HEDEFLER İÇİNDEKİLER DİN, TASAVVUF VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ • • • • • Din Dinin Kaynağı Din ve Edebiyat Tasavvufun Kaynağı Tasavvuf ve Edebiyat TÜRK İSLAM EDEBİYATI Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İnsanların neden tanrıya inandıklarını kavrayabilecek, • Din ile edebiyat ilişkisini anlayabilecek, • Tasavvufun çıkış ve gelişim sürecini öğrenebilecek, • Tasavvuf ile edebiyat ilişkisini kavrayabileceksiniz. ÜNİTE ÜNİTE 11 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi GİRİŞ İnsanlık tarihinin en eski kurumu dindir. Din veya dinin yerine ikame edilen mistik anlayışlara sahip olmayan toplum neredeyse yoktur. Din ve tasavvuf aynı şeyler değildir; ama biri diğerinden ayrı da düşünülemez. Bunların her biri aynı hakikatin bir yüzünü temsil eder. Din; zahirî (egzoterik), tasavvuf ise bâtini (ezoterik) bir mahiyet arz eder. Din ve bâtini öğretiler kadar eski bir kurum da edebiyattır. İlk edebî ürünlerin dua ve ibadetlere dayandığı kabul edilir. Edebiyat, aynı zamanda din ve tasavvufun dile getirilmesi, tebliği ve aktarılması için kullanılan en etkin araçtır. Edebiyat, bir yandan din ve tasavvuftan beslenirken, öte taraftan da dinî ve tasavvufi düşünüş ve yaşayış biçimini besler. DİN Din; insanın Tanrı, evren ve insanlar karşısındaki konumunu belirleyen, onlarla olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe verilen addır. Dolayısıyla din insanla var olmuş ve onunla devam ede gelmiştir. İnsanlık tarihi boyunca içinde bulunduğu dönem, toplum ve coğrafyaya göre çeşitlilik arz eden dinler, toplumun her davranışına kök salmış en etkili kurumlarından biridir. Dîn, (d.y.n.), Arapçada “deyn” kökünden türemiş mastar ya da isim olarak kullanılan bir kelimedir. “Ceza, karşılık, âdet, örf, inkıyat, hâkimiyet, saltanat, millet, şeriat vb.” anlamlarda kullanılan din kelimesinin terim anlamı, Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren ve bu nitelikteki inançları, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde düzenleyen değerler bütünüdür. Kuran’da din kelimesi, üçü kelimenin ayrı türevi olmak üzere doksan iki defa geçmektedir. Bu kelime Kuran’da genellikle “yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhit, İslam, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap ve millet” anlamlarıyla karşımıza çıkar. Surelerin nüzul kronolojisi çerçevesinde “din” kavramının, değişik anlamlara delalet etmiş olması dikkat çekmektedir. Kuran’da, din genel anlamıyla bütün inanç sistemlerini de ifade edecek şekilde kullanılmakla beraber, özel anlamda “din” kavramıyla kastedilen İslamiyet’tir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85) “…İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır.” (Nisâ, 4/125) “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 5/3) Dinin Kaynağı Ruh ve bedenden mürekkep insan, yaratılışı itibarıyla dine muhtaçtır. Ruhi melekeleriyle oldukça gelişmiş, derin ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden insan, evrende görünen ve görünmeyen her şeye, hatta fizik ötesi âlemlere ilgi duyar. Fiziki yapısı bakımından oldukça mükemmel bir mekanizmaya sahip olmasına karşın, diğer canlılara göre daha savunmasız ve donanımsızdır. Diğer canlılar hayatlarını sürdürebilmek için az şeye ihtiyaç duyarken, insan neredeyse var olan her şeye muhtaçtır. Maddi ve manevi pek çok şeyle irtibatı bulunan, yaşamını sürdürmek için sayısız şeye muhtaç olan insanın sahip olduğu araç ve imkânlar ihtiyaçlarını gidermeye yeterli değildir. Diğer yönüyle, birçok tehditle karşı karşıyadır; oysa bu tehdit edici unsurların tehlikesini savacak donanıma da sahip değildir. Bu sebeple insan, ihtiyaçlarını görüp sesini işitecek, gereksinimlerini bilip temin edebilecek güç ve iradeye sahip yüce bir varlığa yönelir, ondan yardım ister. Yine şu evrende insanı tehdit eden pek çok unsur karşısında sığınacağı, dayanacağı ve güveneceği, her şeye gücü yeten bir kudrete dua ve niyaz ile iltica etmek zorunda kalır. Tam bu noktada tanrı kavramı ve din olgusu kendini gösterir. İnsan, umduğuna kavuşturacak üstün bir güçten dua ile ister; korktuğundan emin edecek bir güce niyaz ile sığınır. İnsan ruhunun derinliklerinde yer alan bu eğilimler, korku ve umut duyguları olarak tezahür etmiştir. Bu iki duygu insanda öylesine güçlüdür ki, tarih boyunca bütün insanların şöyle veya böyle, bir nesne, kişi ya da varlığa kutsallık atfederek bağlanmasına sebep olmuştur. İşte olguculuk (pozitivizm) ve maddeciliğin (materyalizm) etkisinde kalan çağımız bilim adamları, insanın yaratılışındaki bu köklü duygulardan hareketle dinlerin kaynağını ve gelişim sürecini evrimci (tekamülcü) teoriye göre açıklamayı tercih ederler. Onlar; arkeolojik, antropolojik ve paleontolojik araştırmalarda elde ettikleri bulgulara dayanarak dinlerin kaynağı hakkında farklı teoriler ileri sürerler: Kimi, tarih öncesi toplumlarda insanların doğada muhatap oldukları bazı olay ve nesnelerin kendi hayatlarında bıraktıkları derin izlerin etkisiyle onlara kutsallık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi (natürizm) atfettiklerine inanır. Kimi, işleyişini kavrayamadığı olaylar karşısında, ilkel insanların, çevrelerindeki canlı cansız her varlığı yöneten bir cevherin (ruh/kişilik) varlığına ve özellikle ölü ruhların bedensiz varlıklarını sürdürdüklerine olan inancın ise, atalarının ruhlarına tapınma (animizm) kültünü doğurduğunu ileri sürer. Kimi, ilkel klanlarda insan ile bitki, hayvan vb. varlıklar arasında bir akrabalık, ruh birliği ve özdeşliğin olduğuna inanılarak o varlıklara kutsallık (totemizm) verildiğini ve bu inanışların bütün dinlere kaynaklık ettiğini iddia eder. Evrimci nazariyeyi savunan bilim adamlarına göre dinler, insanların birey ve toplum olarak benimsedikleri inançlardan ibarettir; tanrı ve dinler insan muhayyilesinin ürünüdür. Buna göre, kendilerini tehdit eden kontrol edilemez doğa unsurlarına bir kutsallık vererek onun şerrinden emin olacaklarına; muhtaç oldukları unsurları da kutsallaştırarak umduklarına ulaşabileceklerine inanmışlardır. İlk çağlardan günümüze, insanlar, içgüdüsel olarak kutsallaştırdıkları şeylerin etrafında oluşturulan hurafe, asılsız inanç ve kabuller kendilerinin kültür ve bilinçlerinin takip ettiği çizgiye paralel bir gelişim ile tek tanrılı inanca ulaşmıştır. Onlara göre, animizmle başlayan din, fetişizm, totemizm, paganizm, politeizm, düalizm ve monoteizme doğru hareket eden bir evrim geçirerek günümüze kadar gelmiştir. Kutsal kitaplar, semavî dinlere mensup düşünürler ve İslam bilginleri, hak dini benimseme eğiliminin insanlarda fıtri (doğal) olduğunu ifade ederler. Dinin insanlarda fıtri olduğu Kuran’da şöyle ifade edilmektedir: “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına (insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona) çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30/30) İnsanlarda, her düşmanı alt edecek güce sahip “kadir-i mutlak” bir tanrıya dayanmak, her ihtiyacı temin edecek ve sonsuz servete malik “rahim-i mutlak” bir ilaha sığınmak şeklinde kendini gösteren bu fıtri temayül, bilim adamlarının iddialarının aksine hak dinin varlığının bir kanıtıdır. Çünkü insanların fıtratında yer alan bu köklü duygu, gerçek bir dinin, hak bir tanrının var olduğunu gösterir. Nitekim dünyaya gelen her yavrunun, besin ihtiyacını karşılamak için besin kaynaklarına yönelme içgüdüsüne ve onlardan yararlanmak için gerekli donanıma sahip olması, dış âlemde bu ihtiyacı giderecek besin kaynaklarının varlığını gösterir. Kimi bu dürtü sonucu ihtiyacını karşılamayacak (biberon, emzik vb.) bir nesneye yapışır, kimi gerçek kaynağa ulaşır. Her ne olursa olsun besin kaynağına yönelme dürtüsü, gerçek bir kaynağın mevcudiyetinin kesin kanıtıdır. İnsanlarda din inancı, tanrıya inanma ve dayanma fıtri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, gerçek bir tanrının ve dinin varlığını gösterir. İnsanların bir kısmı ancak bu gerçek kaynağa ulaşır; diğerleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi ise, gerçeğin yerine ikame ettikleri birtakım inanç sistemlerine saplanıp kalırlar. Yeni bazı bilimsel araştırmalarla elde edilen veriler de kutsal kitapların tezini destekler niteliktedir. Bu veriler, evrimci bilim adamlarının dinlerin oluşum süreci hakkında ileri sürdükleri tezlerin tam aksini ortaya koymaktadır. İnsana, yüce bir varlığa bağlanma ve güvenme fıtratını veren Allah, onun bu ihtiyacını karşılayacak olan inanç sistemini de vahiy yoluyla ona bildirmiştir. Yani “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanlar, önce tek tanrılı “tevhit” dinine sahip idiler; daha sonra asli kaynağından uzaklaşan bu hak din, ilk safiyetini kaybederek hurafelerle dolu “çok tanrılı dinler” hâline dönüşmüştür. Genelde dinler, oluşum süreçlerinin başında, mutlak kudret sahibi yüce bir varlık inancını özlerinde barındırdıkları hâlde, tarihîkültürel değişmeler sonucu politeizm, animizm vb. inançlara dönüşmüştür. Bilimsel verilerde tevhidî dinlere ait izlerin bu muharref dinlerde hâlâ mevcut olduğunu göstermiştir. Semavi dinlerin sonuncusu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği en mütekâmil din olan İslam’dır. O, Allah tarafından insanlık âlemine gönderilen son ilahî kanundur. İslam, kıyamete kadar insanların ruhani ve cismani bütün gereksinimlerine cevap verecek ve hayatlarını düzenleyecek güce sahip bir sistemdir. İslam, telkin ettiği inanç esasları, ibadet şekilleri ve ahlak sistemi ile insanın asli fıtratına dönüşüdür. İnanç, ibadet, ahkam ve ahlaki değerleriyle bir bütünlük arz eden İslam dininin dört temel kaynağı bulunmaktadır: Kitap (Kuran), sünnet, kıyas-ı fukaha ve icma-ı ümmet. Din ve Edebiyat Tarih boyunca bütün toplumlarda evrensel bir olgu olarak kendini gösteren din, insanı her yönüyle kuşatan; onun ahlak, karakter, inanç, düşünce ve davranışlarını şekillendiren en etkin disiplindir. Kişi, iç dünyası ve dış dünyasıyla belli değerler çerçevesinde gelişimini tamamlayarak, erdemli ve olgun bir insan düzeyine din sayesinde ulaşır. Şu hâlde insan; yalnızlık, çaresizlik; korkular, tasalar, hastalıklar, bela ve felaketler karşısında en büyük umut ve dayanağını dinde bulur. İnsan, diğer insanlarla ilişkilerinde nasıl davranacağını; evreni nasıl algılayacağını ve nasıl yorumlayacağını; Allah’a karşı sorumluluklarının ne olduğunu din aracılığıyla öğrenir. Toplumların tarih boyunca ürettikleri değerlerde de dinin büyük bir payı vardır. Mimari, heykeltıraşlık, musiki, resim, edebiyat vb. güzel sanatlara ait eserlerde; kişi ve yer adları, örf ve âdetler, hukuk ve siyaset, askerlik ve ekonomi gibi bütün sosyal, kültürel alanlarda dinî öğe ve motiflerin izlerini görmek mümkündür. Hatta bazı bilim adamlarına göre; mimari, heykel, resim, müzik, dans Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi vb. sanat dalları önce dinî ayinlerden doğmuş, uzun süre tamamen dinî bir etkinlik olarak devam etmiştir. Bu güzel sanatlar, hâlen de ilhamını doğrudan veya dolaylı olarak dinden alır, ondan beslenir ve onun etkisiyle şekillenir. Bunu somut örneklerle açıklayacak olursak, her şeyi hikmet ve maslahat gözeterek sanatla yaratan Hakîm ve Sâni bir yaratıcıyı kabul eden kişi, bütün evrenin bir tasarım ve hikmetin eseri olduğunu kabul etmiş olur. Bu bakış açısı, bütün sanat dallarında düzen, oran, ahenk ve işlevsellik gibi klasik estetik ölçülerin geçerli olmasını zorunlu kılar. Sözgelimi; İslami dönem klasik edebiyatımızda, nazım ve nesir bütün tür ve şekilleriyle belirlenmiş olup sıkı kurallarla disipline edilmiştir. Vezinde uzun-kısa, açık-kapalı heceleri esas alan ritimli, ahenkli ve armonik oluşuyla öne çıkan aruz kabul edilmiştir. Kafiyesiz şiirin olabileceği akla getirilmemiş, kafiye de kesin kurallarla sınırlandırılmıştır. Edebî sanatlar, teorik altyapılarıyla kesin çizgiler hâlinde ortaya konmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Klasik edebiyatımızdaki kaside, gazel, mesnevi, rubai vb. nazım şekillerinin; biçimleri, içerikleri, işlevleri gibi özellikleriyle, hatta divanların içindeki hiyerarşik makamlarıyla kurallara bağlanmış olması hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan bu tevhit inancının bir sonucudur. Bütün bunlar, hayatın en uç detayını oluşturan bir sanat faaliyetinde bile dinin, ne denli köklü ve kesin etkilere sahip olduğunu gösterir. Güzel sanatlar içinde din ile en çok irtibatlı olanı kuşkusuz edebiyattır. Zira insanlığın ilk edebî ürünlerinin dinî ayinlere, ibadet ve dualara dayandığı bilinmektedir. İnsanlar tanrıya yalvarırken, çaresizliklerini itiraf ederken, onu tazim ederken, ondan bir şey isterken edebî değere sahip, şiirselliği bulunan ezgili ve ritimli sözler kullanmışlardır. Dinlere ait kutsal metinlerin pek çoğu aynı zamanda edebî değere sahip metinlerdir. Özellikle İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın en önemli özelliklerinden biri icazıdır; yani insanların bir benzerini ortaya koymaktan aciz oldukları değerde belagat ve fesahatin zirvesini temsil eden bir üsluba sahip olmasıdır. Kuran, kutsal kitaplar arasında edebî değeriyle en mümtaz eser olduğunu beyan etmiş, bizzat bu yönüyle, muhaliflerine meydan okumuştur. Tarih boyunca da Kuran’ın bu mucizevi özelliği karşısında beşer aciz kalmıştır. İslam’dan önce edebiyat ve şiirde önemli bir düzeye ulaşmış olan Araplar, Kuran’ın etkisiyle edebî yeteneklerini ve onun ürünü olan eserleri daha da ileriye taşımışlardır. Özellikle Kuran model alınarak edebiyat teorilerinin temeli atılmış, ulaşabilecekleri en üst düzeye taşınmıştır. Edebiyat dinden iki kanalla beslenir: Bunlardan ilki, tamamen din (Kuran, hadis)den ve dinî (tefsir, kelam, siyer vb.) ilimlerden beslenen şair/yazarların dinî heyecanlarının ifadesi olarak kaleme aldıkları; dini öğretmek, din duygusunu ve heyecanını aşılamak amacıyla ortaya koymuş oldukları edebî ürünlerdir. Belli bir din bilincine sahip yazar ve şairler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi eserlerini de bu doğrultuda vermeye gayret etmişlerdir. Klasik edebiyatımıza ait konu ve türler çerçevesinde bu yazar ve şairler tarafından kaleme alınmış birçok eser bulunmaktadır. “Tevhit, münacat, esma-i hüsna, naat, esma-i nebi, siret-i nebi, mucizat-ı nebi, hicretname, miracname, mevlid, hilye vb.” pek çok edebî tür tamamen dinî amaçlarla kaleme alınmış edebî metinlerdir. İkinci olarak şunu söylemek mümkündür: Dinin edebiyatla ilgisinden söz edilirken sadece “dinî edebiyat” anlaşılmamalıdır. Dinî bir eğitim ve kültür ortamında yetişen şair ve yazarların düşünce dünyaları, inanç sistemleri hep dinin etkisiyle şekillenir. Bu sanatçıların evreni algılama biçimleri, olayları yorumlama tarzları ve insanlarla olan ilişkilerinin dinî bir perspektife sahip olması kaçınılmazdır. Eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri hâlde, onun dünya ve ahlak görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan pek çok yazar ve şairin varlığı unutulmamalıdır. İslam kültürüyle yetişmiş şairler, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz ve anlamsız olmadığına inanırlar. Onların nazarında kâinat, hikmetle dolu bir kitaptır. Bütün yaratılmışlar ilahî sanat eserlerini “lisan-ı hâl” ile anlatan yazılardır. Mesela, aşağıdaki beyitlerde şairler, dinî bir duyguyu dile getirmek amacını taşımamaktadırlar. Şair, bir olay karşısında yoğunlaşan duygularını, bilinçaltına hâkim olan dinî bakış açısının prizmasından geçirerek dile getirir. Ancak bu, şairin bilinçli olarak yaptığı bir eylem değildir: Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır Me’âlin her kim istihrâc ederse âferin bâdâ Nabi *Bu âlem, içinde hikmet barındıran bir hakikatler kitabıdır; anlamını bulup çıkarana aferin. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Sevâd-ı mümkinât âsâr-ı sun’ı bî-sühan söyler Kitâb-ı kâinât esrâr-ı Hakk’ı bî-dehen söyler Nabi *Mümkinat (sonradan var edilenler) defteri, (Allah’ın) sanat eserlerini sözsüz bir şekilde söyler. Kâinat kitabı, Hakk’ın sırlarını ağız olmaksızın söyler.+ Hâl-i âlem ezelî böyle perişân ancak Kimi handân kimi giryân kimi nâlân ancak Baki *Dünyanın hali ezelden böyle perişandır (farklılıklar arz eden, karışık); ancak, kimi güler, kimi ağlar, kimi(de) inler.] Ser-â-pâ çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri İçinde ma’ni-i ârâma dâir bir ibâret yok Nabi *Felek/dünya nüshasını baştanbaşa ibret gözüyle inceledim, içinde rahatlık ifade eder bir ibare bulamadım.+ Allah herkesinanlamını rızkına kefildir; kimse rızkından fazlasını elde edemez. Onun için kanaat etmek gerekir. Allah neyi dilemişse şüphesiz o olacaktır, kimse onu engelleyemez. Öyleyse bugünün tasasını, yarının endişesini çekmeye gerek yok: Yok sende kanaat gözün aç olduğu oldur Rızkın irişür yoksa eger subh u eger şâm Ruhi *Açgözlü olduğun için sende kanaat yok, yoksa rızkın ya sabah gelir ya da akşam.+ Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm Çekme gam-ı imrûz ile endîşe-i ferdâ Sami *İlahî iradenin gizli işlerini nereden bilebilirsin; bugünün tasasını yarının endişesini çekme.+ Sıdk ile rızâ-dâde-i takdîr-i Hudâ ol Virme halecân kalbine tedbîr ile asla Sami *Allah’ın takdirine gönülden razı ol, tedbir ile asla kalbine heyecan verme.+ TASAVVUF Tasavvuf kelimesinin kökeni hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bütün görüşler arasında köken bilimi (etimolojik) açısından kabul edileni, kelimenin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Tasavvuf tamamen edepten ibarettir. Ebu Hafs “yün” veya “yün elbise” anlamındaki “suf”tan geldiğidir. İslam’ın ilk dönemlerinde, bazı müslümanlar, saf bir dinî hayat yaşamak için dünya ve lezzetlerinden uzaklaşır; züht ve takvayı ilke edinerek fakir halkın giydiği “kaba yün elbiseler” giymeye başlar. Bundan dolayı “sufi” diye adlandırılırlar. Bu kıyafet zamanla dünyadan elini eteğini çekmenin bir sembolü hâline gelir. Aslında bu giysinin Peygamber zamanında da kullanıldığı söylenmektedir. Çünkü kaynaklarda, Hz. Peygamber ve ashabının tevazu ve zühtlerinin bir delili olarak “yün elbise giydikleri” ifade edilir. İlk iki asra ait metinlerde rastlanan “Lebise’s-sûf” (yün elbise giydi) ifadesi, özellikle “dünyayı terk eden ve züht hayatını benimseyen kişiler” için kullanılır. Zühdün tasavvufa dönüştüğü dönemde ise bu ibare, “sufi oldu”, anlamını ifade eder. Terim olarak tasavvufun tanımı şöyledir: Tasavvuf, Kuran ve sünnete uygun ahlak ve davranışlar edinip Allah’ın rızasını kazanmak; nefis ve kalbin arındırılmasıyla Hakk’ın tecellilerine mazhar olup ilahî sırlara, manevi hakikatlere vakıf olmaktır. Her sufinin kendi meşrebine göre farklı bir tasavvuf tanımı vardır: Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlukatın elinde olan şeylere gönül bağlamamak ve eşyanın hakikatine bakıp, bilgisini terk etmektir. Maruf el-Kerhi Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır. Sehl b. Abdillah et-Tüsteri Tasavvuf, Hakk’ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir. Cüneyd el-Bağdadi Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir. Ebu’l-hasan el-Büşenci İnisiyasyon: Bireyin ruhi gelişimi için rehber eşliğinde disipline edilerek eğitilmesi. Tasavvuf, yabancı araştırmacılar tarafından genellikle mysticisme (mistisizm) veya İslam mistisizmi kelimeleriyle karşılanır. Ancak Rene Guenon, tasavvufun mistisizmle aynı şey olmadığını iddia ederek şöyle der: “Batıya, özellikle Hıristiyanlığa özgü mistisizm kavramının, doğunun bâtıni (ezoterik) ve irşadi (inisiyatik) hareketleri için kullanma yanılgısı, doğubilimcilerin her şeyi Batıya ait bakış açısına indirgeme eğiliminden kaynaklanmaktadır.” (Guenon 2003, I/ 17.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Tasavvufun Kaynağı Tasavvuf hareketi veya anlayışının kaynağı hakkında pek çok şey söylenegelmiştir. Tasavvufta görülen bazı düşünce, davranış ve metotların Budizm, Hıristiyanlık, Yahudilik, Yunan felsefesi gibi sistemlerle bir benzerlik arz etmesi, tasavvufun bunların etkisiyle oluştuğu düşüncesini doğurmuştur. Tasavvufun çıkış noktasının İslamiyet olduğu, ancak gelişim sürecinde, doğup geliştiği coğrafyada yüzyıllardır varlıklarını sürdüren din ve mezheplerin etkisinde kaldığı araştırmacıların çoğu tarafından kabul edilmiştir. Tasavvuf ismi ve hareketi İslamiyet’in ilk kuşakları (sahabe, tabiin, tebeü’ttabiin) arasında açık bir şekilde görülmez. Ancak o dönemde bu anlayışın nüvesini oluşturacak münferit eğilimlerin varlığı bilinmektedir. Tasavvufun temel amacı göz önünde bulundurulduğunda asıl kaynağının Kuran, sünnet ve erken dönem Müslümanlarının uygulamalarına dayandığı söylenebilir. Daha sonraki mutasavvıfların uygulama ve metotlarında, Mısır, Mezopotamya ve Horasan bölgelerinde varlıklarını sürdüren kadim dinlerden, ezoterik (bâtıni) ve gnostik (sezgi ve tefekkür yoluyla bilgilenmeyi esas alan, irfani) mezhep ve akımlardan etkilenmiş olmaları mümkündür. Mutasavvıflar uygulamalarının kaynağı olarak “Cibril” hadisini gösterirler: Bir gün Resulullah’ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuğun izleri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Resulullah’ın önünde oturdu. İki dizini onun dizlerine dayadı, ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: “Ya Muhammed, bana İslam hakkında haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı haccetmendir." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Adama hayret ettik. Hem soru soruyor, hem de söyleneni doğruluyordu. Yine sordu: “O hâlde bana imandan haber ver.” Resulullah şöyle buyurdu: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip hayrıyla, şerriyle kadere de inanmandır." Adam: “Doğru söyledin.”, dedi. Bu sefer: “O hâlde bana ihsana dair haber ver.”, dedi. Peygamber buyurdu: “İhsan, Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni görür." Sonra o adam geçip gitti. Bir süre sonra Resulullah buyurdu: "Ya Ömer! O soru soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" Ben: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”, deyince şöyle buyurdu: "O, Cibril idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi. (Müslim, İman,1; Nesâi, İman, 6) Mutasavvıflar, bu hadisin nefis terbiyesinde izledikleri seyr ü sülukun bir özeti olduğunu iddia ederler. İslamı “zahir”, imanı “batın”, ihsanı da “zahir ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi batının hakikati” diye yorumlayan bu sufiler, tasavvufta önemli bir yeri olan murakabeyi de bu hadise dayandırırlar. Aslında hadiste “Allah’a, onu görüyor gibi ibadet etmen” diye tanımlanan “ihsan” tam da ilk sufilerin ulaşmak istedikleri şeydir. Tasavvufi hareket, uygulama ve düşünce boyutunda ilk başladığı sadeliğinde kalmaz. Zamanla gelişerek söylem ve uygulamada günden güne, bölgeden bölgeye değişime uğrayarak geniş kitlelerin ilgisini kazanır. Zamanla toplumun hemen hemen her katmanını, hatta yönetimleri de etkisi altına alır. Bu toplulukların içinde yetişen bazı şahsiyetler, zamanla birer manevi otorite hâline gelerek İslam toplumu içinde birer model hâlini alır. Bütün çeşitliliğine rağmen tarihî gelişim sürecinde gösterdiği değişim çizgisi esas alınacak olursa tasavvufu, genel hatlarıyla üç dönemde deüerlendirmek mümkündür: 1. Züht dönemi: H.II. (M. VIII.) asrın sonuna kadar süren bu dönemde tasavvufun temel niteliği, maddi değerlerden yüz çevirme ve katışıksız bir dinî hayatı gerçekleştirme çabasıdır. Hz. Peygamber ve ashabının temsil ettiği saf dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam'ın ilk yüzyılı içinde gelişen bu hareketin özünü oluşturur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra iç çekişmeler ve dış fetihler şeklinde baş gösteren sosyal ve siyasal olayların etkisiyle dünya eksenli bir yaşam tarzına tepki gösteren insanlar, züht yolunu tercih ederler. Bu zahitler kendilerini toplumdan soyutlayarak (uzlet/inziva) sade bir hayata yönelirler. Bu hayat biçimi; zamanla tevekkül (mutlak manada Allah'a teslimiyet), riyazet ve mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çile ve yoğun ibadet), sabır (belaları kabullenme, günahlara direnme ve ibadette devamlılık), haşyetullah (Allah’ın gazabından korkma), aşk (Allah'a duyulan sınırsız sevgi), vera (günah kuşkusu olan şeylerden uzaklaşma) ve hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı pişmanlık, geleceğe duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirilir. Bu dönemin tasavvuf erbabı; zahit, abit (kulluk eden), nâsik (boyun eğen, ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkaun (Allah aşkıyla ağlayanlar) ve haifun (Allah'tan korkanlar) gibi adlarla anılırlar. Bu dönemde tasavvufi hayatı temsil eden bazı zahitler daha sonraki dönemlerde de etkili olmuş, pek çok mutasavvıf için örnek kabul edilmişlerdir. Bu zahitler şunlardır: Üveyse’lKarani (ö. 37/657), Hasanü’l-Basri (ö.110/728), Caferu’s-Sadık (ö. 148/769), İbrahim bin Ethem (ö. 161/777), Süfyanü’s-Sevri (ö. 161/777), Şakiku’l-Belhi (ö. 164/7803), Davudu’t-Tai (ö. 165/781), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802) ve Rabiatu'lAdeviye (ö. 185/801). 2. Vect Dönemi: H. III. (M. IX.) yüzyılın başından itibaren üç asır boyunca tasavvuf, sistemleşme sürecine girer. Bu sistemleşme, züht dönemine oranla bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi farklılaşmayı da beraberinde getirir. Büyük sufilerin yetiştiği bu dönemde, tasavvufla ilgili birtakım eserler kaleme alınır. Tasavvuf ehlinin düşünceleri, ruhi deneyimleri sayesinde gelişen tasavvufi hayat biçimi temel ilkeleriyle yazılı hâle getirilir. Maruf el-Kerhi (ö.200/815), Seri es-Sakati (ö.251/865), Haris el-Muhasibi (ö.243/857), Cüneyd el-Bağdadi (ö.296/909) gibi büyük şahsiyetler, Irak bölgesinde tasavvuf adıyla İslam’ın daha samimi duygularla yaşanması için çaba gösterirler. Horasan bölgesinde ise, Hamdun el-Kassar (ö.271/884) melâmet adı altında bu dinî yaşantının farklı bir yorumunu ortaya kor. Ebu Hafs (ö.270/883), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854) ve Şah Şuca-ı Kirmani (ö.276/889) gibi Horasanlı sufiler ise, daha çok fütüvvet ve mürüvvet kavramlarında yoğunlaşırlar. Melameti savunanlar ihlas ve riya konusuna vurgu yaparken, fütüvvet ehli ise özellikle insan şahsiyeti üzerinde dururlar. Bu dönemde tasavvuf, yalın ve sade olmakla beraber derin ve anlamlı bir manevi yaşam biçimidir. Geniş ölçüde uygulamaya dayanan bu tasavvuf anlayışının nazari yönü oldukça sınırlıdır. Bu dönem sufileri; hâl, makam, his, varidat gibi daha çok vect hâlinin bir sonucu olan ve din psikolojisi açısından büyük önem arz eden ruhi ve kalbî bir hayat tarzını vurgulu bir şekilde ön plana çıkarırlar. Bu döneme ait tasavvufi söylem ve öğretilerde felsefe ve kadim kültürlerin etkisi oldukça azdır. Ancak sufilerin manevi tecrübelerinden ve bu tecrübelerle ilgili yorum ve ifadelerinden ortaya çıkan bir tasavvuf felsefesi de oluşmuştur. Sufilerin bireysel deneyimleri sonucu ortaya koydukları bu özgün felsefe ve yaşam biçimi, özde İslami geleneğe bağlı kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, bu sufiler başta İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve İbnü’l-Kayyim (ö. 691/1299) olmak üzere bu hareket ve düşüncenin bazı yönlerini sert bir şekilde eleştiren fakihler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bu dönemde, tasavvufla ilgili olarak kaleme alınan ve sonraki dönem mutasavvıflarının referans aldıkları eserlerden en tanınmışları şunlardır: Theos (Tanrı) ve sophia (bilgelik) kelimelerinden türetilen teosofik, tanrının bilgisine ulaşma yolu demektir. Haris el-Muhasibi (ö. 243/857) er-Riaye li-hukuki’llah, Cüneyd el-Bağdadi (ö.297/909) Resail, Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö. 283/896) et-Tefsir, Hakim etTirmizi (ö. 320/932) Hatmü’l-velaye, Hallac-ı Mansur (ö. 309/921) Kitabu’t-tevasin, Ebu Nasr es-Serrac (ö. 378/988) el-Lum’a, Kelabazi (ö. 380/990) et-Taarruf, Ebu Tali el-Mekki (ö.386/996) Kutu’l-kulub, Kuşeyri (ö.465/1072) er-Risale, Hücviri (ö. 470/1077) Keşfu’l-mahcub, Gazzali (ö. 405/1111) İhyau Ulumi’d-din. 3. Teosofik Dönem: Tasavvuf, önceki dönemlerde daha çok bir manevi hayat tarzı olarak ön plana çıkmıştı. Bu dönemde ise tasavvuf, ilke, kural ve yöntemleri bakımından sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Ayrıca tasavvufi hareketler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi örgütlenerek kurumsallaşır. Tasavvuf sistemleştirilirken çözüm bekleyen sorunlar ve cevabı aranan sorular bir arayışı zorunlu kılmıştır. Bu sorunlar çözüme kavuşturulurken ve sorular cevaplandırılırken zaman zaman kadim kültürlere ve Yunan felsefesine başvurulmuştur. Böylece tasavvufun hem uygulamaya ait prensipleri hem de onların teorik altyapıları belli bir oranda bu kadim geleneklerin etkisi altına girmiştir. Aslında bu etkiler, İslam dini tarafından reddedilmeyen ve onun temel değerleriyle çelişmeyen öğeler olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu yeni unsurlara Kuran, sünnet ve ilk dönem Müslümanlarının uygulamalarında referans bulmaya özen gösterilmiştir. Bu kavramlar için kullanılacak terimler de yine İslami gelenekten alınmıştır. . Bilal KEMİKLİ,Dost İlinden Gelen Ses Bu dönemde mutasavvıfların iki temel sorun üzerinde yoğunlaştıkları görülür. Bunlardan ilki bilgi nazariyesi (marifet, epistemoloji); diğeri ise, varlık nazariyesi (vücut, ontoloji)dir. Duyu ve akıl ile elde edilen bilginin yetersizliğine ve yanıltıcı olduğuna inanan sufiler, sezgi yoluyla, onların ifadesi ile kalp ve ruha gelen ilham, işrak ve feyizle elde edilen bilginin daha sağlıklı olduğunu kabul ederler. Buna ulaşmanın usulü ise nefsin arındırılması, kalbin tasfiyesi ve ruhun inkişafıdır. Bunlar da ancak dünya sevgisinden, nefsin heva ve hevesinden, günahların lekesinden uzaklaşmakla gerçekleşir. Kendi nefislerini hakikatiyle tanıyabilmek; evrenin, yani kesretin asıl mahiyetini öğrenmek, Allah’ın zatı, isim ve sıfatları hakkında gerçek bilgiye ulaşmak için “ilm-i ledün” de denen bu sezgisel bilgiye ulaşmak gerekir. Bunun yöntem ve yorumları hakkında mutasavvıflar arasında pek çok farklı eğilimler belirir. Diğeri ise, varlık (ontoloji) sorunudur. Mutasavvıfların, özellikle İbn Arabi’nin bu soruna getirdiği yorum, bir derece “Yeni Eflatunculuk”un etkisindedir. Onların “vücud-ı mutlak” ve evrenin oluşumunda kabul ettikleri “sudur nazariyesi” model alınarak, Kuran’daki “halk ve ca’l” kavramlarının yerine; “tecelli ve feyiz” nazariyesi geliştirilmiştir: Allah, ezeli ve ebedi olup vücudu zorunlu (vacibü’l-vücud)dur. Zatında hiçbir şeye muhtaç değildir. O, isim ve sıfatlarıyla gizli bir hazine idi. O vardı, başka bir şey yoktu. Şu görünen âlemdeki (âlem-i şahadet) nesneler, ilmî suretleriyle, yani a’yanı sabite denen potansiyel varlıklarıyla onun zatında meknuz (gizli, saklı) idi. Kemal ve cemalini görmek ve göstermek istedi. İşte Cenab-ı Hakk’ın bu “aşk-ı zati”si, âlemin yaratılmasına sebep oldu. Bunun üzerine kâinat aynasında tecelli etti, yani zatında bâtın (gizli) iken kâinatla zahir oldu. Aynada yansıyan her suret nasıl bir gölge, bir görüntüden ibaretse, kesret (tek olan mutlak varlığın aynalardaki farklı görüntüleri) denen bütün bu şeyler de gerçek varlıklar olmayıp birer hayalden ibarettir. O, kesintisiz bir şekilde şahadet âleminin sayısız suretlerinde tecelli etmektedir. Suretlerden başka bir şey olmayan evren, bu tecelli ile her an yeniden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi tezahür eder. Cenab-ı Hak bir an tecelli etmemeyi dilese, aslında birer görüntü ve suret olan bütün bu varlıklar mutlak yokluğa düşer. Mutasavvıflar tecellinin keyfiyeti ve safhaları hakkında farklı görüşler ileri sürerler. Bu tecelli ve feyiz, çeşitli merhalelerden geçerek kemale erer. Genelde tecellinin; “gayb-ı mutlak, ceberut, melekût, şehadet ve insan-ı kâmil” olmak üzere beş mertebede tahakkuk ettiği kabul edilir. Bu insan-ı kâmil mertebesi diğer dört mertebeyi de içerir. Bütün kâinatta ayrıntılı ve dağınık (tafsilen) bir şekilde tecelli eden isim ve sıfatları bir noktada temerküz edip insan olarak tezahür etmiştir. İnsan görünürde küçük bir âlem (âlem-i asgar), özünde ise büyük bir âlem (âlem-i ekber)dir. İnsan, hem kâinatın küçük bir kopyası hem de yaratılış ağacının (hilkat şeceresi) en mükemmel bir meyvesidir. İnsan, iniş zincirinin (kavs-i nüzul) son halkasıdır. İnsanlar, mutlak anlamda çok değerli ve yüce olmakla beraber hepsi aynı derecede değildir. Sufiler insanı üç gruba ayırırlar: Son mertebeye varan kâmil insan, seyr ü süluka başlamış insan (salik), bunların dışında ve henüz yola girmemiş (dalalette) olan insan. Kamil insan mazhar olduğu tecellilerin farkında olup yaratılışında taşıdığı aşk ile Hakk’a kavuşmak için dönüş yoluna (seyr ilallah) girer. Önce dalaletten, masivadan (Allah’tan başka her şey), her türlü dünyevi bağlantılardan, benlikten (ene) kurtularak nefsine hâkim olması gerekir. İşte insan, bütün bu merhalelerden geçerek fenafillah ve bekabillah makamına ulaşarak dönüş zincirinin (kavs-i uruç) halkalarını tamamlamış olur. Sevgiliyi anarak sürekli şarap içtik. Onunla sarhoş olduk, daha üzüm bağı yaratılmadan. İbn Farız Salik, Hakk’a giden yola (seyr ü süluk) girince önünde en büyük engel olan nefsini, masivayı gerçek mahiyetiyle tanıması gerekir. İlme’l-yakin ve ayne’lyakinden hakka’l-yakine ulaşan bu bilgi, kalp ve nefsin arınmasından sonra ilham, müşahede ve varidat ile kazanılan marifettir. Bu bilgi, salikin manevi âlemlerdeki bireysel tecrübe ve müşahedesine dayandığı için kişiden kişiye değişiklik arz eden bir öznelliğe sahiptir. Sufilerin nefis ve evren hakkındaki ontolojik (varlık bilgisine dair) açıklamaları bu ruhi deneyim ve müşahedelerinin ürünü olduğundan biri diğerine uymaz. İbn Arabi’nin de varlığın birliği üzerine söyledikleri bu tür bir tecrübenin felsefi formda ifade edilmesinden ibarettir. Hakk’a yöneliş yolunda, salik için en büyük araç aşktır. Çünkü tecellinin ilk sebebi aşk idi, yine insanı vuslata götürecek olan da aşktır. Mutasavvıfların, hadis-i kutsi olarak sıkça referans gösterdikleri, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Onun için kâinatı yarattım.” (el-Acluni, 1352, 2/132) sözü, mutlak cemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın, mutlak hüsün ile mutlak aşkı birlikte zatında barındırdığını ifade eder. Hüsün ile aşkın ehadiyet makamındaki bu birlikteliği kâinatta ayrıntılı bir şekilde, insanda ise öz olarak tecelli etmiştir. Parça bütüne iştiyak duyduğu gibi, bu aşk da aslına özlem duyar. İnsan, ilkin kâinatta somutlaşmış cüzi güzellikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi farkeder. Riyazet ve mücahede ile nefsi arınıp kalbi aydınlanınca eşyanın hakikatini görür, o güzellerin ve güzelliklerin aslında birer gölge ve görüntüden ibaret olduğunu idrak eder. Mutlak ve mücerret hüsne yönelir, gerçek aşkı bulmuş olur. Tasavvufi düşüncede aşk, insanın bütün benliğini kuşatarak sadece maşuka odaklanmasını sağlayacak yegâne duygudur. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı duyduğu şiddetli iştiyaktır. Aşk hakkındaki bu tasavvufi yorumlar şiirlerde mazmun olarak sık sık kullanılmıştır. Aşkın bu yorumu divan şairlerinin dilinde şöyle ifadesini bulmuştur: Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş Sûret-i îcâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz Fuzuli (Âlemin yaratılış suretinden maksat şu manadır: Sevgili kendisini görmek için ayna icat etmiş.) Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin Yenişehirli Avni (Kendi güzelliğini güzeller şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp aşığın gözünden kendi güzelliğini seyrettin.) Çünki sen âyîne-i kevne tecellâ eyledin Öz cemâlin çeşm-i âşıktan temâşa eyledin Yenişehirli Avni (Sen, kainat aynasına tecelli edince kendi güzelliğini aşığın gözünden seyrettin.) Tasavvufun kazandığı bu yeni biçim, fakihler tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak cezalandırılsa da bu tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürerek felsefi bir niteliğe büründü. Özellikle Muhyiddin İbn Arabi’nin (ö. 637/1239) geliştirdiği varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi, öğrencisi ve evlatlığı Sadreddin Konevi’nin (ö. 673/1274) yorumlarıyla sistematik hâle geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumuna katkıda bulunan mutasavvıfların önde gelenleri şunlardır: Feridüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273), Sadreddin Konevi (ö. 673/1274), Fahreddin Iraki (ö.688/1493), Abdulkerim el-Cili (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşani (ö.730/1330), Şebüsteri (ö. 720/1320), Abdullah Bosnavi (ö. 1054/1644). Sufi şairler tarafından büyük bir coşkuyla işlenen bu varlığın birliği (vahdet-i vücud) anlayışına yöneltilen şiddetli eleştiriler ikinci bir anlayışın gelişmesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Allah ki mucid-i cihandır. Bin türlü nikaptan ıyandır Kesrette hezar renge girmiş Her mazhara başka reng vermiş Muallim Naci sağladı. İslam’ın değer yargıları açısından yeniden yorumlanan bu kurama (vahdet-i vücud) alternatif olarak, görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) anlayışı geliştirildi. Birinciler düşüncelerini “Lâ mevcûde illa hû: Ondan başka mevcut yoktur.” sözüyle, ikinciler de “Lâ meşhûde illa hû: Ondan başka görünen yoktur” ibaresiyle formüle etmiştir. Bu anlayışın en önemli temsilcisi İmam Rabbani’dir (ö. 1034/1625) . Tasavvuf, H.VI./M.XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan sistemleşerek kuramsal gelişimini tamamlarken, öte yandan kurumlaşma, örgütlenme sürecine girer. Sufilerin çeşitli farklılıklarla ortaya koydukları kural ve yöntemleri, yavaş yavaş genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatlara dönüşür. Tasavvufun geniş halk kitleleri arasında daha etkin ve daha hızlı bir biçimde yayılmasını sağlayan bu tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu sufilerin en ünlüleri şunlardır: Abdulkadir Geylani (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfai (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdi (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu'lHasan eş-Şazili (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 672/1273, Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli (ö. 833/1429, Bayramiye). Tasavvuf ve Edebiyat Bir hayat tarzı olarak başlayıp felsefi bir yapıya bürünen tasavvufun dile getirilişi daha çok edebiyat ile gerçekleşir. Felsefe aklı referans alır, bundan dolayı da mantıksal delil ve kıyaslar üzerine kurulmuş kendine özgü bir dil kullanır. Hâlbuki sufi, kendi iç dünyasında, farklı bir varlık boyutunda yaşadığı tecrübe (zevk), vect (aşkınlık) ve müşahedelerini yorumlarken; bunları yaşamayan, hissetmeyen ve tatmayan kitlelere aktarırken edebiyat/şiir dilini kullanmak zorunda kalır. Çünkü edebiyat, özellikle şiir, kalbin dilidir; düşünceden ziyade duyguların ifade biçimidir. Şiir, özel bir iletişim kanalıdır. Şiirin amacı, anlatmak değil, bir hâli, bir anı hissettirmek, yaşatmaktır. Mutasavvıflar, öğretilerini geniş halk kitlelerine ulaştırmak ve müritlerine talim etmek için araç olarak edebiyatı kullanmışlardır. Bir sohbetinde, “Yanıma gelen dostlar benden hep şiir istiyorlar, yoksa şiir nerde ben nerde.” (Mevlana, 1994: 70.) diyen Mevlana (ö. 672/1273), şiirin bu didaktik amacına dikkat çeker. Hayat felsefeleri doğrultusunda suretten çok manaya, biçimden çok içeriğe önem veren sufiler, çoğu zaman edebiyatın ifade kalıplarını aşarak anlama yoğunlaşırlar. Anlam için en uygun kalıp da şiirdir. Sufinin kalbine gelen ilhamlar, şiir kalıbıyla dile gelir; çünkü şiir ilhamın ifade biçimidir. Bu yüzden şair olmadıkları hâlde sufilerin çoğu şiir söylemiştir. Bunun en güzel örneği Mevlana, tasavvufi hayat tarzını benimsedikten sonra şiir söylemeye başladığını şöyle ifade eder: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Aşkın gönlüme dolduğundan beri Aşkından başka neyim varsa hep yandı Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim (Mevlana 1997: 465) Tasavvuf düşüncesi ve hareketine yön veren büyük sufilerin neredeyse tamamı, edebiyat ve şiire ilgi duymuştur. Arapçada Hallac-ı Mansur (ö. 309/921), İbn Farız (ö. 395/1004), İbn Arabi (ö. 638/1240); Farsçada Baba Tahir (ö. 410/1019), Senaî (ö. 525/1131), Attar (ö. 625/1223), Mevlana (ö. 672/1273), Fahrettin-i Iraki (ö. 688 /1289), Cami (ö. 898/1492); Türkçede Ahmed Yesevi (ö. 562/1166), Yunus Emre (ö. 720/1320), Yazıcıoğlu Ahmed (ö. 855/1451), Eşrefoğlu Rumi (ö. 874/1469), Sunullah Gaybi (ö. 1087/1676), Niyazi-i Mısri (ö. 1150/1737) vb. sufiler tasavvufi edebiyatın temellerini atarak bu edebiyatın dilini inşa etmişlerdir. Edebiyatın mensur (düz yazı) formlarının yanı sıra manzum (şiir) formlarının tamamını kullanan sufiler, nazmın sadece tasavvufa özgü menakıpname, fütüvvetname, hikmet, devriye, şathiye, nefes gibi şekil ve türlerini de kullanmışlardır. Şekillerle meşgul olmayan sufiler, aruzu hece ile, gazeli koşmayla, mesneviyi mani ile buluşturmuşlardır. Kalbî ve ruhi tecrübeleriyle mana âleminde elde ettikleri bâtıni (ezoterik) bilgileri ifade etmede dilin ve muhatapların yetersizliğinden kaynaklanan zorluklar sufileri, sembolik bir dil kullanmaya mecbur etmiştir. Özellikle ilahî aşk düzleminde yaşananlar ve hissedilenler dile getirilirken reel dünyanın kavramları tercih edilmiştir. Tezkiretü’ş-şuara yazarı Latifi bu durumu şöyle ifade eder: “Şairlerin kullandıkları def, ney, maşuk, mey vb. söz ve istiareleri görüp de şarap ve güzeli betimledikleri zannedilmesin. Tarikat erbabı ve hakikat ehli yanında, her sözün bir manası, her ismin (gösterge) bir müsemması (gösterileni), her söylenenin bir tevili (yorumu), her tevilin bir temsili olur. Sözleri zahiren güzellerin evsafı gibi görünür amma hakikatte yüce yaratıcıya hamd ü senadır.” (Latifi 2000: 83). Burada iki kavram ön plana çıkar: Hüsün/güzellik ve aşk. Bu iki kavram çevresinde mazmun ve mefhum diye adlandırılan birtakım semboller oluşur. Bu semboller, aşk ve şarap şiirlerinden alınan kavramlara tasavvufi anlamlar yüklenerek elde edilmiştir. Bu tasavvufi semboller, durağan (statik) değil değişken (dinamik) bir yapıya sahiptir. Tasavvufi şiirlerde mazmun ve mefhum olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi karşımıza çıkan bu sembollerin, bağlamına göre farklı gösterilenlerin göstergesi olarak kullanıldıkları göz ardı edilmemelidir. Hüsün için, cinsiyet gözetilmeksizin insan güzelliği model kabul edilir. İnsana ait güzellik unsurları da ilahî tecellilerin mertebe ve dereceleri için birer gösterge/sembol olarak kullanılır. Mutasavvıf olmayan şairlerin de sıkça başvurdukları bu mazmunlardan en yaygın olanları şunlardır: bazû: Bilek; ilahî irade ve kudretin zuhuru. bûs: Öpmek, suri ve manevi kelamın keyfiyetini kabul ve bu yeteneğe sahip olma. bûse: Öpücük, batının feyiz ve cezbesi. büt: Put, sevgili, nefs-i emmare; vahdet; salikin mana aleminde yaşadığı hâller. bütgede: Puthane; mabet; tekke; mecazi aşktan kurtulamamış salikin kalbi. cânân: Sevgili; kayyum sıfatı. cemâl: Güzellik; yüz; vahdet makamı. çâh-ı zekan/zenah: Çene çukuru; müşahede sırlarının anlaşılmazlığı. çehre: Sima; maddedeki tecelliler. çehre-i gülgun: Gül renkli sima; ilahî tecelli nurlarının zuhuru. çeşm: Göz; Allah’ın basar ve cemal sıfatı. çeşm-i ahû: Ceylan gözü; salikin istidraçtan hâli olmayan makamı, kusurlarının örtülmesi. çeşm-i mest: Mahmur bakış; salikin mazhar olduğu ilahî hâllerin gizlenmesi. dehan: Ağız; Hakk’ın konuşması. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi dîde: Göz; Hakk’ın her şeye ıttılaı. dilber: Sevgili; tutukluluk) hâli. kabz (manevi dildâr: Sevgili; bast (manevi inkişaf) hâli. ebru: Kaş; salikin manevi düşüşü; ehadiyet ve cemal sıfatı. gabgab: Gerdan; ilahî işaretin zevki, hazzı. gisû: Saç; zat-ı ehadiyetin sıfatı. had: Yanak; ilahî tecellinin aynaları. hâl: Yüzdeki siyah nokta, ben; zat-ı ilahî; hakiki vahdet noktası; günah karanlığı. ham-ı zülf: Saç kıvrımı; ilahî sırlar. hat: Yüzdeki ince tüyler, ayva tüyleri; gayb alemi. işve: Cilve; cemal tecellisi. kad: Boy; Hakk’ın salike tecellisi. la’l: Kırmızı dudak; dervişin gönlü. leb: Dudak; kelam; hayat sıfatı. maşuk: Sevgili; Allah. mû-miyân: İnce bel; tarikatin ince sırları. sîb-i zenah: Çene; ilm-i ledün. zülf: Saç; kesret. 18 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Aşkın ruhi ve fiziki etkileri şarabın etkisi (sekr: sarhoşluk) ile özdeştirilerek “aşk” kavramı için “şarap” kelimesi sembolleştirilir. Bu sembol, sarhoşluk ve meyhane kavramları çevresinde yeni mazmunların oluşmasını sağlar. Aşk kavramı çevresinde oluşturulan sembollerden en yaygın olanları şunlardır: bade: Şarap, sülukun başındaki aşk. humâr: Sarhoşluk; bade-fürûş: İçki satan, mürşid makamından isteyerek dönmek. câm: Kadeh; âşıkın kalbi; hâller. humhane:Şarap mahzeni; tecellilerin cür’a: Kadehin son yudumu; tortu; inişi; salikin kalbi. salikten gizlenen sırlar, makamlar. kadeh: Âşığın kalbi; cezbe. hammâr:Meyhaneci; insan-ı kamil; mest: Sarhoş; cezbe, coşkunluk, vect salik; âşık; mürşit. hâli. harabât: Viranelik; alem-i nasut; mey: tekke; beşeriyetin perişanlığı. meydana gelen zevkler, aşk hâli. hum: Şarap küpü; âşığın kalbi. meykede: Meyhane; tekke; gönül; Şarap; salikin vücut kalbinde manevi sığınak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi meyhane: Tekke; salikin marifetle sâki: Mürşit; mana âlemine yol dolu kalbi. gösteren ve teşvik eden. muğbeçe: Meyhaneci yamağı; mürit. sak-i bezm-i elest: Elest meclisinin pîr-i sakisi; Allah. mugân: Ateşgede rahibi; meyhaneci; mürşid-i kamil. sekr: Sarhoşluk; cemal tecellileriyle peymâne: Kadeh; gayb nurlarının kendinden geçme. müşahede edildiği yer. şarap: İlahi aşk; aşkın coşkusu. piyale: Kadeh; sevgili. şaraphane: Âlem-i melekut; arifin sagar: Kadeh; arifin gönlü; gayb şevkle dolu bâtını. nurlarının müşahede edildiği yer. şürb: İçme; keşf ve tecelli sonucu oluşan haz. Örnek beyitler: Çıktım erik dalına anda yedim üzümü Bostan ıssı kakıdı der ne yersin kozumu Erik, şeriat; üzüm, tarikat; koz (ceviz) ise hakikattir. Bostan sahibi mürşid-i kâmil, müridin şeriat ağacından tarikat meyvesini yemeye kalkışmasına kızıyor. Beyitte, her bilgi ve marifete ulaşmanın kendine has bir yolu olduğu vurgulanmaktadır. Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez Münafıklar elinden örter mana yüzünü Görünürde anlamsız olan bu sözler hakikatte ilahî sırları barındırmaktadır. Güzeller, namahremlerden gizlenmek için yüzlerine peçe örttükleri gibi, ehil olmayandan korumak için bu ince manalar sembollerle perdelenmiştir. (Tatçı 2005) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Esrâr-ı kâinâta ezel cür’adân iken Ben hânkâh-ı aşkda hayran idüm sana Hayali *Ezel, kâinatın esrarına hokka (esrarın konduğu kap) iken ben aşk tekkesinde sana hayran idim.] Esrar, sırlar ve uyuşturucu madde; cür’adan, esrar vb. maddelerin saklandığı hokka, kap; hankah, tekke; hayran, beğeniyle seyretmek, esrar komasına girmek demektir. Sufiler, Allah, “elest” meclisinde cemalini gösterdiğinde ruhların bu olağanüstü güzellik karşısında kendilerinden geçerek sarhoş ve hayran olduklarına inanır. İşte şair bu durumu, esrar ile ilgili kavramları kullanarak anlatır: Allah’ın cemal sıfatının, kesret denen kâinatta henüz tecelli etmediği ve gizli olduğu “ezel” gününde, kaptaki esrarı kullanmadan komaya giren kişi gibi ben de aşk makamında sana hayrandım. (Şentürk 1999) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi •Yaratılışı itibarıyla İnsan, yüce bir tanrıya inanma eğilimindedir. Bunun bir sonucu olarak, ya hak bir dine ya da, onun yerine ikame edilen herhangi bir inanışa bağlanır. •Dini daha derinden ve samimi duygularla yaşamak isteyen insan, bireysel ruhi tecrübeye dayanan, gizemli bir hayat biçimini arar. Duygu ekseninde gelişen bu yaşam biçimi, aşkın (transandantal) hâlleri ve davranış biçimleriyle kendisine özgü uygulamaları, ilke ve kuralları bulunan kurumları oluşturur. İslam kültürü dairesinde gelişen bu düşünce ve kurumlara genel olarak tasavvuf denir. •Din ve tasavvufun toplum üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Bu kurumların, birey ve toplulukların duygu, düşünce, davranışlarından bilinçaltlarına kadar uzanan köklü etkileri bulunmaktadır. Bu etkilerin sanat ve kültür alanına yansıması kaçınılmazdır. •Din ve tasavvufun güzel sanatlar içinde en çok ilgili olduğu alan edebiyattır. Öğretilerin geniş kitlelere ulaştırılması ve sonraki nesillere aktarılması için edebiyat en uygun kanaldır. Tasavvuf kültürü dairesinde yetişen pek çok şair ve yazar, geliştirdikleri sembolik bir dil ile duygu ve heyecanlarını dile getirmişlerdir. Hatta dinî olmayan konuları işleyen (profan) şairlerin, şiirlerine bir derinlik ve gizemlilik kazandırmak için bu tasavvufi sembolleri kullandıkları görülmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi “din” kelimesinin anlamlarından değildir? a) Ceza b) Saltanat c) Kıraat d) İtaat e) Millet 2. İnsan ile hayvan ve bitki gibi varlıklar arasındaki ruh özdeşliğine dayanan inanış aşağıdakilerden hangisidir? a) Natürizm b) Materyalizm c) Totemizm d) Animizm e) Pozitivizm 3. Ataların ruhuna tapınma kültüne ne ad verilir? a) Paganizm b) Totemizm c) Monoteizm d) Şamanizm e) Animizm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi 4. Tasavvuf kelimesi aşağıdakilerden hangisinden türemiştir? a) Safa b) Suffe c) Suf d) Sofos e) Saff 5. Sufilerin benimsedikleri hangisidir? hayat tarzının kaynağı aşağıdakilerden a) Yunan felsefesi b) İslamiyet c) Yahudilik d) Budizm e) Hıristiyanlık 6. Aşağıdakilerden hangisi tasavvuf hakkında doğru değildir? a) Katışıksız bir dinî hayat yaşamaktır. b) Manen yükselerek Tanrı ile bütünleşmektir. c) Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır. d) Dünya lezzetlerini terk etmektir. e) Eşyanın hakikatini bilip, bilgisini terk etmektir. 7. Varlığın birliğini savunan ve bunu “Lâ mevcûde illâ hû” formülü ile ifade eden tasavvufi düşünce hangisidir? a) Melamilik b) Vahdetü’l-vücud c) Mistisizm d) Vahdetü’ş-şuhud e) Egzoterizm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi 8. Tasavvufi bir terim olan “Kavs-ı nüzul” aşağıdakilerden hangisini ifade etmektedir? a) Kâinatın yaratılış evrelerini b) Salikin seyr ü sülukta takip ettiği yolu c) Ayetlerin nüzul sırasını d) Tarikattaki örgütlenmenin düzenini e) Sufilerin kalbine ilhamın inişini 9. Tasavvuf şairleri neden sembolik bir dil kullanma ihtiyacını duymuşlar? a) Şiirlerini gizemli hâle getirmek b) Geniş kitlelerin dikkatini çekmek c) Öğretilerini daha anlaşılır kılmak d) Ruhi tecrübelerden kazandıkları bâtıni bilgileri başka türlü ifade edememek e) Kendilerini farklı göstermek 10. “Şarap” kelimesinin tasavvuf aşağıdakilerden hangisidir? edebiyatında ifade ettiği anlam a) Sevgiliye duyulan aşk b) İlahi nurların kalbe gelmesi c) Alkollü içecekler d) İlahi aşk e) Dünya sevgisi Cevap Anahtarı 1-c, 2-c, 3-e, 4-c, 5-b, 6-b, 7-b, 8-a, 9-d, 10-d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi YARARLANILAN KAYNAKLAR el-Aclunî, İsmail b. Muhammed, (1352), Keşfü’l-hafâ ve Müzîlü’l-ilbâs: Beyrut. Algül, Hüseyin vd., (1998), İlmihal-İman ve İbadetler: İstanbul: Eliot, Thomas Stearns, (2007), Edebiyat Üzerine Düşünceler: İstanbul. Gener, Cihangir, (2007), Ezoterik-Batınî Doktrinler Tarihi: Ankara. Gibb, E.J.Wilkinson, (1999), Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev. Ali Çavuşoğlu): Ankara. Güzel, Abdurrahman, (2004), Dinî Tasavvufi Türk Edebiyatı: Ankara. Guenon, Rene, (2003), İnisiyasyona Toplu Bakışlar, (Çev. Mahmut Kanık), C.I: Ankara. el-Hekim, Suad, (2004), İbnü’l-arabî Sözlüğü: İstanbul. İz, Mahir (1997), Tasavvuf: İstanbul. İzutsu, Toshihiko, (2005), İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, (Çev. Ahmed Yüksel Özemre): İstanbul. Kemikli, Bilal, (2004), Dost İlinden Gelen Ses: İstanbul. Kemikli, Bilal, (2009), Şiir ve İrfan: İstanbul. Kılıç, Mahmut Erol, (2004), Sufi ve Şiir: İstanbul. Kırkkılıç, Ahmet, (1994), Başlangıcından Günümüze Tasavvuf: Erzurum. Köprülü, M. Fuad, (1981), Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Köprülü, M. Fuad, (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar: Ankara. Kuşeyrî, Abdülkerim, (2009), er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi’t-tasavvuf, (Çev. Dilaver Selvi): İstanbul. Latifî, Abdüllatif,(2000), Tezkiretü’ş-şu’arâ, (Haz. Rıdvan Canım): Ankara. Levend, Agâh Sırrı, (1984), Divan Edebiyatı: İstanbul. Mevlana, Celaleddin, (1994), Fihi Ma Fih, (Çev. Ahmed Avni Konuk): İstanbul. Mevlana, Celaleddin, (1997), Mevlana’nın Rubaileri, (Çev. M. Nuri Gençosman): İstanbul. Nicholson, R. A., (2004), Tasavvufun Menşei Problemi, (Çev. Abdullah Kartal): İstanbul. Rabbanî, (İmam) Ahmed el-Serhendi, (2006), Mektubât: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Din Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi Şentürk, Ahmet Atilla, (1999), Osmanlı Şiiri Antolojisi,: İstanbul. Şerif, M.Mardin, (1990), İslam Düşüncesi Tarihi, (Haz. Mustafa Armağan): C.I. Tatçı, Mustafa, (2005), Yunus Emre Şerhleri: İstanbul. Tümer, Günay, (1994), “Din”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.9: İstanbul. Vergote, Antoine, (1999), Din, İnanç ve İnançsızlık: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRK İSLAM EDEBİYATININ KAYNAKLARI • Muhteva Kaynakları • Tarihsel Kaynaklar • Biyografik kaynaklar • Bibliyografik Kaynaklar TÜRK İSLAM EDEBİYATI Yrd. Doç. Dr. Mehmet GÖKTAŞ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatının Kaynaklarını kavrayabilecek, • Bu kaynakların edebiyatımız açısından ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek, • Şair ve yazarların bu zengin kaynaklardan nasıl ustaca yararlandıklarını görebilecek, • Sanatkâr ve eseri hakkında hangi kaynaklara müracaat edilmesi gerektiğini öğrenecebileceksiniz. ÜNİTE 2 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları GİRİŞ Türk milletinin, fikrî, edebî ve ideolojik hayatı üzerinde büyük değişiklikler yapan İslam medeniyeti dönemi, milletimizin ilim, fikir ve edebiyat tarihi açısından da çok önemli bir dönüm noktasıdır. Nitekim dikkat çekici ilk değişme dilde olmuştur. Türkler, İslam medeniyetini ve bu medeniyeti tesis eden Kuran’ı çok iyi anlayabilmek için Arapçayı ve klasik İslami edebiyat dili Farsçayı kısa zamanda öğrendiler. İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında mevzu, tema, kültür ve ideoloji değişikliği dil değişmelerinden daha fazladır. İslam’ın kabulüne kadar yerli ve kavmî bir edebiyat yaparak birbirine benzer şifahi terennümler ile yetinen Türkler, İslamiyet’ten sonra beşerî çehresi, millî çehresinden daha zengin, sosyal ve coğrafî çizgileri eskisinden daha başka bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Bilindiği gibi, hicri ikinci asırdan itibaren İslami ilimler oluşmaya başladı. Bu dinin kutsal kitabı Kuran’ın şerh ve izahı için tefsir ilmi, Hz. Peygamberin söz, fiil ve davranışlarının tespiti için hadis ilmi, Kur’an ve Hadis’e dayalı olarak dünyada kişinin leh ve aleyhine olan hükümleri bilmesi demek olan fıkıh ilmi ortaya çıktı. Ayrıca temel inanç esaslarının doğru bir şekilde tespit ve izahı için akaid ve kelam ilimleri ortaya çıktı ve bu çerçevede farklı görüşlere bağlı olarak ekoller oluştu. Hz. Peygamber ve ashabının yaşadığı hayata bir özlemin tezahürü olarak tasavvuf, geniş kitleler üzerinde etki yapan bir fikir ve disiplin olarak sistemleşti. Türklerin İslamiyet’i kabulünden günümüze uzanan çizgide bu ilimleri âlimler izah için uğraşmışlar, kitaplar telif etmişler, her biri çok iyi eğitim almış olan şairler bu ilim ve fikirlerden aldıkları ilhamlarla duygu ve düşüncelerini en güzel şekilde ifadeye çalışmışlardır. MUHTEVA KAYNAKLARI Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler Her büyük edebiyatın kendisini meydana getiren medeniyete uygun, bir sanat anlayışına, bir ilim ve tefekkür kaynağına dayandığı görülür. İslami Türk edebiyatının ilim ve fikir kaynağı bizde tamamıyla Kuran’dır. Kuran, Hz. Peygamber’e vahyedildiği asır Arap dünyası dikkate alındığında muazzam bir mucizedir. İslam medeniyeti bu muazzam mucizeyle başlamış ve devam etmiştir. Fuzuli, Kur’an’ın bu yönüne temas eden bir beytinde şöyle der; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Bireysel Etkinlik Türk İslam Edebiyatının Kaynakları • Mehmet Âkif ERSOY’un Kur’an’a Hitap başlıklı manzumesini Safahat isimli esrinden bulup okuyunuz. Bâkî-i mu’ciz ne hâcet dîn-i hakk isbâtına Âlem içre mu’ciz-i bâkî yeter Kuran sana Fuzuli Kuran-ı Kerim’de, Allah’a, dünyanın ve insanın yaratılışına, meleklere, kıyamet gününe, cennet ve cehenneme, ibadetlere, geçmiş peygamberler ve ümmetlerine, hukuka, ahlaka, faziletlere, suçlara ve onlara verilecek cezalara ait bölümler ve bilgiler vardır. İktibas; bir şair veya yazarın kendi eserine âyet veya hadislerden birini katmasıdır. Bu yolla anlamı pekiştirmek, söze güzellik ve güç katmak amaçlanır. (Bilgegil 1989:268) Kuran’ın ayetlerini ya doğrudan doğruya yahut ilk ve en manalı kelimeleri ile edebî eserlerde zikretmek, İslami Edebiyatın iktibas adı verilen ve sözün kıymetini ışıklandıran geleneklerinden olmuştur. Bu yolla söze manevi bir güzellik veya ilahilik verilmek istenmiştir. Tam ve kısmi veya manevi ve lafzi iktibas şeklinde kullanımı bulunmaktadır. Bir sözün tamamı alınmışsa iktibas-ı tam (tam iktibas), yarısı veya bir parçası alınmışsa iktibas-ı gayr-ı tam (yarım iktibas) meydana çıkar. Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb Fettakullâhe yâ uli’l-elbâb Ahmed Paşa Şair, burada Maide suresinin 100. ayetinde geçen “Ey akıl sahipleri Allah’a karşı gelmekten sakının”, kısmını aynen lafzi olarak iktibas etmiştir. Rûz-ı mahşerde nidâ cennetten ere ümmete Hâzihî cennâtu adnin fe’dhulûhâ hâlidîn Muhibbî Muhteşem Süleyman olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda “Muhibbî” mahlaslı bir divan şairidir. Yukarıdaki beytinde Fatır Suresi’nin 33 ve Zümer Suresi’nin 73. ayetlerinden iktibaslarda bulunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Mehmet Akif de; “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 3/39), mealindeki ayeti lafzen iktibas eder: Leyse li’l-insâni illâ mâ se´â derken Hudâ; Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha; Mehmet Akif Hz. Peygamber’in sözleri, filleri ve davranışları anlamına gelen hadis, Türk edebiyatının muhteva kaynaklarından biridir. İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, divan edebiyatı, tekke edebiyatı (tasavvuf edebiyatı) ve halk edebiyatı olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz. (Şener ve Yıldız 2010: 34) Bu üç kolda eser veren şairler çok zengin bir hazine olan ayet ve hadisleri telmihen, mealen yahut aynen eserlerine almışlardır. Vezin zaruretinden kaynaklanan sebeplerle bu alıntılarda ufak bazı değişiklikler de yapmışlardır. “El-fakru fahrî el-fakru fahrî” Demedi mi ol âlemler fahri “İlimsiz şi’r esası yok divâr kimi olur ve esassız divâr gâyette bi-itibâr olur. Pâye-i şi’rimi hilye-i ilimden muarrâ olmağı mûcib-i ihânet bilüp ve ilimsiz şi’rden kaleb-i birûh kim teneffür kılup bir müddet nakd-i hayâtım sarf-ı iktisâb-ı fünûn-ı ilm-i aklî vü naklî ve hâsıl-i ömrüm bezl-i iktisâb-ı fevâid-i şâhid-i nazmıma pirâyeler mürettep kıldım ve tedric ile tetebbu-i tefâsir ü ehâdis edip fazilet-i şi’re mezemmet isnâdı naks-i himmet olduğunun hakikatin bildim.” Fuzuli Hacı Bayram Veli Şair, “Fakr (her an Allaha muhtaç olma hâli), benim övüncümdür; ben onunla övünürüm”, hadisini aynen iktibas etmişir. Naklidüp bu kelâmı didi Nebî “Sebakat rahmetî ´alâ gadabî” Taşlıcalı Yahya Aşkiyâ ölmezden ön öl kim hadîs-i aşkda Âşıkın sanındadır “mûtû ve kable en temût” Aşki “Ölmeden önce ölünüz” mealindeki hadis bu beyitte hem anlam olarak, hem de metin olarak verilmiştir. Aşağıya aldığımız beyitte hadis mana olarak iktibas edilmiştir. Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber “Bir talâk oldu mu dünyada semâlar titrer” Mehmet Akif Türkçe Divan Önsözünden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Dinî İlimler Çoğu, yaşadıkları dönem itibariyle, iyi bir eğitim almış olan şairlerin Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, kelam, siyer ve tasavvuf gibi İslam kültürünün bilim dallarından istifade etmeleri ve sanat telakkisiyle eserlerinde bu ilimlerden telmih ve iktibas yoluyla bahsetmeleri çok tabiidir. Özellikle tevhid, münacat, naat ve benzeri türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir. Ehl-i sünnet inanç ve akideleri yanında, bazı bâtıni mezhep görüş ve düşüncelerine de şairler tarafından yer verildiği görülür. Allah’ın Hz. Âdem’i yarattıktan sonra meleklerin ona secde etmelerini emretmesi şair tarafından şöyle ifade edilir: Envârının olduğu müsellem Mescûd-ı melâ`ik oldu Âdem Nabi İnsanlar Allah’ın verdiği had ve hesaba gelmez bunca nimetin kadrini bilmezler ve şikayet etmekten de geri durmazlar. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalim ve çok nankördür” (İbrahim, 14/34), ayetini hatırlatan Nabi’nin şu ifadeleri çok manidardır: Bu denlû n i’met-i bî imtinânın kadrini bilmez Aceb küfrân-ı nâ-şükrândır ekser merdüm-i dünyâ Bu denlû ni’met-i ma’lûme vü meçhûleden sonra İder takdîrden bast-ı şikâyet itmez istihyâ Nabi Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer “Beşşiri’l-kâtile bi’lkatli” didi Peygamber. Laedri beytinde İslam hukukunda kasden bir kişiyi öldürenin kısas hükmü gereği öldürüleceğini bildiren bir kaideyi sanat zemininde ifade etmiştir. İslam inanç esaslarından biri de “kadere imandır.” Mukadder olan başa gelir. Takdire boyun eğmekten başka çare de yoktur. Takdiri değiştirmek de mümkün değildir. Çâre yok şîve-i takdîre rızâdan gayri Fehmolunmaz hikem-i sırr-ı hafiy-yi Bârî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Sami Kadere itiraz ve şikayet eder tarzda ifadeler de doğru değildir. Deme şu niçin şöyle Yerincedir ol öyle Bak sonunu sabreyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler Erzurumlu İbrahim Hakkı Kelam, Allah’ın varlığından, birliğinden, sıfat ve isimlerinden bahseden ilimdir. Özellikle tevhid, münacaat ve tazarrunamelerde Cenab-ı Hakk’ın güzel isimleri, kudretinin sonsuzluğu, fiilleri ve sıfatları sürekli işlenen mevzulardır. Kelâm, uluhiyyeti bir sistem dahilinde ispata çalışır. Hudus ve imkan delili bu ilmin konularındandır. Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîmdendir kim Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ Fuzuli Şair bu beytinde hadis olan her şey, Kadim olan Allah’tandır; Allah fani değildir, diyor. Kainatı Allah yaratmıştır ve Allah mekândan münezzehtir. Allah’ı bu beden gözüyle görmek mümkün değildir. Ancak basiret gözü tüm varlıkların yüzlerinde Allah’ın nurunu hissedebilir. Ey İlâh-ı kâinat ey masdar-ı sun'-ı kemâl Varlığındır var olan yoktur o varlıkta zevâl Ey cenâb-ı kibriyâ bizler gibi âcizlere Kibriyâ-yı Zât'ını mümkün müdür etmek hayâl Nigar Hanım Samed, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından biridir. Bütün varlıklar varlıklarını ve varlıklarının devamını ona borçludurlar, ona muhtaçtırlar. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Olsa her saat dilimde “kul hüva’llâhu ehad” Kalbimi eyler münevver nûr-ı “Allahu’s-samed” Bireysel Etkinlik Aşki • 1. uniteye yeniden değerlendiriniz. Tasavvuf, Hz. Peygamber’in ve ashabının yaşadığı hayata özlemin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Muhteva kaynakları bağlamında edebiyatımızda müstesna bir yeri olan tasavvufun manzum olarak birçok tarifleri de yapılmıştır. Bidâyette tasvvuf sûfi-i bî-cân olmağa derler Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler Tasavvuf “urvetü’l-vüskâ” yükün cân ile çekmektir Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi Her fikrin en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Tasavvuf, hicri beşinci asırda çok güçlenmiş ve birçok mutasavvıf yetişmiştir. Bu akımın zamanla edebiyata intikal ettiğini görülmektedir. Her fikrin en güzel ifadesi ancak edebiyatla mümkündür. Bu itibarla tasavvufun en güzel ifadesini de edebiyatta görmek mümkündür. İslam’ın kabulünden sonra üç kolda gelişme gösteren edebiyatımızda bütün fikir ve akideleri sembollerle ifade eden tasavvufi edanın estetik bir kıymeti vardır. Divan edebiyatımız da, halk edebiyatımız da tasavvufun tesiri altında kalmıştır. Tasavvuf, Melamilik, Mevlevilik, Rufailik, Kadirilik, Nakşibendilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatın meydana gelmesine vesile olmuştur. Kâdirî’yiz döneriz aşk ile devrânîyiz Mest-i şûrîde-ser-i neşve-i Geylânî’yiz Hersekli Arif Hikmet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Tasavvufi düşüncede “vahdet-i vücut” nazariyesi önemli bir yer tutar. Buna göre, yegâne varlık Allah’tır. Eşya ve mevcudat, Allah’ın muhtelif tecellisinden ibarettir hakikî ve müstakil bir mevcudiyete malik değildir. Ben bilmez idim gizli ıyan hep sen imişsin Canlarda vü tenlerde nihan hep sen imişsin Senden bu cihan içre nişan ister idim ben Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin Naili Kâinat ve insan bir aynadır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Cenab-ı Hak da bütün güzelliklerin kaynağı olan cemalini temaşa için kâinatı ve insanı yaratmıştır. Yâr kendin görmeğe âyîne îcâd eylemiş Sûret-i icâd-ı âlemden bu ma’nâdır garaz Laedri İnsan, ilahi sırlar hazinesidir. Allah’ın güzel isimleri diğer varlıklarda tafsilen dağınık bir surette bulunduğu halde, insanda mücmel, fakat tam olarak bulunur. Afakta olan her şey kevn-i cami olan insanda da mevcuttur. Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen Şeyh Galip Haberdâr olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen “Muhakkar bir vücûdum” dersin ey insan fakat bilsen… Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir: Avâlim sende pinhândır cihânlar sende matvîdir: Mehmet Akif Bütün tarikatların müşterek esası zikirdir. Zikrin de kısımları vardır. Tarikatlardan her birinin kendine mahsus ayini, erkan ve adabı olduğu gibi her birinin hususi kisvesi, zaviyesi ve kabul töreni de vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Her nefeste zikr-i Hakk tevfîk-i Rahmân’dır bize Âyet-i “zikren kesîren”emr-i Kuran’dır bize Hoca Halil Ağa İslam Tarihi ve Peygamber Kıssaları İslam Tarihi Hz. Âdem ile başlar ve Asr-ı Saadet’te kemal bulur. Bir sanatkâra çok zengin malzeme sunan İslam tarihi ve peygamber kıssalarına şairlerin kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Şair tarih içindeki önemli olayları, kişileri, savaşları, değişimleri, fikir akımlarını vs. sanat içinde ele alır; topluma bir ibret ve örnek olarak takdim eder. Hz. Âdem ’ın yasak meyveden yemesi ve dünyaya gönderilişi; Hoş-dem idi Hazret-i Âdem ezel Zevkine dünya gamı oldu bedel Taşlıcalı Yahya Hz. Nuh ’ın kendisine inananlarla birlikte tufandan kurtuluşu, Sensin bizi muhlis yine garkâb-ı fenâdan Ne zevrak u ne Nûh u ne tûfân bilürüz biz Naili- Kadim Hz. Eyyub ’un yıllarca bir imtihan vesilesi olarak yara bere içinde kalması; Eyyûb’u illet-i beden inletti zâr zâr Ziya Paşa Hz. İbrahim ’ın, kaybolup gidenlerin ilah olamayacağı; Allah’ın ezelî ve ebedî oluşunu ispat sadedinde Kur’an’da geçen kıssası; Âftâb-ı hüsn-i hûbân âkibet eyler ufûl Ben muhibb-i lâ-yezâlim“lâ uhibbu’l-âfilîn” Laedri Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle batanları sevmem” dedi. (Enam 6/76) Hz. İsmâil’in, babası İbrahim tarafından Allah’a kurban olarak sunulması, Gerçi İsmâîl’e kurbân gökten inmiş kadr içün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Hakk bilür kadr içün İsmâîl ana kurbân olur Fuzuli İsmâ’il’em Hakk yoluna cânımı kurbân eylerem Bil ki bu cân kurbân imiş koçu kurbânı neylerem Yunus Emre Hz. Davud’un sesinin güzelliği ve Zebur’dan ayetler okuması esnasında kuşların onu dinlemeye gelmesi; Hüsn-i sadâ ile okurdu Zebûr Dinlemeye cem’ olur idi tuyûr Taşlıcalı Yahya Hz. Süleyman’ın mucize eseri olarak kuşların dilini bilmesi ve onları istihdam etmesi; Süleyman kuş dilin bilür dediler Süleymân var Süleymân’dan içerü Yunus Emre Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi; Cebrail’in Hz. Meryem’e ruh üflemesiyle hamile kalmasına işaret eden aşağıdaki beyit; Sûrette n’ola zerre isek ma’nîde yuhuz Rûhu’l-kudüs’ün Meryem’e nefhettiği rûhuz Ruhi–i Bağdadi Yine yukarıda bir kısmına temas ettiğimiz örneklerde de ifade edildiği gibi peygamber kıssaları şairlerimiz tarafından sanat zemininde işlenir. Akşemseddin’in telmih ve iktibaslarla anlattığı peygamber kıssalarına temas eden manzumesini toplu bir örnek olması sebebiyle buraya alıyoruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları AĞLAR Düşelden ten kuyusuna, Gözüm Yûsuf’layın ağlar, Örnek Kalup kurbet diyârında, Gözüm Yâkûb’layın ağlar. Bana dostum belâ saldı; Meger inildimi sevdi; Direm “messeniye’z-zurru; Gözüm Eyyûb’layın ağlar. Bu cân kuşı kafes tende, Diler uça gide anda; Sanasın batn-ı balıkda, Gözüm Yûnus’layın ağlar. Ezel görüp biz işidüp, Terânî vâdesin dostun, Yine görem diyu dün gün, Gözüm Mûsâ’layın ağlar. Bu Şemseddîn diler cânı, İçe ol âb-ı hayvânı, Temâşâ eyleye ânı, Gözüm ırmaklayın ağlar. Akşemseddin Hz. Muhammed, edebiyatımızda en çok işlenen konuların başında gelir. Hz. Âdem’le başlayan peygamberlik silsilesi Hz. Muhammed’le son bulmuştur. O, peygamberlerin en faziletlisidir. Kur’an ona nazil olmuştur. Müslümanlıkta ilk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları mevzu, kelime-i şehadette de ifadesini bulan, vahdaniyyet-i ilahiyye ve risalet-i Muhammediye’dir. Türklerin İslam’ı kabulünden sonra yazılan mensur ve manzum eserlerin, “besmele, hamdele ve salvele” ile başlaması bir gelenekti. Manzum eserlerde bu sıra “besmele, tevhid, münacat, naat” şeklindedir. Hemen hemen bütün nazım şekillerinde yazılan naatlarda Hz. Peygamber’in çeşitli meziyetleri, bütün güzel sıfatları, ümmiliği, yetimliği, beşerin en hayırlısı oluşu, doğduğu sırada meydana gelen hadiseler, makam-ı mahmud sahibi oluşu, şefaat talebi, Kuran’da zikredilen hususiyetleri, şemaili ve gösterdiği mucizeleri gibi birçok sebep vesilesiyle bahse konu edilir. İltifât ibrâz edip, ey mefhar-ı devrân sana Nezdine da´vette ikrâm eyledi Yezdân sana Hâk-i pây oldu efendim çarh-ı nûr-efşân sana Hâke indi gökten istikbâl için Kuran sana Makbule Leman Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf Kuran’a sıfâtı zarf u mazrûf Şeyh Galip Peygamberlerden başka raşit halifeler, ehl-i beyt, ashab-ı kiram, Kerbela olayı, ünlü İslam büyükleri temayüz eden yönleriyle ele alınırlar. Hz. Ebubekir ilk Müslümanlardan oluşu, “sıddik” sıfatı ve mağara arkadaşlığı sebebiyle; Hz. Ömer adaletiyle; Hz. Osman hayası; Hz. Ali, cesareti, ilim şehrinin kapısı olması, şah-ı velayet oluşu gibi özellikleriyle bahse konu edilir; İlk Müslümân, Hadîce, Haberi öğrenince Teslîm oldu büsbütün… Ardından Ebûbekir İspâtı aşan fikir, His ki, akıldan üstün… Necip Fazıl Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu! Mehmet Akif Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya Cibrîl var haber ver Sultân-ı enbiyâ’ya Kazım Paşa Mucizeler ve Kerametler Peygamberlerin peygamberliklerini ispat, münkirleri de ikna sadedinde vaki olağanüstü hâller olan mucizeler, şairlerin asla ihmal edemeyeceği ve bir sanatkâra çok fazla malzeme sunan kaynaklardır. Şairler yeri geldikçe telmih yoluyla, başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer peygamberlerin mucizelerinden ve evliyaullahın kerametlerinden bahsetmeleri şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar. Hz. Peygamber’in parmağının işaretiyle ayı ikiye bölmesi (şakku’l-kamer), parmaklarından suyun akması, hayvanlarla konuşması, kuru direğin ve taşların konuşması, ölüleri diriltmesi, duasının bereketiyle yemeğin çoğalması, miracı gibi yüzlerce mucizenin yanında Hz. Musa’nın asasının ejderha olması, yed-i beyza, taştan su çıkarma ve Kızıldeniz’i yarması, Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması, Hz. İsmail’i bıçağın kesmemesi, Salih’ın devesi, Hz. Davud’un demiri hamur gibi yumuşatması, Hz. Süleyman’ın kuş dilini bilmesi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi daha burada sayamayacağımız nice mucizeler, raşid halifelere, evliyaullahın büyüklerine ait kerametler, telmihlerle teşbihlerle öğüt vermek maksadıyla bahse konu edilir; Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ’ Parmağından virdiği şiddet günü Ensâra su Fuzuli Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi İzzet Molla Mukaddes parmak göğe doğru… Ve ay iki şakk; Vurduğu granit kaya, külden daha yumuşak. Necip Fazıl Tarihî ve Efsanevi Kişilerin Maceraları Tarihin kaydettiği birçok meşhur alim, şair ve bilge kişilerle birlikte, zenginliği cömertliği, adaleti, cesareti efsane hâline gelmiş kahramanların adları ve özellikleri edebiyatımızda sık sık geçer. Bu efsanevi kahramanların şöhretlerine sebep olan hususiyetlerine telmihler yapılır. Pek çok ilmî ve dinî kitapta bahsedilen bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları kahramanlar ve özellikleri zengin bir hayal dünyasına sahip şairler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Bu başlık altında ele almayı düşündüğümüz konular “Varlık ve İnsan” başlıklı ünitede ayrıntılı olarak işlenmiştir (Ünite 9). Burada sadece Kuran’da da bahsi geçen Karun’dan bahsetmekle yetineceğiz. Karun, Hz. Musa ’nın muasırıdır. Zenginliği ve hasisliğiyle meşhurdur. Kuran’da kıssası anlatılan Karun, servetiyle beraber yere batırılmıştır. Tecrîd ile felekte oldum Mesîh-i sânî Mâlıyla yere geçsün Kârûn’a minnetim yok Fakri Dede Sen Ferîdûn hazînesin Nûşirevân genciyle Kârûn malını alıp bunca mala kattın tut Yunus “Şüphesiz Karun, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik...” (Kasas, 28/76) “Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık.” (Kasas, 28/81) Çağın İlimleri Gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefi ve batıl ilimler; hemen hepsi biligili, kültürlü, iyi eğitim almış şairleri ilgilendiren konulardı. Eğitim gördükleri medreselerde Arapça ve Farsça’yı öğrenmekle birlikte yaşadıkları çağın bütün ilim dallarını da ders olarak görmekteydiler. Şairler doğu kültürüyle beslenmiş bu ilimlere yönelik faâliyetlerini veya halkın bildiği ve ilgilendiği yaygın konuları sanat düşüncesi içerisinde eserlerinde söz konusu etmişlerdir. Şair ve yazarların eserlerine kaynaklık eden ilimlerin başlıcaları şunlardır: Hikmet-i kadime, felsefe, mantık, tıp, astronomi, eczacılık, kimya, geometri, tecvit, gramer, remil, ilm-i nücum, ilm-i kıyafet, rüya tabiri, musiki, riyaziye gibi. Şair, gerek ilgi alanı, gerekse aldığı eğitimin neticesinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği birtakım gerçekleri ele alır ve sanatla işler. Mübtedâsından olmayan haberi Oldu hayvân-ı nâtık-ı âlem Taşlıcalı Yahya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Bu beyitte şair, medreselerde okutulan eski Yunan düşüncesinin insana ait bir tanımı zikrederken, Arap dilinin gramer kaidelerinden olan mübtedâ ve haber konusuna da işaret eder. İslam’da fal, sihir, büyü, yıldızlardan hareketle gayba ait birtakım hükümler vermek haramdır. Şairlerin yukarıda sayılan batıl ilimlerle ilgili beyanları İslami düşünce doğrultusundadır. Remlin ahkâmını gerçek sanma Gaybı Allah bilir aldanma Nabi Organların şeklinden, renginden ve hususiyetinden insanın ahlak ve tabiatını tanıma ilmi olan kıyafet de şairlerin ilgilendiği mevzulardandır. Bu husuta, Hamdullah Hamdi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi, müstakil kıyafetname kaleme alan sanatçılar vardır. Kim ki boyudur tavîl Sâde-dil olur cemîl Kim ki vasat boyludur Âkil ü hoş huyludur İbrahim Hakkı Kuran-ı Kerim’i usulüne bağlı kalarak okuma ilmi olan tecvitin bir kuralı olan medd-i muttasıla Fuzuli bir beytinde şöyle temas eder; Sadâ-yı seyl çeker meddi muttasıl ya’ni Ki meddi muttasıl ile olur kırâat-i mâ` Fuzuli Sağlığa, hastalığa ve tedaviye ait olan düşünce ve tavsiyeleri edebiyatımızda çokça görmek mümkündür. İnsan sağlığıyla ilgili olan tıp ilmi bütün asırlarda en cazip ilim dallarından olmuştur. Mü’mine farzdır eyâ rûh-ı revân İlm-i ebdân ile ilm-i edyân Tıbdır akvâ-yı mühimmât-ı fünûn Anı münkir değil illâ mecnûn Nabi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Kültür Herhangi bir edebiyatın, bulunduğu dönemin hayatını yansıtmaması mümkün değildir. Şair ve sanatkârlar da yaşadıkları dönemin ve içinde doğdukları toplumun değer yargılarından, hayat telakkilerinden, kültüründen etkilenirler ve bu etki onların eserlerine de yansır. Bu yönüyle edebiyat toplum biliminin en temel kaynakları arasında yer alır. Kültürel düzeyi yüksek ediplerimiz, toplum düzenini, dönemin siyasi durumunu, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup bitenleri çok iyi değerlendirmişlerdir. Yaşadıkları toplumda hayatın bütün renklerini eserlerinde yansıtırlar. Hayat ile edebiyatı yoğururken ramazanı, bayramı, düğünü, ölümü, merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, zamaneden şikayeti şiirlerine nakşederler. Onlar da insandır; şaka yapar, eğlenir ve üzülürler. Beşerî duygularını dolduran olayları şiirlerinde zevkle ifade ederler (Pala, 1992:52). Duygu ve düşünceler, özellikle Osmanlı toplumunda, çoğunlukla şiirsel söylem içinde ifade edildiğinden şairler aynı zamanda yaşadıkları dönemin bilgesidirler. On iki ayın sultanı olan ramazan, iftarıyla, sahuruyla, mahyalarıyla, mukabeleleriyle, teravihiyle, bu aya mahsus olarak tesis edilen eğlence mekânlarıyla, büyükküçük herkesin hoşça vakit geçirecek vesileler bulduğu mübarek bir aydır. Böyle bir mâh-ı mübârek ola mı mü’mine hîç Şem’-i gufrân-ı Hudâ her şeb olur şu’le-feşân Vasıf Ramazânda bir âli-şan ederler O şehr-i sıyâmı zîşân ederler Fukarâ gönlünü gülşen ederler Mevlâya emanet olsun Erzurum Alvarlı Muhammet Lutfi Ramazanın sonu bayramdır. İki ay on gün sonra da Kurban Bayramı idrak edilir. Bu her iki dinî bayram kendine özgü hususiyetleriyle bahse konu edilir. Âfâk bütün hande, cihân başka cihândır; Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamândır! Mehmet Akif Merhamet eyleye merhamet kânı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Iyd-i udhiyeniz mübârek olsun Alvarlı Muhammed Lutfi Edipler zaman zaman devirlerinde işlenen kötülüklerden, haksızlıklardan, olumsuzluklardan şikayet ederler. Asrda zındık-sîmâ şeyhler Müstecâb’üd-da’valıkla laf atar Gaybden mansıb virüp tâliplere Aldatup halkı velâyetler satar Nabi Bir alay mekteb-i âlî denen yerler var; Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar. Şu ne? Mükiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne? O mu? Baytar. Bu? Zirâ’at. Şu? Mühendishâne. Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok; yalnız, Ne yetişdirdi ki şunlar acaba? Anlatınız. Mehmet Akif “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinde ifade edildiği gibi ölümden kurtuluş yoktur. Hadisteki ifadesiyle ölüm, hâdimül’-lezzât’tır; yani lezzetleri acılaştırandır. Hayattan daha gerçektir. Kanı ol ışk eri heyhât kanı ol merd-i pür tâ`at Hayıf kim hâdimü’l-lezzet bize her nef’i zarr kıldı Kemal Ümmi Şu yalan dünyaya konup göçenler Ne söylerler ne bir haber verirler Yunus Büyük randevu ne zaman, saat kaçta? Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta? Necip Fazıl Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Bireysel Etkinlik Türk İslam Edebiyatının Kaynakları • Yahya Kemal BEYATLI’nın “Sessiz Gemi” başlıklı şiirini bulup okuyunuz. Dil Edebiyatın ana malzemesi dildir. Dilin inceliklerinden faydalanan sanatkâr, kendine has bir tarz ve üslup edinir ve eserine çekicilik kazandırır. Atasözleri, vecizeler, deyimler, tabirler; ayet ve hadislerde olduğu gibi iktibas yapılır. Çoğu zaman irsal-i mesel (örnek getirme) yöntemiyle ele alınır; anlam çağrışımlarıyla birlikte hatırlanırlar. Hem Arapça ve Farsça’da mevcut olan atasözleri, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık ve zenginlik kazandırdığı için tercih edilir. “Safâyı al, kederi (sana üzüntü vereni) bırak” manasına gelen, “Huz mâ-safâ da’ mâ -keder” sözünü şair bir beytinde şu şekilde kullanır; Al ele câm-ı safâyı kahve fincanın gider Bu mesel meşhurdur “huz mâsafâ da’ mâ keder” Mehmet Çelebi Farsça “dest ber bâlâ-yı dest” olarak ifade edilen “el elden üstündür” atasözünü bir beyitte lafzan iktibas edilerek şöyle ifade edilir; Pençe-i şîr olsa pençen âhir eylerler şikest Bu mesel meşhûrdur kim “dest ber bâlâ-yı dest” Şairler, halk dilinde mevcut olan ve herkes tarafından tekrar edilegelen Türkçe atasözlerinden de çokça istifade etmişlerdir. “Sabırla koruk helva olur” sözü, şair tarafından bir beyitte şu şekilde işlenir; Sabrı elden komamaktır evlâ “Ki olur sabr ile koruk helvâ” Taşlıcalı Yahya Bunlardan başka kendileri atasözü hâline gelmiş, müstesna güzellikte beyitler ve mısralar da vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi Muhibbi İnsana sadâkat yakışur görse de ikrâh Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh Ziya Paşa Şairler, halk arasında kullanılan tabirlere, ifadeyi güzelleştirme adına, sıkça başvururlar. “Ekmeğini taştan çıkarmak” tabiri de bir beyitte şu şekilde işlenir; Âkil isen rızk içün gerdûn-ı dûna eğme ser Âsiyâb-âsâ yürü var “ekmeğini taştan çıkar” Bursalı Haşimi Tarihsel Kaynaklar Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklardır. Bunlar; biyografik kaynaklar ve bibliyografik kaynaklar olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. Biyografik Kaynaklar Biyografik kaynaklar, sanatkâra ilişkin kişisel bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer veren kaynaklardır. Türk edebiyatının biyografik kaynakları kısaca şunlardır: Şair Tezkireleri: Şairler hakkında bilgi veren önemli kaynaklardır. Bunlardan başka Mevlevî şairler, Enderun şairleri, illere mahsus olmak üzere bir ilin şairlerini toplayan ve o ilin ismiyle anılan şair tezkireleri gibi, şairleri ayrı ayrı toplayan tezkireler de vardır (Levend, 1988: 249) . Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. Bazen şairin sadece adını zikreden tezkireler vardır. Şair hakkında kısa bilgiden başka, şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır. Bu bakımdan klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir (Kemikli, 2010: 34) . Bunlardan bazılarına yazarları ile birlikte aşağıda kısaca işaret edilmiştir. Mecâlisü’n-Nefâis: Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire, Ali Şir Nevai’nin (14411501) 1491’de kaleme aldığı eseridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Heşt Behişt: 1538 yılında, Edirneli Sehi Bey (ö. 1548) tarafından yazılmıştır. Sehi Tezkiresi olarak da adlandırılır. Tezkiretü’ş-Şuarâ: Latifi (1491-1582) tarafından yazılmıştır. Türkiye Türkçesiyle yazılan ikinci tezkiredir. 1546 yılında yazılarak Kanuni’ye sunulmuştur. Latifi Tezkiresi olarak da bilinir. Meşâiru’ş-Şuarâ: Âşık Çelebi (1519-1571) tarafından kaleme alınmıştır. Son asırda: Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri, Sadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri, Nail Tuman’ın Tuhfe-i Naili adlı eseri, tezkirecilik geleneğini devam ettiren önemli kaynaklardır. Sakıb Dede’nin Sefine-i Mevleviye’sinde olduğu gibi sadece Mevlevileri anlatan; Kilari Ahmed Refi’nin manzum olarak kaleme aldığı Enderunlu Şairler, Hattatlar, Musikişinaslar Tezkiresi’nde olduğu gibi sadece Enderunda yetişen şairleri işleyen; yine Ali Emiri’nin Diyarbakır’da yetişen şairleri tanıttığı Tezkire-i Şura-yı Amid’de olduğu gibi, sadece bir şehirde yetişen şairleri ele alan tezkireler de vardır. Şekâiku’n-Nu’maniyye, Çeviri ve Zeyilleri: Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’den başlayarak her padişah zamanında yetişen âlimlerin, şeyhlerin ve şairlerin biyografisini toplayan, hayatları hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır. Meşhur kişilerin ölüm tarihlerini ve yerlerini bildiren eserler: Vefeyat, Hadikatü’l-Cevami. Mecmuâtu’t-Terâcimler: Alim, şair, sufi, devlet adamı gibi toplum içinde temayüz etmiş şahısları anlatan muhtelif biyografik eserlerdir. Biyografik-Bibliyografik kaynaklar: Keşfu’z-Zünun ve Esmaü’l-Müellifin gibi eserler (Kemikli 2010: 33). Bibliyografik Kaynaklar Edebî eser hakkında bilgi veren kaynaklarımız çok azdır. Bunlar, Mevzu`atu’lUlum, Keşfü’z-Zünun ve zeyilleri, Mahzenü’l-Ulum’dur. Mevzuâtu’l-Ulûm, Arapça yazılmış olan Miftahu’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade adlı eserin, Taşköpri-zade Ahmed Efendi’nin Kemali mahlaslı oğlu Kemaleddin Mehmed (1551-1620) tarafından yapılan çevirisidir.Eser, iki cilt hâlinde basılmıştır. Keşfü’z-Zunûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, Katip Çelebi tarafından Arapça olarak yazılmıştır. Eserde 15.000’e yakın kitap, 10.000 kadar da yazar adı vardır. 300’den çok bilimin de konuları gösterilmiştir. Katip Çelebi, kitaplıklarda görüp okuduğu binlerce kitap ile yirmi yıldır sahaflarda rastladığı kitapları eserine almıştır. Daha sonraki dönemlerde bu eserin zeyilleri de yazılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları Özet Mahzenü’l-Ulûm, Sergis Orpilyan ve Seyyid Abdülaziz-zâde Mehmed Tahir’in birlikte gerçekleştirmek istedikleri bu eserin ancak birinci bölümünü kapsayan ilk cildi basılabilmiştir (Levend 1988: 444) . •Türk İslam edebiyatının kaynakları iki açıdan ele alınıp incelenebilir: •1. Sanatkârı ilmî ve fikrî düzeyde besleyen kaynaklar, •2. Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklar. •İnsanlar gibi medeniyetler de birbirlerini etkileme ve etkilenme özelliğinden uzak değillerdir. Türk İslam edebiyatı, İslam medeniyeti etkisi altında gelişen bir edebiyattır. Edebî eserin muhtevasına kaynaklık eden pek çok amil vardır. •Türk İslam Edebiyatı, İslâm dininin ve özellikle tevhit inancının oluşturduğu telakkiler, kavramlar ve bilgilerden yararlanarak gelişmiş bir edebiyattır. •İslam medeniyeti havzasında gelişen ilimler, İslam estetiğini ve sanat telakkisini beslediği gibi, edebî eserin muhtevasını da oluşturmuşur. •Türk İslam edebiyatı, genel olarak kitabi ve mücerret bir edebiyattır. Bu bakımdan lafzi ve manevi iktibas yoluyla Kuran ve hadis metinleri, peygamberlerin kıssaları ve mucizeleri, tarihî ve efsanevi kişiler ve maceraları, dinî ve felsefî telakkiler, çağın batıl ve hakiki olmak üzere tüm ilimleri, kültür ve dil bu edebiyatın muhteva kaynakları arasında yer alır. •Sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklara tarihsel kaynaklar denir. Bu kaynaklar da iki grupta ele alınmaktadır: •1. Şaire ilişkin şahsi bilgilere ve sanatına dair değerlendirmelere yer veren Biyorafik kaynaklar, •2. Edebî eser hakkında bilgi veren Bibliyografik kaynaklar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Bir şair veya yazarın eserinde ayet veya hadise yer vermesine ne ad verilir? a) İntihal b) İktibas c) İntibak d) İnikas e) Hiçbiri 2. Aşağıda boş bırakılan yere gelmesi gereken ifadeler hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? İslam kültürü etkisinde gelişen Türk edebiyatının gösterdiği özellikler açısından, ………………………, ………………………………….. ve …………………………… olmak üzere üç kolda gelişme gösterdiğini görüyoruz. a) Tekke edebiyatı-Tasavvuf edebiyatı- Dinî edebiyat b) Enderun edebiyatı- Eski Türk edebiyatı- Yüksek zümre edebiyatı c) Divan edebiyatı- Tekke/Tasavvuf edebiyatı-Halk edebiyatı d) Halk edebiyatı-İran etkisinde gelişen Türk edebiyatı e) Hiçbiri 3. “Remlin ahkâmını gerçek sanma/Gaybı Allah bilir aldanma” beytinde edebiyatımızın muhteva kaynaklarından hangisine temas edilmiştir? a) Kur’an b) Hadis c) Peygamber kıssaları d) Çağın ilimleri e) Mucize ve Kerametler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 4. Aşağıdaki beyitte şair, hangi İslami ilim dalına ait kavramlara işaret etmektedir? Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ a) Kelam b) Hadis c) Akaid d) Tefsir e) Fıkıh 5. Aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır? a) Şair tezkirelerinde şairler hakkında kısa bilgiler bulunur. b) Bazen şairin sadece adını kaydeden tezkireler vardır. c) Klasik şiirin eleştiri kaynakları olarak da tezkireler ayrıca önemlidir. d) Şairlerin şiirlerinden örnekler vererek şairliğine dair bir iki cümle de olsa değerlendirme yapan tezkireler de vardır. e) Tezkireler şairleri; meslek, meşrep ve bölge ayrımı gözetmeksizin toplamış önemli kaynaklardır. Tabîb-i kâinâta redd-i rûh-ı mürde bir şey mi? 6. mısraında edebiyatın hangi kaynağına gönderme yapılmıştır? a) Tıp ilmine b) Haşir akidesine c) Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi mucizesine d) Öldükten sonra dirilmenin sadece ruhen olacağına e) Diriltme mucizesine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 7. Türk edebiyatında bilinen ilk tezkire ve yazarı hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? a) Osmanlı Müellifleri- Bursalı Mehmed Tahir b) Sehi Bey Tezkiresi- Sehi Bey c) Mecalisünnefais- Ali Şir Nevai d) Meşairuşşuara- Âşık Çelebi e) Hiçbiri 8. Boş bırakılan yerlere gelmesi gereken uygun kelimeler hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? Türk edebiyatının tarihsel kaynakları, sanatkâr ve eseri hakkında bilgi veren kaynaklardır. Bu kaynaklar …………………. ve ………………… olmak üzere iki şekilde ele alınabilir. a) Tezkire ve tezakir b) Biyografik ve bibliyografik c) Panoramik ve biyografya d) Hayat ve hatırat e) Kuran ve hadis 9. Aşağıdaki eser ve yazar eşleşmelerinden hangisi yanlıştır? a) Bursalı Mehmed Tahir-Osmanlı Müellifleri, b) İbnülemin Mahmud Kemal İnal-Son Asır Türk Şairleri c) Sadettin Nüzhet Ergun -Türk Şairleri d) Nail Tuman-Tuhfe-i Naili e) Sakıb Dede-Mevzuatululum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları 10.Edebî eser hakkında bilgi veren tarihsel kaynaklarımız çok azdır. Bu kaynaklar hangi seçenekte doğru olarak verilmiştir? a) Mevzuatululum-Keşfüzzünun ve zeyilleri-Mahzenülulum b) Mevzuatululum-Mucemulüfehres-Silsilename c) Mahzenülulum–Heştbehişt–Müellefat-ı Osmani d) Keşfüzzünun ve zeyille –Vefeyat–Atrabulasar e) Menakıb-ı Hünerveran-Tuhfetül-Hattatin-Tezkiretülevliya Cevap Anahtarı 1-b, 2-c, 3-d, 4-a, 5-e, 6-e, 7-c ,8-b, 9-e, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatının Kaynakları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akkuş, Metin (2000), Divan Şiirinde İnsan-I Dinî Kişilikler: Erzurum. Akyüz, Kenan vd., (1990). Fuzûlî Divanı: Ankara. Eraydın, Selçuk (1994), Tasavvuf ve Tarikatlar: İstanbul. Ersoy, Mehmet Âkif (2006). Safahat: İstanbul. Göktaş, Mehmet (2003), Divân Şiirinde İnsan Telâkkisi (Basılmamış Doktora Tezi): Erzurum. Güzel, Abdurrahman (2009) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı: Ankara. Kemikli, Bilâl(2010), Türk İslâm Edebiyatı Giriş: İstanbul. Kısakürek, Necip Fâzıl (1993), Es-selâm, Mukaddes Hayattan Levhalar: İstanbul. Levend, Âgâh Sırrı (1988), Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara. Levend, Âgâh Sırrı (1984), Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar: İstanbul. Lutfi, Hace Muhammed (1996), Hulâsâtü’l-Hakâyık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî: İstanbul. Pala, İskander (1989), Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü: Cilt: I-II. Ankara. Pala, İskander (1996), Divan Edebiyatı: İstanbul. Pekolcay, Neclâ (2002), İslâmî Türk Edebiyatı: İstanbul. Şardağ, Rüştü (1976), Klasik Divan Şiirimiz: İstanbul. Şener, H. İbrahim ve Âlim Yıldız (2010), Türk İslâm Edebiyatı: İstanbul. Tolasa, Harun (1973) Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası: Ankara. Yılmaz, Mehmet (1992), Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İÇİNDEKİLER NAZIM ŞEKİLLERİ • Beyit Esasına Dayanan Nazım Şekilleri • Bent Esasına Dayanan Nazım Şekilleri TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Doç. Dr. Alim YILDIZ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam Edebiyatı'nda şiirin önemini kavrayabilecek, • Beyit esasına dayalı nazım şekillerinden mısra, beyit, gazel, kaside, mesnevi vb. gibi nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olabiecek, • Bent esasına dayalı nazım şekillerinden rübai, tuyug, murabba, muhammes, müseddes, terkib-i bent ve terci-i bent vb. nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olacabileceksiniz . ÜNİTE 3 Nazım Şekilleri GİRİŞ Birçok kimse tarafından çeşitli tanımlamaları yapılan şiirin, herkes tarafından kabul edilen bir tarifi bulunmamaktadır. Bu yüzden şiir, tarifini yapan kimselere göre farklı bir yönüyle karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu da doğal karşılamamız gerekir. Çünkü herkesin üzerinde mutabık kalacağı bir tarif, şiirin kendi özünü, anlamını ya da varoluş sebebini ortadan kaldırmak olacaktır. Şiir dört duvarla sınırlanacak bir obje veya nesne değildir. Şiir hayaller dünyasına olduğu kadar hayal ötesine uzanan, akıl ve mantığın sınırlamalarına aldırmayan bir süreçtir. Şair, hayallerini kullanmak suretiyle, aklına estiği anda kendine has mükemmel bir dünya kurar; kendine hayranlıkla bakan insanlara oradan seslenir. Olmazları olur, düşünülmezleri düşünülür hâle getirir. Şair, bakan değil baktığını gören hem de başkalarının görmediklerini gören kimsedir. Bütün bunları yaparken kelimelerin sihrinden yararlanır. Az sözle çok şey anlatır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı şiir, insanlık tarihi boyunca edebiyatın en önemli ve en vazgeçilmez kısmı olmuştur. Türk İslam edebiyatında da şiir, edebiyatın en önemli konusunu oluşturur. Manzumelerin mısra sayısı, bent sayısı, bunların sıralanış şekli, kafiye örgüleri, kompozisyonu gibi dış yapıları ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları isme nazım şekli denir. Eski edebiyatımızda mısra esasına dayalı bir nazım şeklinden bahsetmek gerekir. Esasen nazım, nesir mukabili olarak, “vezinli ve kafiyeli söz” demektir. Divan şiirinde nazım şekilleri beyit veya bentlerden meydana gelmekte, beyit ve bent sayılarına göre de farklı isimler almaktadır. Biz de bu ünitede, beyit esasına göre nazım şekilleri ve bent esasına göre nazım şekilleri olmak üzere iki ana bölüm hâlinde konuyu ele alacağız. BEYİT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ Divan şiirinin asıl nazım birimi beyittir. Beyit ise, iki mısradan oluşur. Beyt, “ev” anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Böyle olunca her bir mısra da birer kapıya benzetilir. Nazım şekillerinin büyük bir kısmı, beyit sayı ve kafiyelenişine göre isimlenirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Nazım Şekilleri Âzâde Mısra Azade, ikinci mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısradır. Muallim Naci’nin, kendi resmi altına yazdığı “Muzhıkât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler” mısraı, azade mısraya güzel bir örnektir. Azade adı verilen mısralar, genelde, ders alınması gereken veya nükte yapılmış olan sözlerdir. Aşağıdaki azadeler Ragıb Paşa’ya aittir: “Şecâ‘at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” “Eğer maksûd eserse mısrâ‘-ı berceste kâfîdir” “Ne ararsan bulunur derde devâdan gayri” Beyit Aynı vezinle yazılmış, anlamca birbirine bağlı iki mısradan oluşan nazım birimine beyit denir. Bu tanıma göre beyit, aynı vezinde olan iki mısradan meydana gelmelidir. Vezinleri farklı olan iki mısraya beyit denilemez. Ayrıca, beyti oluşturan mısraların birbirleriyle kafiyeli olması da gerekmemektedir. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte musarrâ‘ adı verilir. Bir şiirde musarrâ‘ olan ilk beyte Matladenir. Beyit, tek başına bulunabildiği gibi, bir şiirin parçası da olabilir. Kimesne çekdiğim bilmez benim Allâh’dan gayrı Nice mihnet çeker gönlüm kemend-i âhdan gayrı Enveri Kesb-i mahâret eylemeyince tüfengle Mümkün mü kimse gâlib ola hasma cengle Şeyhülislam Arif Hikmet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Nazım Şekilleri Ferd Divanların sonlarında yer alan beyitlerdir. Buna müfred de denir. Müfredler, genel olarak, bir nükte veya hikmeti içerir. İlk mısra ile ikinci mısra arasında kafiye şartı aranmaz. Bu âlemde kimesne gamsız olmaz Eger olsa benî âdem degildir Hamdullah Hamdi Cemâlin zeyn eden hep dilber olmaz Her âyîne düzen İskender olmaz Cem Sultan Bileydim sevmez idim sevdiğimi bilmedi bilmem Gözüm görmüş gönül sevmiş özüm bilmişdir bilmem Esrar Dede Gazel Arapça kökenli olan gazelin kelime anlamı: “Mahbûbenin hüsn ü hâlini medh ederek kendine takılma, bu yolda şiir söyleyerek mahbûbe ile eğlenme” ve “Güzel kadınlar sözü ve medhi ve dahi kadınlar musâhabetin sevmek” demektir. Kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek anlamına gelen gazel, Arap edebiyatında ayrı bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında “aşktan, sevgiliden” söz eden bölümlere verilen addır ve nesip karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraki zaman içerisinde, şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu durumlar karşısındaki duygularını anlatan uzun yahut kısa şiirlere gazel denilmiştir. İran’ın İslam’ı kabulünden sonra gazel, Arap edebiyatı etkisinde gelişen; İran edebiyatında lirik şiirin en beğenilen nazım şekillerinden biri olmuştur. Gazel, köken itibariyle, kaynağı eski Arap şiirine dayanmaktadır. Oradan İran edebiyatına geçmiş olup bağımsız bir nazım şeklini kazandıktan sonra, aynı niteliklerle Türk edebiyatındaki özel yerini almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Nazım Şekilleri Divan şiirinin en yaygın nazım şekillerinden olan gazelin kafiye örgüsü “aa /ba /ca /da” şeklinde olup bazı beyitlerle içindeki kısımlara özel isimler verilmiştir. İlk beyit kendi arasında kafiyeli (musarra‘), sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest; ikinci mısraları ilk beyitle kafiyeli olan gazelin ilk beytine matla, son beytine maktadenir. İkinci beytine hüsn-i matla, sondan bir önceki beyte de hüsn-i maktaadı verilir. Bu beyitlerin matlave maktabeyitlerinden güzel olmasına özen gösterilir. İlk beytin mısralarından biri, maktada ikinci mısra olarak tekrar edilirse buna redd-i matla, aynı yerde diğer mısralardan biri tekrar edilirse redd-i mısra denir. Bu şekil gazel, daha çok Tanzimat döneminde görülür. Şair, mahlasını son veya sondan bir önceki beyitte söyler; bu beyte mahlas beyti veya mahlas-hâne adı verilir. Mahlas edinmeye “tahallus etme” denir. Şairin, mahlasını son iki beyitten önceki beyitlerde de söylediği vakidir. Gazelin ilk beytinden sonraki iki beyit kendi aralarında kafiyeli olursa bu gazele gazel-i dü-beyt; üç beyit kendi aralarında kafiyeli olur ise, buna da zâtü’lmetâli‘ veya zü’l-metâli‘ adı verilir. Gazel, genel olarak, 5-15 beyitten oluşur. Beyit sayıları, daha çok 5, 7, 9, 11 olan gazeller çoğunluktadır. Beyit sayısı 15’ten fazla olursa buna mutavvel gazel denir. Eger şair, mahlasının geçtiği beyitten sonra zamanın padişahını, bazı tarikat ulularını över ise, bu tip gazellere müzeyyel gazel adı verilir. Gazel beş beyitten az ise, buna nâ-tamam (eksik) gazel denir. Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya şeh beyit adı verilir. Şair, gazelin bütün beyitlerini en güzel şekilde yazmaya özen gösterir. Her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz; tamamında tek konu işlenen ve anlam bakımından birbirini tamamlayan gazellere de yek-âhenk adı verilir. Bir mısraı veya mısraın bir kısmı Arapça veya Farsça yazılmış gazellere de mülemma‘ gazel adı verilir. Musammat gazel adı verilen bir gazel çeşidi vardır. Mısra sonlarında olduğu gibi, mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazellere musammat gazel denir. Musammat gazeller, genel olarak, aruzun iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarıyla yazılır. Bu kalıplar, daha çok 4 mefâ‘îlün veya 4 müstef‘ilün kalıplarıdır. İlk veya ikinci beyitten başlayarak bu eşit parçalardan ilk üçü kendi aralarında kafiyelenerek her beyit küçük bir dörtlük şeklini alır. Buna göre kafiye şeması: aa/xa/xa/xa/xa olan bir gazelin kafiyelenişi: xaxa/bbba/ccca/ddda/eeea veya: baba/ccca/ddda/eeea şeklini alır. Bir örnek: Beni cândan usandırdı - cefâdan yâr usanmaz mı Felekler yandı âhumdan - murâdım şem’i yanmaz mı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Nazım Şekilleri Kamu bîmârına cânan - devâ-yı derd eder ihsân Niçün kılmaz bana dermân - beni bîmâr sanmaz mı Gamım pinhân dutardım ben - didiler yâre kıl rûşen Disem ol bî-vefâ bilmem - inanır mı inanmaz mı Şeb-i hicrân yanar cânım - döker kan çeşm-i giryânım Uyarur halkı efgânım - kara bahtım uyanmaz mı Gül-i ruhsâruna karşu - gözümden kanlu akar su Habîbim fasl-ı güldür bu - akar sular bulanmaz mı Değildim ben sana mâil - sen itdin aklımı zâil Bana ta‘n eyleyen gâfil - seni görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır - hemîşe halka rüsvâdır Görün kim bu ne sevdâdır - bu sevdâdan usanmaz mı Divan şiirinde gazele fevkalâde önem verilmiştir. Çünkü bir şairin şairliği, yazdığı gazel ile ölçülür. Fuzuli, bu hususa şu beyitlerle işâret eder: Gazel bildirir şâ‘irin kudretin Gazel artırır nâzımın şöhretin Ki her mahfilin zînetidir gazel Hıredmendler san‘atıdır gazel Gazeller, işlenen konulara ve bu konulara bağlı üsluplara göre, şu isimleri alır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Nazım Şekilleri Aşkla ilgili her türlü acı, sıkıntı, mutluluk, sevgi, yakarış ve benzeri içli duyguların anlatıldığı gazellere “âşıkâne gazel” denir. Fuzuli ’nin gazelleri gibi. İçki ve şarap ile ilgili çeşitli düşünceler, dünya ve hayata aldırış etmeme, yaşamaktan zevk alma ve benzeri konulu gazellere “rindâne gazel” denir. Baki ’nin gazelleri gibi. Kadın ve ten zevklerinin ağır bastığı bir aşkı anlatan gazellere “şûhâne gazel” denilir. Nedim’in gazelleri gibi. Hayat dersi veren, öğretici ve veciz söyleyişli gazellere de “hakîmâne gazel” adı verilir. Nâbî ’nin gazelleri gibi. Bestelenmek üzere yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan kişilere gazelhân adı verilir. Gazel şeklinde şiir yazan usta şairlere gazelserâ adı verilir. Türk şiirinin en ünlü gazelserâları; Fuzuli, Baki, Nevi, Şeyhulislam Yahya, Nâbî, Nedim ve Sebk-i Hindî tarzı gazeller yazan Şeyh Galip’tir. Kasîde Bilerek ve isteyerek bir işe teşebbüs etmek, girişmek anlamına gelen kaside, “belli bir amaçla yazılmış manzume” şeklinde tarif edilmektedir. Bir başka tarifi de şöyledir: “İkişer mısralık ve son mısraları birbiri ile kafiyeli beyitlerden müteşekkil, emek mahsulü manzumeler olup, aynı zamanda muayyen mevzuların dahilî bir tertip ve nizam içinde işlenmesini de gerektiren bir edebî nevidir.” Türk edebiyatında, din ve devlet büyüklerini övmek maksadıyla, belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlere kaside denir. Kasideler yazıldıkları devrin insanlarının; yönetici ve büyüklere karşı bakış açılarını, onları nasıl gördüklerini ve onlara nasıl hitap ettiklerini göstermesi bakımından da kültür tarihimize ışık tutan önemli eserlerdendir. Kaside, Arap edebiyatında ilk dönemlerden beri var olan bir nazım şeklidir. Rivayete göre, ilk kasideyi Arap şairlerinden Mühelhil b. Rebî‘a et-Tağlibî söylemiştir. R. Blachèr’e göre, muhtemelen kaside, miladi V. Yüzyılın ortalarında Doğu Arabistan’da Bekir ve Tağlib kabileleri arasında gelişmiş, Hira muhiti vasıtasıyla yayılma imkânı bulmuştur. Kaside, önce İran edebiyatına, buradan da Türk edebiyatına geçmiştir. Kaside, beyitlerle yazılan bir nazım şeklidir. Kafiyelenişi, gazel ile aynıdır. Ancak, gazelden çok uzundur. Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta denir. Matlatekrar edilir veya yenilenirse buna redd-i matla veya tecdîd-i matla denir. Bu matlalar birden fazla olursa, bunlar, sırasıyla, matla-ı evvel, matla-ı sânî, matla-ı sâlis adını alırlar. Böyle kasidelere zü‘l-metâli veya zâtü’l-metâli denir. Şairin mahlasının geçtiği beyte tâc beyt adı verilir ve son beyitlere doğru bulunur. Kasidenin en güzel ve anlamlı beytine ise, beytü’l-kasîd denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Nazım Şekilleri Kasidede beyit sayısı en az 31, en fazla 99’dur. Beyit sayısı 31’den aşağı olan Kaside olduğu gibi, 99’dan yukarı olanlar da vardır. Arap edebiyatında ise, bu sayı 30-120 arasında olmakla beraber, İbnü’l-Fârız’da görüldüğü gibi 700 beyti aştığı da olmuştur. Beyitler hâlinde yazılan kasidenin ilk beyti kendi arasında, sonraki beyitler ise ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli olup kafiye şeması: (aa/ba/ca/da..) şeklindedir. Türk şiirinde kaside, XV. Yüzyıldan itibaren kendini gösterir. Şeyhi ve Ahmed Paşa’nın kasideleri, bu yüzyılın başta gelen örnekleridir. XVI. Yüzyılda Hayali, Fuzuli, Nevi, Baki ve Ruhi gibi şairlerin elinde gelişen Türk kasideciliği; XVII. Yüzyılda en büyük kaside ustası olan Nefi’yi yetiştirmiştir. Kaside, nesip (teşbip), girizgah (giriz), methiye, tegazzül, fahriye, dua olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır. Nesîb-Teşbîb Kasidenin girişi ve şiir yönü en ağır basan bölümüdür. Beyit sayısı 15-20 arasındadır. Kasidede asıl amaç bir büyüğü övmektir. Fakat şair doğrudan övgüye başlamaz kasidenin mukaddimesi sayılan nesip bölümüne bir tasvirle başlamak ister. Nesibin konusu ise, bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin anlatılması, tasviri gibi çok çeşitlidir. Kasideler, genel olarak, nesip bölümünde işlenen konulara göre isimlendirilir. Bazen da redifi, redif yoksa kafiyesine göre ad verilir. Nesip bölümünde anlatılan konulara göre şu isimleri alır: bahariye, şitaiye, temmuziye, ramazaniye, ıydiye, nevruziye, rahşiye, hammamiye, dariye, cülusiye, kudumiye (istikbaliye), fethiye, sulhiye” adlandırmaları da, kasidelere başlık olan diğer edebî tür adlarıdır. Bazı kasideler de rediflerine göre; gül, sünbül, kerem, güneş, su, tig, kalem (kasidesi) şeklinde adlandırılırlar. Girîzgâh (Girîz) Kasidelerin nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen beyit veya beyitler demektir. Mensur yazılarda veya hutbelerdeki “ammâ ba‘d” sözüne mukabil, kasidedeki girizgah beyti, gelişigüzel söylenmeyip yerine göre uygun nükteli bir veya iki beyitle methiye bölümüne geçer. Bu işin ustası Nedim ve benzeri şairlerdir. Medhiyye Kasidenin asıl bölümü, methiye kısmıdır. Çünkü kaside, büyükleri övmek, medh etmek maksadıyla yazılır. Bu bölümde şair, kendi becerisini ve şiir yeteneğini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Nazım Şekilleri göstermek için, övülen kişide dile getirdiği özelliklerin olup olmadığını dikkate almaksızın övgüler söyler. Şair, bu bölümde bütün maharetini gösterir. Edebî sanatlardan teşbih sanatı, en çok bu bölümde kullanılır. Bu da, kendine kaside yazılan kişiyi lutuf ve ihsanı, cömertlik, adalet, güç, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırarak yapılır. Bu bölümün şiir yönü oldukça zayıftır. Dil, diğer bölümlere nazaran daha ağır ve ağdalıdır. Tegazzül Tegazzül, Arapça olup, gazel söyleme, gazel tarzında şiir söyleme anlamına gelmektedir. Kasidenin bir bölümü olması nedeniyle, genel olarak nesip (teşbip) bölümünden sonra yazılır ve tecdîd-i matla ile başlar, mahlas beyti ile sona erer. Şair, bir fırsatını bularak, aynı ölçü ve kafiyede bir gazel söyler. Şair, gazel söyleyeceğini, duruma uygun bir beyitle haber verir. Fahriyye Övünülecek şey anlamına gelen fahriye, şairin kaside içinde kendini övdüğü bölümdür. Şemseddin Sami fahriyeyi, “Şairin eski Arab usûlü üzre kendi evsâf ve fezâilini ve ale’l-husûs şecâ‘at, kerem ve sehâvetiyle fesâhatını ta‘dâd ve medh yolunda söylediği kaside”, diye tarif etmektedir. Şair, methiye bölümünde kullandığı benzetmeleri, bu defa fahriye bölümünde, İran şairleriyle kendini karşılaştırmak suretiyle yapar. Böylece kendini İran şairlerinden üstün göstererek övülen kişiyi sıradan bir şairin değil, usta bir şairin övdüğünü söylemek ister. Kasidenin bu bölümünde de, en başarılı şairin, kaside ustası Nefi olduğu görülmektedir. Nefi, fahriye bölümünde sadece kendini değil, şiiri ve şairliği de önemli bir sanat olarak övmüştür. Nefi, bununla da kalmamış, bazı kasidelerine fahriye ile başlamıştır ki, nesip bölümü bulunmayan bu kasideler de bir nevi methiye demektir. Du’â Kasidenin son bölümü olan dua, birkaç beyitten ibarettir. Bu bölümde şair, övdüğü kişinin işlerinde başarılı, ömrünün uzun; talihinin iyi ve açık olması dilekleriyle dua eder. Şair, dua bölümüne geçtiğini uygun bir beyitle belirtir. Kasideler içerisinde musammat kaside tarzında yazılmış kasideler de vardır. Musammat gazellerde olduğu gibi, musammat kasideler de genel olarak iki eşit parçaya bölünebilen kalıplarla yazılırlar. Bu kasidelerin dış kafiyelerinden başka, iç kafiyeleri de bulunur. Beyitlerde bulunan iç kafiyeden sonraki kısımları, beyitlerin altına gelecek şekilde yazıldığı zaman, halk edebiyatı nazım şekillerinden koşma tarzına dönüşmüş olur. Bu husus, gazellerde daha çok görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Nazım Şekilleri Mesnevî Klasik Türk edebiyatında değişik konuların işlenmesinde çok kullanılmış olan nazım şekillerinden biri de mesnevidir. Bir edebiyat terimi olarak mesnevinin ilk olarak İran edebiyatında kullanıldığı söyleniyorsa da, bu nazım şeklinin ilk örnekleri Arap edebiyatında görülmektedir. Buna göre Araplar, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan mesnevi nazım şekline müzdevice, aruzun recez bahri ile yazıldığı için de recez veya bunun çoğulu olan urcuze kelimesiyle ifade etmişlerdir. Urcuze, aruzun kısa bahirleriyle yazılan şiir demektir. Divan edebiyatında kaside ve gazelden sonra en yaygın nazım şekli olan mesnevi, “her beyti kendi arasında kafiyeli olan manzumeler” demektir. Konuları uzun eser ve hikayeler bu nazım şekliyle yazılır. Çünkü bu nazım şeklinde kaside ve gazeldeki gibi kafiye sıkıntısı yoktur. Mesnevi, bir terim ve bir nazım şekli olarak Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiş; XI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar bu türde sayısız eserler verilmiştir. İran edebiyatında, ilk zamanlarda, daha çok, destani konuların işlenmesinde mesnevi nazım şeklinin gelişmiş ilk örneği Firdevs-i Tusi’nin Şeh-nâme (X-XI. Yy.) isimli eserinin etkisi vardır. Mesnevi nazım şekli, sadece destani eserlerde kullanılan bir nazım türü olarak kalmamış, tasavvufi ve ahlaki konularla aşk ve macera hikâyeleri de bu nazım şekliyle yazılmıştır. Mesnevi, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bir nazım şekli olup kafiye şeması (aa/bb/cc...) şeklinde devam etmektedir. Beyit sayısında, diğer nazım şekillerinde olduğu gibi, her hangi bir kısıtlama olmaması, beyitler arasında kafiye bağlantısı bulunmaması, şairlere, işledikleri konuları istedikleri genişlikte işleme serbestîsini vermiştir. Mesnevi nazım şeklinin çok kullanılmasının sebepleri başında da bu gelmektedir. Kıt`a Aynı vezinde iki beyitten ibaret ve başlı başına bir anlam ifade eden nazımdır. Kıtalarda, daha çok 2. ve 4. mısralar kafiyeli olur. Kıtalarda matla ve mahlas beyti bulunmaz. Kafiye şeması, gazelde olduğu gibi, (xa/xa) şeklindedir. İki beyitli kıtaların (ab/ab) şeklinde kafiyeli olanları da vardır. Beyit sayısı 35-40 beyte varan kıtalara kıta-i kebîre denir. Matla beyti olmayan bir gazel gibidir. Tarihler, genel olarak, kıta nazım şekliyle yazılır. İlk beyti kafiyeli olanlara nazım adı verilir. Kıtalarda beyitler arasında anlam bütünlüğü vardır ve beyitler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Nazım Şekilleri Kıtalarda, felsefi ve tasavvufi fikirler, bir kişiyi övme veya yerme, bir olayın tarihi, bir hayat görüşü, bir nükte gibi çeşitli konulara yer verilmiştir. Uzun kıtalarda bazan şairin mahlasını da söylediği görülür. Kıta ile rübai çoğu zaman karıştırılır. Kıtanın en bariz özelliği, ilk beytinin kafiyeli olmayışıdır. Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı rahmetinden Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı Ziya Paşa Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrün Ki fesâd-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler Gâh bir harf sükûtıyla eder nâdiri nâr Gâh bir nokta kusûrıyla gözi kûr eyler Fuzuli Müstezâd Bazı manzumelerde, özellikle gazellerde mısraların sonuna kısa ve manzum bir parça eklenir. Bu parçalara ziyade adı verilir. Böyle ziyadeli manzumelere müstezat denir. Eklenmiş anlamına gelen müstezat, gazelden türemiştir. Çoğunlukla aruzun (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır, her mısradan sonra bu kalıbın ilk ve son tefileleri olan (mef‘ûlü/fe‘ûlün) kalıbına uygun ve ziyâde denilen bir kısa mısra söylenir. Böylece müstezatın her beyti iki kısa mısra ilavesiyle dört mısradan oluşur. Bu nazım şekli, divan şiirinin sanatlı şekillerindendir. Kısa mısralar okunsa da okunmasa da beytin anlamı bir bütünlük arz eder. Bu bakımdan uzun ve kısa kalıplarla yazılmış iki ayrı gazelin içiçe girmiş hâli gibidir. Müstezatın bu şekline müstezat-ı südâsiye adı da verilmektedir. Bu müstezata südâsiye (altılı) denmesi ise, uzun ve kısa mısralardaki tefilelerin toplamının altı tane olmasındandır. Sayıları az da olsa, bazen her uzun mısradan sonra iki ziyâdeli müstezatlar da söylenmiştir. Böyle olan müstezatın kafiye şeması: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Nazım Şekilleri Aaa Aaa/BbbAaa/CccAaa/... şeklinde olur. Ziyadesi bir olan müstezatlara sade, iki mısra olanlara ise çift adı verilir. Bu nazım şekli, halk edebiyatında divan edebiyatından daha çok kullanılmış ve ziyade yerine yedekli-ayaklı gibi isimlerle yaygın bir nazım şekli hâline gelmiştir. Servet-i fünun edebiyatıyla ortaya çıkan serbest müstezat ise, aruzun hemen her kalıbıyla yazılmış olup klasik müstezat ile uzun ve kısa mısralı oluşundan başka benzer tarafı bulunmamaktadır. Keçecizade İzzet Molla’nın bülbüle hitaben söylediği şu şiir bir müstezattır: Bülbül, yetişir bağrımı hûn etti figânın Zabt eyle dehânın Hançer gibi deldi yüregim tîg-ı zebânın Te’sîr-i lisânın Âh etse n`ola bülbül-i dil meşhedim üzre Tâ mahşer olunca Çok çekdi gam-hârını gülzâr-ı cihânın Bu bâğ-ı fenânın İki ziyadeli müstezata örnek olarak da şu şiiri verebiliriz: Hey hey ne acâib bezemiş hüsn ile Bârî Bu sûret-i yâri Bu nakş-ı nigârı Her ehl-i nazar kim göre tahsîn ola kârı Bu çeşm ü izârı Kalmaya karârı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Nazım Şekilleri Ey mutrib-i dil-keş ele al çeng ü rebâbı Çâk eyle hicâbı Ref‘ eyle nikâbı Ey sâkî-i meh-veş taşa çal şîşe-i ârı Sun câm-ı ukârı Def‘ eyle humârı Uşşâkı katâr eyledi aşk içre Muhammed Ol şâh-ı mümecced Ol matlab-ı maksad Ey üştür-i dil sen olagör pîş-i katârı Çek aşk ile bârı Ye derd ile hârı Müstezatın bir başka şekli de, başka bir şairin gazeline ziyadeler ilave ederek yazılan müstezattır. Adli’nin gazeline, Osmanzade Taib mizahi anlamlı ziyadeler ekleyerek bir müstezat oluşturmuştur. Bu şiirin ilk beyti şöyledir: “O dem ki mültefit-i yâr-ı dil-firîb olurum” Dürüst söyleyemem “Fenâ-resîde-i ser-mâye-i rakîb olurum” (Adli) Fenâ-resen diyemem (Osmanzade Taib) BENT ESASINA DAYALI NAZIM ŞEKİLLERİ Rübâ´î Dörtlü demek olan rübai, dört mısralık ve kendine has vezni olan, bağımsız bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısralar kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Kafiye şeması “aaxa” şeklindedir. Rübainin üçüncü mısraı kafiyesiz olması nedeniyle hasi (hadım) denilmiştir. Rübaiye Farsça olarak; terane, dü-beyt, çar-mısra/çehar-mısra adları da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Nazım Şekilleri verilmiştir. Dört mısralı nazım ve tuyugdan ayrılan yanı, kendine has vezinlerle yazılmış olmasıdır. Kendine has vezinlerle yazılan rübainin, bahr-i hezecden yirmi dört kalıbı vardır ki, bunlar: ahrem ve ahreb diye ikiye ayrılır. Her ikisi de on ikişer kalıptır. (Mef‘ûlü) tefilesiyle başlayanlara ahreb, (mef‘ûlün) tefilesiyle başlayanlara da ahrem denir. Türk edebiyatında daha çok ahreb kalıpları ve bunların da ahenkli olanları kullanılmıştır. Şair, hepsi ahreb kalıplarından olmak üzere, rübaide ayrı ayrı kalıpları karışık olarak kullanabilir. Rübainin her mısraı ayrı ayrı vezinde olabildiği gibi, dört mısraı da aynı vezinde olabilir. Genel olarak, bir rübaide iki kalıp kullanılmıştır. Bu iki kalıptan biri 1, 2 , ve 4. mısrada, diğeri ise 3. mısrada kullanılır ki bu tertip, rübainin 3. mısrada en güçlü düşünceyi söyleme ve uyumu sağlama ilkesine uygundur. Rübailer, divanların tertibinde “Rubâiyyât” bölümünde kafiyelerine göre sıralanırlar. Rübai nazım şekli, edebiyatımıza İran edebiyatından geçmiştir. Değişik konularda yazılan rübailerde şairler, dünya görüşlerini, felsefelerini, dinî ve tasavvufi düşüncelerini, rindane tavırlarını, maddi ve manevi aşk anlayışlarını kısa ve özlü bir şekilde ancak rübaide anlatabilirler. Rübai nazım şekli, Türk edebiyatında XIV. Yüzyıldan sonra görülmeye başlamıştır. Rübai denilince akla gelen ilk şairler, Arap edebiyatında İbnü’l-Fârız; İran edebiyatında Ömer Hayyâm; Türk edebiyatında Azmizade Haleti’dir. XX. Yüzyılda ise, Yahya Kemal ile Arif Nihat Asya ilk akla gelen şairlerimizdir. Azmizade Haleti’nin rübai söylemede olan ustalığı hakkinda Nedim; “Hâletî, evc-i rübaide uçar ankâ gibi”, demiştir. Rübai nazım şekli, ince duygu ve düşüncelere, nükteli buluşlara çok uygun olması sebebiyle, divan edebiyatı nazım şekilleri içinde, günümüze kadar gelebilmiş nadir rastlanan nazım şekillerindendir. Bir de rübai-i musarra vardır ki, dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan rübailerdir. Şeması (aaaa) şeklindedir. Ancak, böyle olan rübailerde, aynı kafiyede olması sebebiyle 3. mısrada kafiye değişikliği olmadığından, 4. mısrada asıl söylenmek istenen duygu ve düşünce tam bir tesir bırakmaz. Rübai vezniyle yazılan şiirler dört mısraı geçmezken, XVII. Yüzyıl gazel ustası Şeyhülislam Yahya, rübai vezniyle bir gazel yazarak, bu alanda bir yenilik getirmeye çalışmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Nazım Şekilleri Derd ehli odur ki sormayup râh-ı necât Yanında bir ola hâr u gül zehr ü nebât Hükmün viremez bu kâr-ı zâr-ı aşkın Şemşîr-i belâyı bilmeyen âb-ı hayât Azmizade Haleti Yâ Rab dilimi sehv ü hatâdan sakla Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla Basdım reh-i vâdî-i rubâ‘îye kadem Ta‘n-ı har-ı nâdân-ı dü-pâdan sakla Nefi Âlemde huzûr etmege bir dem yoğimiş Âzâde-i gam aceb bir âdem yoğimiş Ya hep var imiş anlamadık biz yâhûd Âdem yoğimiş dem yoğimiş gam yoğimiş Ziya Paşa Tuyug Tuyug, kafiye şekli rübai gibi aruzun sadece (fâ‘ilâtün/fâ‘ilâtün/fâ‘ilün) vezniyle yazılan 4 mısralık bir nazım şeklidir. 