Yaratıcı Düşünceyi Engelleyen Bir Kültürde İşletmelere

advertisement
ROTA YAYINLARI EXECUTUVE EXCELLENCE
SAYI:53 ▪ AĞUSTOS 2001
Yaratıcı Düşünceyi Engelleyen Bir Kültürde İşletmelere Düşen
Sorumluluklar
Prof. Dr. Tanıl Kılınç
Toplumsal kültürümüz yaratıcılığımızı daha doğmadan öldürüyor.
YARATICILIK VE YARATICI düşünce uzun bir süre doğuştan gelen ve zeka ile bağlantılı bir kişilik
özelliği olarak görülmüşse de, yapılan araştırmalar bireylerin yaratıcılıklarının geliştirilebileceğini ortaya
koymuştur. Özellikle ‘belirli bir zeka düzeyine’de (120 IQ) olanların aynı zamanda daha yaratıcı
oldukları; buna karşılık o düzey aşıldığında zeka ile yaratıcılık arasında hiç ilişki bulunmadığı yönündeki
bulgular yıllardan beri var olan zeka ile yaratıcılık arasında büyük bir paralellik bulunduğu yönündeki
kanaati önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Kısacası, bugün ulaşılan nokta; yaratıcı olmayan insan
bulunmadığı, ancak yaratıcılığın şu ya da bu şekilde kısıtlanmasının söz konusu olduğudur.
Bireysel yaratıcılığı kısıtlayıcı unsurların başında bireylerin içinde yer aldıkları çevre ve kültür
gelmektedir. Bireyin temel değerleri aldığı aile atmosferi, sosyalizasyon sürecinde önemli bir rol oynayan
eğitim sistemi ve örnek alınan büyükler, kişinin yaratıcılık potansiyelinin açığa çıkmasında büyük bir
belirleyiciliğe sahiptir. Bunun doğal bir sonucu olarak yaratıcı fikir ve düşüncelerin sergilenme düzeyleri
toplumdan topluma farklılık gösterebilmektedir.
Bu bağlamda, geleneksel Türk Kültürü’nün yaratıcılığı ve yaratıcı düşünceyi engelleyici bir nitelik
taşıdığı söylenebilir. Türk Kültürü’nün etkileşim modeli üzerinde çalışan Üstün Dökmen, Türk
Toplumunun baskın etkileşim yaklaşımının, Eric Berne’in tanımlamış olduğu etkileşim tarzlarından
‘Ebeveyn-Çocuk’ etkileşim tarzına dayandığını belirtmiştir. Yaratıcılık potansiyelinin en fazla açığa
çıktığı tarzın ‘Yetişkin-Yetişkin’ etkileşimi olmasına karşılık; ‘Ebeveyn-Çocuk’ etkileşimli toplumlarda
yetişkin rolünün sergilenmesi ayıp sayılır. Bu tür toplumlarda doğallık bastırılmıştır. Kişinin kendi aklını
sergilemesi hoş karşılanmaz. Önemli olan kuralların konulması ve onlara uyulmasıdır, yaratıcılığa
olumlu bakılmaz. Bir bilene danışılması ve onun önerilerinin sorgusuz kabul edilmesi esastır.
Bireyselleşmek, ‘bunu ben yaptım’ demek, başkalarından farklı olarak kendi akılları doğrultusunda
davranmak hoşa gitmeyen davranışlardır.
Toplumumuzda çocukların davranışlarını tanımlamada kullanılan ‘uslu’ ve ‘yaramaz’ çocuk ifadeleri, bu
etkileşim tarzının tipik bir göstergesidir. Çocukluk dönemi yaratıcılığın en yüksek olduğu dönemdir.
Henüz toplumsal baskı oluşmadığı için merak, hayal kurma, oyun oynama, soru sorma gibi davranışlar
yoğunluktadır. Yaratıcılığı tanımlamada en sık kullanılan kavramların sorgulamak, araştırmak, bulmak,
yenilik yaratmak ve bilgi sınırlarını genişletmek olduğu dikkate alınırsa; sorgulayan, itiraz eden,
kurcalayan, araştıran, kendi fikrinde ısrar ederek kalıpları kırmaya çalışan çocuk davranışlarının önemli
bir yaratıcılık potansiyelini taşıdığı açıktır. Oysa toplumumuzda bu davranışları sergileyen çocuklar için
kullanılan kelime oldukça ilginçtir: ‘yaramaz’. Buna karşılık kendisine söylenenleri kayıtsız, şartsız yerine
getiren ve kendisine çizilen sınırların dışına çıkmayan çocuklar ise ‘uslu (akıllı)’ olarak adlandırılır. ‘Us’
kelimesinin pasiflik ve itaat için kullanılmasına karşılık, yaratıcılık potansiyeli taşıyan davranışlara
