakırsak, bu tablonun sorumlusunun ekonomi dışı etkenler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2013 Mayıs sonunda başlayan ve uzunca bir süre devam eden sokak
olayları neticesinde Türkiye’nin risk primleri
giderek arttı. Takip eden dönemde yaşanan
gelişmeler siyasi ve ekonomik ortamı sıcak tutarken, 17 Aralık sürecinin patlak vermesi ise,
özellikle ABD Doları tarafında oldukça büyük
bir maliyete neden oldu.
94
NİSAN 2014
Bu noktada üzerinde durulması gereken çok
önemli bir konu var. Uzun süredir biz dâhil bütün
gelişmekte olan ülkeler, FED’in tahvil alımı adını
verdiği ve ayda 85 milyar Doları piyasaya bir şekilde
enjekte ettiği programdan ne zaman vazgeçeceğini
merak ediyordu. Çünkü bu tahvil alım programı
ABD Dolarını, gelişmekte olan ülkelerde nispeten
daha değersiz bir hale getiriyordu. Bu program
kapsamında tahvil alım miktarının azalmasının, diğer
ülke kurlarının Dolar karşısında değer kaybetmeye
başlamasına neden olacağı da tüm piyasa aktörleri
tarafından net bir şekilde bilinmekteydi. İşte bu karar
17-18 Aralık 2013’te yapılan FED toplantısında
dünyaya duyuruldu ve Dolar yönünü sert bir şekilde
yukarı çevirdi. Türkiye’yi gelişmekte olan ülkelerden
ayıran en temel fark ise, 17 Aralık sabahı başlayan
operasyonlardı. Planlı ya da plansız, ekonomi için
negatif etkileri olan bu iki gelişmenin aynı güne
denk gelmesi, Türkiye ekonomisine oldukça büyük
zararlar veren ve Merkez Bankası’nın faiz artırımı
kararı almasına neden olan süreci de başlatmış
oldu.
Özellikle yurtdışı yayın organlarında Türkiye ekonomisinin aleyhine sistematik haberler yapıldı ve köşe
yazıları yazıldı. Uzun uzun raporlar kaleme alındı ve
Türkiye’nin artık Kırılgan Beşli adı verilen ülkelerin en
kırılganı olduğu ilan edildi. Cari açığın önüne geçilemeyeceği gerekçesi ile kredi notu düşürme ihtimalleri söylenmeye başladı. Dolar kurundaki yükselişin
önlenemeyeceği üzerine sayısız yazı yazıldı.
Elbette Türkiye ekonomisinin, tüm gelişmekte
olan ülkelerde olduğu ekonomik alanda tedbir
alması gereken bazı noktalar var. Ancak bu riskler
bugün meydana gelen riskler değildir. Kredi
derecelendirme kuruluşları not artırımı yaparken
de bu riskler vardı. Peki, 2001 yılında borsamızdan
NİSAN 2014
95
Grafik 1- Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) (Milyar Dolar)*
UYP
-350.000
2012-I
2012-II 2012-III 2012-IV
2013-I
2013-II 2013-III 2012-IV
-370.000
-390.000
-410.000
-430.000
-450.000
*TCMB, EVDS verileri kullanılarak hazırlanmıştır.
çıkan 1 milyar Doların nelere mal olduğunu
hatırlarsak, ekonomideki kayıpların 150 milyar
Dolara ulaşması neden ekonomik kriz çıkarmıyor?
Krizlerin etkileri her ne kadar rakamsal olarak ifade
edilse de altında yatan sebep genellikle beklentilerle
ilgilidir. Siyasi istikrar kriz beklentilerini düşürür ve
ekonominin gücü hissedildikçe de piyasalar zorlansa da kriz algısına kapılmaz. İşte Türkiye’de olan tam
da buydu. Küresel Krizin etkilerini en hızlı atan ülkelerden birisi olan Türkiye, artan döviz ve altın rezerv-
2014-I
leri, pek çok Avrupa Birliği ülkesinden çok
daha az işsizlik rakamları, Batı krizdeyken
kendisine Doğu’da partner bulabilme zekası gibi etkenler sayesinde, yapılan tüm
negatif haberlere rağmen ekonomik krize
düşmedi. Hatta yaklaşan yerel seçimler
ve seçimlerin neticesinde belirsizliğe neden olabilecek pek çok olumsuz durum
bile kriz algısı yaratmadı. 2001 krizinden
büyüyerek çıkan ve 2008 Küresel Krizi’ni
en az zararla atlatan Türkiye Ekonomisinin verdiği bu zor sınav neticesinde, cari
açık, sanayi üretim endeksi ve uluslararası
net yatırım pozisyonu gibi kritik başlıklarda kat ettiği yol dikkat çekiyor.
2014 Ocak ayı için cari işlemler açığı, bir önceki yılın
ocak ayına göre 932 milyon dolar azalarak 4 milyar
877 milyon dolara geriledi. Bu rakam hem beklentilerin altındaydı hem de bir önceki yılın aynı ayına
göre neredeyse 1 milyar Dolar daha aşağıdaydı.
Bir ekonomideki yerleşik kişilerin, yurtdışı yerleşik
kişilerden olan finansal alacakları ile rezerv varlık
olarak tutulan altın şeklindeki finansal varlıklarının
ve yerleşiklerin, yurtdışı yerleşik kişilere olan finansal yükümlülüklerinin, belli bir tarihteki stok değerini
gösteren istatistiki bir tablo olarak tanımlanan Uluslararası Yatırım Pozisyonundaki (UYP) gelişmeler de
son derece önemli. Zira IMF ve Dünya Bankası gibi
kuruluşların kriz algısında en çok dikkat ettiği konuların başında UYP geliyor. Bu alandaki iyileşmeler
de kriz algısını ortadan kaldırmaya yardım eden değişkenlerden bir tanesidir. Grafik bu alandaki iyileşmeyi göstermektedir.
Son dönemde dikkat çeken en önemli verilerden bir
tanesi de sanayi üretim endeksidir. Zira son açıklanan sanayi üretim endeksi beklentilerin oldukça
üzerinde bir şekilde gerçekleşmiş durumda. Bu
kadar olumsuz senaryonun olduğu bir ülkede normal şartlarda, sanayi üretiminin düşmesi beklenir.
Özellikle kriz algısının olduğu durumlarda üreticiler
ihtiyatlılık gereği daha dikkatli hareket ederler. Bu
rakamın yüksek çıkması ise, üretim kesiminde böyle bir algı olmadığının en önemli göstergelerinden
birisidir.
2014 yılı ocak ayı verilerine göre takvim etkisinden
arındırılmış sanayi üretimi bir önceki yılın aynı ayı-
Grafik 2- Mevsim ve Takvim Etkisinden Arındırılmış Sanayi Üretim Endeksi
(2010=100), Ocak 2014*
Küresel Krzn etklern en hızlı atan ülkelerden brs olan Türkye, artan dövz ve
altın rezervler, pek çok Avrupa Brlğ ülkesnden çok daha az şszlk rakamları, Batı
krzdeyken kendsne Doğu’da partner bulablme zekası gb etkenler sayesnde, yapılan
tüm negatf haberlere rağmen ekonomk krze düşmed.
NİSAN 2014
Grafik 2’de de görüldüğü üzere 2014 yılı Ocak ayı
için oluşan mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretim endeksinde ciddi bir artış var. Bu,
Türkiye’nin “her şeye rağmen üretim” yapmaya
devam ettiğini gösteriyor. Ekonomimiz, kurdaki ve
faiz oranlarındaki artış, BİST’teki düşüş, Gezi Olayları ve 17 Aralık süreci gibi olumsuz etkisi olabilecek pek çok şeyden sıyrılarak
üretime devam ediyor.
