Diyabetik_Ayak183.11 KB

advertisement
DİYABETİK AYAK
Prof. Dr. Zeynep OŞAR
Ayak ülserleri diyabetli hastalarda en sık rastlanan komplikasyonlardan biridir
ve non-travmatik alt extremite ampütasyonlarının yaklaşık %50’sinden
diyabetik ayak sorumlu tutulmaktadır. Periferik nöropati ve iskemi diyabetik
ayak ülserinin en sık rastlanan nedenleridir. Diyabete eşlik eden görme kaybı,
kısıtlı eklem hareketliliği, kardiyovasküler veya serebrovasküler hastalık
sekelleri ise diğer predispozan faktörleri oluşturmaktadır. Ayakkabının uygun
olmaması gibi nedenlere bağlı doku travmaları tetiği çeken en yaygın neden
olarak gözlenmektedir. Diyabetik ayak ülserinde enfeksiyonun varlığı erken
tedavi edilmediği durumda ampütasyon riskini arttırmaktadır. Enfeksiyon
yüzeyel yerleşimli ve lokal olabileceği gibi, derinde yerleşimli abse veya sellülit
şeklinde de olabilmektedir. Diyabetik ayağa yaklaşımda amaç riskli grubun
saptanması, yoğun hasta eğitimi ve düzenli takip ile ülser gelişiminin önlenmesi
olmalıdır. Hasta eğitimi, ayak polikliniklerinde takip, erken tanı, doğru yara
bakımı ve antibiyoterapi diyabetik ayak ülserinde cerrahi girişim gereksinimini
azaltmaktadır.
Diyabetik
olgularda
ayak
ülserleri
en
ciddi
ve
en
sık
gözlenen
komplikasyonlardan birini oluşturmaktadır. Geliştirilmiş olan çeşitli önleme
stratejilerine rağmen gerek diyabetik ayak ülserinin ve gerekse ülser nedeniyle
yapılan
ampütasyonların
oranı,
halen
oldukça
yüksek
düzeylerde
seyretmektedir. Tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %5.5’nda, tip 1 diyabetlilerin ise
%7.4’ünde ayakta halen mevcut ülser veya geçirilmiş ülser öyküsü bulunduğu
bilinmektedir. Tip 2 diyabetik hastalarda yıllık yeni ülser insidansı %2.1
düzeyinde seyretmekte, aynı oran nöropatik diyabetlilerde %7.2’ye kadar
yükselmektedir. Diyabetli bir hastada yaşamı boyunca en az bir kez ayak ülseri
gelişme riski ise %15 oranındadır.
Ayak ülserine bağlı ampütasyon oranları ele alındığında, genel popülasyonda
ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekle birlikte insidansın 100.000’de 20
düzeyinde olduğu, buna karşılık, diyabetlilerde 1000’de 5’e kadar yükseldiği
görülmektedir. Diyabetik ayakta uygulanan alt ekstremite ampütasyon oranı,
nondiyabetiklere göre yaklaşık 15 kat yüksektir. Non-travmatik alt extremite
ampütasyonlarının yaklaşık %50’sinden diyabetik ayak sorumlu tutulmaktadır.
Daha da çarpıcı olarak, %50’den fazla olguda ilk ampütasyonu izleyen 4 yıl
içinde diğer bacakta da ampütasyon gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Ayakta
yeni ülser saptanan diyabetlilerde relatif ölüm riskinin yaklaşık 2.5 kat arttığı
gösterilmiştir.
Ayak ülseri gelişiminin ve ampütasyon riskinin en az %50 oranında azaltılması
diyabet tedavisinin temel hedeflerinden birini oluşturmaktadır. Diyabetli bireyde
ayakta ülser gelişme riskini etkileyen faktörlerin belirlenmesi ve yüksek riskli
gruba yönelik etkin takip ve tedavi stratejilerinin geliştirilmesi bu amaca
ulaşabilmek açısından büyük önem taşımaktadır. Multidisipliner tedavi
yaklaşımının ve düzenli olarak sürdürülen profilaktik ayak bakımının diabetik
ayak ülserinde ampütasyon riskini azalttığı gösterilmiştir.