‘yaramaz’ ifadesinin uygun görülmesi, toplumumuzun yaratıcı düşünceye yönelik bakış açısını açıkça
ortaya koymaktadır. Kaldı ki, ‘söz gümüşse sükût altındır’, ‘su küçüğün söz büyüğün’, ‘sükût ikrardan
gelir’, ‘sus ki adam sansınlar’, ‘düşünen beyinlere zararlı fikirler üşüşür, büyükleriniz her şeyi sizden iyi
düşünür’, ‘büyüklerin yanında konuşulmaz’, ‘sofrada konuşmak ayıptır’ ve bunun gibi atasözü, özdeyiş
ve öğretilerle saygı adı altında susmayı, konuşmamayı ve hatta düşünmeyip, kendisine denileni
yapmayı ‘değer’leştiren bir toplumun, yaratıcı düşünceye önem verdiğini söylemek de aşırı iyimserlik
olacaktır.
Diğer taraftan, bireyin sosyal doğum olarak adlandırılan okul döneminde karşılaştığı eğitim sistemi de,
yaratıcı düşünceyi baskı altına alacak şekilde analitik düşüncenin geliştirilmesine ağırlık vermektedir.
Ezbere dayanan sistem anlatılanı iyi dinleyip, sorulduğunda sadece bunun aktarılmasına şartlandırarak;
araştırma, kendine ait fikir ve sentezler oluşturma, sorgulama gibi yaratıcı düşünceye yönelik
davranışların gelişimini engellemektedir.
Aile, büyükler ve eğitim sistemi tarafından bu şekilde yetiştirilen kişilerin iş yaşamına geçtikten sonra
yaratıcılıktan ve yeni fikirler geliştirmekten uzak bireyler olarak görülmesine hiç şaşırmamak gerekir. Bir
de bunun üstüne iş yerinde ‘kurulu düzene bağlılık, eski modellerin baskısı, değişime direnme,
çalışanlardan kusursuz olmalarını bekleme, farklılığa tahammülsüzlük, astlara güvenmeme’ gibi,
yaklaşım ve düşüncelerin hakim olduğu bir atmosferle karşılaşıldığında, bireylerin yaratıcılık
potansiyellerinin son kırıntılarının da tükeneceği açıktır.
Yukarıda özetlenen saptamalar çerçevesinde, bireylerin iş yaşamlarında yaratıcılık potansiyellerini
gerçek anlamda sergileyebilmeleri açısından temel sorumluluğun yetiştikleri çevreye ve kültüre (özellikle
de aileye, örnek alınan büyüklere ve eğitim sistemine) ait olduğu söylenebilir. Buna karşılık, bu tür bir
çevrede ve kültürde yetişen bireylerde yaratıcı düşüncenin açığa çıkarılmasında işletmelerin de önemli
sorumlulukları bulunmaktadır.
Yaratıcı düşüncenin açığa çıkarılması açısından işletmelerin büyük çoğunluğunun başvurduğu başlıca
yöntem, konu ile ilgili eğitim ve seminerler düzenlemektir. Bununla birlikte, toplumsal ve kültürel etkilerle
törpülenmiş yaratıcı düşünce potansiyelinin, eğitimler sonucu hemen açığa çıkmasının beklenmesi
büyük bir yanılgı olacaktır. İşletmelerin öncelikle yaratıcı düşüncenin ortaya çıkması ve yerleşmesi için
zamana ihtiyaç duyulacağının bilincinde olmaları gerekir. Alışkanlıkların ve kalıpların kırılması sabır ve
mücadele gerektiren uzun bir süreçtir. Yaratıcılığı geliştirmeye yönelik eğitimler kuşkusuz çok yararlıdır.
Ancak yaratıcılık örgütsel çevre tarafından desteklenmedikçe, eğitimlerin etkisi son derece sınırlı
kalacaktır.
Bir işletmede yaratıcı düşüncenin yerleşebilmesinin önkoşulu yaratıcı bir tepe yönetim ve destekleyici bir
örgütsel atmosferdir. Örgütsel atmosferin oluşturulması da büyük ölçüde tepe yönetime bağlı
olduğundan, örgütsel yaratıcılığın geliştirilmesinin temel sorumluluğu tepe yönetime düşecektir. Tepe
yöneticiler bu sorumluluklarını misyona, örgütsel iklime ve sistemlere yönelik düzenlemelerle yerine
getirebilirler.
Her şeyden önce tepe yönetimin yaratıcılığa, yenilikçiliğe ve farklı düşüncelere önem verdiğini başta
misyon ifadesi olmak üzere her fırsatta söz ve davranışlarıyla vurgulamaları gerekir.
Yine tepe yönetim, işletmede açıklığa dayanan ve yaratıcı düşünceyi destekleyen bir atmosfer
oluşturmalıdır. Bu noktada;

