MU LUM NI Jl

advertisement
TÜRKiYE DiYANET VAKFI YAYlNLARI 1199
llllll
11111
lll
MU LUM NI
(Kutlu
Doğum Haftası
ANKARA1996
Jl
: 1995)
TÜRKiYE DiYANET VAKFI
YAYIN.MATBAACILIK VE TICARET IŞLETMESI
Meşrutiyet Cad. Bayı.ndır Sk. No: 55 • Kızılay/ANKARA
Tel: (312)418 59 49 • 417 09 04 • 425 27 75
Telex: 43 433 tdvk tr. • Fax: (312)417 00 09
Yayın No: 199
Sempozyumlar ve Paneller Serisi - 12
ISBN 975-389-212-8
96.06.Y.0005.199
'\.
Bu kitap
TürKiye Diyanet Vakfı
Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi'nin
Dizgi, Fotomekanik, Ofset ve Cilt tesislerinde
hazırlanmıştır.
BATI'DAKİ İSLAM İMAJINI OLUŞTURAN
TEMEL ETKENLER
Şaban Ali DÜZGÜN
A- İMAJ OLUŞTURMA ÇABALARlNDA BATI DÜNYASININ
HAREKET NOKTALARI
a.
Batı'nın
Etkinlik Alanının
Genişletilmesi
Gerçekte her güçlü medeniyetlll kendisini uzaklara taşıma hakkı vardır
ve bazan bu güçlü bir medeniyet olmarım zorunlu bir sonucu olarak da
kendini dayatmaktadır. Ancak burada insanlara götürilimeye çalışılan
değerler veya değerden yoksun sosyo-politik anlayışlar iyi tahlil edilip,
insarılığın tükenişine zemin hazırlayacak söylemler ve uygulamaların
karşısında yer alınmalıdır. Bu bağlamda günümüzdeki ''Yeni Dünya Düzeni"
arayışlarında Tevrat'taki "Dünyaya Kudüs merkez olmak üzere Yahudiler
hakim olacak ve milletierin kılıçları sapan haline gelecektir" ve "İsmai­
loğulları (Müslümanlar) çölün . derinliklerine sürülecektir" ifadelerinin
. bütün bu arayışlarla bağlantısı ve bu arayışlara ne derece köken sağlayıp
sağlamadığı hususu ciddi bir biçimde sorgularımalıdır.
Hem ı9. yüzyılda hem de günümüzde sömürge alanı sağlamarım resıni
olan ''Yeni Dünya Düzeni" kavramı empeıyalist ve kapitalist bir dünya
görüşünün sonucu olduğu için bütün insani değerlerden mahrumdur.
'Medenileştirme ınisyonu' ve 'Beyaz adamın vazifesi' adları altında Batı
kendisine arka plan sağlamaya çalışmaktadır.
adı
Günümüzdeki evrensellik arayışları, zirvesine ı8. yüzyılda ulaşan
mekanist ·felsefi anlayışın ve bu anlayışı doğuran ı 6. yüzyıl mekaniğinin
yeıyüzünde insana teknik üstünlük ve egemenlik sağlamış olması sonucuyla doğrudan ilgilidir. Bu sonuç, kendisini ı9. yüzyılda kolonyalizm, ırkçılık
ve pa.zai' ekonoınisi anlayışlarının da desteğiyle uluslararası sistemin
sömürgecilik yapısına uygun olarak kolonici Batı ülkelerinin milletlerarası arenada geniş katılımlı çıkar çatışmaları şeklinde gösterıniştir.
ı 7.
ve
ı8. yüzyıllar
geçiş döneınidir.
feodal ekonoıniden sanayiye dayalı bir ekonoıniye
Yeni bir dünya, eski feodal toplumun yerini almıştır. Bu
--KUTLU DOGUM
259 - -
ekonomik değişmenin peşi sıra siyasette de önemli
menter rejim) "özgürlükler" yaşanmıştır.
değişiklikler
(parla-
ekonomi kendisine ham madde sağlama zorungelince deniz aşırı hedeflere göz dikti. Deniz aşırı
hedeflerin başında ise haliyle Avrupa'nın dışındaki kıtalar (başta Afrika ve
Asya) geliyordu. Bu ekonomik dönüşümü sağlayan teknolojik devrim
kapitalist birikimle, kapitalist birikimse kolonllerin sömürülmesi ve
savaşların gerçekleşmesi ile olmuştur. Zira zanaatçı atölyenin yerine
konulan manifaktüre dayalı ekonomi sürekli bir dönüşüm istiyordu. Bunu
sağlamarım yolu da az önce geçtiği üzere ham maddeydi.
Sanayiye
dayalı
luluğuyla karşı karşıya
"Kapitalist üretiin, dağınık bir biçimde, 14. ve 15. yüzyıllardan başla­
yarak Akdeniz kentlerinde ortaya çıkınışsa da kapitalist çağ 16. yüzyılda
başlar. Modem sermaye çağının tarihi, tüm dünyayı içine alan ticari faaliyetin gelişmesi ve böylesine yaygın bir pazarın kurulmasıyla yazıldı.
Sömürgeler, doğmakta olan manifaktür üretime pazar oluşturuyor ve bu
pazarı tekelci biÇIT.rid.e elde bulundurmaK da birikimi :tılZlandınyordu.
Avrupa dışında kalan yerlerin gizlenmeye bile çalışılmadan yağma­
lanması, halklann katledilmesi ve köleleştirilmesiyle elde edilen servetler,
ana memlekete akmakta ve orada sermayeye dönüşmekteydi.
Bütiliı bu olayların cereyan sahası olan modem tarihte
esir alma, çalma, öldürme, kısacası kaba güç oynamıştır."<ıı
başrolü
feth,
Sömürgelere yayılma savaşlan ya da Avrupa uluslan arasında yeni
sömürge pazarlarını ele geçirmek için doğan rekabet, modem ulusların
doğuşunu hazırlayan güçlerden biridir. "Militarizm, iyi ya da kötü yanlanyla Avrupa'nın etkisini tüm dünyaya yaydığı dönemde uygarlığının en
temel öğelerinden biriydi. Sömürgelere yayılma tarihinin aynı zamanda
bitmek bilmeyen bir savaş dönemi oluşu, üzerinde dikkatle durulması
gereken bir olgudur."!2l
Kapitalizm ve emperyalizm adı altında bazı ekonomik ve sosyaı başan­
lar elde eden mekanizm, tabiatı bir makine şeklinde algılamıştır. Ve bu
bakış açısı Batıyı, tabiatı içindekilerle birlikte acımasız bir şekilde kullanmaya sevketıniştir.
Makinenin Batı dünyasına sağladığı kolonici çıkarlar ise günümüzde
evrensellik iddialanyla kültürel platformda meşrulaştınlmaya çalışıl(1) A Gunder-Frank, L'accumulation 'a l'echelle mondiale, 1500-1800 Paris, Calmann-Uvy,
1977.
(2) Karl Marx, zilrreden Gunder-Frank, age, s. 199.
260 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
maktadır.
Batıyı
Hint-alt kıtasına, Afrika'ya kısaca sömürgeleşürdiği
alanlara sevkeden tek neden makine egemenliğini daha uzak noktalara
taşıma hevesidir, Hz. İsa'nın emrine uyarak İncil öğretilerini insanlara
tebliğ etme arzusu değil. Zira Batı, Hristiyarılığın ahlaki ilkelerini insarılığa
taşıma niteliğine sahip değildir. Onlar Hristiyanlığı daha kolay sömürge
alanı sağlamanın ve tam kolani egemenliği sistemini yerleştirmenin bir
aracı olarak kullanmışlardır. Bu gerçeği bir Afrika yerlisinin şu ibretamiz
ifadelerinde görmek mümkündür." Batılılar Afrika'ya geldiklerinde onların
elinde İncil bizim elimizde topraklarımız vardı, şimdi bizim elimizde İncil
onların elinde ise topraklarımız var".
İnsanlara "Ceketirıi
alana paltonu da ver" huyuran İncil'le ilişkileri
iddia edenler bir ütopya, milenarizm adına, insanların tüı:Ji
yaşam malzemelerini ellerinden almışlardır. Bu sebeple İncil'i insanlara ,
Ararnca tebliğ eden insanlık tutkunu Nasıralı İsa ile İncil'i Latince okuyan
insanlık düşmanı Batı arasında isim benzerliğinin ötesinde bir ilişki
yoktur. Egemen Batı kültürü otantik Hristiyanlığı kültürleştirip kendi
olduğunu
potasında eritmişür.
Bir hayat tarzı olarak İslam kendisine yabancı sistemlerle bir kaç kez
Hz. Peygamber devrinden başlıyarak bunları genel
hatlarıyla şöyle sıralamak mümkündür:
karşı karşıya gelmiştir.