Ülser gelişimine yol açan faktörler:
Periferik nöropati ve iskemi diyabetik ayak ülserinin en sık rastlanan
nedenleridir. Nöropatik ve iskemik ülserlerin klinik özellikleri tablo 1’de
özetlenmiştir. Diyabete eşlik eden görme kaybı, kısıtlı eklem hareketliliği,
kardiyovasküler veya serebrovasküler hastalık sekelleri ise diğer predispozan
faktörleri oluşturmaktadır. Ayakkabının uygun olmaması gibi nedenlere bağlı
doku travmaları tetiği çeken en yaygın neden olarak gözlenmektedir. Ortaya
çıkan doku hasarının iyileşmesindeki gecikmeden ise birden fazla faktör
birarada sorumlu tutulmaktadır.
a.Diyabetik nöropati: Diyabetik nöropati sonucunda periferik duyu kusuru
ortaya çıkmakta, ayak kaslarının innervasyonu ve pedal sirkülasyonun
vazomotor kontrolü bozulmaktadır. Ağrı duyusu kaybı ayağı dış travmalardan
koruyan mekanizmayı ortadan kaldırmakta ve oluşmuş olan herhangi bir doku
hasarının farkedilmesini geciktirmektedir. Motor nöropati, ayaktaki küçük
kasları etkileyerek yürüme sırasında yük binen noktaları değiştirmektedir. Başta
metatars başları olmak üzere, anatomik özellikleri yük taşımaya uygun olmayan
bu yeni ağırlık noktalarında kolaylıkla cilt kalınlaşmaları oluşmakta yani kallus
gelişmektedir. Kallus tabakasının altındaki sağlam dokuda bası sonucunda
kolaylıkla iskemik nekroz ortaya çıkmakta ve bunu izleyerek cilt ve ciltaltında
doku hasarı oluşmaktadır.
Bunun yanısıra, otonom nöropatiye bağlı olarak arteriovenöz şantlar ortaya
çıkmakta ve mikrosirkülasyon bozulmaktadır. Diyabetik hastada ayak sırtında
belirgin venler ve kuvvetle palpe edilebilen arterlere rağmen, mikrosirkülasyon
düzeyinde bir dolaşım yetersizliği ve iskemi bulunabileceği gözönüne
alınmalıdır. Arteriovenöz şantlar ayak kemiklerinde osteopeni gelişimini
tetiklemekte ve bu kemiklerde hafif bir travma sonucunda bile kolayca kırıklar
gelişmektedir. Tekrarlayan kırıklar ayağın yapısını daha da bozmakta, tarsal
kemiklerde destrüksiyon, eklemlerde sublüksasyon ve ayakta total kollapsa yol
açabilmektedir. Diyabetik nöroartropati ya da Charcot ayağı olarak adlandırılan
bu klinik tablo, ülser gelişimi açısından büyük risk taşımaktadır.
b. İskemi: Diyabetik olgularda ateroskleroz ön planda distal periferik arterleri
etkilemektedir. Aterosklerozun yanısıra bazal membran kalınlaşması, kapiller
frajilite artışı, trombozlar, vazomotor mikrosirkülasyon defektleri ve endotelyal
disfonksiyon gibi mikrovasküler değişiklikler de iskemi gelişimine katkıda
bulunmaktadır.