130
120
2013
110
100
96
na göre % 7,3 artmış durumdadır. TÜİK raporuna
göre, Sanayinin alt sektörleri (2010=100 temel yıllı)
incelendiğinde; 2014 yılı Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi % 9,4, imalat sanayi sektörü endeksi
% 7,8 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi ise % 3,5 arttı. Burada dikkat çeken unsurların başında Ana Sanayi
Grupları sınıflamasına göre, 2014 yılı Ocak ayında
bir önceki aya göre en yüksek artışın % 3,4 ile ara
malı imalatında gerçekleşmesi gerekiyor. Yani sadece nihai üretimde değil, hammadde üretiminde
de belirgin bir artış var. Aşağıdaki grafik 2013 yılının
tamamı ve 2014 yılı Ocak ayı için Sanayi üretim endekslerini gösteriyor.
2014
Türkiye’nin bir potansiyeli olmasaydı,
2014 Ocak ayında bir önceki yılın aynı
dönemine göre yüzde 51’lik bir artışla
toplamda 1,2 milyar Dolarlık doğrudan
yabancı yatırım Türkiye’ye gelmezdi.
Dışarıda yaratılmaya çalışılan algı ne
olursa olsun, içeride üretim yapmaya ve
üretimimizi artırmaya devam ettiğimiz
sürece ekonomimizi de güçlendiririz. Bu
bakımdan sanayi üretiminde yakaladığımız bu trendi devam ettirmeliyiz.
NİSAN 2014
97
Cemel ve Sıffin Olayları Işığında
Günümüzü Anlamak
Prof. Dr. Talip Özdeş
Türkiye ve Sudan:
Aktif Bir Ortaklığa Doğru
SDE Haber
“Ukrayna’daki Siyasi Kriz”
Çalıştayı
SDE Haber
“Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın
Muhasebesi” Çalıştayı
SDE Haber
GENEL
nemlerinden itibaren yönetim ve işlerin yürütülmesi
konusunda İslam’ın öne çıkardığı bu ilkeleri temsil
eden çizgiyle, bu ilkeler yerine kabileyi, aşireti, soyu,
etnik yapıyı veya cemaati yerleştirerek iktidarı saltanata dönüştürmeyi, siyaseti kişisel veya zümresel
çıkar elde etme aracı haline getirmeyi temsil eden
cahiliye dönemi kalıntısı çizgi arasında hep çatışma
olmuştur.
Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları Arasındaki
Rekabetin Siyasete Yansıması
Hz. Ebubekir’in Medine’de halife seçilmesiyle beraber bazı kabilelerin merkezî hükümete zekât vermek istememesi (Ridde olayları) ve birtakım yalancı
peygamberlerin ortaya çıkması gibi bazı olayları,
dînî görünümlü olduğu kadar aslında arka planında
kabilecilik ve bedevi zihniyetin etkili olduğu, merkezî
otoriteye karşı isyan hareketleri olarak değerlendirmek doğru olur. Kabilecilik, Hz. Osman döneminde
ortaya çıkan ve halifenin katledilmesine kadar varan
fitne hareketleri, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki yönetim ihtilafı, Cemel ve Sıffin olayları, Tahkîm (hakemlik) meselesi, Haricilik ve Şia’nın ortaya çıkması,
Hz. Ali’nin şehid edilmesi, Kerbelâ olayı gibi İslam
dünyasını derinden etkileyen hadiselerin ortaya çıkmasında etkin rol oynamıştır.
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
T
ürkiye seçimlere doğru yaklaşırken siyaset
eksenli kutuplaşmalar, sertleşmeler, çatışmaya yönelik tavır alışlar gündeme damgasını vurmaktadır. 17 Aralık’tan beri taban kitlelerinin
önemli bir kısmını İslami hassasiyete sahip kesimlerin oluşturduğu iktidar partisi ile tüzel kişiliği ile siyasete soyunan, kendisini dine ve ülkeye ‘hizmet’
hareketi olarak lanse eden, devletin birçok alanlarında kendisince kadrolaşan bir cemaat arasındaki kamplaşma bütün şiddetiyle devam etmektedir.
Her iki hareketin sosyal tabanı da inanç, değerler,
kültür ve dünya görüşü açısından ortak noktalara
sahip olmasına rağmen, her iki hareket arasında
Müslüman toplumun büyük çoğunluğunu etkisi
altına alacak şekilde siyasi rekabet ve kutuplaşma
ekseninde yaşananlar, İslam tarihinin ilk döneminde ortaya çıkan fitne hareketlerini, Cemel ve Sıffin
harbine neden olan durumları akla getirmekte, söz
konusu bu olayların ışığında günümüzü okumayı
gerekli kılmaktadır.
100
NİSAN 2014
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’in
sahabenin büyük çoğunun oylarıyla hilafete seçilmesiyle başlayan dört halife döneminde, halifeye ve
merkezi otoriteye başkaldırı mahiyetindeki olayların
arka planında yatan en önemli faktörün kabilecilik
olduğu söylenebilir. İslam’ın inanç, ahlak ve hukuk
alanında ortaya koyduğu evrensel mahiyetteki ilkeler ve prensipler üzerinden gerçekleştirilmesini istediği ideal toplumun aksine, İslam öncesi cahiliye
toplumunda ilişkileri düzenleyen faktör kabilecilik
olmuştur. Kabileciliğin insan ve toplum algısında
bireysel kimlik yerine kolektif kimlik öne çıkmaktadır. Hâlbuki tevhit toplumunun inşasında bireyi esas
alan İslam, hizmet ve işlerin yürütülmesinde emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi,1
ulu’l-emre (yöneticilere) itaat edilmesi,2 işlerin şûrâ
(danışma ve istişare) ile yürütülmesi,3 insanlar arasında adalet ve hakkaniyetle hükmedilmesi,4 doğruluk,5 iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin işlerden
sakındırılması,6 zulüm ve fitnenin elimine edilmesi7
gibi ilkeleri öne çıkarmaktadır. İslam tarihinin ilk dö-
Haşimoğulları
ile
Ümeyyeoğullarının
soyu
Abdulmenaf’ta birleşmesine ve her iki kol da Kureyş kabilesine mensup olmasına rağmen, Hz.
Peygamber’in Mekke’de İslam’ı tebliğ etmeye başlamasından Mekke’nin fethine kadar devam eden
süreçte meydana gelen birtakım gelişmeler, aynı
kabileye mensup bu iki kol arasındaki düşmanlığı
körüklemiştir. Hz. Peygamber’in 632 yılında vefatından sonra hilafete Haşimoğullarına veya Ümeyyeoğullarına mensup birisinin değil de Kureyş’in zayıf
kollarından Teymoğullarına mensup Hz. Ebubekir’in
getirilmesi, her iki kolu da memnun etmemiştir. II.
Halife Hz. Ömer’in bir suikast sonucu şehit edilmesinden sonra hilafete Ümeyyeoğullarına mensup
Hz. Osman’ın gelmesi, yeni bir dönemin başlangıcı
olmuştur. Hz. Osman’ın görevlendirmelerde kendi
yakınlarını öne çıkarması diğer kabileleri rahatsız etmiş, iki kol arasındaki rekabetin artmasına da vesile
olmuştur. Kabile rekabeti yanında Ümeyyeoğullarına mensup valilerin icraatlarına duyulan tepkiler,
hilafet merkezine (Medine’ye) karşı başlatılacak isyanın zeminini oluşturmuştur.8
Bir cemaatin kurumsal kimliği
ile muhalefet partisi gibi hareket
ederek siyasete soyunması, kadrolaşma girişimlerine ve pazarlıklara girerek devlet içerisinde
paralel bir yapı oluşturmak istemesi cemaat ruhu ile de bağdaşmayan, toplumu fitne ve tefrikaya sürükleyebilecek yanlış bir
yöntem ve hareket tarzıdır. Bu
durum tıpkı, Muaviye’nin iktidar
hesabı ile Hz. Osman’ın kanı üzerinden Hz. Ali’yi suçlayarak hilafet merkezine karşı siyaset geliştirip isyan hareketi başlatmasına
benzemektedir.