1. Hz. Peygamber cahiliye dini kurumlan içinde
Yahudi, Maniheist ve Mazdekilerle karşılaşmıştır. (S)
Hz. Peygamberden sonraki
lerinin gelişim seyri ise şöyledir:
müslümanların
yetişmiş,
diğer
Hristiyan,
milletlerle
ilişki-
2. Mezopotamya, İran ve Maveraünnehir'de Zerdüştlerle,
3.
Farklı
mezheplere mensup Hristiyanlarla,
a- Mezopotanıya ve İran'da Nasturilerle,
b- Suriye,
Mısır
ve Ermenistan'da Monofızitlerle,
c- Kuzey Afrika'da Ortodoks Latinlerle,
d- Kuzey Mezopotamya'da Harrarılılarla,
4. Sind'de Hindular ve Budistlerle,
M.S. 9. ve 13.
yüzyıllar arasında
az çok
çatışma şeklinde şu karşı­
laşmalar olmuştur:
(3) Jacques Waardenburg, Islam: Past Influence and Present Challenge, ed. Aiford Welch and
Pierre Cachia, (Edinburgh trz.) içinde, s. 245.
--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 261 - -
a- Ortodoks Bizans Hristiyanlarıyla,
b- Kuzey İspanya, Kuzey Fransa, Sicilya ve Kuzey İtalya'da Ortodoks
Latin Hristiyanlarla,
·c- Büyük Suriye'de Latin Haçlılanyla,
d- Müslüman ve Bizans imparatorluklan arasında yaşayan. monofizit
Ermenilerle,
e- Kuzey Rusya'da Slavlarla,
f- Müslümap olmalarından önce Türklerle Orta Asya' da,
g- Pencap ve Sind'de Budistlerle,
h- Pencap'ta Hindularla.
Bu süreç içinde. İslam topraklarındaki dini gruplar içinde barış hakimdi.
5. 13. ve 16. yüzyıllar arasında İslam'ın yayılmasıyla Hindistan, Burma,
Malezya gibi bölgelerde banşcıl yaklaşımlar arttı. Yine bu dönemde Moğ;ol­
larla mücadele yapıldı. 1453'de İstanbul'un düşmesiyle Hristiyan Latin
~ı:ı~y1a _ili~kiler f()rm d_eğ;iştirmiştir.
6. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar müslüman dünya ile Latin Katolik ve
Protestan (Luteıyan, Anglikan vs.) Batı arasında daha ileri seviyede karşı­
laşmalar olmuştur. Bu dönemde Batı, İslam Dünyasının önemli bölgelerinin deniz yollarına hakim olmaya ve ticari koloniler kurmaya başla­
mıştır. Bu dönemde Osmanlılar da Balkaniara doğ;ru yayılmaktadırlar.
7. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın yanlarına kadar başka bir karşılaşma
gündeme gelmiştir. Bu daha çok politiktir ve Hristiyan geleneğ;ine
sahip Batı ile İslam devletleri arasında cereyan etınektedir. Bu dönemde
Hristiyanlık, Yahudilik ve Hinduizm gibi dinler ve bazı din-dışı ideolojilere
karşı milli hareketlerle ilgili artan polemikleri görüyoruz. İkinci dünya
savaşından bu yana da ister dini isterse ideolojik densin, yine bir çok çatış­
ma devam etınektedir: Pakistan - Hindistan savaşı, Arap- İsrail çatışması,
Bosna-Hersek'teki Boşnak-Sırp çatışması, Rusya-Çeçenistan savaşı, vs.
şekli
Ancak Batı ile İslam dünyası arasındaki mücadele İslam dünyasının ve
herhangi bir bölgesindeki mücadeleden daha büyük ve daha
önemlidir ve daha büyük bir etkinlik alanına sahiptir. Bu etkinlik alanı­
nın genişliğ;i mücadelenin, dini, kültürel, siyasi, askeri vs. bütün alanlarda
cereyan etıniş olmasından kaynaklanmaktadır.
dünyanın diğ;er
Bu geniş etki için iki sebep tesbit edebiliriz: 1- Batı'nın bilimsel ~e
teknolojik üstünlüğ;ü, 2- İslam dünyasındaki teknoloji eksikliğ;i ve bu
eksiklikten kaynaklanan aşağ;ılık kompleksi. Günümüzde bazı müslümanlar Batı'nın İslam dünyası üzerindeki etkisini Haçlı seferleriyle başla­
tırlar. Bazılan ise bu etkiyi 15. yüzyılda başlayan deniz aşırı yayılmanın
- - 262
KUTLU DOGUM--
bir sonucu olarak görürler. Bu ikincisi birincisinden daha büyük bir gerçeklik payına sahiptir. Bu etki sebebiyle, 18..yüzyılın sonundan buyana ister
Hristiyan, isterse ateist olarak algılansın; egemen Batı problemi müslüman
düşünürlerin en temel meşguliyeti olagelmiştir. (4l
Batının
üstünlügü de kendini bir çok alanda göstermiştir. "Batılı ülkeler
idare edilmedikleri zamanlarda bile bazı müslüman ülkeler
üzerinde, Batının istedigi gibi hareket etmeleri yönünde büyük bir baskı
mevcutu. Bu sürecin önemli sonuçlarından biri de kendini, müslüman
ülkelerin global (yani Avrupa ve Batı) ekonomik sisteme entegre olmalan
şeklinde göstermiştir. Ki bu global sistemde müslüman ülkelere biçilen
görev Batıya hammadde saglamalan ve karşiligında üretilmiş malzemeleri
satın almalanydı". (5) Bu durumun bir sonucu olarak, hemen hemen hiç bir
ham maddeye sahip olmayan Batı, egemenlik altına aldıgı kolonilerini
kendi kapitalist gelişimi için sömürüp kullanmıştır.
tarafından
b. Gelişen İslami Dünya Görüşünün Engellenmesi
Günümüzde fıili kolani olmaktan kurtulan müslüman ülkelerde İslam
gelişme sürecine girmiŞ ve iki alternatiften biri sayılan sosyalizmin
çöküşü ve digerinin yani kapitalizmin de insarıın derdille derman olamayışının gözlenmesinden sonra da alternatif bir sistem haline gelmiştir.
Kamuoyunda İslam'ı bu kadar ön plana çıkaran politik gelişmeler, bu
diriliş hareketlerini inceleyen bir çok ilmi çalışmayı da yarıında getirmiştir ve İslam'ın politik yönünü tahlil eden bir çok çalışma yayınlanmaya
başlamıştır. Bazan bu çalışmalar oldukça sun'i bir yaklaşım sergilerken,
bazan da bu son hareketlerin ve gelişmelerin tahliline yönelen bir çok ciddi
çalışma yapılmıştır. (6l
bir
Bazı araştırmacılar kasıtlı
olarak İslam'ı insanlara fundamentalizm ve
(4) Benzer bir değerlendirme için bkz. Malisa Ruthven, Islam in The World, Harmonsworth,
1984, s. 289.
(5) MontgomeıyWatt, Islamic Fundamentalizrn and Modernity, Londra, 1989, s. 45.
(6) Bu çalışmalardan bazılan şunlardır :
- Esposito J .L. Islam and Development : Religion and Sociopolitlcal Change, Syracuse
University Press (1980)
- Esposito, J.L., Voices of Resurgent Islam, Oxford, 1983.
- Mortlmer, E., Faith and Power: The Politics ofislam, London 1892.
- Pipes, Daniel, In the Path of God, Islam and Politlcal Power, New York, Basic Books,
(1983).
- Sivan, E., Radical Islam Medieval Theology and Politics, N. Heaven 1985.
- Watt, Montgomeıy, Islamic Fundamentalism and Modernity, London 1989.
-Lawrence, Bruce, Defenders ofGod, New York, McMillian, 1990.
--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 2 6 3 - -
radikalizm gibi korkutucu isimler altında sundular. Bu tutum, politik
olarak bazı Batılı ülkeler tarafından da desteklendi. islam hem açıktan
hem de gizli olarak medyada ve akademik seviyede savaş, düşmanlık ve
yıkım dini olarak lanse edildi ve uluslararası ilişkilerin düzenli işlemesine
engel olacak bir tehlike olarak sunuldu. İslam demokrasiye, insan. haklarına ve kadın haklarına cephe alan bir din olarak algılandı. Bu durum hem
islamı alternatif bir sistem olarak düşünmeye başlayan insaf sahibi batılı­
ları hem de bizzat müslümanları İslam'dan soguttu.(*) Politik reaksiyon ve
kültürel çakışma arasında bir ayırım yapamayarak, Batı, İslam'ı politik
bir hedef haline getirdi. Bu araştırmacılardC!JI bazıları aynı zamanda
batının karar verme mekanizmasını ellerinde bulunduran insanlardır.