1, 2 ve 4. mısraları kafiyeli, 3. mısra serbesttir. Şeması ise, rübaide olduğu gibi, (aaxa) şeklindedir. Az da olsa (aaaa) tarzında yazılmış tuyuglar da vardır. Dört mısraı da kafiyeli olan bu tuyuga musarra tuyug denilmektedir. Halk edebiyatında, on birli hece ölçüsüyle yazılan mâni şeklindeki dörtlüklere de tuyug denmektedir. Tuyug, Türk edebiyatına mahsus tek bentli bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mani karşılığı sayılır. Manide olduğu gibi, tuyugta da, genellikle, cinaslı kafiye kullanılır. Ancak bu tarza, daha çok Azeri ve Çağatay edebiyatlarında tesadüf edilmektedir. Edebiyatımızda tuyugun başta gelen temsilcisi olarak Kadı Burhâneddin kabul edilmektedir. Divanı’ndaki tuyug sayısı 169’dur. Tuyuglarıyla tanınmış olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Nazım Şekilleri diğer şairler Nesimi, İvaz Paşazade Atayi ve Ali Şir Nevai’dir. Tuyugta da, rübaide olduğu gibi, önemli fikir ve düşünceler özlü bir şekilde söylenir, mahlas söylenmez. Aşağıdaki örneklerden ilki normal tuyuga, diğeri musarra tuyuga örnektir. Gönlüm oldu aşkının âvâresi Gamzenin gitmez gönülden yâresi Derdime çok istedim dermân velî Yoğ imiş la‘linden özge çâresi İvaz Paşazade Atayi Âlemi yüzün gülistân eylemiş Bülbülü ser-mest ü hayrân eylemiş Anberîn zülfün perîşân eylemiş Mâhını ebrinde pinhân eylemiş Nesimi Murabba‘ Murabba, bent adı verilen dört mısralık kıtalardan oluşur. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. İlk bentin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olabilir. Buna göre kafiye şeması (bbba/ccca/ddda/eeea..) şeklinde olur. Bu durumda dördüncü mısranın, diğer bentlerin dördüncü mısralarıyla kafiyeli olması gerekir. Birinci bentin dördüncü mıraı diğer bentlerin dördüncü mısraı olarak tekrar ederse, böyle murabbalara murabba-ı mütekerrir, her bentte değişik ise buna da murabba-ı müzdevic denir. Şairin mahlası son bentin her hangi bir mısraında geçer. Murabbaın bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda murabba yazılabilir. Murabba-ı mütekerrir’e örnek: Perîşân hâlin oldum sormadın hâl-i perîşânım Gamından derde düşdüm kılmadın tedbîr-i dermânım Ne dersin rûzgârım böyle mi geçsin güzel hânım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Nazım Şekilleri Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım ... Esîr-i dâm-ı aşkın olalı senden vefâ görmem Seni her kanda görsem ehl-i derde âşinâ görmem Vefâ vü âşinâlık resmini senden revâ görmem Gözüm cânım efendim sevdiğim devletlü sultânım Fuzuli Şarkı Türk edebiyatının ürünü olan ve şekil bakımından murabbaya benzeyen şarkı, dörtlüklerden kurulur ve temel kafiye, her dörtlüğün dördüncü mısraında tekrarlanır. Genel olarak kafiye şeması (aaaa/bbba/ccca/ddda..) şeklindedir. Bu ana kafiye, bazen ilk dörtlüğün 2. mısraında da olur. Bu durumda ilk dörtlüğün 2. ve 4. mısraları, diğer dörtlüklerin 4. mısraı olarak takrarlanır ki, buna nakarat denir. Kafiye şeması (aa aa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Nakaratsız şarkılar da vardır. (baba/ccca/ddda/eeea..). İlk dörtlüğün 3. mısraı kafiyesiz olan şarkılar da bulunur. Bunların kafiye şemaları (aaxa/bbba/ccca/ddda..; aaxa/bbba/ccca/ddda...) şeklindedir. Bestelenmek için yazıldıklarından dolayı bent sayısı azdır. Bu amaçla yazılan şarkılar, daha çok, (mef‘ûlü/mefâ‘îlü/mefâ‘îlü/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Şarkıda 3. mısraya miyan veya miyanhane adı verilir. Söz ve bestenin en dokunaklı yeri miyana denk getirilir. Divan edebiyatında şarkı ustası olarak Nedim bilinir. Şarkılarının dili oldukça sadedir. Nedim’den başka Enderunlu Fazıl ve Enderunlu Vasıf da şarkı yazmışlardır. Ancak, Nedim’in şarkıları kadar başarılı değildirler. Şarkılarda konu, genelde, aşk, sevgili, şarap ve eğlencedir. Sevdiğim cânım yolunda hâke yeksân olduğum İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum Ey benin aşkıyla bülbül gibi nâlân olduğum İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum Nedim Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Nazım Şekilleri Yeni Türk edebiyatı döneminde yazılan şarkılar, genel olarak, iki bentli ve nakaratlıdır. Kalbim yine üzgün seni andım da derinden, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş! Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş. Son demde bu mevsim gibi benzim de kül olmuş, Geçtin yine dün eski hazân bahçelerinden! Yahya Kemal Terbi‘ Terbi kelimesinin sözlük anlamı “dörtleme, dörtlü hâle getirme” demektir. Bir gazelin beyitlerinden önce, başka bir şair tarafından, aynı vezin ve kafiyede ikişer mısra eklenerek yapılan murabbaya denir. Gazelde matladan sonraki beyitlerin birinci mısraları serbest olduğundan terbi, o mısraın kafiyesine göre yapılır. Kafiyelenişi şöyledir: aaaa/bbba/ccca/ddda/ eeea. Eklenen beyitlere zamime denir. Bu zamîmenin, eklendiği beyitle anlam bakımından birbiriyle kaynaşması gerekir. Az kullanılmış bir şekildir. Muhammes Her bendi beş mısradan oluşan nazım şekline muhammes (beşli) denir. İlk bentin 4. ve 5. veya sadece 5. mısraı diğer bentlerin sonunda tekrar ediyorsa buna muhammes-i mütekerrir denir. Bu iki durumda da kafiye şeması şöyledir: (aaaan /bbban /cccan /dddan an...) , (aaaaan/bbbban/ccccan/ddddan..). Bazan her bendin ilk üç mısraı kendi aralarında kafiyeli olduğu hâlde, son iki mısra bütün bentlerde aynı şekilde kafiyelenir. Bu durumda ise kafiye şeması şöyle olur: (bbbaa/cccaa/dddaa/eeeaa...). 4. ve 5. mısralar nakarat olarak da tekrar edebilir. Bentlerin beşinci mısraları değişiyorsa, buna muhammes-i müzdevic denir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda...). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Nazım Şekilleri Muhammeslerde hemen her konu işlenebilir. Ayrıca muhammes şekliyle şarkı da yazılır ki, bu tarzda yazılan şarkılara muhammes şarkı adı verilir. Aşağıya iki bendini aldığımız Enderunlu Vasıf’ın muhammesi, muhammes şarkıya örnektir. Bir nihâl-i nev-edâ Sevdim ammâ bî-vefâ Tarz u tavrı dil-rübâ Kaddi mevzûn ince bel Kıt`ası gâyet güzel .... Zülfü sünbül destedir Vâsıfâ dil-hastedir Dahi pek nevrestedir Kaddi mevzûn ince bel Kıt`ası gâyet güzel Tardiyye Beşer mısralık bentlerden oluşan tardiye, muhammesin özel bir şeklidir. Muhammes, aruzun her kalıbıyla yazıldığı hâlde, tardiye sadece (mef‘ûlü/mefâ‘ilün/fe‘ûlün) kalıbıyla yazılır. Tardiyyenin muhammesten ayrılan diğer özelliği ise, temel kafiyenin bentlerin sadece 5. mısralarında olmasıdır. Kafiye şeması şöyledir ve başka şekli yoktur: (bbbba/cccca/dddda/eeeea.) Tardiyeye tard u rekb de denir. Mesnevilerde şairler, eseri monotonluktan kurtarmak için, olayın kahramanlarının ağzından yer yer gazel, murabba gibi manzumeler söylerlerdi. Bunlara da tardiye denilirdi. Türk edebiyatında tardiye oldukça az kullanılan bir nazım şeklidir. Ancak, Şeyh Galip tardiyeye özel bir değer vermiş ve Türk edebiyatının en güzel tardiyelerini yazmıştır. Aşağıda ilk ve son bendini verdiğimiz tardiye Hüsn ü Aşk mesnevisindendir. Hoş geldin eyâ berîd-i cânân Bahş et bana bir nüvîd-i cânân Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Nazım Şekilleri Cân ola fedâ-yı îd-i cânân Bî-sûd ola mı ümîd-i cânân Yârin bize bir selâmı yok mu …. Dil hayret-i gamla lâl kaldı Gâlib gibi bî-mecâl kaldı Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı El-ân bir ihtimâl kaldı İnsâfın o yerde nâmı yok mu Şeyh Galip Tardiye, Şeyh Galip’ten önce Nedim tarafından da kullanılmıştır. Abdülhak Hamit ise, Şeyh Galip’ten çok etkilenerek, Eşber isimli manzum tiyatrosunda iki yerde tardiye kullanmıştır. Tahmis Sözlük anlamı “beşleme, beşli duruma getirme” demek olan tahmis, bir gazelin beyitlerinin önüne aynı vezin ve kafiyede üçer mısra ekleyerek yazılmış olan muhammes demektir. Kafiye şeması ise şöyledir: (aaaaa/bbbba/cccca/dddda/eeeea.) Gazelde matladan sonraki beyitlerin ilk mısraları serbest olduğundan, tahmis o mısraın kafiyesine göre yapılır. Şayet serbest olan mısraın son kelimesi kafiyeye uygun gelmezse, ondan evvelki kelime ile kafiye yapılır, son kelime ise redif olarak kalır. Tahmiste, ilave mısraların, gazelin beyitleriyle anlam ve değer itibariyle kaynaşmış olması gerekir. Aksi takdirde ek mısralar birer yama gibi kalır ve başarısız bir tahmis yapılmış olur. Gazelin makta beytinde şairin mahlası geçtiği gibi, tahmis yapan şair de aynı bentte mahlasına yer verir. Tahmis, daha çok gazellere yapılmakla birlikte kasidelere de tahmis yapılmıştır. Tahmis, divan edebiyatında muhammesten daha çok benimsenmiş bir nazım şeklidir. Çoğu şair, kendinden önceki ve çağdaşı şairlerin birkaç gazelini tahmis etmiştir. Ayrıca kendi gazelini tahmis ederek muhammes hâle getiren şairler de vardır. Bu nevi tahmislere divanlarda “tahmîs-i gazel-i hod” başlığı altında yer verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Nazım Şekilleri Tahmis edilen gazel, musammat bir gazel ise, tahmis de musammat olarak yapılır. Baki’nin, Fuzuli’nin musammat gazeline yaptığı tahmisinin ilk iki bendi şöyledir: Aceb ol şâh-ı zâlim âşıkın hûnına kanmaz mı Bu denlü nâle bir gün ana te‘sîr ide sanmaz mı Kıyâmet yok mudur sanır yâhûd haşre inanmaz mı “Meni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı” Felekler yandı âhımdan murâdım şem‘i yanmaz mı” Dem-â-dem ol gül-i handân ider cân bülbülün seyrân Nasîbi illerin ihsân benim endûh-ı bî-pâyân Eder gayrileri handân beni bin derd ile giryân “Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd ider ihsân” Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı” Taştir Taştir; terbi, tahmis ve tesdisin başka bir şeklidir. Kelime anlamı ikiye ayırmak, demek olan taştir, her hangi bir şairin beyit esasına göre kurulmuş manzumesinin, özellikle gazelinin her beytini ikiye ayırarak ortalarına iki veya daha fazla mısralar ilave etmek, demektir. İki mısra ilavesiyle murabba, üç mısra ilavesiyle muhammes, dört mısra ilavesiyle de müseddes yapılmış olur. Taştirde, ilave edilen mısraların vezin, kafiye ve beytin ihtiva ettiği anlam yönüyle asıl beyit ile uyuşması, kaynaşması gerekir. Taştirin kafiye şeması “AaaaA/BbbbA/CcccA/DdddA/EeeeA.” şeklindedir. Şair, mahlasını, ötekilerde olduğu gibi yine son bentte söyler. Baki’nin bir gazeline Yahya Kemal’in yaptığı bir taştirin ilk iki bendi şöyledir: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız” Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız Mevkûfdur o mâha samîm-i fuâdımız Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Nazım Şekilleri Âhir varınca haddine hestî-i şâdımız “Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız” “Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn içün” Ettik fedâ zevâhiri şevk-i derûn içün Sattık metâ‘-ı ömrü mey-i la‘l-gûn içün Nevbet çalınca rihlet-i milk-i sükûn içün “Allâhâdır tevekkülümüz i‘timâdımız” Müseddes Altılı demek olan müseddes, bentleri altışar mısradan oluşan nazım şekline denir. Kafiyelenişi, daha çok (aaaaaa /bbbbba /ccccca /ddddda…) şeklinde olan müseddeslere müseddes-i müzdevic denir. (aaaaaa /bbbbcc /ddddee /ffffgg…; bbbbca /ddddca /eeeeca/ffffca…) şeklinde kafiyelenen müseddes-i müzdevicler de vardır. Eğer, ilk bendin 5. ve 6. mısraı veya sadece 6. mısraı öteki bentlerde tekrarlanıyorsa buna müseddes-i mütekerrir denir. Müseddes, çeşitli konularda yazılabilir. Naili-i Kadim’in bir müseddes-i mütekerrinin ilk iki bendi şöyledir: Firâşım seng-i hârâ pûşişim şevk-i kıtâd olsun Yerim beytü’l-hazen kârım figân-ı girye-zâd olsun Ten-i mecrûhuma ta‘n-ı adû zahm-ı ziyâd olsun Edenler gönlümü âzürde mesrûru’l-fuâd olsun Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir Felekden bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir Verâ-yı kâm-cûyân-ı mahabbet nâ-murâdîdir Gönül bu matla‘ın memnûn-ı ma‘nâ-yı ma‘âdîdir Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Nazım Şekilleri Naili-i Kadim Tesdis Altılama, altıya tamamlama demek olan tesdis, tahmis gibidir. Sadece gazelin beyitleri üstüne 3 mısra yerine, aynı vezin ve kafiyede dört mısra ilave edilerek yazılan nazım şekline tesdis denir. Az kullanılmış bir nazım şeklidir. Kafiye şeması ise şöyledir: (aaaaaa/bbbbba/ccccca/ddddda.) Müsebba‘ Yedili anlamına gelen müsebba, bentlerinin mısra sayısı yedi olan nazım şekli demektir. Çok nadir kullanılmıştır. Müsemmen Sekizli demek olan müsemmen, bentlerinin mısra sayısı sekiz olan bir nazım şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: (aaaaaaaa/bbbbbbba/ccccccca/ddddddda.) Şu şekilde kafiyelenenler de vardır: (aaaaaabb/ccccccdd/eeeeeeff/gggggghh.) Mütessa‘ Dokuzlu anlamına gelen mütessa, bentleri dokuz mısra olan bir nazım şeklidir. Hemen hemen hiç kullanılmamıştır. Muaşşer Onlu anlamına gelen muaşşer, bentlerinin mısra sayısı on olan nazım şeklidir. Nadiren kullanılmıştır. Hayali’nin bir muaşşerinin ilk iki bendi şöyledir: Bir güzel gördüm ki reşk-i sûret-i büt-hânedir Kendisinden gayriye âteş gibi bîgânedir Kim zebânından gelen efsûn ile efsânedir Mü’min ü küffâr ile hem-sohbet ü hem-hânedir Câm-ı zerrîn nûş ider bir bî-vefâ mestânedir Nûş iden bir cür‘asın bin yıl yeri meyhânedir Tuğ çekmiş bir dil-âverdir ki kasdı cânadır Nûr-ı tab’ımdan çerâğın yakmamışdır yâ nedir Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Nazım Şekilleri Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir Bir nihâlem kim bana berg-i hazân oldu nasîb Sûd içinde gayriler bana ziyân oldı nasîb Cismden âr eyler oldum tâ ki cân oldı nasîb Bir Hümâ-yı nûr-bâlem üstühân oldı nasîb Gel haber ver aşkdan çün kim zebân oldı nasîb Sûz-ı hasret âşkârâ vü nihân oldı nasîb Bana yanmak bî-tereddüd bî-figân oldı nasîb Kendi hâlimden bana çün kim beyân oldı nasîb Râstı ben şem‘-i dil-sûzem adû pervânedir Kim dolaşsa âteşe pervâne yâ dîvânedir Hayali Terkîb-i Bend ve Tercî-i Bend Terkîb-i Bend Bentlerden kurulmuş olan uzun bir nazım şeklidir. Her bent iki bölümden oluşur. Birinci bölüme terkib-hane adı verilir. Buna kıta da denmiştir. Genel olarak kısaca bent tabir edilir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur. Bentlerin kafiye şeması gazele benzer. Bazan bentlerin bütün mısraları her bentte ayrı ayrı olmak üzere kendi aralarında kafiyelenir. Bent sayısı 5-10 arasında değişir. Daha fazla da olabilir. Bendin son beytine vasıta beyti veya bendiye denir. Bu beyit her bendin sonunda değişir ve mutlaka kendi mısraları arasında, bentten ayrı olarak, kafiyelenir. Terkib-i bendin kafiye şeması şöyledir: (aa xa xa xa xa bb/cc xc xc xc xc dd..). Şu şekilde de olabilir: (aa aa aa aa aa bb/cc cc cc cc cc dd..). Her iki şekilde de kafiyeleri “bb” ve “dd” harfleriyle gösterilen beyitler vasıta beytidir. Terkib-i bentlerde, genel olarak, talih ve hayattan şikayetler, dinî, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılmış, toplumla ilgili yergi niteliğinde tenkitlere yer verilmiştir. Mersiyeler de genel olarak, terkib-i bentle yazılır. Terkib-i bent ve terci-i bentte beyit sayısı çok olursa bunlara terkib-i bend-i kebir ve terci-i bend-i kebir adı verilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Nazım Şekilleri Altılı (müseddes), yedili (müsebba), sekizli (müsemmen), dokuzlu (mütessa) ve onlu (muaşşer) musammatlar küçük bir terkib-i bent ve terci-i bende benzerler. Bundan dolayı bunların müzdevic olanları terkib-i bent, mütekerrir olanları da terci-i bent diye de isimlenir. Terkib-i bend-i müseddes, terci-i bend-i müseddes gibi. Konusu toplumla ilgili yergi olan en meşhur terkib-i bent Bağdatlı Ruhi’nindir. Kendi döneminde büyük bir üne kavuşan bu Terkib-i bende üç yüzden fazla nazire yazılmıştır. Bunlardan en güzeli ve yaygın olanı da Ziya Paşa’nın Terkib-i bendidir. Bağdatlı Ruhi’nin terkib-i bendi yedi beyitlik (vasıta beyti ile sekiz) on yedi bentten oluşmaktadır. Ziya Paşa’nın Terkib-i bendi ise on, beyitlik (vasıta ile on bir) on iki bentten müteşekkildir. Tercî-i Bend Şekil ve kafiye yönünden terkib-i bent gibidir. Ancak, tercî-i bentte, bentleri birbirine bağlayan vasıta beyitleri, her bendin sonunda tekrarlanır. Her biri on beyte yakın, 10-12 bentlik bir şiirde bütün bentlerin böyle tek beyte bağlanabilmesi için, anlam bakımından hepsinin bu beyitli ilgili olması gerekir. Vasıta beytinin her bendin sonunda tekrarlanması şiire bir monotonluk verdiği gibi, anlam ilgisi kurma yönünden de güçlük doğurur. Terci-i bentlerde, genel olarak, Allah’ın kudreti, kainat sonsuzluğu, tabiatın ve hayatın zıtlıkları gibi konular işlenmiştir. Şeyh Galip’in bir terci-i bendinin iki bendi şöyledir: I Kabûl eyler mi yâ Rab zahm-ı pür-nâsûrrumuz bih-bûd Kalır mı yoksa bu âteşle dâğ-ı dil gibi pür-dûd Alırsa pençeye yazık beni bu baht-ı nâ-mes‘ûd Kıyâmet kopsa gevher tutsa âlem olmayam hoşnûd Ferah nâmın dahi yâd idemez bu cân-ı zehr-âlûd Rızâdır çâresi her ne dilerse Hazret-i Ma‘bûd Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Nazım Şekilleri II Düşüp dâm-ı hevâya hasret-i gül-zâr kaldım ben Gidip nefh-i Mesîhâ-veş sabâ bîmâr kaldım ben Gül-i ümmîd soldu mübtelâ-yı hâr kaldım ben Bu gülşen külhân oldu çeşmime nâ-çâr kaldım ben Şarâb-ı ye’se düştüm teşne-i dîdâr kaldım ben Başımdan aştı seyl-âb-ı keder bîzâr kaldım ben Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâ-Hudâ nâ-bûd Adem sâhillerin tutdu dirîgâ bâng-i nâ-mevcûd Şeyh Galip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Bireysel Etkinlik Nazım Şekilleri •Aşağıda web adresi ve görüntüsü verilen eseri özellikle kaside ve diğer nazım şekilleri açısından değerlendiriniz. •Nefi Divanı (Akkuş 1993). •http://www.idefix.com/kitap/nefi-divani-metinakkus/tanim.asp?sid=PWPNHNP1NN2ACUG1XHAV Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Özet Nazım Şekilleri •Edebiyatımız, şiir ağırlıklı bir edebiyattır. Osmanlı döneminde meydana getirilen edebi eserlerden büyük çoğunluğu manzum olarak kaleme alınmıştır. •Edebiyatımızda görülen nazım şekillerini genel olarak iki ana kısımda incelemek mümkündür. Bunlardan ilki "Beyit esasına dayanan nazım şekilleri", ikincisi ise "Bent esasına dayanan nazım şekilleri"dir. •Beyit esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde akla ilk gelen kaside, gazel ve mesneviler olacaktır. Bunların dışında kıtalar, müfred ya da ferdler ile müstezatlar da bu nevi içerisinde yer alan nazım şekilleridir. •Bent esasına dayanan nazım şekilleri denildiğinde farklı sayıdaki mısralardan müteşekkil bendlerden oluşan şiirler akla gelmektedir. Musammat da denilen bu nazım şekilleri bentlerdeki mısra sayılarına göre farklı adlarla anılmaktadırlar. Murabba, rübai, terbi, şarkı, muhammes, müseddes, terci-i bent ve terkib-i bent vb. gibi isimlerle anılan nazım şekilleri bunlardandır. • Hemen her konudaki şiirler bu nazım şekilleriyle kaleme alınmaktadır. Bent esasına dayanan nazım şekillerinden bazılarının örnekleri nadir olarak görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Nazım Şekilleri DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İkinci bir mısraya ihtiyaç duymayan ve tam bir anlam ifade eden mısraya ne ad verilir? a) Beyit b) Gazel c) Azade d) Kaside e) Girizgah 2. İki mısraı da birbiriyle kafiyeli olan beyte ne denir? a) Mutavvel b) Müzeyyel c) Makta d) Musarra e) Tegazzül 3. Sevgili, aşk, şarap, bahar vb. gibi konuları anlatan nazım şekli hangisidir? a) Gazel b) Kaside c) Mesnevi d) Terci-i bent e) Murabba Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Nazım Şekilleri 4. Aşağıdakilerden hangisi övgü şiiridir? a) Gazel b) Kaside c) Mesnevi d) Terkib-i bent e) Muhammes 5. Mısra sonlarında olduğu gibi mısra ortalarında da iç kafiye bulunan gazel çeşidi aşağıdakilerden hangisidir? a) Mutavvel gazel b) Müzeyyel gazel c) Na-tamam gazel d) Yek-ahenk gazel e) Musammat gazel 6. Aşağıdakilerden hangisi beyt esasına dayalı nazım şekillerinden biri değildir? a) Gazel b) Kaside c) Kıta d) Mesnevi e) Rübai 7. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden biri değildir? a) Nesib b) Girizgah c) Kudumiyye d) Dua e) Fahriye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Nazım Şekilleri 8. Kafiye şekli “aaxa” olan ve aruzun sadece “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” vezniyle yazılan dört mısralık nazım şekli aşağıdakilerden hangisidir? a) Rübai b) Tuyug c) Murabba d) Şarkı e) Terbi 9. Aşağıdakilerden hangisi bent esasına göre yazılan nazım şekillerinden biri değildir? a) Murabba b) Muhammes c) Taştir d) Kıta e) Tardiye 10.Sekizer mısralık bentlerden oluşan nazım şekline ne ad verilir? a) Müsemmen b) Müsebba c) Mütessa d) Tesdis e) Tesbi Cevap Anahtarı 1-c, 2-d, 3-a, 4-b, 5-e, 6-e, 7-c, 8-b, 9-d, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Nazım Şekilleri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmed Cevdet (1311), Belâgat-ı Osmâniye: İstanbul. Aksoy, Hasan (1987), “Kınalızade Ali Çelebi ve Mülema’ Na’tı”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi: İstanbul. Ali Cânib (1340), Edebiyat (Nesir-Nazım): İstanbul. Banarlı, Nihat Sami (1997), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi: İstanbul. Cengiz, Halil Erdoğan (1983), Divan Şiiri Antolojisi: Ankara. Çavuşoğlu, Mehmet (1986), “Kaside”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara. Dilçin, Cem (1986), “Divan Şiirinde Gazel”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415, 416, 417: Ankara. Dilçin, Cem (1983), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. İpekten, Haluk (1996), “Gazel”, DİA: İstanbul. Kemikli, Bilal (2010), Türk İslam Edebiyatı Giriş: Bursa. Akyüz, Kenan (tsz.), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi: İstanbul. Muallim Naci (1307), Istılâhât-ı Edebiyye: İstanbul. Pala, İskender (2001), “Kasîde (Türk Edebiyatı)”, DİA: İstanbul. Şener, Halil İbrahim ve- Yıldız, Alim (2003), Türk İslam Edebiyatı: İstanbul. Ünver, İsmail (1986), “Mesnevî”, Türk Dili (Türk Şiiri Özel Sayısı) II (Divan Şiiri), S. 415,416,417: Ankara. Yazıcı, Tahsin - Kurnaz, Cemal (1997), “Hamse”, DİA: İstanbul. Yıldız, Alim (2011), Şiirin Gölgesinde: İstanbul. Yıldız, Alim (2011), Şuarâ Meclisi: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 HEDEFLER İÇİNDEKİLER EDEBÎ TARZLAR • Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar • Fahriye • Firkatname • Hasbihal • Hicviye • Methiye • Muamma • Münacat • Münazara • Nasihatname • Tarih Düşürme • Tasvir • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Tür-tarz ilişkilerini anlayabilecek, • Tür ve tarz kavramlarını ayırtedebilcek, • Tarzın metinler içindeki görünüşlerini tespit edebilecek • Tarzların tarihî süreç içindeki gelişimini takip edebilecek, • Tarzların örnek metinlerini görebilecek, • Metinler içinde belirlenmemiş tarzları tanımlayabilecek, • Tarzların insani ihtiyaçları nasıl karşıladığına tanıklık edebilecek, • Tarz örneği metinler üzerine yazılmış kaynakları tanıyabilecek, • Klasik edebi gelenek içinde yer alan tarzların modern Türk edebiyatında da temsil edildiğini görecebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Prof. Dr. Metin AKKUŞ ÜNİTE 4 Edebî Tarzlar GİRİŞ Edebî kavramların kümelere ayrılarak öğretilmesi bilginin özümsenmesinde kolaylık sağlar. Klasik Türk edebiyatının temel kavramları; nazım şekilleri, edebî sanatlar, mazmunlar vb. kümelendirme başlıklarıyla değerlendirilmiştir. Aynı şekilde, edebî türlerin ve edebî tarzların da, ayrı başlıklar altında değerlendirilmesi, edebî metinlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Edebî tür başlığı, yakın dönem araştırma çalışmalarında açılmış yeni başlıklardandır. Son yıllarda yazılan klasik Türk edebiyatı el kitapları bu başlığı eserin bir bölümü olarak işlemişlerdir (Bk. Kaynakça). Klasik edebiyat çalışmalarında edebî tür ve tarzlar, diğer kümelendirmelerden bağımsız olarak henüz iki araştırma eserinde değerlendirilmiştir. Bu eserler; Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar (2008) ve Divan Edebiyatında Türler (2010) künyeli araştırma çalışmalarıdır. Tür ve tarz konusu bu çalışmalarda bir arada değerlendirilirken, ilk defa bu ders notlarında ayrı ayrı üniteler hâlinde incelenmiştir. Bu bölüme ad olan kavramla birlikte, üslup ve stil de, yakın anlamlarıyla birbirinin yerine kullanılır. Türkçe karşılıklarıyla, anlatım tarzı/biçimi/şekli veya ifade tarzı/biçimi/şekli adlandırmaları da edebî tarz yerine kullanılacaktır. Bu adlandırmalarla kastedilen de, bir metnin okuyucuya nasıl aktarıldığını göstermektir. http://www.kidap.com. tr/klasik-turk-siirininanlam-dunyasi-edebiturler-ve-tarzlar-metinakkus-k69168.kitap Metin Akkuş, Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/ Edebî Türler ve Tarzlar (2008) Türk İslam edebiyatında, bir metnin okuyucuya aktarılma biçimleri, yaygınlık sırasına göre; methiye, fahriye, hicviye, münacat, nasihatname, hasbihâl, münazara, muamma/lügaz, tarih düşürme, tasvir ve firkatname gibi çeşitli başlıkları oluşturur. Bu kavramlar, Türkçedeki; övme, övünme, öğüt, yerinme, tartışma, söyleşi ve bilmece gibi adlandırmaların karşılıklarıdır. Bilim çevrelerinde henüz tüm ayrıntılarıyla tartışılmamış niyazname, istimdadname, mededname, duaname, şefaatname, pendname, firakname, gurbetname, hecrname, tahassürname, tavsif, tazallüm ve arzıhâl gibi terimler de, ilgilerine göre bu ana başlıklar altında değerlendirilmiştir. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar temel olarak, metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Bu ders notlarında, edebî eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla adlandırılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Edebî Tarzlar Edebî Tarzlarla İlgili Temel Kavramlar Fahriyye http://kitap.antoloji.co m/kisi.asp?CAS=132871 Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler (2010) Arapçada fahr, öğünülecek şey; övülmeye layık kişi; böbürlenme, büyüklenme ve övünme anlamındadır. Edebiyatta fahriye ise, kendini övme ve yüceltmeye dair metin anlamına gelen bir kavramdır. Doğu edebiyatlarında çokça kullanılan fahriyelere, Türk edebiyatında, Orhun Abideleri’nden itibaren yazılmış birçok manzum ve mensur eserde, değişik ölçü ve içeriklerde rastlanır. Mensur eserlerin dibacelerinde de, tevhit, münacaat, naat gibi, genellikle kaside nazım şekliyle oluşan yapılar arasında, küçük birimler hâlinde bulunabilir. Klasik edebiyatta fahriyeler çoğunlukla, şairlerin kendi sanat özelliklerini övdükleri bağımsız şiirler veya şiirlerin bir bölümüdür. Şair, kendi sanatıyla diğer şairlerin şiir yeteneğini ve başarısını karşılaştırır, kendi sanat gücünü ve üstünlüğünü savunur. Şair/yazarın kendi yetersizliğini ve ihtiyaç içinde olduğunu vurgulayan tazallüm (yerinme) tarzı eserler de, fahriye tarzını zenginleştiren anlatım biçimleridir. Fahriyeler ayrı yazılabileceği gibi, kasidelerin bir bölümü de olabilirler. Fahriye, konuyu işleyiş bakımından kasidenin dört ana bölümünden üçüncüsüdür. Kasidenin bir bölümü olarak düzenlendiğinde ancak birkaç beyitten oluşmakla birlikte, XVII. Yüzyıl şairi Nefi, bu bölümü zenginleştirmiştir. Kasidelerin methiyeden sonra gelen bir bölümü olarak düzenlendiklerinde, şairin kendini övdüğü birkaç beyitle sınırlandırılır. Bir kaside, fahriye bölümü ile de başlatılabilir. Gazellerde mahlas beytinde, şairin kendinden söz etmesi, küçük bir fahriye örneği oluşturur. Gazel ve kıtalarla da fahriye yazıldığı gibi, mensur eserlerde de bu tarzın örnekleri vardır. Fahriyelerde asıl amaç, şairin söz sanatındaki ustalığının sergilenmesidir. Şair/yazarın övünmeleri söz çevresindedir. Fahriyeler, ilgili oldukları toplum hareketlerinin de yansıtıcısı olabilir. Bu durumda şair, kendinden ve mensubu olmakla gurur duyduğu gruplar ve yaşadığı yerleşimin özellikleriyle övünür. Fahriyeler, klasik Türk musikisinde de bestelenmiş metinlerdendir. Bu anlatım tarzında, abartma (mübalağa) ve benzetme (teşbih) sanatlarına çokça yer verilmiştir. Bir fahriye beyti örneği: Kim bilirdi şu’arâ olmasa ger sâbıkta Dehre devletle gelip yine giden şâhânı Nefi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Edebî Tarzlar Türk edebiyatında fahriyenin usta şairi Nefi’dir. Bu üslup onun kasidede takipçisi olan Nedim’de de görülür. Kendini övme, başkalarını yerme ile de, fahriye-hicviye-methiye tarzları bir arada kullanılabilir. Örnek Naat Türünde, Fahriye Tarzıyla Yazılmış Kaside: DER NA’T-İ SEYYİD-İ KÂİNÂT (’ALEYHİ EFDALÜSSALEVÂT) ‘Ukde-i ser-rişte-i râz-ı nihânîdir sözüm Silk-i tesbîh-i dür-i seb’a’l-mesânîdir sözüm Bir güherdir kim nazîrin görmemişdir rûzgâr Rûzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm Rûzgâr ihsânımı bilmiş benim yâ bilmemiş Âleme feyz-i hayât-ı câvidânîdir sözüm Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl Ehl-i tab’ın zîver-i tîg u sinânıdır sözüm Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâ’imâ Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm Bir benim gibi ciger-dâr ehl-i tab’ olmaz dahi Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm Gamze-i dilber n’ola reşk eylese endîşeme Hırz-ı bâzû-yı dil-i sâhib-kırânîdir sözüm Ol kadar pür-şîvedir gûyâ ki bikr-i fikrimin Gamze-i merd-efgen-i nâ-mihribânıdır sözüm Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh âfetin Nâvek-i müşgîn-kemân-ı ebruvânıdır sözüm … Nefİ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar • Tuba Işınsu İsen (2002), Divan Şiirinde Fahriye, BÜ, SBE, YLT. kayıtlı kaynağı web ortamında araştırınız. Firkat-nâme 1884-1934 yılları arasında yaşamış mürettep divan sahibi, Kıratoğlu Emin’in Firakiyye adlı eseri, Hz. Peygamberin ölümüyle duyulan üzüntünün anlatıldığı bir mersiyedir. 613 beyitle İslam Peygamberi’nin vefatı anlatılmıştır (Değirmençay 2006:79). Ayrılık acısını dile getiren metinlerdir. Firak, ayrılma ve bedenen ayrılık demektir. Ayrılık acısının anlatıldığı metinlerin anlatım tarzı olan firkatnamelere, firakname, firkatname, iftirakname, firakiyye gibi, aynı kökten türetilmiş kelimeler başlık olmuştur. Yine, hemen hemen aynı anlamlara gelen gurbetname, hecrname, tahassürname ifadeleri de bu anlatım tarzıyla yazılmış metinlere ad olabilir. Fürkatname (Âşık Paşa), Fürkatname (Halîlî), Hecrname (Bursalı Celilî); Firâkı Mahmut Paşa, Firâkname (Kadı Hasan bin Ali, Bursalı Lamii Çelebi), Firâk-nâme-i Sultan Bâyezid, İftirâkname (Adile Sultan), Mersiye-i Mahsûsa-i Firkat-nümâ der hakk-ı Cenâb-ı Hüseyn-i Şehid-i Kerbelâ, Firâkiyye (Kıratoğlu Emin), Şikâyet-i Hicr, Tercî-i Bend ender Şikâyet-i Mehcûrî ve Dûrî, Der-Şikâyet-i Hasret ü Firâk, DerŞikâyet-i Fürkat-ı Iztırârî (Hayreti) gibi başlıklı bağımsız eserlerde ve küçük çaplı metinlerin adlandırılmalarında bu çeşitlilik açıkça görülmektedir. Çoğunlukla otobiyografik bilgilere yer verilen tarzın örnekleri, metni yazanın veya bir kişinin; vatanından, yaşadığı yerden, görevinden veya sevdiği birinden ayrılmasını ifade eder. Aşığın sevgiliden ayrılıp gurbete düşmesi, sevgiliye yazılan mektuplar; eş, dost, akraba veya tanıdıkların ölümündeki ayrılık acısı ve şikayetlenmeleri, padişahların tahttan indirilmeleri, devlet adamlarının bulunduğu makamdan ayrılmaları, azledilmeleri, ölümü veya öldürülmeleri nedeniyle yazılan ağıt özelliğindeki metinler de bu özelliktedir (Tavukçu 2004: 90). Firkatnameler, klasik Türk edebiyatında sergüzeştname veya hasbihâl başlıkları altında değerlendirilmişlerdir. Tarzın örnekleri bağımsız kitap örnekleri olabildiği gibi, çeşitli nazım şekilleriyle yazılmış şiirler veya düzyazı örnekleri olarak da düzenlenmiştir. Mersiye/maktel, sergüzeşt ve azliye türlerinin yaygın anlatım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Edebî Tarzlar tarzlarıdır. Şikayet, tazallüm, hicviye ve hasbihâl tarzlarıyla aynı metinde bir arada kullanılırlar. Adile Sultan Divanı’nda İftirâk-nâme başlığıyla yer alan 22 beyitlik mesnevi, yakınlarını kaybetmenin acısıyla yazılmış bir mersiyedir. Bu şiirde ölüm, daha çok bir ayrılığa sebep olması yönüyle ele alınmıştır (Koçak, 1996: 19) Tarzın örnekleri, şiir ve düzyazıyla verilmiştir. Düzyazıda, mektup; şiirde, mesnevi, musammat (murabba, terci-i bent) ve kıta nazım şekilleriyle yazılmışlardır. Klasik Türk edebiyatında bu tarzın bilinen ilk eseri Âşık Paşa’nın mesnevisidir. Gurbette sevgiliden ayrı kalmanın zorluğu; Fatih’in meşhur sadrazamı Mahmud Paşa’nın görevden azli ve öldürülmesi; Sultan II. Bayezid’in, oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından tahttan indirildikten sonra zehirlenerek öldürülmesi, bu tarzın edebiyatımızdaki diğer eserlerinde yer alan temalardır. Halilî’nin Fürkatname adlı mesnevisi, ayrılık çerçevesinde şairin hayatının 1334 beyitte anlatıldığı bir sergüzeştname; Bursalı Celilî’nin, Hecrname adlı eseri ise, Halilî’nin taklitidir. (Tavukçu 2004: 92-117). Hasb-i Hâl Anlatıcının, yaşanan durumları, iç konuşmalarla veya bir muhataba yönlendirerek anlattığı metinler hasbihâl veya arzıhâl tarzını oluştururlar. Günümüzde, hâlini, derdini anlatma, arzıhâl; durum hakkında sohbet, görüşme, dertleşme, hâlleşme; sohbet tarzında konuşma ve söyleşi de hasbihâl terimlerinin karşılığıdır. Aynı tavır ve ruh hâlini yansıtan hatırını sorma, ziyaretinde bulunma ve hasta ziyareti de ıyadet teriminin karşılığıdır. Edebiyatta hasbihâl, şairin kendi hâlinden söz ettiği veya samimi bir sohbet ortamı, hâl hatır sorma tavrını ifade eden metinlerdir. Anlatıcı (şair/yazar), ikinci şahıslarla konuşabildiği gibi, teşhis yoluyla rüzgar, felek vb. varlıkları da muhatap olarak alabilir. Sohbet bir iç monolog hâlinde, şairin kendi kendiyle konuşması şeklinde de düzenlenebilir. Hasbihâllerde şair, kendi hâlini anlatır, şikayetlerini dile getirir, hâlinden dert yanar. Döneminden, zamandan yakınır, başından geçen olaylara yer verir. Bu durumda bir özel ad gibi kullanılan şikayetname, hasbihâl veya arzıhâlin bir alt basamak tarzıdır. Hasbihâllerde içten anlatım, açık ve yalın bir cümle kuruluşu vardır. Tarzın örnekleri, divanlarda daha çok kaside teşbipleriyle verilmiştir. Teşbiplerdeki hasbihâller konuşmaya dayalı anlatım tekniklerindendir (Mengi 2000: 137). Bu tarz, bağımsız eserlerin de anlatım biçimidir. Klasik edebiyatta sergüzeştname türü hasbihâl tarzıyla birlikte anılır olmuştur. Tasvir, tahkiye, nasihatname, firkatname gibi tarzlarla hasbihâl iç içe veya birbirini takibeden metinler hâlinde işlenebilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Edebî Tarzlar Tanınmış eserlerde tarzın başlıkları: Bağımsız mesnevi örneklerinde: Hasbihâl , Nevî, Edirneli Güfti, Safi. Bireysel Etkinlik Divan’lardan başlıklar: Der-Iyâdet-i Şâh-ı Devrân, Ahmet Paşa, Cem Sultan; Manzûme-i Hasb-i Hâl ve Sitâyiş-i Seyyid Mehmed Gâzî, Fuzuli; Kasîde-i Hazâniyye-i Latîfe, Nev’î; Kasîde Der-Hasb-i Hâl-i Zamâne Gofte Şod, Bağdatlı Rûhî; Kıt’a Der Hasbihâl-i Hod-Gûyed, Nef’î. • Selami Ece ( 2006), “Hasbihâl Türü ve Örnekleri”, Muyî, Nalân u Handân, s. 16-18 Hicviyye Türkçe adıyla yergi, edebiyatta, biriyle, şiir yoluyla alay etme, şiir yoluyla birini gülünç hâle koyma, yerme anlamındadır. Arapça hecâ’, Osmanlı Türkçesinde hicv şekliyle kullanılmıştır. Çokluk şekli hicviyyattır. Halk kültüründe taşlama bu tarzın karşılığıdır. Heca-gu, şiir veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan, birini zemmeden, hicveden, yeren; heccav, çok hicveden, çok yeren; hicvi, hicivle ilgili, yermeli terimleri de hecv’in farklı türevleridir. Klasik Türk edebiyatında, mizah (gülmece) ve hiciv (yergi) iç içe geçmiş anlatım biçimleridir. Hicvin, alay, küçümseme anlamları gibi, eleştirme anlamına da gelmesi, mizah ve yerginin birbiri yerine kullanılma nedenidir. Klasik kültürde gülmece ve yerginin farklı aşamalarının karşılığı olan, mezemmet (kınama, yerme, yerilecek, kınanacak), hezliyat, letaif, nükte, mutayebe, şathiye ve fıkra da tarzın farklı adlandırmalarındandır. Hicviyeler, şiir ve düzyazı ile oluşturulur. Örnekleri daha çok şiirle verilmiştir. Şiirde; mesnevi, kaside, gazel, musammat ve dörtlük şekilleri kullanılmıştır. Ancak, hafızalarda kolayca yer etmesi ve kolay yayılma özellikleri nedeniyle dörtlükler özellikle tercih edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Edebî Tarzlar Örnek Hicviyelerde genellikle açık ve basit bir dil kullanılır. Usta şairler ise, telmih, tariz, tevriye, cinas, kinaye, iham gibi muhtelif sanatlardan geniş ölçüde yararlanmışlardır. Siham-ı Kaza’dan, hicviye tarzında kaleme alınmış bir kaside: Gürcü hınzîri a samsûn-ı muazzam a köpek Kande sen kande nigehbânî-i âlem a köpek Vây ol devlete kim ola mürebbîsi anın Bir senin gibi denî cehl-i mücessem a köpek Ne güne kaldı meded Devlet-i Âl-i Osmân Hey yazık hey ne musîbet bu ne mâtem a köpek Ne ihânetdür o sadra bu zamânda ki anın Olmaya sahibi bir Âsaf-ı ekrem a köpek Hidmet-i devlete sâ`ir vüzerâdan göreler Bir fürûmâye koca ayıyı akdem a köpek Bu mahallerde ki Bagdâdı ala şâh-ı Acem Arz-ı Rûmı ede teshîr Abaza hem a köpek Satdınuz iki …sız bir olup hânlıgı Kimseyi etmedinüz bu işe mahrem a köpek Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hem Yok yere oldu telef ol kadar âdem a köpek Hîç hânlık satılır mı hey edebsiz hâ`in Tutalım olmamış ol fitne muazzam a köpek Gide Bagdâd'a kıra askeri hân-ı Tâtâr Olasın sen yine düstûr-ı müfehhem a köpek … Nefi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Edebî Tarzlar http://www.akcag.com .tr/default.aspx?