İskeminin varlığı ülserin iyileşmesini geciktiren ve ampütasyon riskini yükselten
nedenlerin başında gelmektedir. İskeminin derecesinin saptanması ve erken
dönemde uygulanan revaskülarizasyon girişimleri diyabetik ayak olgularında
ampütasyon gereksinimini azaltmaktadır. Bu nedenle her diyabetik ayak
olgusunda, alt ekstremitenin basıncı üst ekstremiteye oranlanarak bacak/kol
indeksi hesaplanmalıdır. Eğer bacak/kol indeksi 0.8’in altında ise periferik arter
hastalığı tanısı mevcuttur. Diğer tanı kriterleri ise, başparmak sistolik basıncının
30 mmHg’nin altında olması, azalmış trankutan oksijen basıncı, ultrasonografide
anormal dupplex dalga formlarının saptanmasıdır. Ancak, invazif bir yöntem
olmasına rağmen anjiyografi, periferik arter hastalığının değerlendirilmesinde
altın standart olarak kabul edilmektedir. Revaskülarizasyon girişimi olarak
anjiyoplasti, trombolitik tedavi veya by-pass cerrehisi uygulanabilir. Distal bypass cerrahisinin uygulama alanı gün geçtikçe büyümektedir.
Enfeksiyonlar:
Diyabetik ayak ülserinde enfeksiyonun varlığı erken tedavi edilmediği durumda
ampütasyon riskini arttırmaktadır. Enfeksiyon yüzeyel yerleşimli ve lokal
olabileceği gibi, derinde yerleşimli abse veya sellülit şeklinde de olabilmektedir.
Bir diğer enfeksiyon şekli ise osteomyelittir. Yaranın klinik görünümü bakteri
varlığı hakkında kesin bir fikir vermeyebilir. Bu nedenle yara sürüntü
kültürünün yüzeyden değil, derin debridman yapıldıktan sonra derin dokulardan
alınması gerekmektedir. Enfeksiyondan en sık izole edilen mikroorganizmalar
gram-pozitif
koklar
(Staphylococus
aureus,
Staphylococus
epidermidis,
Streptokoklar, Enterokoklar) gram-negatif basiller (E. Coli, Proteus, Klebsiella,
Enterobacter, P aeruginosa) ve anaeroblardır (Bacteroides, Peptostreptokoklar).
Genellikl enfeksiyondan birden fazla mikroorganizma sorumludur. Bu nedenle
hem aerob, hem de anaerob kültür yapılmalıdır. Osteomyelit olgularında ise en
sık rastlanan patojen Staphylococcus aureustur.
Sistemik antibiyoterapi başlarken enfeksiyona ilişkin klinik bulgular ayrıntılı
olarak değerlendirilmeli, hastanın kliniği karar verdirici olmalıdır. Osteomyelit
ayırıcı tanısı için altın standart yöntem kemik biyopsisidir, ancak bu yöntemin
invazif
olması
nedeniyle
görüntüleme
yöntemleri
tercih
edilmektedir.
Osteomyelitin diyabetik nöroartropatiden basit radyografi ile kesin ayırımı
mümkün değildir. Tc99 ile yapılan kemik sintigrafisinin duyarlılığı %77-100
civarındadır, ancak özgüllüğü oldukça düşüktür. Ga sintigrafisi de benzer
sonuçlar vermektedir. In111 ile işaretlenmiş lökosit sintigrafisinin duyarlılığı ve
özgüllüğü kemik sintigrafisine göre oldukça yüksektir. Lökosit sintigrafisi bu
özelliği ile osteomyelit ayırıcı tanısında güvenilir bir yöntem olarak kabul
edilmesine
rağmen,
pahalılığı
yaygın
olarak
kullanımına
bir
engel
oluşturmaktadır. Manyetik rezonans incelemesinin geniş diyabetik hasta
gruplarında kullanımına ilişkin kesin sonuçlar bulunmamaktadır. Ancak,
özgüllüğü ve duyarlılığı %70’in üzerinde olan bu yöntem osteomyelit tanısına
ilişkin güvenilir bilgiler sunmaktadır. Kemik dokusunun görülebildiği derin
nekrotik ülserlerde ise osteomelit varlığı kesindir ve ileri tetkik gereksizdir.
Enfeksiyona bağlı olarak gelişen septik trombüsler ve dokudaki ödem,
falanksların distalide lokalize nekrozlara yol açabilir. Bu tablonun periferik arter
hastalığı ile karışabileceği gözönüne alınmalıdır.