Bunlardan biri olan Sarnınuel Huntington son makalesinde(7) Batı tarafın­
dan göz önünde bulundurulması gerekligini iddia ettigi 'Yeni Dünya Düzeni'
ile ilgili olarak bir senaryo geliştirir. Huntington dünyayı mevcut medeniyetlere göre bölümlere ayınr: Batı, İslam, Konffi.çyanizm, Hindu, Budist,
Latin Amerika ve bir ölçüde Afrika. Bundan sorıra düşmanların listesini
ildye indirir: Konffi.çyanizm ve İslam. İdeolojik olarak balaldıgında ufukta
tek düşman kalmaktadır: İslam. İşte Batı politikasını bu varsayıma göre
oluşturmaktadır.
Bütün insanların
eşitligini
paradigmasının
İslam'ın gelişme
mide
eşitligi
üzerine kuran ütopik komünist
ve onun karşıtı kapitalizmin yani
hakim oldugu Hristiyan dünyanın getirdigi geniş ölçekli olumsuzluk ve
hoşnutsuzlukların islam'ı alternatif güç haline getirmesinden rahatsız olan
Batı ve onun dini temsilcisi Vatikan, İslam'ın bu evrensel kabul görme
yönündeki gelişmelerine engel olma girişimi içine girdiler. Zira bu dünya,
İslam'ı kendisine her zaman rakip olarak görmüştür. Buna paralel olarak
da batılı araştırmacıların çogu Batıyı İslam dünyasını anlamaya, onunla
uzlaşmaya degil, ona karşı cephe almaya, onu kontrol etıneye çagırırlar.
Orı1ara göre bu kontrolu saglamanın bir yolu da müslüman ülkeler ve
müslümanlar arasındaki farklılıkları körükleyerek onların her alanda
genişleme çabalarını engellemektir. Ve günümüzde Müslüman-Hristiyan
diyalogu bu kontrolde önemli rol oynamaktadır. ısı
düşünce
iflasının
sürecine ket vurmayı hedefleyen bu ve benzeri teşeb-
Bu tuturrılann tahlili için bak. John Esposito, The Islamic Threat: Myth or Reality? New
York: Oxford Universty Press, 1992.
(7) Samuel Huntington, The Clash of Civilization, Foreign Affairs, 77:3.
(8) Almanya'nın Fas Büyükelçisi Murad Hoffman diğer bir çok karmaşık problernin yanında
Der Islam als Altemative (Islam as altemative) adlı eserinde bu meseleyi de irdelemektedir.
Munich: Eugen.
(*)
- - .-··264 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
büslere ragmen İslam kendi yolunda ilerlemeye devam etmiştir. Bu gelişme
Daniel Pipes ve diger bazı teorisyenlerin iddia ettikleri gibi petrol gelirlerinden ya da diger ekonomik gelişmelerden kaynaklanmamıştır. 'Islamic
Resurgence in the Arab World' da yayınlanan 'Petrol ve İslami Diriliş' adlı
eserinde Daniel Pipes şunu soruyor: "Müslümanlan siyasi bir olgu ve sosyal
ideal olarak hızla İslam'a döndüren şey nedir?" Suudi Arabistan ve Libya
ömegini tahliline baz alarak da Pipes İslami dirilişin en çok petrol gelirleriyle motive edildigini ileri sürer. (gl Petrol gelirleri devam ettigi müddetçe
islamı hareketler de gelişmeye devam edecek, bu gelirler kesildigi anda
onlar da kesintiye ugrayacaklardır. OPEC'in gelir ve giderlerindeki dalgalanma bu hareketlerin yönünü etkileyecektir. Bütün diger faktörlerden
ziyade petrol piyasası islamı dirilişin ne kadar sürecegirıi belirleyecektir. (ıoı
Ancak en azından Körfez Savaşı, Pipes'in petrol gelirleriyle islamı hareketleri birbirine baglamasında yarııldıgını ortaya koymuştur.
Bu teorilerin artık bir degeri yoktur. Bugün bir durgunluk devrinden
sonra müslümanlar seslerini yükseltıneye başlamışlardır. Bu teorilerin
hataları yerel ve bireysel tahlil denemelerine girişmiş olmalarıdır. Oysa
tahlil edilmesi gereken olgunun medeniyetler bazında ele alınması, mevcut
sıcak ya da soguk çatışmaların birer medeniyetler çatışması oldugu gerçegi
gözden uzak tutulınamalıdır.
İslam dünyasındaki
teknoloji eksikligi, girilen bu gelişme sürecini hiç
bir şekilde ·engellemeyecektir. Zira Batı medeniyetirıin en temel özelligi
olan 'modem teknoloji' kavramı artık medeniyet meydana getirmenin yeter
şartı olınayacaktır. Ve gelecekte kurulacak olan medeniyet de bir teknoloji
medeniyeti olınayacaktır. Eski medeniyetlerin üzerine kuruldugu temellerin
birbirinden oldukça farklı alınası gibi. O halde bir medeniyete en temel
karakterini veren, digerlerinden farklı bir çok unsur mevcuttur.
içinde bulundukları aşagılık kompleksi Batının düşüncesinden degil, teknolojisinden kaynaklanmaktadır.
Ancak yukarıdaki gerçegi gözönünde bulundurarak müslümanlar bu
kompleksi terketmelidirler. Unutulmamalıdır ki, Batı da geçmişte aynı
kompleksi İslam dünyası karşısında hissetmiştir. Haçlı seferleri sırasında
bir Hristiyarıın kendini sürekli tatmin ettigi önkabul şu idi: "Müslümanlar
teknikte ileri olsa bile bizim dinimiz onların dininden üstündür".
Biz biliyoruz ki,
müslümanların
(9) Mohamed Karbal. Westem Scholarship and the Islamic Resurgence in the Arap World,
AJISS, Spring 1993, No: 1, P. 52.
(10) Daniel Pipes, "Oil Wealth and Islamic Resurgence", the Islamic Resurgence in the Arab
World, ed. A Dassould (New York: Preager, 1982), 51.
--KUTLU D O G U M - - - - - - - - - - - - - 2 6 5 - -
Günümüzde aynı savunnıacı tavnn içine müslüman fertlelin
olmruan, gelinen noktanın hangi açılardan sorgularıması
konuslında bizlere ipuçlan vermektedir. ·
düşmüş
gerektiği
Osmanlı
Devleti'nin Macaristan'a kadar ilerlemesiyle önce Osmanlının
etkisinden söz etmek mümkündür. Ancak bu ilerleme
1550'de kesilmiş ve 17. yüzyılın sonlarına doğru; askeri üstürılüğünün bir
sonucu olarak, ilerleme ve üstünlük kurma sırası Batıya gelmişti. 18. yüzyı­
liri soiılarına doğrU ösrrianiı Devleti bii- çok pratik -aiancta- .AVrüj:i8Iıın aŞagı­
sında bulunduğunun farkına vardı. Bu farkına varışın sonunda da idareci
sınıf içinde bir çok insan reform istemeye başladı. Söz konusu kompleks
önce askeri alanda başladı; ancak çok geçmeden kendisini bir çok alanda
hissettirdi.
Batı karşısındaki
Ancak günümüzde İslfun, kendisini, tarihte bir medeniyet kurmanın da
özgüvenle, yeniden ön plana çıkarma gücüne erişıniştir. Sevinilecek
nokta şudur ki, müslümanlar günümüzde artık kendilerini insanlık için
alternatif çözümler üretecekbir-konumda görebilmektedirler.
verdiği
Müslümanlar İslfuni canlanışın bu karakteri üzelinde durmalı ve bu
noktada. yeline getirilmesi gereken temel vazifelelin, dinden ziyade kendileline düşen bir görev olduğunun farkına varmalıdırlar. Hz. Peygambelin
aşağıdaki hadisi bu gerçeği ima ediyor olmalıdır: "Bir toplumun İslfun'a
olan ihtiyacından daha çok, İslfun bir topluma muhtaçtır." Zira toplum
içinde yaşanmayan bir dinin, en yüce değerleri içerse bile, pratikte hiç bir
değeri ve anlamı olamaz. O halde müslümanlar uygulanabilir olma özelliğini taşıyacak bir dini yapı oluşturmak durumundadır.
B. İSLAM'IN BATlDA ALGILANIŞ BİÇİMİ
imaj oluşturma çabalarını anlattıktan sonra Batı'da İslfun imajını
faktörlere başka bir deyişle İslfun'ın algılanış biçiniine geçebiliriz. Bunların en temellerini kısaca şöyle özetlemek mümkündür:
oluşturan
a. Batı'da İslam dünyevileşme sürecini tamamlamamış bir din
olarak kabul edilir
Diniri dünyevileşmesi, dinin sosyal hayattan tam anlamıyla uzaklaş­
veya uzaklaştınlınış olması anlarııma gelir. Batı'da Protestanlıkla
Hristiyanlık bir ölçüde dünyevileşıniştir. Bu noktada dinin yine din aracı­
lığıyla dünyevileştirilmiş olması paradoksunun çözümü Protestanlığın
içerisine sokulduğu toplumsal şartlarda aranmalıdır. Dünyevileşmenin son
tahlilde inıkansız olduğunu söyleyen Luckınarın'ın da içinde bulunduğu bir
ması
- - 266
KUTLU DOGUM--
grup
sosyalağa karşı
P.L. Berger gibi daha muhafazakar sosyologlar, dünyesürecinin zorunlu olarak evrensel, karşı durulmaz, yahut geri
döndürülmez bir süreç olmasa da, toplumun belli alanlarında dinin çökebileceği veyahut kaybolabileceği kanaatini taşırlar. "Görünmeyen dirı", "sivil
din" ve "özelleştirilmiş dirı" gibi kavramlarla ötekiler dine modem ve laik
toplumda bir yer bulmaya çalışırken, berikiler modernleşme ve onun
sonucu yerleşen dünyevileşme, çoğukulaşma gibi olgulan, ·dirı aleyhine
gelişen tehlikeli ve karşı durulmaz olgular olarak görürler.
vileşme
b. İslam değişmezlik fikrini kabul eden bir din olarak algılan­
maktadır
Bu konuda da Batı'nın İslfun'a bakışında haklılık payı yok değildir.