_Args =ProductImage,304,Od esisMc,305 Hicviye, Arap cahiliye döneminde kabileler arası çatışmaları konu edinir. İslamiyet döneminde hiciv, Müslümanların savunma silahıdır. Hassan bin Sabit, Abdullah b. Ravaha, İslamiyeti ve Müslümanları hicivleriyle sürekli rahatsız eden Mekkelileri hicvetmişlerdir. İran edebiyatında yergi ve mizah iç içedir. Tayyibat (şaka şiirleri), küfriyat (sövgü şiirleri), hamriyat (içki, şarap şiirleri), hezliyat (nükte, alay şiirleri) ve düzyazıda latife veya letaif birer anlatma biçimi ve edebî tür olarak anılan örneklerdir. Türk edebiyatındaki hiciv örneklerinde, bireysel olarak kişiler, bir grup veya grup davranışı yerilmiştir. Âşık ve rakibin anlaşmazlıkları; rind ve zahidin geçimsizliklerinin yergisi hiciv ve mizah eserlerinin ana başlıklarıdır. Zamandan, felekten ve dünya hâllerinden şikayet tarzındaki eserler de yergi tarzının bir başka görünüşüdür. Arap edebiyatında Başşar, el-Farazdak; Fars edebiyatında Zakanî, Yağma; Osmanlı sahasında ise , Nefi ve Haşmet tarzın tanınmış şairleridir. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, XVII. Yüzyıl şairi Nefi’nin, Sihamıkaza (Kaza Okları) başlıklı hiciv mecmuasıdır. Eserde, devlet adamları, sanat erbabı, şair ve yazarlar yergi ve gülmece tarzındaki şiirlere konu olmuştur. Eser seçmeler hâlinde basılmıştır. (Saffet Sıtkı *Bilmen+, 1943; Metin Akkuş, 1998) Şeyhi, Bağdatlı Ruhi, Tokatlı Ebubekir Kani de bu tarzın farklı yönlerini örnekleyen eserlerin sahipleridir. Son dönem Türk edebiyatı şairlerinden Namık Kemal; Akif Paşa, Ziya Paşa, ve Direktör Ali Bey’in farklı türlerdeki eserleri, bu anlatım biçimini devam ettiren örneklerdendir. Medhiyye Medh, Arapça bir kelimedir. Övme, övgü kelime karşılığıyla; birinin iyiliğini söyleme anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş medhiyye de övgü demektir. Halk edebiyatında, meddah (öykü anlatan sanatçı) aynı kökten türetilmiştir. Methiye, bir kimseyi veya bir kişiyi övmek için yazılmış metinlerin anlatım tarzıdır. Yerleşim veya varlıkları övmek için yazılmış örnekleri de vardır. Methiye öncelikle kasidenin bir bölümünün adıdır. Girizgah bölümünden sonra yer alır. Maksad yahut maksud olarak da adlandırılır. Mesnevi, gazel; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Edebî Tarzlar musammat, terci-i bent, şarkı vb. farklı nazım şekilleriyle de yazılmışlardır. Müzeyyel gazel ve mutavvel gazel çeşitleri methiyenin işlendiği şiirlerdir. Müzeyyel gazeller, zeyl bölümleri övgü (medh) konusuna ayrılmış manzumelerdir. Methiye, terkip ve terci-i bentlerin özel sunuş tarzları arasında yer alır. http://www.kidap.com .tr/mevlanamethiyeleri-halukgokalp-k116883.kitap Methiyeler kaside şeklinde ise, genellikle Farsça başlıklıdır: Der Medh-i Sultân…; Der-Medh-i Vezîr-i A`zam…; Der-Sitâyiş-i Sadr-ı A`zam…; Bahâriyye DerMedh-i Şeyhülislâm…; Der-Medh-i Âğa-yı Darüssa`âde…; Berây-ı Sultân... vd. bu başlıkların en yaygınlarındandır. Methiye, kasidenin bir bölümü olarak düzenlenmişse, bu bölüme geçilmeden önce mevsimlerden, sosyal yaşam vb. konulardan söz açılarak bir döşeme yapıldıktan sonra övgü kısmına geçilir. Kasidede övülen kişiye memduh denir. Memduh, erdemlerle donanmış seçkin kişidir. Övülen bir devlet adamı ise, büyüklüğü, bağışı, cömertliği; bilgeliği, ileri görüşlülüğü; adalet, kuvvet ve haşmetiyle tanınmış tarihî ve efsanevi kahramanlarla karşılaştırılır. Methiyeler, Padişah, sadrazam, vezir, dört halife, din ve devlet büyüklerini övme amacıyla yazılmış bir anlatım tarzıdır. Bağımsız bir örnek olarak yazılmış bir methiyede, girizgah, nesip, taç, tegazzül, fahriye, dua gibi kasideye mahsus bölümler bulunmaz. Methiyeler, mürettep divanlarda dinî içerikli kasideler veya dört halife, Mevlana vb. tasavvuf uluları ile ilgili kasidelerden sonra yer alırlar. Genellikle şiirde tercih edilen methiye anlatım tarzının düzyazı örnekleri de vardır. Bazı methiyeler klasik Türk müziğinin güfteleridir. Klasik edebiyatta, överken yerme veya yererken övme tarzında yazılmış eserler de methiyelerin farklı görünüşleridir. Allah ve Peygamber için yazılmış eserlerin dışında kalan şiirlere halk şairleri ilahi, aruz şairleri istigase (yardım isteme), saz şairleri methiye derler (Onay, 1996: 225). Alevi-Bektaşi edebiyatında On İki İmam övgüsü, tarikat ehli şairler tarafından tarikat uluları için söylenen bazı nefesler de böyledir. Din ulularının övgüsü için yazılan bu tarz şiirlerin amacı, söz konusu kişilerin ruhlarından yardım almak ve şefaatlerine ulaşmaktır. Methiyeler, klasik edebiyatta en yaygın anlatım tarzlarındandır. Ahmet Paşa, Fuzuli, Baki, Yahya Bey, Nefi, Nedim ve Şeyh Galip gibi pek çok şairin divanında bu anlatım tarzıyla yazılmış çok sayıda örneğe rastlanır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Saz şiirinde, muamma asma- muamma indirme terimleri, şiirle sorulmuş olan bilmecenin, başka âşıklar tarafından, bilinmezse kendisi tarafından çözülmesi ve toplanan bahşişle ödüllendirme geleneğini ifade eder. Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar •Yaşar Aydemir, (1996), “Kasidede Muhteva Unsurları”, GÜ, FEF, SBD, 1, 137 •Kadir Güler, (1996), “19. Asır Şuarasından Arifî ve Pesendî’nin Kütahya Methiyeleri”, EÜ, SBED, 7, 279. •künyeli metinleri web sahifelerinden bulup okuyunuz. Muammâ Muamma ve lugaz, günümüz Türkçesinde bilmece demektir. Arapçada lugaz; bilmece, bulmaca, yanıltmaca; edebiyatta, manzum bilmece demektir. Elgâz çokluk şeklidir. Halk dilinde, hece vezni ile yazılmış olan bilmeceler de bu adla anılır. Saz şiiri geleneğinde, her türlü soru şiiri muammadır. Edebî tarz olarak lugaz, bir şeyin özelliklerinin sıralanarak ne olduğunun bilinmesini istemek amacıyla kaleme alınan şiirlerdir. Muamma ise, usulüne göre düzenlenmiş ve çoğu defa bir ada gönderme yapan bilmece, yanıltmaca anlamındadır. Ali Fuat Bilkan (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara. http://www.idefix.com /kitap/turkedebiyatindamuamma-ali-fuatbilkan/tanim.asp?sid=I Q5IGRRFVE1EPVPRUD7 A Günlük dilde muamma, anlaşılmaz iş, gizli ve güç anlaşılır söz, şekil vb. mecaz anlamıyla yaygınlaşmıştır. Kelimelerin çokluk şekilleri, elgâz ve muammeyât, divanların genellikle sonunda yer alan bilmece tarzında düzenlenmiş metinlerin bölüm başlığıdır. Muamma ile lugaz arasındaki temel fark şudur: Muammada, bulunması istenen gizli ad, Allah’ın sıfatlarından biri veya bir insan adıdır. Muammada sorular arkasındaki kişi, bir devlet veya din adamı, bir tasavvuf ulusu veya sevgilidir. Lugazde ise, varlık; canlı ya da cansız; somut ya da soyut bir kavram veya eşya sorulur. Şiire; Ol nedir ki… şeklinde bir kalıpla başlanması gelenek hâline gelmiştir. Bilmecelerin nasıl çözümleneceğine dair eserlerin yazılması da bir başka gelenektir. Bilmece tarzının klasik edebiyattaki örnekleri beyit, kıta gibi kısa; kaside ve mesnevi gibi uzun soluklu manzumeler hâlindedir. Fars edebiyatında Cami’nin konu hakkında üç eseri vardır. Türk edebiyatında ilk örnekleri XV. Yüzyıldan itibaren verilmiştir. Türk edebiyatında, Edirneli Emri, alfabetik düzende, 600’ü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Edebî Tarzlar aşkın muammasıyla bu tarzın ustasıdır. Fuzuli, Nabi, Kınalızade Ali Efendi, Sünbülzade Vehbi ve Fıtnat Hanım da, çok sayıda muamma örneği yazmış şairlerdendir. Nabi, kendi mahlasını şu beyitle bilmeceye dönüştürmüş: Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre Mir Hüseyin Muammayi, ömrünü muammaya adamış şairlerdendir. Bireysel Etkinlik [Cevap] Nâ-bî • İlgilendiyseniz, Cem Sultan’ın Türkçe Divanı'nın (Ersoylu 1989: 234-241) Fi’l-Mu´ammeyât bölümündeki beyitlerde özellikle kişi adları bilmeceleri ve diğerlerini de siz okuyup değerlendiriniz. Münâcât Şair ya da yazarın sığınma, yardım dileme, korunma ihtiyaçlarını dile getirdiği metinlerin genel başlığı niyaznamedir. Kulun yaratıcı karşısındaki konumu (münacat); müminin Peygamber’i karşısındaki durumu (şefaat) ve vatandaşın, egemen güç sahibi yönetici karşısındaki hâli (tazallüm); aralarında küçük uygulama ve ifade farklılıkları olan çeşitli anlatım tarzlarını oluştururlar. Şairin, kul olarak kendinin ve insan soyunun yaratıcı karşısındaki yetersizliği, ihtiyaçlarına karşılık dilemesi münacat/tazarru adlı metinlerin anlatım tarzıdır. Müminin Peygamber, din ve tasavvuf ulularından beklentilerini dile getirdiği metinler şefaatname tarzının örnekleridir. Bu tarzdaki metinlerde, şair, bir din ve tarikat ulusundan yardım talep ediyorsa bu dilek ve temenniler ulu şahsiyetin manevi şahsiyetine sığınma ve yardım dileme şeklindedir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Edebî Tarzlar (mededname/istimdadname). Kaside ve mesnevi benzeri metinlerin dua, bölümleri; bireyin kendini acındırma tavrıyla içinde bulunduğu hâlleri ifade ettiği yerinme, kendini acındırma tarzındaki; tazallüm ise, daha çok varlık ve güç sahibi devlet adamlarının koruması altında olma dileği ve şairin ihtiyaç içinde olduğunu ifade ettiği metinlerdir. Tarzın en meşhur örneği münacattır. Birinin kulağına bir şey söyleme, fısıldama; Allah’a gizlice yalvarma, yakarma, dua etme anlamındaki münacat, edebiyatta; Allah’a yakarış, yalvarma, af dileme ve dua içerikli metinlere ad olmuştur. Tazarru ve çokluk şekli tazarruat (yalvarmalar) da aynı anlamdadır. Şairler, günahlarının çokluğunu ve büyüklüğünü dile getirerek yaratıcının sınırsız bağışlayıcılık sıfatına sığınır; benlik ifadelerinden uzak samimi duygularını dile getirirler. Metinlerin başlangıcında İlâhî! Hudâyâ! vb. seslenişler vardır. Tarzın düzyazıdaki tanınmış örneği, Sinan Paşa’nın Tazarruname (Tazarruat) adlı eseridir. Münacatlar manzum ve mensur olarak yazılırlar. Yakarış tarzındaki şiir örnekleri; beyitler, kaside, mesnevi, terkip, terci ve diğer musammatlar; kıta ve rübai nazım şekilleriyle yazılmışlardır. Klasik şiir geleneğinde münacat, divan ve mesnevilerin başında yer alır. Yusuf Has Hacib (Kutadgubilig), Hoca Ahmet Yesevi (Divan-ı Hikmet), Ali Şir Nevai, Süleyman Çelebi, Larendeli Hamdi, Yahya Bey ve Hamdullah Hamdi, bağımsız eserler olarak yazdıkları mesnevilerinde, münacat tarzında şiirlere yer ayırmış şairlerdir. Fuzuli, Nabi, Hâletî, Hersekli Arif Hikmet (Tazarru), Nigar Hanım da farklı nazım şekilleriyle münacat örneği vermiş şairlerdendir. Gelenek, Tanzimat’tan sonra da; Ziya Paşa, Muallim Naci ve Şinasi tarafından devam ettirilmiştir. Münacat metinlerinin bestelenmiş örnekleri de vardır. Daha çok tekke edebiyatı örnekleri, tasavvuf musikisi örnekleri olarak seslendirilmiştir. AleviBektaşi kültüründe muharrem ayının matem günlerinde dua kabilinden okunan tercümanlar da, münacat veya selamname olarak anılmıştır. Tazarruname (Tazarruat). XV. Yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın tasavvuf konulu mensur eseri. Manzum örneklere de yer verilmiştir. Tanrının sıfatları ve Tanrı aşkı işlenmiştir. Tazarruat, aşk konusunun işlendiği eserin birinci kısmıdır. Eser; Allah’ı birleme (tevhit), yalvarma (münacat), peygamberi (naat) ve diğer din ulularını övme (medh) gibi, edebî tür ve tarz uygulamalarıyla birlikte, zengin hikaye ve öğüt bölümleriyle de varlık problemini işler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Edebî Tarzlar Şefaat, Yaratıcı-kul arasındaki ilişkilerde, birinin suçunun affedilmesi veya dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık anlamındadır. İslam inancında, İslam Peygamberi’nin, diğer peygamberler, melekler, şehitler, bilginler; tutulan oruç, okunan Kuran ve salih kullar, aracı sayılmışlardır. Edebî metinlerde, İslam Peygamberi vasfında yazılmış olan naatlerin dua mahiyetindeki bölümleri şefaatname olarak düzenlenebilir. Şefaatnameler, daha çok kaside düzenindeki naatlerde yer alır. Şairler, peygamberin sıfatlarını sayar, yerinme üslubuyla da, kendi günahlarını, acizliklerini ve affedilmelerine aracı olunmasını isterler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Edebî Tarzlar Örnek Mesnevi nazım şekliyle münacat Ey kamû kâsıda olan maksûd Âbidi nûra gark eden ma´bûd Çünkü lutfundan erdi bize vücûd Bizde ilm olmadın dahi mevcûd Şimdi kim fazlına tutaram ümîd Bizi hâşâ kim edesin nevmîd Evvel âhir çü senden oldu kerem Senden âhir sa´âdet dilerem Ayn-ı afvınla ol bize nâzır Sözümüz budur evvel ü âhır Hamdi Çelebi, Kıyafetname Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inde uzun soluklu bir münacat vardır. Münâzara Münazara, karşılıklı konuşma; bilimsel tartışma demektir. Klasik Türk edebiyatında, birbirine zıt iki konunun tartışıldığı temsili hikayelerdir. Ancak, daha Tam metin için Bk. http://www.divanihikm et.net/munacat.html Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Edebî Tarzlar çok, kaside nazım şeklinde kullanılan bir anlatım tarzı olarak yaygınlaşmıştır. Âşık edebiyatında deyişmeli destanlar ve atışmalar da bu tarzın örnekleridir. Klasik Türk edebiyatında birbirine zıt kavram ve varlıklar arasındaki zıtlıklar kıssalarla zenginleştirilir. Örnekleri manzum, mensur veya karışık olarak verilmiştir. Temsil yardımıyla, savunulan düşünce daha güçlü işlenir, karşıt fikir yetersiz ve zayıf bırakılır. Genel olarak küme oluşturan varlık, nesne, hayvan ve bitkiler tarzın sembolik tipleridir. Mizah, ahlak, tasavvuf, hikmet, tarzın tercih edilen konu başlıklarıdır. Örnekleri, 15.-18. yüzyıllar arasında verilmiştir. Tarzın oluşumunda, Kelile ve Dimne, Marzubanname benzeri, çeviri eserlerin etkisi vardır. Münazara tarzı, teşhis ve intak sanatlarının anlatım imkanlarından yararlanır. Zengin örnekleri, Çağatay Türkçesiyle verilmiştir. Klasik Türk edebiyatında, Lamii Çelebi’nin, Münazara-i Sultân-ı Bahâr bâŞehriyâr-ı Şitâ, Münâzara-i Nefs ü Rûh (mensur); Fuzuli’nin, Rindüzâhid ve Beng ü Bâde (manzum) tarzın meşhur örnekleridir. Meşhur münazara başlıkları: Münazara-i Ganî vü Fakîr; Münâzara-i Tîg u Kalem; Münâzara-i Gül ü Mül, Münâzara-i Şeb u Rûz, Beng ü Çağır; Münâzara-i Gül ü Husrev; Ok-Yay Münâzarası, Münâzara-i Savm u Îd, Münâzara-i Tûtî Be-Zâg; Münâzara-i Seyf ü Kalem. Nasîhât-nâme Nasihat ya da pend, öğüt anlamındadır. Edebiyatta nasihatnameler, İslami temellere dayalı ahlaki davranış kurallarını öğretici, öğüt kitaplarıdır. Mutluluk bilgisini öğretmeyi, bireyin ruh ve ahlak eğitimini esas alır. Düzyazı ve şiirle yazılmışlardır. Farsça, pend-name de bu tarzın diğer adlandırmasıdır. Nabi’nin Hayriyye (Halep, 1701) adlı eseri, bir öğüt kitabıdır. Şair, oğlu Ebulhayr Muhammed için yazmıştır. Eser bir mesnevidir. Şair, yaşamdan edinilen tecrübe ve yaşamın anlamına dair kanaatleriyle dönemin insan tipini çizmiştir. Eser, İslam’ın şartları, çeşitli ilimlerin öğrenilmesi; istiğna, ahlak, şiir, eğlence, ziraat, tıp; divan katipliği, kaza, kader konularında genç kuşağa öğüt mahiyetindedir. Nasihatnameler, bağımsız manzum eserler hâlinde düzenlendiklerinde mesnevi olarak kaleme alınmışlardır. Diğer örnekleri, divanlarda kaside; kıta ve musammat nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tarzın ilk örnekleri yazıtlar ve atasözleriyle zenginleştirilmiş destanlardır. Kutadgubilig, Atabetülhakâyık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri, Yunus Emre’nin Risâletünnushiyye’si, Sinan Paşa’nın, Maârifname’si, Güvahi’nin Pendnâmesi, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Edebî Tarzlar Nabi’nin Hayriyye’si, Sünbülzade Vehbi’nin Lütfiyye’si tarzın İslamiyet sonrası bağımsız örnekleridir. Fars edebiyatında Attar’ın ,din ve tarikat ulularının da sözlerine yön veren iyi ahlaklı insan olmanın kurallarını öğreten öğüt kitabı (Pendname), klasik Türk edebiyatında bu tarzda eserlerin yaygınlaşmasında etkili olmuştur (AB 1989: 17/504). Eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Sinan Paşa’nın, Nasihatname olarak da bilinen Maarifname adlı eseri (Hikmet Ertaylan, tıpkıbasım, İstanbul 1961), ahlaki konuların ele alındığı dinî tasavvufi, lirik örneklerdendir. Klasik Türk edebiyatında nasihatnameler, öncelikle siyasetname türünde tercih edilmiştir. Gelibolulu Ali, Nasîhatüsselâtin; Defterdar Sarı Mehmed Paşa Nasîhatülvüzerâ; Kâbusname bu anlatım tarzıyla yazılmış siyasetname örnekleridir. Fütüvvetname benzeri türlerde de nasihatname tarzı tercih edilmiştir. Öğüt kitapları, atasözleri ve deyimler açısından zengin kaynak eserleridir. Günümüzde kullanılan atasözleri ve deyimlerin eski dildeki şekillerini ve zengin metin örneklerini içerirler. Şiirde atasözü kullanma alışkanlığı olan Necati, Edirneli Hıfzi, Nabi, Sabit, Ragıp Paşa gibi pek çok şair bu tarzı zenginleştirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Örnek Edebî Tarzlar Yazıldığı dönemin ahlak anlayışlarından bir mesneviye yansıyan öğütler: Annenin oğula öğüdü (Mecnun’a öğüt): Baş olacak adam hükümdarların yolunu tutar, kahraman olur; itikadın güçlü olsun! Bir güzele takılırsan onun çirkinliklerini de görmeye çalış! Arzularının esiri olma! Bağımlı olmayı değil, özgürlüğü tercih et! Güzele ve güzelliğe düşen iman ve aklını kaybeder; Şiire heveslenme, yalandan ibarettir. Yaban yolu tutma, soyunla ilişiğini kesme (s. 160-164); Babanın öğüdü: Her yaşta kendine yakışanı yap! Gençlikte aşk bir marifettir, olgunlaştırır; Olgun yaşta ayıplanmaktan sakın, aklını başına devşir! Devamlı kendinde olmayış bir utançtır; sözünde duran güzeli sev! Aşk oyunundan vaz geç! Canını ateşe atma! Eninde sonunda ayrılacağın sevgiliye kavuşmayı düşünme! Allah’a yönel; dünyada bir işle meşgul ol! Tembel olma, iş gör! Malı mülkü yabancıya kaptırma! Kimsesiz ve muhtaç olursun! Umutlarını kırma, ileri görüşlü ol! (s. 344-350) Fuzûlî, Leylâ ve Mecnûn (Doğan 2000). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Şeyh Galip, Divanı’nda (Haz. M. Muhsin Kalkışım, Ankara 1994) beyit, kıta, gazel ve kaside şekilleriyle tarihler düşürmüştür. Divan’da tarih düşürme örneği 70 şiir bulunmaktadır. Bireysel Etkinlik Edebî Tarzlar •Hayriyye- i Nabi (Haz. Mahmut Kaplan), Ankara, 2008 künyeli öğüt kitabının tanıtım bilgilerine ulaşınız: •http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=462458 Tarih Düşürme Klasik edebiyatta harflerin rakam değerleri esas alınarak oluşturulan metinler bir olayın gerçekleşme tarihini gösterir. 28 harften oluşan Arap harflerinin ilk üçünün okunmasından oluşan ebced ve bu kısaltma kullanılarak oluşturulan ebced hesabı, klasik edebiyatta tarih düşürmenin karşılığıdır. Tarih söyleme, tarih deme ve tarih yazma da aynı uygulamanın farklı adlandırmalarıdır. Geleneksel tarih düşürme metinleri, hicri tarihe göre düzenlenirler. Şairin bir vesile ile tarihini söylemek istediği bir olay, bu uygulamanın temel görünüşüdür. Doğum, ölüm, doğal afetler, imar faaliyetleri, savaş, hastalık vb. toplumsal olaylar, düzenlenen şiirin son beytinde bir tarih kaydıyla yer alır. Tarihler, tarih metnini oluşturan dizeldeki kelimelerin, noktalı-noktasız (mu’cem-mühmel) oluşuna; dizede tarih belirten ifadenin açıkça söylenmesi (lafzen tarih) veya kodlanmasına (ma’nen tarih); ibarenin tam (tam tarih) veya eksiltmeli oluşuna (tamiyeli tarih) veya bir dizede tarihin iki ibarede yer almasına (dütâ/dübâlâ) göre çeşitlendirilir ve farklı adlarla anılırlar. Tarih düşürme örnekleri, klasik edebiyat geleneğinde, şiir kitapları divanların kasidelerden sonraki bölümünü oluşturur. Bu bölüm kıta-i kebirelere ayrılmıştır. 17. Yüzyıldan sonraki divanlarda daha çok tevârîh bölüm başlığı ile toplanmışlardır. Tarih metinleri, beyit, kıta, gazel ve kaside gibi, çeşitlilik arzeden nazım şekilleriyle yazılırlar. Ancak en yaygın kullanım kıta-i kebire lehindedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Edebî Tarzlar Süruri, Nefi, Cevri, Şeref Hanım, Şeyh Galip, Enderunlu Fazıl, divanlarında tarih düşürme örnekleri veren şairlerden bazılarıdır. Dariye, pendname, sıhhatname gibi bir çok metinde de, tarih düşürme tarzına yer verilmiştir. Hicri veya kamerî yılbaşını kutlama ve yeni yılı tespit (tevarih-i sal: ebcet hesabıyla yeni yılı gösterme) amacıyla kaleme alınmış saliye/salname şiirleri, aynı zamanda tarih düşürme örneği metinlerdir. Mesela, Cevri, Sadi, Ayni, Şeref Hanım, surname türünde tarih düşürme örnekleri vermişlerdir (Aslan 1999: V-VI). Bireysel Etkinlik Tarih düşürme metinleri, toplumsal gelişmelerin edebî metinlerde takip edilmesinde önemli bir görev yüklenmişlerdir. Mesela, bir sanat yapısı olarak bir sarayın hangi tarihte yapıldığını, tarihî gelişim içerisinde saraya yapılan eklemeleri, çıkarmaları; onarımları, farklı dönemlerin şairleri tarafından aynı bina için düşürülen tarihlerden takip etmek mümkündür. •Târih-i Cülûs-ı Sultân Bâyezîd •(Sultan Bayezit’in Tahta Çıkışına Tarih Düşürme) •… •Yazdı levh üzre kalem târihini •Kayser oldu Ruma Sultân Bâyezîd (886/1481) •(Tamamı 39 beyittir) •Ahmet Paşa, Divan, Tr 2 •Kaside nazım şekliyle, tarih düşürme örneği olarak düzenlenmiş cülusiye türünde tam metin örneği için bkz. •Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara, 1992. Tasvîr Bir şeyi söz ve yazıyla anlatım tarzına tasvir denir. Söz ve yazıyla resim yapma, fotoğraf çekme işlevindedir. Tarzın malzemesi, kişi, mevsim, tabiat, mekan, varlık, olay, mekan ve nesnelerdir. Klasik Türk edebiyatında, tasvir terimi yerine, vasf, evsâf, tavsîf, ta’rîf kelimeleri de bu görevle metinlere başlık olmuştur. Mesnevi ve kaside gibi uzun soluklu anlatmalarda felekler, gün, doğa, tabiat olaylarına bakış, okuyucuyu metne hazırlayıcı veya rahatlatıcı bölümlerdir. Asıl konuya geçiş veya konuyu anlatıştaki tek düzeliği kırma; anlatıma güç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Edebî Tarzlar kazandırmada bir süsleme öğesidir. Daha çok kasidelerin giriş bölümleri sayılan nesip de teşbip de tasvir ağırlıklıdır. Nesipler, çoğu zaman tasvir, zaman zaman da tahkiye, hasbihâl ya da fahriye tarzlarına geçmek için hazırlık mahiyetindedir. Bireysel Etkinlik Klasik Türk edebiyatında tarzın zengin örnekleri dariye, bahariye vb. tasviri anlatıma dayalı metinlerde yer almıştır. Tasvir örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden itibaren rastlanabilmektedir. Atabetülhâkayık’ta Kün Togdı tasviri bir bahariye örneğidir. •Lamii Çelebi’nin Bursa Şehrengizi’nde, 545-571. beyitler bahar tasvirine yer verilmiştir. (Metin AKKUŞ, Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Bursa Şehr-engizleri, AÜ, SBE, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1987, 207s. (Yön.: Doç. Dr. Haluk İPEKTEN), AÜ, Edebiyat Fakültesi, Araştırma Merkezi, +549/T11; s. 134-137). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Edebî Tarzlar •Klasik Türk edebiyatı çalışmalarında tür ve tarz başlıkları yeni açılmış başlıklardandır. Edebî türlere ve tarzlara ait kavramlar, temel olarak, metnin içeriği ve metnin sunuş biçimi ile birbirinden ayrılabilir. Edebî eserin neden bahsettiği, edebî tür; eserin nasıl anlatıldığı, edebî tarz kavramlarıyla adlandırılabilir. Edebî tarzlar, günlük konuşma dilinde kullandığımız bazı kavramların, edebiyatta Arapça, Farsça kavramlarla kullanılmasından ibarettir. Türkçede , övme, övünme, yerme, eleştirme, söyleşi, öğüt, sohbet vb. kavramlar edebiyatta; fahriye, medhiye, hicviye, nasihatname, hasbihâl gibi kavramlarla karşılanmıştır. Şair/yazar anlatıcı, edebî metinde bir yönüyle insanı olaylara, çevresine, doğaya; kısaca, kendine ait her şeye olumlu veya olumsuz bakışına göre bir tavır belirler. Buna göre, klasik edebiyatta anlatıcı beğenilerini, medhiye-fahriye; hoşlanmadıklarını, hicviye-tazallüm-firkatname gibi edebî kavramlarla ifade etmiştir. Nasihat-münazara-hasbihâl vb. tarzdaki pek çok metinde ise, beğenme veya beğenmeme tavırları birleştirilir. insanın yaşam içindeki temel davranışları, edebî metindeki üsluba dönüştürülür. Bu temel insani tavırların zamana, mekana, döneme ve insana göre gösterdiği değişkenlikler de, edebî metinlerde temel kavramların alt başlıklarındaki kavramlarla karşılanmışlardır. Henüz yaygın olarak bilinmeyen hasret, gurbet, ölüm, acı, ayrılık gibi, temel insani güdülerle düzenlenmiş onlarca metin de, çağdaş kuşakların keşif ve ilgilerini beklemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Edebî Tarzlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Fahriye tarzının usta şairi kimdir? a) Nabi b) Ahmet Yesevi c) Yusuf Has Hacib d) Nefi e) Hiçbiri 2. Aşağıdakilerden hangisi, hasbihâl tarzıyla iç içe geçen veya birbirini takip eden metinler hâlinde işlenen edebî tarzlardan biri değildir? a) Tasvir b) Tahkiye c) Nasihatname d) Firkatname e) Muamma 3. Aşağıdaki kavramlardan hangisi, klasik Türk edebiyatında, hicivle iç içe geçmiş anlatım biçimidir? a) Mizah b) Firkatname c) Fetihname d) Kısasıenbiya e) Nevruziye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Edebî Tarzlar 4. Edebiyatımızda yergi üslubunun en meşhur eseri, hangi seçenekte verilmiştir? a) Hüsnüaşk b) Heştbehişt c) Sihamıkaza d) Tuhfei Nailî e) Vesiletünnecat 5. Kasidede övülen kişiye ne ad verilir? a) Heccav b) Memduh c) Taşlamacı d) Madih e) Meddah 6. Türk edebiyatında, alfabetik düzende, 600’ü aşkın örnek vermiş olan muamma tarzının usta şairi kimdir? a) Fuzuli b) Sünbülzade Vehbi c) Fıtnat Hanım d) Edirneli Emri e) Nabi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Edebî Tarzlar 7. Hangisi münacat tarzıyla aynı işlevi yüklenen edebî tarz kavramlarından değildir? a) Niyazname b) Tazarru c) Şefaatname d) Mededname e) Münazara 8. Klasik Türk edebiyatında, Münâzara-i Sultân-ı Bahâr ba Şehriyâr-ı Şitâ adlı eser, aşağıdaki şairlerden hangisine aittir? a) Nabi b) Seyyid Vehbi c) Fıtnat Hanım d) Lamii Çelebi e) Fuzuli 9. Klasik Türk edebiyatında nasihatname tarzı, hangi edebî türde öncelikle tercih edilmiştir? a) Cülusiye b) Gazavatname c) Surname d) Bahariye e) Siyasetname f) Münacat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Edebî Tarzlar 10. Hangisi, firkatname tarzının metinde bir arada kullanılabildiği edebî tarzlardan değildir? a) Şikayet b) Hasbihâl c) Tazallüm d) Hicviye e) Tasvir Cevap Anahtarı 1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-b, 6-d, 7-e, 8-d, 9-d, 10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Edebî Tarzlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aça, Mehmet vd. (2009), Başlangıçtan Günümüze Türk Edebiyatında Tür ve Şekil: İstanbul. Ahmet Talat [Onay+ (1996), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev‘i (Haz. Cemal Kurnaz): Ankara. Akkuş, Metin (1998), Hicvin Ankaları : Nefi ve Sihâmı Kazâ: Ankara. Akkuş, Metin (2008), Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası/Edebî Türler ve Tarzlar: Erzurum. Ana Yayıncılık (1987), Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, 22 c: İstanbul. Aslan, Mehmet (1999), Türk Edebiyatında Manzûm Sûr-nâmeler: Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri: Ankara. Batislam, H. Dilek (2005), “Tarih ve Kültür Kaynağı Olarak Hasb-i Hâller", Gazi Üniversitesi, Gazi Türkiyat Araştırmaları Merkezi I. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu (11-13 Mayıs): Ankara. Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar: İstanbul. Bilkan, Ali Fuat (2000), Türk Edebiyatında Muamma: Ankara. Canım, Rıdvan (2010), Divan Edebiyatında Türler: Ankara. Değirmençay, Veyis (2006), “Kıratoğlu Emin ve Firakiyyesinden Birkaç Şiir”, Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu, Prof. Dr. Abdulkadir Karahan’a Armağan, s. 72-83: Şanlıurfa. Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara Doğan, Muhammed Nur (2000), Fuzûlî, Leylâ vü Mecnûn: İstanbul. Ece, Selami (2006), Muyî, Nâlân u Handân (Hasbıhâl): Erzurum. Ersoylu, İ. Halil (1989), Cem Sultân’ın Türkçe Divanı: Ankara. Gökalp, Haluk (2006); “Divan Şiirinde Sıhhat-nâmeler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 14, 101-130 : İstanbul. Gökalp, Haluk (2009) Eski Türk Edebiyatında Manzum Sergüzeşt-nâmeler: İstanbul. Gökalp, Haluk (2009); Divan Şiirinde Hasb-i Hâller ve Mûyî’nin Nâlan u Handân’ı : Adana. Gökalp, Haluk, (2009) Mevlâna Methiyeleri: İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Edebî Tarzlar Güzel, Abdurrahman (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı: Ankara. Hengirmen, Mehmet (1983), Güvahî, Pendname (Öğütler ve Atasözleri): Ankara. İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek: Ankara. İsen, Mustafa vd. (2003), “Türler”, Eski Türk Edebiyatı El kitabı, s. 245-265: Ankara. İsmail Habib *Sevük+ (1942), “Divan Edebiyatında Neviler”; “Nesirde Edebî Neviler”, Edebiyat Bilgileri, 147-172; 281-342: İstanbul. Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi: Ankara. Mengi, Mine (2000), “Kaside Nesiplerinde Hasbihâller Üzerine”, Divan Şiiri Yazıları, 122-138: Ankara. Mermer, Ahmet vd. (2006), Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş: Ankara. Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara. Nazımdan Nesire Edebî Türler-Bildiriler (2009), (Haz. Hatice Aynur vd.), Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları 4, (25 Nisan 2008) Okuyucu, Cihan (2009), Klâsik Dönem Osmanlı Nesri: İstanbul. Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü: Ankara Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: Ankara Saffet Sıtkı *Bilmen+ (1943), Nef’î ve Sihâmı Kazâsı: İstanbul. Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati: İstanbul. Tavukçu, O. Kemal (1993), Halîlî, Firkat-nâme (inceleme-metin), AÜ, SBE, YLT: Erzurum. Tavukçu, O. Kemal (2004), “Türk Edebiyatında Firâk-nâme Adlı Eserler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi / The Journal of Turkish Cultural Studies, 10, 89-122. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRLER • • • • • • • • • • • • DİNÎ TÜRLER Tevhit Esma-i Hüsna Naat Mevlit Miraciye Kırk Hadis Hilye-i Şerif Esmi-ı Nebi Siyer-i Nebi Hicretname Ramazaniye TÜRK İSLAM EDEBİYATI Doç. Dr. Ömer ÖZKAN • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Türk İslam edebiyatında tür kavramını tanıyacak ve kavrayacak, • Dinî türleri diğer edebî türlerden ayıran temel özellikleri öğrenerek bunlar arasındaki benzer ve farklı yönleri ayırt edebilecek, • Dinî türlerin genel özelliklerini değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 5 Türk İslam Edebiyatında Türler TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA TÜRLER Türk İslam edebiyatı, Türklerin İslamlaşması sonrasında ortaya çıkan bir edebiyattır. İlk eserler dikkate alınırsa, bu edebiyat, 12. Yüzyıl sonları ile 20. Yüzyıl başlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi içine alır. Bu edebî saha, özellikle Osmanlı döneminde klasikleşmiştir. Aynı zamanda bir imparatorluk geleneği niteliğindeki bu uzun soluklu edebî dönem içerisinde, şuara tezkirelerinde yer almayanlar da dahil, divanı elimizde olsun olmasın, bütün şairler dikkate alındığında yaklaşık 5000 civarında şairle karşılaşırız. Bu şairler topluluğundan miras olarak bugün elimizde binlerce divan ve farklı konularda kaleme alınmış binlerce eser vardır. Bu eserlerin tasnifi ve tedkiki konusunda ise son bir asırdır önemli aşamalar kat edilmiş; yüzlerce eser günümüz Türkçesine aktarılmış ve bu edebî geleneğin sanat anlayışını ve değişik konularını irdeleyen sayısız çalışmaya imza atılmıştır. Divanlar konusundaki incelemeleri saymazsak, bu çalışma ve araştırmaların önemli kısmını “türler” bahsi teşkil eder. Türk İslam edebiyatında türler denildiğinde daima, manzum veya mensur olmasına bakılmaksızın ortaya konulan eserlerin konularına göre adlandırılması hususu anlaşılmıştır. Osmanlı klasik edebiyatı geleneği üzerindeki yorum ve değerlendirmelerin neredeyse tamamı nazım üzerinden yürütüldüğünden, türler konusu da kaynak kitaplarda çoğunlukla “nazım türleri” başlığı altında ele alınmıştır. Oysa seyahatname, tezkire ve münşeat örneklerinde olduğu gibi, kimi türlerin ağırlıklı olarak mensur örnekleriyle karşılaşırız. Yine, Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’si, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı gibi, kimi türler müstakil kitaplar olarak, kimi türler ise, Fuzuli’nin Su Kasidesi, Şeyh Galip’in Naat’ı gibi divanlarda yer alan şiirlerin ana konusu olarak veya Baki’nin Bahariyye’si gibi, şiirlerin bir parçası olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla, esasında türlerin tasnifi ve adlandırması konusunda henüz, efradını cami ağyarını mani (eksiksiz ve fazlası) bir çerçeveden söz etmek güçtür. Bu hususta araştırmacılar arasında değişik görüş ve tartışmaların hâlen devam ettiğini burada belirtmek gerekir. Biz tüm bu tartışmaların dışına çıkarak, Türk İslam Edebiyatında türler bahsini, manzum ya da mensur olmasına bakmaksızın, içeriğini esas alarak; Dinî Türler ve Muhtelif Konularda Yazılmış Diğer Türler olmak üzere iki ana bölümde inceliyoruz. Bilindiği gibi, klasik edebiyat ağırlıklı olarak İslam kültürünün hinterlandı içindedir. İslam dininin temel kitabı olan Kuran başta olmak üzere peygamberler tarihi, mucizeler, hadis, fıkıh, kıssalar ve diğer dinî ilimlerin yoğun tesiri altındadır. Bu yüzden tevhid, Esma-i hüsna, hilye-i şerif, kısas-ı enbiya, naat gibi önemli miktar ve çeşitlilikte dinî içerikli türün yazıldığını görürüz. Diğer türler ise kıyafetname, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Türk İslam Edebiyatında Türler gazavatname, surname gibi türlerde sosyal hayat; bahariye, hazaniye gibi türlerde ise, tabiat, çok farklı yönleriyle ele alınarak yazılmışlardır. DİNÎ TÜRLER Türk İslam edebiyatındaki türlerin büyük çoğunluğunu dinî türler oluşturur. Bunları da Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber etrafında geliştirilenler ve diğer dinî konulardan müteşekkil türler olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Allah ile ilgili türleri; tevhid, esma-i hüsna, kırk ayet tercümeleri; Hz. Peygamber etrafında geliştirilen türleri; naat, mevlid, miraciye, kırk hadis, hilye, siyer-i nebi, hicretname, şefaatname; diğer dinî konulardan oluşan türleri ise; ramazaniye, kısas-ı enbiya olarak sıralayabiliriz. Şimdi bu türleri genel olarak tanıyalım. Tevhîd Sözlüklerde “bir etme, birleme” anlamlarına gelen tevhidi dinî türlerin en başında zikretmek gerekir. Çünkü İslam dininde her şey tevhid yani Allah’ın bir ve tek olduğunu kabul ile başlar. Dolayısıyla, kelime-i tevhidi, lâ ilâhe illallâh, dil ile söyleyip kalp ile tasdik eden Müslümanlar, Allah’ın bütün sıfat ve fiilleriyle tek ve benzersiz olduğuna iman etmiş olurlar. Bir edebiyat terimi olarak tevhid ise, Allah’ın varlığına, birliğine, bütün sıfat ve fiilleriyle kudretine, azametine dair, övgü mahiyetinde kaleme alınmış manzum ya da mensur eserlere denilir. Edebiyatımızdaki tevhid örnekleri, müstakil kitaplar olmaktan ziyade, daha çok kaside, gazel, kıta şeklindeki şiirler olarak veya Leylâ ve Mecnûn, Hüsn ü Aşk gibi müstakil kitaplar şeklindeki uzun mesnevilerin ve muhtelif konulu mensur eserlerin baş kısmında kısa bölümler olarak karşımıza çıkarlar. Nasıl ki Müslüman toplumlarda tevhid inanışı zihniyet dünyasının en tepesinde yer alıp şehir düzeni, mimari vs. sosyal yaşamı şekillendirmişse; sanat faaliyetlerinde de hiyerarşik yapının başında yer almayı sürdürmüştür. Şöyle ki, her şeyden evvel, divan edebiyatı geleneği içerisinde tevhid türüne yer vermeyen şair yok gibidir. Hangi divanı açsanız, divanın en başında mutlaka tevhid şiirlerini görürsünüz. Divanlar dışındaki hangi esere baksanız, mutlaka ya besmeleyle başlar veya Allah’ın yüceliğine ve kudretine atfedilmiş bir bölüme girişte yer verir. Mensur eserlerin giriş kısmındaki, tevhidi de içeren bölüme hamdele de denmiştir. Bir tevhid şiirinde genellikle Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarının övgüsü, bunlara dair yorumlar ve münâcât ifadeleri yer alır. Bazı tevhidlerde ise, kelime-i tevhid lafzına yer verildiğini görürüz ki, bunların en meşhuru 15. Yüzyıl şairlerinden Şeyhi’nin meşhur lâ ilâhe illallâh redifli tevhid kasidesidir. Tasavvufi yönü ağır Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatında Türler basan kimi tevhidlerde de şairlerin zaman zaman kâinatın başlangıcı, yaratılış ve varlığın birliği (vahdet-i vücut) gibi teolojik konulara girdikleri görülür. İslami dönemin ilk eseri kabul edilen Yusuf Has Hacip’e ait Kutadgu Bilig’deki tevhid bölümünden başlayarak günümüze kadar sayısız tevhid örnekleriyle karşılaşırız. Cem Sultan (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.), Niyazi-i Mısri (17. Yy.), Nabi (17. Yy.) gibi çok sayıda isim tevhid türüne şiirlerinde yer vermişlerdir. Cem Sultan’a ait kaside şeklinde kaleme alınmış şu tevhid bunların bir nümunesi kabul edilebilir. Tevhid Kasidesi Ey emîr-i bî-vezîr ü ey alîm-i bî-misâl Örnek V’ey habîr-i bî-nazîr ü ey rahîm-i Zü’l-celâl Senden umar iki âlem halkı rahmet ey rahîm Kim kadîm-i lem-yezelsin hem hakîm-i lâ-yezâl Cümle mahlûk-ı zemâne zikrini tesbîh eder Cümle âlem halkı eyler emrin üzre imtisâl Kuru ney içini kıldı kudretin tolu şeker Seng-i hârâdan akıtdı hikmetin âb-ı zülâl Hükmün ile mihri eylersin felekde bî-karâr Emrin ile mâh’edersin gâh bedr ü geh hilâl İbtidâna yok nihâyet intihâna hem-çünân Müddeti yokdur bekânın ey kerîm-i bî-misâl Hükmün ile oldı gül gülzârda şâh-ı çemen Kudretinle buldı bülbül bâgda nutk u makâl Cümle mahlûkun görürsün dâ’imâ ahvâlini On sekiz bin âlemin rızkın verirsin bî-su’âl Cümle eşyâ birligine şâhid olupdur senin Cümle varlık varlıgına âlem içre oldı dâll Akl-ı küll cehd eyleyip mâhiyyetini bilemez Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatında Türler Kimsene eyleyemez keyfiyyetinde kîl ü kâl İbtidâsı yok bekânın ey hudâvend-i kadîm Ger devr eyler felekler gerdiş eyler mâh u sâl Kudretinden oldı keyvân çarh üzre pâs-bân Hikmetinden oldı mirrîh âsmânda kût-vâl Mihri lûtfunla felekde şâh-ı encüm eyledin Hikmetini gösterip bagışladın ana kemâl Zâtının mâhiyyetine eremez fehm ü ukûl Hikmetinin kudretine eremez vehm ü hayâl Çün günehkâr oldı Cem olgıl Hudâya dest-gîr Kıl inâyet olmasın mahşer gününde pây-mâl Cem Sultan Esmâ’-i Hüsnâ Allah’ın “en güzel isimler”i anlamına gelen esma-i hüsna terkibi, Allah’ın, Kuran ve hadis kitaplarında geçen 99 güzel ismine delâlet eder. Mutasavvıflar, kâinattaki her şeyin Allah’ın, celal ve cemal sıfatları şeklinde iki gruba ayrılan bu isimlerinin tecellisinden ibaret olduğunu söylerler. Bu güzel isimler şunlardır: Allâh, Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, ElAzîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Hâlik, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Kahhâr, El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Kâbız, El-Bâsıt, El-Hâfız, Er-Râfi’, ElMu’izz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, ElAzîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Hâfız, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, ElKerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsi’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, El-Bâ’is, Eş-Şehîd, El-Hakk, El-Vekîl, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Veliyy, El-Hamîd, El-Muhsî, El-Mübdî, ElMu’îd, El-Muhyî, El-Mumît, El-Hayy, El-Kayyûm, El-Vâcid, El-Mâcid, El-Vâhid, EsSamed, El-Kâdir, El-Muktedir, El-Mukaddim, El-Mu’ahhir, El-Evvel, El-Âhir, Ez-Zâhir, El-Bâtın, El-Vâlî, El-Müte’âlî, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Müntekim, El-Afüvv, Er-Ra’ûf, ElMâlik’ül-Mülk, Zü’l-Celâli Ve’l-İkrâm, El-Muksıt, El-Câmi’, El-Ganiyy, El-Mugnî, ElMâni’, Ed-Dâr, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd, EsSabûr. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatında Türler Kültürümüzde bu kutsal isimlere müstesna bir yer verilmiş, hattatların kaleme aldığı esma-i hüsna levhaları evleri ve camileri süslemiş ve asırlardır, bu isimleri anlamlarını bilerek ezberleyip dua şeklinde okumak sevap; hatta kimi dertler için de deva kabul edilmiştir. Esma-i hüsna, bir edebî tür olarak da kültürümüzde önemli yer etmiş; manzum ve mensur olmak üzere Allah’ın güzel isimlerini konu edinen değerli eserler kaleme alınmıştır. Esma-i hüsnanın açıklama ve şerhini esas alan bu eserlerde Allah’ın güzel isimleri, “Der-İsm-i Hallâk”, “Der-İsm-i Sübhân”, “Der-İsm-i Feyyâz” gibi başlıklar altında, kendine mahsus hikmet ve yönleriyle tasvir edilir. İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Beyân-ı Şerâit-i Esmâ adlı eseri türün en meşhur örneğidir. Yine Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şerh-i Mu’ammeyât Alâ Esmâ’ilHüsnâ’sı ve Bursalı Subhî Mehmed Ali Çelebi’nin manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi de türün dikkat çeken örneklerindendir. Na’t Bir şeyi medhederek anlatma, vasıflandırma anlamlarına gelen naat; Hz. Peygamber’i konu alan en meşhur türlerdendir. Bilindiği gibi peygamber sevgisi kültürümüzün en belirgin vasıflarındandır. Nitekim edebiyatımızda en çok tür Hz. Peygamber etrafında oluşturulmuştur. Ka’b Bin Zübeyr’in Kasîde-i Bürde diye bildiğimiz eseri, içerisinde Hz. Peygambere övgülerin de yer alması nedeniyle, naat türünün Arap edebiyatındaki en tanınmış örneği kabul edilir. Naatler Hz. Peygamber övgüsünü konu edinen şiirlerdir. Fakat şairlerin zaman zaman, dört halife için yazdıkları medhiyelere “Na’t-i Çâr-yâr”, “Na’t-i Hulefâ-yı Râşidîn”, “Na’t-i Ali” gibi başlıklar koymaları, “naat” teriminin dört halife medhiyeleri için de kullanıldığını gösterir. Arap edebiyatından Fars edebiyatına ve daha sonra da Türk edebiyatına geçmiş olan naatin Türk edebiyatındaki ilk örneği Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’inde yer alır. Bu eserden günümüze gelinceye kadar sayısız naat örneği kaleme alınmıştır. Divan edebiyatı geleneğinde naatlerin hemen hemen tamamı manzum olarak ve kaside nazım şekliyle dile getirilmiştir. Genellikle divanlarda tevhid şiirlerinden sonra gelseler de Nefi (17. Yy..), Nedim (18. Yy.) ve Şeyh Galip (18. Yy.) gibi kimi şairler divanlarına doğrudan naat şiirleriyle başlamışlardır. Ayrıca, müstakil kitaplar olarak yazılan; Garibname, Leyla ve Mecnun, Yusuf u Züleyha, Can u Canan gibi hemen hemen bütün mesnevilerin giriş kısmında da mutlaka naat örnekleri bulunur. Ancak, Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin nazmen tercüme ettiği 9008 beyitlik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatında Türler Muhammediye, Hz. Peygamber’in hayatını anlatan bir siret olmasına rağmen; eserin adından ve “Kitâb-ı Muhammediye Fî-Na’t-i Seyyidi’l-Âlemîn Habîbullâhi’lAzîm” başlığından anlaşıldığı gibi bütün tahkiyeli yönleri yanında baştan sona müstakil bir naat görünümündedir. Neticede, Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’si müstakil hacimli bir siret şeklinde yazılan naat türünün yegâne örneğidir (Yeniterzi, 1993:46). Fuzuli’nin (16. Yy.) Su Kasidesi ve Şeyh Galip’in “efendim” redifli müseddesi edebiyatımızdaki en tanınmış naatlerdir. Yakın dönem şairlerimizden Arif Nihat Asya’nın Naat’i ise, türün, son dönemde kaleme alınmış en etkili ve güzel örneği kabul edilebilir. Hz. Peygambere duyulan muhabbet, sadece manzum veya mensur naatler kaleme almakla kalmamış, aynı zamanda hattatlar tarafından naat levhaları yazılması; musiki erbabınca naatlar söylenip bestelenmesi ve camilerde, dinî merasimlerde terennüm edilmesi şeklinde bir gelenek de meydana getirmiştir. Itri’nin rast makamındaki, “Yâ hazreti Mevlânâ Hak dost” diye başlayan meşhur bestesi, yıllarca okunup dinlenmiştir. Yine, Dede Efendi ve Hafız Post gibi nice musiki ustası nadide besteler yapmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatında Türler Müseddes-i Na’t-ı Şerîf-i Nebevî Örnek Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim Menşûr-ı le'amrükle mü'eyyedsin efendim Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Tâbiş-dih-i ervâh-ı mücerred güherindir Mâlişgeh-i ruhsâr-ı melik hâk-i derindir Ayîne-i dîdâr-ı tecellî nazarındır Bû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda Gül-bâng-ı kudûmün çekilir Arş-ı Hudâda Esmâ-i Şerîfin anılır arz u semâda Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim Bir gün ki dalıp bahr-ı gama fikrete gitdim İlden getirip kendimi bî-hodluğa yitdim Atatürk İsyânım Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi anıp âkıbetimden hazer itdim Bu matla'ı yâd eyledi bir seyyid işitdim Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim 8 Türk İslam Edebiyatında Türler Mevlid Doğum, doğum yeri ve doğum zamanı gibi anlamlara gelen mevlid; Hz. Peygamber’i konu alan, naatten sonraki en yaygın türdür. Çoğunlukla manzum ve mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastlanır. Mevlid, Arap edebiyatından aldığımız bir türdür, ancak İslami edebiyatlar içerisinde en fazla gelişmeyi ve rağbeti Türk kültür ve edebiyatında bulmuştur. Zira kültür tarihimize baktığımızda mevlid metinlerinin ve törenlerinin asırlardır ibadet vecdiyle kabul gördüğüne şahit oluruz. Hz. Peygamber’i konu alan naat, hilye, miraciyye ve esma-ı nebi gibi türler mevlid türü ile daima ilgi hâlindedir. Çünkü mevlid metinlerinin içerisinde mutlaka bu türleri de kapsayan bölümler, parçalar yer alır. Ancak bir mevlid metni genellikle, Hz. Peygamber’in doğumu (viladet), peygamberliği (risalet), göğe yükselişi (miraç) ve vefatı (rıhlet) temel bölümlerinden oluşur. Edebiyatımızdaki ilk ve en mükemmel mevlid, Vesîletü’n-Necât adıyla Süleyman Çelebi (15. Yy.) tarafından kaleme alınmıştır. 730 beyitlik bu eser o kadar benimsenip sevilmiştir ki, edebiyatımızda onlarca mevlid metni kaleme alınmış olmasına rağmen, mevlid denildiğinde hemen daima Süleyman Çelebi’nin eseri anlaşılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatında Türler Rivayete göre, bir vâiz Bakara suresinde geçen bir ayete dayanarak Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden bir farkı ve üstünlüğü olmadığını uzun uzun anlatıp yorumlamış. Vaazı dinleyenlerden birisi buna karşı çıkmış ve vâiz hakkında fetvalar almışsa da halkı vâzin haksızlığına dair ikna edememiş. İşte bu olayı duyan Süleyman Çelebi çok üzülmüş ve Vesîletü’n-Necât’ı yazmaya başlamış. Bu eserin Anadolu’da bir “mevlid çığırı” açtığı ve kendisinden sonraki eserleri etkilediği açıktır. Sinanoğlu (15. Yy.), Ebul-Hayr (15. Yy.), Halil (15. Yy.), Hamdi (15. Yy.), Şemseddin Sivasi (16. Yy.) ve Şahidi (16. Yy.) gibi, nice şair mevlidler yazmışlardır. Bunlardan Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye adlı mevlidi de Süleyman Çelebi’nin eserine yakın bir ilgiyle rağbet görüp model alınmıştır. Yine meşhur “Merhabâ ey …” faslını yazdığı öne sürülen, Süleyman Çelebi ile çağdaş Ahmed isimli şairi de burada anmak gerekir. Mevlidhanlar tarafından, devam eden asırlarda tüm mevlidlerden seçmeler yapılarak mevlid, bir anlamda anonimleştirilmiş; mevlid kandillerinde camilerde yapılan merasimlerden, doğum, ölüm, düğün, bayram ve askere uğurlama âdetlerine varıncaya kadar pek çok yerde okunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatında Türler Mevlid’den Allâh adın zikr idelüm evvelâ Örnek Vâcib oldur cümle işde her kula Allâh adın her kim ol evvel ana Her işi âsân ide Allâh ana Allâh adı olsa her işin öni Hergiz ebter olmaya anun sonı Her nefesde Allâh adın di müdâm Allâh adıyla olur her iş temâm Bir kez Allâh dise aşk ile lisân Dökülür cümle günah misl-i hazân İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen Her murâda irişür Allâh diyen Aşk ile gel imdi Allâh diyelüm Derd ile göz yaşile âh idelüm Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh Ol Kerîm ü ol Rahîm ü ol ilâh Birdür ol birligine şek yok durur Gerçi yanlış söyleyenler çok durur Cümle âlem yog iken ol var idi Yaradılmışdan Ganî Cebbâr idi Var iken ol yog idi ins ü melek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatında Türler Arş u ferş ü ay u gün hem nüh felek Sun’ ile bunları ol var eyledi Birligine cümle ikrâr eyledi Ol didi bir kerre var oldı cihân Olma dirse mahv olur ol dem hemân Varı yok yogı var iden ol durur Dünyede her olanı ol oldurur Bârî ne hâcet kılavuz sözi çok Birdür Allâh andan artuk Tanrı yok Haşre dek ger dinilürse bu kelâm Niçe haşr ola bu olmaya temâm Pes Muhammed’dür bu varlıga sebeb Sıdk ile anun rızâsın kıl taleb Ger dilersiz bulasız oddan necât Aşk ile derd ile eydün es-salât İy azîzler uşda başlaruz söze Bir vasiyyet kıluruz illâ size Ol vasiyyet kim direm her kim tuta Misk gibi kokusı cânlarda tüte Hak Teâlâ rahmet eyleye ana Kim beni ol bir duâ ile ana Her ki diler bu duâda bulına Fâtiha ihsân ide ben kulına Süleyman Çelebi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatında Türler Mi’râciyye Hz. Peygamber’in Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya gelişine İsra; Mescid-i Aksa’dan Sidre-i Münteha’ya kadar devam eden manevi yolculuğuna da miraç denmiştir. Kuran’da İsra Suresinde “Bir gece kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Aksa’ya götüren o zatın şanı yücedir, bütün eksikliklerden uzaktır. Gerçekten her şeyi gören odur.” ifadeleriyle geçen miraç olayının gerçek anlam ve mahiyeti tam olarak bilinemese de etrafında pek çok rivayet ve hikaye oluşmuştur. Miraç hadisesinin gerçekleştiği Recep ayının 27. gecesi kutsal ve ulvi bir vakit olarak kabul edilmiş ve Miraç Kandili olarak halk tarafından asırlardır kutlanmıştır. İnanışa göre, namaz vakitlerinin belirli olarak farz oluşu, Bakara suresinin son iki ayetinin nazil oluşu ve tahiyyat duasının müminlere hediye edilişi bu gece vesilesiyle olmuştur. İşte, İslami edebiyatlarda miraciye olarak adlandırılan tür de Hz. Peygamber’in bu büyük mucizesini anlatan eserlere denir. Edebiyatımızda çoğunlukla manzum ve kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türün, az da olsa müstakil kitaplar şeklindeki örneklerine rastlanır. Lamii Çelebi (16. Yy.), Ganizade Nadiri (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Nahifi (18. Yy.), Sabit (18. Yy.), İzzet Molla (19. Yy.) ve daha birçok şairin divanında güzel miraciye örnekleri bulmak mümkündür. En meşhur miraciyenin Ganizade Nadiri’ye ait olduğu ve bu eserin birçok şairi etkilediği kabul edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatında Türler Mi‘râc-nâme-i İbrahim Beg’den … Müşerref kıldı cümle hâs u ‘âmı Örnek Ki böldi kısmını Rûmî vü Şâmî … Hakîkat zâhir oldı hem şerî‘at Şerî‘at neyise oldur hakîkat Hakîkat hâli oldı şer‘ kâli Birikdi vahdet ile kâl ü hâli İbâret kâbe kavseyn andan oldı İkiden geçdi ev ednâyı buldı İki bahr arasında berzah oldur Agac u yaprag arasında güldür … Teniyle ol sebebden kıldı mi‘râc Delîle olmayavuz dahı muhtâc İrişdi bir gice Cibrîl-i derrâk Burâk-ı berk elinde cüst ü çâlâk Didi iy şâh selâm itti ilâhun Sa‘âdet matla‘ında togdı mâhun Okur ummâna sen dürr-i yetîmi Gidergil tizcek üstünden kilîmi Bu âyet vaktidür ola münebbih Ki sübhânellezî esrâ bi-‘abdih Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatında Türler İrişdi vahy-i ikra' b'ismi rabbik Hilâfet sancagın ‘arş üstine dik … Nebîler cânı sana muntazırdur Visâlün bahşişine müftekırdur Müdebbirler cemâlün görmek ister Ayagun yüzlerine sürmek ister Göz açup gözedürler cümle yılduz Ki kankı yoldan ire şâh-ı pervîz Var altunlarını saçu saçalar İlerü yüriyib kapu açalar Elüne dizginin algıl Burakun Bilürem hadden aşdı iştiyâkun Pes imdi vaktidür kılgıl azîmet Visâle degşürülsün cümle fürkat Egerçi olmadum ben senden ayru Kaçan sen dahı olduñ benden ayru Göñülden her nefes mi‘râc idersin Bu zâhir sûreti koyup gidersin İrer bî-vâsıta saña kelâmum Kelâmıla tahıyyât u selâmum Velî na‘lînüñe müştak durur ‘arş Ayagun altına olmak diler ferş Bu kudsî ‘âleme irsün şerefler Bu bahr içinde dürr bulsun sadefler Makâmı her resûlüñ bir felekde Kalıpdur her birisi bir dilekde … (Duman 1997) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatında Türler Kırk Hadis Arapçada hadis-i erbain, Farsçada, çihil hadis olarak adlandırılan kırk hadis, Hz. Peygamber’in hadislerinden 40 tanesini seçip manzum ya da mensur olarak bir araya getirmektir. Bu tür eserlerin kaynağı, Hz. Peygamber’in “Her kim benim hadislerimden kırk tanesini belleyip başkalarına da öğretirse, kıyamet gününde Allah onu bilginler ve fakihler arasında diriltsin.” mealindeki hadisidir. Bu hadis gereği, Hz. Peygamber’in bu müjdesine nail olmak için sayısız sanatkâr, onun sözlerinden seçmeler yaparak kırk hadis türünden eserler meydana getirmiştir. Kırk hadislerde İslamın şartlarına dair, Kuran’ın faziletiyle ve diğer akaid konularıyla ilgili vs. yaklaşık her farklı konudaki hadisler derlenmiş ve çoğu zaman ise bu hadis metinleri birebir tercüme edilmeyip izahlara da yer verilmiştir. İslam edebiyatlarında ilk kırk hadisin Abdullah Mervezi (8. Yy.) tarafından tertip edildiği, fakat bu eserin sonradan kaybolduğu söylenir. Ebu İsa Muhammed Tirmızi (9. Yy.), İbn Veda (11. Yy.) ve Ebu Tahirüs-Selefi (12. Yy.) de kırk hadis yazmışlardır. Türün en muhteşem örneği ise, Muhyiddin Nevevi (13. Yy.) tarafından kaleme alınmıştır. Bu eserin pek çok kez çevirisi ve şerhi yapılmıştır. İran edebiyatında ise, en meşhur ve etkili kırk hadis Molla Cami (15. Yy.) tarafından yazılmıştır. Edebiyatımızda kırk hadis geleneği naat ve mevlid türleri gibi ilgi görmüş ve pek çok şair Arapça ve Farsçadan kırk hadis tercüme etmiş veya derleme eserler meydana getirmiştir. Mahmud bin Ali (14. Yy.), Kemal Ümmi (15. Yy.), Usuli (16. Yy.), Fuzuli (16. Yy., Mecdi (16. Yy.), Ali (16. Yy.), Feyzi (17. Yy.), Hakani (17. Yy.), Nabi (17. Yy.), Osmanzade Taib (18. Yy.) ve Müstakimzade S. Sadettin (18. Yy.) gibi şairler bu türün güzel örneklerini vermişlerdir. Hilye-i Şerîf Sözlüklerde “zinet-i çehre”, “suret” ve “heyet” gibi anlamlar verilen hilye kelimesi, bir edebiyat terimi olarak Hz. Peygamber’in ve dört büyük halifenin iç ve dış güzelliklerini, örnek davranış biçimlerini tasvir eden eserlere verilen addır. Kaynaklarda bu tür için zaman zaman, şemail-i şerif, şemail-i nebi veya şemailname gibi ifadeler kullanılsa da kast edilen aynı türdür. Ancak bu eserlere karşılık olarak daha çok hilye-i saadet veya hilye-i şerif terkibi tercih edilmiştir. Söz konusu olan Hz. Peygamber ve dört halife olduğundan, bu tür eserlerin ana kaynağı hadisler olmuştur. Zaman içerisinde, Hz. Peygambere dair hilye niteliğindeki tüm hadis ve rivayetleri toplamak ve ezberlemek, duvara vs. asmak kutsal kabul edilmiştir. Hatta etrafında, kimi âfetlere iyi geleceğine dair inançlar oluşmuştur. Aynı inanç ve geleneğin günümüzde devam ettiği görülmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatında Türler İslami edebiyatlar içerisinde ilk hilye eş-Şemâ’ilü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâ’isü’lMustafaviyye adıyla ve Arapça olarak İmam Tırmizi (9. Yy.) tarafından yazılmıştır. Yıllar içerisinde bu esere çok sayıda şerh ve hâşiye yapılmıştır. Edebiyatımızda manzum ve mensur örneklerine rastlayabileceğimiz çok sayıda hilye kaleme alınmıştır. Hakanî Mehmed Bey’in (16. Yy.) Hilye-i Hâkânî isimli hilyesi bunların ilki ve en meşhurudur. İnsanlar tarafından yıllarca hürmetle kabul edilip ezberlenen bu eser, pek çok şairi de etkilemiştir. Süleyman Nahifi (18. Yy.)’nin Hilyetü’l-Envâr’ı ve Nesimi Mehmed’in Gülistân-ı Şemâil’i de yine edebiyatımızda çok beğenilmiş hilyeler arasındadır. Başlangıçta sadece Hz. Peygamber’i konu edinen hilye türünün zaman içerisinde kapsamını genişleterek diğer peygamberleri ve dört halifeyi de içerdiği görülür. Cevrî İbrahim Çelebi’nin (17. Yy.) Hilye-i Çehâr-yâr-ı Güzîn’i ve Neşati Dede’nin (18. Yy.) Hilye-i Enbiyâ’sı bu durumun güzel örnekleridir. Hilye-i Hâkânî’den Örnek Ol görür gözleri masnû’âtun Muktezâsıyıdı tecelliyâtın Anı göz nûrı gibi seyr-i cemâl Bî-misâl etmiş idi bi’l-icmâl Çeşm-i hâk-bîni inen ahsen idi İki şehbâz-ı şikâr-efgen idi Görinürdi gözi dâim mekhûl Hadd-i zâtında siyeh-çeşm idi ol Şîve-i gamze-i lâzım nâzı Âlemün olmış idi mümtâzı Gûşe-i çeşm ile etdükce nigâh Gaşy olurlardı sürûş-ı dergâh Hîn-i ru’yetde açardı nazarı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Türk İslam Edebiyatında Türler Nükte-i sırr-ı ke-lemhi’l-basarı Gark-ı hûn etmiş idi nâfe-misâl Hoten âhûların ol çeşm-i gazâl Örnek Gözinün ağı beyâz idi katı Kâbil-i vasf değüldi sıfatı Hem siyah idi gâyetde şedîd Bir idi ana karîb ile baîd Hem rivâyetdür o tâvûs-ı cinân Olsa bir cânibe gâhî nigerân Vâsî-i hûb u latîf idi gözi Nûr-ı mahz idi saâdetlü yüzi Kuvvet-i bâsıra-i Mustafavî Gece gündüz gibi görürdi kavî Ol iki dîde-i bî-sürme siyâh Dâim olmışdı nazargâ-ı İlâh Müteveccih olup a’zâsı ile Cism-i pâkiyile dönerdi bile Serine tâbi ederdi cesedi Bunı terk etmemiş idi ebedî Dönüp etrafına kıldukca nazar Secde eylerdi cemâdât u şecer Nereye dönse o kadd-i çâlâk Hâsılı bile dönerdi eflâk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatında Türler Esmâ-i Nebî Allah’ın güzel 99 ismini konu alan esma-i hüsna adlı eserlerdeki gibi, kimi sanatkârlar da esma-i nebi adıyla kaleme aldıkları eserlerinde Hz. Peygamber’in 99 isim ve sıfatından söz etmişlerdir. Manzum ve mensur örnekleri bulunan ve fakat müstakil kitaplar olarak karşımıza çıkmayan esma-i nebiler daha çok muhtelif konulu eserlerin bir bölümü şeklindedirler. Hasib Efendi 1000 beyitlik bir esma-i nebi yazmıştır (Çelebioğlu 1988:357). Siyer-i Nebî Siyer, “tavır, hareket, ahlak ve gidiş” anlamlarına gelen siret kelimesinin çoğuludur ve bir terim olarak, Hz. Peygamber’in ahlak ve yüksek vasıfları ile birlikte hayatını konu edinen eserlere verilen isimdir. Kaynaklarda bu türden eserler için bazen, siretü’n-nebi terkibi kullanılsa da siyer-i nebi adlandırması daha yaygındır. Erzurumlu Mustafa Darir’in (14. Yy.) Arapçadan dilimize çevirdiği, oldukça hacimli olan mensur Siyer-i Nebî’si bu türün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir. Ancak bu konuda kaleme alınmış en meşhur örnek Yazıcıoğlu Mehmed’in (15. Yy.) Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak çevirisini yaptığı 9008 beyitlik Muhammediye’sidir. Siyer-i Nebi türünde kaleme alınan eserler hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’i konu alan diğer naat, mevlid ve miraciyye gibi türlerle iç içedirler. Nitekim Yazıcoğlu’nun bu eseri, önemli bir kısmı naat niteliği taşıdığından, naatler konusunda kapsamlı çalışması bulunan Emine Yeniterzi tarafından müstakil bir naat kitabı gibi kabul edilmiştir (Bk. Na’t). Veysi’nin (17. Yy.) Dürretü’t-Tâc fî Sâhibi’l-Mi’râc isimli, Siyer-i Veysî terkibiyle meşhur olmuş mensur eseri de oldukça beğenilmiş ve defalarca çoğaltılan bu esere zeyller yazılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatında Türler Muhammediye’den … Eger ismin okudunsa müsemmâsın taleb eyle Örnek Yücede istegil ayı ki suda aksidir ednâ Musaffâ ol sıfâtından nitekim açılır âhen Göresin zâtını sâfî açıla âyine asfâ Bulasın gönlün içinde ulûm-ı enbiyâyı sen Kim anda ne kitâb ola ne ders ola ne hod fetvâ Erişe cânın ol nûrun makamına hakîkat bil Ki Peygamber buyurmuşdur ki nûrumdur benim ebhâ Göriser ümmetim cânı beni şol nûr ile dedi Ki ben ol nûr ile her dem görürem onları esnâ Onun ol nûr-ı lâhûtu ihâta kıldı nâsûtu Egerçi ol yüce zâtı gözükdü oldu hem ahfâ Olupdu elli üç yıl Mekke menzil Medîne’de hem on yıl oldu nâzil Çü yaşı altmış üç oldu Resûlün Hilâli bedr olup doldu Resûlün Pes indi âhir âyet işbu Furkân Tamâm oldu onunla cümle Kur’ân Ki korkun çün kim âhir ölisersiz Şu gün kim Hakk’a râci’ olısarsız Bulısar küllü nefs nice kılına Ki Hak zulm eylemez aslâ kuluna Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatında Türler Çü Cebrâil gelip Hak’dan bu vahyi eyledi pertâb Bu âyetden Resûlullâh ecel hükmün edip deryâb Bilâl’e emr kıldı kim namâza cem’ ede halkı Derildiler dolup mescid oturdular kamu ashâb Çıkıp minberde Allah’ın kemâline senâ etdi Nihâyetçe belâgetde hitâbet eyledi îcâb Cinâna eyledi teşvîk cehennemden edip tahzîr Cihâda eyledi tahrîz nasîhatde edip itnâb Şu resme korkdular ashâb ki kanlı yaş akıtdılar Dediler yâ Resûlullâh bu hâli etdin isti’câb Dedi kim bilin ey ashâb vedâ idervenin size Ki sâdıklardınız dinde size olmuş idim nessâb … Hicret-nâme Arapça “hecr” kökünden gelen hicret, bir yerden başka bir yere göç etmek anlamına gelir. Ancak bildiğimiz gibi, hicret denildiğinde asırlardır, Hz. Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesi anlaşılmıştır. Hicri yılın da başlangıcı kabul edilen bu olay, bütün ayrıntılarıyla manzum ve mensur eserlere konu olmuştur. İşte hicretname dediğimiz tür de Hz. Peygamber’in hicretini konu edinen eserlere denmiştir. Edebiyatımızda diğer dinî türler kadar yaygın olmasa da manzum ve mensur örneklerine rastlanır. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) yaklaşık 800 beyitten oluşan Hicretü’n-Nebî isimli eseri bu konudaki en meşhur müstakil kitaplardandır. Bunun dışında hicret konusuna, pek çok manzum ve mensur eserin içerisinde kısa da olsa değinildiği görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatında Türler Hicretü’n-Nebî’den Bismillâhirrahmânirrahîm Rehber-i ferhunde-i bî-havf u bîm Örnek Oldı Ebû Bekr’e çü Fahrü’l-beşer Çünki haber-dâde-i emr-i sefer Menzil-i pür-nûrına ol reşg-i mâh Geldi yine itmege tedbîr-i râh Didi Alî’ye o nebiyy-i enâm Eyle bu şeb hâb-gehimde menâm Pûşiş idüp bürde-i pâkimle sen Çekme elem düşman-ı gaddârdan Hakka tevekkül idüp eyle sebât Eyleme ol hâr u hasa iltifât Virdi ana cümle emânetleri Didi benim zimmetim eyle berî Her birin ashâbına teslîm kıl Tavsiyemi vak’amı tefhîm kıl Olmak ile zimmet ü ahdi emîn Herkes emânâtın iderdi rehîn Vakt-i ışâ geçdigi sâ’at hemân Oldu adû dâr-ı nebîye revân Eylediler anda tarassud tamâm Cem’ ola tâ müfterikân-ı hısâm Oldu abâ-pûş-ı tevekkül o mâh Eyledi bâ-avn-i Hudâ azm-i râh Virdin idüp âyet-i lâ-yübsirûn Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatında Türler Hak-fişân oldu o mu’ciz-nümûn Her kime itdiyse isâbet o hâk Ma’reke-i Bedr’de oldu helâk Hasm arasından o şeh-i dil-sitân Berk misâli güzer itdi hemân Gâlib olup her birinün gafleti Görmedi kat’â biri ol hazreti … Ramazâniyye Kamerî ayların dokuzuncusu ve on bir ayın sultanı veya ramazan-ı şerif olarak vasıflandırılan Ramazan, İslam dünyasının en kutsal ayıdır. Zira Kuran bu ayda inmeye başlamıştır. Müslümanlar, Kuran’ın emriyle, şehr-i sıyam veya oruç ayı diye de adlandırılan bu ayı oruçlu geçirirler ve sonunda bayram ederler. Ramazanın başlayışı ayın görünmesiyle ve bitişi de şevval hilalinin ortaya çıkışıyla olduğundan İslam dünyasında asırlardır, özellikle bu aylarda ayın hareketleri büyük bir dikkatle takip edilmiştir. Oruç ibadetinin farz olmasından bu yana Ramazan, her Müslüman toplumda iftar sofraları, eğlence hayatı, sahurları, imsakları, mahyaları, kandilleri ve teravihleriyle kendine mahsus bir gelenek ve iklim oluşturmuştur. Ancak Osmanlı toplum hayatında, başta Osmanlı sultanı ve saray çevresi olmak üzere, bütün halk nezdinde mümtaz bir yer edinmiş ve her yıl artarak devam eden bir ibadet aşkıyla ve festival neşesiyle kabul görüp idrak edilmiştir. İşte edebiyatımızda ramazaniye veya ramazanname diye adlandırdığımız edebî tür de bu kültürün sanat cephesindeki yansımalarındandır. Ramazaniye, çok genel bir tanımla, ramazan hayatını konu edinen şiirlere denmiştir. Kaynaklar ağırlıklı olarak kaside nazım şekliyle kaleme alınan bu türden şiirlerin eskiden daha çok, öncelikle sultan olmak üzere, devlet büyüklerine, çeşitli vesilelerle takdim edildiğini kaydederler. Enderunlu Fâzıl (18. Yy.) bu şairlerin en meşhurudur. Zira, III. Selim’e ve diğer devlet erkanına pek çok ramazaniye takdim etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatında Türler Kaside nazım şekli dışında gazel, mesnevi, terkib-bent; hatta mani formunda ramazan şiirleri yazılmıştır. Bunların tamamı birer ramazaniye örneğidir. Süleyman Nahifi’nin (18. Yy.) Fazîlet-i Savm isimli eseri, mesnevi formuyla müstakil olarak yazılmış yegâne örnektir. Nabi’nin (17. Yy.) Hayriyye adlı mesnevisinin Der-Beyân-ı Şeref-i Farz-ı Sıyâm isimli bölümü ramazaniye niteliğindedir. Cafer Çelebi (15. Yy.), Fuzuli (16. Yy.), Zati (16. Yy.), Ruhi (16. Yy.) ve daha pek çok şairin divanında ise gazel formuyla yazılmış ramazaniye örnekleri yer alır. Enderunlu Fazıl’ın 13 beyitlik bir terkip-bendi ramazaniye özelliği taşır. Edebiyatımızdaki en güzel ramazaniye örneğinin ise Sabit’in (18. Yy.) Baltacı Mehmet Paşa’ya sunduğu kaside olduğu söylenir. Yine 18. asır şairlerinden Nedim, Sami, Seyyid Vehbi de bu türün güzel örneklerini vermişlerdir. Ramazânİyye Der-Sitâyiş-i Sadr-ı a'zam İbrahim Pâşâ Örnek Bağteten sabit olup gurre firâşında imâm Hâb içün yatmış iken etdi terâvîhe kıyam Baş kaldırmadılar öğleye dek uyhudan Yevm-i şek zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram Serdi-i fasl-ı bahar etmiş iken tab'a eser Ataş-ı rûze ana kıldı mükâfat tamâm Şu soğuk günlere bir pare ısındırdı bizi Bir gün evvel erişüp geldi hele mâh-ı siyam Pâsban verdi kudûmiyle cevâb eyleyene Ramazan geldi mi âyâ diyerek istifham Çeşm-i Zerkâ-yı Yemâmeyle mi bakdı bilmem Nazar-ı şahide ahsentü zihî dikkat-i tâm Bilemem ben de ki şâhidde mi takvimde mi Hele bir kizb var ortada budur sıdk-ı kelâm Ehl-i keyfin birisi der ki behey sultânım Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatında Türler Aydın ay bellü hesâb olmadı şa'bân tamâm Bir iki meblağ-i berş ile urup öldürecek Geldiler eylediler böyle cihanı sersâm Olacak oldu heman çâre ne şimden sonra Edelim hükm-i kaza destine teslîm-i zimâm Şevkimiz şimdi ana düşdi ki in-şâ'a'llah Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb Erişüp Hızr gibi âh mübarek bayram İbtidâ ıyd gün icrâ-yı merasimle geçüp Gecesi dahi olup maslahat-ı hâb tamâm Çün ikinci gün ola böylece ahd eylemişdim Yine sabr eyleyim ol gün ne direng ü ârâm Çekdirüp pek seheri doğruca Sa'd-âbâda Tutayım zinde iken cennet-i a'lâda makam Varayım hâk-i tarab-nâkine yüzler süreyim Bir gün olsun alayım bari felekden bir kâm Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm Iyd ola fasl-ı bahar ola da Sa'd-âbâdın Zevkini eylemeyim sıhhat olur bana haram … Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatında Türler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdaki edebî türlerden hangisi dinî türler sınıfına girmez? a) Tevhid b) Naat c) Hilye d) Esmaihüsna e) Şehrengiz 2. Divan edebiyatına ait aşağıdaki edebî türlerden hangisi Hz. Peygamber ile ilgili türlerdendir? a) Tezkire b) Miraciye c) Esmaihüsna d) Mersiye e) Tevhid 3. Dinî edebiyatın türleri arasında yer alan ve Hz. Peygamber başta olmak üzere dört halifenin övgüsü esasına dayanan eserlere ne ad verilir? a) Miraciye b) Naat c) Esmaihüsna d) Mevlid e) Kırk Hadis Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Türk İslam Edebiyatında Türler 4. Hz. Peygamber’in iç ve dış güzelliklerini tasvir ederek anlatmayı konu edinen ve kaynaklarda zaman zaman şemail-i şerif diye de geçen tür aşağıdakilerden hangisidir? a) Esmainebi b) Siyerinebi c) Hilye d) Hicretname e) Şefaatname 5. İçerisinde Hz. Peygamber’e övgülerin de bulunduğu, naat türünün Arap edebiyatındaki en meşhur örneği olarak gösterilen eser aşağıdakilerden hangisidir? a) Na’t-i Çâr-yâr b) Na’t-i Ali c) Cân ü Cânân d) Kaside-i Bürde e) Su Kasidesi 6. Edebiyatımızda bilinen ilk ve en mükemmel mevlid olarak kabul edilen, 15. yüzyılda kaleme alınmış Vesîletü’n-Necât isimli eser aşağıdaki şairlerden hangi şaire aittir? a) Evliya Çelebi b) Katip Çelebi c) Süleyman Çelebi d) Musa Çelebi e) Fuzuli Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Türk İslam Edebiyatında Türler 7. Doğum, doğum yeri ve zamanı anlamına da gelen, Hz. Peygamber’i konu alan naatten sonraki en yaygın tür aşağıdakilerden hangisidir? a) Miraciye b) Hilye c) Şefaatname d) Esmainebi e) Mevlid 8. Yazıcıoğlu Mehmed’in, Megâribü’z-Zamân adlı Arapça mensur eserinden yine kendisinin manzum olarak Türkçeye çevirdiği, siyer-i nebi türünün en meşhur örneği kabul edilen eserinin ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) Muhammediye b) Hicretünnebi c) Gülşen-i Raz d) Gül-i Sadberg e) Kaside-i Bürde 9. Aşağıdakilerden hangisi, tevhid ve naat türünün ortak yönüdür? a) Allah’ın varlık ve birliğini temel alır. b) Temel olarak, Hz. Peygamber’in medhini yapar. c) Dinî içeriklidir. d) Hz. Peygamber’in iç ve dış özelliklerini tasvir eder. e) Allah’ın 99 güzel isminden bahseder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Türk İslam Edebiyatında Türler 10.Aşağıdaki dinî türleri kendi içerisinde gruplara ayırdığımızda hangisi dışarıda kalır? a) Tevhid b) Esmaihüsna c) Naat d) Miraciye e) Ramazaniye Cevap Anahtarı 1-e, 2-b, 3-b, 4-c, 5-d, 6-c, 7-e, 8-a, 9-c, 10-e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Türk İslam Edebiyatında Türler YARARLANILAN KAYNAKLAR Akar, Metin. (1980).Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler.( Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Akkuş, Metin (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar. Ankara Akkuş, Metin (1998). Nef’î, Siham-ı Kazâ. Ankara Arslan, Mehmet (1999). Türk Edebiyatında Manzum Surnameler. Ankara Ateş, Ahmet (1954). Vesiletü’n-Necat, Mevlid. Ankara Aymutlu, Ahmet (1995), Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerîf, İstanbul Banarlı, Nihat Sami (1987). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul Bilgin, Azmi (1998). Terceme-i Pendnâme-i Attar. İstanbul Bilkan, Ali Fuat (2000). Türk Edebiyatında Muamma. Ankara Canım, Rıdvan (2010). Divan Edebiyatında Türler. Ankara Canım, Rıdvan (2000). Latîfî/Tezkiretü’ş-Şuarâ. Ankara Coşkun, Menderes (2002). Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnâmeleri ve Nâbi’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’i. Ankara Çavuşoğlu, Mehmet (1982). Şehzade Mustafa Mersiyeleri. İstanbul Çelebioğlu, Âmil. Ramazannâme. İstanbul Çelebioğlu, Âmil (1988). Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul Çavuşoğlu, Ali (2004). Kıyafetnameler. Ankara Dilçin, Cem (1983). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara İsen, Mustafa (1993). Acıyı Bal Eylemek. Ankara İsen, Mustafa (1998). Heşt Behişt. Ankara İsen, Mustafa-Macit, Muhsin (1992). Türk Edebiyatında Tevhidler. Ankara Kara, Mehmet (1998). Bir Başka Açıdan Kutadgu Bilig. Ankara Kılıç, Filiz-Macit, Muhsin (1995). Türk Şiirinde Ramazan ve Ramazaniyeler. Ankara Köksal, M. Fatih (2009). Mevlidnâme, Türk Edebiyatında Mevlid Türü ve Yeni Mevlid Metinleri. Kırşehir Kurnaz, Cemal (1997). Divan Edebiyatı Yazıları. Ankara Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Türk İslam Edebiyatında Türler Kürkçüoğlu, Kemal Edip (1951), Fuzuli, Kırk Hadis Tercümesi. Ankara Levend, Âgâh Sırrı (2000). Gazavâtnâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi. Ankara Levend, Âgâh Sırrı (1958). Türk Edebiyatında Şehrengizler ve Şehrengizlerde İstanbul. İstanbul Levend, Âgâh Sırrı (1984). Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara Mermer, Ahmet vd. (2006). Eski Türk Edebiyatına Giriş. Ankara Öztoprak, Nihat (1993). Klasik Türk Edebiyatında Manzum Yüz Hadisler. İstanbul Pakalın, M. Zeki (1993). Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara Pala, İskender (1995). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara Pekolcay, Necla (1993). Mevlid. Ankara. Tahirü’l-Mevlevî (1994). Edebiyat Lûgati. İstanbul Timurtaş, F. Kadri (1990). Mevlid, Süleyman Çelebi. Ankara Yeniterzi, Emine (1993). Divan Şiirinde Na’t. Ankara Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA HEDEFLER İÇİNDEKİLER TÜRLER • TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR • Bahariye • Bahname • Gazavatname • Fetihname • Kıyafetname • Mersiye • Sakiname • Sefaretname • Selimname • Seyahatname • Siyasetname • Surname • Süleymanname • Şehrengiz • Şitaiye • Tezkire • Zafername • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Muhtelif konularda yazılmış türlerin genel özelliklerini tanıyabilecek, • Bu türlerin, birini diğerinden ayıran farklılıkları ve dinî türlerden ayrıldıkları yönleri kavrayacak ve değerlendirebileceksiniz. TÜRK İSLAM EDEBİYATI Doç. Dr. Ömer ÖZKAN ÜNİTE 6 Türk İslam Edebiyatında Türler TÜRK İSLAM EDEBİYATINDA MUHTELİF KONULAR Klasik Türk edebiyatı geleneğindeki türlerin tasnifi konusunda tartışmaların hâlen devam ettiği bir önceki ünitede belirtilmişti. Belki de bu tasnifin en zor kısmını, burada üzerinde durulacak türler oluşturmaktadır. Zira, Dinî Türler başlığı altında ele aldığımız eserleri belirli gruplara ayırmamız daha kolaydır. Allah ile ilgili olanlar, Hz. Peygamber’le ilgili olanlar ve diğer dinî konuları kapsayanlar. Neticede, edebiyat tarihimizde, dinî içerikli manzum veya mensur herhangi bir eserle karşılaştığımızda bu eserin bu üç gruptan herhangi birine aidiyeti konusunda çok güçlük çekmeyiz. Ancak burada ele alacağımız türler için böylesine kapsayıcı bir gruplandırma yapmak şimdilik çok da kolay görünmemektedir. Bu hususa işaret eden çalışmalara baktığımızda, dinî muhtevalı türlerin tasnifinde büyük ölçüde ittifakın olduğu, fakat diğerleri konusunda çeşitli tasnif denemelerinin bulunduğu görülür. Bu farklılığın en önemli nedeni edebiyatımızdaki konu zenginliğidir. Farklı konulu türler olunca bunların müşterek bir gruba dâhil edilmesi de hâliyle kolay değildir. Bu türler sınıflandırılmak istendiğinde neredeyse eser ismi kadar grup ismi yazmak gerekecektir. Bu sebeple burada, dinî muhtevalı türlerin dışında kalan diğer türler Muhtelif Konular başlığı altında alfabetik olarak incelenmiştir. Bahâriyye Dilimize Farsçadan geçen “bahar” kelimesi, bilindiği gibi bütün bitkilerin ve canlıların yeniden dirilip yeşerdiği mevsimi ifade eder. Bu kelimeden mülhem olarak kullanılan bahariye ise, nesip bölümlerinde bahar tasvirine yer veren kasideler için kullanılan bir terimdir. Aynı zamanda bir çiçekler resmî geçiti olan divan edebiyatı dünyasının vazgeçilmez mevsimidir bahar. En başta lale ve gül olmak üzere sünbül, nilüfer, gelincik, nergis ve sûsen gibi daha nice çiçek hangi divanı açsanız yüzünüze bir bahar esintisi gibi çarpıverir. Şairlerin hayallerini süsleyen bu çiçekler bin bir hayale konu olur. Bahar, elbette sadece çiçekleriyle değil yağmur, bulut vb. diğer tabiat unsurlarıyla da şiire dahil olur. Kaynak kitaplar, her ne kadar bahariye terimini kasidelerle sınırlamış olsalar da, divanlarda zaman zaman, baştan sona bahar tasviri yapan gazel veya diğer nazım şekilleriyle karşılaşırız ki, bunları da bahariye olarak değerlendirmek gerekir. Edebiyatımızdaki ilkbahar tasvirlerini, 11. Yüzyıl eserlerimizden Kutadgu Bilig, Dîvânü Lûgati’t-Türk ve Atabetü’l-Hakâyık’ta görürüz. Sultanüş-şuara Baki’nin (16. Yy.), “Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr“ masrasıyla başlayan bahariyesi, Türk edebiyatının en usta kaside şairi kabul edilen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Türk İslam Edebiyatında Türler Nefi’nin (17. Yy.), “Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem” mısrasıyla başlayan bahariyesi edebiyatımızda öne çıkan bahariye örneklerindendir. Kasîde-i Bahâr Berây-i Sultân Süleymân Hân Hâb-ı gafletde iken oldu göz açıp bîdâr Kudret-i Hakka nazar kıldı uyûn-ı ezhâr Örnek Her şükûfe dehen ü berg zebândur gûyâ Zikr eder Hâlikini hâl diliyle eşcâr Gönlü katılara erse yeridir neşv ü nemâ Bu fusûl içre ki sebze bitiriptir ahcâr Çekti âvâze-i Dâvûdunu her bülbül-i mest Yed-i Beyzâsını arz eyledi gül Mûsâ-vâr Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ eyle deyu Nefesin tutdu o dem çaldı biraz mûsikâr Gece bâlîn-i ferâgatde yatarken nâgeh Hâtif-i gayb dedi sem'ime cân gözün uyar Bir nazarla gör iki âlemi nergis-mânend Başına ister isen giymege tâc-ı zerkâr Bu kadar ömr içün goncayı dil-teng görüp Sahn-ı gülşende eder ağız açıp hande enâr Şâha arz etmeğe mülk-i çemenin mahsûlün Elde evrâk tutar güller olup defterdâr … Nice kim cünd-i şitâ gâret edip gülzârı Eyledikçe anı mağlûb şeh-i mülk-i bahâr Düşmanının ola pejmürde bahâr-ı ömrü Vird edindi Hayâlî bunu leylen ve nehâr Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Türk İslam Edebiyatında Türler Bâh-nâme Şehvet, anlamına gelen “bah” kelimesiyle bağlantılı olan bahname, bir edebiyat terimi olarak, içerisinde cinsel içerikli bilgi ve figürlerin bulunduğu eserlere denmiştir. Manzum ve mensur biçimlerine rastlayabileceğimiz bu türün edebiyatımızda çoğunluğu Arapça veya Farsçadan tercüme olan örnekleri mevcuttur. Bir nevi tıp kitabı niteliğindeki bu eserlerde tenasül hastalıkları, hamilelik, bunları önleyici ilaçlar, doğum, hamilelik esnasında ve sonrasında ortaya çıkan rahatsızlıklar, sebepleri, tedavi usulleri, yeni doğan çocuklarla ilgili çeşitli tıbbi bilgiler, çocuk yetiştirme ve terbiyesi hakkında tavsiyeler, çeşitli bölümler hâlinde, bu tür kitaplarda yer almıştır (Canım 2010: 25-26). Edebiyatımızdaki ilk örnek, Selahaddin (14. Yy.) adlı bir sanatkâr tarafından Saruhanoğlu Yakup Bey adına, Nasuriddin Tusi’nin Farsça olan eserinden tercüme edilmiş Bâhnâme-i Pâdişâhî isimli eserdir. Nasuriddin Tusi’nin bu eserinin ikinci bir tercümesi de daha sonra, Musa bin Mesud tarafından II. Murad adına yapılmıştır. Gazali Mehmed’in (16. Yy.), Ebu Bekir bin İsmail’den tercüme ettiği Dâfi’u’lGumûm ve Râfi’u’l-Hümûm adlı eseri; Şeyhülislam Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), Yusuf et-Tıfaşi’nin Rücû’u’ş-Şeyh ilâ Sıbâh fi’l-Kuvveti Ale’l-bâh isimli eserini çevirisi ve Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) de et-Tıfaşi’nin aynı eserini Râhatü’n-Nüfûs ismiyle yaptığı tercümesi; Katibzade Mehmed Refi’nin (18. Yy.) Risâle fi’l-Bâh’ı türün tanınmış örneklerindendir. Gazavât-nâme Gaza, kutsal amaçlar doğrultusunda din düşmanlarıyla yapılan savaşlara denir ki, Türk edebiyatında bu savaşların konu edildiği eserlere; eğer tek bir savaş söz konusu ise, gazaname; birden çok savaş anlatılıyorsa gazavatname adı verilmiştir. Gazavatname türündeki bu eserlerin ilk örnekleri, Batı Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı akınlarının yoğun şekilde yaşandığı 15. yüzyılda görülür. İlerleyen yüzyıllarda, özellikle de Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında en verimli dönemini yaşar. Konusunu gazalardan alan bu türler, doğal olarak, Osmanlı akınlarının azaldığı ilerleyen yüzyıllarda ise son örneklerini verir. Agah Sırrı Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavât-nâmesi adlı eserinde Osmanlı döneminde kaleme alınmış bu eserlerin pek çoğunu listelemiş ve her biri hakkında bilgiler vermiştir. Türk edebiyatında eski destanların bir nevi devamı sayılan gazavatnameler, edebî eser olmalarının yanında, geçmiş devirlerdeki savaşları ve kahramanlıkları ele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Türk İslam Edebiyatında Türler almaları, bu sayede pek çok tarihî şahsiyete ve olaya tanıklık etmeleri münasebetiyle tarihî vesikalar olarak da değerlendirilirler.Gerçi bu eserler Tevarîh-i Âl-i Osmân’lar, vakanüvis tarihleri ya da değişik adlar altında yazılmış klasik tarih kitapları gibi değillerdir. Nitekim gazavatnamelerin dili genellikle epik bir karakter taşır ve olayların ele alınışında hamaset ve abartı hâkimdir. Eser sahiplerinin tarihçilik yönlerinden ziyade edebî yönleri ön plandadır. Bu bakımdan bu eserlerde anlatılanları birebir tarihî doğrular olarak kabul etmek yanıltıcı olabilir. Ancak yazıldıkları devrin zihniyet dünyasının birer ürünü olduklarından mutlaka tarihî gerçekleri de içerirler. Çünkü her edebî metin, mutlaka onu üreten devrin gerçekliğini yansıtır. Suzi Çelebi’nin (15. Yy.) Gazavâtnâme’si, II. Murad devrindeki gazaları anlatan yazarı bilinmeyen Gazavât-ı Sultan Murâd adlı eser, Gubari’nin (16. Yy.) Gazavatnâme-i Midilli’si, Uzun Firdevsi’nin (16. Yy.) Kutbnâme’si, Vuslati’nin (17. Yy.) Gazânâme-i Çehrin’i edebiyatımızdaki gazavatname örneklerindendir. 