Hz. Osman Medine’deki evinde Küfe, Basra ve
Mısır’dan gelen ve sayıları da çok olmayan isyancılar tarafından günlerce kuşatma altına alındığında,
problemin kansız yolla çözümü için koşulların yeterince zorlandığı söylenemez. O sırada Medine’de
bulunan Kureyşlilerin ve Ensar’ın ona yeterince destek olmamalarının zemininde Hz. Osman’ın icraatlarına olduğu kadar Ümeyyeoğullarının kazandıkları
nüfuza karşı duyulan tepkinin de yattığı söylenebilir.
Yine o sırada Ümeyyeoğullarına mensup olup da
Medine’de ikamet edenlerin Hz. Osman’ı ihtilalcilere karşı korumak için herhangi bir teşebbüse
girişmemiş olmaları düşündürücüdür. Ne yazık ki,
mevcut şartlar altında Hz. Ali’nin isyancılarla halife
arasında arabuluculuk yapma girişimi de başarısız
kalmış, dil yerine kılıçlar konuşturulmuştur. III. Halifenin isyancılar eliyle katledilmesi şiddeti öne çıkararak işlerin daha fazla karışmasına neden olmuştur.9
Hz. Osman’a karşı isyan, farklı kabilelerin Kureyş’e
isyanını ve kabilevi akımın İslami akıma galip gelmesini sembolize eder.10 Hilafet merkezini hedef alan
ve III. Halifenin katledilmesiyle sonuçlanan ihtilalin
ortaya çıkmasında kabilecilik zihniyeti ve valilere du-
NİSAN 2014
101
Tevhit toplumunun inşasında bireyi esas alan İslam, hizmet ve işlerin yürütülmesinde emanetlerin
(mevki ve makamların) ehillerine
verilmesi, ulu’l-emre (yöneticilere) itaat edilmesi, işlerin şûrâ (danışma ve istişare) ile yürütülmesi,
insanlar arasında adalet ve hakkaniyetle hükmedilmesi, doğruluk,
iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin
işlerden sakındırılması, zulüm ve
fitnenin elimine edilmesi gibi ilkeleri öne çıkarmaktadır.
yulan tepki önemli rol oynamıştır. Bu durum, Abdullah b. Sebe gibi İslam dünyasını karıştırmak isteyen
kişilere ve çevrelere aradıkları fırsatı vermiş, asılsız
haber ve söylentilerin yayılmasıyla fitnenin gelişmesi
sağlanmıştır.
Kargaşa ve fitnenin egemen olduğu bir ortamda
Hz. Ali’nin, aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de
bulunduğu isyancılar tarafından Medinelilere yapılan baskı sonucu IV. halife seçilmesi,11 ileride onun
muhalifleri tarafından Hz. Osman’ın katilleriyle işbirliği içerisinde olduğu yönünde suçlanmasını ve
iktidarının meşruiyetinin sorgulanmasını beraberinde getirecektir. Hz. Ali Medinelilerin oylarıyla halifeliğe gelir gelmez, ilk icraat olarak kendisine biat
edip etmeyeceklerini beklemeksizin fitne olaylarının
meydana gelmesinin temel sebebi olarak gördüğü
Ümeyyeoğullarına mensup valileri ve bu arada Şam
valisi Muaviye’yi görevlerinden azletme yönüne gitmiş, görevlendirme konusunda Haşimoğullarını ve
Ensarı öne çıkarmıştır. Hz. Ali, böyle yapmaması,
en azından Muaviye’yi Şam’da vali olarak bırakması
yönündeki talepleri ise dini anlayışının buna müsaade etmediği gerekçesiyle reddetmiştir. Ayrıca, Hz.
Osman zamanında Ümeyyeoğullarına dağıtılan bazı
arazileri de onların elinden geri almıştır. Bu uygulamalar, Hz. Ali karşısında muhalefet cephesinin
oluşumunu tetiklemiştir. Daha sonraları Muaviye’nin
102
NİSAN 2014
Hz. Ali’ye başkaldırısıyla başlayan süreçte Hz.
Osman’a isyan edenlerin Hz. Ali’nin ordusunda yer
almaları da halife aleyhine şaibe ve dedikoduların
artmasına vesile olmuştur.12
Cemel ve Sıffin’e Giden Yol ve Sonrası
Hz. Ali’nin Şam bölgesine vali olarak atadığı Sehl b.
Huneyf’in Muaviye’nin adamları tarafından geri çevrilmesi, Muaviye’nin yeni halifeyi tanımadığı ve ona
biat etmeyeceği anlamına gelmiştir. Bunun üzerine
Hz. Ali, Muaviye’ye mektup göndererek ondan kendisine biat etmesini istediyse de, Muaviye biat için
önce Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını
şart koşmuştur. Ayrıca Mekkelilere ve Medinelilere
yazdığı mektuplarında halifenin Müslümanlar arasında oluşturulacak bir şura ile seçileceğini iddia
ederek, Hz. Ebubekir’le başlayan ilk dört halifenin
seçimini gerçekleştiren Muhacirler ve Ensardan
(Medine’deki sahabelerden) oluşan yapıyı devre dışı
bırakma taktiği gütmüştür.13
Geleneğe uygun olarak Medine’deki sahabe tarafından seçilen meşru halifeye isyan anlamına gelen
bütün bu girişimler, Hz. Ali ile Muaviye arasında
meydana gelen Sıffin harbine giden yolun taşlarını
döşemiştir. III. halife tarafından atanan bir valinin,
biat etmek istemese bile mevcut teamül üzerinden
meşru olarak seçilen bir halifeye itaat etmemesi,
hiçbir yetkisi olmadığı halde kendi kafasına göre
yeni bir şuranın oluşturulmasını önererek halifenin
bu şura tarafından seçilmesini istemesi, itaatini Hz.
Osman’ın katillerinin cezalandırılma şartına bağlaması hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Böyle bir
tasarruf, günümüz şartlarında atanan bir valinin,
kendisince birtakım gerekçeler üreterek seçim yoluyla gelen, kendisinin de yasal olarak bağlı olduğu
bir başbakanı veya cumhurbaşkanını tanımamasıyla aynı anlama gelmez mi? Ayrıca, Muaviye’nin,
bir taraftan yeni halifeden Hz. Osman’ın katillerini
cezalandırmasını isterken, diğer taraftan ona biat
etmeyip isyan bayrağını kaldırması tam bir samimiyetsizlik ve çelişki örneği oluşturmaktadır. Çünkü Medine’yi işgal ederek III. halifeyi katledenlerin
cezalandırılmasının yolu, meşru seçimle gelen bir
iktidarın elinin katillere karşı itaatsizlik ve isyanla zayıflatılmasından değil, güçlendirilmesinden geçerdi.
Kaldı ki aslında Muaviye, Hz. Osman’ın velisi ve
birinci derecede yakını olmadığı için halifeden Hz.