Yara iyileşme sürecini etkileyen faktörler:
Hastaneye 15 günden geç başvurma, yetersiz tedavi, devam eden travmalar
(yaralı ayağın üzerine basmaya devam etme) ve hiperglisemi diyabetik olgularda
yara
iyileşmesini
geciktiren
faktörlerdir.
Hipergliseminin
lökositlerde
migrasyonu, adhezyonu, fagositozu ve opsonizasyonu bozduğu bilinmektedir.
Bu nedenle tüm diyabetik ayak olgularında iyi glisemik kontrol hedeflenmelidir.
Sınıflama:
Olguların yaklaşık %30’unda her iki etyolojik neden birlikte görülebilir.
Diyabetik ayak ülserleri için yaygın olarak kabul gören bir sınıflama sistemi
geliştirilebilmiş değildir. Tartışmalı yönleri olmakla birlikte günümüzde halen
kullanılmakta olan sınıflamalardan biri Wagner sınıflamasıdır. Wagner
sınıflamasına ayak ülseri olmayan, ancak risk faktörleri saptanan olgular da
dahil edilmekte (0. derece), açık ülserler ise enfeksiyon veya gangrenin varlığına
göre 1.-5. derece arasında yer almaktadır:
0. derece : Yüksek riskli grup, ayakta ülser yok.
1. derece : Yüzeyel ülser varlığı
2. derece: Derin yumuşak doku enfeksiyonu var, osteomyelit yok
3. derece: Derin yumuşak doku enfeksiyonu ve osteomyelit var
4. derece: Ayağın distaline lokalize gangren
5. derece: Geniş gangren
Tedavi ilkeleri:
Diyabetik ayak ülserinin tedavisinde ilk yapılması gereken enfeksiyonun
tedavisidir.
Vakit
geçirilmeden
iskeminin
varlığı
araştırılmalı
ve
revaskülarizasyon gereksinimi değerlendirilmelidir.
Diyabetik ayak yarası ile başvuran her hastada nörolojik muayene ve periferik
arter muayenesi yapılarak ülsere yol açan neden ortaya koyulmalı, alt ekstremite
arter basınçları ölçülerek doppler indexleri hesaplanmalı, yaradan areob ve
anaerob kültür alınmalı ve ayak grafileri çekilmelidir.
Wagner sınıflamasına göre 1. derece ülserler dermal tabakanın altına inmeyen,
yüzeyel ülserlerdir ve enfeksiyon genellikle tabloya eşlik etmez. Olguların
çoğunluğunda lezyon, ayağın proksimalinde yer almakta ve zemininde kalın bir
kallus tabakası bulunmaktadır. Kallus tabakasının eksizyonu ile ülserin gerçek
boyutlarının saptanması, derinde yerleşimli bir sellülit, lenfanjik veya abse olup
olmadığının belinlenmesi gerekmektedir. Eğer enfeksiyon bulguları yoksa, 1.
derecedeki ülserlerde tedavinin temel prensipleri, yara bakımı, ayağın yükten
kurtarılması ve ülser ilileştikten sonra relapsların önlenmeye çalışılması şeklinde
olmalıdır.
Yara bakımında alınması gereken ilk önlem, yara çevresindeki nekrotik
dokuların derin debridmanı ve yaranın sarılmasıdır. Debridman, yara
iyileşmesinde etkili lokal mitojen faktörler olan PDGF ve EGF’ün salınımını
arttırmakta ve epitelizasyonu hızlandırmaktadır. Geniş debridman yapılan
nöropatik ülserilerin iyileşme süresi 30 gün civarında iken, konservatif bir
yaklaşım izlenen hastalarda bu süre 130 güne kadar uzamaktadır. Sargı ise hem
yaranın dış ortamdan izolasyonunu sağlamakta, hem de hafif bir bası
oluşturduğu için hemostazı arttırmaktadır. Ayrıca ödem ve enflamasyonu
azaltarak, dokuda dolaşımı hızlandırmakta, oksijen geçişini kolaylaştırmakta,
bunun yanında ağrıyı da hafifletmektedir.