16. asrın hemen başında, II. Bayezid’in saltanat yıllarındaki Midilli savaşlarından canlı bir savaş sahnesini tasvir eden şu ifadeler Gubari’nin 1418 beyitlik eserinden alınmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Türk İslam Edebiyatında Türler Gazavatnâme-i Midilli’den … Hisâr ehlini kıldılar haberdâr Örnek Olurlar uykudan bir lahza bîdâr Donatdılar çü şem’ ile hisârı Temâşâ-gâha geldi cümle vârı Hisârı küllî tezyîn eylediler Edâ-yı resm ü âyîn eylediler Erenler çagırurdı Allâh Allâh Bize sensin kuruda yaşda hem-râh Kuruda vü gemiler içre küffâr Hisârun şenliginden oldı bîdâr Adûnun arasına düşdi korhu Dutarlar bir zamân gönülde kaygu Oturup her biri hâlinde hâmûş Olur barçaya nâgâh gözleri tuş Yanar kumbaradan atdukları od Dutar barça içini âteş ü dûd Yanar içindeki esbâb u âlet Adû makhûr olup düşdiler âlet Direk başına işlerdi çâg âteş Yenilmeyip olurdı şöyle serkeş Gubari Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Türk İslam Edebiyatında Türler Fetih-nâme Aslı Arapça olan fetih/feth kelimesi sözlüklerde “açma, açılma, zapt etme” anlamlarına gelir. Fetihname ise, yapılan gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelerin ve hanlıkların hükümdarlarına ilan eden mektuplardır. Edebiyatımızda ayrıca, nesip bölümünde, bir yerin fethedilmesini tasvir eden kasideler de kaleme alınmıştır ki, bunlara da fethiye denmiştir. Eskiden hemen her devlette, bilhassa şarkta İslam devletlerinde fetihname göndermek adettendi. Osmanlıda fetihnameler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılırdı. Fetihnamelerin bilhassa baş tarafları mukaddime hükmünde olup name, icabına göre mahal ve mevkie münasip ayet-i kerime, hadis-i şerif ve Arapça hikemi cümlelerle süslenirdi. Bu yazılar dost devletlere müjde amaçlı yazıldığı gibi, bazen de düşman devletlere onları müteessir etmek için kaleme alınırdı. Fetihnameler resmî memurlar tarafından yazıldığı gibi hususi kişiler tarafından da kaleme alınırdı. İstanbul’un fethi Fatih tarafından Molla Gürani’ye kaleme aldırılıp Mısır hükümdarına gönderilen name resmî, Nişancı Tâcizade Cafer Çelebi’nin yazdığı Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi de hususi birer fetihnemedir (Pakalın 1993: I/614615). Fetihnameler, saltanatın ihtişamını da temsil ettiklerinden özenli ve gösterişli bir dille yazılırlardı. Bu bakımdan edebî bakımdan da kıymet taşırlardı. Şeklen de gerek yazıldıkları kağıt olsun, gerekse kullanılan yazı çeşidi olsun sıradan yazılardan ayrı hususiyetler gösterirlerdi. Sayi’nin Feth-i Kal’a-i Belgrad, Bahârî’nin Fetihnâme-i Engürüs’ü, Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin Târîh-i Feth-i Revân ü Bagdâd’ı, Vak’anüvis Raşid’in Fetihnâme-i Cezîre-i Mora’sı, Kıvami’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i belli başlı fetihname örneklerindendir. Hayali’ye (16. Yy.) ait, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi üzerine kaleme alınan şu kaside önemli bir fethiye örneğidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Türk İslam Edebiyatında Türler Kasîde-i Feth-i Rodos Berây-i Sultân Süleymân Hân Burûc-ı kal'a-i gerdûnda yine vakt-i seher Örnek Dikildi sancak-ı zerrîn-i husrev-i hâver Sipâh-ı zengî şeb oldu münhezim nitekim Adû-yı Husrev-i rûşen-dil ü Ferîdûn-fer Meh-i sipihr-i şeref Hazret-i Süleymân Hân Ki devleti güneşi kıldı âlemi enver Giderdi zulmet-i küfrü zamâneden tîgi Şuâ-ı mihr gibi tuttu dehri ser-tâ-ser Havâyi topu Şehün oldu âsumânî kazâ Rodosu eyledi bir dem içinde zîr ü zeber Egerçi kanzil olup döktü zehrini küffâr Ve lîk çanına ot tıktı top-ı ejder-ser Tükendi dâneleri kiştzâr-ı mihnette Kamusu girye ile tohm-ı eşk-i dîde eker Havâyi top varıp yıktı âsiyâlarını Yerinde şimdi hemân her birisinin yel eser Şehâ Hayâlî ayağın tozuna kıldı nisâr Hazâyin-i dil ü cândan hezâr dürr ü güher … Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Türk İslam Edebiyatında Türler Kıyâfet-nâme Kıyafet, “şekil, heyet, suret” anlamlarına gelir, kıyafetname ise bir edebî tür olarak; insanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili yorumlar, tespitler yapan eserlere denir. İslamî literatürde bu ilme, ilm-i kıyafet veya bilmek, basiret sahibi olmak anlamına gelen firaset ya da ilm-i firaset denmiştir. Esasında, insanın dış yönüyle iç yapısı arasındaki ilişki eskiden beri bütün kültürlerde merak konusu olmuş; konu etrafında çeşitli araştırmalar ve çalışmalar yapılmıştır. Eski Mısır, Hind ve Yunan uygarlıklarında görülen bu ilim, Batı dünyasında fizyonomi kelimesiyle ifade edilmiştir. Hipokrat, hastalarını bu ilimden faydalanarak tedavi edermiş. Yine Aristo, Eflatun ve diğer birçok filozof da bu ilim dalıyla iştigal etmişlerdir. İslam dünyasında, bu konudaki ilk çalışmanın İmam Şâfî’ye ait hacimce küçük bir kıyafetname olduğu kaydedilir. El-Kindi, Aristo’nun bu konudaki bir kitabını Arapçaya çevirmiştir. Yine, İbni Sina’nın da bu hususta bir eseri olduğu rivayet edilir. Fahrüddin Razi’nin Kitâbü’l-Firâset isimli eseri türün önemli örneklerindendir. Meşhur sufi Muhyiddin Arabi de bu hususla ilgili çalışmalar yapmıştır. Onun et-Tedbîrâtü İlâhiye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniye’sinin bir bölümü firasetnamedir. İslami Türk edebiyatında ilk kıyafetname örneklerine Kutadgu Bilig’de rastlarız. Yusuf Has Hacib’in didaktik bir karakter taşıyan bu eserinde zaman zaman insanların şekil özellikleri ve karakter yapısı arasında ilgi kurmak şeklinde tavsiyelerde bulunduğu görülür. Bedr-i Dilşâd’ın (15. Yy.) Muradnâme adlı mesnevisi de yine bu konudaki ilk örnekleri muhtevidir. Edebiyatımızda bu konudaki ilk müstakil kitap ise, Hamdullah Hamdi’nin (15. Yy.) Kıyafetnâme’sidir. Ayrıca Uzun Firdevsi’nin (15. Yy.) Firâsetnâme’si, İlyas bin Saruhani’nin (16. Yy.) Kıyafetnâme’si, Balizade Mustafa’nın (16. Yy.) Kıyafetnâme’si ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (18. Yy.) Mârifetnâme’nin bir bölümünü teşkil eden Kıyâfetnâme’si de bu türün önemli eserlerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Türk İslam Edebiyatında Türler Kıyâfetnâme’den Kim ki boyudur tavîl Sâde-dil olur cemîl Kim ki boyudur kasîr Örnek Hilesi vardır kesîr Kim ki vasat boylıdur Âkıl ve hoş huyludur Kim ki saçı sarıdır Kibr ve gazab kârıdır Kumral ise saç güzel Sâhibidir bî-bedel Saçı az olan latîf Oldu ârif ü zarîf Başı küçük aklı az Olsa ana deme râz Başı büyük olanın Aklı çok olur anın Yassı ise fark-ı ser Sahibi çekmez keder İnce olan kaş ucu Fitnedir işi gücü Kaşta çok olan kılı Mükesser olur gussalı Kaşı açık dogrudur Çatma ise ugrudur İnce kaş olur cemîl Kibre tavîli delil Kaşı mukavves olan Dilber olur her zaman Göz çukur olsa kalîl Olur o kibre delîl Erzurumlu İbrahim Hakkı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Türk İslam Edebiyatında Türler Mersiye Mersiye sözlüklerde “sagu, ağıt” anlamlarına gelen mersiye; bir edebiyat terimi olarak, ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümden duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla kaleme alınan manzumelere denir. Divan edebiyatının en yaygın türlerinden bir tanesidir. Türk edebiyatında bu tür şiirler hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılmışlardır. İslami edebiyatlar içerisinde en çok mersiye hiç şüphesiz ki, Hz. Hüseyin için tertip edilmiştir. Divan edebiyatındaki mersiyelerin büyük çoğunluğunun konusunu ise padişahlar, şehzadeler ve diğer devlet erkânı oluşturur. Ancak bunların dışında başka kişilere ve diğer canlılara; hatta kaybedilmiş şehirlere yazılmış mersiyeler dahi vardır. Hakkında en çok mersiye yazılan devlet adamı ise, gerçekten ölümüyle bütün memleketi yasa boğan, o esnada Osmanlı topraklarında olan kimi yabancı seyyahların dahi kitaplarında elemle uzun uzun bahsettikleri Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’dır. Şair Yahya Bey’in onun ölümüne yazdığı, “Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı” diye başlayan mersiye oldukça etkileyicidir. Şehzadenin öldürülmesi şairi derinden sarsmış olmalı ki, mersiyenin dili son derece dokunaklı ve bu olaya neden olanları suçlayıcıdır. Hatta bu yüzden şairin Rüstem Paşa tarafından ölümle tehdit edildiği bile rivayet olunur. 16. yüzyıl şairlerinden Sultanüş-şuara Baki’nin Kanuni Mersiyesi diye bildiğimiz eseri ise, sadece bu türün değil belki de edebiyatımızın şaheserlerindendir. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman, Batının Suleiman The Magnificent dediği muhteşem bir hükümdardı. Yaşadığı çağda yeryüzünün en önemli komutanı ve hükümdarı durumunda idi. Kanuni’nin yakınında bulunan Baki ise, söz ülkesinin hükümdarı idi. Sultan Süleyman hükümdarlığını eserleri ve hizmetleriyle süslerken Baki de bunları şiirlerine katarak ölümsüzleştiriyordu. İşte böylesi bir hükümdarın ölümü, onun hemen yakında bulunan, Türk edebiyatının en önemli şairlerinden Baki’yi çok müteessir etmiş ve Baki bu ulu hakanın ardından büyük bir vefa göstererek, adeta her şeyi mateme davet eden harika bir mersiye yazmıştır. Edebiyatımızda ayrıca Ahmedi (14. Yy.), Necati Bey (15. Yy.), Hayali Bey (16. Yy.), Atayi (17. Yy.), Neşati (17. Yy.), Şeyh Galip (18. Yy.), Leyla Hanım (19. Yy.), Şeref Hanım (19. Yy.) da güzel mersiyeler yazmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Türk İslam Edebiyatında Türler Kânûnî Mersiyesi’nden Örnek Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ‘ömr Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinden irse gerek câm-ı ‘ayşa seng İnsân odur ki âyine-veş kalbi saf ola Sînende n’eyler âdem isen kîne-i peleng İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusı Yitmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına Cevlân deminde ‘arsa-i âlem gelürdi teng Baş egdi âb-ı tîgina küffâr-ı Üngürûs Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi Sandûka saldı hâzin-i devrân güher gibi II Hakkâ ki zîb ü zînet-i ikbâl ü câh idi Şâh-ı Sikender-efser ü Dârâ-sipâh idi Gerdûn ayagı tozına eylerdi ser-fürû Dünyâya hâk-i bâr-gehi secde-gâh idi Kem-ter gedâyı az atası kılurdı bay Bir lutfı çok mürüvveti çok pâdişâh idi Hâk-i cenâb-ı hazreti der-gâh-ı devleti FazI u belâgat ehline ümmîd-gâh idi Hükm-i kazâya virdi rızâyı egerçi kim Şâh-ı kazâ-tevân u kader-dest-gâh idi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Türk İslam Edebiyatında Türler Gerdûn-ı dûna zâr u zebûn oldı sanmanuz Maksûdı terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi Cân u cihânı gözlerimüz görmese n’ola Rûşen cemâli ‘âleme hûrşîd ü mâh idi Hûrşîde baksa gözleri halkun tola gelür Zîrâ görince hâtıra ol meh-likâ gelür … Baki Sâkî-nâme Saki, sözlüklerde “kadeh, içki sunan, su dağıtan” anlamlarına gelir. Edebî bir terim olarak sakiname ise, içki ve eğlence meclislerini tasvir eden eserlere verilen genel isimdir. Arap edebiyatındaki hamriye isimli tür, gerek Fars gerekse Türk edebiyatındaki sakinamelerin kaynağını teşkil eder. Fars edebiyatında sakiname türünde çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Nizami, Hüsrev-i Dehlevi, Hacu-yı Kirmani, Hafız-ı Şirazi ve Zuhuri bu türün İran edebiyatındaki güzel örneklerini vermişlerdir. Sakinamelerde içki meclislerinin canlı şekilde tasvirleri yer alır ve bu hususa dair zengin bir terminolojiye yer verilir. Yine bu meclislerin ayrılmaz parçalarından olan musiki ile ilgili de geniş bir kelime kadrosuyla karşılaşırız. Sakinameler daha çok mesnevi nazım şekliyle yazılmış olsalar da terkib-i bent, terci-i bent, kaside vs. diğer nazım şekilleriyle kaleme alınmış örnekleri de vardır. Şarap, tasavvufta İlahi aşkın sembolüdür. Bu bağlamda kimi sakinamelerin tasavvufi içerikli olduğunu söyleyebiliriz. Şeyhülislam Yahya (17. Yy.), Sabuhi (17. Yy.), Şeyhülislam Bahayi (17. Yy.) ve Şeyh Galip’in (18. Yy.) sakinamelerini bu yönüyle düşünmek gerekir. Sakiname türünün Anadolu sahası Türk edebiyatındaki ilk dikkate değer örneği Edirneli Revani’nin (16. Yy.), Yavuz Sultan Selim’e takdim olunan İşretnâme adlı mesnevisidir. Ayrıca Hayreti’nin (16. Yy.) Sâkînâme’si, Fuzuli’nin (16. Yy.) Beng ü Bâde ve Sâkînâme’si, Yahya Bey’in (16. Yy.) Sâkînâme’si, Faizi’nin (17. Yy.) Sâkînâme’si türün diğer önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Türk İslam Edebiyatında Türler İşretnâme’den … Dahı artuğa tâlib olduğınca Örnek Şarâb içmeğe râgıb olduğınca Anunla irişür 'akluna hiffet İder divânelik ana sirâyet Olur Mecnûn gibi hâli diger-gûn İder yazıları nice ki meymûn N´idem kim başa çıka mı bihârı Kişinün gider elden ihtiyârı Gözi atun döner rengin akîka Yümn seyrân eyler fi'l-hakîka İder durduğı yirde hây u hûyı Ki bir dem durmaz akar ağzı suyı Katı mest ola tutmaz anı zencîr Düşirür halkı ızdırâba çün şîr Aşuran şürbünü hadden ziyâde Virirmiş 'aklunı bâdıyla bâde Ki dayim hem kadeh olur kabağa Uyuklayup kalur başı aşağa Geçüben kendüden kalur yabânda Yatur hınzîr gibi horlar anda Bu çâr evsâf ki oldı bunda merkûm Biri zevk ehli içre hayli mezmûm Anun üç vasfıdur insâna lâyık İdün dördünciden kat'-ı 'alâyık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Türk İslam Edebiyatında Türler Ne hâcet sarhoş olup cenk idesin Kamu bezm ehlini dil-teng idesin İdesin sohbet içinde yavuzluk Yaraşmaz âdem olana tonuzluk Revânî sözlerini gûş eylen Anunla hâtırımız hôş eylen Sefare-t-nâme Sefir, elçi; sefaret de elçilik demektir. Sefaretname ise, herhangi yabancı bir ülkeye sefir olarak gönderilen kişilerin bu ülkedeki siyasi, sosyal, ekonomik vs. gözlemlerini, siyasi tecrübelerini aktardıkları eserlere denir. Bu tür eserlerde, söz konusu ülkenin sosyal yapısıyla ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu bilgilerden bir kısmı resmî görev gereği hazırlanan raporlar olabildiği gibi, sefirin kişisel gözlemlerinden de oluşabilir. Edebiyatımızda sefaretname türündeki eserler çoğunlukla 18. yüzyıldan itibaren görülür. Bunun temelinde, Osmanlı Devleti’nin artık bu asırdan itibaren Batı karşısında gerilediğini kabul edip yeniden derlenip toparlanmak için dışarıya açılma ve özellikle de Batı’nın tecrübesinden yararlanma politikası bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin her dönemde değişik ülkelerde elçileri bulunmuş olsa da elimizdeki ilk sefaretname örneği 17. Yüzyılda Kara Mehmet Çelebi tarafından yazılan Viyana Sefaretnâmesi’dir. Sefaretname türünün Osmanlıdaki ilk önemli örneği ise, 18. Yüzyılda Yirmisekiz Çelebi Mehmet tarafından yazılan Fransa Sefâretnâmesi’dir. İbrahim Paşa’nın (18. Yy.) Viyana Sefâretnâmesi, Nişli Mehmet Ağa’nın (18. Yy.) Rusya Sefâretnâmesi, Ahmed Dürrî Efendi’nin (18. Yy.) İran Sefâretnâmesi, Mehmet Efendi’nin (18. Yy.) Lehistan Sefâretnâmesi, Abdürrezzak Bahri Efendi’nin (19. Yy.) Paris-Londra Sefâretnâmesi türün belli başlı örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Türk İslam Edebiyatında Türler Selim-nâme 16. yüzyıl hükümdarlarından Yavuz Sultan Selim’in saltanatını, genellikle şehzadeliğinden vefatına kadar konu edinen, onun devrindeki belirli olayları tasvir eden manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Edebî bakımdan oldukça kıymetli olan bu tür eserlerin, tarihî olarak da değeri büyüktür. İlk Selimname örneği İshak Çelebi (16. Yy.)’ye aittir. Eser, İshaknâme adıyla da bilinmektedir. Keşfî Mehmet Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de bu türün ilk örneklerinden sayılır. İdris-i Bitlisi (16. Yy.), bizzat padişahın isteği doğrultusunda Farsça bir Selimnâme kaleme almıştır. Celalzade Mustafa Çelebi’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Kemalpaşazade’nin (16. Yy.) Selimnâme’si, Muhyî’nin (16. Yy.) Selimnâme’si de türün önemli örneklerindendir. Yakın dönem şairlerinden Yahya Kemal Beyatlı’nın da Selimnâme isimli bir şiiri vardır. Şair burada, tıpkı diğer selimnamelerdeki gibi, Yavuz Sultan Selim’in zaferlerini coşkulu bir dille anlatır. Seyahat-nâme Gezilip görülen yerlerin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Sefaretnameler de bir çeşit seyahatname özelliği gösterseler de, sefirler (elçi) tarafından kaleme alınmış olmaları ve resmî yönleri bulunması sebebiyle seyahatnamelerden ayrılırlar. Pîrî Reis’in (16. Yy.) Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâb-ı Bahriye’si, Ahmed bin İbrahim’in (16. Yy.) Acâibnâme-i Hindistan’ı, Trabzonlu Mehmed Âşık’ın (16. Yy.) Menâzırü’l-Avâlim adlı eserleri seyahatname türünün edebiyatımızdaki ilk örneklerindendir. Katip Çelebi’nin (17. Yy.) Cihannümâ’sı da kısmen seyahatname özelliği taşır. Seyahatname türünün edebiyatımızda çok fazla örneği bulunmaz. Ancak 17. yüzyılın ve bütün bir Türk kültür ve tarihinin en önemli simalarından olan Evliya Çelebi tarafından kaleme alınan oldukça hacimli Seyâhatnâme, belki de bu çeşit eserlerin dünyadaki en önde gelen birkaç örneğindendir. Meşhur hikâyeye göre Evliya Çelebi, Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve “Şefaat ya Rasulallah!” diyeceği yerde sehven “Seyahat ya Rasulallah!” deyivermiş ve bu isteğinin kabul görmesi neticesinde seyyah olmuş ve ünlü eserini meydana getirmiştir. Ayrıca 17. asrın ünlü şairi Urfalı Nabi’nin hac yolculuğunu ve Mekke ile Medine’yi anlattığı Tuhfetü’l-Haremeyn’i, Keçecizade İzzet Molla’nın (19. Yy.) Keşan sürgününü anlattığı Mihnet-i Keşân’ı, Hayrullah Efendi’nin (19. Yy.) Yolculuk Kitabı edebiyatımızdaki önemli seyahatnamelerdendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Türk İslam Edebiyatında Türler Örnek Nehr-i Tuna’nın İslambol’a cereyân etdigin beyân ider Bu uyûn-ı Bınarhisar hakkında müverrihân-ı Rûm ve Latin kavilleri üzre bu nehir tâ Tuna Demirkapusundan gelir, derler, muhakkakdır, zîrâ bu hakîr Tuna Fethülislâmı yanında bir demir kapu vardır. Rûm ve Arab ve Acem seyyâhânları mâbeynlerinde meşhûrdur. Kaçan kim nehr-i Tuna’nın tenezzülde olsa ol demir kafes kapu nümâyân olur. Bu kapudan nehr-i Tuna ejdehâ gibi kıjgırup (girüp) tâ on konak yer altından cereyân edüp bu Bınarhisâra gelir. Ve Çelebi Sultan Mehmed ibn Yıldırım Hân evkâfnâmelerinde yazar kim kaçan kim Mehemmed Hân Tuna kenarında Urusçuk kal’ası mukâbelesinde Tuna aşırı Yergöğü kal’asın Eflak tarafında binâ ederken gemiler ile Tuna sevâhillerin temâşâ ederek mezkûr demir kapuyu görüp su’âl etdikde, Pâdişâhım İslambol’u binâ eden Yanko ibn Madyan’ın karındaşı Yanvan Kral, Makedonya yani İslambol’da benim de bir hayrâtım olsun deyü var kuvveti bâzûya getirip bu demir kapudan yarup tâ İslambol’a ka’r-ı zemînden yollar edüp İslambol’un Terkoz ve Âzâdlı dağlarından geçüp Dâvûdpaşa kırlarından Yenibağçe içre cereyân ederek Aksaray mahallesinden geçüp Lanka kapusu dibinde Bahr-i Rûm’a nehr-i Tuna mahlût olup yedi sene kâmil İslambol içre nehr-i Tuna’nın bir tar’ası cereyân ederdi. Ba’dehû Yanvan Kral karındaşı Yanko Kral ile buluşdukda, İşte bürader, nehr-i Tuna’yı avret gibi saçından çeküp senin Makedonya şehrine akıtdım, deyince hemân biemr-i Hayy u Kadîr kuvvet ve kudret-i azamet-i sun’un izhâr içün emr-i Hak ile Tuna gerüye dönüp Büyük Çekmece ve Küçük Çekmece yolunda Tuna nehri zâhir olup andan deryâya girüp ol zamanlar bu heyre-i Çekmeceler bend olmuştur… Evliya Çelebi, Seyâhâtnâme’den Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Türk İslam Edebiyatında Türler Siyaset-nâme Siyaset, aslen Arapça bir kelimedir ve “idare etme, politika, diplomasi” anlamlarına gelir. Bir edebî tür olarak siyasetname ise, devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Arapça, Farsça ve Türkçe kaleme alınan siyasetnamelerde, işlenen konuyla bağlantılı şekilde, ağırlıklı olarak Kuran’dan ayetler veya hadisii şeriflerden yararlanıldığı görülür. Bu eserlerin üslubu; hükümdara veya devlet büyüklerine direktifler vermek şeklinde değil de daha çok, tavsiyelerde bulunmak ve ilgili hususlarla bağlantılı eski tecrübeleri aktarmak biçimindedir. Edebiyatımızdaki ilk örnek 1069 yılında Yusuf Has Hacib tarafından tertip edilerek Karahanlı hükümdarı Tavgaç Bugra Han’a sunulan Kutadgu Bilig adlı eserdir. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün (11. Yy.) Siyâsetnâme’si ve Keykavus’un (11. Yy.) Kâbusnâme’si de Farsça yazılmış olmalarına rağmen bu türün en etkili örneklerindendir. Yine Osmanlı Devleti’nin özellikle gerileme dönemlerinde devlet yönetimine sunulan layihaları da siyasetname türünden eserler olarak değerlendirmek gerekir. Bursalı Mehmet Tahir, Siyasete Müteallik Âsâr-ı İslâmiyye isimli eserinde 172 adet siyasetnameden söz eder. Bunlardan bir kısmı Arapça, bir kısmı Farsça ve bir kısmı da Türkçeye tercümedir. Lütfi Paşa’nın (16. Yy.) Âsâfnâme’si, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Nasîhatü’sSelâtîn’i, Kâtip Çelebi’nin (17. Yy.) Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel’i, Sarı Abdullah Efendi’nin (17. Yy.) Tedbîrü’n-Neş’eteyn ve Islâhu’n-Nushateyn’i, Pertevi Ali Efendi’nin (17. Yy.) Düstûrü’l-Vüzerâ’sı, Nahifî Süleyman Efendi’nin (18. Yy.) Nasîhatü’l-Vüzerâ’sı, İsmail Hakkı Bursevi’nin (18. Yy.) Sülûkü’l-Mülûk’ü türün edebiyatımızdaki önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Türk İslam Edebiyatında Türler Kutadgu Bilig’den (Kara 1998) Örnek Biligsiz bile hiç sözüm yok mening Ay bile özüm uş tapugçı sening … Bu birkaç neng ol kör kişike yavuz Munı bilse yalnguk ılıkar et öz … Bularda birisi bu til yalganı Munıngda basası sözüg kıygan … Bu yalgan kişiler vefasız bolur Vefasız kişi halkka tengsiz kılur … Kişi yalganında tileme vefa Bu bir söz sınanmış öküş yılkı ol (Benim bilgisiz ile hiç sözüm yoktur, ey bilgili işte ben senin kulunum.) (Bak, şu birkaç şey insan için kötüdür, insan bunları bilirse kendisini korumuş olur.) (Bunlardan birisi, yalan söylemektir, ikincisi, verilen sözden dönmektir.) (Yalancı insanlar vefasız olur, vefasız kimseler halkın hayrına uygun olmayan işler yaparlar.) (Yalancı adamdan vefa bekleme, bu uzun yıllardan beri tecrübe edilmiş bir sözdür.) Yusuf Has Hacip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Türk İslam Edebiyatında Türler Sur-nâme Aslı Farça olan “sur” kelimesi, “düğün, ziyafet, şenlik” anlamlarına gelir. Surname ise, şehzadelerin düğün törenleri ile hanım sultanların doğum ve evlilik törenlerini konu alan manzum veya mensur eserlere denir. Bu türden eserler genellikle müstakil kitaplar şeklinde olmakla birlikte kimi divanlarda da bazen kasidelerin giriş kısımlarında düğünlerin tasvir edildiğini görürüz ki, bu tür kasidelere de suriyye kasidesi denmiştir. Yine kimi divanlarda şehzade düğünlerini veya doğum şenliklerini anlatan tarihler de vardır ki, bunlar da suriyye tarihleri olarak adlandırılır. Surnameler, sadece padişah ve çevresinin şenliklerini konu edinmesine rağmen; suriyye kasideleri saray çevrisinin dışındaki şenlikler için de yazılabiliyordu. Mesela Nevi’nin Der-Vasf-ı Sûr-ı Sünnet-i Mahdûm-ı Muhammed Çelebi Merhûm başlıklı 25 beyitlik kasidesi bunun örneğidir (Arslan 1999: 6). Surnameler de diğer pek çok edebî tür gibi, belki onlardan daha fazla düzeyde, Osmanlı sosyal hayatına ve kültür tarihine dair malzemeler içerir. Bilindiği gibi, saray tarafından tertip edilen düğünler büyük bir festival havasında geçiyor ve İstanbul halkının büyük çoğunluğu bu törenlere iştirak ediyordu. Günlerce süren bu eğlencelerde yüzlerce çeşit gösteriler tertip ediliyor, ziyafetler veriliyor, sarayın ihtişamı ve zenginliği, bir anlamda halkla paylaşılıyordu. Sur-ı Hümayun denilen bu saray düğünleri, elbette tarih kitapları tarafından da kaydediliyordu. Ancak tabii ki şairler bu sıra dışı kutlamalara vakanüvislerden farklı olarak daha estetik ve edebî bir üslup çerçevesinde yer veriyorlardı. Figani’nin (16. Yy.) Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için yazdığı 41 beyitlik Suriyye Kasidesi edebiyatımızdaki ilk örnek olarak gösterilir. Hayali Bey’in (16. Yy.) İbrahim Paşa’nın düğünü ve Kanuni’nin şehzadelerinin sünnet düğünü için yazdığı Sûriyye Kasideleri, Nevi’nin (16. Yy.) III. Murad’ın şehzadeleri için yazdığı Suriyye Kasideleri, Gelibolulu Ali’nin (16. Yy.) Câmi’ü’lHubûr Der Mecâlis-i Sûr adlı eseri, İntizami’nin (16. Yy.) mensur Sûrnâme-i Hümâyûn’u, Nabi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Abdi’nin (17. Yy.) Sûrnâme’si, Seyyid Vehbi’nin (18. Yy.) Sûrnâme’si, Rıfat’ın (19. Yy.) II. Mahmud’un kızının evlenmesi münasebetiyle yazdığı Gülşen-i Haremî adıyla bilinen Sûrnâme’si edebiyatımızın önemli örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Türk İslam Edebiyatında Türler Kasîde Der Sûr-ı İbrâhim Paşa Örnek Gözüm tuş oldu eylerken seher vaktinde seyrânı Semend-i nâza binmişlerle dolmuş At Meydanı Dem-i sûrnâ sadâ salmış bu mehterhâne-i çarha Dögülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultanî Temâşâ eyler iken cân gözüyle nâgehân gördüm O taht üzre oturmuş bir saâdet mülkünün hânı Gözü yağmacı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı Güneş gibi bu çarh-ı lâciverdîden olup peydâ Şuâ-ı nûr-ı hüsnü birle kılmış dehri nurânî Temâşâ eyledim bişmiş hezârân türlü nimetler Cemi-i halka bahş oldu o demde hân-ı ihsânı Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta Kim anun olmuş idi kurs-ı mihr ü meh iki nânı Pilavın günbedin sarı yağını çünki seyr ettim Temâşâ eyledim er türbesinde nûr-ı yezdânı Tekellüfsüz yenirsin sen dediği'çin ana eller Hacâletten kızarmıştır be-gâyet kuzu biryânı Çörek bir buğday anlu lâle-ruh mahbûbtur gûyâ K'anın bâdâmı olmuştu yüzünde çeşm-i fettânı Bu ni'metler yenip çünkim içildi sâfi şerbetler Şebîhûn etti şâh-i rûza ceyş-i leyl-i zulmânî Geceyi gündüze katıp safâ vü zevk kılmağa O bezmin yaktılar her gûşesinde şem'-i tâbânı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Türk İslam Edebiyatında Türler Şu donlu âsumânîler atıldı her yanadan kim Şirâr-ı âsumânîlerle çarhın doldu dâmânı Suâl ettim nedendir bu temâşâ deyu bir ehle Dedi ol dem cevâbın verip ol dehrin suhan-dânı Vezîr-i Azam İbrâhim Paşanın düğünüdür Ziyâfet etmek için da'vet etti Şâh-ı Devrânı … Süleyman-nâme Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanat yıllarını konu alan, onun dönemindeki belirli olayları anlatan manzum veya mensur eserlere verilen isimdir. Hz. Süleyman anlatmalarına yer veren eserlerden bazıları de bu adla anılmıştır. Selimnameler gibi, bu tür eserler de hem edebî hem de tarihî bakımdan kıymetlidirler. Türk edebiyatında yazarı bilinen veya bilinmeyen elli civarında Süleymanname yazılmıştır (Pala 1995). Bunlardan dikkate değer olanlarını şöyle sıralayabiliriz: Mustafa Bostan Çelebi (16. Yy.), Culûs-ı Sultan Süleymân; Sadi (16. Yy.), Süleymânnâme; Ferdi (16. Yy.), Süleymannâme; Şemseddin Sivasi (16. Yy.), Süleymânnâme; Karaçelebizade Abdülaziz (17. Yy.), Süleymânnâme. Ayrıca Firdevsi-i Rumi ve Firdevsi-i Tavil (Uzun Firdevsi) lakaplarıyla bilinen Firdevsi (16. Yy.) de bir Süleymânnâme kaleme almıştır; fakat bu eser Hz. Süleyman hakkındadır. Şehr-engîz Arapça, belde ve kent anlamındaki “şehr”; Farsça, karıştıran ve koparan gibi anlamlara gelen “-engiz” kelimelerinden oluşan şehrengiz, bir edebiyat terimi olarak, bir şehrin güzel ve güzelliklerini anlatan eserlere verilen genel isimdir. Çoğunlukla mesnevi nazım şekliyle yazılmış örneklerine rastladığımız şehrengiz, sadece Türk edebiyatında gelişmiş bir türdür. Divanlarda, küçük mesneviler şeklinde kaleme alınmış şehrengizler olduğu gibi müstakil kitaplar şeklinde tertip edilenler de vardır. Şehrengizler, divanlarda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Türk İslam Edebiyatında Türler gazel, dörtlük benzeri küçük metin örnekleri olarak da düzenlenmişlerdir. Şehrengizlerin büyük çoğunluğu, mesnevi nazım şekliyle yazıldığından, bölümlenmesi de tevhid, naat ve konunun işlendiği bölüm ve dua şeklinde, klasik mesnevi tertibine uygundur. Hakkında şehrengiz veya şehrengizler yazılan şehirler elbette sıradan mekanlar değildir. Bunlar daima, başta İstanbul olmak üzere Bursa, Edirne gibi Osmanlı Devleti’nin kültürel merkezi durumunda olan ya da bir özelliğiyle mutlaka ön plana çıkmış şehirler olmuştur. Bir şehrengizde sadece söz konusu şehirle ilgili mimari bilgiler yer almakla kalmaz o dönemin sosyal ve ekonomik hayatına; yer ve kişi adlarına, yemek ve çiçek isimlerine varıncaya kadar pek çok bilgi yer alır. Ayrıca, bu eserlerde yer alan mizahi üslubun, onları tarih kitabı olmaktan çıkaran önemli bir husus olduğunu da zikretmek gerekir. Bütün kaynakların ittifakla zikrettiği gibi, edebiyatımızdaki ilk şehrengiz, 15. asrın ünlü şairi Mesîhî tarafından, Edirne şehri hakkında yazılan ve şairin divanında yer alan 178 beyitlik Edirne Şehrengizi’dir. Zati’nin (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Hayreti’nin (16. Yy.) Belgrat Şehrengizi ve Yenice Şehrengizi, Yahya Bey’in (16. Yy.) Edirne Şehrengizi, Lamii Çelebi’nin (16. Yy.) Şehrengiz-i Bursa’sı, İshak Çelebi’nin (16. Yy.) Bursa Şehrengizi ve Üsküp Şehrengizi, Neşati’nin (17. Yy.) Edirne Şehrengizi, Beliğ’in (18. Yy.) Bursa Şehrengizi, Vahid-i Mahtumi’nin (18. Yy.) Yenişehir Şehrengizi Türk edebiyatındaki bilinen önemli şehrengizlerdendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Türk İslam Edebiyatında Türler Edirne Şehrengizi’nden Çün ol gün mu'tedil gördi cihânı Örnek Göçüp Şâh itdi tebdîl-i mekânı Devâm-ı devlet ile bir iki yıl İdindi Edrine şehrini menzil Çü ihsânından irmiş idi behre Sürünerek bile geldüm bu şehre Aceb şehr ol ki anun bâğ u râğı Virür kişiye cennetden ferâğı İçinde suları mevzûn u reftâr Bulutlar başı ucında havâ-dâr Temâşâ eylesen her bir minâre Dönüpdür serv-kâmet bir nigâra Soyınup Tunca’ya girer güzeller Açılur ak göğüsler ince beller Siyeh futa kuşanur ak dilber Olur san gice vü gündüz berâber Futada Hak komış bir sırr-ı gaybı Ki örter dâmeniyle görse 'aybı Su içre bunlara kılsan nigâhı Görürsin burc-ı âbî içre mâhı Bulardan vasl uman abdâla benzer Ki bunlar suya düşmiş bala benzer Gözün yaşı Merîç olsa nazarda Ne mümkin biri kol boynuna Arda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Türk İslam Edebiyatında Türler Gören bu şehri bu resme kıyâmet Sanur bununla tokuz oldı cennet Zihî cennet ki girer her güneh-kâr Görür 'âsî vü 'âbid anda dîdâr İçinde var anun bir kaç melekler Ki mislin görmemiş devr-i felekler Bugün meydân-ı hüsn içre ser-âmed Güzel dirsen Na'l-bend-oğlı Ahmed Cemâli kıble-i ashâb olupdur Dükânı na'lden mihrâb olupdur … Mesihi Şitâiyye Aslen Arapça olan “şita” kelimesi, kış anlamına gelir. Bir edebî tür olarak şitaiye ise, giriş kısmında kış tasvirlerine yer veren kasidelere denmiştir. Bu türden kasideler bazen de Farsça, kar anlamına gelen “berf” kelimesine nispetle berfiye olarak anılır. Doğrusu, divan edebiyatı geleneği içerisinde, şairlerin hayallerine konu olan en yaygın mevsim bahardır. Gül, bülbül ve diğer pek çok bitki baharla bağlantılı olarak şiirlerde yer alır. Dolayısıyla, kış konusunun çok sık işlendiği söylenemez. Ancak bu konuda Lamii Çelebi’nin Münâzara-i Bahâr bâ-Şehriyâr-i Şitâ’sı önemli bir eserdir (Eğri 2001). Tezkire Kamus-ı Türki’de “Yad etmeye vesile olan kâğıd” anlamı verilen tezkire, Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli edebî eserleri ifade eder. Edebiyat tarihi kitaplarının ilk örnekleri sayabileceğimiz bu eserler biyografisi verilen kişilere veya meslek gruplarına göre de farklı adlar almışlardır. Ermiş kişileri anlatanlara tezkiretü’l-evliya, hattatları konu edinenlere tezkiretü’l-hattatin ve şairlerden bahsedenlere tezkiretü’ş-şu’ara denmiştir (İsen 1997). Bu türdeki eserlerin ilk örneği Fars edebiyatında 13. yüzyılda, Muhammed Avfi’nin yazdığı Lübâbü’lElbâb’dır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Türk İslam Edebiyatında Türler Türk edebiyatında 30’ya yakın tezkire yazıldığı kaydedilir. Anadolu sahasındaki ilk tezkire ise, 16. yüzyılda Sehî Bey tarafından kaleme alınan Heşt Behişt’tir. Bu eserin devamında aynı devirde Latifi, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi, Beyani, Gelibolulu Ali gibi şairler de tezkireler yazmışlardır. Bu eserlerin pek çoğu, gerek tertip tarzı bakımından gerekse şairlerin ele alınış tekniği açısından ortak yönler taşırlar. Bu durum, Anadolu sahasında kaleme alınacak sonraki tezkireleri de etkileyecektir. Araştırmacılar, bu ilk tezkirelerin ve doğal olarak sonraki dönemlere ait diğer tezkirelerin, Çağatay sahasında Herat Ekolü diye isimlendirilen tezkirecilik geleneğini model aldıklarını vurgularlar. Molla Cami Bahâristân’ında şairlere bir bölüm ayırır. Yine Devletşah’ın Tezkiretü’ş-Şua’arâ’sı vardır. Ali Şir Nevai’nin de Mecâlisü’n-Nefâis adı verilen meşhur bir tezkiresi bulunmaktadır. Herat Ekolü’nü temsil eden bu üç tezkire şairlerin ele alınış tarzı ve eserin tertip şekli gibi birçok bakımdan Anadolu’daki tezkireleri etkilemiştir. Sehi Bey, eserinde “Bu fakîr ve hatırı kırık hakîr, adı geçen kitapları elden geçirip inceleyince Mecâlisü’n-Nefâis ile gamlı gönlüm dost ve gönül çeken Baharistân ile nemli gözüm mûnis oldu. Bunların her birinin incelemesinden cana rahat ve hasta gönle sıhhat ulaşıp yaratıcı gönle hâtıralar ve heyecanlar hücûm etti. Keşke Anadolu’da yetişip şöhret bulan değerli şairlerin adına da bir kitap yazılsa ve zamanın geçmesiyle bunların adı, gaddar zaman ve zâlim feleğin eliyle zamane defterinden kazınmasa, devran mecmualarında ayrılmayıp, unutulmasa diye düşündüm. Bu iş gönül defterine saplanmıştı ve gücümün yettiği kadarıyla onları yazıp kâğıda geçirmek en büyük arzumdu …” (İsen 1998: 37-38) ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, Heşt Behişt’i yazma fikrinin Herat Ekolü’nün çalışmalarından mülhem olduğunu dile getirir. Benzeri söylemler Latifi ve diğer bazı tezkirelerde de dile getirilir. Latifi de eserinin mukaddimesinde önce Bahâristân’dan, daha sonra Mecâlisü’n-Nefâis’ten söz ederek bu çalışmaların, şairlerin varlıklarını ihya kılan, isim ve şanlarını fani dünyada ebedîleştiren önemli kitaplar olduğunu vurgular; kendinin de Anadolu’daki şairleri ölümsüzleştirmek ve adlarının daima hayır dua ile anılması niyetiyle böyle bir çalışmaya giriştiğini kaydeder (Canım 2000: 88-89). Böylelikle, Sehi Bey ve Latifi’nin Herat’taki eserleri model alarak meydana getirdikleri tezkireleriyle Anadolu sahasında da şairler tezkiresi yazma geleneği başlamış olur. Türk edebiyatında, İbnülemin Mahmut Kemal’in 1930-42 yılları arasında basılan Son Asır Türk Şairleri’ne ve Nail Tuman’ın 1949 yılında tamamladığı Tuhfe-i Nâilî’ye varıncaya kadar otuz civarında tezkire kaleme alındı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Türk İslam Edebiyatında Türler Örnek Gülşen-i Şu’arâ’dan Rûhî: Bagdâdîdür ammâ asl-ı pâk-nihâdı ve neseb-i ferruhnijâdı Rûmîdür. Zîrâ ki vâlid-i ekremi sâbıkan merhûm Sultân Süleymân zamânında vilâyet-i Bagdâda beglerbegi olan Ayas Paşanun bendelerinden olup Bagdâdda gönüllü bölügüne geçüp te'ehhül itmişler. Mezkûr Rûhî Bagdâdda vücûda gelmegin Bagdâdî yâd olundı. Nâm-ı vâcibü'l-ihtirâmı Osmân ve zât-ı huceste-kirâmı pesend-i yârân ve zihn-i mustakîmi çâlâk ve kadd-i bülendi letâfet gülşeninün nâzüknihâli ve rûy-i ferah-bahşı ma'rifet gülzârınun gül-i âli ve gülistân-ı nazmda tab'-ı nüktedânı gonce gibi zîver-i hüner ile ârâste ve bustân-ı ma'rifetde vücûd-ı latîf-i zarîfi ma'lûmât ile pîrâstedür. Rûz u şeb tetebbu'-ı eş'âr-ı şu'arâ-yı nâmdâr ve dem-be-dem peyrev-i fusahâ-yı suhen-güzâr olup yârân-ı suhen-güster ile hem-dem-i tûtî-i şîrîn-dem olup her vechile gazel dimek tab'-ı pâkine müsellem ve tabi'at-ı şi'riyyesi hûb ve ebyât-ı nâzügi mergûbdur. Ekser bu diyâra gelen dervişân u şâ'irân-ı dil-rişân ile eş'âr-ı dürer-bâr ve nazm-ı belâgatdisâr dimege meşgûl ve erbâb-ı kemâl içre söyledügi eş'âr makbûldür. Bu bir nice beyt ve gazel-i âbdâr anlarundur tahrîr oldı... Ahdi Zafer-nâme Kazanılan savaşlar neticesinde kaleme alınan manzum veya mensur eserlere verilen genel isimdir. Bu tür, gazavatname ve fetihname ile benzer özellikler taşısa da sadece zaferle sonuçlanan savaşları konu alması bakımından onlardan ayrılır. Kemalpaşazade’nin (16. Yy.), aynı zamanda Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinin bir bölümü olan Zafernâme-i Sultan Süleyman’ı, Abdullah Çelebi’nin (17. Yy.) Zafernâme-i Kal’a-i Üstüvâr’ı, Karaçelebizade Abdülaziz’in (17. Yy.) Zafernâme’si, Sabit’in (18. Yy.) Zafernâme’si belli başlı zafernâme örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Türk İslam Edebiyatında Türler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Kimi kasidelerin nesip yani giriş kısımlarında bahar tasvirleri yapılır. Bu tür şiirlere edebiyatımızda ne ad verilir? a) Bahname b) Gazavatname c) Bahariyye d) Kaside e) Selimname 2. Gazalar neticesinde ele geçirilen yerleri, diğer ülkelere, hanlıklara vs. hükümdarlara ilan eden mektuplar, aşağıdaki edebî türlerden hangisinin kapsamına girer? a) Selimname b) Gazavatname c) Fetihname d) Bahname e) Sakiname 3. İnsanların dış görünüşlerine bakarak karakterleri ve huyları ile ilgili yorumların, tespitlerin yer aldığı edebî türlere ne ad verilmiştir? a) Sakiname b) Surname c) Siyasetname d) Kıyafetname e) Şehrengiz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Türk İslam Edebiyatında Türler 4. Hemen hemen daima terkib-i bent nazım şekliyle yazılan; ölmüş kişilerin arkasından onların güzel hasletlerini saymak ve ölümüne duyulan üzüntüyü dile getirmek maksadıyla tertip edilen manzumelere ne ad verilir? a) Mersiye b) Sakiname c) Süleymanname d) Bahname e) Seyahatname 5. Aşağıdakilerden hangisi, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini konu edinen ve genellikle mesnevi nazım şekliyle kaleme alınan edebî türdür? a) Seyahatname b) Sefaretname c) Şehrengiz d) Bahname e) Surname 6. Aşağıdakilerden hangisi seyahatname türünde kaleme alınmış bir eser olarak kabul edilemez? a) Miratül-Memalik b) Cihannüma c) Tuhfetül-Haremeyn d) Mihnet-i Keşan e) Kabusname Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Türk İslam Edebiyatında Türler 7. Devlet yönetimi hakkında yöneticilere bilgi vermek maksadıyla kaleme alınmış, didaktik karakterli manzum veya mensur eserlere ne ad verilir? a) Bahname b) Süleymanname c) Surname d) Sefaretname e) Siyasetname 8. Aşağıdakilerden hangisi, bir padişahın saltanat yıllarında meydana gelen savaşları ve çeşitli olayları konu edinen türler sınıfına girer? a) Gazavatname b) Fetihname c) Zafername d) Süleymanname e) Sefaretname 9. Aşağıdaki edebî türlerden hangisinin içeriğinde savaş konusu yoktur? a) Zafername b) Gazavatname c) Fetihname d) Süleymanname e) Surname Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Türk İslam Edebiyatında Türler Fars ve Türk edebiyatlarında biyografik nitelikli eserlere tezkire denilmiştir. Bu eserler, biyografisi verilen kişilere ya da meslek gruplarına göre farklı isimler alırlar. 