Osman’ın kanını dava etme gibi bir hakka sahip de
değildir. Kur’an’da bu hak, maktulün birinci derecede yakınlarına nispet edilmektedir.14
Muaviye’nin Hz. Osman’ın kanını dava etmesi, İslam öncesi kabile geleneğine dayalı bir uygulamadır. Bu tip tasarrufların gerisinde kabilecilik zihniyetinin ve saltanat hevesinin yattığı, dinin de siyasi
amaçlara hizmet için istismar edildiği anlaşılmaktadır. Hz. Osman’ın kanının dava edilmesi meselesi,
Muaviye’nin olayı siyasi platforma taşıyıp Şam’da
hilafetini ilan etmesiyle saltanat oyununa alet edilmiştir.15 Hâlbuki yönetici (halife), içerisinde bulunan
şartlar muvacehesinde katillerin yargılanıp cezalandırılmasını tehir edebilir; ancak, vali tarafından
hilafet merkezine yönelik itaatsizlik ve isyan hali, işi
çıkmaza sürükleyerek adaletin uygulanma zemininin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Muaviye’nin,
Hz. Ali’nin şehit edilmesini takiben hilafeti Hz.
Hasan’dan aldıktan sonra, Hz. Osman’ın katillerini
cezalandırmak için bir mahkeme kurmamış olması, konuyu gündem dışına çıkarmış olması yukarıda
anlatılanlarla beraber bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde anlamlıdır.
Hz. Ali, Muaviye’nin neden olduğu siyasi krizi bir şekilde ortadan kaldırmaya çalışırken, Mekke’de Hz.
Aişe’nin liderliğinde oluşan, sahabelerden Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanında Ümeyyeoğullarından
Mervan b. Hakem’in de katılımıyla kendisine karşı
oluşan yeni bir muhalefet cephesiyle baş etmek
durumunda kalmıştır. Yine Hz. Osman’ın kanı üzerinden yürütülen bu muhalefet cephesinin oluşmasında, hilafet merkezini hedef alan asılsız dedikodu
ve propagandaların büyük etkisi olmuştur. Hz. Aişe,
Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’nın bu oluşuma katılmaları,
Hz. Osman’ın öldürülmesine duydukları dini-vicdani sorumluluğun yanında, özellikle Hz. Talha ve
Hz. Zübeyr’in halifeden karşılanmasını bekledikleri
birtakım taleplere cevap alamamış olmaları da rol
oynamış olabilir.16 Ancak, o sırada Hicaz bölgesinde olup da Haşimilerin siyasi nüfuz kazanmasına
ve iktidarına karşı olan Ümeyyeoğullarından birçok kimsenin, kabilecilik hamiyeti ile Hz. Aişe’nin
ordusunda yer almaları söz konusudur. Mevcut
kaos ortamında gelişen hadiselerin arka planındaki gerçeklere vakıf olmadan, onlar üzerinde doğru
düzgün tahkikat yapmadan asılsız haberlerden,
kışkırtma ve propagandalardan hareketle meşru
halifeye karşı taarruza geçen bu cephenin, başarılı
oldukları takdirde ne yapacaklarına, toplumu kargaşaya sürükledikten sonra düzen ve barışı nasıl sağlayacaklarına dair açık bir programlarının olmadığı
NİSAN 2014
103
anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, 656 yılında Hz. Ali’nin
ordusuyla Hz. Aişe’nin liderliğini yaptığı muhalifler
Basra yakınlarında karşı karşıya gelerek birbirleriyle savaşmışlardır. Adına Cemel Vakıası denilen bu
savaş Hz. Ali’nin zaferiyle sonuçlanırken, Hz. Talha
ve Hz. Zübeyr’in de aralarında bulunduğu her iki taraftan birçok Müslüman’ın yok yere telef olmasına
mal olmuştur.17 Cemel olayı, her ne kadar Hz. Ali’nin
üstünlüğü ile sonuçlansa da, gerçekte Hz. Ali’nin
konumunu sarsmış, Muaviye’ye zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, belki de Cemel’den önce Muaviye
üzerine gitseydi veya Cemel olayı hiç yaşanmasaydı, gelişmeler daha farklı olabilirdi.
657 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana
gelen Sıffin harbinde, Muaviye’nin yenileceğini anlaması üzerine Amr b. As’ın teklifiyle Kur’an sahifelerinin Muaviye’nin askerlerinin mızraklarının ucuna
asılması sonucu Hz. Ali’ye bağlı askerlerin savaşmaktan vazgeçmeleri karşı tarafı kesin bir yenilgiden kurtarmıştır.18 Bu olaydan sonra taraflar arasındaki problemin güya Kur’an’a göre çözümü için
eski Arap geleneğine uygun olarak tahkim (hakeme
başvurma) yoluna gidilmesi,19 Hz. Ali’nin olaylar ve
gelişmeler üzerindeki inisiyatifini kaybetmesine, Hz.
Ali’nin ordusundan ayrılan Haricilerin tarih sahnesine çıkmasına, Muaviye’nin taraftar kazanmasına
neden olmuştur. Tahkim için seçilecek hakemlerin tarafsız olması gerekirken, Muaviye’yi temsilen
seçilen Amr b. As’ın Muaviye’nin en yakın adamı
olarak tarafsız davranmadığı, ancak Hz. Ali’nin rızası olmadığı halde askerlerinin dayatmasıyla kendisini hakem olarak temsil etmesi için seçilen Ebu
Muse’l-Eş’ari’nin Hz. Ali’yi temsil etmek yerine nötr
bir davranış sergilediği, Amr b. As karşısında oldukça hazırlıksız ve yetersiz kaldığı bir vakıadır.20 Nitekim iki kişi arasında yapılan tahkim görüşmelerinde,
Muaviye’nin Hz. Ali’ye biat etmeyip isyan etmesine
gerekçe olarak ileri sürdüğü Hz. Osman’ın katillerinin ne zaman, nasıl ve ne şekilde cezalandırılacakları üzerinde müzakere yapılmadığı anlaşılmaktadır.
Ancak bunun yerine hakemler tarafından hiç gerek
yok iken Hz. Osman’ın kanı üzerinden doğrudan Hz.
Ali’nin hilafetinin meşru olup olmadığının tartışmaya
açılması, sanki Hz. Ali ile Muaviye denk bir konumdalarmış gibi her ikisinin de hilafetten azledilip halife
seçiminin belirsizliğe terk edilmesi tam bir talihsizlik
olmuştur. Yani Amr b. As’ın, Ebu Muse’l-Eş’ari ile
104
NİSAN 2014
yaptığı görüşmeleri kurnaz dehasıyla istediği zemine kaydırmasıyla, tahkim esnasında Hz. Osman’ın
katillerinin durumunun müzakere edilmesi gerekirken, Hz. Ali’nin halifeliği münakaşa edilmiş; tahkim,
kimin halife olacağına karar verilmeksizin Hz. Ali’nin
halifelikten azledilmesiyle sonuçlanmıştır. Zaten halife konumunda olmayıp, halifenin emrinde ona itaatle sorumlu bir vali konumunda olan Muaviye’nin
hakemler tarafından halifelikten azledilmesi (!) problemi çözmek yerine tahkimin kendisini problem
haline getirmiştir. Bu olay, Hz. Ali’nin konumunun
sarsılmasına, askerleri arasında ihtilafların ortaya
çıkmasına ve tarihte Haricilik adı verilen hareketin
teşekkülüne yol açmıştır.
Harici problemi de Hz. Ali’yi bir hayli uğraştırmış,
Nehrevan’da Haricilerin yenilgiye uğratılması, Hz
Ali’nin Muaviye’ye karşı inisiyatif kaybetmesinin
ve saflarının çözülmesinin önüne geçememiştir.