Ancak bu dinin kendi temel karakterinde değil, ulemarıın anlayışında
ortaya çıkan bir yarılışlıktır. Din ve kültür tarihimizde bireysel ve toplumsal değişmezlik esas olarak görülmüştür. Değişime bir ölçüde öncülük eden
mezhepler de heresi ile suçlanmış ve itibar görmemiştir. İnsan karakterinin değişmezliğine inanç, ulemayı Kur'an ve Sünnet'te açıklanan
hukuki formların da ebedi olarak aynı formda kalması gerektiği durumunda gerekli olabilecek kanunlara ve şer'i değişikliklere de ihtiyaç yoktur. Bu
sebeple sosyal reformlar da müslümanlar için düşünülemeyen bir şeydir.
İnsan karakterinin temel itibariyle değişınediği görüşünde haklılık payı
yok değildir. İnsan karakterinin temelde değişmediğinin en açık göstergesi
yüzyıllar önce yapıldığı gibi yine insan kıyımlarının büyük çapta devam
ediyor olması ve devam edecek gibi görünmesidir.
Bu değişmezlik fıkrinin Arap kabile yaşantısıyla yakın ilişkisi vardır.
Araplar atalarının yolunu takip etmeyi (sünne) ve yeni olan şeylere (bid'a)
karşı gelmeyi en güvenli hayat tarzı olarak benimsemişlerdi. Çölün derinliklerinin kendilerine ne getireceğinden emin olmayan bedevi Araplar en
güvenli yolu atalarının yolunu takip olarak benimsemişlerdi. Çölde seyahata çıkanlar atalarının daha önceki kervan yollarını takip ederler, alternatif yollar arama gibi bir değişikliğe gidemezlerdi. Bu sebeple eskiye bağlı­
lık yeni olan şeylere yani bid'atlere düşmanlık Arap kabile yaşantısının
değişmezlik konusunda meydana getirdiği bir olgudur. Tamamen kabile ve
çöl yaşantısının bir niteliği olan bu algılama biçimi İslam düşüncesinin
temel özelliği gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu sebeple Kur'an, Araplara
Hz. Peygamberin nübüwetini anlatırken onun peygamberliğinin kesinlikle
bir bid'at (yeni bir şey) olmadığı noktasını vurgular ve bunun devamedegelen
bir gelenek olduğunu ifade eder. Değişim bir hakikattir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler insan karakteri ve insan toplulukları· üzerinde değişim
meydana getirmiştir. Kur'an-ı Kerim'de nefislerde olanı değiştirmek topluİn--KUTLU DOGUM
267 - -
sal degişmenin ön şartı olarak görüldügüne göre degişimin varlıgını veya
yoklugunu tartışmaktan ziyade degişimin şartlarını ve gerçekleşme sürecini irdelemek daha tutarlı olacaktır. İnsanlar nefislerinde olanı degiştirince
Allah da onlan kendi 'deterministik' yasası geregi degiştirecektir.
Degişirn fıtratı uygun yeni degeriere adapte olmakla mümkündür. Bireylerin degişimirı zorunlulugunu algılamalan, ona istedikleri gibi yön vermelerini saglayacaktır. Ona· direnme ise degişimirı, istedigi gibi onlan yönlendirmesi sonucunu getirecektir:··
Marx ve Engels'in: "Filozoflar evreni yorumlaınışlardır, oysa önemli
olan onu degiştirmektir" ifadesi degişimin nasıl algılanması gerektigi
hususunda ipuçlan vermektedir.
c. Din Olgusuna
Bakış
Aydınlanmadan
sonra Batıda din maıjinal bir olgu olarak algılan­
ınıştır. Bu, Rönesans ve Aydınlanma öncesi dönemde dirlin kurumlaşınış
hcıl!Q!~ kiliserıİ!l yaptıgı h~r türlü ~§ınl!gın !ers bir ycıpsıma~!Ydı ve Orta
Çag Batısı gözönüne alındı@nda dine bakış açısı Rönesanstan sonra daha
olumlu bir tutum arzetmektedir. Zira rahibe olmaksızın manastıra çekilen
(beguinage) kadınların kendisi için arzettigi tehlikeyi önlemek için binlercesini büyücü ilan edip diri diri yaktıran; 15. yüzyılda Almanya'da anneyi
kurtarmak için çocugu feda eden ebeleri diri diri yakılınaya mahküın eden
bir din anlayışının, dogrusu pek elle tutulur bir tarafı olmasa gerektir.
'Baskı altında tutulmak, saldırganlıga yol açar' ilkesini göz önüne alırsak
Rönesanstan sonra Hıristiyanlıgın neden aşırı bir din karşıtlıgı sürecinin
kuşa çevrilmiş kurbanı oldugunu anlayabiliriz.
İnanç bireysel bir olgu, din ise bunun toplumsal boyutta yansimasıdır.
Fertler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir sistem olarak İslam, Allah
tarafından tamamlanmış ve en üstün formuna kavuşturulmuştur. Bu
tamamlanma bütün diger İbrahirni gelenek dinlerinin de son halini
İslam'da bulmalarını ifade eder. Dolayısıyla bu model, tabiatı geregi, insanlıga maddi ve manevi yol göstermeli ve statükocu olmamalıdır. İslam bir
düşünce ve davranış modeli getirdigi için Allah ile kul arasında özel bir
ilişki olmanın ötesinde daha büyük bir anlam ifade eder. İslfu:ni hayat
bölünme kabul etmez. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: 'Yakarmam, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemierin Rabbi olan Allah
içindir". ını O halde ibadet sadece tapınınayı ifade etmez, tapınma ibadetin
sadece bir bölümüdür.
(ll) 6: 162.
- - 2 6 8 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
d. İslam'ın Son Din Oluşu ve Kendine Yeterliği
"İslam'ın
kendi kendine yeterliğ;ini iddia edip bunun
dışındaki
kaynakları gözardı ettiği iddiası" Batı'nın İslam'a bakışındaki önyargısı ve peşin
fıkirliliğinden başka bir şey değildir. Buna dair geliştirdikleri tarihsel
argüman Edward Gibbon tarafından zikredilmektedir.< 12> Buna göre Arap
orduları 64l'de İskenderiye'yi fethettikleri zaman geniş koleksiyana sahip
bir kütüphane buldular. Ordu kumandanı Medine'deki Halife Ömer'e bir
mesaj gönderip kütüphaneye ne yapmaları gerektiği konusunda fıkrini
sorar. Şöyle bir cevap alır: "Şayet kitaplar Kur'an'la aynı paralelde iseler
yakınız, gereksizdirler, yok Kur'an'a zıt iseler o zaman da tehlikelidirler
yirıe yakınız". Kumandan da bu emre göre hareket etti ve İskenderiye'nirı
hamamları aylarca kitap ciltleriyle ısıtıldı.
Gibbon da bazı çağdaş tarihçiler de bu hikayenirı uydurma olduğunda
hem fıkirdirler. Zira müslümanlar İskenderiye'ye gelmeden önce, buradaki
kütüphaneler de dahil olmak üzere, değerli şeylerin başka yerlere taşın­
dıkları bilinmektedir.
İslam'ın
kendine yeter oluşu diğer din ve medeniyetlerden hiç bir şey
almayacağı anlamına gelmez. Aynı şekilde diğer dinlerin veya sistemlerin
de İslam'dan bazı şeyler almaları, doğrusu onlar için bir eksiklik değildir.
Önemli olan bu sistemlerin kendi ruhlarını koruyabilmiş olm~arıdır.
İslam getirdiği değişmez
genel ilke ve prensiplerle tektir ve başka sistemlere bu yönüyle bağlı olmamıştır ve olmayacaktır da. Ortaya çıkan ihtiyaçları, bu genel prensipierin yoğurduğu müslüman bireyiri taşıdığı İslfur:ıi ruh
karşılamaya yetecektir.