Yara yüzeyinde biriken eksuda, oluşmakta olan fibronektini parçalamakta ve
böylece, hücre proliferasyonu ve mobilitesi için gerekli olan matriksi de ortadan
kaldırmaktadır. Bu nedenle, yara yüzeyi serum fizyolojik ile yıkandıktan sonra,
oluşacak eksudayı absorbe edebilecek nitelikte bir sargı ile sarılmalıdır. Sargının
parafinlenmesi veya serum fizyolojik ile ıslatılması, yapışmayı önlemekte ve
gelişmekte olan epitel tabakasını, sargı değiştirilmesi sırasında masere olmaktan
korumaktadır. Antiseptik solüsyon olarak % 25 oranında sulandırılmış povidon
iodin kullanılabilirse de serum fizyolojik ile irrigasyon genellikle tercih edilen
yöntem olmaktadır.
Yara bakımında topikal antimikrobial ajan olarak % 1’lik Ag-sulfadiazin,
basitrasin, poliksin B, mupurisin, neomisin ve gentamisin sülfat içeren pomadlar
kullanılmaktadır. Bunların etki spektrumu, hemen hemen tüm gram (-) leri,
streptokok ve stafilokokları kapsamaktadır. Özellikle Ag-sulfadiazinin güçlü bir
antipseudomonal etkinliği de bulunmaktadır. Ancak, bu ajanların yarada bir
kimyasal bariyer oluşturduğu kabul edilmekte ise de, yara yüzeyinde irritasyona
yol açarak epitelizasyonu geciktirdikleri de iddia edilmektedir.
Yaradaki nekrotik dokunun uzaklaştırılması için larva (maggot) kullanımının
yararlı olduğunu bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Bunun yanısıra, büyüme
faktörleri ile yapılan bazı ilişkin araştırmalar, rPDGF (rekombinan plateletderived growth factor) ve GMCSF’ün (granulocye macrophage colony
stimulating factor) yararına ilişkin veriler de sunmaktadır.
Yarada iyileşmeyi hızlandırmak için kullanılan bir diğer yöntem ise allograft
uygulamasıdır.
Allograft
tedavisi
pahalı
ve
seçilmiş
olgularda
yarar
sağlayabilecek bir yöntemdir. Açık klinik araştırmalar, allograft uygulanan
hastalarda büyüme faktörlerinin salınımı ve angiogenesise bağlı olarak
iyileşmenin hızlandığını göstermektedir. Ancak bütün bu yöntemlerin yaygın
kullaımı için halen yeterli kanıt bulunmadığı gözönüne alınmalıdır.
Enfeksiyonun eşlik ettiği olgularda, zaman kaybetmeden, hem aerob hem de
anaeroblara
etkili,
İyileşmekte
olan
geniş
spektrumlu
yaralarda
103-104
antibiotik
kadar
tedavisi
kommensal
başlanmalıdır.
flora
bakterisi
bulunmaktadır. Bu bakterilerin yara yüzeyinden alınan kültürden izole edilmesi,
mutlaka bir enfeksiyonun yaraya eşlik etmekte olduğunu göstermez. Eğer aktif
enfeksiyon bulguları yoksa, hastanın ayaktan ve kurallara uygun bir yara bakımı
yapılarak izlenmesi yeterli olacaktır. Yara kültürlerinin mutlaka lezyonun
derininden alınmasına özen gösterilmelidir.
Yara bakımı ne kadar titizlikle uygulanırsa uygulansın, eğer hasta ülserli
ayağının üzerine basmaya devam ederse, iyileşmenin sağlanması mümkün
olmayacaktır. Lezyonlu ayağın yükten kurtarılması zorunludur. Metatarsların
distal 2/3’ünden itibaren, ayağın proksimalini açıkta bırakan ayakkabılar bu
amaçla kullanılmaktadır. Diğer bir etkili yöntem olarak, ayağın diz altına kadar
alçıya alınması ülserli bölgede % 75-84 oranında bir basınç azalması
sağlamaktadır. Total kontakt alçılama olarak da adlandırılan bu yöntemle, 1.
derece ülserler 36-42 gün içinde kapanmaktadır. Daha basit, ancak etkinliği daha
sınırlı bir önlem olarak, hastaya koltuk değneği ile yürümesi de önerilebilir.