Sıffin’den sonraki gelişmeler Muaviye’nin Hz. Ali
karşısında güç kazanarak iktidara yürümesine giden yolu döşemiştir. Nihayet Hz. Ali’nin 661 tarihinde Haricilerden bir grubun düzenlediği suikast sonucunda hayatını kaybetmesi, iktidara giden yolda
Muaviye’nin önündeki en büyük engeli de ortadan
kaldırmıştır. Ancak ne Hz. Osman’ın isyancılar eliyle, ne de Hz. Ali’nin Hariciler tarafından bir suikast
sonucu şehit edilmesi, Müslümanların içerisine
düştüğü tefrikayı ortadan kaldıramamıştır. Hilafetin
Muaviye’nin elinde saltanata dönüşmesi, halktan
Yezid’in saltanatı adına zorla biat alınması ve daha
sonra yaşanan Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle sonuçlanan Kerbela olayıyla nefret, baskı, şiddet ve
gözyaşı olarak tarihe yansıyan, etkileri zamanımıza
kadar uzanan çalkantılı bir dönem yaşanmıştır.
Günümüzdeki Durum ve Sonuç
Bugün İslam dünyasının içerisine düştüğü tefrikalar,
her ne kadar İslam alemini kuşatmak, Müslümanları
birbirine karşı kışkırtarak Müslüman’ı Müslümanla
vurma strateji ve politikalarını uygulamaya sokan
global aktörlere bekledikleri fırsatları sunmakla beraber, köklerini ve desteğini büyük ölçüde Müslüman toplumların sosyo-politik alandaki geleneksel zaaflarından, geçmişten ibret almayan yanlış
tutumlarından, meşru olmayan zeminlerde iktidar
arayışlarından almaktadır. İslam dünyasında Arap
Baharı ile demokratikleşme, özgürlükler ve hukukun
üstünlüğü yönünde ortaya çıkan temayüllerin önü
kesilerek darbeler, diktatörlükler ve iç çatışmalar
desteklenirken, birtakım eksiklik ve zaaflarına rağmen, ülkemizde birçok siyasal, hukuki ve anayasal
reformlara imzasını atan, uzun yıllardan beri binlerce
insanın ölümüne neden olan terörü sonlandırmak
için uzlaşma ve iç barışın sağlanması yönünde ciddi adımlar atan, gelişmiş ülkelerin ekonomik krizle
sarsıldığı bir dünyada ekonomide belirli bir istikrarı
sağlayan bir hükümetin hedef alınması beklenmeyen bir şey değildir.
Gezi Parkı eylemleriyle bu stratejinin ilk işaretleri verilmiştir. Uluslararası çevrelerden ve global aktörlerden destek bulan Gezi Parkı eylemlerinin başarısızlığa uğraması üzerine, Hükümeti itibarsızlaştırmaya
ve içerden teslim almaya yönelik sahnelenen MİT
üzerinde hakimiyet kurma girişiminin ve yolsuzluklar
bahane edilerek gerçekleştirilen 17 Aralık Operasyonunun söz konusu stratejinin bir parçası olduğu
anlaşılmaktadır. Hukuk dışı dinlemeler, istihbarat
casusluğu, Suriye’ye yardım götüren tırların önünün
kesilmesi, dış dünyada Türkiye’nin el-Kaide ve terör
örgütleri ile işbirliği içerisinde olduğunu ima eden,
hükümeti diktatörlükle suçlayarak jurnalleyen, dışarıda devletle ilgili olumsuz bir imajın yaratılmasına
neden olan yayınlar, söz konusu bu stratejinin devamı mahiyetinde gözükmektedir. Garip olan durum,
bu stratejinin senelerce hizmet yolunda gözüken
dini mahiyetteki bir cemaat hareketinin aracılığı ile
gerçekleştirilmek istenmesidir.
Siyaset ve iktisatla bağlantılı her yerde insan zaaflarından kaynaklanan birtakım problemlerin ortaya
çıkması normaldir. Ayrıca toplumu oluşturan bireylerin yolsuzluklara karşı çıkmaları, yolsuzlukların
sona erdirilmesi konusunda meşru zeminde ve yetkileri dâhilinde birtakım girişimlerde bulunmaları da
normaldir. Ancak, yolsuzlukla ilgili ortaya atılan iddiaların gerçek olup olmadığı henüz sabit olmamış,
yargı süreçlerinden geçmemiş olmasına rağmen,
konunun sadece iddialar üzerinden bütün bir hükümeti itibarsızlaştırarak düşürmeye yönelik siyasi
bir operasyona dönüştürülmesi, gayr-i meşru zeminlerde siyaset yapılmasına ve iktidar arayışlarına
alet edilmek istenmesi kabul edilemez. Sonra dini
bir cemaatin kurumsal kimliği ile muhalefet partisi
gibi hareket ederek siyasete soyunması, kadrolaş-
Ülkemizde birçok siyasal, hukuki
ve anayasal reformlara imzasını
atan, uzun yıllardan beri binlerce
insanın ölümüne neden olan terörü sonlandırmak için uzlaşma
ve iç barışın sağlanması yönünde
ciddi adımlar atan, gelişmiş ülkelerin ekonomik krizle sarsıldığı
bir dünyada ekonomide belirli
bir istikrarı sağlayan bir hükümetin hedef alınması beklenmeyen
bir şey değildir.
ma girişimlerine ve pazarlıklara girerek devlet içerisinde paralel bir yapı oluşturmak istemesi cemaat
ruhu ile de bağdaşmayan, toplumu fitne ve tefrikaya sürükleyebilecek yanlış bir yöntem ve hareket
tarzıdır. Bu durum tıpkı, Muaviye’nin iktidar hesabı
ile Hz. Osman’ın kanı üzerinden Hz. Ali’yi suçlayarak hilafet merkezine karşı siyaset geliştirip isyan
hareketi başlatmasına benzemektedir. Gerçekten
var olduğu iddia edilen yolsuzlukların üzerine gidilmesi isteniyorsa, bunun yolu hükümetin itibarsızlaştırılarak düşürülmesinden, ülkenin Irak, Mısır ve
Suriye’de olduğu gibi kargaşa ve çatışma ortamına
çekilmesinden geçmez! Kaldı ki yolsuzluk iddiaları
ile meşru hükümete tavır alan siyasi partilerin, iş ve
finans çevrelerinin, onlara destekçi olan oluşumların
kendileri de yolsuzluk konusunda yeterince temiz
ve masum gözükmüyorlar. Görünüşte grup ve cemaat çıkarlarından hareketle, İslam dünyası üzerine
plan ve projeler geliştiren küresel aktörlerin hedef ve
stratejileri doğrultusunda bütün bir İslam ümmetinin
maslahatlarına zarar verecek eylemlere girilmesi kabul edilemez.
Bu gelişmeler karşısında bütün toplum kesimlerinden beklenen şey, devlete ve demokrasiye sahip
çıkılması, meşru olmayan siyasi girişimlere fırsat verilmemesi, toplumu hedef alan dezenformasyonun
farkında olunması, asılsız ve düzmece haberlere
itibar edilmemesi, birlik beraberliğe ve kardeşliğe
NİSAN 2014
105
haber
Türkiye ve Sudan:
Aktif Bir Ortaklığa Doğru
halel getirecek söz ve davranışlardan uzak kalınmasıdır. Bu arada, iktidar partisinden de yolsuzluk
iddiaları üzerinden kendisine bulaştırılmak istenen
şaibenin giderilmesi, parti teşkilatlarından devletin
her kademesine kadar emanetlerin ehillerine verilip yolsuzlukların zemininin ortadan kaldırılması için
ciddiyet, itidal ve istikrar içerisinde gerekli adımları
atması beklenmektedir. Hükümetin, ülkenin birlik
ve beraberliğini, barış ve huzurunu, istikrar ortamını
bozmayı hedefleyen girişim ve operasyonların üzerine giderken kararlı bir duruş sergilemesi sevindiricidir. Bunun yanında, demokratik sistemin çizdiği
sınırlar ve şartlara göre resmen kabul edilebilen bir
siyasi teşkilatlanmaya sahip olmadığı halde, hükümetle siyaset ve kadro pazarlığına giren, gayr-i
meşru zeminde siyaset yapma yöntemini benimseyen yapıların doğrudan muhatap alınmasının, onlara istedikleri tavizlerin verilmesinin ülkeye ve millete
ciddi zararlara mal olabileceği de düşünülmelidir.