İslam'ın
yeniden sağlıklı bir şekilde anlaşılışı, milyonlarca müslüman
insanı rahat ve gelecekten endişe duymayan bir tarzda yaşamaya mahküm
eden ben imajının terk edilmesini, yerine toplumsal değişimlere yön verebilecek kadar carılı, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri birer rakip olarak
algılamayan onlara da ruh ve yön verebilen bir anlayış geliştirilmesiili
sağlayacaktır.
e. Bilgiye
Bakış Açısı
Müslümanların bilgiye bakış açıları Batı'nın gözünde bilgi karşısında
pasif bir müslüman imajı yaratmıştır. Müslümanlar bilgiyi hayatın
devamı için gerekli bir unsur olarak algılarken, Batı, bilgiyi güç ve kudret
elde etmeniri bir aracı olarak görmüştür. Bilgiyi elde etme ve onu değer­
lendirme noktasında müslümanların aldıklan eleştiriler de haklılık payı
(12) E. Gibbon, The History OfThe Decline and Fall Of Roman Empire.
(Degişik
bask.) Böl. 51
KUTLUDOGUM--------------------------- 269
yok degildir. Bizdeki şerhetme ve şerhlere de ta'lik (yorum) yazma gelenegi,
yeni bilgileri elde etme ve bunlara göre yapılanma imkanını ortadan
kaldırmıştır.
Buna ilaveten bilgi bir meta olarak algılarırnış ve bilgirlin yaygın­
izin verilmemiştir. İlimde otorite sahibi insanların sürekli bir
baskı unsuru olarak kullarıılınası ve bunların çalışmalarının yeni arayış­
ların kriteri olarak kullanılması bu yeni arayışların baştan mahkum
laşmasına
edilı::riesi olmuştur.
f. Hakikatin Keşfinde
Kullanılacak
Metod
Batı'da
pozitivizmin agırlıklı olarak 19. yüzyılda gelişmesinden sonra
bilimsel anlayışlar ve araştırmalarda da pozitivist bir bakış açısı hakim
olmaya başlamıştır.
Batılılar hakikatıerin keşfınde
"scientism" veya "physicalism" denilen
akımlara ragbet etmişler, İslarn'ı bunların eksik kullanımı sebebiyle suçlamışlardır. Oysa bilim, bize evrensel gerçeklerin çok az _bir~~~-~~rir. Öte
yandan bilim (science) denen olgunu kendisi de tartışmalı bir konudur.
Scientia kökenli bu latince kelime, sahip olunan bilgi içinde 'en saygıya
deger olan' için kullarıılmıştır. Buna dayalı olarak 1616 yılında Katolik
kilisesi Newton'un teorilerini bilime (scientia) aykın diye reddedebiliyordu.
Dolayısıyla 'en saygıya deger olan' bilgirlin kriterini kim koyacaktır. İnsan,
bilime Allah'ın tabiatta yerleştirdigi gizemlerin deşifre edilmesi olarak
bakıp karşı mı durmalıdır, yoksa bilinmeyeni keşfettikçe karşılaştıgı
bilinmeyenler yıgınının büyüklügü karşısında kendi acizliginin farkına
vanp tabialla onun varkılıcısını birbirine rakip iki alan olarak görmekten
vaz mı geçecektir? Bu meseleye bakış konusunda İslfuni bakış açısıyla
Batı'nın bakışı arasında büyük farklar vardır. Bu hususta Batı'da hakim
olan egilim, pozitivizmin getirdigi nicelik (kantite) egemenligidir. Bu kantlte egemenligi en net ifadesi.rrl David Hurne'un şu sözünde bulmuştur:
"Elimize, örnegin, bir ilahiyat veya metafızik kitabı alalım; bundan
sonra soralım, bu kitap sayıların niceligi hakkında herhangi bir soyut akıl
yürütmeyi içeriyor mu? Hayır. Hakikat ve varlık hakkında herhangi bir
tecrübi akıl yürütmeyi ihtiva ediyor mu? Hayır. O zaman onu aleviere atın
gitsin. Zira o kitap safsata ve aldatmacadan başka bir şey içenniyor." 03 l
Bilime körükörüne baglılık körlerin fil tanımına benzer. Bilindigi üzere
bir kaç köre fıli. elleriyle kontrol ettirmişler, sonra da tanımlamalarını
(13) GodfreyVesey, Interrogating Nature: How is science to be distinguished from pseudoscience?
Philosophy in the Open içinde (Londra 1974), s. 97.
270 - - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
istemişler.
Filin ayagıru yoklayan kişi, fi1 sütun gibi bir hayvandır; filirı
yoklayan kişi ise yelpaze gibi bir hayvandır, tanımlamalarını
yapımşlardır. Ayın şekilde eşyaya yalruzca bilimsel bir gözle bakan ve
gözünün ulaşamadıgı alanı inkar etme egilimirıe giren "scientist" bakış
açısının, bütünelli bir dünya görüşüne ulaşması mümkün degildir. Böyle bir
bakış açısı evreni parçalarına göre yorumlayacak ve zihni bir algılama
kulagını
parçalanmasına düşecektir.
Bilim, karanlıkta yakılan projektör gibi, ancak belli bir alam aydın­
kendi sınırlarının ötesirıe geçemez. Bilim bu noktada objektif davranmalı ve bu göremedigi alanı inkar yoluna gitmemeli ve bu alamn yorumuna
latır,
kalkışmamalıdır.
g. Tarihi Tenkitçilik
Tarihirı
biçimi konusunda Batıyla
İslam dünyası arasında önemli farklar vardır. Tarihi tenkitçilik ve tarihsel
düşünceyle tarihlerirıi ve tarih yapanlarını rasyonalize eden Batılılar, ayın
metodun İslam'ın geçınişirıe de uygulanmasım istemektedirler.
ve tarihi
kahramanların algılamş
Tarihi tenkitçilik, tenkitçi zihniyetle ayın tutulmamalıdır. Tarihi
kabul edip de kendilerirıden hareket ettigi bazı temel
öncüller vardır. Bunlardan en önemlisi; hangi kimlikte ve makamda
bulunursa bulunsun tarihi bir şahsiyelin asla idealize edilmemesidir. İkinci
olarak kutsal ya da profan bütün metinlere ayın kriterlerle yaklaşmak ve
onlara tenkitçi ve analitik bir tarzda yaklaşmaktır. Bu metodu Yeni Ahit'e
uygulayan Batılı aydınlar benzer bir yaklaşıımn Kur'an içirı de gündeme
getirilmesini isterler.
tenkitçiligirı, peşirıen
Yirıe
tarihi tenkitçilikle ilk dönemirı ve Hz. Peygamberiri idealizasyonunundan kurtulmak istenmektedir. Batılıların özellikle de M.
Watt'ın üzerirıde durdugu nokta şudur: "İnsanlar içirı önemli olan işledikleri
hatalara ragmen Allah'ın irisanlara büyük başarılar verebildigidir. Ömegirı
Davud her ne kadar zina işlemişse de Allah ondaki yetenekleri boşa çıkar­
maımştır."
Bu noktada tarihe ve tarihi degişime
düşüncesirıe de işaret etınekte yarar vardır.
bakış açısı
konusunda
İslam'ın
İslam, ferdi sorumlulugu esas almıştır. Kişiye yükledigi sorumluluk
duygusuyla tutum ve davranışlarında bir denge oluşturmayı hedefler. Bunun
yamnda ferdi, içirıde yaşadı@ toplumdan soyutlamaz; ferdin toplumu etkiledigini ve ondan da etkilendigini kabul eder ve temel ilkelerirıi bu hakikatin
kabulune dayandırır.
KUTLU DOGUM
271
Kur'an-ı
Kerim, fertle toplumurı ilişkisini, en canlı olarak toplumsal
görür. Zira Kur'an toplumurı iyiye dogru bir gelişim
kaydedebilmesinin şartı olarak toplumdaki fertlerin kendi içlerinde olanı
degiştirmelerini koyar. <14l
değişim olayında
Toplumsal değişimin nasıl gerçekleştigine ve bu konuda Kur'an'ın
bireye ve onurı oluşturdugu topluma nasılbaktıgma kısaca göz atalım.
Bir toplumurı ansızın degişmeye ve kalkınmaya başlamasına veya
çürümeye ve çökmeye başlamasına, bir iki yüzyıl içinde toplumurı bütün
niteliklerini, ruhunu, amacını, biçimini, bireysel ve toplumsal bütün ilişki
türlerini degiştirmesine yol açan temel etken nedir?