Bütün bu tedavi yöntemleri ile 1. derecedeki ülserlerde yaklaşık 3 hafta içinde
tam iyileşme geliştiği gözlenmektedir. Nüks oluşumunu önlemek amacı ile ise,
yine aynı titizlikle davranılması ve olguların diyabetik ayak polikliniklerinde
düzenli olarak izlenmesi gerekmektedir.
2. derece ülserlerde tendon, ligaman ve fasyalara kadar yayılan ülser ve derin
dokulara yerleşimli bir enfeksiyon bulunmaktadır. Diabetiklerde yumuşak doku
enfeksiyonları sellülit, abse ve lenfajite ek olarak nekrotizan fasciit ve gazlı
sellülit şeklinde de ortaya çıkabilir. Osteomyelit genellikle tabloya eşlik etmez.
Ateş, lökositoz gibi sistemik bulgular görülmeyebilir, ama lokal ısı artışı,
kızarıklık ve ödem mevcuttur. Enfeksiyonlardan % 70 oranında mikst aerob ve
anaerob flora sorumludur. Yapılan çalışmalarda yaklaşık 2-5 ayrı tip
mikroorganizmanın birlikte izole edildiği gösterilmiştir. Bacteroides fragilis,
Peptostreptokoklar, Proteus, S. Epidemidis, S. aureus, S. faecalis, P. Aeruginosa
ve Enterobakter en sık izole edilen türleri oluşturmaktadır. Olguların % 58’inden
aerob/fakültatif anaeroblar, % 42’sinden ise anaeroblar sorumlu tutulmuştur.
Colstridiumların ve Bacteroides türlerinin dışında, Peptostreptokokların ve
enterobakterlerin de diabetiklerde sıklıkla gazlı sellülite neden olduğu
saptanmıştır.
Bu tür bir ülserle başvuran hastada, ayak grafileri çekilmeli ve dokuda serbest
havanın varlığı, osteomyelit ve diyabetik nöroartropati bulguları yönünden
değerlendirilmelidir. Yara kültürü debridman yapıldıktan sonra ve derin
dokulardan alınmalıdır. Yüzeyel alınan kültürlerde virulansı zayıf olan
kommensal flora bakterileri veya plazma koagulaz (-) Stafilokok, Enterokok,
Streptococcus viridans gibi türler üreyebilir. Bu tür bakterilerin patojenik rolü
tam olarak açığa kavuşturulamamış olduğundan, her birine yönelik antibiyotik
başlanmasına gerek yoktur. Bu nedenle yanıltıcı olmaması amacıyla kültür derin
dokulardan alınmalıdır.
Kültür
sonucu
beklenmeden,
geniş
spektrumlu,
bakterisidal
ve
aerobik+anaerobik etkili bir antibioterapi başlanır. Ayaktan tedavi edilmesi
uygun görülen olgularda oral antibiyoterapide aminopenisislin + penisilinaz
inhibitörü veya kinolon + metronidazol veya klindamisin kombinasyonu
seçilebilir. Metisiline dirençli stafilokok enfeksiyonu saptanmışsa, vankomisin,
teikoplanin veya rifampisin kullanılmalıdır. Diyabetik olgulardaki potansiyel
nefrotoksisitesi nedeniyle aninoglikozidlerden genellikle kaçınılmalıdır. Tedavi
süresi hakkında bir konsensus bulunmamakla birlikte, 2-3 hafta sürdürülmesi
genellikle yeterli olmaktadır.
Eğer hasta toksik görünümde ise, periferik vasküler hastalık bulguları mevcutsa,
ciddi bir yumuşak doku enfeksiyonu varsa veya osteomyelit saptanmışsa
hospitalizasyon ve parenteral antibiyoterapi gerekmektedir. Beta laktamlar ve
kinolonlar enfeksiyon bölgesinde yüksek intrasellüler konsantrasyonlara
ulaşabilmektedir.