Yolsuzluklara, illegal yapılara, çeteleşmelere ve
derin yapılara karşı yapılacak mücadelede hataya
düşürecek acele kararlar alınmaması, kuru ile yaşın, masum olanlarla masum olmayanların birbirine
karıştırılmaması, insanların ötekileştirilmemesi ülkenin birliğinin, istikrar ve huzurunun korunması yönünden önem arz etmektedir. Bu konuda yapılacak
yanlışlıklar, ihtiyatsızlıklar, peşin yargılara dayalı ace-
106
NİSAN 2014
M. Fatih SEZGİN
SDE Uzmanı
le kararlar birtakım hak ihlallerine neden olabileceği
gibi, sosyal barışı menfi yönde etkileyerek toplumun
belirli bir kesimini muhalefet cephesine de itebilir.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
Nisa, 4/58
Nisa, 4/59
Şura, 42/38
Nisa, 4/58
Hud, 11/112
Tevbe, 9/71
Bakara, 2/193
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Adnan Demircan, AliMuaviye Kavgası, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s. 15-35;
M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, çev. Alp Eker ve arkadaşları, I-III, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, c. I, s. 154-156; A.
Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin Yücesoy,
Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 96-98
Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 45-46, 62-63
Bk. A. Aziz Duri, s. 104
Bk. M.G.S. Hodgson, ag.e., c. I, s. 156
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Adnan Demircan,
a.g.e., s.6-67, 71-72; A. Aziz Duri, a.g.e., s. 105-106
Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 72-76
İsra, 17/33
Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 79-80
Adnan Demircan, a.g.e., s. 89
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Bk. Adnan Demircan,
a.g.e., s. 85-109
Bk. M.G.S. Hodgson, a.g.e., c. I, s. 158
Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 135-137
Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 144-146
Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yurt Dışı Türkler ve Akraba
Topluluklar Başkanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü tarafından organize edilen, OSKİÇ “Ortadoğu Ülkeleri Kültürel ve Stratejik İşbirliği” projesi kapsamında
23 Şubat 2014 tarihinde Sudan’ın başkenti Hartum’da
“Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru” başlıklı bir
çalıştay düzenlendi.
Bu çalıştayla, değişen dünya ve kültürel gelişmeler
karşısında bölgede yaşanan global, jeopolitik gelişmelere paralel bir şekilde dış politika vizyonunu yeniden
şekillendiren Türkiye’nin, bölgesindeki komşu ve kardeş ülkelerle ikili ve bölgesel olarak ekonomik, siyasi,
sosyal ve kültürel işbirliğini geliştirme çabalarına katkı
sağlamak ve yeni ortaklık platformları oluşturmak, sivil
toplumun gücüyle Türkiye lehine kamuoyu yaratmak
hedeflenmiştir. Sudan ya da resmî adıyla Sudan Cumhuriyeti ya da Kuzey Sudan, Afrika’nın en geniş üçüncü
ülkesi. Bir Doğu Afrika ülkesi olan Sudan, kuzeyden
Mısır, kuzeydoğudan Kızıldeniz, doğudan Etiyopya ve
Eritre, güneyden Güney Sudan, batıdan Orta Afrika
Cumhuriyeti ve Çad, kuzeybatıdan da Libya’yla komşudur. Nil nehri Sudan’ı Güney ve Kuzey Sudan olmak
üzere ikiye ayırır.
Başkent Hartum’da bulunan Uluslararası Afrika Üniversitesinde düzenlenen “Türkiye ve Sudan: Aktif Bir
Ortaklığa Doğru” başlıklı çalıştaya farklı üniversitelerde görev yapan akademisyenler katıldı. Açılış konuşmalarını SDE Başkanı Birol Akgün, Uluslararası Afrika
NİSAN 2014
107
Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru
Üniversitesi Rektör Yardımcısı Hassan Makki Mohamed Ahmed ve öğretim üyesi Samir Qureshi’n yaptığı
çalıştay’da iki ülke arasında sosyal, kültürel, eğitim ve
ekonomik işbirlikleri ele alındı.
Akgün, Sudan ve Türkiye’nin ortak motivasyonlara sahip iki ülke olarak öne çıktığını belirterek, Türkiye’nin
artık Afrika ile ilişkilerine daha fazla önem vermekte olduğunu ve birçok kanal üzerinden bölge ile temasını
güçlendirmeye çalıştığını ifade etti. İki ülke arasındaki
kültürel referanslara da atıf yapan Akgün, iki ülkenin şehirleri arasında dahi tarihi bağlar olduğuna değindi. Akgün, konuşmasını kültürel, ekonomik ve siyasi ilişkilere
bu tür temaslarla yeni bir ivme kazandırılması gerektiğini vurgulayarak tamamladı.
Uluslararası Afrika Üniversitesi Rektör Yardımcısı Hassan Makki Mohamed Ahmed de çalıştay ile iki ülke ilişkilerine dair yeni perspektifler kazanma imkânı doğduğunu ve benzer faaliyetler için çalıştay’ın bir örnek teşkil
ettiğini ifade etti. Rektör Yardımcısı, benzer faaliyetler ile
her iki ülkedeki karar alıcılara, uygulayıcılara akademik
derinliği olan tavsiyeler geliştirme zeminleri oluşturulduğunu da vurguladı.
Uluslararası Afrika Üniversitesi Öğretim Üyesi Samir
Qureshi de konuşmasında, SDE ve Uluslararası Afrika
Üniversitesinin çalışmalarını katılımcılara tanıttı, iki kuruluş arasındaki işbirliğini dile getirdi ve gelecek işbirliği
projelerine dair niyet beyanında bulundu.
108
NİSAN 2014
SD HABER
Çalıştayın açılış konuşmalarının ardından başlayan ilk
oturumunda söz alan SETA dış politika uzmanı Mehmet Özkan, Türkiye’nin Afrika politikasını irdeledi ve bu
politikayı üç döneme ayırdı. 2002-2007 yılları arasında
Türkiye’nin bölgeyi tanımaya çalıştığını, 2007-2011 yılları arasında somut ilişkilerin tesis edildiğini, 2011’den
bu yana da ilişkilerin derinleştirilmeye çalışıldığını ifade
etti. Türkiye’nin Afrika’nın doğusuna dair vizyon odağını üç kategoride değerlendiren Özkan, bunları “yapısal
sorunların çözümüne destek, sosyal boyutta aktif işbirliği ve iktisadi alanda ülkelerin mikro ve makro ekonomik problemlerine çözüm geliştirmelerine yardım”
olarak dile getirdi. Özkan, Türkiye’nin bölgede sorunlar
arttıkça bölgeden uzaklaşmayan aksine daha fazla yardıma istekli bir şekilde yaklaşmaya çalışan tutumunu
da konuşmasında vurguladı.
Marmara Üniversitesinden Recep Ulusoy ise genel
hatları ile Türkiye-Sudan iktisadi ilişkilerinin tarihini anlattıktan sonra Sudan ve Türkiye’nin ekonomik yapıları
üzerinden her iki ülkenin karşılıklı ticarete zemin teşkil
edecek yapıları üzerinde durdu. Ulusoy, konuşmasının
sonunda iki tarafın ticari ilişkilerini güçlendirebilmelerine
yönelik önerilerini ifade etti.