Yüzyıllar boyurıca
bu soruya cevap arandı ve hala arannıaktadır. Bazı
düşünüdere göre tarihe yön veren en temel etken tesadüftür; ulusların
hayatlarındaki degişiklikler, ilerlemeler, gerilemeler, hep tesadüfierin
sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Bir diger grup da materyalistlerden ve tarihi determinizme inananlardan oluşmaktadır. Bunlara göre tarih ve toplum, başlangıçtaiı bugüne
kadar hiçbir iradesi olmayan birer agaç gibi gelişmişlerdir. Ağaç, önce bir
tohumdur. Sonra bu tohum filizlenir, yeryüzüne çıkar, kök salar, büyür,
dallarıır, yaprakların, büyük bir agaç olur, meyva verir, kışın yaprak
döker, balıarda çiçeklenir, olgunlaşır ve ölür. Bütün bunlar -agaç istese de
istemese de- olur. Bu grup, toplumurı tarih boyurıca, tabiat kanunlannın
tabü 'çevrede gördügü işi, insan topluluklarında gören bazı belirleyici etkenIere ve kanunlara uymak zorunda olduklarına inanmaktadırlar.
Bu inanca göre toplumların kaderi üzerinde bireylerin hiçbir etkisi
olamaz; toplum tabü etkeniere ve kanunlara göre gelişen tabü bir olaydır.
Bir başka grup ne tesadüfiere ne de tabiat yasalarına inanırlar. Onlara
göre, toplumların degişiminde esas rolü büyük şahsiyetler ve kahramanlar
oynarlar. Tabiat yasaları da bu kişilerin elinde birer araçtan başka birşey
degildir. Aynı şekilde ortalama insanların, degişimde hiçbir payları yoktur,
onlar da güçiilierin kullandıklan araçlardandır. Toplumurı düzeltilmesinde, yükseltilmesinde veya çökertilmesinde söz sahibi olan biricik
etken, güçlü kişidir.
Degişimin kaynagını
fertte görenler de farklı iki görüşü taşımak­
Bunlardan birisi mutlak anlamda tek kişinin tarihe yön verdigini
savurımaktadır. İkinci grup ise önce büyük bir insanın ortaya çıktıgma,
sonra o toplumun önde gelenlerinin ona uydugurıa, böylece bir "ekip"in
tadırlar:
(14) 13: ı ı.
- - 2 7 2 - - - - ' - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM - -
oluştuğuna inanırlar.
Topluma yol gösteren ve kendince bir hedef tayin
eden de işte bu ileri gelenlerden oluşan ekiptir.
İshlın'ın
bu teorilerin hiç birine değer vermez. Kur'an değişimin temeline
göre başlarına gelenlerden halkın kendisi sorumludur. Bu yüzden Kur'an'da kendilerine hitap edilenler en-nas
(halk=kitle)tır. Peygamber en-nas'a gönderilmiştir, onlara hitap etmektedir.
Yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekilecek olan halktır.
halkı yerleştirir. İslam'a
İslam bazı düşünce akımlarında olduğu
gibi muhatap a1dığı insanlarda
herhangi bir gruba öncelik tanımaz. Onların şu veya bu sınıftan olma1arına, zenginlik veya fakirliklerine önem vermez. Sınıfçılık yapmayı ve
insanları gruplara ayırınayı da şiddetle yasaklar. Bunu fesadın kaynağı
olarak tesbit eder.
Toplumsa1 gelişme ve değişmenin temel belirleyicisi -ırka veya sınıfa
dayanan hiçbir üstünlük veya ayıncı nitelik sözkonusu olmaksızın­
halktır.
Kur'an'da doğrudan doğruya insanlara seslenildiğine; bu insanlar,
toplumsa1 gelişme ve değişmenin ekseni ve temel belirleyicisi olduğuna;
herbiri Allah önünde tek tek sorumlu tutulduğuna göre cereyan eden bütün
olaylarda ve değişirnde en büyük yük ve sorumluluk insanlara yüklenmektedir. Ama İslam, tarih ve toplumda bazı yasa1arın rol oynadığını da
inkar etmez. Ancak bu teorinin kurallarını biraz yumuşatır. İslam'da, hem
kendi yaptıklarından sorumlu olan insan toplulukları hem de kat kat
kendilerinden hesap sorulacak bireyler vardır. Kur'an'ın, "Onlar için kendi
kazandıklan, senin için de senin kazandıkların vardır"<ısı ve "Her can,
kendi kazandığından hesaba çekilir" 06l ayetleri bu sorumlulukları ortaya
koymaktadır. Bu yüzden gerek birey, gerekse toplum, Yaratıcının önünde
yaptıklarının hesabını verecektir ve herbiri, kendi geleceğini kendi elleriyle
kurmaktadır.
Kur'an, değişime yön veren yasa1arla bunda etkin rol oynayan insan
faktörünün birbirini tamamladıklarını ifade eder. İnsan tabiatı, toplumu
ve tarihi iyi bildiği ölçüde ona hakim olur. Zira Kur'an tarihin bazı kanunlara tabi olduğunu bildirirken i.risanın sorumluluğunu hiçbir şekilde bir
kenara bırakmamaktadır. Kur'an düşüncesine göre insan toplumun kura1larını iyi tanımalı ve bu kurallardan fayda1anarak toplumun gelişmesine
katkıda bulunmalıdır. İnsanın topluma hakim olan kurallarla ilgili bilgisi
arttıkça toplumu değiştirme yeteneği ve sorumluluğu da o oranda artar.
(15) 2: 134.
(16) 74:38.
----KUTLUDOGUM--------------------------
273 - - - -
h. İnsan Haklan
İnsan haklanndan bahsedilirken günümüzde kullanılan kavramlar ve
formlarm 1789 Fransız ihtilalinin bir ürünü olması bu formların tekabül
ettiği özün yani insan olmarım beraberinde getirdiği temel niteliklerin de
bu ihtilal sonrasında ortaya çıktığı gibi bir sonuca doğal olarak götürmez.
Bu sebeple insan halklan kavramını kesin bir tarihten başlatmak doğru
bir yaklaşım olamaz. Ancak bu hakların kavramsal bir çerçeveye oturtulması ve garanti altına alınması konusunda kesin tarihlerden bahsetmek
mümkündür. Fransız ihtilali bu anlamda insan haklan noktasından bir
tarihi andır. Ancak bu an kendisinden önce varolan başka anların yokluğunu gerekli kılmaz. Bu sebeple insan haklannın en şümullü ve fakat
detaysız bir halde ifadelendirilmesini peygamberimizin veda hutbesiyle
başlatmak mümkündür. Fakat dediğimiz gibi peygamberimizin bu haklan
bilindiği şekliyle garanti altına alması çok önemli bir dönüm noktasıdır.
Ama bu durum, bu dönemden önce, şayet varsa, insan haklan adına gösterilen gayretierin hiçbir örıemi olmadığı anlamına gelmez. Zira bu bir süreçtir ve ·insanlar sahip olduklan dıJnya görüşünün gücü ararıında bu sürece
hız vermektedirler.
Buradan hareketle şunu görüyoruz: İslam öncesi Arap toplumunda
insan haklannın garantisi, mensubu bulunduğu kabileydi. Kişi, üyesi
olduğu kabileye göre muameleye tabi tutulurdu. Güçlü bir kabilenin üyesi ise
saygı görürdü ve dokunulmazlığı vardı, ancak zayıf bir kabilenin üyesiyse
soyulur, hakarete uğrar ve ezilirdi. İslam'ın gelişinden sonra bu kabile
anlayışı yerini ümmet kavramına terketmiştir. İnsanın inamyor olması,
onun haklannın garanti altına alınmış olması sonucunu getirmiştir.
Ancak bu durum, müslüman olmayanların haklannın çiğneneceği gibi bir
anlama hiçbir zaman gelmemiştir. Çünkü müslüman olmayanların
durumu da İslam tarafından garanti altına alınmış, müslümanlarla ilişki­
lerini belirleyen bir hukuki forma oturtulmuştur.
İslam toplumuna mensup olmarım ötesinde, kişi, sadece insan olması
sebebiyle bazı haklara sahiptir. İnsarım doğuştan getirdiği bu haklar devredilemez, .vazgeçilemez ve çiğnenemez haklardır. Kişi doğuştan getirdiği bu
haklan kendisi bile ihlal edemez. Örneğin yaşam hakkını ihlal ederek
intihar edemez. Buna dayanarak İslam intlhan aifedilmez günahların
başında saymıştır. Zira intihar eden insan, bu davranışıyla hem fert
olarak Allah'ın kendisine devredilemez ve vazgeçilemez bir hak olarak
verdiği yaşam hakkım ihlal etmekte, hem de kendisini yıllarca değerleri ve
imkanlarıyla besleyen ve bunlann karşılığında kendisinden bir şeyler
alma hakkı doğan topluma karşı suç işlemektedir.
- - 2 7 4 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
Dinimiz, her hakkı bir ödeve karşılık olarak görmüştür. Başkasının
hakkını yememek şartıyla kişinin hakkının yenmemesi, başkasını öldürmemek kaydıyla kişinin kendisinin de öldürülmemesi garanti altına
alınmıştır. Başkasının haklarına saygılı olma ödevi, saygı görme hakkını
doğurur. Ancak bu, her zaman bu şekilde cereyan etmeyebilir de. Örneğin
arıne karnındaki çocuk için böyle bir karşılıklılık esası söz konusu değil­
dir. Onun hiçbir ödevi yoktur, ama hayatının korunması hakkına sahiptir.