Klindamisin
ise
kemiğe
yüksek
oranda
penetrasyon
göstermektedir. Özellikle vasküler yetersizliği ve osteomyeliti olan olgularda
tedavinin ilk 3-4 haftası parenteral olmak üzere 6-8 hafta kadar sürdürülmesi
gerekmektedir. Bu dönem içinde hastanın mutlaka insülin tedavisi altında olması
ve kan şekerinin iyi ayarlanması gerekmektedir. Optimal glisemik kontrol,
infeksiyonun tedavisi ve yara iyileşmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Eğer kemikte nekroz ve fragmantasyon varsa, infeksiyon antibioterapi ile
kontrol altına alındıktan sonra, o bölgenin cerrahi olarak küretajı veya lokalize
olarak ampütasyonu gerekebilir. Osteomyelitte cerrahi ve antiboterapi birbirini
tamamlayıcı iki ayrı tedavi yöntemidir. Ampütasyon sonrası komplikasyon ve
reampütasyon riskinin yüksek olduğu unutulmamalı, hastalar dikkatle takibe
alınmalıdır.
4. derece ülserlerde ayağın proksimalinde 5. derecede ise tüm ayakta yaygın bir
gangren vardır. Bu hastalarda vakit geçirmeksizin hospitalizasyon ve periferik
arter hastalığına ilişkin kantitatif değerlendirme gerekmektedir. Anjioplasti,
aterom plaklarının laser kullanılarak perkütan yolla uzaklaştırılması, lokal
trombolitik tedavi veya by bass cerrahisi denenebilir. Revaskülarizasyon olanağı
yok ise ampütasyon uygulanır. Diz altı ampütasyonun daha kolay iyileştiği ve
proteze daha uygun olduğu düşünülerek, ampütasyon mümkün olduğunca sınırlı
tutulmaya çalışılmalıdır.
Diyabetik ayağın önlenmesi:
Diyabetiklerde ayak ülserlerinin oluşmasını önleyici tedbirlerin alınması ve
sorunların ampütasyona yol açmadan çözümlenebilmesi hedeflenmelidir.
Gelişmiş ülkelerde, diyabetik ayak yönünden risk taşıyan olgular belirlenmekte
ve diabetik ayak polikliniklerinde izlenmektedir. Diybetik ayak ekibi, diyabet
uzmanı, ortotist, podiatrist, diyabet eğitim hemşiresinden oluşmakta, gereğinde
vasküler cerrahi, ortopedi ve plastik cerrahi ile konsülte edilmektedir. Hasta
eğitimi, nöropatili ayaklarda özel ayakkabıların kullanımı ile ülser gelişiminin
önlenmesi, eğer ülser varsa bunun medikal tedavi yöntemleri ile kontrol altına
alınması diyabetik ayak ekibinin görevleri arasındadır. Ampütasyona gidilmeden
önce bu konuda tüm ekibin ortak karar alması gerekmektedir.
Ayakta ülser gelişimi açısından risk oluşturan faktörler, diyabetik nöropatinin
ve/veya periferik vasküler hastalığın varlığı, halluks valgus, pençe ayak gibi
ayak deformitelerinin bulunması, Charcot ayağı, ayakta geçirilmiş ülser
hikayesi, hastada körlük, diyabetik nefropati, kronik renal yetersizlik ve
alkolizm gibi ek problemlerin saptanması, yalnız yaşama ve yaşlılık olarak
kabul
edilmektedir.
Diyabetik
hastaların
risk
faktörleri
yönünden
değerlendirilmesi hekimin izleyeceği yolun belirlenmesi açısından büyük önem
taşımaktadır. Nöropatisi olmayan hastaların yılda 1 kez muayenesi yeterli iken,
birden fazla risk faktörü olan olguların her ay kontrolü gerekmektedir.