Recep Ulusoy’dan sonra sunumunu gerçekleştiren
Uluslararası Afrika Üniversitesi öğretim üyesi Mohammed Abdel Gadir M. Kheir, Türkiye ile Sudan arasındaki
mevcut iktisadi ilişkilerin genel tasvirini yaptığı sunumda
iki konu üzerine taleplerini ısrarla ifade etti. Mohammed
Abdel Gadir M. Kheir, Türkiye’nin Sudan’da mesleki
eğitime yönelik yapacağı desteğin önemli bir iktisadi
yatırım olacağını ve bu çalıştay gibi etkinliklerle işbirliğine dair hayati önem arz eden noktaların daha sağlıklı
bir şekilde tespit edilebileceğini dile getirdi.
Çalıştay’da, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerinde sivil
inisiyatiflere önem verdiği dile getirilerek, kültürel ilişkilere ‘eğitim’ üzerinden bir yaklaşım geliştirilmesinin ve
‘eğitim’e doğrudan destek verilmesinin bunun göstergesi olduğu vurgulandı.
Omar Ahmad Saeed, “Türkiye’nin tarihteki rolü itibariyle Sudan halkının zihninde oldukça saygın bir algıya sa-
hip” olduğunu ifade ederek, bu durumun da eğitim alanında işbirliğine olumlu bir zemin oluşturduğunu belirtti.
Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet Uysal da
Türkiye ile Arap dünyası arasındaki akademik ilişkiler,
Sudan’ın Afrika kıtasının bütünüyle ilişkileri, bu ilişkileri
de göz önünde bulunduran Türkiye-Sudan akademik
ilişkilerinin geliştirilmesi ve karşılıklı ilişkilerde akademik
camianın rolü üzerine bir konuşma yaptı.
Programda öngörülmeyen ancak oturumun kapsamı
itibariyle talep üzerine bir konuşma gerçekleştiren Sudan Kur’an-ı Kerim Üniversitesi Türkçe Eğitimi Programı öğretim elemanı Ali Cançelik, mevzubahis Türkçe
Eğitim Programına ilişkin bilgiler verdi. Programın 2
yıldır faaliyette olduğunu, yaklaşık yüz civarında öğrencilerinin bulunduğunu ve iki öğretim elemanının görev
yaptığını ifade etti.
Cançelik’in ardından T.C. Hartum Büyükelçiliğini temsilen çalıştaya iştirak eden Emniyet Müşaviri Fatih Balcı da Büyükelçiliğin yürüttüğü faaliyetler ve geliştirilme
potansiyeli arz eden işbirliği alanları üzerine bir sunuş
yaptı.
Kültürel ilişkilere dair bu oturumun farklı perspektifler
sunması çalıştayın kazanımı olarak öne çıkarken, bir
diğer ilginç ve fayda sağlayıcı sunumu da Uluslararası
Afrika Üniversitesi öğretim üyesi ve dilbilimci Kamal Gahallah gerçekleştirdi. Türkçe’den Arapça’ya geçmiş ve
Sudan’da kullanılan kelimeler ve bu kelimelerin kültürel
etkisini analiz eden Gahallah, tarihi temasların bu ilişki
üzerinden de anlamlandırabileceğini vurguladı.
Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkan Yardımcısı Mehmet Köse oturumun sonunda yapmış olduğu konuşmada, Türkiye’nin son dönemde Afrika’yı
dış politika gündeminin en önemli bileşenlerinden biri
olarak konumlandırdığını ifade ederek; bu dönemde
Türkiye’nin Afrika’daki varlığının diplomatik misyonların
ve THY seferlerinin artışı gibi farklı mecralar üzerinden
çoğaldığını dile getirdi. Köse, Türkiye’nin dış politikasında etkin olan yeni kuruluşlar üzerinden de ilişkilerini
derinleştirmeye devam ettiğini söyledi ve TİKA Program
Koordinatörlükleri ile Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerini buna örnek gösterdi.
Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru başlıklı
çalıştay’ın sonuç bildirgesi ile program sona erdi. Okunan sonuç bildirgesinde, iki ülke arasındaki işbirliğinin
önemi ve geliştirilmesi gereken hususlar vurgulandı.
Öne çıkan noktalar şunlardır;
• Türkiye, Sudan’a tarım alanında teknik destek sağlayabilir.
• Türkiye ve Sudan mesleki eğitim alanında mutlak surette daha fazla işbirliği geliştirmelidir.
• Türkiye ve Sudan, serbest ticaret bölgesi gibi önemli
bir adımı mutlaka düşünmelidir.
• Eğitim ve kültür alanında karşılıklı değişim kanalları tesis edilmelidir; dil eğitimi üzerinden ülke vatandaşlarının
değişimi değerlendirilebilir.
• Türkiye, Sudan’da kültür merkezleri açmalıdır.
• Türkiye, Sudan’a çeşitli mecralarda diplomatik destek sunabilir. Bu Sudan’a yönelik yaptırımların sona erdirilmesinde hayati önem taşıyacaktır.
• Her iki ülkede, karşılıklı iki ülke üzerine çalışmalar yürüten düşünce kuruluşlarının kurulması teşvik edilmelidir.
• Türk yatırımcılar, Sudan’da özellikle tarım sektöründe
iş-yatırım fırsatlarını göz önünde bulundurmalıdır.
NİSAN 2014
109
haber
“Ukrayna’daki Siyasi Kriz” Çalıştayı
Kırım politikasını desteklememişlerdir: Belarus, Kazakistan, Kırgızistan destekleyici açıklama yapmamışlardır. Rusya, Kırım müdahalesi ile uluslararası sistemde
kendi “ayağına sıkmıştır”. Suriye’ye müdahaleyi engelleyen Rusya, Kırım müdahalesi ile sistemi çalışmaz hale
getirmiştir. Ayrıca Rusya, bölge ülkelerinin batı ile entegrasyon çabalarını sona erdirmeye çalışmakta, SSCB
sonrası ülkeleri kendisine yeniden bağlama yolunda
ilerlemektedir.
ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünden
Prof. Dr. Oktay TANRISEVER yaptığı konuşmada
özetle şunları dile getirdi:
Stratejik Düşünce Enstitüsü 12 Mart 2014 tarihinde
Ukrayna ve Kırım’da yaşananlar çerçevesinde; durum
tespiti, güçler dengesi, Kırım’ın kaderi ve bunların Türk
Dış Politikası’na olası etkileri başlıklarının uzmanlarca
ele alındığı “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” başlıklı bir çalıştay
gerçekleştirmiştir.
Moderatörlüğünü SDE Başkanı Prof. Dr. Birol
AKGÜN’ün yaptığı panele konuşmacı olarak şu isimler
katıldı:
Prof. Dr. Oktay TANRISEVER - ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü
Yrd. Doç. Dr. Vügar İMANBEYLİ - İstanbul Şehir Üniversitesi
Dr. Sevinç ÖZCAN - Dışişleri Bakanlığı
Namık Kemal BAYAR - Kırım Türk Dernekleri Genel
Başkanı
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN, çalıştayın açış konuşmasını yaparak katılımlarından dolayı başta konuşmacılar olmak üzere bütün katılımcılara teşekkür etti.
Prof. Dr. Birol AKGÜN yaptığı konuşmada şunları
söyledi:
“Bugün sıcak ve çok önemli bir konuyu konuşmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Hepimizin gözleri önünde
110
NİSAN 2014
meydana gelen kritik olaylar var. Bugün Karadeniz’deki
komşularımız Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan kriz
sadece kendi aralarında yaşanan bir kriz değil. Bu konunun uluslararası sistemi ve hepimizi yakından ilgilendiren yönleri var.
Batı merkezli hegemonik sistemin çözülmeye başlamasının yaratmış olduğu jeopolitik hareketlenmenin
dünya genelinde birçok ülkeye cesaret vermesi ihtimali büyük güçleri korkutmaktadır. Gerek ABD gerekse
AB’nin Ukrayna’da çözüm üretememelerinin aslında
uluslararası sistemin Suriye’de sergilediği duyarsızlık ve
acizliğin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu durum
Putin’e herkesin gözünün içine baka baka bir işgal politikası uygulama fırsatı vermektedir.