Bu sebeple Allah, arıne karnındaki çocuğun ne şekilde olursa olsun öldürülmesini bir hakkın ihlali olarak görmüş ve büyük günah saymıştır.
ı. İnsan Hürriyetine Bakış
Hürriyetin bütün formları konusunda -ister felsefi, isterse politik bazda
olsun- Batı'nın İslam dünyasına bakışı çok olumsuzdur. İslam düşün­
cesinin her alanda Tanrı'nın ontolojik (mutlak) egemenliğini kabul etmesi,
Batılılarca, yine her alanda insarıın ve onun oluşturacağı kurumların ya
hiçbir öneme sahip olmadığı veya ikinci dereceden bir önem arzettiği gibi
bir anlayışa götürmüştür. Böyle bir görüşün oluşmasında en büyük katkıyı
Eş'aıici atom görüşü yapmıştır. Batınin İslam'a bu bakışlarında ne kadar
haklı olduklarını ve kendilerinin insanı hür bırakma adına yaptıklarını,
ne gibi sonuçlar doğurduğunu mukayeseli olarak ele almak faydalı olacaktır.
İnsan,
hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün yaratıklardan üstün kılın­
mıştır. Hayvanlardan ve bitkilerden farkı olarak, yalnız o, hür iradesiyle
içgüdülerine aykırı davranabilir. Sözgelişi gönüllü olarak iki gün oruç tutan
bir hayvana veya kederinden intihar eden bir bitkiye rastlayamazsınız.
Hayvanlar ve bitkiler ne büyük bir iyilik, ne de korkunç bir kötülük
yapabilirler. Yaratılışıarına aykın davranmak ellerinden gelmez. Sadece
insan, yaratılışına karşı gelebilir; bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarına meydan
okuyabilir. O halde irisarım en büyük zenginliği iradesidir.
insanın hürriyeti konusunda Kur'an-ı Kerim'deki anahtar kavramlardan birisi misale kelimesidir. Misak sayesinde her insan özgür bir birey
olarak Allah'ın konuşmasına muhataptır. Bu kavram Kur'an-ı Kerim'de
şöyle geçer: "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye
Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı,
onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
(Onlar da) Evet buna şahit olduk, dediler." (A'raf, 172)
Ayet-i kerimede dikkat edilecek noktalar
şunlardır:
Her şeyden önce Allah insanlara 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye
soruyor ve onlara evet ya da hayır deme alternatiflerini sunuyor. Doğrudan
--KUTLU DOGUM
275 - -
doğ;ruya 'Ben sizin Rabbinizim' demiyor. Seçme ve tercih hürriyetini böylece
Allah ilk başta insana vermiş oluyor.
İkinci
olarak Allah'ın hitabı teker teker her ferdedir. Hiç kimsenin
başka birisi adına olumlu veya olumsuz cevap verme hakkı yoktur. Bu
durum ferdi sorumluluğ;un da temelini oluşturur.
Gönderilen bütün peygamberler, insana ezelde verdi,ği bu sözü hatır­
lcıtıı::lar ve geı::eğ;ini yeline getinnesiı1i iste:rler:. Kl.li'arı-:ı Kerim bunl1 şöyle
dile getiriyor: "O halde, Resulüm, sen onlara hatırlat! Çünkü sen ancak
hatırlatıcısın; sen onlara zorlayıcı değ;ilsin" (Gaşiye, 21-22).
İnsarıın
yüce Yaratıcısını kabul etme hususunda verdiğ;i bu sözün hatır­
ıarımasma yardımcı olmak üzere Kur'an insana yaratılmış her şey üzeriride
düşünmesini ister. Zira varlıklar üzerinde düşünen sağ;duyuya sahip bir
insan bütün bu varlıkların kendi başlarına varolamıyacaklarını bilir ve
varolanıann kendileriyle aynı özellikleri taşımayan, onlann dışında
bulunan bir Varlık tarafından yaratıldıklarını kabul eder.
Peygamberlerin bu hatırlatmalan ve insarıın sağ;duyusu, insarıın
peygamberlerden sonra da ilelebet doğ;ru yol üzerinde bulunmasını sağ;lar.
Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle ifade ediyor: "(Yerine göre) müjdeleyici ve sakın­
dıncı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra
Allah'a karşı bir bahaneleri olmasıni Allah izzet ve hikmet sahibidir"
(Nisa, 165).
İnsanın
hürriyetini garanti altına almakla ve kendi yoluna girmesini
bütün kolaylıklan sağ;lamakla Allah, insanı sonsuz bir
kayıtsızlık içine bırakmış değ;ildir. Allah, insana, ondan daha yakın
olduğ;unu ifade ederek tutum ve davranışlarında dengeyi korumasını sağ;la­
maktadır. Bunu Allah şöyle ifade etmektedir: "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklannı biliriz ve biz ona şah damanndan
daha yakınız" (Kaf, 16).
kolaylaştıracak
Allah da insanla yaptığ;ı ve kendisini ona bağ;layan hürriyeti esas alıcı
misaka sadıl\: kalmakta ve ona ters davrarımamaktadır. Bu ilkeyi, mesajı­
nı insanlığ;a taşımakla görevlendirdiğ;i elçisine de bildirmektedir: "(Ey
Resulüm!) Eğ;er Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbelie iman
ederlerdi. O halde sen, inanmalan için insanlan zorlayacak ınısın?
Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O akıllarını kullanmayanları
inkarcı kılar" (Yunus, 99-100). Allah elçisine hiç kimseyi inanmaya zorlamakla görevlendinnemiş ve ona böyle bir yetki de vermemiştir.
Zorlama, başka bir deyişle kişiye iradesi dışında bir şeyi dikte ettirme,
Allah'ın iradesi içinde yoktur. Bu zorunluluğ;u istese kendi iradesi içine
- - 2 7 6 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
yerleştirir
ve dünyadaki herkesin inanmasını sağlayabilirdi. Bu, Allah'a
hiç de zor değildir. Ancak böyle dilememiştir. İnsanların kendi hür iradeleri ve sağduyularıyla kavrayabilecekleri bir sebep-sonuç sistemini ortaya
koymuş ve böylece inanmalarının yolunu kolaylaştırmıştır. Buna rağmen
Allah'a giden yolu haJ.a kendilerine kapayan insanları da normal insanlar
grubu içinde saymamış onları çirkin görülenler, yani inkarcılar olarak
adlandırmıştır.
ve insanların inanmalarını kolaylaştıran işaretierin her tarafta mevcut olduğunu bir başka ayette Allah
şöyle ifade etmektedir: "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik
birbirinden ayrılmıştır. O halde kim Allah'tan başka tapılan her şeyi terkedip Allah'a inarıırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve
bilir" (Bakara, 256).
Dinde
zorlamanın
olmadığını
Din, insan bilincinin aynlmaz bir unsuru olduğundan, her ferdin kendine ait bir dini ve toplumların da yine kendilerine ait kollektif dinleri
vardır. Bu sebeple din hürriyet sadece bireysel bir şey değildir; din hürriyeti,
aynı inancı paylaşan insanların, inandıkları dinin gereği olarak, topluca
bazı şeyleri yapabilmelerini de güvence altına alır.
İslam
ferde hürriyet vermekle onu kendi ayarındaki diğer varlıklara
kul, köle olmaktan kurtarmak istemiştir. Dinimiz insarıın hür oluşunu
İlahi hürriyet için bir tehlike olarak görmemiştir. Öyle olsaydı Allah böyle
bir hürriyeti insana vermezdi. Tersine insana bütün alanlarda hürriyet
vermiş ve Allah'ın kendisine balışettiği yetenekleri bu yönde kullarımasını
istemiş; yani ferdi hürriyeti esas almıştır. Hürriyetlll insan açısından
değerini kavramak ve hürriyeti ortadan kaldıran noktaları açığa çıkarmak
üzere, İslam'ın hürriyet arılayışı ile Batı düşüncesindeki hürriyet anlayışı
arasında kısa bir mukayese yapmak faydalı olacaktır.
Batı'da Ortaçağ'da kilisenin halk üzerindeki baskısından bıkan aydın­
lar halka hürriyetini bahşetmenin yollarını aradılar. Ne var ki, hürriyeti
ortadan kaldıran faktörleİin yarılış teşhisi, ferdi, yüzlerce efendiye bağlı,
bölürımüş bir köle yapmıştır.
Liberal düşünce, ferdin hürriyeti adına, bu hürriyete engel merkezler
olarak kiliseyi, dolayısıyla dini, kraliyeti ve tabiatı görüyordu. Bu düşün­
cede, toplum da ferdi hürriyeti sınırlayan bir diğer faktördü. Bu sebeple,
düşünce hürriyeti adına dine ve kiliseye, ekonomik hürriyet adına tabiata,
siyasi hürriyet adına monarşiye ve yaşama; ahlak hürriyeti adına 'toplumsal' değerlere karşı savaş açıldı.