Katı kural ve prosedürlerin dışına taşmaya izin verilmesi ve inisiyatifin teşvik edilmesi,

Ne kadar sıra dışı olursa olsun farklı fikir ve düşüncelere tahammül edilmesi, değer verilmesi ve
fikirlerinden dolayı kişilerle alay edilmemesi,

Mevcut durumdan sürekli rahatsız olma ve statükoyu sorgulama alışkanlığının yerleştirilmesi,

Mizah duygusunun hakim kılınması,

Görüşlere, karşı görüşle cevap verme (Yetişkin – Yetişkin Etkileşimi) tarzının cesaretlendirilmesi
gibi hususlar önem kazanır.

Keza tepe yönetimin yaratıcılığı teşvik etmeye yönelik olarak bazı örgütsel düzenlemeleri de
kurumsallaştırması gerekir.
Bunlar arasında;

Yenilikçiliği ve yaratıcılığı teşvike eden, yaratıcı bireylere tanınma ve ödüllendirme fırsatı
sağlayan sistemlerin kurulması,

Yeni fikir ve düşüncelerin her fırsatta uygulamaya geçirilmesine yönelik düzenlemeler
yapılması,

Bireylere ve takımlara yaratıcı problem çözme toplantıları için fırsat ve zaman sağlanması,

Performans değerleme sisteminde yaratıcı fikir, çaba ve faaliyetleri cesaretlendirecek
düzenlemelerin yapılması,

İşletmelerin farklı bölüm ve pozisyonlarında yer alan bireylerin mevcut sorunlara yeni perspektif
getirebilecekleri şekilde rotasyona tabi tutulmaları,

Bireylerin kendiişlerini zenginleştirme yollarını belirleyebilecekleri, ‘iş zenginleştirme’
oturumlarının düzenlenmesi,

Yaratıcı düşünceyi geliştirmeye yönelik eğitimlere önemli finansal kaynaklar tahsis edilmesi gibi
hususlar sayılabilir.
Özetle; Türk Kültürü’nün ve toplumsal yetiştirme tarzımızın bireysel yaratıcılık potansiyelinin açığa
çıkarılmasının engelleyici nitelik taşıdığı; buna karşılık işletmelerin ve özellikle de tepe yöneticilerin
gerekli kararlılığı ve iradeyi göstererek, iş yerinde yaratıcı düşüncenin geliştirilmesine yönelik pek çok
şey yapabilecekleri söylenebilir.
Prof. Dr. Tanıl Kılınç, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Davranış Bilimleri Kürsüsü Emekli Öğretim
Üyesidir.
Download