Ayakta aktif ülseri olmayan ancak risk faktörlerinden bir veya birkaçını taşıyan
diyabetiklerde ilk yapılması gereken, hastanın ayak bakımı konusunda eğitimi
ve özel ayakkabıların seçimidir. Ayaktaki deformasyonlara ve yeni bası
noktalarının dağılımına uygun olarak hazırlanan ayakkabıların ülser gelişimini
önlemede büyük rol oynadığı kabul edilmektedir. Polietilen köpük veya
kauçuktan yapılan ve üzeri deri ile kaplanan 10-12 mm kalınlığındaki
tabanlıklarla, metatars başlarına binen yükün % 45 oranında azaltılabildiği ve
tüm ayak tabanına eşit olarak dağıtılabildiği gösterilmiştir. Bu tarz tabanlıkları
düzenli olarak kullanan olgularda, ayak ülserlerinin 14 aylık bir takip sonucunda
% 40-50 oranında düşük relaps gösterdiği saptanmıştır.
Özetlenecek olursa, ülseri önleyici tedbirlerin zamanında alınması diyabetik
ayağa yaklaşımın temel prensibidir. Diyabetik ayak polikliniklerinin özenli hasta
takibi sonucunda alt ekstremite ampütasyonlarının %40 oranında azaltmak
mümkün olabilmiştir ki bu oran St Vincent deklarasyonu ile belirtilen hedefle
tam bir uyum sağlamaktadır. Ülkemizde de bu konudaki çalışmaların zaman
geçirmeden başlatılması gerekmektedir.
KAYNAKLAR
1. Levin EM. Pathogenesis and management of diabetic foot lesions.
In:Levin EM, O’Neal LW, Bowker JH (eds): The diabetic foot. Mosby
Year Book, St Louis, 1993, s:186-199.
Diyabetik ayak ülserlerinin etyopatogenezi ve sınıflaması
2. GM Caputo: Infection: Investigation and Management. Boulton AJM,
Connor H, Cavanagh PR (Ed): The Foot in Diabetes. John Wiley&Sons,
Chichster, 1994, s: 203-210.
Diyabetik ayak enfeksiyonları
3. Chantelau E, Kuschner T, Spraul M. How effective is cushioned
therapeutic footwear in protecting diabetic feet? A clinical study. Diabetic
Med 1990; 7:355-359.
Diyabetik ayak ülserlerinin önlenmesinde özel ayakkabının rolü
4. Apelqvist J. Agardh C-D. The association between clinical risk factors
and outcome of diabetic foot ulcers. Diab Res Clin Pract 1992; 18:43-53.
Diyabetik ayak ülserinde risk faktörleri
5. da Silva AF, Desgranges P, Holdsworth J, Harris PL, McCollum P ve ark.
The management and outcome of critical limb ischemia in diabetic
patients: results of a national survey. Audit Committee of the Vascular
Surgical Society of Great Britain and Ireland. Diabet Med 1996; 13: 726728.
Diyabetik ayak ülserinde iskeminin rolü ve tedavisi
6. Tentolouris N, Jude EB, Smirnof I, Knowles EA, Boulton AJM.
Methicillin-resistant Staphylococcus aureus: an increasing problem in a
diabetic foot clinic. Diabet Med 1999; 16: 767-771.
Diyabetik ayak ülserinde MRSA enfeksiyonunun rolü
Tablo 1. Nöropatik ve iskemik diyabetik ayak ülserinin klinik özellikleri:
Nöropatik ülser
İskemik ülser
Ağrısız, sıcak, kuru ayak
Ağrılı ve soğuk ayak
Ayak venleri dolgun
Venler görülmüyor
Nabızlar kuvvetli alınıyor
Nabızlar alınmıyor
Ülser zemininde kallus
Kallus yok
Düzgün kenarlı ülser
Düzensiz ülser
Granülasyon dokusu var
Granülasyon dokusu yok
Lokalizasyon metatars başları,
Lokalizasyon topuk, ayak medyal
parmak uçları ve aralarında
kenarında, parmakların dorsal
yüzünde
Resim 1. Kallus zemininde nöropatik ülser
Resim 2. Ayak dorsalinde iskemik ülser
Download