Liberal
düşüncenin
--KUTLU DOGUM
hatası
insanı
tanımamakta yatıyordu.
Katalik
277 - -
inanç, sadece bir hur:afe olarak 'ilk günah' dakbiniyle insanı doğuştan kirli
ve günahkar bir varlık kabul ediyor ve her ne kadar Rönesans'a doğru
Thomas Aquinos ve Duns Scotus gibi düşünürler insan iradesinin önemi
üzerinde durmuş olsalar da insanın kurtuluşu için 'ilahl inayet'ten başka
bir faktör tanımıyordu. Bu da, ister istemez, kiliseyi insanın tek müracaat
merkezi yapıyor ve ona 'endülijans' yani günahtan kurtuluş belgesi (1) verme
yetkisini getiriyordu. Rönesans ve Reformla birlikte ilahl inayetin kazanıl­
ma garantisi olarak ferdi çalışma esas alınmaya başlandı.
İşte liberal düşünce, insanı kendine tutkun egosu ilişında bütün kayıt­
lardan kurtulmaya yönelik bir hareket manzarası arzediyordu. Fakat bu
düşüneeye göre insan, emelleri, arzuları, ihtiyaçları, korku ve endişeleri ile
neyse oydu. Bütün benliğiyle var ve kendi olabilmesi için arzuları tatmin
edilmeli, korku ve endişeleri giderilmeliydi. Bütün bunlar neticede ekonomik liberalizmi, politik demokrasiyi, dini bağımsızlığı ve ahlaki kayıt­
sızlığı getirdi. Peki, ama insan bunlarla neler kazandı neler kaybetti?
İnsan -bir türdür. -Heıo-fert,
-tek- tek- -insanlığı-- temsil--eder-.- Bir ferdin
kıymeti, insan türünün kıymeti ölçüsündedir. İslam da bunu esas almış ve
ferdi topluma feda etmeyi kabul etmediği gibi "bir ferdi madden ve manen
öldürenin bütün insanlığı öldürmüş, diriltenin de bütün insanlığı diriltmiş"
olacağı ilkesini getirmiştir.
Batı düşüncesi insanı
bu asli yanıyla kavrayamamıştır. Dünya hayatını
tatmini de hayatın tek gayesi kabul ederek insanı
başıboş bırakmıştır. Bu şekilde fert, öncelikle nefsi isteklerini doyurmaya
yönelmiş, kendisini merkeze alarak diğer canlıları ve insanları kendi
çıkarına hizmet edecek şekilde kullanmaktan asla geri kalmamıştır.
tek hayat,
arzuları
Nefse kölelikle başlayan bu mutlak hürriyet bahşetme hareketi, önce
insanda bencillik duygularını şaha kaldırmıştır. İnsan insanın kurdu
haline gelmiş ve her insan, karşısındakirıi, tabü kaynakları, ictimai
makamları, şan ve şöhreti paylaşınada bir rakip olarak görmeye başla­
mıştır. Daha önce varoları sosyal dayanışmanın yerini, yalnızca kendi
merıfaatini düşürımekten ileri gelen bir aynlma veya çözülme takip etmiş­
tir.
Ferdileşme sürecinin bir diğer görünüşü, gittikçe artan yalnızlık duygusu olmuştur. Daha önce, kendini toplumun, dini cemaatin, ailenin, milletin
bir üyesi olarak gören ve her şeye gücü yeten bir Allah'a inanınakla
emniyet ve kuwet kazanan insan, bağımsız bir fert halini alınca bütünüyle
yalnız kalmış ve hayatın, ölümün, güçsüzlüğün, kendi dışında gelişen
olaylar karşısındaki aczinin son derece tehlikeli ve güçlü görüntüleriyle
- - 278
KUTLU DOGUM - -
karşılaşmıştır. Ekonomik bağımsızlık adına tahribe yönelme, fertleri ve
neticede devletleri karşı karşıya getirmiş, bir yandan tabiat, kutsiyetinden
soyundurolup istismar edilecek bir eşya yığını olarak görülürken, bir
yandan da tahribi neticesinde ekolojik denge insan aleyhinde her geçen gün
biraz daha bozulmuştur.
Bencillik, güçsüzlük duygusu, hayatı dünya hayatından ibaret bilme, her
türlü ahlaki ve dini kayıtlardan kurtulma ve arzulara teslim olma, ferdi bir
makine çalışan, üreten ve tüketen bir makine haline getirmiştir. Düşüncede
peşpeşe sensüalizm, rasyonalizm, realizm ve en son materyalizmin doğma­
sı; dinin, "İnsarıın güçsüzlüğünü gidermek için, kendi üstünde bir varlığa
dayanma ve tapınma duygusundan kaynaklanan bir psikolojik tatmin
aracı" olarak görülmesi, devletler arasında ardı arkası kesilmeyen savaş­
ların patlak vermesi ve kapitalizmin neticede emperyalizmi doğurması hep
aynı sürecin sonuçlarıdır.
Bütün bu gelişmelerin sonunda fert, hürriyetini kazanmak şöyle dursun,
daha kötü bir köleliğin pençesine düşmüştür. Zihni hürriyetini başıboş­
lukta, gerçek irıkarcılıkta ve düşünce sefaletinde, ekonomik bağımsızlığını
maddeye ve arzularına esarete; inarıma hürriyetini nefiste ve nefsin sürüklediği başıboşlukta aramış, maddi hayatın getirdiği meşguliyeller içinde
kendini kaybetmiştir. Bu ortam içinde zihni başkaları tarafından şekil­
lendirilmiş, düşüncesi belli kalıplar altına alınmış, tercihleri daraltılmış,
belli yönlere şartlandırılmıştır. Gerçek hürriyetini kaybeden insan
Karamazof Kardeşler'de Dostoyevsk:y'nin güzel ifadesiyle, "Doğarken beraberinde getirdiği Tarırı vergisi hürriyetini teslim edebileceği birini bulabilmek
için yanıp tutuşan bahtsız bir varlık" halini almıştır. İnsan Tannyla ilişki­
sini keserek hürriyetini elde etmek isterken kendi dışındakilerin istek ve
arzularına teslim olmakla ruhunu parçalamıştır. Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim
şöyle ifade etmektedir: "Allah bir misal verir: Hiç, üzerinde birbiriyle
çekişen ortakların (tasarruf) hakkı bulunduğu adamla, bir kişiye teslim
olmuş insan bir olur mu?" (Zümer, 29)
İnsan güçsüzlüğünü
idrak edip mutlak Kudret'e teslim olup, arkasına
O'nun desteğini aldığı zaman gerçek hürriyetini elde eder. Kısacık. dünya
hayatını ölümle ebedi hayata açılan bir pencere yapar; hayatın ve ölümün
endişelerinden kurtulur.
İslam
ferdi esas alır; fert, yalnız doğar, kendi kendine yaşar,
ve yalnız hesaba çekilir.
yalnız
ölür,
yalnız haşrolur
Allah'a kul olmakla gerçek hürriyeti elde etmiş insan, samldığı gibi ne
izbelerin "Hint fakiri", ne yosun tutmuş manastırların keşişi, ne de karar- - KUTLU DOGUM
279 - -
tılmış
zaviyelerin miskin mistiğ;idir. O, toplumda varolan her harekette
kendi üzerine düşen sorumluluğ;u omuziayacak cesareti ve bilinci zihninde
taşıyan bir ferttir.
Hangi ortamda olursa olsun ferde Allah yüce bir değ;er vermiş, onun
fıkir ve ifade hürriyetini esas almıştır. Başta Allah'tan vahiy alan bir
Peygamber var iken bile, idari ve toplumsal işlerde istişareyi, birbirine
danışmayı emreden, "Bir toplum kendini, inancını, kabullerini, zihniyet ve
yaşayışını değ;iştirriıedikçe Allah da onların ·duruı:İllarını değ;iştirnlez"
kaidesiyle, tarihin motoru olarak ferdi ve bu fertlerin oluşturduğ;u topluluğ;u
kabul eden bir din, insan iradesini ve sorumluluğ;unu dünya ve ahiret
hayatında temel basamak kabul eden bir din, ferdin siyasi hürriyetini asla
elinden almaz ve almamıştır da. Ayrıca hiçbir ferdi de kendini kabule
zorlamamış insanı varlığ;ının sebebi olan Allah'a inanıp inanınama da bile
iradesine teslinı etmiştir. Çünkü, Allah insanı, hürriyetini hangi yönde
tercih ettiğ;i ve hangi uygulamalar içinde bulunduğ;u noktasında sorguya
çekecektir. __
_ _______
_______ ----------İslfun'da her fert, insanlığ;ın ve toplumun kaderinden devlet başkanı ve
idareciler kadar sorumludur. Acaba bunun ötesinde bir siyasi ve toplumsal
şuur ve sorumluluk düşünülebilir mi?
- - 2 8 0 - - - - - - - - - - - - - K U T L U DOGUM--
Download