10.Aşağıdakilerden hangisi şairleri konu edinen tezkireler sınıfına girmez? a) Heşt Behişt b) Mecalisün-Nefais c) Tezkiretül-Hattatin d) Gülşen-i Şuara e) Tezkiretüş-Şuara Cevap Anahtarı 1c 2c 3d 4a 5c 6e 7e 8d 9e 10c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 İÇİNDEKİLER AHENK UNSURLARI • • • • • • • Ses Tekrarları Kelime Tekrarları Mısra Tekrarları Vezin Kafiye Redif Ahenge Katkı Sağlayan Tekrar Sanatları TÜRK İSLAM EDEBİYATI HEDEFLER Prof. Dr. Ahmet MERMER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Ahenk kavramının ne olduğunu kavrayabilecek , • Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurları tanıyabilecek, • Bir şiir metninde kafiye, redif ve vezni bulabileceksiniz. ÜNİTE 7 Ahenk Unsurları GİRİŞ Şiir dilinin en önemli ögelerinden biri ahenktir. Şairler; kafiye, ses ve söz tekrarları, vezin yardımıyla belli bir müzikalite yakalamaya çalışırlar. Bu müzikalitenin okuyucuda bir etki bıraktığı onu farklı bir atmosfere soktuğu açıktır. Bundan dolayı özellikle mutasavvıf şairler şiirdeki müzikalitenin vecd hâli oluşturucu özelliğinden sıkça yararlanmışlardır. Bu ünitede şiirin önemli niteliklerinden biri olduğu için ahenk üzerinde durulacaktır. Ayrıca Türk İslam edebiyatı çerçevesinde kaleme alınmış ürünlerde dikkati çeken ahenk unsurları örnekler ışığında tanıtılmaya çalışılacaktır. ÂHENK Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir terimdir. Şiir üslubunun önemli bir unsuru sayılan ahenk kelimesi, sözlük anlamıyla musiki terimi karşılığı kullanılır. Ahenk, şiiri musikiye yaklaştıran bir özellik taşır. Fakat bu musiki, saf musiki değildir. Şiir hiçbir zaman gerçek musikinin ses zenginliği ile yarışamaz. Şiirde ahenk büyük oranda kelimelerin ses değerlerinden sağlanır. Birden çok kelimenin bir araya gelmesiyle edebî metinde kelimelerin ses değeri yüksek olanlardan seçilmesi bunların bir kompozisyon hâlinde istif edilmesi önem arz eder. Klasik Türk edebiyatında ahenk, fesahat kavramı ile ifade edilmiştir. Ayrıca tezkire, divan ön sözleri ve bazı gazellerin mahlas beyitlerinde yine ahengin karşılığı olarak insicâm, tecânüs, teellüf, elfâz, edâ, mevzûn, selîs ve selâset gibi kavramlar kullanılmıştır. Mesela Âşık Çelebi, Tezkire’sinde, Bîdârî adlı şairin aşağıdaki matlaını, gerek tekrarlar ve gerekse aynı anlamlı kelimelerin bir arada kullanılması açısından “selîs” olarak nitelemiştir: Göz göz itdüm cism-i zârı nâvek-i dildârdan Ser-be-ser çeşm oldum ammâ toymadum dîdârdan Bu kavramların yanı sıra ahenksiz ifadeler için, özellikle Âşık Çelebi ve Gelibolulu Âli’nin tezkirelerinde rekâket terimi kullanılır. Ahengi edebî terim olarak ilk defa kullanan Recaizade Ekrem, bu terimi tek başına değil, harmonie/ahenk karşılığı olarak âheng-i selâset tamlaması içinde zikreder. Recaizade ve sonrasında gelen yazarlar ahengi; kelimede ahenk, cümlede ahenk ve taklidî ahenk şeklinde üç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Ahenk Unsurları bölümde inceler. Bu sınıflandırma açısından bakıldığında Klasik Türk edebiyatında, taklidî ahenk ön plandadır. Mesela Şeyh Galip’in şu beyti buna tipik bir örnektir: Güm güm öter âsmân sadâdan Güm-geşte zemin bu mâcerâdan Ahenk, sözlü ve yazılı anlatımlarda “duygu, düşünce ve hayalin etkili kılınması için, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelen uyumu” anlamına gelen bir terimdir. Bu beyitte bir fırtınadaki gök gürültüsü “güm güm” kelimeleri ile kaybolmuş anlamında “güm-geşte” bir araya getirilerek ahenk sağlanmaya çalışılmıştır. Türk edebiyatında ahengi sağlayan unsurlar; söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye ve redif olarak sıralayabiliriz. Ses Tekrarları Aliterasyon: Mısra, beyit, bend veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen ahenktir. Bu çeşit ahenkten akılda kalıcılığa yardımcı olması sebebiyle yalnızca şiirde değil, reklam kampanyalarından atasözlerine varıncaya kadar yararlanılır. Şeyhülislam Yahya’nın şu beytinde, “s” harfinin bilinçli tekrarıyla bir ahenk elde edilmiştir. Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler Aliterasyon: Mısra, beyit, bent veya bir ifadede ünsüz harflerin konuya ve anlama uygun biçimde birden fazla tekrarıyla elde edilen âhenktir. Yine Necip Fazıl’ın şu mısralarında “s” ünsüzünün tekrarı dikkati çekmektedir. Sırma renginde pislik dünyanın süsü püsü Bende tek aziz eşya annemin başörtüsü Aşağıdaki bentte ise, Nedim ses ve anlam bütünlüğünü güzel bir şekilde oluşturmuştur. Sînemi deldi bugün bir âfet-i çârpâreli Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli Çifte benli sîm gerdenli güneş ruhsâreli Gül yanaklı gülgüli kerrâkeli mor hâreli Asonans: Mısra, beyit, bend veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla tekrarıdır. Ünlü harflerin tekrarından amaç bir uyum ve müzikalite yakalamaktır. Cahit Külebi aşağıdaki mısralarda “a” ünlüsünü on beş kez kullanarak ahenge bir zenginlik kazandırmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Ahenk Unsurları bent veya bir ifadenin ünlü harflerinin birden fazla tekrarıdır. Örnek Karaydı ölüm haberi kara Asonans: Mısra, beyit, Serildi yataklara Herkes döküldü sokaklara Ağlayanın bini bin para Gömüldü topraklara Aşk olsun hatırlayacaklara Hasretin türküsü duyulur Kırlar boyunca bir garib söyler Dumanlar yükselir bacalardan Dumanlar gibi tüter köyler Cahit Külebi Kelime Tekrarları Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Bu durum tek kelimenin, bağlacın veya iki kelimenin yinelenmesiyle elde edilir. Necip Fazıl’ın şu dörtlüğünde mısra başı tekrarını görürüz. Mısra Başı Tekrarları: Hitabette aynı kelimenin cümle başında, şiirde bir kelimenin veya kelimelerin art arda gelen mısralarda tekrarıdır. Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır Kaldırımlar, duyulur ses kesilince sesi Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır Sezai Karakoç’un şu mısralarında ise iki kelimelik mısra başı tekrarını görürüz. Birinin sesi sanki atlardan örülen kemerdi Birinin sesi çılgın atlara vurulmuş bir eğerdi Birinin sesi kubbe kurşunlarından ağır Birinin sesi lâğımlar birliği gibi akıyordu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Ahenk Unsurları Birinin sesi bütün aynaları paslandırıyordu Yine Yunus Emre’nin şu beytinde mısra başında iki kelime tekrarı vardır: Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi Bir dem beşâretten toğar hoş bâğ ile bostân olur Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar edilmesidir. Bazen şairler aynı kelimenin tekrarıyla bir mısraı oluşturur. Aşağıdaki beyit aynı kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarına örnektir. Mısra İçi Kelime Tekrarları: Bir kelimenin bir mısra içinde birden çok tekrar edilmesidir. Kamuya bencileyin sen dirîğ kamulara Yiğ ise âlemün ayruklarıyla âh bana Ahmed Paşa Bu örnekte ise; aynı kelimenin mısra boyunca tekrarı söz konusudur. En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz Ziya Osman Saba Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır. Örnek Bir Şiir Bütününde Görülen Kelime Tekrarları: Tekrar eden kelime veya kelimelerin birden çok mısra veya beyitte yaygınlık kazanmasıdır. Güzeller geldi bayrama beg olmuş Donanmış bir birinden yig olmuş Güzeller gibi bayram ile nevruz Bezenmiş bir birinden yek-renk olmuş Güzeller gibi bayram ile nevruz Semenler sebzede gönlekcek olmuş Güzeller ârızından yandı lâle Libâsı ana oddan gönlek olmuş Güzel sâki yükin yitirdi halkun Yine sâfî ile sofu hek olmuş Güzeller yine sûret verdi aşka Dediklerin Necâtî gerçek olmuş Necati Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Ahenk Unsurları İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan yana kullanılmasıdır. Aşağıdaki beyitlerde ikileme örneklerini görmekteyiz. İkilemeler: Şiirde anlamı pekiştirip, ahengi sağlamak için aynı kelimenin yan yana kullanılmasıdır. Ne tâze tâze zeminler bulurdu Gâlib-i zâr Sözün felekde melekler pesend edinceye dek Şeyh Galip Kadem kadem gece teşrîfi Nâilî o mehin Cihân cihân elem-i intizâra değmez mi Naili Pâre pâre yüreğimi rîze rîze bağrımı Tîğ-i hicrinle nice bir şerha şerha yarasın Necati Kedim, ayak ucuna büzülmüş, uyumakta, İplik iplik sarıyor sükûtu bir yumakta, Hırıl hırıl Hırıl hırıl Necib Fazıl Mısra Tekrarı:Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. Bu tür tekrarlara nakarat denir. Halk şiirinde nakarat kavuştak veya bağlama olarak adlandırılır. Mısra Tekrarı: Bir şiirde mısra ve beyitlerin birden çok tekrar edilmesidir. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. Orhan Veli Kanık VEZİN/ÖLÇÜ Şiir sanatının en temel öğelerinden biri kabul edilen vezin, edebiyat tarihimiz içinde önemli bir yere sahiptir. Günümüzde etkisi azalsa da varlığını sürdürmektedir. Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Türklerin İslamiyeti kabulü öncesinden günümüze gelen hece vezni; mısraları meydana getiren hece sayılarını esas olarak kabul eder. İslamiyetin kabulü sonrası Arap ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Ahenk Unsurları Fars edebiyatlarından şiirimize giren aruz vezni ise; hecelerin uzunluk-kısalık ve açıklık –kapalılığından doğmuştur. Günümüz şiirinde aruz ve hece vezninin yanında serbest vezin de kullanılmaktadır. Veznin şiirdeki, asıl varlık sebebi sözü ahenkli hâle getirmektir. Arûz Türk şiirinin hece ve aruz olarak iki temel vezni vardır. Arûz, her mısra‘ın baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Sözlükte “yön/taraf, yol, usûl, Mekke, Medine ve etrafı, serkeş deve, çadırın orta direği…” gibi anlamlara gelen aruz, Arap dili ve edebiyatının veznine ve bir beytin birinci mısraının son tef’ilesine/parçasına verilen addır. Aruz, her mısraın baştan sona kadar tüm hecelerinin, kendinden sonra gelen bütün mısraların aynı hizadaki heceleriyle açıklık ve kapalılık noktasında denk olma durumudur. Aruz vezni, Arap edebiyatında doğmuş, onun dil yapısına, edebî geleneğine ve zevkine göre, değişikliklere uğrayarak başta Fars ve Türk edebiyatları olmak üzere, İslam medeniyetine/Doğu edebiyatlarına girmiştir. Aruzun Cahiliye Devri’ne kadar uzanan bir geçmişi vardır. İlk zamanlarda aruz, dağınık ve düzensizdi. Büyük Arap alimi olan İmam Halil, IX. yy.da bu vezni sistemleştiren ve tertip eden kişidir. İmam Halil, aruz kalıplarını bahir adıyla gruplandırıp bunların birbirlerine olan yakınlıklarını ve birbirleriyle ilişkilerini bir daire üzerinde göstermiştir. Arap aruzunda 15 bahir vardır. Bunlar beş dairede toplanmıştır. Aruz, Araplarda başlı başına bir ilim sayıldığından dolayı terim noktasında çok zenginlik gösterir. Farslar, aruzu oldukça değişikliğe uğratmıştır. Türkler de Fars edebiyatında değişikliğe uğrayan ve gelişen aruzu almıştır. Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra bu vezni kullanmaya başlamış ve yakın zamana kadar da kullanmaya devam etmişlerdir. Aruz vezninde pek çok kalıp var ise de, Türk edebiyatında tamamı kullanılmamıştır. Edebiyatımızda kullanılan aruz kalıpları Türkçe’nin snyleyişine ve zevkine uygun olarak seçilmiştir. Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Türk edebiyatında düz/basit kalıplar ile karışık/muhtelif kalıplar ön planda tutulmuştur. Türk edebiyatında kullanılan kalıplardaki tefilelerin/kalıp parçalarının adları şunlardır: - + - - fâ’ilâtün - + - + fâ’ilâtü + + - - fe’ilâtün + - + - mefâ’ilün + - - - mefâ’îlün +--+ mefâ’îlü - - + mef’ûlü --+-++++-++-++- müstef’ilün müfte’ilün mütefâ’ilün müfâ’aletün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi - + - fâ’ilün + + - fe’ilün + - - fe’ûlün - - fâ’lün fâ’ 7 Ahenk Unsurları Daha önce de belirtildiği gibi aruzda hecenin niteliği/açık – kapalı ve uzunlukkısalık durumu söz konusudur. Aruz vezni bir ahenk unsuru olduğu kadar, nazımda metni doğru okumanın da başka bir aracıdır. Müzikte “usul” ne ise, şiirde de aruz odur. Açık Hece: Aruz vezninde sonu kısa ünlüyle biten heceye açık hece denir. Açık hece bazı kaynaklarda kısa hece, muallak adıyla da anılır. Eski yazıya göre bir harf ve üstündeki bir harekeden oluşan hecedir: A-na-do-lu gibi. Bu çalışmada, aruz vezinlerini gösterirken açık/kısa heceler (+) işaretiyle belirtilmiştir. Kapalı Hece: Sonu ünsüz veya uzun ünlü harfle biten hecelere kapalı hece denir. Bu tip heceye mutavassıt, uzun hece, tam hece de denir. Aruz vezninde (-) işaretiyle gösterilir. Kâ-tip, tan-bûr gibi. Mısraların son heceleri ister açık ister kapalı heceyle bitsin, kural olarak daima kapalı hece ile gösterilir. Türkçede bazı kelimeler aruz veznini kullanmayı güçleştirmektedir. Bu bakımdan şairler aruzu rahat kullanabilmeleri için, kendilerine bazı yollar bulmuşlardır. Bu yollar ise, imale, ulama ve zihaf’tır. Mısraların son heceleri ister açık ister kapalı heceyle bitsin dâimâ kapalı hece ile gösterilir. Ulama: Eskiler vasl olarak adlandırırlar. Aruz terimi olarak, bir kelimenin sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. Konuşma dilimizde sonu sessiz harfle biten kelimelerin o harfini, sonraki kelimenin ilk harfi ünlü ise ona birleştirerek konuşuruz. Aruzla şiir yazan şairlerimiz dilimizin bu özelliğine sıkı sıkıya uymuşlardır. İmâle: Bir hece aslında açık olduğu hâlde vezin zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa medli/imale denir. Beyitlerde (↑) işaretiyle gösterilmiştir. Mesela Nefi’nin: Tûtî-i mu‘cize-gûyem ne disem lâf degül ↑ ↑ Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf degül beytindeki ile kelimesindeki “le” hecesi ve âyinesi kelimesindeki “si” hecesi böyle imaleli okunan hecelerdir. Edebiyat teorisyenleri, bunu genellikle aruz kusuru saymış iseler de, aslında her zaman kusur sayılmamalıdır. Tam tersi hüner sayılmalıdır. Meselâ Baki’nin şu beytinde anlamı güçlendiren bir unsur olarak bilerek imale yapılmıştır: ↑ Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan ↑ Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Ahenk Unsurları Bu beyitteki u hecesi ve di edatı uzun okunmalıdır. Zihâf: İmalenin aksine, uzun/kapalı (medli) okunması gereken bir heceyi kısa, açık hece gibi okumaya zihaf adı verilir. Aruzda kusur sayıldığından çok az rastlanılır. İmâle: Bir hece aslında açık olduğu halde vezin zoruyla medli/uzun okunursa bu okunuşa medli/imâle denir. Sekt-i Melih: Güzel duraklama anlamına gelen sekt-i melih, bir aruz terimi olarak mefûlü/ mefâilün/ feûlün kalıbının mefûlün/ fâilün/ feûlün şekline dönüşmesi ve böylece bir hecenin eksilmesine verilen addır. Arapça ve Farsçadan dilimize geçmiş bazı kelimelerde sonu sessiz harfle biten hecelerde, sonraki sessiz harften önce (dâr, çâk, pâk, rûh, tîğ) örneklerindeki gibi bir imaleli harf veya (çarh, fakr, derd, zırh, murg) örneklerindeki gibi sonunda iki sessiz harf bulunursa, o hece bir kapalı bir açık iki hece gibi okunur. Yukarıdaki beytin ikinci mısraındaki “sâf” kelimesi bir kapalı bir açık hece *- +] gibi değerlendirilir. Buna bir buçuk hece veya medli hece adı verilir. Farsça tamlamaları bağlayan, gramer özelliği olan “-ı, -i” gibi harflerle, kelimeleri birbirlerine bağlayan “–u, -ü” harfleri, veznin durumuna göre bazen kısa, bazen uzun okunurlar. ARÛZ VEZİNLERİ Aruzun pek çok kalıbı vardır. Bunlardan Türkçeye uyan ve Türk İslam edebiyatında sık kullanılan vezinler şunlardır: Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Aruz terimi olarak, bir kelimenin sonundaki sessiz harf ile ardından gelen kelimenin başındaki sesli harf birleşir ve hece kısa/açık hece hâline getirilirse vasl/ulama yapılmış olur. (+ - - - / + - - - / + - - - /+ - - -) Türk edebiyatında çok kullanılan kalıplardandır. Divan şiirinde en çok musammat kasideler, musammat gazeller, kıtalar ve şarkılar bu kalıpla yazılmıştır. Hâyâl-i yârdan dûr olsa bir dem cânım eylenmez Ne çâre hâtırım vîrânedir sultânım eylenmez Şeyh Galip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Ahenk Unsurları Mef`ûlü Mefâîlü Mefâîlü Feûlün (- - + / + - - + / + - - + / + - -) Türk şairlerinin çok sevdikleri ve çok kullandıkları vezinler arasında yer alan bir kalıptır. Ayrıca aruzun hareketli ve ahenkli kalıbıdır. Divan edebiyatında müstezatlar bu kalıpla yazılır, eklemeler (--+/+--) şeklindedir. Halk edebiyatının âşık tarzında özel bir beste ile okunan kalenderilerin de bu kalıpla yazıldığı görülür. Ayrıca bu kalıbın bir başka şekli de şudur: mef`ûlü fâilâtü mefâîlü feûlün Döndürdü felek men’-i semâ’ eylediğinden Devrâne müdârâya kıyâm eyledi vâiz Şeyh Galip Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün (- - + - / --+- / --+- / --+-) Divan edebiyatında mısraın oldukça uzun, iki eşit parçaya ayrılmasına uygun, İç kafiyeli musammat kasîde ve gazellerde uygulanan bir kalıptır. Bu kalıbın mesnevîlerde görülen ikili şekli de yer alır. Gördüm bu vechin Hakkını ayne’l-yâkîn yâ Hû derem Ger sûfî lâdan dem urur ben her dem illâ Hû derem Akşemseddin Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün (- + - - / - + - - / - + - - / - + -) Türk şiirinde çok kullanılan kalıplardan biridir. Divanlarda yer alan şiirlerin kalıplarına göre, önde gelen bir aruz kalıbıdır. Âşık edebiyatında muayyen bir besteyle söylenilen divanlar bu vezinle yazılırdı. Sâlikin matlûbu Hû’dur ârifin irfânı Hû Âşıkın mâ’şûku Hû’dur tâlibin seyrânı Hû Yunus Emre Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Ahenk Unsurları Feilâtün (Fâilâtün) Feilâtün Feilâtün Feilün (Fa’lün) (+ + - - (- + - -) / + + - - /+ + - - /+ + - (- -) ) Türk şiirinde failatün tefileleriyle oluşan kalıptan sonra, bu kalıp da çok kullanılanlar arasındadır. Bu kalıbın ilk parçası feilâtün yerine fâilâtün de olabilir. Divan şiirinde daha çok bu şekli tercih edilirdi. Âteş-i hüsni gönüllere kodı cilve-i aşk Sâgara şu’le-i hâlkerde kodı cilve-i aşk Şeyh Galip Feilâtün (Fâilâtün) Mefâilün Feilün (Fa’lün) (+ + - - (- + - -) / + - + - / + + - (- -) ) Duhteriz def-i zahm-ı endûha Gül gibi bir tabîbdir dirler Raşit Mefâilün Feilâtün Mefâilün Feilün (Fâ’lün) (+ - + - / + + - - / + - + - / + + - (- -) ) Bu iki kalıp Türkçeye en uygun bahirlerden biridir. Türk şiirinde çok kullanılan bir kalıptır. Görünce şu’le-i rûyunda dûd pervâne Yanardı nâr-ı gama hem-çü ‘ûd pervâne Şeyh Galip Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün (- - + / - + - +/ + - - + /- + -) Ser-geştegân-ı aşkı kayırmaz mı rûzgâr Çarh ile bir hesâb çevirmez mi rûzgâr Şeyh Galip Burada konuyu bitirmeden şu önemli noktaları belirtmeye çalışalım: Fâ‛ilâtün’lü kalıpların sonu, fâ‛ilün (-+-); fe‛ilâtün’lü kalıpların sonu fe‛ilün (++-) ile Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Ahenk Unsurları biter. Mısraların sondan bir önceki hecesi kendiliğinden kapalı ise, fâ‛ilün (- +-), fe‛ilün (++-)=fa‛lün(- -)dür. Aruz kalıpları incelendiğinde karışık kalıplarda şöyle bir durum vardır: Birbirinden farklı iki kalıp parçası yan yana gelmiş ise, bir mısrada aynı sırada aynen bir kere daha tekrar edilir. Böyle kalıplara karışık kalıplar adı verilir. Mesela mef‛ûlü fâilâtün mef‛ûlü fâilâtün gibi. RUBÂÎ KALIPLARI Rübai kalıplarından on ikisi –Mef’ûlü- cüz’iyle başlar ki, Ahreb vezinleri adını alır. “Mefûlün” ile başlayan diğer on ikisine de Ahrem vezinleri denir. Rubai tarzı İran edebiyatından doğmuş ve oradan Arap edebiyatına ve Türk edebiyatına geçmiştir. Rubainin 24 vezni vardır. Bunlardan on ikisi –mef’ûlücüzüyle başlar ki, ahreb vezinleri adını alır. Bunlar arasındaki bir takım önemsiz farklar bir tarafa bırakılarak altıya indirilmişlerdir. mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûl - - + / + - - +/ + - - + / + - mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü feûl --+ / +--- / --+ /+- mef’ûlü mefâilün mefâîlü feûl - - + / + - + - / + - - +/ + - mef’ûlü mefâîlü mefâîlü fâ’ - - + / + - - +/ + - - +/ - mef’ûlü mefâîlün mef’ûlün fâ’ --+ / +--- / --- / - mef’ûlü mefâilün mefâîlü fâ’ --+ / +-+-/ +--+ / - “Mef`ûlün” ile başlayan diğer on ikisine de ahrem vezinleri denir. Bunlar da aynı şekilde altıya indirilmiştir. mefûlün mef’ûlü mefâîlü feûl - - - / - - + / + - - +/+ - mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlü feûl --- / --- / --+ / +- mef’ûlün fâilün mefâîlü feûl - - - / - + - / + - - +/+ - mef’ûlün mefûlü mefâîlün fâ’ --- /--+ /+--- /- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Ahenk Unsurları Hece vezninin esası mısralardaki hece sayısına dayanır. mef’ûlün mef’ûlün mef’ûlün fâ’ --- / --- / --- /- mef’ûlün fâilün mefâîlün fâ’ --- / -+-/+--- /- Rubaide ahreb ve ahrem vezinlerinin karıştırılması uygun değildir. Fakat aynı türden altı veznin birkaçı bir tek rubai içinde bulunabilir. Bununla beraber her iki kısmın vezinlerini bir rubaide toplayan şairler görülmüştür. Bizim divanlarımızda, dört mısralık kıtaların başında bazen rubai yazıldığı görülür. Kıta, rubai vezninde olmadığı hâlde böyle yazılması “dörtlük” anlamında olmasından ileri gelmektedir. Hece Vezni Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu bölümlere durgu denir. Türk dilinin kendi ölçüsü hece veznidir. Bu veznin esası mısralardaki hece sayısına dayanır. Kelimelerde hecelerin değerleri göz önüne alınmaz, sadece hece kümelerinin sayısı göz önüne alınır. Bu vezin Türk dilinin tarihi boyunca kullanılagelmiştir. Mısralarda heceler parmakla sayıldığından ayrıca bu vezne parmak hesabı/hisâb-ı benân adı da verilir. Hece ölçüsünün esasında mısraın belli yerlerinden bölünmeler olur, bu bölümlere durak denir. Mesela 11’li hece ölçüsüyle yazılan bir mısrada 6+5/4+4+3 olmak üzere iki ve üç durgu vardır. Bu vezindeki durgular rakamla gösterilir. Bu durgular şairin tercihine göre ayrılan bölünmeler değildir. Şiirdeki söyleyiş ahengi ve akıcılığına göre doğal söyleyişe yakın veya uygun olmalıdır. Bir başka söyleyişle kalıp şairin tercihi olduğu kadar, durgular sözün gerektirdiği bir durumdur. Mesela 11 heceli olan, Bir rüyadan artakalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden Mısralarının ilki 6+5 ile durgulanmıyor ancak bu mısra 4+7’li bölünürse doğal söyleyişe veya hece ölçüsünün kuralına uygun düşüyor. Şair bu duraklarla sözün ritmini sık sık değiştirip zenginleştirmesini sağlar. Hece ölçüsünde hece sayısı 2-17 heceli kalıplar görülmüştür. Bu kalıplar durgulu kullanıldığı gibi durgusuz da kullanılabilir. Hece ölçüsünün eskiden beri çok kullanılmış ve örneklerine sıkça rastlanılan hece ölçüsünün belli başlı kalıpları şunlardır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Ahenk Unsurları Yedi Heceliler (3+4) (4+3) Çağırdım/erenlere Ecel geldi/cihane Bu derdi verenlere Baş ağrısı bahane Bu derdi verdi bana Arsız neden arlanır Vermesin yarenlere Çaput giyer sallanır Sekiz Heceliler (4+4) Ben susadım/yandı yürek Gönlüm düştü/bir sevdâya Gitmek oldu ilden gerek Gel gör beni aşk n’eyledi Anam babam eyler firak Başımı verdim gavgâya Sefer düştü gider oldum Gel gör beni aşk n’eyledi Şeyh Mehmed Yunus Emre On Heceliler (5+5) Padişah oldun/taht senin değil Satın alırsan kul senin değil Emanet beslenir can senin değil A dünya senin neni övsünler On Bir Heceliler (6+5) Urum abdâlları/gelür dost diyü Geydükleri nemet ile post diyü Hastalarda gelür dermân isteyü Saglar gelür Sultan Abdâl Musa’ya Kaygusuz Abdal Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Ahenk Unsurları On Dörtlü (7+7) Cânını terk etmedin/cânânı arzularsın Zünnârını kesmedin îmânı arzularsın Şol uşacuklar gibi binersin ağaç ata Çevgân ile topun yok meydânı arzularsın … Var sen Niyâzî yüri atma okun ileri Derd ile kul olmadın sultânı arzularsın Niyazi-i Mısri SERBEST VEZİN Kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan meydana gelmiş şiirlerdir. Bu tür şiirlerde ahenk genellikle iç ritimle oluşturulur. Özellikle 1930’lu yıllardan sonra yaygınlaşmaya başlayan serbest şiir günümüzün en çok tercih edilen şiir şeklidir. Ayna Örnek Serbest şiirler, kafiyesiz, ölçüsüz ve sabit nazım şekillerine bağlı olmayan mısralardan meydana gelmiş şiirlerdir. Ve gözüm eşyamda değil Yoruldum maddemden Tâ ki dünya bitti Köşk kurdum sâkin oldum … Büyük yeni bir hayat bildim Yeni yeni bildim yoksa ölüyordu bir şey İnsan binası yıkılıyordu durmadan Cahit Zarifoğlu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Ahenk Unsurları KÂFİYE Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Mısra sonu ses tekrarları bize kafiyeyi verir. Uyak olarak da adlandırılan kafiyeye halk şiirinde ayak da denilmektedir. Eski Türk şiirinde kafiye sistemi çoğunlukla mısra başındaydı. Buna “baş kafiye” veya “ön kafiye” denmekteydi. Türk şiirinde göz için kafiye ve kulak için kafiye olarak iki farklı yaklaşımın benimsendiği göze çarpar. Divan şiirinde kafiyenin göze hitap etmesi amaçlanırken, kafiyeli kelimelerin aynı kelime türünden olmasına dikkat edilirdi. Kafiye divan şiirinde meydana getirilirken kelimelerin ses değerleri üzerinde durulmayıp bir çizgi sanatı gibi şiir göze yönlendirilir. Divan şiirinde kafiyeyle ilgili kavramlar ve kafiye çeşitleri konusunda çok fazla terim vardır.Burada divan şiirindeki bu geniş terimler ve kavramlar dünyasından bahsedilmeyip daha çok günümüz sınıflandırmasına göre kafiye çeşitlerinden bahsedilecektir. Kafiye Çeşitleri Mısra sonundaki ses tekrarı ve tekrarı oluşturan harflerin sayısına göre kafiyeyi şu şekilde tasnif edebiliriz. Yarım Kafiye: Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. Yarım kafiye Tek ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. çoğunlukla Halk şiirinde karşımıza çıkar. Halk şairleri ayak adını verdikleri kafiye hususunda daha rahat bir tavır göstermişlerdir. Halk şiirinin sazlı ve sözlü olması onların kulakta bir ahenk oluşturan her ses benzerliğini kafiye olarak değerlendirmelerine yol açmıştır. Yarım kafiye halk şiirinin tesiriyle Cumhuriyet döneminde de benimsenmiştir. Canlı bir yüz bana yaklaştı mehâbetle dolu Kim bu? Nerden geliş? Hangi yolun yolcusu bu Faruk Nafiz Çamlıbel Ben çektiğim kimler çeker Gözlerim kanlı yaş döker Bulanık bulanık akar Dağların seliyim şimdi Kul Mustafa Tam Kafiye: Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup bir ünlü ve bir ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Fakat kökeni Arapça ve Farsça olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Ahenk Unsurları kelimelerdeki uzun â, û, î seslileri iki ses sayıldığından bunlar da tam kafiye olarak düşünülmelidir. Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşidi olup, bir ünlü ve bir ünsüzün ses benzerliğine dayanır. Şiir ve onu oluşturan kelimeler Arap harfleriyle yazıldığında harflerin sayılarında farklılık oluşmaktadır. Bundan dolayı kafiyeyi meydana getiren sesleri tespit ederken şiirin Latin harfleriyle yazılışını esas almak daha uygun düşecektir. Sizleri görüyorum bahçemizdeki çamlar Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem Derken dallardan, ılık iniveren akşamlar Evine dönen babam, cam da bekleyen annem Ziya Osman Saba Elinden dal gibi düşerken ümit Ne bir hasret dinle, ne bir âh işit Bir yaprak ol esen rüzgârlarla git Kırık bir tekne ol dalgalarla gel Necip Fazıl Kısakürek Zengin Kafiye: Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan Mısra sonlarında ikiden fazla ses benzerliğine dayanan kafiye çeşididir. kafiye çeşididir. Kafiyeli kelimelerden biri diğer kelimenin sonunda tekrarlanıyorsa bu tür kafiyeye tunç kafiye de denir. Bir çözülmez bilmece; Hep sayı, harf ve hece… Necip Fazıl Kısakürek Şüpheler bağrımda yara Ellerim boş yüzüm kara Çağır beni ışıklara Zaman ve mekân, efendim! Halide Nusret Zorlutuna Cinaslı Kafiye: Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin oluşturduğu kafiyedir. Halk şiirinde özellikle mânilerde karşımıza çıkar. Divan şiirinde ise gazellerin matla beyitlerinde cinas kullanımı yaygındır. Baştan sona Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ahenk Unsurları cinasla örülü gazellerle de karşılaşırız. Cinas daha çok bir söz oyunu sayılır ve ince bir mizaha dayanır. Ne var ne var âlemde Ses bakımından aynı, anlam, yönünden farklı kelimelerin oluşturduğu kafiyedir. Belâ kadar çekici Örse benzer kellemde Belaların çekici Necip Fazıl Kısakürek Ayırma beni senden Yaradan Düştüm ölürüm ben bu yaradan Yunus Emre REDİF Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra gelen ses benzerlikleridir. Sözlük karşılığı arkadan gelen olan redif, mısraların sonunda kafiyeden sonra gelen ses benzerlikleridir. Kafiyenin sonunda yazılışları, anlamları, görevleri aynı olan ek, kelime, ek kelime, ek kelime grupları bize redifi verir. Özellikle redif divan şiirinde simetrik tekrarı ile şiiri belli bir kavram ve konu etrafında toplar. Şaire geniş bir çağrışım zenginliği kazandırır. Redif şiirde kafiyenin bütünleyicisi ve zenginleştiricisidir. Redif, divan ve halk şiirindeki önemli yerini yeni Türk şiirinde önemli ölçüde yitirmiştir. Bu beyitte mısra sonlarındaki olsunlar kelime redife örnektir. Nice bir mübtelâ-yı aşka hicrân-ı belâ olsun İlâhi kendü gibi bî-vefâya mübtelâ olsun Baki Yine aşağıdaki dörtlükte kelime redif vardır. Lâleyi, sümbülü, gülü hâr almış Zevk ü şevk ehline âh u zâr almış Süleyman tahtını sanki mâr almış Gama tebdîl olmuş ülfetin çağı Bayburtlu Zihni Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Ahenk Unsurları Bu beyitte ise; -dan gayrılar ek kelime rediftir. Dime kim yârda yok cevr ü cefâdan gayrı Ne dilersen bulunur mihr ü vefâdan gayrı Necati Karamanlı Ayni’nin aşağıdaki beyti kelime grubu redife güzel bir örnektir. Gönül bedrin hilâli aldı gitti Dili fikr-i mahâli aldı gitti Karamanlı Ayni AHENGE KATKI SAĞLAYAN TEKRAR SANATLARI Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Seci, kalb, iştikak, iade, akis, tasri, irsat, cinas, tedvir, tekrir, tensik gibi sanatların da ahenge katkıları söz konusudur. Bu sanatlarla ilgili tanımlamalar ve örnekler bu ders kitabının Edebi Sanatlar ünitesinde verilecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet Ahenk Unsurları •Ahenk, duygu düşüce ve hayalin etkili olabilmesi için ses, kelime ve cümlelerin kulağa hoş gelecek biçimde uyumlu sıralanışıdır. Edebî metnin vazgeçilmez unsurlarından olan ahenk söz tekrarları, ses tekrarları, vezin, kafiye, redif ve bazı edebî sanatlarla karşımıza çıkar. Türk İslam edebiyatı anlayışı çizgisinde eser veren şair ve yazarlar okuyucu üzerinde belli bir etki bırakmak ve onu farklı bir atmosfere sokmak için ahenk unsurlarına başvururlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Ahenk Unsurları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi ahenk unsurlarından biri değildir? a) Aliterasyon b) Kelime tekrarı c) Kafiye d) Aruz ölçüsü e) Telmih sanatı 2. “Bir edebî metinde ünlü harflerin birden fazla tekrarı” tanımına uygun düşen edebî terim aşağıdakilerden hangisidir? a) Assonans b) Redif c) Aliterasyon d) Hece ölçüsü e) Mısra tekrarı 3. Aşağıdaki aruz kalıpları içinde rubai kalıbını bulunuz. a) Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün b) Müstefilün müstefilün müstefilün müstefilün c) Mefûlü mefâîlü mefâîlü feûl d) Mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün e) Fâilâtun fâilâtun fâilâtun fâilun 4. Aşağıdakilerden hangisi bir aruz kusurudur? a) Açık hece b) Zihaf c) Kapalı hece d) Aruz bahri e) Tefile 5. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde cinas vardır? a) Ne kâdir itmege bahs-i neşat ehl-i gama Sıkılmayan bu harâbâtda usâre gibi b) Her gören ayb itdi âb-ı dîde-i giryânumı Eyledüm tahkîk görmiş kimse yok cânânumı c) Bulur encâm gerçi cevr-i felek Sabr-ı eyyûb ömr-i nûh gerek d) Kısmetündür gezdiren yer yer seni Arşa çıksan âkibet yer yer seni e) Göz gördi gönül sevdi seni oy yüzü mâhum Kurbânun olam var mı benüm bunda günâhum Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ahenk Unsurları 6. Aşağıdaki dörtlüklerin hangisinde kelime redif vardır? a) Buralardan çok uzakta bir köydü Beyaz billûr bir derecik içinden Hıçkırırdı sevinerek geçerken Kenârında vardı birçok söğüdü b) Hiç kalmadı asla ağıt tutanım Sıra ile kol üstüne yatanım Mecnûn oldum terk eyledim vatanım Bizim eller nere bilmem ağlarım c) Dün ü gün fikrim budur kim aceb erkân nedir? Ten nedir aslı nedir ten içinde cân nedir? Yerleri gör kim niçin toprağa urmuş yüzün Bulutlarda dün ü gün gerdiş-i gerdân nedir? d) Her kim merdâne Gelsin meydâne Bakmasın cane Kimde hüner var e) Sükût indi karanlıkla yorgun denize Ufuklarda uğuldayan rüzgâr uyudu Ay gecenin elinde bir sedef yelpaze Ölgün sular gök halkının rüyalı yurdu 7. Aşağıdakilerden hangisi ahengi sağlayan tekrar sanatlarından biri değildir? a) Hüsn-i talil b) İştikak c) Akis d) Kalb e) İrsat 8. Aşağıdakilerden hangisi durgu terimini tanımlamaktadır? a) Sonu ünsüz veya uzun ünlüyle biten hecedir. b) Edebî metin içinde ünsüz harflerin birden fazla tekrarıdır. c) Mısra sonunda kafiyeden sonunda gelen ses benzerlikleridir. d) Hece ölçüsüyle yazılmış mısraların belli yerlerinden bölünmesidir. e) Mefûlün cüzüyle başlayan aruz vezinlerine denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ahenk Unsurları 9. Aşağıdaki beyitlerin hangisinde kelime tekrarı vardır? a) Cânâ ne var garibüne itmezsin iltifât Vuslat sizün diyârda âdet degül midir b) Dûd-ı âhum ne aceb göklere tutsa yüzüni Âşıkun kimisi var ola Hudâ’dan gayrı c) Ölüm işi Hak işidir ondan kim incinir Yâr Necâtî gayr ile görmekdür ölüm d) Varlığın bile ne hâcet küre-i âlem ile Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile e) Bülbüller öter güller açar şâd gönül yok Hiç böyleliğin görmemişüz fasl-ı bâhârın 10. Aşağıdaki beyitte görülen kafiye ve redif ile ilgili aşağıdaki eşleştirmelerden doğru olanı bulunuz? Dinle neyden hikâyet kılmada Ayrılıklardan şikâyet kılmada a) b) c) d) e) Yarım kafiye-kelime redif Zengin kafiye-kelime redif Tam kafiye-kelime grubu redif Yarım kafiye-ek redif Zengin kafiye-kelime grubu redif Cevap Anahtarı 1-e, 2-a, 3-c, 4-b, 5-d, 6-c, 7-a, 8-d, 9-c,10-b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Ahenk Unsurları YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aksan, Doğan(1999). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili: Ankara. Ayyıldız, Mustafa ve Hamdi Birgören (2005), Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Ankara. Cengiz, Halil Erdoğan(1983), Divan Şiiri Antolojisi: İstanbul. Coşkun, Menderes (2010), Sözün Büyüsü Edebî Sanatlar: İstanbul. Çetin, Nurullah(2003), Şiir Çözümleme Yöntemi: Ankara. Çetişli, İsmail (1998), Cahit Külebi ve Şiirleri: Ankara. Çetişli, İsmail (2004), Metin Tahlillerine Giriş/1 Şiir: Ankara. Dilçin, Cem(2000), Örneklerle Türk Şiir Bilgisi: Ankara. İpekten, Haluk (1999), Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Arûz: İstanbul. Kısakürek, Necip Fazıl(1989), Çile: İstanbul. Külekçi, Numan (2005), Edebî Sanatlar: Ankara. Macit, Muhsin(1996), Divan Şiirinde Ahenk Unsurları: Ankara. Mermer, Ahmet vd. (2010), Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara. Mermer, Ahmet ve Neslihan Koç Keskin (2005), Eski Türk Edebiyatı Terimleri Sözlüğü: Ankara. Miyasoğlu, Mustafa(1999), Ziya Osman Saba: Ankara. Onay, Ahmet Talat(1996), Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz.Cemal Kurnaz): Ankara. Pala, İskender (2010), Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü: İstanbul. Saraç, Yekta (2006). Klasik Edebiyat Bilgisi Belagat: İstanbul. Şafak, Yakup (1996), “Fars ve Türk Edebiyatlarındaki Arûz Vezinlerinin Ritmik Yapıları Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, X (70), 31-34. Tarlan, Ali Nihat (1992), Necâtî Bey Divanı: Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24