İstanbul Şehir Üniversitesi’nden
Yrd. Doç. Dr. Vügar İMANBEYLİ de
konuşmasında şunları söyledi:
26 Şubat’ta Rusya tarafından işgal edilen Kırım’da,
Parlamentonun kendi sınırlarını yeniden belirlemek adına referandum yapma yetkisi anayasal olarak yoktur.
Kendi iç anayasasında da Ukrayna anayasasında da
yoktur. Rusya, Kırım’da nüfus yapısını değiştirmeye yönelik politikalar yürütüyor, Kazakları bölgeye yerleştirme
politikası var. Ancak Rusya’nın müttefikleri Rusya’nın
Ukrayna’nın çoğunun Avrupa’yı istediğini gören Rusya,
ülkeyi askeri mücadeleye çekerek kendi güçlü olduğu
konu ile müdahale etmeyi seçti. Bunu tüm Ukrayna’ya
yaymak yerine zaten hâlihazırda fiili işgal altında tuttuğu Kırım’a müdahale ile yaptı. Timoşenko, Rusları
Kırım’dan çıkarmak için uğraşmış başaramamıştı, Yanukoviç ise anlaşmayı 2042’ye uzatmak zorunda kaldı.
Rusya, hiçbir uluslararası meşruiyet olmamasına rağmen bağımsızlık kararı çıkarttıracak gibi duruyor. Bu ayrıca Kırım Tatarları için bir travma daha demek. Rusya
müttefiklerinin bile bunu tanıması zor. Abhazya modeli
gibi ilişkilerini sürdürebilir ancak bu bağımsızlık anlamlı
olmayacaktır. Kırım işgal altında olarak görülecektir.
Rusya, Mayıs ayına kadar oluşturduğu bu alanı kullanabilir, Kırım’ı ilhak etmek hedefi olduğunu düşünmüyorum ama kapıyı açık tutacak, Gürcistan’a benzer bir
politika izleyecektir. Bu yanlış bir politikadır ve yanlıştan
ne denli erken dönülse kârdır.
Dışişleri Bakanlığından Dr. Sevinç ÖZCAN yaptığı
konuşmada özetle şunları dile getirdi:
Türkiye’nin, Kırım Tatarları üzerinden politika üretilmesi beklenmekte ancak Türkiye ülkeye sadece Tatarlar
üzerinden değil genel bir Ukrayna meselesi üzerinden;
Avrasya’nın güvenliği meselesi üzerinden bakıyor. Sorunu Ukrayna’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü
olarak görüyor ve savunuyor. Kırım’da bağımsızlık referandumu Kırım’daki Tatarlar kadar Türkiye’deki Tatar
diasporasını da endişelendirmekte ve Türkiye’nin adım
atması beklenmekte. Ancak ben Türkiye’nin düşük
profil izlediği ithamları olsa da dengeli bir tutum izlediğini düşünüyorum. Tüm taraflarla (Putin dâhil) görüşme yapıyor, Kırım’a gerektiği vakit insani yardım yapma
açıklaması yapıldı. Dışişleri Bakanı’nın G7 ile görüşüp
Kırım Tatarlarının önemini paylaşması; Ukrayna’ya giderek tüm yetkililerle görüşmesi önemlidir.
Kırım Türk Dernekleri Genel Başkanı
Namık Kemal BAYAR yaptığı konuşmada özetle
şunları dile getirdi:
Kırım Tatarlarına sadece Türkler yardım etmiştir,
Ukrayna’nın yardımları kendi ekonomik durumu nedeniyle kısıtlı olmuştur. En büyük iyilikleri Kırım’a dönmenin önünde durmamaları olmuştur. Kırım’da Tatarlar, Türkiye’nin düşük siyasetini anlamsız görüyorlar.
Türkiye’ye Ukrayna da Tatarlar da çok güveniyor.
Türkiye için Kırım her zaman çok stratejik olmuştur.
Kırım’ın kaybı Osmanlı zamanında İstanbul’a yolu açmıştır. Geçmişten ders
alarak Rusya ile ticaret
gibi gerekçelerle geri
durmamalı, Kırım Tatarları için aktif bir politika
izlemelidir.
Yapılan bütün bu değerlendirmelerin
ardından konuşmacılar,
dinleyicilerden
gelen
soruları yanıtladılar ve
“Ukrayna’daki
Siyasi
Kriz” konulu panel sona
erdi.
NİSAN 2014
111
haber
“Çözüm Süreciyle Geçen
Bir Yılın Muhasebesi” Çalıştayı
Stratejik Düşünce Enstitüsü 18 Mart 2014 Salı günü
“21 Mart 2013’ten, 21 Mart 2014’e: Çözüm Süreciyle
Geçen Bir Yılın Muhasebesi” başlıklı bir çalıştay düzenledi. SDE Onursal Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay ve SDE
Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün de hazır bulunduğu
çalıştayın moderatörlüğünü SDE Tarih ve Toplumsal
Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu yaptı.
Gazeteci ve akademisyenlerin yanı sıra çeşitli kurumlardan temsilcilerin de katıldığı çalıştayda; SDE’nin yayınlamış olduğu “Orta Doğu’da Geleceğin İnşasında
Kürtler” başlıklı yeni kitabın tanıtımı yapıldı. İki oturum
şeklinde gerçekleştirilen çalıştayda yapılan değerlendirmeleri şu şekilde özetleyebiliriz:
Cumhuriyet Türkiye’sinin en temel sorunlarından biri
olan Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle kalıcı bir çözüme kavuşturulması için hükümetçe
atılan adımların bir sonucu olarak, 2013 Nevruz gününde Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan ve PKK/
BDP’nin temsil ettiği Kürt hareketi açısından yeni bir
paradigma değişikliği olarak kabul edilen mektubun
üzerinden bir yıl geçti. Başlayan yeni siyasi süreç, Türkiye’deki tüm siyasi aktörlerin “Yeni Türkiye’nin” inşası
112
NİSAN 2014
açısından nerede durduklarını anlamaları bakımından
önemli derslerle doludur ve herkes için oldukça öğretici
olmuştur.
Yakın siyasi tarihimizi derinden etkilemiş, büyük acılara ve kayıplara yol açmış bir çatışma sürecinin kalıcı
barışa evirilmesi için, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın
başlattığı girişim dâhil, şimdiye kadar ki bütün girişimler
başarısızlıkla sonuçlanmış ve nihayet bir yıl önce başlayan çözüm süreci yeni bir umut olmuştur. Ancak son
bir yıl içinde, Türkiye içerde ve dışarda, çözüm sürecini hedef alan bir takım provokasyonlarla karşı karşıya
kalmıştır. Buna rağmen 2013 yılı, hükümetin ve Kürt
siyasetinin bütün provokatif çabalara ve kışkırtmalara
karşın, çözüm iradesinin arkasında durduğu, silahların
sustuğu ve kanın akmadığı bir yıl olarak tarihe geçmiştir. Bu anlamda geride bıraktığımız yıl, hala atılması gereken siyasi adımlar olmasına rağmen, nihai çözümün
gerçekleşmesi yolunda önemli bir yıl oldu.
Kuşku yok ki, demokratik bir mecrada akması muhtemel olan, ama bastırılmış etno-kültürel talepler ve
dinamikler nedeniyle şiddet potansiyeli de taşıyan bir
toplumsal ve siyasal sorun karşısında devletin görevi;
demokratik alanı açmak ve hareketin bu mecraya akmasını sağlamaktır.
Download